sunuş Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı Yeni Türkiye Vizyonu ve Yenilenen Siyasi Kadrolar Ülkelerin, toplumların ve devletlerin de tıpkı biz tekil varlık olan insanlar gibi belli kader çizgileri vardır. Bazen kader yükselmemiz için tüm şartları hazırlar; bize ummadığımız imkanlar ve fırsatlar sunar; beklemediğimiz yüksek başarılara ve zaferlere ulaştırır. Ancak yine de tarihin ve reel hayat şartlarının bize öğrettiği temel gerçek ise şudur: Başarı ancak başarıyı arayanlara kısmet olur. Başarı için bir hedef tespit etmek, o amaç için niyet etmek, irade beyanında bulunmak ve var gücüyle çalışarak o uğurda alın teri dökmek gerekir. İşte başarı o gayretin içinde gizlidir. Milletler ve devletler içinse amaçları belirleyen, onları halka anlatan, toplumu sonuca götürecek şekilde örgütleyen ve motive eden temel aktörler, siyasi liderlerdir. Milleti adına fedakârca çalışan, gayretli ve basiretli siyasi liderlere sahip olmak ülke adına bir şanstır. Türkiye bugünlerde tam da böyle bir şanslı siyasi döngüye girmiş görünüyor. Halkın iradesini doğrudan siyasete yansıtan demokratik mekanizmalar ülkemiz adına vizyon ve özgüven sahibi güçlü siyasi liderleri ortaya çıkarttı. 30 Mart seçimleriyle başladığımız seçim maratonunun ikincisini 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle tamamladık. AK Parti’nin adayı olan Recep Tayyip Erdoğan, 14 partinin desteklediği çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu karşısında seçimleri daha ilk turda açık bir oy farkıyla kazandı. On iki yıldır iktidarda bulunan AK Parti böylece kurucu liderini Çankaya’ya uğurlarken, kendi içinde yaptığı derin istişareler sonucunda genel başkan olarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ismi üzerinde uzlaşmaya vardı. Bu amaçla toplanan AK Parti’nin 1. Olağanüstü kongresinde hiçbir itiraz olmadan Davutoğlu oybirliği ile genel başkan seçildi. Böylece parti zor ve kritik bir dönemi de atlatmış oldu. Artık hariciye işlerinin Hoca’sı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni Başbakanıdır. Hem yeni Cumhurbaşkanımızı hem de yeni Başbakanımızı kutluyoruz. Şu açık: Yakın gelecekte Türkiye’de siyaset AK Parti ekseninde dönmeye devam edecek. Zira mevcut haliyle muhalefet partilerinin lider, kadro, proje ve vizyon açısından Türkiye’deki genişleyen yeni orta sınıfı ikna etme anlamında iktidar partisi ile rekabet etmeleri pek mümkün görünmüyor. AK Parti kongresinde ortaya konulan hedefler, yüksek söylem gücü ve topluma sunulan Yeni Türkiye tahayyülü, halk nazarında bugünlerde CHP içindeki liderlik yarışındaki tartışmalarla karşılaştırılamayacak kadar güçlü ve büyüleyicidir. Öte yandan AK Parti’yi Türkiye’yi Batı’dan koparmak, ülkenin eksenini kaydırmak ve İslamileştirmekle itham edenler, komşu Arap coğrafyasında ortaya çıkan sözde aşırı “İslamcı” grupların işlediği insanlık dışı cinayetler karşısında bakış açılarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalıyorlar. Türkiye bölgedeki ateş çemberi içinde bir istikrar adası olarak durmaktadır. Dışarıdan ve içeriden gelen saldırıların amacı da yalnızca AK Parti’yi yıpratmak değil; aynı zamanda Türkiye’nin kendine güvenini sarsmak ve Türkiye’yi eskiden olduğu gibi yalnızca kendisine çizilen alanda hareket etmeye razı olmaya zorlamaktır. Yeni Türkiye vizyonu işte bu dayatmaya karşı bir başkaldırma ve Anadolu insanını kendi kader çizgisine sahip çıkmaya çağırmadır. Halkımızın sandıktan çıkan siyasi tercihleri bu çağrıya yönelik bir cevap olarak okunabilir. Sizleri her biri konusunda uzman değerli yazarlarımızın kaleme aldıkları makalelerle başbaşa bırakıyorum. Sağlıcakla kalın. icindekiler STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 58 • Eylül 2014 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu 6 Siyasetin Restorasyonu: Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Yeni Türkiye Prof. Dr. Yasin Aktay 12 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanı Seçimleri Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya 18 Yeni Türkiye’nin İlk Seçimi Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç 22 Yeni Dönem: Yeni Stratejik Siyaset 26 Cumhurun Seçimi 28 10 Ağustos Sonrası Yaşanacak Değişim: Verilen Sinyaller ve Siyasal Partiler Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Dr. Murat Yılmaz Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Aydın Bolat M. Kürşad Birinci Erdoğan’ın Ufku, Davutoğlu’nun Rüyası, Türkiye’nin Rotası 10’uncu 5 Yıllık Plan’ın Teorik Temelleri 97 Kredi Derecelendirme Kuruluşları ve Yeni Ekonomik Model Tartışmaları Prof. Dr. Birol Akgün 58 32 36 CHP’nin Ötelenen Muhasebesi ve Parti İçi Muhalefet Arap Basınında Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinin Yansımaları Doç. Dr. Cevher Şulul 62 Çin Basınında “Türkiye Rüyası” 67 Orta Doğu’da Yeni ‘İdeal Düşman’: IŞİD 72 Mağduriyetten Mağrurluğa İsrail Saldırganlığı: Bir Napolyonlaşma Sorunu Doç. Dr. Erkin Ekrem Orhan Miroğlu Dr. Ünal Gündoğan 102 Doç. Dr. Vahap Coşkun 42 Demokrasinin ‘YAŞ’ı 46 Paralel Yapı, BND, CIA, MI5-MI6 İlişkisi, Sözde Tevhid-i Selam Örgütü Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Bülent Orakoğlu Dinin Siyasal İdeolojilere Teolojik Temel Oluşturması - I (Siyonizm Örneği) Prof. Dr. Talip Özdeş 78 Prof. Dr. Bekir Berat Özipek Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Demirtaş’ın Başarısı Dr. Cemil Ertem Dr. M. Levent Yılmaz Prof. Dr. Haluk Alkan Fotoğraflar AA, İHA, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 54 94 Filistin Katliamı Açısından Uluslararası Ceza Divanı ve BM 108 Yrd. Doç. Dr. Selman Öğüt 82 Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi Paneli SDE Haber Azerbaycan-Ermenistan Sınırında Yeni Çatışmalar 110 İslamofobi ve Batı Dünyasının İmtihanı Söyleşisi Doç. Dr. Yaşar Sarı 111 İnsani Gelişme Endeksi Çalıştayı 112 SDE’den Anlamlı Ziyaret 112 SDE’de Yaz Stajları Devam Ediyor 86 Libya’da Kriz Derinleşiyor 89 Ferguson Olayları Ne Kadar Yerel? Doç. Dr. Ahmet Uysal Amine İleri SDE Haber SDE Haber SDE Haber SDE Haber Siyasetin Restorasyonu: Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Yeni Türkiye Prof. Dr. Yasin Aktay 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanı Seçimleri Dr. Murat Yılmaz Yeni Türkiye’nin İlk Seçimi Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Yeni Dönem: Yeni Stratejik Siyaset Aydın Bolat Cumhurun Seçimi M. Kürşad Birinci 10 Ağustos Sonrası Yaşanacak Değişim: Verilen Sinyaller ve Siyasal Partiler Prof. Dr. Haluk Alkan CHP’nin Ötelenen Muhasebesi ve Parti İçi Muhalefet Prof. Dr. Bekir Berat Özipek Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Demirtaş’ın Başarısı Doç. Dr. Vahap Coşkun Demokrasinin ‘YAŞ’ı Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca Paralel Yapı, BND, CIA, MI5-MI6 İlişkisi, Sözde Tevhid-i Selam Örgütü Bülent Orakoğlu İÇ POLİTİKA SİYASETİN RESTORASYONU: CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ ve YENİ TÜRKİYE Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı T ürkiye seçimini yaptı. Cumhurbaşkanının kim olacağı hususunda kendisine tevcih edilen soruya hiç tereddütsüz ve net bir cevap verdi. Halk kendisini ciddiye alan, kendi iradesini sahiplenen, kendi değerleriyle bağdaşan, siyasetin anlamını ve işlevini gerçek makamına oturtan, gerçek anlamıyla bir siyasetçiyi seçti. Siyasetin bütün aşamalarından emek vererek gelmiş olan ve hizmet siyasetini her şeyin üstünde tutmuş olan Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bütün siyasi yelpazesini yeniden dağıtarak ve yeniden şekillendirerek girdiği seçimlerin onuncusunda Cumhurbaşkanlığı makamına seçildi. İlk turda yüzde 51.8 oy alarak, ikinci turda yüzde 65’lere de çıkabileceğini göstererek şimdiye kadar kendisine veya partisine yöneltilen eleştirilere de eli değmişken yeni bir cevap vermiş oldu. Bu saatten sonra umarız kimse kendisine oy vermemiş olanlara bakarak yeni bir hesap icatçılığına soyunmaz. Erdoğan’a oy vermemiş olan yüzde 47’nin en az yüzde 12’lik dilimi ikinci turda Erdoğan’a oy verirdi. 6 EYLÜL 2014 Erdoğan, şmdye kadar grmş olduğu bütün seçmlerde oylarını mütemadyen artırmak suretyle önünün çok açık olduğunu ve syasette katı kampların hç de yumuşamaz, esnemez ve değşmez olmadığını gösterd. Bunu başarmakla aslında syasete olan nancı da herkesn hayrına olacak şeklde restore etmş oldu. Neticede AK Parti’nin adayı karşısında bütün partilerin birleştiği bir seçim yaşadık, ama bütün bu partilerin halk nezdindeki karşılığının ne olduğunu gördük. Erdoğan, şimdiye kadar girmiş olduğu bütün seçimlerde oylarını mütemadiyen artırmak suretiyle önünün çok açık olduğunu ve siyasette katı kampların hiç de yumuşamaz, esnemez ve değişmez olmadığını gösterdi. Bunu başarmakla aslında siyasete olan inancı da herkesin hayrına olacak şekilde restore etmiş oldu. Bu sonuçlarla, Türkiye hiç kuşkusuz her bakımdan yeni bir başlangıç yapmış oluyor. Bu, hem Erdoğan’ın bundan sonraki siyasi performansı için yeni bir başlangıç, hem de Türkiye’nin 64 yıldır yaşamakta olduğu siyasi seyrin geldiği aşama için bir başlangıç. Buna daha fazla demokratikleşme diyebilirsiniz. Halkın devletle daha fazla bütünleşmesi diyebilirsiniz. Halkın daha fazla doğrudan iktidar olması diyebilirsiniz. Halk üzerinde türlü entrikalarla vesayet kurmaya çalışan mihrakların yenilgisi de diyebilirsiniz. Hiç kuşkusuz sadece Türkiye’nin değil EYLÜL 2014 7 12 yıldır İktdarda duran AK Part hçbr şeklde ktdarcı br part olmadı. Hatta br bakıma sürekl ktdardak muhalefet ble oldu. Belk bu yüzden muhalefetten hep daha lerde oldu ve muhalefete br alan bırakmadı. Çünkü ktdardayken atmak stedğ bütün lerc adımlara karşı drenen daha muktedr güçler oldu. O bütün o muktedrler, dern güçlern entrkalarını, engellern aşarak yoluna devam ederken mlletn gerçek anlamda htyaç duyduğu muhalefet de yaptı. gibi bir sorunumuz yok değil. Bu muhalefet, hala Türkiye’nin değişmiş olduğundan haberdar değil gibi. O yüzden eski Türkiye’ye özgü ezberlenmiş repliklerini en detone ve en münasebetsiz yerlerde tekrarlarken her seferinde AK Parti’nin bir siyaset aktörü olarak daha da parlamasını sağlamış oluyor. Giderek ülkenin yaşamakta olduğu değişimin ana aktörü olarak AK Parti muhalefetin varlığının ana sebebi haline geliyor. bütün mazlum milletlerin umutlarının yeniden yeşermesi de diyebilirsiniz. Bütün bunlar Yeni Türkiye’nin dayanacağı felsefeyi de ifade ediyor. Yeni Türkiye’nin Mimarı Olarak AK Parti AK Parti’nin siyasal alandaki başarılarını analiz ederken bu siyasal hareketin liderinin toplumla kurduğu ilişki, bu liderin dava arkadaşlarıyla samimiyeti çerçevesinde şekillenen kurumsal güven ve bunun toplumdaki olumlu yansımasının altı çizilmelidir. Baştan itibaren kendi seçmenine vaat ettiklerini gerçekleştirme konusunda sergilediği büyük bir sadakat de göze çarpıyor. 2001 yılında ortaya koyduğu parti programında vaat ettikleri ile bugün yaptıkları arasında tam bir uyumluluk görebilirsiniz. Bu da aynı samimiyetin ifadesidir. 8 EYLÜL 2014 12 yıldır iktidarda duran AK Parti hiçbir şekilde iktidarcı bir parti olmadı. Hatta bir bakıma sürekli iktidardaki muhalefet bile oldu. Belki bu yüzden muhalefetten hep daha ileride oldu ve muhalefete bir alan bırakmadı. Çünkü iktidardayken atmak istediği bütün ilerici adımlara karşı direnen daha muktedir güçler oldu. Bütün o muktedirleri, derin güçlerin entrikalarını, engellerini aşarak yoluna devam ederken milletin gerçek anlamda ihtiyaç duyduğu muhalefeti de yaptı. AK Parti devlet oldu ama devleti eski halinde bırakmadı, değiştirdi. Bugün AK Parti’nin yönettiği ülkede devlet 12 yıl öncesinin ceberrut, hâkim devleti değildir. Bugün devlet vatandaşının hizmetinde Türkiyeli ve dünyalı bir aygıta dönüşmüştür. Üstelik bu dönüşüm bile yola çıkarken Erdoğan’ın ve AK Parti’nin vaad ettiği ve gerçekleşmiş olması dolayısıyla samimiyeti kanıtlayan bir dönüşümdür. AK Parti’nin Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde şu ana kadar ülkede sergilediği siyaset, siyasete dair bilinen bütün ezberleri yerle bir ettiğini söylemiştik. Yeni Türkiye bu ezberlerin yıkıldığı ve yeni siyasi teamüllerin (habitusların) ikame olacağı bir Türkiye olacaktır. Türkiye’nin bütün sosyolojik unsurlarıyla giderek bu yeni siyaset tarzına, teamüllerine ve ölçülerine alışmaya başladı. AK Parti’nin siyaseti bir bakıma da toplumda oluşturmuş olduğu yüksek beklentilerin baskısı altında şekilleniyor. Bu baskı, kuşkusuz hiç de olumsuz değil, aksine kendi sosyolojik tabanıyla interaktif, katılımcı siyasetin yüksek örnekleri bu sayede sergilenmiş oluyor. Kuşkusuz, bu siyaset sahnesinde rolünü oynamayı bir türlü beceremeyen, başka bir sahnenin repliklerini en alakasız yerde tekrarlayan muhalefet AK Parti’nin kurulduğu tarihten itibaren girdiği 9 seçimin her birinin kendine ait bir bağlamı ve hikâyesi oldu. Toplamda ise kendi içinde son derece tutarlı ve istikameti ve bütünlüğü olan büyük bir hikâyeyle karşı karşıya kalıyoruz. 3 Kasım, 1 Mart, 27 Nisan, 22 Temmuz, 21 Ekim, 29 Ocak (Davos), 12 Haziran, 12 Eylül, 17-25 Aralık, 30 Mart, 10 Ağustos, kapatma davası, Ergenekon ve Balyoz davaları, Mavi Marmara, Arap Baharı, başörtüsü ve katsayı davaları, demokratik açılım ve çözüm süreci, bu büyük hikâyenin içindeki önemli tarihsel gün ve olaylar. Estetiğin Siyasallaşması Bu hikâyelerin hepsinin içinde tabii ki, AK Parti’nin ekonomideki, dış politikada ve sosyal hizmetlerdeki, eğitim ve ulaşımdaki dev başarıları var. Bütün bu hikâyenin toplamından itibar kazanan en önemli kavram siyaset olmuştur. Bu hikâyenin bütünlüğünde sanatsal bir bütünlük, bu bütünlükten yansıyan bir tutarlılık duygusu ve estetik vardır. Hiç kuşkusuz Davutoğlu’nun Genel Başkan olarak seçileceği 27 Ağustos tarihi de AK Parti’nin şu ana kadar sergi- EYLÜL 2014 9 Samimiyete dayanmayan siyaseti güçlendirmek için estetik bir takviyeye ihtiyacı vardır ki bu durumda sanat siyasetin hizmetine çok hoyrat bir biçimde sokulmuş olur. Oysa ortada samimiyet varsa, kâfi derecede güzellik de vardır. Samimi olan yeterince güzeldir. Bu güzelliğin siyasallaştırılması siyaset adına da özgün olanın, yeni olanın, sahih olanın ortaya konulması anlamına geliyor. Davutoğlu’na dış politika performansı dolayısıyla yöneltilen eleştirilerin hiçbirisi, öneri olarak daha iyi ve daha güzel bir siyaset öneremiyor. Hatta önerilen siyasetlerin her biri samimiyetten uzaklaşmayı, sözüm ona realist olmak adına bir çirkinliğe ortak olmayı öneriyor. Sözgelimi, Mısır’da, Irak’ta veya Suriye’de gelişen olaylara karşı bugünkünden daha az zararlı çıkmak, hatta kârlı çıkmak için neler yapılabilirdi? Bu sahalarda kâr zarar hesabı yapanların ve buradan Davutoğlu’na büyük payı çıkaranları dinlemeye kalksanız, ortada ne güzellik kalır ne iyilik. AK Parti 12 yıldır Türkiye’yi tek başına yöneten bir parti. Bu haliyle AK Parti’nin Türkiye’nin siyasi tarihine birçok bakımdan devrim niteliğinde katkılar yapmış olduğunu söylemek mümkün. Her şeyden önce arka arkaya seçimler kazanarak üstelik her seferinde oyunu artırarak tek başına iktidarda kalabilmek bakımından bir ilk olduğu muhakkak. AK Parti bu özelliğiyle parti ve seçmen arasında salt siyasetin ötesinde sadakat diye bir ilişkinin veya değerin de var olabileceğini ve bunun pekâlâ bir geçerliliğinin de olabileceğini gösterdi. lediği bu siyasal performans içinde, bu performansı ilgiyle ve aşinalık kesbederek izleyenler için apayrı bir güzelliği temsil edecektir. Walter Benjamin, politikanın estetikleştirilmesinin sakıncalarına dair uyarılarda bulunarak alternatif olarak estetiğin siyasallaştırılmasından bahsetmişti. AK Parti’nin 13 yıllık siyasal performansının toplamından politikanın güzelleştirilmesinden ziyade güzelliğin siyasallaşmasını izleme fırsatını bulduğumuzu düşünüyorum. Bu güzelliğin özünün samimiyet olduğunu söylemiştik ki, bu özellik şimdiye kadar geçer akçe olan siyaset biçimlerinin çok yabancısı olduğu bir değerdi. 10 EYLÜL 2014 Bu denge içinde AK Parti seçmenini veya sosyolojik tabanını tam bir sadakatle temsil ederken, bir yandan da aynı sosyolojik taban üzerinde Jakoben bir üstünlük iddiası taşımaksızın değişimine de öncülük etti. Böylece bir siyasi partinin kendi sosyolojik tabanı ile ilişkisine dair son derece özgün bir model de ortaya koydu. Kentleşmesini ve orta-sınıflşmasını da tamamlamakta olan bu kesimlerin siyasal ufuklarına, duruşlarına ve hedeflerine dair çok önemli bir etkisi de oldu. AK Parti’nin siyasi hayatımıza getirdiği özgünlüklerden biri de gelenek ve yenilenme arasında kurduğu dengeyi kurumsal bir teamüle bağlamış olması. Üç dönem kuralının bir teamüle dönüşmesiyle birlikte parti içindeki yenilenmenin dengesi büyük ölçüde sağlanmış oluyor ama hiçbir şekilde tecrübenin ve Abdullah Gül’den sonra Cumhurbaşkanının Erdoğan olması, Erdoğan’dan sonra AK Part Genel başkanı ve başbakanın Davutoğlu olması adeta çok y br müzk esernn arka arkaya uyumlu sadâlarındak mükemmel aheng yansıtıyor. 2007’de, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmama htmal belrdğnde ‘bu şarkı böyle btmez’ demştk, çünkü o bağlam çnde şarkının o yernde Gül’ün cumhurbaşkanlığı mukadderd. Mevcut durumda dnledğmz mükemmel şarkının burasına br Davud ses mükemmel br uyum sergleyecekt. Öyle de oldu... geleneğin dışlanmadığı, aksine geleneğe her aşamada taze bir kanın kazandırılmasıyla daha da canlandırıldığı bir dinamizm de söz konusu oluyor. Bir Dava Partisi Olarak AK Parti AK Parti’nin bir başka özgün yanının tipik bir tezahürünü de Ahmet Davutoğlu’nun bizzat partinin lideri 12. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından başbakan ve genel başkan adayı olarak ilan edilmesi sahnesinde görmüş olduk. Bu sahne yine bizzat Erdoğan tarafından 7 yıl önce Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan edilmesi esnasında yaşanmıştı. Esasen bu sahneleri yaşatan özgünlük, AK Parti’nin bir kariyer ve kişisel ikbal hareketi olmaktan çok bir dava partisi olmasıdır. Yüzde 52’lik bir başarıyı yakalamış bir parti olarak, en kritik aşamadan, kendisine bir genel başkan ve kabineye başbakan seçerken bu süreci olabilecek en rahat şekilde geçebiliyor olması partinin gücünü de, özgünlüğünü de gösteriyor. Kuşkusuz bu gücün en önemli kaynağı liderliğinden geliyor, ama o liderliğin de en büyük gücü istişare ilkesine verdiği önemle parti içindeki ortak aklı çok iyi dinliyor ve değerlendiriyor olmasından kaynaklanıyor. O aklın mevcut durum içinde işaret ettiği kişi, sahip olduğu kişisel özelliklerle partinin sosyolojik tabanı arasındaki muhteşem uyumu da işaret ediyor. Süreç içinde değişim mukadder ama bu değişimin bir ahenk içinde olması her zaman her kurumda mümkün olmuyor. Abdullah Gül’den sonra Cumhurbaşkanının Erdoğan olması, Erdoğan’dan sonra AK Parti Genel başkanı ve başbakanın Davutoğlu olması adeta çok iyi bir müzik eserinin arka arkaya uyumlu sadâlarındaki mükemmel ahengi yansıtıyor. 2007’de, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmama ihtimali belirdiğinde ‘bu şarkı böyle bitmez’ demiştik, çünkü o bağlam içinde şarkının o yerinde Gül’ün cumhurbaşkanlığı mukadderdi. Mevcut durumda dinlediğimiz mükemmel şarkının burasına bir Davudi ses mükemmel bir uyum sergileyecekti. Öyle de oldu... EYLÜL 2014 11 İÇ POLİTİKA Sonuçlar Erdoğan’ın projesnn seçmenn en az % 52’s tarafından desteklendğn gösterd. Fakat bu destek syas sonuçları olan br stkamet gösterse de henüz anayasada br hükümet sstem değşklğne gdlmş değl. Seçmn hemen sonrasında Erdoğan’ın AK Part’ye 2015 seçmler çn TBMM’de anayasayı değştrecek 367 mlletvekl veya en azından anayasa değşklğn halk oyuna götürmey temn edecek 330 rakamı hedef olarak göstermes bu bakımdan anlamlıdır. kanlığı formülleri etrafında bir anayasa değişikliği ve aktif bir Cumhurbaşkanı vaat etti. 10 AĞUSTOS 2014 CUMHURBAŞKANI SEÇİMLERİ Erdoğan karşıtlığı üzerinden ittifak yaparak çatı adayı gösteren CHP ve MHP ile 12 diğer siyasi parti parlamenter sistemi savundu ve adayları Ekmeleddin İhsanoğlu ancak % 38 oy alabildi. % 9.5 civarında oy alan HDP Eş Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş ise bu konuda kesin bir tercihte bulunmadı. Bu sonuçlar Erdoğan’ın projesinin seçmenin en az % 52’si tarafından desteklendiğini gösterdi. Fakat bu destek siyasi sonuçları olan bir istikamet gösterse de henüz anayasada bir hükümet sistemi değişikliğine gidilmiş değil. Seçimin hemen sonrasında Erdoğan’ın AK Parti’ye 2015 seçimleri için TBMM’de anayasayı değiştirecek 367 milletvekili veya en azından anayasa değişikliğini halk oyuna götürmeyi temin edecek 330 rakamı hedef olarak göstermesi bu bakımdan anlamlıdır. Bu haliyle 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ana konusunu teşkil eden hükümet sistemi tartışmasının 2015 seçimlerine de yayılacağı şimdiden söylenebilir. Bu üç aşamalı uzun seçimin sonrasında hükümet sistemi ekseninde yeni anayasanın kaderi belli olacaktır. Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü T ürkiye tarihinde ilk defa 10 ağustos 2014’te doğrudan halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı seçildi. Seçimde birinci turda % 52 oranında oy alan Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan “seçilmiş” ilk cumhurbaşkanı oldu. Seçimin sonuçları kadar seçim süreci de, önümüzdeki dönemin bir “kurucu dönem”, bu seçimlerin de “kurucu seçim” olduğunu göstermiş oldu. 12 EYLÜL 2014 Seçim sürecinde Cumhurbaşkanlığı seçiminin sadece bir Cumhurbaşkanı seçmekten ibaret olmadığını gösteren seçim ittifakları ve seçim bildirgelerine şahit olundu. Buradaki temel tartışma noktası doğrudan halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanı’nın hükümet sistemindeki yerinin ne olacağı üzerineydi. Seçimi kazanan Erdoğan parlamenter sistem yerine başkanlık, yarı başkanlık veya partili cumhurbaş- 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Erdoğan ve AK Parti’nin kazandığı, CHP ve MHP’nin kaybettiği, HDP ve Demirtaş’ın üçüncü olmasına rağmen kazançlı çıktığı anlaşılıyor. Seçimlerin kazanan ve kaybedenleri liderler ve partilerden ibaret değildi. 10 Ağustos seçimlerinde bir takım kavram ve anlayışlar da yarıştılar, dolayısıyla bazı kavram ve anlayışlar kazanırken bazıları da kaybettiler. Kazanan kavram ve anlayışlar değişim ve demokratikleşmeyle beraber çözüm süreci, Türkiyelilik, paralele yapıyla mücadele, özgürlükçü laiklik, yeni anayasa ve Yeni Türkiye’dir. Kaybeden kavram ve anlayışlar ise statüko ve vesayetle beraber bölünme korkusu, otoriter laiklik, resmi ideoloji, kutuplaşma söylemi, otoriterleşme iddiası 1982 anayasası ve eski Türkiye’dir. Şimdi kazanan ve kaybedenleri siyasi liderler ve partiler düzleminde ele alalım. Seçimin açık ara galibi Erdoğan ve AK Parti’dir. % 52’lik oy oranı AK Parti’nin daha önce almadığı bir oy oranını ifade etmektedir. Bu oy oranıyla Erdoğan ve AK Parti, Adnan Menderes ve Demokrat Parti ile Süleyman Demirel ve Adalet Partisi’nden sonra üçüncü defa % 50’nin üzerine çıkan bir oy oranı yakalamıştır. Erdoğan bu oy oranıyla Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesinde açıkladığı seçim vaatleri ve hükümet sistemi değişikliği için halktan güçlü bir destek almıştır. % 56 değil de % 52 aldı, o yüzden de istediği desteği alamadı şeklindeki değerlendirmeler “karşı propaganda” ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Erdoğan ve AK Parti’nin önünde şimdi bu desteği konsolide etmek ve 2015 seçimlerine taşıyarak anayasa değişikliği yapabilecek bir Meclis kompozisyonu meydana getirme imtihanı vardır. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra partisiyle ilişkisinin kesilecek olması, Erdoğan ve AK Parti için bir problem teşkil etse de, AK Parti bu problemi kurumsal kimliği ve kurumsal kültürü inşa etmek için bir fırsat olarak kullanabilir. Erdoğan ve AK Parti hükümet sistemi üzerinden yaşadıkları problemi ve seçmene verdikleri vaadi, 2015 seçimlerinin temel tartışma noktası haline getirebilirler. Erdoğan ve AK Parti problemleri, kendi ötesinde, diğer kesimlerin ve bütün Türkiye’nin problemlerini çözebilecek bir “Yeni Anayasa” başlığı altında va’z edebilirse, Erdoğan ve AK Parti değişim ve demokratikleşmenin en güçlü aktörü olarak bu tartışmadan güçlenerek çıkabilirler. CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gösterilen çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun siyasi ve kültürel kimliği, aday gösterilme süreci ve aldığı oy EYLÜL 2014 13 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçmlernn Erdoğan ve AK Part’nn kazandığı, CHP ve MHP’nn kaybettğ, HDP ve Demrtaş’ın üçüncü olmasına rağmen kazançlı çıktığı anlaşılıyor. Seçmlern kazanan ve kaybedenler lderler ve partlerden baret değld. 10 Ağustos seçmlernde br takım kavram ve anlayışlar da yarıştılar, dolayısıyla bazı kavram ve anlayışlar kazanırken bazıları da kaybettler. oranının düşüklüğü sebebiyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerini parti içi iktidar mücadelesine dönüştürmüş durumdadır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 5-6 Eylül’de yapılacak CHP Kurultayını kazanabilirse, bu vesileyle Yeni CHP söylemine karşı çıkan ve CHP’nin açılımlarını engelleyen ulusalcı kanadı tasfiye etme imkânına kavuşabilir. Ancak her hâlükârda CHP’de suların uzun bir süre durulmayacağı söylenebilir. MHP, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde en zor durumda kalan siyasi partidir. İçinde bulunduğu cephenin büyük aktörü CHP’nin değişme ve yenilenme çabası MHP’yi ideolojik olarak tecrit etmekte ve özgül ağırlığını azaltmaktadır. Parti değişmeyip Erol Göka’nın ifadesiyle “taşlaştıkça” MHP tabanı, kendi içinde farklılaşmakta ve bölünmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İç Anadolu, Doğu Anadolu ve Karadeniz hattında Erdoğan’a verilen güçlü destek bu farklılaşmanın açık bir göstergesidir. HDP seçimin üçüncüsü olmakla beraber kazançlı çıkan ikinci partisidir. HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın CHP’nin bıraktığı boşluğu iyi değerlendirerek sergilediği performans çözüm sürecinin getirdiği yumuşama ve enerjiyle beraber oy oranlarında % 50’lilik bir artış getirmiştir. Daha önemlisi, Demirtaş’ın çözüm süreciyle uyumlu Türkiyelileşme, demokratikleşme ve sola açılma projesinin kendi tabanında da tutmuş olmasıdır. Demirtaş’a Batı’da ve CHP’nin kalelerinde verilen oy ve CHP’li aydınların gösterdiği ilgi önümüzdeki dönemde CHP’nin dönüşmesini etkileyecek eğilimlerden birisidir. Demirtaş ve HDP, bu söylem değişikliğini kalıcı bir siyaset ve ideolojik değişime dönüştürebilirse CHP’yi dönüştürmenin yanında Yeni Türkiye’yi taşıyacak aktörlerden biri olması mümkündür. HDP’nin temel problemi seçim sonrası Lice’deki olaylarda görüldüğü üzere PKK’nın silah bırakma ve siyasileşme konusunda göstereceği direnç olabilir. Sonuç olarak, 10 Ağustos 1014 seçimleri seçim süreci, seçim vaatleri ve seçim sonuçlarıyla Türkiye’de değişim ve demokratikleşme sürecinin devam edeceğini gösterdi. Türkiye istikrar içinde değişmeye devam ediyor. Erdoğan şahsında ortaya çıkan enerjinin AK Parti başta olmak üzere devlet kurumlarının, demokratik bir şekilde kurumsal kimlik kazanması ve kapasitelerini arttırmaları önümüzdeki dönemin temel tartışma noktası olacaktır. AK Parti Kongresi ve 1. Davutoğlu Kabinesi Başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014’de ilk defa yapılan seçimle halk tarafından Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, evvela AK Parti’de başlayan ve giderek siyasi yelpazeyi ve siyasi sistemi etkileyeceği anlaşılan büyük değişim döneminin içindeyiz. Bu değişim, AK 14 EYLÜL 2014 TÜRKİYE CUMHURİYETİ 62. HÜKÜMETİ Parti içinde yapılan istişareler neticesinde seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nu önce AK Parti Genel Başkanı sonra da Başbakan olarak tercih etmesiyle başladı. Ahmet Davutoğlu, 27 Ağustos’taki AK Parti Kongresiyle genel başkan oldu, 28’inde yeni hükümeti kurmakla görevlendirildi ve 29 Ağustos’ta hükümeti kurdu. Herkesin merak ettiği konu AK Parti’deki genel başkan değişimiyle başlayan değişimin sınırlarının ne olacağı ve Davutoğlu’nun bahsettiği restorasyonun ne anlama geldiği... Bütün bunları tahlil edebilmek için uzak ve yakın tarihe bakmak elzem. AK Parti Daniell Pappies’ın işaret ettiği üzere vesayet sistemini aşan yeni bir yazılım veya sürümle eski rejimi aştı. AK Parti, milli görüş hareketi içinde “yenilikçi hareket” olarak bilinen grubun, milli görüşün ötesinde, dönemin Türkiye’sine hitap eden “yenilikçi parti”ye dönüşmesiyle kurulmuştu. Kuruluş döneminde tüzüğe konulan parti görevlerindeki 3 dönem sınırı, milli görüş hareketindeki gelenekçilerle beraber Türkiye siyasetindeki kireçlenmeye ve profesyonelleşen merkez siyasi kadroya karşı yenilik arzusunu ifade ediyordu. AK Parti iktidardaki üçüncü dönemiyle şimdi tüzüğün sınırlarıyla karşı karşıya kaldı ve yenilenmek zorunda olduğunu görüyor. Bu arada vesayet kurumları ve koalisyonu, Gezi olayları ve 17/25 Aralık soruşturmalarıyla siyasete klasik yollar dışında yeni sürümlerle müdahale yollarını denedi ama başarılı olamadı. Bu deneme- EYLÜL 2014 15 cevaptır. Davutoğlu, bu büyük hedefe ulaşabilmek için çözüm sürecinin tamamlanması ve paralel yapı başta olmak üzere demokratik iradeyle bağdaşmayan her türlü bürokratik unsurun tasfiye edilmesinin hayati derecede ehemmiyetli olduğunu açıkça ifade etti. Esasen Davutoğlu’nun tercih edilmiş olması, 12 yıllık değişim sürecinin artık içeriden dışarıya taşma ve taşınma istidadından ve meydan okumadan kaynaklanmaktadır. ler, başarısızlığına rağmen, AK Parti’nin reformlarının ve restorasyonun tamamlanması gerektiğini bir kez daha hatırlattı. 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, AK Parti’ye bu değişimi ve yeniden Türkiye siyasetinin yenilikçi hareketi olarak ortaya çıkabilme imkânını verdi. Böylece AK Parti bir yandan vesayet sisteminin tasfiyesi ve arkasındaki % 50’lik destekle beraber özgüven ve istikrar içinde kendi içindeki değişikliği gerçekleştirerek kurumsal bir partiye dönüşüyor, diğer yandan da Türkiye’deki büyük değişimi anayasal çerçeveye ve kurumlaşmaya dönüştürmeye yöneliyor. Erdoğan’ın Başbakanlığı 16 EYLÜL 2014 döneminde vesayet sistemini tasfiye eden AK Parti, şimdi Davutoğlu ile muhalefetin yenilenmesinden önce kendi sürümünü yenilemeye çalışıyor. Acaba Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti, “uyum içinde” 3 Kasım 2002 öncesinde olduğu gibi AK Parti’yi aşarak bütün Türkiye’ye hitap eden yenilikçi hareket olmaya devam ettiklerini gösterebilecekler mi? AK Parti Kongresindeki konuşmalarındaki ufukla Erdoğan ve Davutoğlu, Türkiye’deki temel meselelerde karar verici mecranın siyaset ve demokratik otoriterler olduğunu çok net bir şekilde ifade ettiler. Davutoğlu son 12 yılda yaşanan büyük değişimi, Türkiye’nin Birinci Cihan Harbiyle içine girdiği iç ve dış siyasetteki vesayetten çıkış, milletle devlet arasındaki cebri epistemolojik kopuşun sonu, tarihdaşlık ve kaderdaşlıkla var olan aidiyetin “eşit vatandaşlık”la tamamlanması olarak takdim etti. Türkiye Devleti’nin içeride milletle demokratik yollarla bütünleşmesi, dışarıda tarihi ve kültürel havzasına açılarak dünyalaşması Yeni Türkiye’nin medeniyet tasavvuru ve istikameti olarak ortaya konuldu. Bu medeniyet tasavvuru, Birinci Dünya Savaşı sonrasında SkyesPicot antlaşmasıyla kurulan bölgesel düzenin çöküşü karşısında artan çatışma, mezhepçilik, kabileleşme tehlikeleriyle Türkiye’nin değişimine ve yumuşak gücüne karşı yapılan meydan okumaya verilen güçlü bir Davutoğlu’nun ilk kabinesinden de anlaşılacağı üzere AK Parti’nin yeni sürümü restorasyon ve muhafazakârlık anlayışına uygun bir şekilde “tedricen” gerçekleşecektir. Tıpkı 12 yıllık reform sürecinin tedricen gerçekleşmesi gibi... Bu bakımdan büyük kopuşlar ve kırılmalar bekleyenler yanılacaklardır. Davutoğlu’nun ifadeleri ve yaklaşımı, 12 yıllık reform sürecinde içerideki vesayetçi bürokratik zümreye karşı geliştirilen özgüvenin şimdi Türkiye dışına, dünyaya taşınması anlamına gelmektedir. Davutoğlu bu bakımdan 3 Kasım 2002 öncesine göre içeride sağlam ve demokratik bir zemine sahip olmanın avantajına sahiptir. Davutoğlu’nun misyonu, içeride Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın % 52’ye ulaşan oy desteği ve bu haliyle Türkiye siyasetinde % 50 üzerine çıkan üçüncü karizmatik liderin enerjisini, partide ve demokratik hukuk devletinde kurumlaştırmaktır. Bu yapılabildiği ölçüde demokratikleşmeyle beraber iktisadi gelişme de devam edecektir. İktisadi gelişme, Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki başarısının hem sebebi hem sonucudur. Türkiye 2014 yılı itibariyle BM Kalkınma Programı’nın İnsani Gelişme Endeksinde 90. sıradan 69. sıraya bu gelişme sayesinde sıçramıştır. Bu şekilde insani gelişmede yüksek standartlara ulaşan Türkiye’nin bu eğilimi devam ettirmesi halinde bir kaç sene içinde en yüksek insani gelişme ligine sıçraması mümkündür. Davutoğlu yurt dışında ise bölgede ve dünyada medeniyet perspektifiyle Türkiye’nin yumuşak gücünü arttırarak bütün dünyayla kalkınma, işbirliği ve barış inşasıyla ortaklık geliştirme perspektifini ortaya koymuştur. Davutoğlu’nun ilk kabinesi açılımların yanında, Türkiye’nin ekonomik istikrar ve AB değerlerine bağlılığını ortaya koymuştur. Davutoğlu, önümüzdeki dönemde medeniyet perspektifiyle muhafazakârlığın “değişerek devam etmek, devam ederek değişmek”, denge ve uyumla bütünlüğü muhafaza etmek mottolarını siyasi hayata aktarmak durumundadır. EYLÜL 2014 17 İÇ POLİTİKA tamamı, neredeyse tüm projelerin yüz yüze bulunduğu bir sorunla malul: İnandırıcılık. Masa başında hazırlıklar ne kadar iyi yapılırsa yapılsın ortaya çıkan proje, toplumun dokusuyla uyuşmuyorsa başarılı olma ihtimali bulunmuyor. Bu bakımdan, Erdoğan’ın en önemli avantajlarından biri, halkın büyük bir bölümünün gözünde sahicilik ve inandırıcılık sorunlarını aşmış olması. Öyle ki bu durum, Erdoğan’ın neden partisi içinden başka birinin değil de kendisinin aday olduğunu anlatmasını bile gerektirmedi. Hem kendi seçmenleri hem de muhalefet, Erdoğan’ın adaylığını neredeyse beklenen ya da olması gereken bir durum olarak karşıladı. Böylece Erdoğan’ın adaylığı, kendiliğinden gelişen, doğal bir durum olarak belirdi ve hemen hiçbir itirazla karşılaşmadı. YENİ TÜRKİYE’NİN İLK SEÇİMİ Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ SDE Uzmanı C umhurbaşkanının ilk kez halkın doğrudan oylarıyla seçildiği 10 Ağustos 2014 tarihinin Türkiye siyaseti açısından en önemli dönüm noktalarından biri olacağı şimdiden anlaşılıyor. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesinin bir hükümet sistemi değişikliği getirip getirmeyeceğinden Erdoğan sonrası AK Parti’nin durumunun ne olacağına dek bir dizi soru şimdiden cevaplarını bekliyor. Bunun yanında Erdoğan’a karşı üst üste dokuz seçimi kaybeden muhalefet partilerinde lider ya da genel strateji değişikliği olup olmayacağı da soru işareti üreten konular arasında. Bu soruların cevaplarına ulaşmak için önümüzde daha çok zaman var. Şimdi yapılması gereken ise 10 Ağustosa ilişkin soğukkanlı bir değerlendirme. 18 EYLÜL 2014 Zira bu seçim, siyaseti tepeden belirleme girişimlerinin hiçbir zaman olumlu sonuç vermeyeceğini, sahicilik ve inandırıcılık sorunlarını aşamayan siyasetçilerin ise başarılı olamayacağını bir kez daha kanıtladı. Her şeyden önce cumhurbaşkanlığı seçim kampanyalarının son yıllarda alışık olduğumuzun aksine nispeten düşük bir tempoda geçtiği görüldü. Bu durumun en önemli nedeni, AK Parti’nin ardı ardına gelen seçim başarıları nedeniyle Türkiye siyasetinin uzunca bir süredir adeta sürprize kapalı olması. Nitekim muhalefet partileri, bir bakıma, sürekli yeni taktikler deneyerek ve çeşitli “projeler” üreterek bu durumu aşmaya çalışıyorlar. Ancak bu girişimlerin AK Parti’nin adayının Erdoğan olması, en baştan itibaren beklenen bir durumdu. Buna karşılık, muhalefetin nasıl bir tavır izleyeceği ve Erdoğan’ın karşısına hangi isimleri aday olarak çıkaracağı belki daha fazla merak ediliyordu. Aslında 2009 yerel seçimlerinden itibaren CHP ile MHP arasında, önceden kararlaştırılmış bir stratejinin ürünü olmasa da, zımnî bir ittifak oluştuğu biliniyor. Her iki partinin seçmenleri, kendi partilerinin güçlü olmadığı yerlerde bir diğerini destekleyebiliyorlar. Bu durumun en belirgin örneklerinden biri, son yerel seçimlerde, seçmen nezdinde, “Mansur Yavaş modeli” üzerinden hayata geçti. Dolayısıyla oy oranları göz önünde bulundurulduğunda tek başlarına cumhurbaşkanı seçmeleri imkânsız gibi görünen CHP ve MHP’nin seçimlerde birlikte hareket etmeleri sürpriz olmayacaktı. Bir süredir tartışılan ortak aday girişimi, belki de düşünülenden daha kısa sürede hayata geçti ve Ekmeleddin İhsanoğlu ismi açıklandı. HDP ise anlaşıldığı kadarıyla bir miktar tereddüt ve kendi içindeki bir dizi tartışmanın ardından eş genel başkan Selahattin Demirtaş’ı aday olarak belirledi. Öncelikle muhalefetin “çatı aday” formülünün ne anlama geldiği sorusunun cevabına bakalım. Siyasetin kendine özgü bir işleyişinin olduğu, aritmetik hesapların çoğu zaman işe yaramadığı gerçek. Nitekim İhsanoğlu’nun adaylığında bu durumu bir kez daha hatırlatan bir tabloyla karşılaşıldı. Son seçimlerdeki oy oranlarına bakıldığında muhalefetin Erdoğan’ı seçtirmemek için ittifak yapması zorunlu; ama yeterli değildi. Bu bakımdan, son iki seçimde seçmenlerin yaklaşık yarısının desteğini alan AK Parti’den oy devşirebilmek, Erdoğan’ın karşısına Erdoğan’ın en önemli avantajlarından biri, halkın büyük bir bölümünün gözünde sahicilik ve inandırıcılık sorunlarını aşmış olması. Öyle ki bu durum, Erdoğan’ın neden partisi içinden başka birinin değil de kendisinin aday olduğunu anlatmasını bile gerektirmedi. Hem kendi seçmenleri hem de muhalefet, Erdoğan’ın adaylığını neredeyse beklenen ya da olması gereken bir durum olarak karşıladı. çıkacak adayın iddialı olabilmesi için yegâne yoldu. Dolayısıyla aday olarak belirlenecek ismin AK Parti seçmenine nispeten yakın bir yerde durması gerekiyordu. Muhalefet partilerinin İhsanoğlu tercihine bu açıdan bakmak gerekir. Muhafazakâr kimliğiyle tanınan, sağ seçmenin sıcak bakabileceği, ülke içinde yıpranmamış ve uluslararası saygınlığa sahip olduğu düşünülen İhsanoğlu’nun, Erdoğan’ın adaylığına rağmen AK Parti’den çekeceği oylara, zaten doğal olarak çatı partilerinden gelecek oylar da eklendiğinde seçilmesini sağlayacak bir çoğunluğa ulaşabileceği varsayıldı. O halde, “kâğıt üzerinde” İhsanoğlu, ortak aday gösterilmek için en uygun isimlerden biriydi. Ancak “sahaya inildiğinde” bu formülün gerçekten de kâğıt üzerinde kalacağı, İhsanoğlu’nun, diğer tüm özelliklerinden bağımsız şekilde, toplumu arkasından sürükleyecek bir etki gücüne sahip olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Bu durumun ister istemez diğer adayların da kampanya performanslarını etkilediği söylenebilir. Gerçekten de cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasında İhsanoğlu nabzı yükseltemedi ki, zaten geriden başlayan bir adayın bunu başaramaması şansını daha sandık başına gitmeden bitirdi. İhsanoğlu’nun siyasî bir tecrübesinin bulunmaması, seçim sürecinde halka ulaşmasını iyiden iyiye zorlaştırdı. Kampanyasının yeterince etkili bir EYLÜL 2014 19 Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi aslında demokratik siyasetin zemininin genişlemesi anlamına geliyor. Değişik dönemlerde vesayet kurumu olarak kullanılabilen cumhurbaşkanlığı makamının aslında sivil siyasetin en önemli unsurlarından biri olduğu gerçeği, toplumu ve siyaseti, gücü kendinden menkul mekanizmalar aracılığıyla dizayn etme çabalarını giderek zayıflatacaktır. şekilde kurgulanmaması, kendisini aday olarak belirleyen partilerin sahada yeterli desteği vermemesi ve elbette kendisinin gafları, İnsanoğlu’nun zaten en baştan fazla olmayan seçilme şansını iyice ortadan kaldırdı. Daha açık bir ifadeyle, İhsanoğlu, aday olduğu pozisyonun gereklerine uygun bir “tarz-ı siyaset” ortaya koyamadı. Elbette İhsanoğlu’nun adaylığının özellikle çatı partilerinin liderlikleri için ayrı bir anlamı ve işlevi var. Uzunca süredir seçim başarısı kazanamayan CHP ve MHP yönetimlerinin cumhurbaşkanlığı adaylığı aracılığıyla kendi elleriyle, kendilerine rakip çıkarmayacakları beklenebilecek bir durum. Bu bakımdan, İhsanoğlu gibi “nötr” bir ismin tercihi, her iki partinin liderliklerinin seçim sonrasındaki süreçte konsolide edilmesi açısından önem taşıyor. Nitekim İhsanoğlu’nun ulaştığı rakam, ittifakın yerel seçimlerdeki toplam oy oranının altında kalmasına rağmen CHP ve MHP içinde yönetim değişikliğine yönelik sesler oldukça cılız kaldı. Parti sözcüleri de orada bir başarısızlık durumu bulunmadığını, dolayısıyla genel başkanların değişmesini gerektirecek bir sonucun oluşmadığını savundular. Hatta CHP’de, genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu istifaya çağıranların politika değişikliğine karşı çıkan “ulusalcı kanat” olması, yönetimin işini kolaylaştırdı. CHP’nin sıkıştığı oy makasından çıkışı, ancak temel politika- 20 EYLÜL 2014 larındaki değişiklik ile mümkünken ulusalcı kanadın buna tamamen karşı çıkması, muhaliflerin meşruluk zeminini zayıflatıyor. Diğer taraftan muhalefet partileri, son dönemdeki hemen her seçimde olduğu gibi 10 Ağustos sonrasında da tartışma başlıklarını değiştirmeye çalıştı. Bu bakımdan, en fazla yararlanılan argüman, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının resmen ilan edileceği 15 Ağustos gününden itibaren milletvekilliği ile AK Parti üyeliğinin sona ereceği ve dolayısıyla tarihi 27 Ağustos olarak belirlenen AK Parti büyük kongresine katılamayacağı oldu. Reel düzlemde hiçbir anlamı bulunmayan ve teknik bir ayrıntı olmaktan öteye geçemeyen bu durumun ısrarla dile getirilmesi aslında seçim sonuçlarının ortaya koyduğu tabloyu dikkatlerden kaçırmaya çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor. Zira zaten bu konuda ne tür bir tavır izleneceğine dair anayasal bir hüküm ya da teamül bulunmuyor. Muhalefetin kullandığı en önemli argümanlardan biri ise cumhurbaşkanlığı seçimine katılım oranının son dönemlerde yapılan diğer seçimlerle karşılaştırıldığında nispeten düşük kalması. Yurtiçindeki seçmenler bazında ele alındığında yüzde 77 civarında gerçekleşen katılımın, aslında pek çok Batı ülkesine göre oldukça yüksek bir oran olmasına rağmen muhalefet, bunu seçimlerin ve dolayısıyla Erdoğan’ın meşruluğunun sorgulanmasının aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Burada, muhalefetin oy kullanmayan seçmenlerin büyük kısmının Erdoğan karşıtı olduğu (!) yönündeki iyimser beklentisini bir kenara bırakacak olursak seçimlere katılmamanın da siyasî bir tavır olduğu gerçeği gözden kaçırılmak isteniyor. Seçimin diğer adayı Selahattin Demirtaş’ın ise İhsanoğlu’ndan çok daha farklı bir durumda olduğu açık. Öncelikle partisinin eş genel başkanı olan Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adayı olarak belirlenmesinin siyasetin doğasıyla gayet uyumlu bir görünüm çizdiği söylenebilir. Diğer taraftan Demirtaş’ın durumunu, katıldığı büyük bir yarışta favorilerin arasında sürpriz yapma şansı bile bulunmayan, ancak kendisinin en iyi derecesini elde etmek isteyen, dolayısıyla daha sonraki yarışları hedefleyen bir atlete benzetebiliriz. Bu açıdan, yarışa en dış kulvarda başlayan Demirtaş, üzerinde kazanma baskınının bulunmamasının da etkisiyle, kendi gündemini oluşturabildi. Muhtemelen ilk kez bu yoğunlukla, basının karşısına çıkma imkânı bulan Demirtaş’ın, eline geçen fırsatı iyi değerlendirdiği ve kendisini farklı kesimlere iyi anlatabildiği görüldü. Son dönemlerde, BDP/HDP oluşumunun alışılagelmiş çizgisinin dışına çıkarak kendisini yeni bir zemin üzerine oturtmaya çalıştığı ve özellikle Türkiye solunu potansiyel olarak gördüğü biliniyor. Bu bakımdan, cumhurbaşkanlığı seçimleri, HDP ve Demirtaş için doğru bir zamanda gelen iyi bir fırsat oldu. 10 Ağustos’ta ortaya çıkan tablo ise en azından bu aşamada bu fırsatın Demirtaş tarafından değerlendirildiğini gösterdi. Demirtaş’ın kendisine hedef olarak koyduğu ve ulaştığı yüzde on oy oranı, Türkiye siyasetinin normalleşmesi açısından da ayrı bir anlam taşıyor. Elbette önümüzdeki seçimlerde aynı tablonun tekrarlanabileceğini söylemek için henüz çok erken. Ancak HDP çizgisinin kendilerine ilk kez oy veren bir milyondan fazla seçmene ulaşmış olması, geleceğe dönük kendi siyasetinin parametrelerinin yeniden belirlenmesi açısından önem taşıyor. Son olarak bundan sonrasına ilişkin birkaç noktaya değinelim. Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi aslında demokratik siyasetin zemininin genişlemesi anlamına geliyor. Değişik dönemlerde vesayet kurumu olarak kullanılabilen cum- hurbaşkanlığı makamının aslında sivil siyasetin en önemli unsurlarından biri olduğu gerçeği, toplumu ve siyaseti, gücü kendinden menkul mekanizmalar aracılığıyla dizayn etme çabalarını giderek zayıflatacaktır. Bunun yanında seçim sonuçları, siyaseti kaçınılacak bir tehlike gibi gören değil, demokrasinin topluma ulaşma imkânını kullanmaya çalışanların mesafe kat edebildiğini gösteriyor. Bu anlamda, geçmişte seçilmiş hükümetlere karşı adeta bir muhalefet organı gibi çalışan cumhurbaşkanlığının “Yeni Türkiye” mottosuyla özetlenen toplumsal ve siyasal değişim dalgasının uzağında kalmaması önem taşıyor. 10 Ağustos tarihinin Yeni Türkiye’nin kodlarının şekillenmesinde tarihî bir eşik olacağı açık. Seçimler, Türkiye’de siyaset yapma tarzının değişmesinde etkili olacak. En başta belirttiğimiz gibi, bundan sonra gerek sistemdeki dönüşüm gerekse cari siyasetin temel unsurları bakımından çok sayıda yeni tartışma başlığının ortaya çıkması kaçınılmaz bir durum. Ancak Türkiye’nin kritik bir kavşaktan geçerek yeni bir yola girdiği de söylenebilir. Bu yolda, toplumun siyaset kurumunu daha demokratik bir zemine çekmeye çalıştığı görülüyor. Bundan sonraki süreçte, hâlâ bir alternatif olarak kalabilecek siyasetçilerin ise Yeni Türkiye tablosunu doğru okuyanların olacağı şimdiden anlaşılıyor. EYLÜL 2014 21 İÇ POLİTİKA YENİ DÖNEM: değişime uğradı. Hatta Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni gibi etnik, mezhebi ve dini kimlikler tartışılır hale geldi. Yeniden anlamaya, anlaşılmaya, algılanmaya ve tarif edilmeye çalışıldı. Aydın BOLAT Ancak yakın zamanlarda sosyolojik olarak toplumu, halkı, kurumları etkileyen çok temel bir paradigma ortaya çıktı. Bu paradigma yukarıdaki tüm ideolojik, siyasi ve sosyolojik sınıflandırmaların üstünde temel bir ayrışmayı gösteriyordu. Bu Türkiye’nin tam ortadan yarıldığı bir parçalanmaydı: “Yeni Türkiye” ve “Eski Türkiye”. YENİ STRATEJİK SİYASET SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Değişim Sürecinde Ayrılan Yollar E skiden ideolojik kutuplaşmalar, siyasi parti tercihleri sağ-sol tandeminde gerçekleşirdi. Sağ; muhafazakâr değerleri, dine yakın bir yaşam tarzını öncelerken sol, ilerici, modernist fikirleri ve daha laik, seküler yaşam tarzını temsil ederdi. Sonraları buna liberal görüşle serbest, açık ve daha özgür çizgiler de katıldı. 2000 yılından sonra yaşanan değişim sürecinde bu kavramlarda belirgin anlam ve algı kaymaları, farklılıklar oluştu. Düşünceler, fikirler, parti tercihleri ve yaşam tarzları değişimler geçirdi. Değişim hızlanırken ve ilerleyerek kristalize olurken yollar ayrılmaya, ittifaklar çözülmeye, yeni ittifaklar kurulmaya başlandı. Kimlikler yeniden şekillenmeye, tercihler ayrışmaya başladı. Sağ, sol, liberal, milliyetçi, muhafazakâr, ulusalcı gibi ideolojik kimlik tanımları Yeni Türkiye’nin ortaya koyduğu temel ayraç şudur: Türkiye statükosunu koruyacak mı yoksa yeni vizyonuyla gerçek tarihi misyonuna mı dönecek? Ya da; Türkiye Batı hegemonyasının sadık bir parçası olarak mı kalacak yoksa öncü, bağımsız, egemen bir ülke mi olacaktır? Eski Türkiye 2. Dünya Savaşı’nın, hatta 1. Dünya Savaşı’nın bitmediğini zanneden ve iliklerine kadar Sevr Sendromunu yaşayan, bölünme, parçalanma ve işgal korkusuyla zihni ve ruhu iflas etmiş bir kesim var. Onlar için Türkiye daha korku tünelinden çıkmadı. Manda ve himayeye muhtacız. Bağımsızlık ne haddimize… Vesayetsiz yaşayamayız. Gücümüz ne ki? Risk alamayız. Bölünürüz, eziliriz, krizler yaşarız, dışlanırız. Döverler bizi. İşgal bile edilir, parçalanırız. Küresel güçlere (ABD, AB, İsrail) kafa tutmayalım, onları kızdırmayalım, uyumlu, terbiyeli olalım itaat edelim. Onlar çok güçlü, küresel ve bölgesel otoriteye saygılı olalım, tâbi olalım, statükoyu koruyalım. Bize çizilmiş sınırları aşmayalım, diklenmeyelim. Blok bağımlılığına, kolonyal yönetime devam edelim. Solcu, sağcı, muhafazakâr, liberal ya da milliyetçi, ulusalcı fark etmez aydın ve entelektüel bir sınıfımızı hapsetmiş bir zihin kitlenmesi ve ruhsal çöküş var. Bu yenilmişlik, ezilmişlik ve aşağılık kompleksi, teslimiyetçi kafa, köleleşmiş ruh hâlâ yaşıyor ve yaşatılıyor. 1683 Viyana Bozgunundan beri asırlardır devam eden mağlubiyet psikolojisi kimliği ne olursa olsun bir kesim aydınımızın genlerine nüfuz etmiştir maalesef. Bu mandacı, sömürgeci “biz adam olmayız” yargısındaki bitik düşünce yapısını, ruh halini, Batı uygarlığı ve değerleri karşısında çaresizlik sendromunu apaçık görebiliyoruz. Bu kişiliksiz, 22 EYLÜL 2014 Yen Türkye’nn ortaya koyduğu temel ayraç şudur: Türkye statükosunu koruyacak mı yoksa yen vzyonuyla gerçek tarh msyonuna mı dönecek? Ya da; Türkye Batı hegemonyasının sadık br parçası olarak mı kalacak yoksa öncü, bağımsız, egemen br ülke m olacaktır? omurgasız, ezik, kendini inkâr eden özgüvensiz, korkak duruş entelektüellerimizin iflah olmaz, şifa bulunmaz hastalığıdır. Onlara göre ne olduysa oldu. Bize içeride ve dışarıda bu statükoyu koyanlara teslim olalım. Demokrasi, insan hakları, özgürlük, refah, barış, güvenlik adına bize ne verdilerse ve veriyorlarsa onlarla yetinelim. Kendimizi onlarla eşit görmeyelim. Asla sınırları zorlamayalım, itaatsizlik etmeyelim. Biz onlar gibi olamayız; onlara hiç yetişemeyiz. Küresel bağımlılığa, sömürgeye, vesayete, köleliğe razı olalım. Varlığımız, yaşamımız ancak bu konumla devam edebilir. Yoksa yok oluruz, biteriz. Bu düşünce esareti ve zihin algısı, oryantalist deformasyonun da etkisiyle ihanet, gaflet, delalet çizgisinden; paranoya, korku, komplekslerin yanında, statükonun devamından menfaati olan ondan beslenen, göreceli rahatını bozmaktan sakınan, “aman bir tatsızlık çıkmasın” endişesiyle uyutulan ya da uyumak isteyen kesimlere varana kadar birçoklarını Eski Türkiye kuşatmasında görebiliriz. Yeni Türkiye 2000’li yıllar Türkiye’nin hızlı ve kapsamlı değişimlerine sahne oldu. Milletin hakemliğinde ülkemiz yakın tarihiyle ve asırlık oligarşik statükosuyla yüzleşti. Siyasi, ekonomik ve sosyal yapıda önemli demokratik dönüşümler gerçekleşti. Güdümlü, sözde demokrasinin aşıldığı, halk iradesinin adım adım etkinleştiği, sivil siyaset alanının genişlediği, dışa bağımlı vesayet rejiminin çözüldüğü yeniden yapılanma, değişim ve yenilenme sürecine girildi. Demokrasi, insan hak ve hürriyetleri ile hukuk devleti yolunda tarihi, devrim niteliğinde adımlar atıldı. EYLÜL 2014 23 sulluk, güvenlik, savaşlar, yardımlar, insan hakları, özgürlükler, barış değerleri ve ihtiyaçları üzerinden eleştirilen uluslararası sistemle Yeni Türkiye vizyonu ters düştü. G-20 ve NATO içinde, AB üyelik sürecinde küresel sistemin içinde yer alan Türkiye’nin bu yeni çizgisi egemen güçleri huzursuz etti. Normalleşen Türkiye Bağımsızlık, egemenlik, temel hak ve hürriyetler üzerinden 2006 yılının 2. yarısından itibaren güçlenen ve hızlanan demokratik dönüşüm “sessiz devrim” olarak nitelendiriliyor. Kendi kimliğini yeniden üreterek, tarihi ve kültürel misyonuna yani özüne, medeniyet değerlerine dönüş yolunda çalışmalar yapıldı. Şahsiyetli, omurgalı, özgüvenli duruş sergilendi. İçeride toplumsal ve sosyal barış adına açılımlar yapıldı. Kürt Sorunu, Alevi Sorunu ve Roman Sorunu ele alındı; mütedeyyin kesimler ile gayrimüslim azınlıkları rahatlatacak reformlar başarıldı. “Çözüm Süreci” yıllardır ülkenin iç barışını ve huzurunu zehirleyen Kürt meselesine bir rahatlama ve umut getirdi. Devletle millet, hükümetle devlet barıştı. Ülkeyi esir alan derin yapılar, mafyalar çökertildi. Askeri ve bürokratik vesayet ile paralel yapılar hukuk önüne çıkartıldı. Vesayet rejimi sindirildi. Dış politikada bağımlılıktan, blok baskılarından, hegemonya esaretinden kurtulacak politikalar devreye girdi. “Yeni Türkiye vizyonu” bölge ve İslam dünyası stratejilerine yeni bir soluk getirdi. Uluslararası ilişkilerde özgüvenli, ülkenin kendi stratejik hedef ve menfaatlerini önceleyen adımlar atıldı. Manda, kolonyalizm ve himayeyi dışlayan, dik duran, başını eğmeyen onurlu duruşlar sergilendi. Uluslararası küresel sistemi kendi kabul ettikleri temel değerler üzerinden sorgulayan eleştiriler cesaretle seslendirildi. Tarihi 24 EYLÜL 2014 coğrafyamız ve medeniyet havzamızla yakın kültürel, ekonomik ve ticari ilişkiler geliştirilerek bir barış süreci başlatıldı. Çok yönlü, çok boyutlu dengeli dış politika ile Batı’dan kopmadan Doğu’ya açılım stratejisi başarıyla uygulandı. Doğu’da varolarak Batı’da, Batı’da varolarak Doğu’da güçlü olacak siyaset izlendi. “Yeni Ankara” ezber bozan bir vizyonla Eski Türkiye’nin köhnemiş, son kullanma tarihi geçmiş paradigmalarını altüst ederek yeni devlet kimliğini inşa ederek kabul ettirdi. Eski Türkiye’ye ait bütün yapılar, kurumlar, kesimler değişime uğradı. Zamanın ruhu yenilendi. Türkiye artık Eski Türkiye olmaktan çıktı. Ülke yeni bir kimliğe büründü, rotası değişti. Yol haritası yeniden çizildi. İçeride “karşı devrim” olarak eleştirilen, cumhuriyet değerlerini yok eden bir gelişme olarak nitelendirilen değişimler, dışarıda “Yeni Osmanlıcı” bir tavır olarak tartışıldı. Türkiye’nin ekseninin kaydığı, ülkenin Doğululaştığı, İranlaştığı, hatta Malezyalılaştığı analizleri yapıldı. Ülkenin bu yeni vizyonu yer yer Türkiye’yi ABD, Avrupa ve İsrail’in küresel pozisyonlarından doğal olarak uzaklaştırdı. ABD ile 1 Mart 2003 Irak’a müdahale tezkere krizi, İsrail’le “one minute” çıkışı ve Mavi Marmara saldırısıyla restleşen diplomasi, tıkanan AB süreci, sorgulanan BM, IMF, Dünya Bankası ve uluslararası diğer kuruluşlar… Fakirlik, yok- Türkiye’den endişeler, şüpheler giderek artarak Alman hükümet yetkililerinin “Türkiye dost ülke değildir” itirafını yaptıkları bir noktaya gelindi. Türkiye’nin bütün uluslararası angajmanlarına rağmen bu kanaat, ABD, İngiltere, İsrail başta olmak üzere tüm Batı ülkelerinin rahatlıkla paylaşacakları bir önyargıdır:Türkiye; Suriye, Irak, Gazze, Mısır, Lübnan ve Libya’da radikal grupları (küresel teröristleri) destekliyor ve himaye ediyor önyargısıyla Türkiye ötekileştirilerek, dinlemeyi ve izlemeyi hak ediyor! Türkiye siyasal İslamcı çizgide otoriterleşiyor. Demokrasiden, hukuk devletinden ve temel özgürlüklerden uzaklaşıyor. Parlamenter laik demokratik sistem terkediliyor. Oysa Türkiye normalleşiyor, kendi oluyor. İçeride ve dışarıda birilerinin statüsü, çıkarları elden gidiyor, düzen değişiyor. Halkın desteği ve iradesiyle dengeler yeniden yapılandırılıyor. Türkiye’ye istedikleri statüyü verenler, o statükoyu kuranlar, onun içeriden işbirlikçi ortakları değişen Türkiye’den elbette rahatsızlar. Engel olmaya, eleştirmeye, karşı çıkmaya ellerindeki bütün argümanlarla direnmeye çabalıyorlar. Türkiye’nin Seçimi ve Yeni Hedefleri Ancak 30 Mart Yerel Seçimleri ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı Seçimleri içeride ve dışarıda Türkiye’nin rotasını tescilledi. Ülkeye köklü ve önemli değişimleri getirecek yeni bir sürecin kapılarını açtı. Millet kazandı, demokrasi kazandı, İslam Dünyası kazandı. “Yeni Türkiye” güvenoyu aldı. Bu millet iradesinin ve Yeni Ankara’nın kesin zaferidir. Ancak Yeni Türkiye’nin milletteki karşılığı % 52 değil % 60’ların çok daha üzerindedir. Konjonktürel durum, rehavet ve bazı sebepler sonuçların böyle çıkmasına neden oldu. Her şeye rağmen statüko kaybetti, vesayet kaybetti, eski Türkiye yenildi, küresel egemenler, neoconlar, neonaziler, neohaçlılar, neosiyonistler kaybettiler. Yeni Türkiye’nin seçimi bölgede ve dünyada ciddi sonuçlar meydana Demokratk Değşmn taçlandığı, öncü, büyük, yen Türkye hedef ancak yepyen br syas yapılanmayla br medenyet projes olarak başarılablr. 2023, 2053, 2071 stratejk hedefler Türkye’nn yen br uygarlık ufkunu gösteryor. getirecektir. Halkın seçtiği cumhurbaşkanı ile Yeni Türkiye miladını buldu. Ülke rotasını buldu, ufkunu çizdi. Artık “Yeni Türkiye’de Yeni Anayasa” 2015 Genel Seçimlerinin sloganıdır. Hükümet sistemi değişikliği ile başkanlık sistemi hedeftir. Demokratik Türkiye, müreffeh Türkiye, öncü Türkiye hedeftir. ‘Çözüm Süreci’ bir demokrasi ve devlet projesi olarak devam edecektir. Her türlü vesayetle, derin ve paralel yapılarla mücadele sürdürülecektir. Dış politikada, ekonomide yeni vizyon ve stratejileriyle Türkiye bölgesel gücünü kuvvetlendirecek, küresel rolünü etkinleştirecektir. Değişen küresel güç dengeleriyle kurulacak yeni dünya düzeninde Türkiye hak ettiği yeri alacaktır. Bölgesinde, Orta Doğu’da hem sahada hem masada kalarak diplomatik mücadelesini Yeni Türkiye vizyonuyla sürdürecektir. Sonuç: Yeni Bir Tarz-ı Siyaset / Stratejik Siyaset Yeni Cumhur Başkanıyla, yeni Başbakanı ve yeni kabinesiyle Türkiye yeni bir döneme giriyor. “Yeni Türkiye” diye nitelendirilen bu dönemde; siyasi aktör olarak AK Parti ve onun yeni liderliği de kendini yenilemelidir. Ayrılan ittifaklarını dengeleyecek yeni müttefikler, kadro ve güç devşirerek yeni bir sinerji oluşturabilmelidir. Yıpranan söylemler, eskiyen yapılar tazelenerek yeni açılımlarla yeni bir “restorasyon ve uzlaşma süreci”ne girilmelidir. Demokratik Değişimin taçlandığı, öncü, büyük, yeni Türkiye hedefi ancak yepyeni bir siyasi yapılanmayla bir medeniyet projesi olarak başarılabilir. 2023, 2053, 2071 stratejik hedefleri Türkiye’nin yeni bir uygarlık ufkunu gösteriyor. Hiçbir zafer tesadüfi ve lütuf değildir. Başarı daima ter kokar. Yolun açık olsun Türkiye… EYLÜL 2014 25 İÇ POLİTİKA 10 Ağustos 2014 günü Türkiye, tarihinde ilk kez cumhurun başkanını aracısız olarak halkın oyu ile seçmiş, hükümet sisteminde yaşanacak bir değişimin önü açılmıştır. Seçmenin yarısından fazlasının desteğini daha ilk turda kazanan bir adayın siyasi bir pozisyon almamasını beklemek, hayalciliktir. I II Batı cephesinde ise değişen bir şey yoktur! Çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bazı kıyı illerinde dikkat çekici oranlara ulaşabildiği görülmüşse de, özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde neredeyse silindiği gözlemlenmektedir. Çatı adayı kazandığı 15,5 milyon oy ile kendisini desteklediğini ifade eden partilerin toplam oylarının ciddi oranda gerisinde kalmıştır. Bu netice özellikle MHP lideri tarafından görmezden gelinse de çatı adayını destekleyen partiler açısından bazı tartışmalara gebedir. Ağustos 2014 Pazar günü Türkiye, siyasi geleceği açısından “düne” belki de hiç benzemeyecek yeni bir istikamete girmiştir. Türkiye, siyasi tarihinde ilk defa cumhurbaşkanını halkın oyları ile Çankaya’ya taşımış; seçmen, daha sivil, daha demokrat olanın siyasal sistemi kökünden değiştirme vaadine sahip çıkmış; Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye’nin ilk başkanı olarak seçmiştir. Türkiye kamuoyu, cumhurun ilk seçilmiş başkanına yaklaşık yüzde 52’lik bir destek verirken, son 12 yıldır gösterdiği demokratik reformlara destek olma/sahip çıkma iradesini de bir kez daha ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanlığı seçiminin göstermiş olduğu en açık sonuç, seçmenin demokratikleşme ve reform iradesini bundan önce olduğu gibi korumaya devam ettiğidir. Her ne kadar seçime katılım oranı (yaklaşık olarak yüzde 75) özellikle 30 Mart seçimleri ile karşılaştırıldığında düşük görünse de 21 milyon seçmen, istikrar, demokratik reform, paralel yapı ile mücadele ve barış sürecini kampanyasının merkezine yerleştiren bir adaya oy vermiştir. Ayrıca, Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı yüzde 52’lik destek, partisinin 30 Mart’ta kazandığı desteğin yaklaşık 6,5 puan üzerindedir. Bu oran iktidar partisinin muhtemel seçmen desteği sınırlarını göstermesi açısından önemlidir ve olağanüstü bir durum olmadıkça 2015 genel seçimlerinde de hükümet etmeye yeter düzeyde bir desteğe kavuşabileceğini işaret etmektedir. Aynı şekilde, önemli bir başarı gösteren ve oylarını yaklaşık bir milyon arttırarak yüzde 10 barajı eşiğe kadar taşıyan Selahattin Demirtaş’ın da bir bölge adayı olarak öne çıktığı açıktır. Demirtaş yaklaşık 4 milyon seçmenin teveccühünü kazanmıştır. Ancak, her ne kadar kampanyasını CHP’den kaçacağı muhtemel oylara yöneltmiş ve Türkiye partisi olmayı sıradan bir sol jargona mahkûm etmiş olsa da, Demirtaş’ın önemli ölçüde oy aldığı büyük kent ilçelerinin CHP’nin değil AK Parti’nin güçlü olduğu yerler olduğu özellikle İstanbul ilçelerine yakından bakıldığında anlaşılmaktadır. Demirtaş, Bakırköy, Beşiktaş, Şişli, Kadıköy gibi ilçelerde sınırlı bir destek alırken, Sultanbeyli, Sultangazi, Bağcılar, Esenler gibi ilçelerde önemli sayılabilecek miktarda desteğe ulaşabilmiştir. Özetle ortamlarda Demirtaş diyen ciddi sayıda kimsenin İhsanoğlu’na “basıp geçtiği” anlaşılmaktadır. AK Parti Cumhurbaşkanı Adayı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın kazandığı bu desteğe il ve bölge düzeyinde bakıldığında ise ülkenin tüm bölgelerinden, tüm sosyolojik ve ekonomik sınıflarından oy alabilen, tüm ülke sathında yaygın bir biçimde teveccüh gösterilen tek adayın Recep Tayyip Erdoğan olduğu anlaşılmaktadır. III CUMHURUN SEÇİMİ M. Kürşad BİRİNCİ SDE Asistanı 10 Seçim sonuçlarının resmi olmasa da belli olduğu andan itibaren ise bir tür muhalefet hastalığı tekrar nüksetmiş, artık siyasi bir fıkra niteliği kazanmaya başlayan bir üslup ile CHP ve MHP’den seçimi “kazananın aslında kaybetmiş olduğu” yönünde açıklamalar gecikmemiştir.1 Bu siyasi körlük ya da sonu gelmez inkâr bir yana bırakılırsa, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarının işaret ettiği bazı önemli hususlar olduğu belirtilmelidir. Hatta bu hususlar muhalefet partilerince görülebilecek kadar açıktır; umulur ki görülebilsin. 26 EYLÜL 2014 Seçim sonuçlarının bir başka dikkat çekici yönü ise neredeyse ülkenin ciddi tüm araştırma şirketlerinin tahminlerinde yanılmış olmasıdır. Hatta Devlet Bahçeli’nin seçim değerlendirmesi yaptığı konuşmada, Recep Tayyip Erdoğan’ın araştırma şirketlerinin tahminlerinden az oy aldığı için başarısız, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ise tahminler ölçüsünde destek bulduğu için başarılı olduğunu ifade etmesi ile bu konu daha eğlenceli bir kulvara bile taşınmıştır. Seçime katılım oranlarının tahminlerden düşük olması, hatalı tahminlerin temel nedeni olarak görülmektedir. Özellikle yurtdışı seçmenin ancak onda birinin sandığa gitmiş olması da ortaya çıkan yanılgının bir başka sebebi olarak ifade edilebilir. Ancak, cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları araştırma şirketlerinin tahmin için kullandıkları model ve yöntemleri gözden geçirmeleri gerektiği gerçeğini açık biçimde ortaya koymuştur. Yine de biri dışında ülkenin önde gelen araştırma şirketlerinin seçimin ilk turda neticeleneceğini not etmiş olmalarının dikkate değer olduğu ifade edilmelidir. Aşağıdaki tabloda araştırma şirketlerinin kamuoyu ile paylaştıkları son tahminler görülebilir. Araştırma Şirketleri Recep Tayyip Erdoğan Ekmelettin İhsanoğlu Selahattin Demirtaş ANDY-AR DENGE KONDA AG GEZİCİ ANAR ORC SONAR METROPOLL GENAR KONSENSUS OPTİMAR 53,0 54,9 57,0 55,1 55,3 55,7 54,3 53,3 49,7 54,7 58,2 53,8 37,9 34,9 34,0 33,3 34,6 36,4 38,0 38,4 41,4 36,9 30,3 38,4 9,1 10,2 9,0 11,6 10,1 7,9 7,7 8,3 8,9 8,4 11,5 7,8 IV Sonuç olarak, 10 Ağustos 2014 günü Türkiye, tarihinde ilk kez cumhurun başkanını aracısız olarak halkın oyu ile seçmiş, hükümet sisteminde yaşanacak bir değişimin önü açılmıştır. Seçmenin yarısından fazlasının desteğini daha ilk turda kazanan bir adayın siyasi bir pozisyon almamasını beklemek, hayalciliktir. Yaşanan bu dönüm noktasından sonra yaşanacak her siyasi tartışmanın sistemi cumhurbaşkanı lehine şekillendireceği açıktır. Türkiye, Cemil Ertem’in bir değerlendirmesinde paylaştığı gibi cumhurbaşkanını ilk ve son kez olmak üzere seçmiştir. Türkiye halkları bundan sonra devlet başkanını seçecektir. Dipnot 1 MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve CHP’den Haluk Koç’un seçim değerlendirmeleri başka bir tür değerlendirme yapmaya maalesef imkân vermemektedir. EYLÜL 2014 27 İÇ POLİTİKA ğişim çatışmacı bir temele oturacağından ülke hem zaman hem de kaynak kaybedecektir. Bu yazımızda seçim sonuçları ışığında partilerin konumlarına odaklanmaya çalışacağız. Türkiye’de Kurumsal Parti Sorunu ve AK Parti 10 AĞUSTOS SONRASI YAŞANACAK DEĞİŞİM: VERİLEN SİNYALLER ve SİYASAL PARTİLER Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı A ğustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, yalnızca ülke cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gibi bir sembolik anlam taşımayıp, aynı zamanda Türk siyasal hayatının işleyişinde önemli değişikliklerin yaşanacağı yeni bir dönemin başlangıcını oluşturmuştur. Cumhurbaşkanı seçimleri sonrasında Türkiye’de yaşanacak si- 28 EYLÜL 2014 yasal değişim üç farklı açıdan değerlendirilebilir: AK Parti’de yaşanacak değişim; Muhalefet partilerinde yaşanacak değişim; yürütme yapısında yaşanacak değişim. Eğer bu değişim iyi kavranırsa, Türkiye sorunlarını uzlaşma temelinde daha rahat aşabilir ve bundan toplumun tüm kesimleri kazançlı çıkar. Aksi takdirde, değişim yine yaşanacaktır. Ancak bu de- Kurumsal parti belli parametreler ışığında ortaya çıkan bir yapıyı ifade etmektedir. Bu parametrelerin başında bir siyasal partinin ülke siyasetinde uzun süre varlığını sürdürebilmiş olması gelmektedir. Süre; deneyim, kendi kadrolarını yetiştirme, üst düzeyde örgütlenme ve işlevsellik açısından partinin konum kazanmasına yardımcı olur. Oturmuş teamüller, söylem zenginliği, parti içi saygınlık ancak zamanla ortaya çıkacak özelliklerdir. Türk siyasetinde siyasal partilerin bu açıdan elverişli koşullar bulduklarını söyleyemeyiz. Türkiye’de demokratik hayata doğrudan veya dolaylı olarak ve partilerin varlığını açıktan tehdit eden dört keskin müdahale onların kendilerini geliştirebilecek bir zemin bulabilmelerini önemli ölçüde frenlemiştir. Partiler isimlerini veya geleneklerini muhafaza etseler de her müdahale partilerin yapısında ve siyaset tarzlarında değişime yol açmıştır. Demokrat Parti’den Adalet Partisi’ne geçişte bir geleneğin devamından bahsedilebilir ama aynı siyaset tarzından artık bahsedilemez. Aynı şeyler 1950’lerin CHP’si, 1970’lerin CHP’si ve bugünkü CHP için de geçerlidir. Bu nedenle 1980’den sonra ülke siyasetine damgasını vuran partiler hep genç partiler olmuştur. Ancak ANAP gibi onlar da kurumsal bir partiye dönüşememiş ve liderlerinin siyasal kariyerlerine paralel olarak parlayıp sönmüşlerdir. Demokrasinin işlediği diğer dönemlerde de vesayetçi kurumların tehdidi partilerin kendi söylemleri temelinde özgürce politika belirleme ve programlarını oluşturma inisiyatiflerini daraltmıştır. Anayasa Mahkemesi kurulduğu tarihten beri 24 siyasal partiyi farklı gerekçelerle kapatmış, partilere örgütsel ve ideolojik ayar veren müdahalelerde bulunmuştur. Dolayısıyla siyasal partilerin kurumsallaşmasında belirleyici olan kesintisiz süreklilik Türkiye’de hayata geçirilebilmiş bir olgu değildir. Bir siyasal partinin kurumsallaşmasında önemli olan diğer parametre, zaman içinde partilerde farklı programların yarıştığı, ancak bu yarışın partilerde parçalanmaya neden olmadığı bir örgüt kültürünün gelişmesidir. Bu sayede partiler bir yandan seçmen tabanlarındaki değişimi yakalayabilir ve ona uygun politika değişim gerçekleştirebilirler, diğer yandan, daha genel düzeyde ulusal ve uluslararası düzeyde- Partler smlern veya geleneklern muhafaza etseler de her müdahale partlern yapısında ve syaset tarzlarında değşme yol açmıştır. Demokrat Part’den Adalet Parts’ne geçşte br geleneğn devamından bahsedleblr ama aynı syaset tarzından artık bahsedlemez. Aynı şeyler 1950’lern CHP’s, 1970’lern CHP’s ve bugünkü CHP çn de geçerldr. Bu nedenle 1980’den sonra ülke syasetne damgasını vuran partler hep genç partler olmuştur. ki değişime karşı partilerini uyarlayabilirler. Siyasal partiler bu şekilde tabanlarından kopmazken, seçmen tabanlarını genişletebilecek stratejiler de üretebilirler. Türkiye’de siyasal partiler, farklı programların yarıştığı kurumlar olmaktan çok, kendi programlarını değişime uyarlama yetenekleri sınırlı olan kuruluşlardır. Parti içindeki görüş ayrılıkları, ihraç ve kopmalarla sonuçlanmakta, büyüklüğüne bakılmaksızın siyasal partiler yeni partiler yavrulamaktadırlar. Bunun sonucu, aynı seçmen tabanına hitap eden, ideolojik ayrımları belirsiz çok sayıda partinin siyasal hayatta faaliyet göstermesidir. Bu da bizzat siyasal partilerin kurumsallaştırmasını zorlaştırmaktadır. Türkiye’de siyasal parti kurumsallaşmasının zayıflığı, siyasal partilerin birer lider partisi olarak doğmalarına ve liderin kariyerine bağlı olarak gelişip sönmelerine neden olmaktadır. Liderin vizyonu, politika yeteneği, kadrolara hâkimiyeti, siyasal partilerin performansını doğrudan etkilemektedir. Ama aynı zamanda liderin başarısızlığına rağmen, anti demokratik örgütlenme yapısı nedeniyle partinin içinden bir alternatifin ortaya çıkması da mümkün olmamaktadır. Sürekli oy kaybeden partiler, siyasal hayattan silinene kadar, değişmez liderleri ile birlikte yollarına devam etmektedirler. Yine partilerinin vizyonunu belirleyen liderlerin belli nedenlerle partilerinden ayrılması, bu partilerin kadro ve politika üretme yeteneğini zayıflatmakta, yeni lider kadrosu aynı başarıyı gösteremediğinde parti hızlı bir zayıflama sürecine girmektedir. Türk sağındaki siyasal partilere genel olarak bakıldığında, yukarıdaki özellikler kendini açık bir biçimde göstermektedir. Türkiye siyasetinde geniş seçmen tabanına sahip sağ parti geleneğinin, bir toparlan- EYLÜL 2014 29 ma döneminin ardından hızla yeni partiler yavrulayıp seçmen tabanlarında parçalanmayla sonuçlanacak bir ayrışma yaşadığı görülmektedir. Toparlanma genellikle siyasal ya da ekonomik bir krizin arkasından yaygın seçmen desteğinin bir partiye yönelmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. 1960 Darbesinin oluşturduğu travma 1961, özellikle 1965 seçimlerinde AP’de, 12 Eylül darbesinin yol açtığı travma 1983’te ANAP’ta ve 2001 krizinin doğurduğu savrulma da AK Parti’de sağ seçmenin toparlanması sonucunu doğurmuştur. Darbe ve krizlerin toplumda oluşturduğu yeniden yapılanma talebi ve statükoya karşı çıkış eğiliminin bu toparlanmalarda belirleyici olduğu söylenebilir. Desteğin yöneldiği partilerin başarısını da bu beklentilere ne ölçüde cevap verebildikleri şekillendirmektedir. Toparlanmanın yaşandığı parti reformist çizgisini kaybetmeye başladığında, bunun yerine bürokratik ve ekonomik güç odakları ile işbirliğine yöneldikçe ya da ülkenin önceliklerini popülist siyasete kurban etmeye başladığında sahip olduğu desteği de kaybetmeye başlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de siyasal parti kurumsallaşmasında, yükselişe geçen bir partinin reformist çizgisini koruması ve bunun gerektirdiği kadro ve program yenilemesini üretebilmesi büyük önem taşımaktadır. AK Parti’nin, diğer toparlanma dönemlerinin aksine, 2002 yılından bu yana girdiği bütün seçimlerden başarı ile çıkmasında yeniden yapılanmaya dönük reformist söylem ve politikaların öncülüğünü yapmasının ve bu çizgisini korumasının büyük rolü vardır. Bu özelliğini koruduğu sürece AK Parti yaygın toplumsal desteğini de muhafaza edecektir. 30 EYLÜL 2014 Seçimlerin sonrasında AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi yukarıda özetlenen arka plan ışığında bir kat daha önem kazanmaktadır. AK Parti gelişme süreci içinde Erdoğan’ın liderlik ve oluşturduğu vizyona bağlı kalarak hareket etti. 2011 yılından sonra statükocu güçlerin, parti ile değil doğrudan Erdoğan’ın kişiliği üzerinden karşı bir söylem geliştirmeleri ve onun kişiliğini merkeze alan bir siyaset tarzı benimsemelerinin temel nedeni AK Parti’ye olan desteğin kırılmasıyla, lider-parti ilişkisinin kesilmesi arasındaki yakın bağı fark etmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması ile AK Parti’nin kurumsal bir yapı olarak reformist bir vizyon çizgisini ne ölçüde sürdürebileceği önem kazanacaktır. Türkiye siyasetinin önünde çözülmesi gereken büyük sorunlar bulunmaktadır ve bu sorunların çözümü profesyonel bir politika üretimini, bu politikaları kamuoyuna tanıtmayı ve sürekli bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Çözüm süreci, yeni anayasa, çoğulcu bir demokrasinin gerektirdiği hukuk reformlarının gerçekleştirilmesi, devlet içinde devlet haline gelen ağların oluşturduğu tehdidin bertaraf edilmesi gibi kapsamlı sorunların aşılması ancak kurumsal bir parti yapılanması ile mümkün olabilir. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra onun vizyonunu takip edemeyen ANAP’ın Özal’dan kopma süreci bu açıdan önemli bir göstergedir. Sistemdeki değişimi anlayan, değişime uyarlanabilen bir AK Parti yalnızca kendisi için değil, Türkiye siyasetinde kurumsal parti sorunun aşılmasında da öncülük edebilir. Liderin değişim vizyonunun gerektirdiği geniş bir koalisyonun, uzlaşmacı bir siyaset sürecinin oluşumunda üzerine düşen rolü yerine getirebilir. Muhalefet Sorunu Seçim sonuçları, siyaset mühendisliğine dayalı stratejilerin başarısızlığını ortaya koymuştur. Aslında bu tür bir stratejinin başarısız olacağı 30 Mart yerel seçimlerinde ortaya çıkmıştı. CHP ve MHP kendi seçmen tabanlarını konsolide eden ve diğer toplumsal gruplara bu temelde açılım gösteren bir strateji izlemek yerine, 30 Mart seçimlerinin sonuçları üzerinde kurgulanan bir ittifak projesini hayata geçirmeyi yeğlemiştir. Her iki muhalefet partisi de ikinci tur için geçerli olabilecek bir stratejiyi birinci tur seçimlere kaydırmakla hata yaptılar. Ekmeleddin İhsanoğlu ne CHP, ne de MHP tabanı için öngörülen bir aday değildi. Üstelik sanki her iki parti tabanının bu adayı benimseme sorunu yokmuş gibi, doğrudan AK Parti’nin tabanına da hitap edeceği düşünülen bir isim olarak İhsanoğlu kamuoyuna sunuldu. Dolayısıyla daha başlangıçta kendini hem CHP, hem de MHP tabanına tanıtmak, ayrıca AK Parti seçmenine sıcak gelecek mesajlar verebilmek gibi zor bir misyon yüklenen bir çatı aday ile seçmen karşı karşıya kalmıştır. İhsanoğlu böyle bir zorluğun üstesinden gelebilecek aktif bir iletişimsel söylem geliştiremediği gibi, kampanyası süresince ne CHP ne de MHP teşkilatları tarafından sahada etkili bir biçimde desteklenmedi. Üstelik İhsanoğu için dizayn edilen seçim kampanyası yukarıda ifade edilen zorluklara odaklanmayan içeriğiyle başarısızlığa zemin hazırladı. Sonuçta çok sayıda küçük partinin destek açıklamalarına rağmen CHP ve MHP, 30 Mart yerel seçimlerinde aldıkları toplam oy oranının beş puan gerisinde kalmıştır. Üstelik bu sonucun, tatile gidip rahatlarını bozmayan bir seçmen profili ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Öncelikle sandığa giden bir kısım CHP’li ve MHP’li seçmen çatı adaya oy vermemeyi tercih etmişlerdir. Sandığa gitmeyen seçmenler de çatı adayı benimsemediklerinden oy vermeyi tercih etmemiştir. Sonuçlar iki büyük muhalefet partisi için iki önemli uyarı yapmıştır. Öncelikle seçmen, “tıpış tıpış” direktifle sandığa gidip istenilen yönde oy kullanan bir kitle değildir. Bu şekilde hareket etse bile dön çağrısına uymayabilir. Başka bir ifade ile seçmen benimsemediği bir adaya oy vermeyebileceği gibi, ittifak edilen partide de kalabilir. İkinci olarak gerek CHP’de, gerekse de MHP’de tabanda başka partilere doğru bir kaymanın yaşanabileceği ihtimali seçimlerde ortaya çıkmıştır. Seçim sonuçları üzerinde ayrıntılı bir analiz, MHP seçmeninden Erdoğan’a ve CHP seçmeninden Demirtaş’a bir oy kaymasının yaşandığını göstermektedir. Muharrem İnce’nin sadece seçimin başarısızlığına yönelik eleştirileri ile aşılabilecek bir sorun değildir. Aksine, değişimi esas alan sahici bir tutum içinde politika üretmeyi hedef edinmiş bir özeleştiri sürecinin başlatılmasına gereksinim bulunmaktadır. MHP için, tabandaki dönüşümün parti yönetimince iyi okunması ve bu dönüşümü karşılayacak bir politika değişimine gidilmesi hem MHP, hem de ülke için olumlu bir gelişme olacaktır. MHP seçmeninin farklılıkları içeren politikalarla uluslararası saygınlık ve temsil gücüne ulaşmaya sıcak bakan bir milliyetçilik anlayışını benimseyebileceğini, CHP seçmeninin de reformist bir çoğulcu söylemi, korkuya ve statükonun savunusuna dayanan bir siyaset tarzına tercih edebileceğini seçim sonuçları göstermiştir. Önemli olan bu sinyalin muhalefet partileri tarafından nasıl algılanacağı ve karşılanacağıdır. Bu çerçevede Selahattin Demirtaş’ın gösterdiği başarının Türkiye’de muhalefet sorunun aşılmasında bir açılım olup, olamayacağının da üzerinde durulması gerekmektedir. Demirtaş, HDP tabanını konsolide eden, ancak bununla yetinmeyip farklı toplumsal grupların da desteğini almaya yönelik bir seçim stratejisi izlemiş ve seçmende belli bir karşılık bulabilmiştir. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü medeniyet konseptine oturttuğu ve somut politikalarla desteklediği çoğulcu bir demokrasinin yapılanması söylemine karşılık, Demirtaş çoğulcu demokrasi talebini yeniden inşacı bir söylemle dile getirmekle yetinmiştir. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte Demirtaş ve HDP’nin yapıcı ve somut politika alternatifleri ile demokratikleşme sürecine dâhil olabilmeleri önem kazanacaktır. Bunu başarabildikleri sürece ülkede yeni bir muhalefet eksenini oluşturabilme inisiyatifleri de güçlenecektir. Aksi takdirde seçim başarısı parlayıp sönen bir girişim olmaktan öteye geçemeyecektir. Seçim sonuçlarının işaret ettiği bu durum, statükonun savunulmasına çağrı yapan bir grup teknokrat ulusalcı milletvekilinin tepkisi veya daha düne kadar Kılıçdaroğlu’nun yakın çalışma ekibinde bulunan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşanacak değişimlerin üçüncü boyutu olan yürütme yapısında yaşanacak değişimi bir sonraki yazımızda ele almaya çalışacağız. EYLÜL 2014 31 İÇ POLİTİKA Ancak aynı şekilde, parti içindeki bu muhalif dalganın bastırılmasının ve öne çıkan muhalif isimlerin tasfiye edilmesinin, mevcut CHP liderliği için gerçek bir zaferi ifade etmeyeceğini öngörmek de mümkün. Çünkü mevcut parti yönetiminin kendi muhaliflerine karşı kazanacağı hiçbir zafer, öteden beri ana muhalefet partisinin ciddi bir iktidar alternatifi haline gelememesini beraberinde getiren sorunu çözmeyecektir. Dramatik olan, mevcut haliyle İnce’nin temsil ettiği parti içi muhalefetin de bu konuda umut veriyor olmamasıdır. Bu çerçevede seçim sonuçlarıyla birlikte başlayan tartışmayı mercek altına almak, bu partinin asıl konuşulması gereken ama sürekli ötelenen temel meselelerine iki tarafın da mesafesini göstermesi bakımından anlamlıdır. İhsanoğlu’nun Belirlenme Biçimine İlişkin İtirazlar Haklıydı CHP’NİN ÖTELENEN MUHASEBESİ ve PARTİ İÇİ MUHALEFET Prof. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK* Akademisyen C umhurbaşkanlığı seçimi, Cumhuriyet Halk Partisi’nde yeni bir çalkantı oluşturdu. CHP’nin başta MHP olmak üzere bir dizi siyasi partiyle, Gülen Cemaati’nin de desteğini alarak girdiği cumhurbaşkanlığı seçiminden tartışmasız bir yenilgiyle çıkması, parti içi muhalefeti bir kez daha harekete geçirdi. Muharrem İnce’nin aday olarak kendisini ortaya koyduğu bir kongre süreci böyle başladı. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, muhaliflerin kongre için yeterli sayıda imza toplamak için uğraşmasını beklemeden, kendisi “baskın” olarak nitelenen bir olağanüstü kongre kararıyla, muhalefete meydan okudu. Kongrede genel başkan adayı olacağını ilan eden İnce, Kılıçdaroğlu’nun izlediği siyasi çizgiye öteden beri itiraz eden ve özellikle de 32 EYLÜL 2014 parti içinde ulusalcı olarak bilinen isimler tarafından destekleniyor. Türkiye’de siyasi partilerin yönetim yapısını belirlemeyi düzenleyen hukuki çerçeve ile egemen siyasi gelenek göz önüne alındığında, seçim mağlubiyetlerinin ne kadar haklı ve güçlü bir eleştiri zemini oluşturursa oluştursun, bir lider değişimine yol açamayacağı söylenebilir. Gerçekten de, partilerin kongre yoluyla lider değiştirmesinin çok güç olduğu, çünkü delegelerin parti liderliği tarafından belirlendiği ve dolayısıyla art arda ne kadar seçim başarısızlığı yaşanırsa yaşansın liderlerin yerinden edilemediği bir ülkede, İnce ve arkadaşlarının bu kongrede başarısız olup tasfiye edileceklerini öngörmek mümkün. 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP, MHP, Gülen Cemaati ve bir dizi “marjinal” siyasi parti tarafından ortak aday olarak desteklenen Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçimde başarılı olamaması, seçimden hemen sonra parti içi muhalefetin ciddi bir çıkış yaparak parti yönetimini açıkça eleştirmesini de beraberinde getirdi. Muharrem İnce, Birgül A. Güler, Emine Ü. Tarhan, Nur Serter gibi isimlerin ortak bir metinle parti yönetimine getirdiği eleştirilerin odağında, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun yanlış bir tercih olduğu ve onun CHP adayı olarak belirlenme sürecinin herhangi bir parti içi müzakere süreci söz konusu olmaksızın gerçekleştirildiği, bu anlamda dayatıldığı tezleri vardı. İkincisinden başlayacak olursak, CHP içi muhalefetin bu eleştirisi bariz bir biçimde haklıydı. Gerçekten de parti örgütünün tanımadığı, hatta MHP lideri Devlet Bahçeli gibi ismini yanlış telaffuz ettiğine bakılacak olursa Kılıçdaroğlu’nun da pek aşina olmadığı bir aday olarak İhsanoğlu’nun tercih edilmesi, herhangi bir parti içi demokratik müzakereyle gerçekleşmemişti. Tersine, ilk gün verilen tepkilere bakılacak olursa neredeyse kimse onu tanımıyor, ismi sürekli yanlış telaffuz ediliyordu. Bu bağlamda “Üç Grup Başkanvekili’nden biri olarak İhsanoğlu’nun adaylığını televizyondan öğrendim (…) Aday kiminle belirlendi? Bunu öğrenmek benim de kamuoyunun da CHP’lilerin de hakkıdır” diyen Muharrem İnce’nin şu eleştirileri haklıydı: Görünen odur ki CHP kısa ve orta vadede, kronik siyasi iktidara gelememe sorununun temel sebeplerini cesaretle masaya yatırmak yerine sorunun belirtileriyle uğraşmayı tercih edecek ve sahici bir sorgulama yapılmaksızın sadece söylem değişikliğiyle sürdürülen siyasi çizginin doğal sonucu olarak yaşanacak başarısızlıkların ardından kurultay çağrıları gelmeye devam edecektir. “CHP’nin üst organları (…) dayanışma, istişare etme, ortak aklı ortaya çıkarma, karar alma organı olmaktan çoktan çıkmıştır. Bu organlar Sayın Genel Başkan’ın kimlerle aldığı belli olmayan kararlarını onay makamı haline gelmiştir. Bu organlarda itiraz söz konusu değildir, sadece onay makamıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde 130 milletvekilinden, 81 il başkanından, 60 parti meclisi üyesinden hiçbiri Sayın adayı önermemiştir. Ve hiçbirinin de bu adaydan haberi yoktur.”1 Hem CHP hem de MHP tabanının tanımadığı, parti örgütlerinin demokratik bir tartışma süreciyle belirlenmeyen, hatta onların haberdar olmadıkları bir adayla seçime gitmek, aslında muhalefetin iktidar partisine yönelttiği “tek adam yönetimi” ve “diktatörleşme” iddiaları göz önüne alındığında çok daha bariz bir soruna işaret ediyordu. Bu anlamda CHP yönetimi, istişare ve müzakereyi genel geçer konulara özgülüyor, hayati ve kritik kararlar söz konusu olduğunda kendisi tam da eleştirdiği biçimde davranıyordu. Kılıçdaroğlu’nun “Halkımız da kendisini EYLÜL 2014 33 konuşulmadığıdır. Bu anlamda seçim stratejisine ilişkin olarak hangi tarafın haklı olduğundan bağımsız olarak, muhalefetin her iki tarafının da yüzleşmekten kaçındığı temel soru cevap beklemektedir. Muhalefet Gerçek Sorunla Yüzleşebilir Mi? Bu soru şudur: Nasıl oluyor da her iki durumda da Erdoğan rahat bir biçimde bu seçimi kazanabiliyor? Nasıl oluyor da muhalefetin bütün başarısı, onu daha az oyla seçtirmeye ilişkin stratejik hesaplara indirgenebiliyor? CHP’nin sorunu gerçekte nedir? tanıdıkça ne kadar doğru bir aday olduğunu görecek”2 demesi, belirlenen adayın tanınmadığının bir itirafı olarak değerlendirilebilirdi. İhsanoğlu Yanlış Bir İsim Miydi? CHP’de parti içi muhalefetin eleştirilerinin ilk kısmına, yani İhsanoğlu’nun yanlış bir aday olduğu tezine gelince, bu konuda sürece ilişkin eleştirilerindeki kadar bariz bir haklılıktan söz etmek mümkün görünmüyor. CHP liderliğinin iddialarının aksine ortada bir “hezimet” olduğu doğruydu; çünkü sonuçta ilk turda tek başına yüzde 52 oy alarak cumhurbaşkanı seçilmeyi başarmış bir başbakan ve 14 parti ve bazı cemaatlerin işbirliğine rağmen kaybetmiş bir ortak aday vardı. CHP genel başkan adayı İnce de bu olgusal gerçeğe dayanarak şu eleştiriyi getiriyordu: “Ortada bir yenilgi var, bir hezimet var. Birinci turda bir çatı aday göstermek, matematik bilimine ters düşmektir. Bu kadarcık küçük bir matematik bilgisinin olmamasını doğrusu yadırgıyorum. Matemati[ğe] ters davranışlar, daha birinci turda çatı adayla seçime gitmek, katılımın düşeceğini ön görememek, siyaseten cahilliktir.”3 Ancak tersi olsaydı sonuç CHP için daha iyi olur muydu? Bu konuda CHP’lilerin dile getiremediğini, birlikte 34 EYLÜL 2014 seçime girdikleri “tabanı olmayan partiler”den DYP lideri çok açık bir dille şöyle ifade ediyordu: “Eğer Ekmeleddin İhsanoğlu değil de CHP içinden başka bir isim ortaya atılsaydı, bu adayı ne MHP ne DYP ne de diğer 14 parti desteklemezdi. Bu durumda bu aday % 40 oranını yakalayamayacağından Tayyip Erdoğan’ın oy oranı da %70’lere çıkardı. Zira çatı içinde bulunan 14 partinin çoğu ikinci turda Tayyip Erdoğan’a oy verirdi. Şu anda Sayın Kemal Kılıçdaroğlu eleştiriliyor ancak, çatı adayı destekleyen sağcı, solcu, muhafazakâr, demokrat 14 partinin ortak fikirde buluşması aslında başlı başına bir başarıdır. (…) CHP’li muhaliflerin olayı kişiselleştirmeden, ülke meselesi olarak görmeleri gerekmektedir. CHP’nin iç işlerine karışmak istemiyoruz ancak eleştirdikleri ortak adayı DYP de desteklediği için fikirlerimizi açıklama zarureti hissettik.”4 Seçimlerin ikinci tura kalması durumunda, Özaçıkgöz’ün ifade ettiği kesimlerle beraber Kürt oylarının da Erdoğan’a gideceğine ilişkin anlamlı öngörüleri de hesaba kattığımızda, DYP liderinin dile getirdiği argümanın güçlü ve ikna edici olduğunu tespit etmek mümkündür. Ancak bundan çok daha önemli olan, bu tartışmada öze ilişkin olanın İhsanoğlu’nun adaylık süreci ve yaşanan başarısızlık, CHP’nin bu soruları merkeze alarak tartışması için önemli bir fırsattı. Ama görünen o ki, ne parti liderliği ne de parti içi muhalefet bu temel soruları gündeme alıp onlarla yüzleşmeye hazır duruyor. Çünkü parti içi muhalefetin şu ana kadar dile getirdiği eleştiriler, CHP’nin mevcut çizgisinin yeni ve daha ileri bir demokratik perspektiften değil, daha geri ve ulusalcı bir perspektiften eleştirilmesini ifade ediyor. Seçim mağlubiyeti sonrasında “Sayın genel başkan makamdan çekilme ve kurultaya gitme olgunluğunu göstermelidir” ortak çağrısı çerçevesinde TBMM’de basın toplantısı düzenleyen parti içi muhalefetin önemli isimlerinden Emine Ü. Tarhan, Nur Serter, Süheyl Batum, Birgül A. Güler gibi isimlerin adaylık sürecine ilişkin somut ve cevaplanması güç eleştirilerin aksine, CHP çizgisine yönelik olarak ortak açıklamada dile getirdikleri tüm eleştiriler soyuttu ve dile getirilen ilkelerin somut pratikteki karşılığından söz edilmedi. “Cumhuriyet mağdur edilmiştir, sol şerit boş bırakılmıştır” gibi ifadelerin reel siyasette neye karşılık geldiği belli değildi. Tıpkı şu eleştirilerde olduğu gibi: “Yeni bir modele dayalı toplumsal muhalefet dinamiği oluşturmak lazımdır. Tüm alanlarda bir restorasyon inşaatına girmek gerekir. Zor şartlar güçlü kadroları bulur çıkartır. CHP’nin programından sürekli ödün verilerek sürdürülen anlayışın sonlanması gerekir. CHP başkası gibi olmak istedi ve kaybetti. Ya kendini kaybedecek veya değişecektir.” Görünen odur ki CHP kısa ve orta vadede, kronik siyasi iktidara gelememe sorununun temel sebeplerini cesaretle masaya yatırmak yerine sorunun belirtileriyle uğraşmayı tercih edecek ve sahici bir sorgulama yapılmaksızın sadece söylem değişikliğiyle sürdürülen siyasi çizginin doğal sonucu olarak yaşanacak başarısızlıkların ardından kurultay çağrıları gelmeye devam edecektir. Dipnotlar 1 Kılıçdaroğlu’na Kurultay çağrısı, http://www.aksam.com. tr/siyaset/kilicdarogluna-kurultay-cagrisi/haber-331521, (Erişim, 28 Ağustos 2014). 2 Utku Çakırözer, “Kılıçdaroğlu: Halk Tanıdıkça Sevecek,” Cumhuriyet, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/83717/Kilicdaroglu_Halk_tanidikca_sevecek.html#, 17 Haziran 2014, (Erişim, 28 Ağustos 2014). 3 Aynı yerde. 4 Çetin Özaçıkgöz, “İhsanoğlu Olmasaydı Erdoğan Yüzde 70 Alırdı,” http://www.dyp.com.tr/ (Erişim, 27 Ağustos 2014). * İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. Ağırlıklı olarak çağdaş siyasi teoriler, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanında çalışmalar yapmaktadır. EYLÜL 2014 35 İÇ POLİTİKA Demrtaş, gerçekten de üzernde durulmayı hak eden br netce elde ett. Öncelkle, Demrtaş’ın Kürt kmlğyle aday olması, kampanyasını ülkenn dört br tarafına yayması ve süreç çersnde fazlaca sıkıntıya maruz kalmaması, Türkye’de syas hayatın normalleşmesne ve demokrasnn dernleşmesne katkıda bulunur. CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ ve DEMİRTAŞ’IN BAŞARISI Doç. Dr. Vahap COŞKUN* Akademisyen Kazananlar ve Kaybedenler 2 Bu meyanda 10 Ağustos Türkiye için bir milat oldu. Üç adayın yarıştığı seçimin sonucunda, bir adayın mutlak kaybeden, diğer iki adayın ise -belirli derecelerde- kazanan olduğu konusunda kamuoyunda bir mutabakat oluştu. Önceleri güncel bir krizi bertaraf etme yolu olarak düşünülen ve büyük bir önem atfedilmeyen bu değişiklik, zaman içinde Türkiye’de demokratik dönüşüme ivme kazandıran bir faktöre dönüştü. Demokratik seçim esası, Cumhurbaşkanının -ilk defa- siyasi dayatmalara ve ayak oyunlarına maruz kalmaksızın halkın oylarıyla belirlenmesini sağladı. Seçim süreci siyaset içindeki olağan tartışmalara sahne oldu elbette ama Cumhurbaşkanlığı makamı, geçmişte olduğu gibi, bir rejim krizine neden olmadı. Başlı başına bunun Türkiye demokrasisi için çok değerli bir kazanım olduğu aşikârdır. Kaybeden, Ekmeleddin İhsanoğlu idi. İhsanoğlu, CHP ve MHP tarafından aday gösterildi ve onlarla birlikte ondan fazla küçük partinin de desteğini aldı. Ancak İhsanoğlu, kısa bir süre önce yapılan yerel seçimlerde CHP ve MHP’nin aldığı toplam oy oranına bile yetişemedi. Aslında sürpriz değildi bu; zira İhsanoğlu topluma dokunmayan bir tarza meyletti. Bir siyaset mühendisliği ile farklı kesimlerin ortak adaylığına soyundu. Lakin bu mühendislik siyasette işlemedi. Farklı kesimlerin temsilcilerinin tavanda görünüşte ortak hareket etmeleri, tabanlarını birleştiremedi. Memleketin en hayati meselelerinde bile birbirine zıt fikirleri savunanların bir aday etrafında buluşmaları, sahici bir siyaseti üretmedi. İhsanoğlu’nun bu koşullarda seçimden galibiyetle çıkması imkân dışıydı. Nitekim “çatı” yıkıldı ve Türkiye’nin muhalefet sorunu daha da derinleşti. 007 yılında Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını engellemek adına asker, yüksek yargı ve muhalefetin işbirliğiyle, parlamentoya karşı bir darbe gerçekleştirilmek istendi. Hükümet, bu darbe girişimini boşa çıkarmak için, erken seçim kararı aldı ve Anayasa’da Cumhurbaşkanının seçilme usulünü öngören maddede değişiklik yaptı. Böylelikle Cumhurbaşkanının -parlamento tarafından değil- halk tarafından seçilmesi kuralı getirildi. 36 EYLÜL 2014 10 Ağustos’un en büyük kazananı, hiç şüphe yok ki, Recep Tayyip Erdoğan’dı. “Halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı” sıfatını kazanan Erdoğan, 2002’den bu yana rakiplerine üç genel ve üç yerel ile iki de halk oylamasında büyük bir üstünlük sağladı. Başarı hanesine bir de Cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan zaferi ekleyen Erdoğan, siyasetin en dip noktalarından başlayan yolculuğunu en tepe noktaya ulaşarak taçlandırdı. Erdoğan, girdiği her seçimi kazandı ve Türkiye siyasetinin en başarılı lideri oldu. Diğer taraftan, HDP projesi ile etkili olunmak istenen Batı coğrafyasında ise Demirtaş “halkların adayı” olarak sunuldu, özgürlükçü ve çoğulcu bir siyasi dil kullandı. “Türkiyelilik” projesi ile ayrılıkçılığı kesin bir dille reddetti, kimliklerinden ötürü mağdur edilen kesimlerin haklarını savundu. “Yeni yaşam çağrısı” adı verilen “vizyon belgesinde”, özgürlükçü laiklik, kadın hakları, adem-i merkeziyetçilik, LBGT bireylerinin hakları gibi konulara işaret etti. Katılımcı, çevreye duyarlı ve devletin tüm işlemlerinin halkın denetimine açılacağı adil ve demokratik bir yönetim vaat etti.1 Seçimin bir diğer galibi ise Selahattin Demirtaş’tı. Çankaya’ya çıkma şansının olmadığı baştan belli olmasına rağmen Demirtaş, seçimi bir misyonun yerine getirilmesi olarak planladı ve ona göre bir kampanya yürüttü. Söyleminde hak ve özgürlükleri, birlikte yaşamının gerekliliğini ve şartlarını, hakları gasp edilenlerin haklarının iadesinin önemini vurguladı. Yeni bir muhalefet anlayışını seslendirdi. Demirtaş’ın dili halktan teveccüh gördü, % 50’ye varan bir oy artışı sağladı. Önemli bir başarıya tekabül eden bu artış, misyonun yerine getirildiğini ve Demirtaş’ın seçimin kazananlarından biri olduğunu gösteriyor. Demirtaş’ın söylemi, hem içerdiği kavramlara toplumsal bir farkındalık kazandırıyor, hem de diğer adayların bu kavramlar hakkında bir siyasi pozisyon almalarını gerekli kılıyordu. Dolayısıyla söylemin kendi başına bir değeri vardı. Demirtaş bu söylemle, kendi klasik tabanı dışında üç toplumsal kesime ulaşmaya çalıştı: AK Parti’ye oy veren Kürtler, İhsanoğlu tercihinden dolayı rahatsızlık duyan CHP’liler (bilhassa CHP’ye oy veren Alevi seçmenler) ve Gezi Olaylarından sonra tamamen Erdoğan karşıtı bir siyaset yürüten sol-liberal kesimler. Bu yazıda Demirtaş’ın başarıyı getiren faktörler ele alınacak ve söz konusu başarının hangi bölgelerde yoğunlaştığı üzerinde durulacaktır. Demirtaş’ın Söylemi Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimindeki söylemi iki ana unsura dayanıyordu: Bir taraftan, BDP/ HDP’nin hâkim olduğu Kürt coğrafyasında, seçim ile Kürt temsiliyeti arasında bir bağlantı kuruldu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin Kürt temsiliyetinin gücünü ve önemin göstermek için bir fırsat olarak kullanılması gerektiğinin altı çizildi. Demirtaş’a verilen her oyun Kürtlerin Türkiye siyasetindeki ağırlığının ve değerinin artmasını sağlayacağı belirtildi. Oy oranının yüksek düzeylerde seyretmesi ve % 10’u aşmasının, çözüm sürecinin daha hızlı ilerlemesine ve Kürtlerin yasal-anayasal hak taleplerinin karşılanmasına katkıda bulunacağı vurgulandı. Demirtaş bu stratejiyle girdiği seçimden başarıyla çıktı. Özellikle Mart 2014 yerel seçimlerinde alınan sonuçlarla kıyaslandığında, başarının boyutları daha iyi görülüyor. Zira Mart 2014’te BDP ve HDP’nin aldığı oylar ile Mardin’de seçimlere bağımsız giren Ahmet Türk’ün aldığı oyların toplamı 2.966.256 (% 6.61) idi. Oysa Demirtaş Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 3.946.737 (% 9.76) oy aldı. Bunun anlamı, oyların yaklaşık bir milyon, oy oranının ise % 3.15 artmış olmasıdır.2 Rakamalar, ortada yadsınamaz bir başarının olduğuna delalet ediyor. Başarıyı Sağlayan Etmenler Demirtaş’ın bu başarısında birçok faktörün rol oynadığı söylenebilir. Mesela, ilk defa yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin bizatihi kendisi seçmenlerin oy verme davranışları üzerinde etkide bulundu. İki turlu yapılan, % 10’luk seçim barajının uygulanmadığı ve sadece üç adayın yarıştığı Cumhurbaşkanlığı seçiminde, seçmenlerin tercihlerinde diğer seçim- EYLÜL 2014 37 lerden farklı saikler rol oynar.3 Keza, siyasi bir tahayyül ve proje ortaya koyan başarılı seçim stratejisini, Demirtaş’ın şahsi olarak gösterdiği yüksek performansı, ana-akım medyanın Demirtaş’a gösterdiği ilgiyi de, başarıyı oluşturan etmenlere eklemek mümkün. Bununla birlikte Demirtaş’ın başarısına en fazla etkide bulunan üç nedenden bahsedilebilir: 1. Çözüm sürecinin sunduğu zeminin altı özellikle çizilmelidir. Kuşkusuz, eğer çatışmalı bir hâl olsaydı, Demirtaş cephesinde bu seçimde şahit olunanların önemli bir kısmının gerçekleşme şansı olmazdı. Kanın döküldüğü ve tansiyonun yüksek olduğu bir ortamda Demirtaş, ne sakin bir kampanya yürütebilir, ne de medyanın desteğini alabilirdi. Demirtaş, PKK’nin her eyleminden sorumlu tutulur ve -tecrübeyle sabit olduğu üzere- bir nefret objesi olarak kamuoyunun önüne atılırdı. Bugün Demirtaş’a destek çağrısında bulunan popüler şahsiyetlerin bir bölümü, bir savaş ortamında gelecek tepkileri gözetir ve muhtemelen böyle bir çağrıda bulunmaktan imtina ederdi. Ama 20 aydır devam eden süreç, farklı bir seçim atmosferi oluşturdu. Silahlar sustuğu, çatışmanın olmadığı, ölüm haberlerinin gelmediği bir vasatta, Demirtaş Türkiye genelinde rahat bir seçim çalışması yürüttü. Bazı ufak tefek arızalar çıkmadı değil; ama bunlar her seçimde ve her yerde olabilecek türden sıkıntılardı, seçim büyük bir problem yaşanmadan tamamlandı. Demirtaş, bütün bölgelerde miting düzenledi, ülkenin her tarafına ve her kesimine seslendi. Çözüm süreci sayesinde, medya Demirtaş’a daha fazla yer verdi. Ana-akım olarak isimlendirilen medya organları, Demirtaş’ın faaliyetlerini geniş bir şekilde ekranlarına ve sütunlarına taşıdı, ona destek verdi. Daha önce Demirtaş ve partisini görmezden gelen veya gördüğünde de “hain”, bölücü”, vb. olumsuz kavramlarla ana medya, bu seçimde ilk kez bu harekete olumlu yaklaştı. Demirtaş’ın sempatik taraflarını ön plana çıkardı, Demirtaş’ı olması gereken muhalefetin bir örneği olarak tanıttı. Dolayısıyla sürecinin sağladığı müsait ortam, Demirtaş’ın oyun sahasını genişletti ve desteğini çeşitlendirdi. 2. “Çatı” adayının yarattığı memnuniyetsizlik üzerinde durulmalıdır. İhsanoğlu, kendisini aday gösteren partilerin teşkilatları tarafından benimsenmedi. CHP teşkilatları da, MHP teşkilatları da İhsanoğlu için sıkı 38 EYLÜL 2014 bir çalışma yapmadı, sokağa inmedi, kitlelerden oy talebinde bulunulmadı. Göstermelik salon toplantıları dışında halkla irtibat kurulmadı. Tamamen siyasi bir seçim olmasına karşın, İhsanoğlu ve onu destekleyen partiler siyaset karşıtı bir faaliyet içine girdiler. Tablo: 2014 Yerel Seçimlerden Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine Kürt Siyasetinin Seçim Performansı 2014 CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ OY SAYISI OY ORANI KATILIM ORANI 410.390 64,17 70 198.741 61,02 76 VAN 223.277 54,55 71 ŞANLIURFA 174.075 26,24 BATMAN 132.324 65.469 SIRNAK 158.830 HAKKARİ 102.408 MUŞ 2014 YEREL SEÇİM OY SAYISI OY ORANI KATILIM ORANI OY FARKI ORAN FARKI 397.148 55,11 180.697 52,21 82,25 13.242 9,06 83,88 18.044 239.861 8,81 53,19 81,88 -16.584 71 239.563 1,36 30,54 87,01 -65.488 -4,30 59,62 75 54,09 74 128.845 52,47 84,88 3.479 7,15 63.816 46,65 86,82 1.653 7,44 83,17 81,61 82 136.376 70,62 86,37 22.454 12,55 84 81.754 69,27 83,41 20.654 105.446 61,24 12,34 79 79.595 46,31 80,68 25.851 AĞRI 121.777 14,93 61,27 70 68.545 44,16 77,53 53.232 IĞDIR 17,11 30.281 42,94 63 39.665 43,38 83,17 -9.384 -0,44 KARS 41.266 32,89 68 36.417 25,21 81,05 4.849 7,68 BİTLİS 60.583 43,72 75 56.015 38,03 82,98 4.568 5,69 POLİTİK KÜRT BÖLGESİ Bu durum, diğer iki aday için önemli bir fırsat yarattı. İhsanoğlu’nu kabullenmeyen MHP’lileri Erdoğan, CHP’lilleri ise Demirtaş kendine çekmeye çalıştı. Demirtaş, bütün mağdur toplumsal kesimleri sahiplenen bir söylem kullanarak ve eskiden farklı olarak Türkiyelilik siyasetini öne çıkararak, muhalefetin çatı siyasetinden hoşnut olmayanlar için bir alternatif oluşturmaya çalıştı. Özellikle CHP’yi destekleyen Aleviler ile sol ve liberal kesimler için kendisini ve partisini yeni adres olarak konumlandırdı. Demirtaş’ın bu siyasi rotası, bu kesimlerden bir miktar tepki oyunun kendisine kanalize olmasını sağladı. DİYARBAKIR BİNGÖL 37.383 30,56 74 28.596 21,65 83,26 8.787 8,91 Demirtaş’ın başarısında elbette bu kesimlerden gelen oyların katkısı da hesaba katılmalıdır. Ancak bu katkıyı fazlaca abartmamak gerekir. Çünkü bu katkı; hem oldukça sınırlıdır, hem de “emanet” özelliklidir. Daimi bir nitelik arz etmesi, başta Kürt siyasetinin kuracağı dil ve alacağı pozisyon olmak üzere, birçok şarta bağlıdır. DERSİM 21.746 52,25 67 16.662 33,25 83,66 5.084 19,00 TOPLAM 1.883.996 3. Başarıyı sağlayan en önemli etken, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Kürtler için haddinden fazla bir önem taşıdığına -HDP seçmeni dışındaki- Kürt seçmenlerin ikna edilmesidir. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan bu seçimlerde Kürtlerin herhangi bir baraj ve kısıtlamaya tabi olmadan kendi güçlerini gösterebilecekleri bir imkânın doğduğu düşüncesi, hem bölgede hem de bölge dışında Kürtlerde son derece popüler bir karşılık buldu. Demirtaş’a verilen her oyun Kürtlerin hesabına yazılacağına ve çözüm sürecinin daha dengeli sürdürüleceğine ikna olanlar, tercihini Demirtaş’tan yana kullandılar. Cuma Çiçek’in, Mart-2014 sonuçlarına kıyasla yaptığı araştırmada, Demirtaş’ın sağladığı oy artışının % 80’inin Kürtlerin yaşadığı 34 ilde gerçekleştiği görülüyor. Çiçek, bu illeri üç başlık altında inceliyor: Politik Kürt bölgesi (25 il), politik olmayan kültürel Kürt bölgesi (10 il) ve batı metropolleri (9 il). Bu üç bölgede 30 Mart ile 10 Ağustos arasındaki oy değişimi tabloya şu şekilde yansıyor:4 MARDİN SİİRT 1.793.555 90.441 POLİTİK OLMAYAN KÜLTÜREL KÜRT BÖLGESİ ARDAHAN 11.671 23,09 73 9.127 16,32 82,76 2.544 6,77 ERZURUM 47.701 13,07 76 25.096 6,23 86,24 22.605 6,84 ERZİNCAN 5.066 4,07 81 1.819 1,42 87,85 3.247 2,65 SİVAS 4.313 1,22 81 601 0,16 87,91 3.712 1,06 21.566 5,31 78 6.996 1,57 87,21 14.570 3,74 7,40 MALATYA ADIYAMAN 44.014 15,27 77 24.978 7,87 86,89 19.036 ELAZIĞ 31.060 10,89 74 18.642 5,66 87,37 12.418 5,23 K.MARAŞ 23.009 4,29 79 7.740 1,31 90,07 15.269 2,98 G.ANTEP 83.076 10,56 73 55.911 6,22 85,61 27.165 4,34 2.237 3,79 77 718 1,06 89,79 1.519 2,73 KİLİS TOPLAM 273.713 151.628 122.085 BATI METROPOLLERİ İSTANBUL 650.725 9,09 72 414.290 4,84 89,39 236.435 İZMİR 188.099 7,98 78 88.797 3,37 90,38 99.302 4,61 94.839 3,46 77 27.620 0,87 91,05 67.219 2,59 2,49 ANKARA 4,25 BURSA 64.294 4,16 79 28.777 1,67 90,74 35.517 KOCAELİ 48.893 5,49 76 24.235 2,36 91,27 24.658 3,13 AYDIN 41.692 6,96 79 20.275 3,11 90,91 21.417 3,85 ANTALYA 58.402 5,31 73 30.216 2,31 89,93 28.186 3,00 MERSİN 122.561 13,46 77 97.957 9,65 89,45 24.604 3,81 ADANA 114.532 10,66 74 90.829 7,35 88,34 23.703 3,31 TOPLAM 1.384.037 GENEL TOPLAM 3.541.746 822.996 2.768.179 561.041 773.567 EYLÜL 2014 39 Bu tablodaki verilerden hareketle bazı sonuçlara ulaşılabilir: a. Politik Kürt bölgesindeki 15 ilden 5’inde (Şırnak, Hakkari, Muş, Ağrı ve Dersim) % 10’un üzerinde, 7’sinde (Diyarbakır, Batman, Mardin, Kars, Bitlis, Bingöl ve Siirt) % 5 ile % 10 arasında, 1’inde ise (Van) % 5’in altında bir artış sağlanmıştır. Bu bölgede oy oranı düşen iki il vardır: Urfa’da % 4.30, Iğdır’da ise % 0.44’lük bir düşüş yaşanmıştır. b. Kültürel Kürt bölgesi’ndeki 10 ilden 4’ünde (Ardahan, Erzurum, Adıyaman ve Elazığ) % 5 ile % 10 arasında, 6’sında ise % 5’in altında bir yükseliş söz konusudur. Buna göre Kürt siyaseti, politik bölgedeki gücünü tahkim ederken, kültürel bölgede ise bir yükseliş trendine girmiştir. Bu trendi devam ettirebildiği takdirde Kürt siyaseti, kültürel bölge olarak vasıflandırılan illerde de zaman içerisinde siyasi bir ağırlık kazanabilir. c. Batı metropollerinin tamamında oy artışı var. Bilhassa İstanbul, Ankara ve İzmir gibi üç büyük şehirdeki artış dikkat çekicidir. İstanbul’da 236.435, İzmir’de 99.302 ve Ankara’da 67.219 yeni seçmen kazanılmıştır. “Yine toplamda 2014 yerel seçimlerinde 822.996 oy alınırken, Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu rakam 1.384.037 olarak gerçekleşmiştir. Bu dokuz batı metropolünde toplamda 561.041 yeni seçmen desteğinin alındığı anlamına gelmektedir. Bu artış, politik olmayan kültürel Kürt bölgesindeki 10 ilin toplamında alınan oyların yaklaşık iki katıdır. Mardin, Van ve Şanlıurfa büyükşehirlerinde alınan toplam oya denk bir oydur.”5 d. Adı geçen 34 ilde 30 Mart’ta 2.768.179 olan oy sayısı 10 Ağustos’ta 3.541.746’ya çıkmıştır. Elde edilen yaklaşık bir milyon oyun 773.567’si bu 34 ile aittir. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kürt bölgesi ve batı metropolleri dışında kalan 47 ilde ise durum şudur: Bu 47 ilde toplam oy 400 bin civarındadır. Bunun yaklaşık 200 bini yeni seçmendir. 40 milyon oy kullanıldığı düşünüldüğünde, 47 ildeki oylar, toplam oyun ancak % 1’ine denk düştüğü görülür. Tüm bu veriler Demirtaş’ın hem Kürt bölgesinde, hem de Batı’da yaşayan Kürtler arasında oyunu artırdığına tanıklık ediyor. Daha önceki dönemlerde genel seçimlerde % 10 baraj nedeniyle oyunun heba olmasını istemediği için, yerel seçimlerde ise vereceği oyun sonuçlara bir tesir etmeyeceğini bildiği için HDP geleneğine oy vermekten imtina edenlerin bir kısmı bu seçimlerde Demirtaş’a yöneldi. Demrtaş’ın aldığı oylar, hem Türkyelleşme perspektfnn kabulü, hem de çözüm sürecne verlen desteğn gösterlmes olarak okunablr. Bu bağlamda, Demrtaş’ın oturtmaya çalıştığı yen rota doğrudur. Ana muhalefetn dam br krz çnde olduğu düşünüldüğünde, Demrtaş’ın zledğ çzgnn muhalefet boşluğunu doldurma potansyeln taşıdığını belrtmek gerekyor. Bu yönelimin özellikle AK Parti’ye oy veren Kürt seçmenler arasında güçlü olduğunu belirtmek gerekir. Medyada her ne kadar, Demirtaş’ın başarısı sol siyasetin hanesine yazılmak istense de, gerçekte Demirtaş’ın başarısının altında yatan CHP ve sol seçmenin desteği değil, daha önce AK Parti’ye oy veren Kürtlerin desteği yatıyor. İstanbul’daki neticeler bunu teyit eder nitelikte. İstanbul’da AK Parti’nin güçlü olduğu ilçelerde Demirtaş geçmiş seçimlere nispetle çok yüksek oy oranlarına ulaştı. Mesela Esenyurt’ta % 18, Sancaktepe’de % 14.6, Sultanbeyli’de % 14.2, Zeytinburnu’nda % 13.7, Bağcılar’da % 13.5, Ataşehir’de % 13.5, Başakşehir’de % 12.1, Sultangazi’de % 11.3 aldı. Buna mukabil genel olarak CHP’nin hâkim olduğu ilçelerde ise, bu denli bir oy artışı söz konusu değil. CHP ve MHP’nin çatı adayı İhsanoğlu’nun % 70’lere ulaştığı ilçelerde Demirtaş’ın oylarında küçük bir kıpırdanma var sadece. Demirtaş, Bakırköy’de % 6.9, Beşiktaş’ta % 7, Kadıköy’de % 7.1 aldı. Görüldüğü üzere Demirtaş, geleneksel olarak CHP’nin ve solun güçlü olduğu yerlerde değil, Kürt nüfusun bulunduğu ve AK Parti’nin güçlü olduğu yerlerde “oy patlaması” yaptı. Oyları CHP’den değil, ağırlıklı olarak AK Parti’den aldı. Daha önceki seçimlerde AK Parti’den yana tercihte bulunan Kürtlerin, Demirtaş’a destek olmalarında iki etken rol oynamış olabilir: Biri, Kürt temsiliyetine omuz vermek isteğidir. Diğeri ise, ilk turda nasıl olsa Erdoğan’ın seçileceğini garanti görmeleri, seçimin ikinci tura kalma tehlikesini hissetmemeleridir. Eğer Demirtaş, bu seçimde biraz daha muhafazakâr Kürt seçmenin hissiyatına seslenen bir kampanya yürütseydi, muhtemelen bugünkünden daha fazla bir oya erişebilir, % 10’u geçebilirdi. Kürt kimliğiyle aday olması, kampanyasını ülkenin dört bir tarafına yayması ve süreç içerisinde fazlaca sıkıntıya maruz kalmaması, Türkiye’de siyasi hayatın normalleşmesine ve demokrasinin derinleşmesine katkıda bulunur. Bunun için çok değerlidir. Demirtaş’ın hatırı sayılır derecede oylarını yükseltmesi de, Kürt cenahında siyasal alanın genişlemesi ve siyasetin giderek daha fazla belirleyici olmasını sağladığı için de hayatı bir öneme sahiptir. Demirtaş’ın aldığı oylar, hem Türkiyelileşme perspektifinin kabulü, hem de çözüm sürecine verilen desteğin gösterilmesi olarak okunabilir. Bu bağlamda, Demirtaş’ın oturtmaya çalıştığı yeni rota doğrudur. Ana muhalefetin daimi bir kriz içinde olduğu düşünüldüğünde, Demirtaş’ın izlediği çizginin muhalefet boşluğunu doldurma potansiyelini taşıdığını belirtmek gerekiyor. Ama bu potansiyelin kullanılıp kullanılamayacağı, gelecekte nasıl bir siyaset izleneceğiyle irtibatlıdır. Bu bağlamda 2015 seçimleri çok önemli, bu seçimlerde alınacak sonuç bugünkü başarının kalıcı olup olmadığının göstergesi olacak. Dipnotlar 1 Demirtaş’ın söylemi hakkında bakınız: Vahap Coşkun; Demirtaş: Çankaya’ya Bir Kürt aday, SDE Analiz, No: 1, Ağustos 2014, s. 14-15. 2 Cuma Çiçek; 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Kürt Siyaseti Üzerine: Başarının Kapsamı, Mekânı ve Kaynağı, http://zanenstitu.org/2014-cumhurbaskanligi-secimlerive-kurt-siyaseti-uzerine-basarinin-kapsami-mekani-vekaynagi-cuma-cicek/ 3 Ahmet Hamdi Akkaya; Seçimler, HDP ve Yaratılan Umut, http://www.kurdistan24.org/2014/08/secimler-ve-hdpyaratilan-umut-ahmet-h-akkaya/#.U_xjacV_u3w 4 Çiçek; a.g.m. 5 Çiçek, a.g.m. Sonuç Yerine Demirtaş, gerçekten de üzerinde durulmayı hak eden bir netice elde etti. Öncelikle, Demirtaş’ın 40 EYLÜL 2014 * Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesidir. İnsan hakları, demokrasi, Kürt sorunu ve bunun hukuki yansımaları üzerine çalışmaları bulunmaktadır. EYLÜL 2014 41 İÇ POLİTİKA DEMOKRASİNİN ‘YAŞ’I Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü 2014 Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarına göre 30 Ağustos 2014’ten geçerli olmak üzere 37 general ve amiral bir üst rütbeye, 51 albay ise general ve amiralliğe yükseltildi. 34 general ve amiralin görev süreleri 1 yıl uzatıldı. 43 generalin ise kadrosuzluk ve yaş haddi nedeniyle emekliye ayrılmalarına karar verildi. Beklediği rütbeye çıkamayan, erken emekli olmak zorunda kalan ya da beklenti içinde olduğu makamlara gelemeyen pek çok kişi oldu şüphesiz. Askerin mevcut duru- 42 EYLÜL 2014 mu, ihtiyaçları ve gelişmeler ışığında yapılacak yeni düzenlemeler, oluşturulacak yeni politikalar, kurulacak ya da lağvedilecek yeni birimler görüşüldü ve bu görüşmeler belli ki tek taraflı bir tebliğ olmadı. Siyasilerin askeri konuların da siyasal iradenin faaliyet alanı olduğunu hissederek müdahil, hatta belirleyici oldukları, bir dönem kendilerinin de askerlik yaptıklarını hatırladıkları, gerçek anlamda iki taraflı bir müzakere ve istişare içerdi. Bu görüntüsüyle şura, gerçek anlamına kavuşarak birbirine danışa- rak kararlar alan bir meclis halini aldı. Ve en önemlisi, bütün bunlar, gürültü patırtı koparmadan, sessiz bir şekilde, demokratik bir hukuk devletinde olması gerektiğine ‘oldukça yakın’ bir serinkanlılık içinde gerçekleştirildi. Asker kanadından -Yüksek Askeri Şura’dan çok bir tür Yüksek Seçim Kurulu gibi davranarak-² Görürsün Sen! Ben de günü geldiğinde seni ‘terfi ettirmem’, ne kadar oyla seçilirsen seçil, seçildiğin makama çıkarmam, yaş haddinden emekliye ayırıp kadrosuzluktan istediğini vermem² gibi bir tavır sezmedik. Oysa biliyoruz ki yakın zamanlara kadar yüksek askeri şuralar, askeri yetkililerin hükümetler üzerindeki vesayet gücünün yeniden üretilerek tahkim edildiği, askerin bu ülkenin her şeyiyle esas ve yegane koruyucusu olduğu fikrinin pekiştirilerek kabul ettirildiği, siyasetçilerin ancak askerlerce tayin edilen bir alanda politik faaliyet yürütebilecekleri hissinin alttan alta -hatta kimi zaman oldukça açık ve umursamazca- verildiği, serinkanlı kararlar yerine tam bir asker soğukluğunun estiği toplantılar olurdu. O kadar ki siyasilerin ‘fırça yediklerine’ dair haberler dışarıya sızar ya da kim bilir sızdırılırdı. Uzun yılların statükosunun dayattığı bu durum karşısında kendilerini bir biçimde eli kolu bağlı hisseden siyasiler de gözümüzün içine baka baka, ya da çoğu zaman olduğu gibi bakmamaya çalışıp gözlerini kısa bir görüntü alan kameralardan kaçırmaya çalıştıkları hissi veren, içlerinin acıdığını ama toplumsal huzur ve barışın bozulmaması için zoraki ve kerhen imzaladıklarını anlamamızı bekler bir tavırla kararları imzalar, olan bitene ancak ve ancak şerh düşebilirlerdi. Çoğu kez verilmiş kararları alır, ancak bu verilmiş kararlara imza atarken her defasında halkın siyasal iradesinden verdiklerini bilirler ama meçhul bir zamanda durumun düzeleceğine olan umutla teselli bulur, askerlerle bir dahaki şuraya kadar ‘mümkünse’ görüşmek istemez, tam bir ‘politikacı’ gibi durumu idare ederlerdi. Yükselenler, terfi edenler kim olursa olsun asıl kazanan statüko olur, halk iradesi askeri bir nizama uydurulurdu. Kısacası Ağustos sıcak geçerdi. Bütün bunlar yaşanmadı, tek tartışma Şura günlerine yakın zamanlarda Akşam gazetesinde yayınlanan ‘cemaatçi paşalar’ üzerinden yaşandı. Esasen bu tartışma da oldukça önemliydi çünkü asker -ve polis- gibi katı hiyerarşinin egemenliğinde, dışarıya kapalı kurumların cemaatsel yapıların oluşmasına oldukça uygun bir ortam sunduklarını bilmek gerekir. Cemaatler de genellikle dışarıya kapalı ve hiyerarşik olduklarından askeri düzenlerde oldukça rahat eder, kolaylıkla iç içe geçerek görünmezleşirler. Buradan hareketle denebilir ki askerin içinde iddia edildiği gibi pek çok cemaat üyesi paşa ya da subay varsa bile bunun ortaya çıkması bu ayırt edilemez iç içe geçmişlik nedeniyle son derece zordur. Şunu belirtmek gerekir ki asker bu ülkede her zaman için önemli bir kurum olmuş, toplumun en köklü ve nizami teşkilatlanma ve organizasyon kurma kabiliyetinin timsali olarak görülmüştür. Zor bir coğrafyada, ‘zor’ bir tarihi mirasla varlığını sürdüren bu halk -tek kutsal savaşın kendini savunmak için yapılan olduğunu bilerek- her zaman için kendini savunmak zorunda kalabileceği ihtimaliyle ve gerektiğinde topyekun bir askeri birliğe dönüşebilecek bir iç hazırlıkla yaşar; halkın askerlere olan saygısı sadece omuzlardaki sırmalı rütbelerden değil aynı zamanda kendi kendini savunmak, bütün bir tarihi EYLÜL 2014 43 ve coğrafi mirası korumak naklanır. Her sabah erkenden uyanan askerler, her an için ruhunun derinlerinde Bir paşanın kudreti, savaş çıksa vakit geçirmekhissettiği bu yüce duyguyalnızca hükmettiği insan sizin yola dizilme derecesindandır da. Türk askerinin nüfusundan, emrindeki de bir hazır olma hali içinde asıl gücü ve büyüklüğü, salyaşarlar; soğukta çalışmadırı ve işgal gücünden değil asker sayısından değil yan 1950 model kamyonlar karşı koyabilme ve mukaaynı zamanda -ve esas- bu her iki saatte bir çalıştırılıp vemet edebilme kabiliyetinhalkın sayısız badireye ısıtılır, ‘savaş’a gidilirken geden gelir. Suriye ordusunun rağmen kendi kendini var çilecek yollar sürekli olarak 30 yıl içinde âtıl hale getirditemiz tutulur ve yapılan iş edebilmiş, bağımsızlığını ği ellili yıllardan kalma tankne olursa olsun bir askerin ların Türk ordusunda hala her şeye rağmen bin yıldır gün içerisinde savaştakine hizmet verebilir halde olmasürdürebilmiş olmasından, yakın derecede kalori harsı da bu uzun dayanma gücamasını sağlayacak desömürgeleşmemiş, manda cünün bir sonucudur. Var recede çalışması sağlanır. yönetimine girmemiş olma iradesi aynı zamanda Bunun için akla hayale gelolmasından gelir ve yok olmayacağına duyulan medik işler bulunur (savaş, inançtır. Bir paşanın kudtoplumun en sıradan akla hayale gelmedik işlerle reti, yalnızca hükmettiği indoludur zira!), bulunamazsa insanları dahi askere bu san nüfusundan, emrindeki çıkarılır, uydurulur ama asanlamı yükleyerek, onda asker sayısından değil aynı kerin ‘dimdik’, ‘daima hazır’ kendini görür. zamanda -ve esas- bu halkalması sağlanır. Gün biter kın sayısız badireye rağmen ama bereket o gün de savaş kendi kendini var edebilmiş, çıkmamıştır. Ertesi gün yenibağımsızlığını her şeye rağmen bin yıldır sürdürebil- den ve yeniden bu böyle sürer gider ama savaş bir miş olmasından, sömürgeleşmemiş, manda yöne- türlü çıkmaz, barış zamanında ‘savaşçılık oynamak’ timine girmemiş olmasından gelir ve toplumun en son derece zor bir iştir. Bir tür simülasyon oyunu, sıradan insanları dahi askere bu anlamı yükleyerek, zamanla hayatın gerçekliğinden kopmaya yol açacak onda kendini görür. Bu duygu gerçekten de çok denli bir zihinsel kopuşa yol açabilecek, ağır bir çadeğerlidir ve askerin aslında en değerli güç kayna- lışma biçimidir. Her asker hayata karşı biraz yabanğı, en önemli sermayesidir ama aynı zamanda bu cıdır. Bu savaşsızlık halinin zamanla savaşacak bir hep varolabilme arzusu uzun bir tarihin etkisiyle bir karşı taraf bulma ihtiyacı doğurduğu olur. Bu bazen değişmezlik hissi yaratma, kendiliğinden bir statü- ülkenin bölünmesini isteyen bir iç düşman, bazen ko oluşturma potansiyeli ya da tehlikesi de taşır. irtica tehdidi, bazen de ‘ne yaptığını bilmez’ siyasetMevcut toplumsal yapının ve dünya düzeninin hiç çiler olabilir. Bu yüzden aslında gerçek komutanlar, değişmeden sürmesi bir asker için olabilecek en iyi barış zamanlarında ya da masa başlarında değil durumu oluşturur. Her gün aynı şeyleri aynı kemal-i savaş meydanlarında belli olur ve genellikle barış ciddiyetle tekrarlayıp, olmadık işlere ritüel derece- zamanlarının tutulan ve her gün her şeyi harfiyen sinde anlamlar yükleyip dondurmak, her şeyin hep aksatmaksızın, olması gerektiği gibi yaparak, askeraynı kalmasını sağlamak kaçınılmaz bir şekilde asıl leriyle birlikte savaşa en hazır olan komutanlar savaş karakterini mevcut olanı değiştirme gücünden alan zamanlarının en başarısızları olabilirler. Çünkü savaş kuralsızdır. Bu işte `akıl-mantık yoktur` çünkü savaş siyasallıkla çatışır ve ortaya ‘asker-sivil ilişkisi’ diye tam da hiçbir akla ve mantığa uymayan insanlık-dışı özellikle güçsüz demokrasilerin çözmesi gereken bir cinnet halidir. Asla simüle edilemeyecek, önceden bir sorun çıkarır. senaryosu yazılamayacak, kafada kurgulanamayaAskerliğin trajedisi, barış zamanlarında savaş varmış cak sayısız durum içerir ve sürekli anlık kararlar alma gibi bir zihinsel hazırlıkta olma zorunluluğundan kay- becerisi gerektirir. Ve çelişki şu ki bunun tam adı 44 EYLÜL 2014 siyasettir. Yani, daha önce hiç karşılaşılmayan yeni durumlar karşısında anlık kararlar alarak halkın iradesinin bu kararların gösterdiği istikamette tecessüm etmesini, aynı hedefe hep birlikte odaklanmasını sağlama işi. Ve sivil bir zihin gerektirir. Dolayısıyla iyi bir komutan, aslında savaş zamanlarının ‘iyi bir siyasetçisi’dir. Şunu da eklemek gerekir ki ancak savaş zamanlarının siyasetçisidir. Bunu barış zamanlarında yapmaya kalktığında ise, -ortada bir savaş olmadığından- halkın iradesiyle savaşır, seçilmiş siyasilerin ensesinde Demokles’in kılıcına dönüşür ve en değerli sermayesi olan halkın kendini var etme ve savunma inancı ve gücüne siyasi bir muğlaklık düşürür. Topyekûn bir inançta ikilik ve şüphe yaratır. Çelişik bir şekilde bu muğlaklık ve şüphe arttıkça topluma militer bir zihniyet hâkim olmaya başlar. Bütün bunların yegâne çaresi asker-sivil ilişkisinin olması gerektiği gibi olmasıdır. Bu sadece barış zamanlarındaki siyasete asker gölgesi düşmemesi için değil savaş zamanlarındaki askeri akla gerekli olan siyasi aklın dâhil olabilmesi için de hayatidir. Genel olarak, ‘kırılgan demokrasiler’ açısından sivilasker ilişkilerindeki temel mesele, savunma ve dış politika konularında askerlerin ne oranda belirleyici olduklarıyla ilgilidir. Bu tür ülkelerde demokrasinin kırılganlığı halkın demokratik tecrübeye yeterince sahip olmamasından kaynaklı olarak birilerinin bu boşluğu kullanıp siyasileri geri plana iterek halk adına karar verme hakkını kendinde görmesi vardır. Türkiye’de bütün bunlara ilaveten bir de iç politikadaki durumu hesaba katmak gerekti hep, çünkü asker, kendisine iç politik gelişmelerin ‘gözeticisi’ ve ‘denetleyicisi’ gibi bir rol biçmişti. Bunu yaparken de Cumhuriyet’in kuruluşundan beri kendi kendini yeniden üreterek güçlenen devletçi statüko sivil hayat üzerinde siyasi bir vesayet olarak işlev gördü. Oysa burada halkın yeterli düzeyde bir demokratik tecrübesi de vardı. Ancak darbeler, bu tecrübesinin kurumlaşmasına izin vermeyerek, askerin savunma ve dış politikadaki alanının iç politikaya da yaymasına, bu anlamda hastalıklı bir demokratik yapının kurumlaşmasına yol açtı. Bu nedenle, AK Parti’nin ortaya çıkış sürecinin arkasında askerin iç politikadaki egemenliğine karşı koyamayan hükümetlerin zayıflığının kötü ekonomik koşullarla birleşmesi ve sivil hayatın örtük bir vesayet altında tutulmasının yarattığı bir başkaldırı da vardı ve bu anlamda AK Parti, başından beri bu türden askeri tahakküme karşı ‘sivil bir başkaldırı’yı simgeleştirdi. İşte 2014 YAŞ kararları bu simgeleşmenin sembolik düzeyde kalmadığına, bugüne kadar ki demokratik tecrübe ve siyasi birikimin işe yarar kılınabileceğine dair oldukça güçlü emareler anlamına geliyor. Darbelerle yaşanan kesintiler ve geriye gidişlerin, sivil hayatın yeterince siyasallaşamadığı için militerleşme eğilimine girmiş olan sürecin son bulacağı inancını yayıyor. Askerlerin savunma ve dış politikada yer almaları kadar sivillerin de askeri politikalarda yer alıp söz söylemelerinin, nihai karar vericiler olmalarının doğal olduğunu hatırlatıyor. Bu andan itibaren önemli olan, YAŞ’ın olması gerektiği gibi ülkenin savunma ihtiyaçlarını mesele yaparak sivil otoritenin çizdiği siyasi istikamete yönelmesini ve orduya askerin kurmay birikiminin yetiştirdiği en doğru isimlerin komuta edebilmesini sağlayacak şekilde yeniden kurumsallaştırılması; onu, halkın askerde timsalleştirdiği çok değerli duygularının gerçek anlamda vücut bulduğu bir yer haline getirmektir. Ağustos yine sıcak ama bu kez sonbaharı umutla bekleyebiliriz. EYLÜL 2014 45 İÇ POLİTİKA AK Parti kurmayları içinden istişare yoluyla seçilerek genel başkan ve aynı zamanda başbakanlık görevini ifa edecek kişide aranan en önemli kriterin, paralel devlet yapılanması ile mücadeleyi Cumhurbaşkanı Erdoğan ile aynı kararlılık ve azim içinde sürdürme performansına sahip olma şartı olduğu bizzat Erdoğan’ın açıklamalarıyla ortaya çıkmış görünüyor. PARALEL YAPI, BND, CIA, MI5-MI6 İLİŞKİSİ, SÖZDE TEVHİD-İ SELAM ÖRGÜTÜ Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı Ö ncelikle Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde bir ilk olarak halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı canı gönülden kutluyorum. Bu noktada ortaya çıkan sonucu, milli iradenin tecellisi ve zaferi olarak, siyasi istikrar ortamının devamı yönünde, Yeni Türkiye vizyonu ve misyonuna güçlü bir kamuoyu desteğini yansıtması açısından da çok önemli bulduğumu belirtmek isterim. 12’nci Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, gerek seçim döneminde, gerekse Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmalarda paralel yapıyla görevi boyunca kararlılıkla mücadele edeceğini duyurmuştu. Daha önceki MGK toplantılarında, paralel yapının iç ve dış tehdit boyutları, ilişkide oldukları ülkeler, finans kaynakları devlet kurumlarına sızmış örgüt mensuplarının araştırılması yönünde alınan 46 EYLÜL 2014 kararlar gereği, istihbarat birimlerince bu konuda hazırlanan raporların son MGK’da değerlendirilmesi sonucu bu tehdidin “terörle mücadele” kapsamına alınmasının kararlaştırıldığı bizzat Erdoğan tarafından açıklanmıştı. Böylece, Milli Güvenlik Kurulu’nun değişmez gündem maddesi olan terörle mücadelenin “iç ve dış güvenlik tehdidi” bölümüne paralel yapı tehdit unsuru olarak eklenmiş oldu. 12. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaklaşık % 52 oyla ilk turda kazandığı seçim sonrasında yaptığı balkon konuşmasında, genel başkanlık ve başbakanlık makamına gelecek kişinin “ulusal güvenliğimizi tehdit eden bu yapıya karşı hiçbir şekilde müsamaha göstermemesi hem bizim hem milletimizin beklentisidir” demişti. Esasen, 4 Ağustos’ta yapılan Yüksek Askeri Şura Toplantısında Jandarma Genel Komutanı Servet Yörük paşanın emekli edilmesi sonucu, bir yıl önceki şura kararıyla ordu komutanlığı yapmadan Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan Hulusi Akar’a iki yıl sonrası için Genelkurmay Başkanlığı yolu açılmış olmasında, TSK içine sızmış paralel yapının tasfiyesi ile mücadele edebilecek kriterlere sahip olmasının neden olduğu bir sır olmasa gerek. Eğer olağanüstü bir gelişme yaşanmazsa 2015 yılı Ağustos ayında yapılacak şuranın ardından Orgeneral Akar, Genelkurmay Başkanı olarak atanacak. Orgeneral Akar, 30 Ağustos 2011 tarihinden geçerli olarak orgeneralliğe terfi etti ve Genelkurmay 2’nci Başkanlığı görevine atandı. Burada, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’le çok yakın çalıştı. “Özel’in sağ kolu” olarak anıldı. TSK içinde “Hükümete en yakın orgeneral” olarak bilinen Akar’ın ani yükselişi kendisinin bazı çevrelerce şucu bucu şeklinde hedef alınmasına yol açmıştı. Ancak Akar’ın TSK içinde ve devletin üst katlarında çok iyi bilinen ve sevilen bir asker olması kendisi hakkında ortaya atılan iftira ve yaftalamalara Genelkurmay tarafından itibar edilmeyerek iddialar net bir şekilde yalanlanmıştı. Orta Doğu’da ve dünya’da bölgesel ve küresel güç olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Yeni Türkiye’nin önü küresel destekli bir darbe girişimi ile 17-25 Aralık’ta kesilmek istenmişti. Polis, Yargı, MİT ve Ordu başta olmak üzere devletin tüm kurumlarını hedef alan illegal hiyerarşik paralel yapının, devleti Ahtapot misali kuşatarak “yolsuzluk ve rüşvet örtüsü altında” milli iradeye yönelik suikast girişimi son anda, hükümet tarafından alınan adli ve idari tedbirlerle önlenebilmişti. Yapılan soruşturma ve operasyonlarda, devletin kurumlarına sızma stratejisinin belirli bir program ve plan dâhilinde uzun yıllardan bu yana devam ettiğini ortaya koymuştu. Paralel cunta’nın polis ayağına günümüze kadar üç dalga operasyon yapıldı. Operasyonların ağırlıklı olarak istihbarat ve terör şubelerinde görev yapmış üst düzey polis şefleri ve alt rütbeli personele yapıl- ması bu yapının istihbarata verdiği önemin de bir kanıtı olarak değerlendirilebilir. Paralel yapılanmanın hangi tarihten başlayarak devlet kurumlarına ve öncelikle neden polise ve istihbarat ünitelerine sızdığı, yurt dışı bağlantıları, günümüzde Alman Dış İstihbarat Servisi BND’nin 2009 tarihinden bu yana Türkiye’yi dinlediği iddiaları ile ilgili olarak BND ve küresel bazı devletlerin gizli servisleri ile paralel yapı arasında bir bağ olup olmadığı sorularının cevabı, geçmiş yıllarda bu yapı ile ilgili resmi veya özel hazırlanmış raporlarda gizli. Aralık 2002 tarihinde hunharca ve profesyonelce düzenlenen bir suikast sonucu öldürülen Necip Hablemitoğlu’nun ölümünden sonra yayınlanan ’köstebek’ adlı kitabında “Yeni Hayat” dergisinden alınmış “Türkiye’de Etki Ajanı Borsası Fethullahçılar” ara başlığı altında yayınlanan rapor günümüzde paralel yapının varlığı ve Türkiye aleyhine faaliyetlerine ışık tutacak bilgileri içeriyor. Neden İstihbarat Birimleri Hedef? 1980’li yıllarda başlayan bu sızma ve kadrolaşma harekatının vahim sonuçları ile ilgili bir anekdot, Hablemitoğlu’nun “Köstebek” adlı kitabında yer almıştı. Olay Fethullah Gülen’in ABD’ye gitmeden önce devletin istihbarat birimleri ile ilişkisini açıklaması ile ilgiliydi. Gülen, Gazi olaylarını iki ay öncesinden istihbarat vasıtasıyla öğrendiğini açıklayarak, Gazi Osmanpaşa olayları olmadan önce, Türkiye’nin birçok bölgesinde bu tür patlamaların olacağı bilgisi veya istihbaratını olaylardan 1,5 ay önce devletin başındaki insanın en yakınına ilettiğini açıklamıştı. Herkul.org sitesinde Fethullah Gülen’in ‘Kara propaganda ve nefis muhasebesi’ başlıklı söyleşisi yayınlandı. Söyleşide Gülen üst düzey bir görevliye kurulan fuhuş tuzağını kendisine gelen bir bilgi ile engellediğini açıklıyor. Gülen, Amerika’da bulunduğu sırada birisinin kendisine telefon açtığını belirterek, “Bana akşamüstü bir telefon geldi. Burada akşamdı. Türkiye’de gece yarısıydı sanıyorum. Dediler ki nefsine uyarak bir yerde bir alüfte (hayat kadını) ile buluşmaya gidiyor ve aynı zamanda birilerinin de komplosu söz konusu olabilir. Türkiye’de onu tanıyan bir arkadaşa telefon ettim. Kalk dedim, gece yarısı deme evine koş git. Bu bir komplo meselesi ise şayet, günümüzde geldiği konuma gelemezdi. O mevzudaki telefon EYLÜL 2014 47 zilmiş görünüyor. Fethullah Gülen’in ABD’de ‘refugee’ statüsünde kalıcı olmadığının iddia edilmesinin aksine CIA nezdinde tüm paralel yapı mensuplarının ‘Walk-in’ tabir edilen bir kategoride yani gönüllü olarak ajanlık hizmetini talep ettikleri de özellikle iddialar arasında yer alıyor. Paralel Yapının CIA, BND, MI5-MI6 İlişkileri sabit. Benim kendisine o ricada bulunduğum o zat da hala hayatta. Ben bu zamana kadar bu meseleyi kimseye açmadım. Bize yakışan budur. Belki de böyle birisi benim öyle bir ayıbını bildiğimden dolayı şimdilerde homurdanıyorsa şayet, “keşke benim ayıbımı bilen bu insan nalları dikse gitse de ayıbımı bilen biri olmasa” der, belki. Mümin olarak bizim karakterimiz buydu, bu mevzuda belki on tane hadise sayabilirim” demişti. Fethullah Gülen’in devlet içine sızmış istihbaratçılarından aldığı bilgileri devletin üst düzey yetkililerine devlet hiyerarşisinden önce bildirmesi, devletin üst katları içinde sevgi ve itimada dayalı bir güç elde etmenin dışında zoraki bir güç sağlamaya yönelik bir faaliyet olarak değerlendirilebilir. Necip Hablemitoğlu, Köstebek isimli kitabında paralel yapı ile ilgili olarak resmi veya özel birçok rapora yer vermişti. O dönemde “Yeni Hayat” dergisinde yer alan “Türkiye’deki Etki Ajanı Borsası Fethullahçılar” ara başlığı altında yayınlanan raporda; “Paralel yapının o süreçte” MİT ve Genelkurmay İstihbaratı’na muadil ve alternatif bir sivil istihbarat örgütü kurma çabalarını hızlandırdıkları, bu örgütün, hizmeti, cemaati gizlemeye yönelik yanıltıcı bilgi üretme hizmeti dâhil tüm teknik hizmetlerini paralel yapı içindeki emniyetçilerin yürüteceği, siyasilere ve de hedef kişilere yönelik tehdit-şantaj amaçlı özel bilgi bankası gibi çalışılacağının öğrenildiği belirtilmişti. Paralel yapının ABD casusu, etki ajanı, yönlendirici ajan ya da kısaca nüfuz casusu olmadığını bugüne kadar iddia eden kimsenin çıkmadığı açıklanan raporda, kendi yayın organlarında bile bu yönde bir inkârın söz konusu olmadığının da özellikle altı çi- 48 EYLÜL 2014 Rapor’da ayrıca paralel yapı’nın sadece CIA hesabına tek taraflı ajan değil ‘double-agent’ olarak piyasalarını yükselttikleri, Alman Dış İstihbarat Servisi olan BND’nin tavassutuyla ilk adımda Afganistan’da okul sayısını 6’ya çıkardıkları, BND bağlantısından dolayı Almanya’nın iç istihbarat örgütü olan Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilatı’nın da desteğini otomatikman alan örgütün yaklaşık 2.400.000 vatandaşımızın yaşadığı bu ülkede himmet parası toplama ve yandaş mürit kazanma amacına yönelik olarak, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Köln, Münih, Hanover, Stuttgart gibi tüm şehirlerde Y. Burg A.Ş. gibi şirketlerin yanı sıra, Dost Yolu Derneği, Türk Akademisyenler Derneği, İslam Din Birliği gibi çok sayıda aktif örgüte sahip oldukları da iddia ediliyor. İngiltere’de de okul açan ve Londra’da büyük bir merkez binası satın alan paralel yapının İngiltere’nin dahilde yabancılara dönük faaliyet gösteren, MI5 ve Dış İstihbarat Servisi MI6’nın Uzak Doğu’ya yönelik faaliyet gösteren departmanı CIFE ve Orta Doğu’ya yönelik faaliyet gösteren departmanı MEİC ile okullar konusunda müşterek çalışma yürüttükleri, okul açma faaliyetleri çerçevesinde 50’den fazla ülkede 500’den fazla okul açtıkları ve bu yapının Türkiye’nin hasmı ülkeler için en uygun ve en zengin ajan borsasını oluşturdukları raporda önemli iddialar arasında yer alıyordu. Geçmşte Glado’nun gerçekleştrdğ sukast ve cnayetler örtme taktğ le Glado tarafından naylon örgüt kurma, sızma ve yönetme taktk ve stratejs le kurgulanan, sözde Tevhd- Selam sml örgütün, günümüzde Paralel Yapı tarafından yenden canlandırılarak, hükümete ve MİT’e karşı uluslararası br operasyonun parçası olarak, llegal ve hukuk dışı br çalışma başlatılması, 7 Şubat ve gezden başlayarak ulusal güvenlğmz de tehdt eden küresel saldırıların devamı ntelğnde görünüyor. 251 hedef kişi, toplamda 2280 kişinin dinlenmesi suretiyle casusluk suçunu işledikleri savcılık açıklamalarında belirtilmişti. Geçmişte toplumda kutuplaşma ve kamplaşma yaratmaya yönelik kamu vicdanını yaralayan önemli bazı suikast ve cinayetlerin açık ve belgeli delillere rağmen arka planlarının aydınlatılamaması, yargıda “devletin âli menfaatlerinin” gözetilerek eksik veya yönlendirilmiş soruşturmalar sonucu verilen mahkumiyet kararlarının, bumerang etkisi yaparak günümüzde demokrasi ve millet iradesini tehdit etmesi bu tür suikastların yeniden araştırılarak asıl fail ve azmettiricilerinin yargı önüne çıkarılma zaruretini ortaya koyuyor. Tevhid-i Selam örgütü, Türk Gladiosu’nun, Türkiye-İran ilişkilerini bozmak, Türkiye’de, laik-antilaik kamplaşması yaratmak amacıyla, 1990’lı yıllarda gerçekleştirdiği laik cinayetlerini üzerine bırakmak için kurguladığı bir örgüt. 28 Şubat Darbesi’nin flu konjonktürel ortamında daire başkanı olarak göreve başladığım günlerde darbe sürecini önlemeye yönelik faaliyetlerimiz dışında mesai harcadığım en önemli konular Nesim Malki cinayeti ve Uğur Mumcu Suikastı dosyaları olmuştu. 22 Temmuz’da, Paralel Cunta’nın polis ayağına yapılan ilk operasyonda, 114 polis şefi ve memuru hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca, “çok sayıda kişinin (milletvekili, hâkim, gazeteci) sahte belgelerle, ilgisi olmadıkları halde yasadışı örgüt üyesi oldukları gerekçeleriyle dinlendikleri ve casusluk yapıldığı iddiaları ile gözaltı ve yakalama kararı verilmişti”. Ocak 2000 yılında İstanbul Beykoz’da yasadışı terör örgütü Hizbullah’a yönelik yapılan operasyonda örgüt lideri Hüseyin Velioğlu ölü, sözde askeri kanat sorumlusu Cemal Tutar ve örgütün ikinci adamı Edip Gümüş sağ olarak ele geçirilmişti. Polisin baskın yaptığı Beykoz’daki villa Hizbullah’ın ana karargâhı olarak kullanılıyordu. Örgüt ani bir kararla kısa bir süre önce karargâhını, Batman’dan İstanbul Beykoz’da baskın yapılan villaya taşımıştı. Baskında, Hizbullah örgütünün arşivinin büyük bir bölümü tahrip edilmiş bir halde ele geçirilmişti. Şüphelilerin, sözde selam-tevhid adlı örgüt kurulduğu iddiasıyla delil olmadığı halde bir kurgu oluşturularak yaklaşık 3 yıl süreyle aralarında devletin üst düzey yetkilileri ve MİT müsteşarının da bulunduğu Hizbullah terör örgütünün strateji ve taktiksel açıdan eylem ve faaliyetlerinde, profesyonellik, gizlilik, katı kurallar ve sıkı bir disiplinin öne çıktığı biliniyor. Kaçırılacak veya infaz edilecek kişilerle ilgili istihba- Paralel Cunta’ya Yapılan İlk Operasyon ratı, kaçırma eylemini ve infazı ayrı ayrı hücreler tarafından gerçekleştirilmesine rağmen, örgütün ana karargâhını ve arşivini İstanbul’a taşımasından 10 gün sonra 17 Ocak’ta polis baskınına uğraması örgütün üst düzey yöneticilerinin JİTEM ve Özel Harp ile irtibatını ortaya koyan bir mizansen olsa gerek. Örgütsel deyimle Batman’dan İstanbul’a hicret eden örgüt, iki iş adamını kaçırarak fidye istemişti. Kaçırılan iş adamlarının kredi kartlarını kullanmak suretiyle, Beykoz’daki ana karargâha kapı siparişi verilmesi acemiliğin ötesinde derin yapılarla açık bir işbirliğinin kanıtı gibi. İstanbul polisi de kaçırılan iş adamlarının kredi kartlarının izini sürerek kısa sürede villaya operasyon düzenlemişti. Bu operasyonun bir mizansen olduğuna yönelik olarak yoğun çatışma ortamında yalnızca rehber Hüseyin Velioğlu’nun ölü olarak ele geçmesine rağmen (dışarıda infaz edilip, çatışma alanına getirilme ihtimali yüksek), Edip Gümüş ve Cemal Tutar’da bir çizik bile olmaması, polisin villa baskınından kısa bir süre önce iki örgüt militanının dışarıya gönderilmesi, operasyondaki tuhaflıklar olarak dikkatli gözlerden kaçmıyordu. Ismarlama polis baskını sonrasında Hizbullah’ın arşivinde, Uğur Mumcu Suikast’ını aydınlatacak bir mektuba ve İran gizli servisi ile irtibatlı Tevhid-i Selam isimli bir örgüte ulaşıyordu. Tevhid-i Selam örgütü yöneticilerinden olduğunu iddia edilen iğneci kod adlı Yusuf Karakuş, Hüseyin Velioğlu’na yazdığı mektupta Tevhid-i Selam grubundan ayrıldığını, Hizbullah’a geçmek istediğini referans olarak da Uğur Mumcu suikastında bulunduğunu ifade ediyordu. Sadettin Tantan’ın içişleri Bakanlığı döneminde yürütülen ‘Umut Operasyonları’ bu mektubun ele geçmesi ile başlatılmış, Uğur Mumcu başta olmak üzere Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy cinayetlerinin kesin çözüldüğü açıklanmıştı. Hizbullah, JİTEM ilişkisi ve Yeşil’in Özel Harp içinde ‘Beyaz Kuvvetler’ mensubu olarak, infaz biçimleri EYLÜL 2014 49 Paralel yapı le lgl olarak 3 dalga halnde yapılan operasyonlarda ortak nokta, mülkye ve pols başmüfettşlernn breysel şkâyetler ve devlet kurumlarından yazılı olarak yapılan hbarlar üzerne yaptıkları nceleme ve soruşturma sonrasındak hazırlanan raporlar doğrultusunda lgl cumhuryet savcılıklarınca gözaltı kararlarının uygulanması olmuştu dyeblrz. Halen 20’den fazla lmzde müfettşlern paralel yapı le lgl şkâyet ve hbarları tetkk etmeler yen operasyonların geleceğnn snyal gb gözüküyor. konusunda eğitmenlik yapması, herkesi şaşırtan ‘domuz ipi’ ile bağlayıp enseye çivili sopa batırma yönteminin, Hizbullah militanlarına, binbaşı Cem Ersever ve Yeşil’in öğrettiği de kamuoyuna yansımış bilinen sırlar arasında bulunuyor. Uğur Mumcu’nun eşi Güldal Mumcu’nun kitabı “İçimden Geçen Zaman”da yer alan anekdotlar suikasta ışık tutacak nitelikte bilgiler içeriyor. Yeşil’in Uğur Mumcu Suikast’ına duyduğu ilgi ise oldukça ilginç! Güldal Mumcu ve yakınlarının Uğur Mumcu’nun devlet içindeki derin yapılar tarafından öldürüldüğünün bilincinde olarak, kamuoyuna yaptıkları açıklamalar birilerini rahatsız etmiş olacak ki, Yeşil, iki küçük çocuğun elini tutarak 1996 yılının kurban bayramında, Güldal Mumcu’yu evinde ziyaret ediyor. Güldal Mumcu’ya hitaben: “Siz bizim için kıymetlisiniz, Uğur beyi katleden tetikçileri teslim etsek yeterli olur mu?’” sorusuna Güldal Hanım, kocasını kimin niçin öldürttüğünü sorması üzerine, Yeşil siz hepsini istiyorsunuz, 3 tane gül alıp, birini Başbakanlığa, diğerini Çeçenistan Büyükelçiliğine sonuncusunu da Uğur beyin öldürüldüğü yere koyacağı şeklindeki şifreli ve sembollerle konuşması Uğur Mumcu Suikastının arakasındaki güçler hakkında sanırım yeterli ipuçlarını veriyor. İçişleri eski Bakanı Mehmet Ağar’ın, Güldal Mumcu’ya yaptığı açıklamada: “Bir tuğla çekilirse duvar tamamen yıkılabilir” sözü, DGM savcısı Ülkü Coşkun’un ise, “Bu işi devlet yapmıştır, olayı aydınlatmam konusunda yazılı emir verilirse olay çözülür” açıklaması, davaya yeni atanan savcı Kemal Ayhan’ın Güldal Mumcu’ya “Faillere büyük ölçüde ulaşmaya çalışıyoruz” açıklaması sonrasında evde ölü bulunması, otopsi bile yapılmadan defnedilmesi olayın arkasındaki güce, Türk Gladiosu’na işaret ediyor. Türk Gladiosu tarafından 1990’lı yıllarda kurgulanan Sözde Tevhid-i Selam örgütü 2011 yılında paralel yapı tarafından nasıl ve neden canlandırıldı? 50 EYLÜL 2014 Geçmişte Gladio’nun gerçekleştirdiği suikast ve cinayetleri örtme taktiği ile Gladio tarafından naylon örgüt kurma, sızma ve yönetme taktik ve stratejisi ile kurgulanan, sözde Tevhid-i Selam isimli örgütün, günümüzde paralel yapı tarafından yeniden canlandırılarak, hükümete ve MİT’e karşı uluslararası bir operasyonun parçası olarak, illegal ve hukuk dışı bir çalışma başlatılması, 7 Şubat ve Gezi’den başlayarak ulusal güvenliğimizi de tehdit eden küresel saldırıların devamı niteliğinde görünüyor. Eğer, 17-25 Aralık darbe girişimi başarılı olsaydı bir kurgu olarak oluşturulan Tevhid-i Selam Örgütü üzerinden Başbakan Erdoğan, bakanlar, milletvekilleri, gazeteciler, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve yüzlerce kişi ile ilgili olarak tutuklamalar yapılacak, Türkiye kaos ortamına sokulacaktı. Türkiye’de 90’lı yıllarda işlenen, birlik ve beraberliğimizi bozmaya yönelik laik-antilaik kamplaşmasına yol açan laik suikastları (Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç vs.) ve cinayetlerinin, küresel güçlerin Orta Doğu politikalarını destekleyecek bir şekilde, İran’ı ve gizli servisini hedef göstermesi ve Türkiye-İran arasındaki ilişkileri bozacak bir mahiyet kazanması iç ve dış destekli tipik bir Gladio operasyonuydu. Günümüzde laik suikastları ve cinayetleri arkasında Gladio yapılanması olduğuna yönelik ciddi delil ve kamuoyu algısı mevcut olduğuna göre, günümüzde ortaya çıkan gerçekler ışığında, suikast’a ve cinayete kurban edilen gazetecilerin eş ve çocuklarının yeni bilgi, belge ifadeleri doğrultusunda, Umut operasyonlarının yeniden yargıda ele alınması halen günümüzde, devletin üst yetkililerine eylem yapabilecek kapasitede olan bu cinayet şebekesinin eylemleri ve iç uzantılarının ortaya çıkarılması, Türkiye’nin ileri düzeyde demokratikleşmesi normalleşmesi açısından elzem görünüyor. Sözde Tevhid-i Selam Örgütü’nün, günümüzde, paralel yapı tarafından yeniden kurgulanması ile hü- kümete ve MİT’e karşı uluslararası bir operasyonun parçası olarak, illegal ve hukuk dışı bir çalışma başlatılması, bu örgütün mercek altına alınması zaruretini ortaya koyuyor. Paralel yapının polis şeflerinden eski terörle mücadele müdürü Yurt Atayün, delil olmaksızın kurgulanan “Tevhid-i Selam” isimli bir suç örgütünü gerekçe göstererek kritik bazı isimlerin telefonlarını dinleyip bu bilgileri başka ülkelere servis etmekle suçlanıyor. Yurt Atayün ile birlikte 11 şüphelinin “Devletin gizli kalması gereken bilgilerini casusluk amacıyla temin etmek ve resmi belgede sahtecilik gerekçesiyle” tutuklanmaları, Yurt Atayün’ün ifadesinde SelamTevhid Örgütü operasyonunun, Bursa’da Kamile Yazıcıoğlu’nun ifadeleri üzerine başlatıldığını, Bursa Emniyet Müdürlüğü’nün dosyayı kendilerine göndermeleri üzerine savcılığın bilgisi dahilinde soruşturma başladığını ifade etmesi, paralel yapının üretilmiş veya tahrif edilmiş belgelerle hedef kişi veya kurumlara yapılacak kumpas, soruşturma ve davalardaki stratejisini de ortaya koymuş görünüyor. Bursa’da, verdiği ifadeyle Selam-Tevhid operasyonunun yeniden başlatılmasına sebep olduğu belirtilen Kamile Yazıcıoğlu, 26 Şubat 2014 tarihinde İstanbul TEM’de alınan yeni ifadesinde üç yıl önceki anlatımlarının kendisine ait olmadığını söylemişti. Eşi ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın irtibatlı olduğu, eşinin masaüstü bilgisayarında İsrail Başkonsolosluğu’nun krokilerinin bulunduğu, bir bankadaki gizli hesaptan 20-25 bin TL para gönderildiği, eşinin İran’a ajanlık karşılığında para aldığı iddialarının ve tutanaktaki imzanın kendisine ait olmadığını savunmuştu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu yaptığı yazılı açıklamada; sözde Selam-Tevhid Örgütü kurulduğu iddiasıyla 251 kişi hakkında yürütülen soruşturmayla ilgili yapılan inceleme ve araştırmanın tamamlanıp 251 kişi hakkında takipsizlik kararı verildiğini açıklamıştı. Paralel yapı medyası ve kalemşörleri ise halen Selam-Tevhid soruşturmasının “Casusluk ve terör soruşturması” olduğu iddiasını dillendirerek, Kamile Yazıcıoğlu’nun eşinin İran adına casusluk yaptığı şikayeti ile soruşturmaların başladığı yönünde psikolojik harekat ve kara propaganda faaliyetlerine devam ediyorlar. Paralel cuntanın polis ayağına yapılan ikinci operasyon dalgası 5 Ağustos’ta birinci dalganın devamı olarak daha alt rütbedeki 33 personele yönelik olarak yapılmıştı. 1. dalga operasyonda tutuklanan İstanbul İstihbaratının eski sorumlusu Ali Fuat Yılmazer’in ifadesi doğrultusunda ikinci dalganın İstanbul İstihbarat şubede görevli alt kadrolara yapıldığı iddia edilmişti. İzmir’de 62 kişinin yasadışı dinlendikleri yönünde şikayeti üzerine İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nca 19 Ağustos’ta, ikisi üst düzey 32 polis hakkında yakalama kararı çıkarılarak paralel yapıya yönelik 3. operasyon dalgası başlatılmıştı. Paralel yapı ile ilgili olarak 3 dalga halinde yapılan operasyonlarda ortak nokta, mülkiye ve polis başmüfettişlerinin bireysel şikâyetler ve devlet kurumlarından yazılı olarak yapılan ihbarlar üzerine yaptıkları inceleme ve soruşturma sonrasındaki hazırlanan raporlar doğrultusunda ilgili cumhuriyet savcılıklarınca gözaltı kararlarının uygulanması olmuştu diyebiliriz. Halen 20’den fazla ilimizde müfettişlerin paralel yapı ile ilgili şikâyet ve ihbarları tetkik etmeleri yeni operasyonların geleceğinin sinyali gibi gözüküyor. Paralel Yapı’nın Adliye Şovu Paralel yapı medyasına mensup bazı köşe yazarları, milletvekilleri ve bu yapıyla direkt iltisaklı bazı sivil unsurların, paralel cuntanın polis ayağına yapılan operasyonu etkisizleştirmek gayesi ile gerçekleri de çarpıtmak suretiyle, yürütülen soruşturmayı engellemeye yönelik olarak toplumda, güvensizlik yaymak ve yargıyı etkilemek amacıyla şov ve kara propaganda yöntemlerini organize bir şekilde kullandıklarına şahit oluyoruz. 22 Temmuz’da paralel yapının polis ayağına yapılan operasyonlar ile gözaltına alınan polislere destek verilmesi suretiyle, örgütteki çözülmelerin önüne geçmek ve cuntanın diğer ayaklarına yapılması kuvvetle muhtemel operasyonların öncelikle önlenmesi, başarılamadığı takdirde ise bu operasyonların “şüpheli” olduğuna yönelik iç ve dış kamuoyu algısı yaratılmasına yönelik olarak ve adli tahkikatı sekteye uğratmak amacıyla Türkiye’nin birçok bölgesinden gelerek adliye önünde eylem yaparak şüphelilere destek veren 29’u Emniyet Müdürü 71 alt rütbede polis hakkında soruşturma açılması paralel devlet ile mücadelede devletin kararlı duruşunu sergilemesi açısından önemli görünüyor. EYLÜL 2014 51 DIŞ POLİTİKA İşte böyle bir ortamda Türkiye, cumhuriyet olmanın bir gereği olarak ve demokratik süreçleri işleterek ülke yönetimindeki iki en önemli ve en kritik siyasi makam olan Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık el değiştiriyor. Halkın oyuyla Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan köşke çıkarken, Dışişleri Bakanı Davutoğlu Başbakanlık koltuğuna oturuyor. Doğal olarak Dışişleri koltuğunun sahibi de değişiyor. Türkiye’nin iç ve dış politikasını yakından izlemeye çalışan birisi olarak, AK Parti’nin genel başkanlık seçiminin yapıldığı Ankara Arena’daki kongreyi gözlemci olarak izleme ve Türkiye’yi 2023’e taşıyacak olan iki liderin konuşmalarını dinleme imkânı buldum. Aşağıdaki değerlendirmelerim buradaki izlenimlere dayanmaktadır. Yalnızca Karizma Değil, Erdoğan’ın Liderlik Özellikleri AK Parti 13 yıllık, görece genç bir siyasi parti olmasına rağmen ülkeyi 12 yıldır yöneten tecrübeli bir kadroya sahip. Bunun nedeni bir yandan kurucu lider Erdoğan başta olmak üzere AK Parti yöneticilerinin çoğunun geçmişte başka partilerde de görev almalarıdır. Fakat daha da önemli olan partinin iktidarda bulunduğu son on yılda kazandığı derin siyasi tecrübedir. Kurulduğunda AK Parti’nin bu kadar uzun süre ülke kaderine hükmedebileceğini herhalde kimse tahmin etmemişti. ERDOĞAN’IN UFKU, DAVUTOĞLU’NUN RÜYASI, TÜRKİYE’NİN ROTASI Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı K üresel düzlemde jeopolitik fay hatlarının hareketlendiği, büyük güçler arasındaki rekabetin kızıştığı, bölgemizdeki şiddet ve terör dalgasının yükseldiği, anarşi, belirsizlik ve endişelerinin giderek arttığı bir tarihsel konjonktürden geçiyoruz. Dünyanın kritik başkentlerinde ciddi bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Uluslararası toplumda derin bir karamsarlık hâkim. Buna karşın, Türkiye ekonomik, siyasi, güvenlik ve kimlik krizleriyle sarsılan pek çok ülke ile karşılaştırıldığında ekonomi-politik olarak 54 EYLÜL 2014 adeta bir istikrâr adası gibi duruyor. Ian Bremmer’in ünlü “J Curve (J Eğrisi)” kitabındaki tanımlamayla, Türkiye pek çok yönden dünyanın yükselen ve yıldızı parlayan az sayıdaki uluslarından biri. Hemen yanı başımızdaki Suriye, Irak ve Gazze’de kan gövdeyi götürürken, ülkemiz bir yıl içinde iki seçim birden yaşadı. Gezi olayları gibi toplumsal provokasyonlar, 17 Aralık gibi bürokratik vesayet girişimleri ve çözüm sürecinin yarattığı gerilimlere rağmen Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarını devam ettiriyor. Üstelik on ay sonra yeni bir seçime daha gidilecek. AK Parti’nin siyasetteki kalıcılığının nedenleri birkaç başlık altında toplanabilir. Bunların başında elbette Erdoğan’ın basiretli siyasi liderlik performansı geliyor. Siyaseti hak ve adaleti tesis etme ve medeniyet inşasının aracı olarak gören ve bu yoldaki cesaretini ve kararlılığını en olumsuz şartlarda bile sürdürebilen Erdoğan, partisini dokuz kez üst üste zafere taşıdı. İkincisi, Erdoğan, ideolojik olarak Erbakan’ın siyasi çizgisinden gelse de, Türkiye’nin ticari başkenti olan İstanbul’da yetişen ve bu nedenle reel hayatın; yani piyasanın gerektirdiği pragmatizmi ve esnekliği gösterebilen bir siyasetçi olarak davrandı hep. Üçüncüsü, Erdoğan’ı güçlü kılan yönlerden biri de insan tanıma konusundaki yeteneğidir. Bu özellik biraz özel sektördeki piyasa tecrübesine dayanıyor, biraz da teşkilatçılık geleneğine dayanıyor. Eski bir futbolcu olarak takım kurmayı, maçı kazanmak için takım arkadaşlarını motive etmeyi, kırmızı kart görmeden hakemle nasıl mücadele edileceğini ve en önemlisi de sürekli yeni yetenekleri nasıl keşfedeceğini iyi biliyor. Türkiye pek çok yönden dünyanın yükselen ve yıldızı parlayan az sayıdaki uluslarından biri. Hemen yanı başımızdaki Suriye, Irak ve Gazze’de kan gövdeyi götürürken, ülkemiz bir yıl içinde iki seçim birden yaşadı. Gezi olayları gibi toplumsal provokasyonlar, 17 Aralık gibi bürokratik vesayet girişimleri ve çözüm sürecinin yarattığı gerilimlere rağmen Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarını devam ettiriyor. 2001’de partiyi kurarken yola çıktığı pek çok arkadaşı bugün yok. Ama Parti genel başkanı olarak seçilen Davutoğlu dâhil yeni yüzler bugün partide veya hükümette etkin görevdeler. Bu anlamda AK Parti seçimler ve parti kongreleri vasıtasıyla kendi içinde aslında sürekli kan değişimini sağlayan bir kuruma dönüşmüş durumda. Refah partisinden ak saçlılara bayrak açarak, ayrılarak gelen AK Parti’nin öncü ekibi kan değişimini sağlamak adına parti tüzüğüne üç dönem sınırını koymuşlardı. Bugün başkasının değil de, Davutoğlu’nun genel başkanlık koltuğuna oturmasının önünü açan şey işte bu düzenlemedir ve bu ilke kadro değişimini başarıyla ve sühuletle sağlamaktadır. Böylece AK Parti dünyanın başka ülkelerindeki hâkim parti örneklerinde görüldüğü üzere, insan kaynakları bakımından sürekli kendini yenileyerek ve kapsayıcı politikalar izleyerek varlığını ve desteğini korumayı başarıyor. Yeni Türkiye Vizyonu ve Liderlik Değişimi Aslında Erdoğan’ı tanımlayan ve güçlü kılan yönlerden biri de, onun kendisini halkına adanmış bir misyon adamı olarak görmesi ve tüm Türkiye’yi fiziki, siyasi ve zihniyet açısından dönüştürücü bir rol üstlenmesidir. Son kongredeki konuşması bu anlamda oldukça açık ve sarih mesajlar içeriyor: “AK Parti, 13 yıllık bir siyasi parti olsa da asırlar öncesinde başlamış kutlu yürüyüşün devamıdır. 1071’de Sultan Alpaslan’ın ardında dua eden askerlerin duyguları neyse bizim duygularımız da aynen odur. Selahaddin Eyyübi’nin askerlerinin duyguları neyse bizim de odur. Biz kökü olmayan, geçmişiyle irtibatını kopa- EYLÜL 2014 55 ran bir hareket değiliz. Bu harekette Abdülhamid’in ruhu, Sultan Alpaslan’ın imanı, Mustafa Kemal’in ufku vardır… Bu hareket Ahmet Yesevi’den Hacı Bektaşi’ye, Necip Fazıl’dan Nazım Hikmet’e, Mehmet Akif’ten Sezai Karakoç’a, bu tatlı pınarlardan beslenmiş bir harekettir.” Daha önceki Balkon konuşmalarında da izleri bulunan bu yaklaşım biçiminde, Türkiye artık 1920’lerin yok olma korkuları üzerinde kurulmuş bir “ulus devlet” olarak tanımlanmıyor. Türkiye’nin kendi içindeki tüm farklılıkları tolere edecek bir siyasi çoğulculuğa, küreselleşmiş dünya şartlarında rekabet edebilen dışa açık bir ekonomik yapıya ve başta İslam dünyası olmak üzere tüm dünyadaki güç ve medeniyet merkezleriyle onurlu bir ilişkiyi sürdürebilecek bir dış politika vizyonuna sahip olması öngörülüyor. Artık cumhurbaşkanı olarak ülkeye hizmet edecek olan Erdoğan’ın konuşması da, kendisi hakkında hazırlanan yarım saatlik tanıtım filmi de bu siyasi vizyonu salondakilere ve TV başındaki izleyicilere anlatmak için bir vasıta olarak kullanıldı. Bu bağlamda AK Parti’nin yalnızca bazı hırslı kişileri iktidara taşıyacak bir siyasi örgüt olmadığı, bir misyon ve dava hareketi olduğu ısrarla vurgulandı. İkincisi, harekete yön veren siyasi ideolojinin ve bu “kutlu davanın” tarihsel olarak yeniden temellendirilmesi sağlandı. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı ve Selçuklu ile siyasi bağları yeniden vurgulandı. Bu arada muhafazakâr tabanda zaman zaman yaşanan Cumhuriyet ve Atatürkçülükle ilgili tartışmalara da, “Gazi Mustafa Kemal” söylemi üzerinden nokta konuldu. Son olarak, Erdoğan kongre konuşmasıyla bir kez daha partililerin ve aslında tüm Türkiye’nin yakın ve uzak “demokrasi hafızasını” tazeledi. Zira millet olarak geçmişle yüzleşmeden ve tarihin bıraktığı travmaları aşarak herkesin kabul edebileceği ortak ve adil bir siyasi tarih anlatısı üzerinde uzlaşmadan, geleceğin inşasına yönelik parlak rüyalar görmek mümkün değildir. Bu anlatıyı oluşturacak olanlar ise dönüştürücü siyasi liderler ve entelektüellerdir. Davutoğlu ve Yeni Türkiye’nin Yol Haritası Yukarıdaki tartışmalar göz önünde bulundurulduğunda ve Erdoğan’ın Türkiye vizyonu dikkate alındığında, yeni dönemde AK Parti’nin başına Davutoğlu gibi tarih, siyaset, dış politika ve siyaset felsefesi çalışan bir akademisyenin seçilmesi hiç sürpriz değildir. Zira Erdoğan sonrasında AK Parti’nin iki yolu vardı. Birinci yol, partinin başına uzlaşmacı, mülayim yumuşak bir 56 EYLÜL 2014 isim getirilerek, parti içindeki geçiş sürecini en az zayiatla atlatmak ve son on yıldaki kazanımları pekiştirme stratejisiydi. Böyle bir liderin aynı zamanda, son on yılda AK Parti hükümetinin izlediği yeni dış politikanın Batılı ülkelerde yarattığı eleştirileri bertaraf edeceği ve dünya sisteminde artan belirsizlikler anaforunu hâkim güçlerle işbirliği ve dayanışmayla aşabileceği savunuluyordu. Bu yaklaşımın parti içinde ve parti dışında olup da ideolojik olarak partiye uzak olmayan bazı muhafazakâr çevrelerde de alıcısı olduğu açık. Ancak böyle bir liderlik AK Parti’nin sürekli olarak vurguladığı öncü, reformcu ve dönüştürücü bir aktör olma kimliğini kaybettirir, onu giderek statükoculuğa mahkûm ederdi. Oysa AK Parti’yi on iki yıldır iktidarda tutan ruh, hem iç politikada hem de dış politikada izlediği vesayetçi hâkim güçlerle mücadele stratejisiydi. Gerçekten de AK Parti geçtiğimiz on yılda Türkiye’de başta darbeciler olmak üzere içerideki eski bürokratik vesayet sistemini önemli ölçüde geriletti. Deyim yerindeyse eğer, eski Türkiye’nin siyasi rejimini tüm kurum ve kurallarıyla yapıbozuma (deconstruction) uğrattı ve demokrasinin hukuki temellerini ve zihinsel zeminini tahkim etti. Demokrasinin güçlenmesi ile özellikle ulus devlet mantığının sonucu olan “etnik olarak Türk”, siyasi olarak “katı laik” bir devlet yaratma projesinin yarattığı sosyal ve siyasi gerilimler azalmaya başladı. Siyasi rejimin vatandaşla olan ilişkisini belirleyen güvenlikçi paradigma, yerini özgürlükçü yaklaşıma terk ettikçe aslında kazanan tüm Türkiye oldu. Zira sisteme yabancılaş(tırıl) an muhafazakârlar ve Türk olmayan vatandaşların devlete olan aidiyet duyguları güçlendi. Yeni Siyasi Kimlik ve Yeni Uluslararası Rol Tanımı Aslına bakarsanız parti kongresinde hem Erdoğan’ın hem de Davutoğlu’nun konuşmalarının ana teması Türkiye’deki ulus devlet kimliğinin yeniden tanımlanması ve bununla uyumlu olarak içeride kapsayıcı ve çoğulcu bir demokratik sistem yaratılmasıdır. Bu yaklaşım dış politika alanında ise Türkiye’nin işgal ettiği jeopolitik konumunu doğru okuyarak, kendisine tarihinin, kültürünün ve medeniyetinin biçtiği rolü üstenmesini öngörmektedir. Davutoğlu’nun konuşmasının hemen başında vurguladığı “insan, zaman ve mekân” ilişkisi, hem Türkiye’de ve aslında tüm bölgemizde yaşayan insanlar için ortak bir varoluş temeli tanımlamakta, hem de ülke olarak Türkiye’nin dış dünya ile ilişkilerinin temelini oluşturan jeopolitik ve jeo-kültürel bir konumlama yapan bir siyasi çerçeve sunmaktadır. Aslında bu yaklaşım, dış politikada Ahmet Davutoğlu’nun geliştirdiği “Stratejik Derinlik” perspektifinin esasını oluşturduğu gibi, bugünlerde çok konuşulan “Yeni Türkiye” tasarımının da temelini teşkil eden düşünsel/zihinsel haritayı temsil etmektedir. Yeni bir tarih okuması, yeni bir mekan yorumu ve dolayısıyla AK Parti kadrolarına ve tüm Türkiye’yi yönetecek olanlara yeni bir misyon yüklenmesi yapılmaktadır. Alparslan gibi öncü liderlere, İstanbul’un fethi gibi kritik ve anlamlı olaylara ve Ahmet Yesevi ve Ahmedi Haniye gibi hikmetli şahsiyetlere yapılan vurgu, Anadolu insanının son yüz yılda unutmaya yüz tuttuğu ortak değerlere atıfla Yeni Türkiye’nin kimliğinin hangi değerler kümesi üzerine inşa edildiği anlatılmaktadır. Ağrı dağından Hira’ya; Nil’den Tuna’ya kadar zikredilen mekân isimleri ise Yeni Türkiye’nin gönül coğrafyasını ve öncelikli ilgi alanını çizmektedir. Bu yaklaşım, Türkiye’deki yönetici elitin jeopolitik tahayyülünün ve stratejik kültürünün değiştiğinin apaçık göstergesidir ve hiç bu kadar güçlü ve açık biçimde ifade edilmemiştir. Aşağıdaki sözleri Davutoğlu’nun zihin haritasını ve bundan sonra izleyeceği dış politikanın ana hatlarını özetler mahiyettedir: “Bundan sonra biz hiçbir zaman şu veya bu tavrı alırsak, şu veya bu ülke ne diyor diye düşünmeyeceğiz. Başka ülkeler Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne düşünüyor diye düşüne- cekler. İşte bir milletin ayağa kalkmasının simgesi budur… Kim ne derse desin, kim hangi ithamda bulunursa bulunsun. Eksen kayması dediler yıllarca. Sonra yalnızlaştık dediler. Temel hedefleri bizim özgüvenimizdir, bizim vicdani diplomasimizdir. İddialarımızdan vazgeçmeyeceğiz. Hiç heveslenmesinler. Al bayrağı dalgalandırdığımız hiçbir mevziden ve mevkiden geri çekilmeyeceğiz. Ümitlerini bize bağlamış hiçbir kardeş halkı yalnız bırakmayacağız. Filistinlileri yalnız bırakmayacağız, Suriyelileri yalnız bırakmayacağız, Balkanlar’daki dostlarımızı, kardeşlerimizi yalnız bırakmayacağız, Kafkasya’yı, Orta Asya’yı yalnız bırakmayacağız ve bu kutsal yürüyüş Anadolu’ya nasıl girmişse, İstanbul önlerine nasıl yürümüşse aynı ideal için yürümeye devam edeceğiz.” Özetle, Türkiye seçmeni son iki seçimde de statükonun yanıltıcı rahatlığına sığınmak yerine, tarihe yön verecek, irade ve özgüven sahibi partileri ve liderleri seçmiştir. Bu sonuç, halkımızın zor, zahmetli ama aynı zamanda heyecanlı ve getirisi olan bir tarih yolculuğuna hazır olduğunu göstermektedir. Türkiye tarih sahnesine yeniden özne olarak çıkmaya hazırlanıyor. AK Parti’nin Erdoğan sonrasında başka birini değil de, özellikle Davutoğlu gibi iddia ve özgüven sahibi birini genel başkanı olarak seçmesi de, Türkiye’nin son on yılda şahit olduğu içerideki ve dışarıdaki değişim, dönüşüm ve restorasyon politikalarının devam edeceğinin en büyük işareti olarak okunabilir. EYLÜL 2014 57 DIŞ POLİTİKA ayırmak mümkün. Birincisi; ön yargılı bir biçimde konuya eleştirel bir tarzda yaklaşanlar. Bunların başında Mısır, Suriye ve Lübnan’daki bir kısım medya kuruluşları gelmektedir. Bu medya kuruluşları aynı dili kullanmaktadır. Referansları Türkiye’deki muhalif gazeteler ile siyasî partilerdir. Sistematik bir biçimde aynı kaynaktan besleniyorlar. Türkiye’yi yolsuzlukların ve baskının egemen olduğu ülke olarak takdim ediyorlar. Buna örnek olması açısından birkaç haber ve yorumu zikredelim: ARAP BASININDA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİNİN YANSIMALARI Doç. Dr. Cevher ŞULUL* Akademisyen T ürkiye’de 10 Ağustos 2014’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Başbakan Erdoğan’ın zaferi bütün dünya medyasında olduğu gibi Arap dünyasında da geniş yer buldu. Aslında Arap medyasının konuya olan ilgisi Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıkladığı gün başlamıştı. Örneğin Lübnan’da yayınlanan gazeteler; “Erdoğan yeni Türkiye’yi inşa etmek için cumhurbaşkanlığına resmen aday oldu. Göstergeler Erdoğan’ın seçimlerden zaferle çıkacağı yönünde. İlk turda Erdoğan cumhurbaşkanı seçilecek (Ennahar/Assafir).” başlıklarını haber yapmışlardır. Benzer şekilde Batışeria ve Gazze’de yayınlanan Al-Ayyam ile Al-Quds gazeteleri Erdoğan’ın adaylığına geniş yer ayırdı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına giden hayat hikâyesini konu edinip yorum yazıları yayınladılar. Al-Quds gazetesine göre ülkedeki işçiler ile yoksul kesimlerin ekseriyeti Erdoğan’ı desteklemektedir. Zira Erdoğan’ın eko- 58 EYLÜL 2014 nomi politikaları orta ve alt sınıfların refahına büyük katkı sağlamıştır. Benzer manşetleri ve haber başlıklarını diğer bir kısım Arap medyasında da görmek mümkündür. Şöyle ki: “AK Parti’nin adayı Erdoğan, ilk turda seçimi kazanacaktır. Kültürlü ve mutedil bir şahsiyet olarak bilinen Ekmeleddin İhsanoğlu’na ise şans tanınmamaktadır. Zira İhsanoğlu yetmiş yaşında, siyasî kariyeri olmayan, halk tarafından bilinmeyen bir şahsiyettir. Yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’nin baharıdır. Türkiye AK Parti ile ciddî anlamda bir yol ayrımındadır. Bu süreçte Erdoğan, demokratik Türkiye yolunda yeni cumhuriyetin sembol ismi olarak kalacaktır (Ürdün: Al-Rai; Bahreyn: Al-Ayam; Suudi Arabistan; Al-Riyadh, Al-Watan; Aljazeera.net; Katar; Al-sharq)” Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yapılan haber ve yorumları ise içerik itibarîyle iki kategoriye “Yolsuzluk iddiaları cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın peşini bırakmıyor. Türkiye’nin eski Mısır büyükelçisi: Erdoğan’ın seçim zaferi taksimde olduğu gibi birçok ilde gösterilerin fitilini ateşler (Albawabhnews.com: Mısır). Kemal Kılıçdaroğlu: Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması, Türkiye için büyük bir felâket anlamına gelir. (Syriamore.com: Suriye). İktidarda beş yıl görevde kalacak olan Erdoğan, şimdi yeni bir Türkiye’yi hedeflemektedir. Muhalefete göre yeni dönemde Erdoğan, kutuplaşmaya ve diktatörlüğe doğru gidecektir (Al-İttihad: BAE). Türkiye altmışlarda, yetmişlerde sağ sol diye bölünmüştü. Yeni Türkiye ise mezhebî, ideolojik ve etnik kutuplaşma ile bölünmüştür. Avrupa Birliği Türkiye’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini yeterince şeffaf bulmamıştır. Zira seçimlere başbakan olarak giren Erdoğan, devletin imkânlarını kullanmıştır (El-Ahram: Mısır; Al-Massa: Mısır; Alarabalyawm.net). Diğer bir kısım Arap medyası ise seçim süreci ile ilgili birçok haber ve yorum yazıları yayınlandı. Ancak bu haberlerde ve yorumlarda Erdoğan’a yönelik bir takım eleştiriler bulunmakla beraber onun, on bir yıllık başbakanlığı döneminde Türkiye’de ekonomi ve siyaset alanında yaptığı değişim ve dönüşümü de inkâr etmemektedirler. Bu medya kuruluşları seçim münasebetiyle Türkiye’nin sosyolojik yapısı, yakın siyasî tarihi ve toplumun siyasî eğilimleri hakkında analizler yayınlamışlardır. Bu analizlere baktığımız zaman Arap dünyasının Türkiye’deki olayları her yönüyle yakından takip ettiğini söyleyebiliriz. Son yıllarda -özellikle de Arap baharıyla birlikteArap medyasında çok seslilik daha bir görünür hale geldi. Bunun en iyi örneği monarşi ile yönetilen bir takım Arap ülkelerindeki bazı yazarların, yönetimlerin olumsuz tutumuna rağmen Türkiye ile ilgili yaptıkları pozitif değerlendirmelerdir. Şöyle ki: Türkiye’de siyasî sistem yeni bir merhalenin Erdoğan; vefalı, güçlü, cesur, korkusuz ve kınanmaktan korkmayan br lderdr. Zra o; mazde, halde ve stkbalde Türk halkının özünü temsl etmektedr (Akhbarturkya.com). eşiğindedir. Bu nedenle yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri önemli bir başlangıç niteliğindedir. Erdoğan, Türkiye’de devrim yapmıştır. Bunun birçok göstergesi vardır: 1. On yıllarca ülkeye egemen olan Kemalizm’e ait ritüeller, bugün artık sadece müzelerde ve kamu kurumlarında formel olarak görülebilmektedir. 2. Türkiye’nin siyasetçi, iktisatçı ve gazeteci/yazar profili değişmiştir. 3. Anadolu insanı artık Türkiye devletinin merkezindedir. Bu da Erdoğan’ın geçen on yıldaki başarısıdır. 4. Erdoğan parlamento ve yerel seçimlerde geleneksel sağ ve sol partileri tarihi bir hezimete uğrattı. 5. Erdoğan’ın yaptığı devrimler hiç kuşkusuz iktisâdi alanda inkâr edilemeyecek başarısına bağlıdır. Özetle Erdoğan ile ekibinin şekillendirdiği yeni Türkiye sınırlı bir proje değildir. Her hâlükârda yeni Türkiye, derinliği olan ve eski Türkiye’nin temellerini sarsan bir olgudur (Assafir: Lübnan). 2003’den beri başbakanlık yapan Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimlerinden zaferle çıktı. Beş yıllık cumhurbaşkanlığı süresince birlik barış ve uzlaşmayı vaad etti. Erdoğan bu başarısıyla Türkiye’nin en etkili liderleri arasına girdi (Al-riyadh: Suudi Arabistan). Erdoğan, diğer İslâm ülkelerindeki İslâmcı partilerin aksine kendi ülkesinde ekonomik kalkınmayı gerçekleştirme başarısını gösterdi. (assabah.press.ma/index.php: Mağrib). Muhafazakâr ve İslâmcı bir hükümetin başbakanı olan ve 2003 yılından beri ülkeyi yöneten Erdoğan oyların % 52’sini alarak cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandı. (Al-Ra’i: Ürdün). Erdoğan zafer kazandı; Türkiye yönetiminde yeni bir merhaleye geçildi. Seçim zaferinden sonra Erdoğan, AK Parti genel merkezinin önünde toplanan birlerce kişiye hitap ederken yeni Türkiye vaat etti. Erdoğan cumhuriyet tarihinin en güçlü lideridir. (Al-Ayyam: Filistin). 2003’ten beri Türkiye’yi yöneten İslâmcı ve muhafazakâr hükümetin başbakanı ilk defa yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kesin zafer kazandı (Al-Ra’y: Katar). Erdoğan: “Bu zafer yal- EYLÜL 2014 59 nızca Erdoğan’ın zaferi değildir. Şu anda halkın iradesi ve demokrasi yeniden zafer kazandı. Bu zafer bana oy veren ve vermeyen 77 milyonun zaferidir. Kardeşlerim bugün sadece Türkiye değil, bu gün Bağdat, İslâmabat, Kabil, Beyrut, Bosna, Şam, Halep, Humus, Gazze, Hama, Ramallah, Nablus, Eriha ve Kudüs kazandı (Al-Sharq: Katar). Bu seçimler Erdoğan’ın siyasî hayatının zirvesini teşkil etmektedir. O, şimdiye kadar girdiği bütün yerel ve genel seçimlerden zaferle çıktı. Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın başladığı işi bitirme, Türkiye’yi büyük bir ülke yapma, bölgede ve dünyada muktedir hale getirme konusunda idealleri vardır. Erdoğan’a göre bu süreçte ancak kendisi başarılı olabilir. Bu ise 3. Dünya ülke liderlerinin en büyük handikaplarından biridir. Onlar ülkeyi, halkı ve sistemi kendilerine entegre ederler. Onlarla ülke kalkınır diğer türlü kaybeder. Ancak Erdoğan farklı olarak bir başkasının yetkilerini gasp etmiyor. O siyasî sistemi değiştirmek istiyor. Ona göre siyasî sistemin ağırlık merkezinde başbakan değil cumhurbaşkanı bulunmalı. Erdoğan 2023’e kadar iktidarda kalmayı, güçlü lider olmayı ve cumhuriyetin 100. kuruluş yıldönümü kutlamalarında bulunmayı istemektedir. Osmanlı devletinin varisi yeni Türkiye’yi inşa etmeyi istemektedir. Erdoğan, seçimi kazanmamış olsaydı bütün bu hayallerin gerçekleşme ihtimali kalmazdı. Muhalefetin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’na gelince onun bu türden yüksek idealleri söz konusu değildir. Muhafazakâr kimliği, siyasî dengeleri değiştirebilir ümidiyle muhalefet tarafından aday gösterildi ve desteklendi (Al-Sharq: Katar). Erdoğan başkanlık seçimlerini kazandı. Fakat garip olan şey Müslüman Kardeşlerin Erdoğan’ı Mursi ile mukayese etmesidir. Bu mukayese Real Madrid ile mahalle takımının mukayese edilmesine benzer. Erdoğan’ın meşruiyetini ekonomik kalkınmadan, düşen işsizlik oranlarından, iktisâdi göstergelerden, halkın güven duygusundan alıyor (Al-shark al-awsat: Suudi 60 EYLÜL 2014 Arabistan). Osmanlı sultanlarının tahta çıkışlarında adet olduğu gibi Erdoğan da % 52 oy oranıyla ilk defa yapılan seçimlerden zaferle çıkınca namazı eda etmek için Sultan Ahmed Camiine (el-mescid el-azrak) gitti. Bu da onun Osmanlı geleneğine bağlılığının göstergesidir (Alkhaleej: BAE). Erdoğan Araplara bir Osmanlı gibi bakıyor: Erdoğan 2023’e kadar iktidarda kalacak gibi görünüyor. Büyük Osmanlıyı yeni bir tarzda temsil ediyor. 2023’e kadar büyük projeler hedefliyor: 3. Köprü, 3. Hava alanı, Süveyş kanalı gibi İstanbul kanalı, İstanbul’un her yerinden görülecek olan altı minareli Çamlıca tepesine yapılan cami gibi. Erdoğan’ın yeni Osmanlı projesinin önünde kayda değer bir engel söz konusu değildir. Zira AK Parti Türkiye’de devrim sayılabilecek nitelikte reformlar yaptı. Kişi başına düşen geliri üç kat arttırdı. Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 15. ekonomisi haline getiren Erdoğan, on yıl içerisinde 10. büyük ekonomisi haline getirmeyi vaat etmektedir. Orduyu siyaset alanının dışına çıkardı. Tarihi önemde olan Kürt meselesini çözdü (Alkhaleej: BAE). Türkiye’de yaşayan Arap diasporası Erdoğan’ın seçim zaferini memnuniyetle karşıladı. Zira Türkiye, Erdoğan döneminde Suriye, Mısır ve Filistin olmak üzere bölgesel anlamda Arap dünyasının sorunlarının çözümünde onlarla dayanışma halinde olmuştur. Yine Türkiye, Erdoğan döneminde kendi ülkelerinde diktatöryel yönetimler tarafından takibe ve baskıya maruz kalan ve özgürlük mücadelesi veren Arap aydınların kıblesi haline geldi. Erdoğan Arap devrimlerini destekledi. Arap baharının çocuklarını himaye ederek onlara güvenli bir sığınak oldu. Erdoğan’ın seçim zaferi özgürlük için mücadele veren Müslüman Araplara manevî anlamda güç verdi. Devrimlere onurlarını geri verdi. Zira Türkiye, Arap devrimlerini destekleyen en önemli ülkelerden biridir (aljazeera.net). Öncelikle şunu kabul edelim, Erdoğan siyasî hayatı boyunca bazı hatalar yapmıştır. Fakat hataları yaptıklarıyla mukayese edildiği zaman önemsiz kalır. Özellikle yaptığı reformlar, gerçekleştirdiği ekonomik kalkınma bunun göstergesidir. Erdoğan öncesi erken dönem liderler; kariyerlerini Batılı devletlerle yaptıkları antlaşmalar, Osmanlı imparatorluğunun inkârı, İslâmî kimliğin reddi, geri kalmışlığın nedeni olarak kabul edilen Doğuya sırtlarını dönme, Batılılaşma yolunda Türk toplumunun siyasî, kültürel ve toplumsal kimliğini değiştirme üzerine inşa etmişlerdir. Fakat bu alanda verdikleri bütün ödünlere rağ- men Türkiye’yi Avrupa’nın bir parçası haline getirme ve bölgesinde ekonomik ve siyasî güç yapma konusunda başarılı olamamışlardır. Fakat alt orta sınıftan gelen Erdoğan kendisinden öncekilerin yaptıklarının tam tersi şeyler yaptı. Türkiye’nin İslâmî kimliğine yeniden sahip çıktı. İktisâdi kalkınma zemininde demokrasi ile İslam’ı uzlaştırdı. Ülkeyi ekonomik dar boğazdan kurtardı. Türk insanın yaşam standardını yükseltti. Özetle Erdoğan taç giymeyen bir Osmanlı sultanıdır. O, yakıcı bölgesel sorunlarla baş edebilen bir dâhidir. İçerde ve dışarda uzun kuyruklar oluşturan düşmanlarına rağmen onun iktidarda on yıl kalabilmesinin sırrı burada saklıdır. Erdoğan’ın en büyük güvencesi Türk halkının çoğunluğunun ona açtığı kredi ile şeffaf ve özgür seçim sandıklarındaki başarıdır (Raialyoum: Londra). Nobel ödüllü Yemenli aktivist Tevekkül Karman: Erdoğan’ın seçim zaferi, Gazze halkının İsrail’e karşı kazandığı zaferden sonra kazandığımız ikinci zaferdir. Bu iki zafer, Mısır’daki faşist darbenin bizde uyandırdığı üzüntüyü gidermeye yetti. Erdoğan’ı ve Türk halkını tebrik ediyorum. Erdoğan’ın seçim zaferi, Arap baharının düşmanlarının sevinçlerini kursaklarında bıraktı. Onlar, Arap baharının dostlarından bir gün intikam alacaklarını ümit ediyorlardı. Türk halkı buna izin vermedi (wadymasr.com). Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler 25 Ocak ile 30 Temmuz devrimlerinden faklı tarzda etkilendi. Birincisinde -yani 25 Ocak’ta- Erdoğan, Mısır’ı Muhammed Mursi yönetiminde olduğu için ciddî anlamda destekledi. Fakat 30 Temmuz’dan sonra işler tersi yönde gitmeye başladı. Zira Erdoğan’a göre 30 Temmuz, devrim değil askeri darbedir. Erdoğan, Mısırdan kaçan Müslüman Kardeşler Örgütü liderlerine kapılarını açtı. Erdoğan’ın seçim zaferi Mısır ile Türkiye arasındaki ilişkilerin değişmeyeceği anlamına gelir (al-watannews.com). Erdoğan; vefalı, güçlü, cesur, korkusuz ve kınanmaktan korkmayan bir liderdir. Zira o; mazide, halde ve istikbalde Türk halkının özünü temsil etmektedir (Akhbarturkiya.com). Sonuç itibarîyle Arap dünyası Türkiye’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilgiyle takip etmiştir. Yapılan bazı eleştirilere rağmen Erdoğan döneminde Türkiye’deki siyasî ve iktisâdi alandaki gelişmelerden övgüyle bahsetmişlerdir. Onlara göre Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması, Türkiye ve bölge açısından son derece önemli bazı gelişmelere kapı aralayacaktır. Erdoğan’ın güç- Erdoğan Araplara br Osmanlı gb bakıyor: Erdoğan 2023’e kadar ktdarda kalacak gb görünüyor. Büyük Osmanlıyı yen br tarzda temsl edyor. (Alkhaleej: BAE). lü bir başkanlık modeliyle, başbakanlığı döneminde bölgesel sorunlarda sergilediği performanstan daha fazlasını yapabileceğine inanılmaktadır. Özellikle Suriye, Filistin ve Mısır gibi Arap Dünyası’nın en önemli meselelerinin çözümünde gerek Avrupa ve ABD gerekse İran nezdinde Türkiye’nin sözü daha fazla dinlenir hale gelecektir. Burada Arap kamuoyunun duygu ve düşünceleri de önemlidir. Bu nedenle de Arap halkların duygularını yansıtması açsından Londra’da bulunan Asharqalarabi Medeniyet ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin direktörü Zuheyr Selâm’ın Erdoğan’ın seçim başarısı nedeniyle kaleme aldığı şu satırları dikkat çekicidir: “Zafer kazanmış adamın zaferiyle, bir ülke bir millet ve yeryüzünün mazlumları zafer kazandı. Allah bu zaferi Türkiye’ye, bütün Türk halkına hayırlı kılsın. Allah, İnsanların akıllarını ve kalplerini cezbeden, dinamizmi keşfedip yönlendiren, onları üretken hale getiren Erdoğan’ı hayırlı işlerde muvaffak eylesin. Ona, çalışma arkadaşlarına, devletine kolaylıklar versin; zorluklarla karşılaştırmasın. Onun eliyle daha fazla refahı, onuru ve ilerlemeyi tahakkuk ettirsin. Erdoğan, cumhurbaşkanlığını hak ediyor. Türkiye’nin cumhurbaşkanlığına seçilen Recep Tayyip Erdoğan’ı tebrik ediyoruz. Bu zafer bütün Türk milletinin zaferi olduğu gibi bütün Müslüman halkların da zaferidir. Türk halkının bu zaferi aynı zamanda Suriye, Irak, Mısır, Filistin ve yeryüzündeki bütün mazlumların zaferidir. Bu zafer; her yerde bütün maskelerin düştüğü, çirkin yüzlerin göründüğü, sözde insan hakları kalpazanlarının olduğu bir zamanda gerçek anlamda insanlığın zaferdir. Bu gün Fatih’in torunları tekrardan ümit haline geldiler. Mazlumlar çoğaldı ve gıyabında Erdoğan’a, devletine ve çalışma arkadaşlarına dua ettiler ve bekliyorlar. Ümit ederiz ki bu bekleyiş uzun sürmez (Asharqalarabi.org.uk). * Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. EYLÜL 2014 61 DIŞ POLİTİKA Çnllern Erdoğan’ın güçlü Türkye hedefn “Türkye Rüyası” olarak ntelemeler anlaşılır br durumdur. Çn’n esk Türkye Büyükelçs Yao Kuangy de Erdoğan’ı güçlü Türkye Rüyası olan br şahsyet olarak belrtmektedr. Çn yönetmnn ses olan Halk Günlüğü gazetesnn bünyesnde faalyet gösteren Global Tmes, yabancı ajansların haberlerne atıfta bulunarak Erdoğan’ın Türklere “Türkye Rüyası” vaat ettğn yazmıştır. ÇİN BASININDA “TÜRKİYE RÜYASI” Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı B aşbakan Recep Tayip Erdoğan 10 Ağustos 2014’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile 12. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş ve dünya liderleri tebrik telefonları ile Erdoğan’ı kutlamıştır. Batı basını da Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili yoğun ilgi göstermiştir. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in tebriknamesinin 13 Ağustos akşam saatlerinde beyan edilmesine rağmen, Erdoğan’ın özgeçmişine özel yer ayıran Çin basını, Türkiye ve dünya basınının Türkiye Cumhurbaşkanı seçimi hakkındaki haber ve yorumlarına da atıfta bulunarak, sayısal olarak daha önce görülmemiş bir şekilde yorum ve analizlere yer vermiştir. Başkan Xi Jinping’in kutlama mesajında: “Çin-Türkiye diplomasi ilişkisinin tesis edildiği 43 yıldan bu yana iki ülke ilişkileri hızlı ilerlemeler kaydetmiştir. Özellikle 2010 yılında Çin ile Türkiye’nin 62 EYLÜL 2014 stratejik işbirliği ilişkilerini oluşturmasından sonra iki tarafın karşılıklı siyasal güveni giderek artmıştır, pragmatik işbirliği verimli sonuç almıştır, kültürel ilişkiler daha renkli olmuştur. Çin-Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesine büyük önem vermekteyim, sizinle birlikte iki halk arasındaki geleneksel dostluğun ilerletilmesine, çeşitli alanlarda karşılıklı yararlı işbirliğinin derinleştirilmesine, Çin-Türkiye stratejik işbirliği ilişkilerinin sürekli geliştirilmesine ve iki ülke ile iki ülke halklarının yararına çaba göstereceğim” şeklinde ifadelere yer verilmiştir. Türkiye Rüyası 19. yüzyılın başlarında çok çalışma ile başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği fikrini savunan bir düşünce biçimi ve geleneği olan Amerikan Rüyası’na benzer bir şekilde, Mart 2013’te iktidara gelen Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Çin Rüyası’nı ortaya koymuştu. Şimdilerde, çalışkan ve barış yanlısı Çinlilerin yeniden büyük doğuşunu ve milli ruhları temelinde güçlü ve müreffeh bir ülkeyi hedefleyen Çin Rüyası kavramının içeriği doldurulmaya çalışılmaktadır. Başkan Mao’dan (1893-1976) sonra iktidar gücünü elinde tutan Deng Xiaoping (1904-1997), 1978 yılında fikir olarak ortaya attığı ve 1987 yılında yürürlüğe koyduğu üç aşamalı stratejik kalkınma projesiyle bugünkü Çin’i yaratmıştır. Bundan sonraki Çin liderleri Deng Xiaoping’in kalkınma stratejisi üzerinde ilerlemeye çalışmışlar ve kendi dönemlerine göre bir takım hedefler de tespit etmişlerdi. Başkan Xi Jinping’in Çin Rüyasının iki tarihli hedefi vardır: 1921 yılında kurulan Çin Komünist Partisi’nin 100. kuruluş yıldönümü ile 1949 yılında kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümünde Çin’in dünyanın en güçlü ve müreffeh ülkesi olmasıdır. Türkiye de son yıllarında ulusal çıkarları doğrultusunda (devletin bekası ve halkın refahı) tespit ettiği hedeflerine erişebilmek için bazı belgeler yayımlamıştır; örneğin “Türkiye Hazır: Hedef 2023” belgesi (16 Nisan 2011), “2023 Siyasi Vizyonu: Siyaset, Toplum ve Dünya” belgesi (30 Eylül 2012) ve “Yeni Türkiye Yolunda: Demokratik, Müreffeh ve Öncü Ülke” vizyon belgesi (11 Temmuz 2014) gibi stratejik kalkınma belgeleri bulunmaktadır. Türkiye’nin de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023 yılı ve Türklerin Anadolu’yu yurt edinmesinin 1000. yılı olan 2071 yılı gibi tarihlendirilmiş iki kalkınma hedefi vardır. Çin’deki bazı Türkiye uzmanları bu iki rüyanın birbirleriyle rekabetçi özellikler taşıdığını ifade etmektedirler. Bu bağlamda Çinlilerin Erdoğan’ın güçlü Türkiye hedefini “Türkiye Rüyası” olarak nitelemeleri anlaşılır bir durumdur. Çin’in eski Türkiye Büyükelçisi Yao Kuangyi de Erdoğan’ı güçlü Türkiye Rüyası olan bir şahsiyet olarak belirtmektedir. Çin yönetiminin sesi olan Halk Günlüğü gazetesinin bünyesinde faaliyet gösteren Global Times, yabancı ajansların haberlerine atıfta bulunarak Erdoğan’ın Türklere “Türkiye Rüyası” vaat ettiğini yazmıştır. AK Parti merkezindeki Balkon Konuşması’nda 60 yaşındaki Erdoğan’ın seçim zaferini “tarihî bir gün” olarak nitelendirdiğine dikkat çeken gazete, Erdoğan’ın sözlerine atıfta bulunarak “milli irade bir kez daha tecelli etmiştir” ve “Türkiye yeni bir devri karşılamaktadır” ifadelerini kullanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefinin Türkiye’yi dünyanın en güçlü ülkelerinden biri haline getirmek olduğunu belirten gazete, Erdoğan’ın: “dünyada ülkemiz ve milletimizin gerçekleştiremeyeceği rüyası ve hedefi yoktur”, “geleceğimiz bugünden daha iyi olacaktır”, “birlikte Türkiye Rüyası için çabalamalıyız” sözlerine yer vermiştir. Gazeteye göre Türkiye Rüyası ortak bir zemin (Qiutong Cunyi) üzerinde inşa edilmiştir, yine Erdoğan’ın sözüne yer vererek “ortak değerler temelinde ülkenin geleceği inşa edilecektir” ifadesini kullanmıştır. Global Times gazetesi her ne kadar Erdoğan’ın orijinal konuşmalarından farklı ifadeler kullanmış olsa da sözlerin anlamını kavramış gibi gözükmektedir. Örneğin son ifadenin orijinal hali “bugünden itibaren yeni bir toplumsal uzlaşma anlayışıyla, farklılıkları zenginlik olarak görerek ancak, farklılıkları değil ortak değerleri öne çıkararak yeni bir istikbali inşa etmek istiyorum” olacaktı. Ortak bir zemin ile ilgili Erdoğan’ın orijinal sözü ise “hepimiz aynı ecdadın, aynı kültürün ve aynı medeniyetin, aynı tarihin evlatlarıyız. Siyasi görüşlerimiz farklı olabilir, yaşam tarzlarımız farklı olabilir. İnançlarımız, mezheplerimiz, değerlerimiz, etnik köken ve dillerimiz farklı olabilir ama biz, hepimiz bu ülkenin evlatlarıyız” şeklindeydi. Efsane Bir Lider Sıfırda başlayıp zirveye ulaşan Recep Tayyip Erdoğan’ı siyasî efsane ve siyasî güçlü adam olarak tanımlayan Çin basınının bir kısmı, Erdoğan’ın 77 milyon Türk halkının Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi yeni bir çağa götüreceğine dair yemin ettiğinin altını çizmektedir. Bazı basın organları da bu durumu “Erdoğan Çağı” olarak tanımlamıştır. EYLÜL 2014 63 sız bir politika izleyecek, bununla birlikte sanayileşme sürecine daha da önem verecektir. Erdoğan’ın siyasi, ekonomik ve toplumsal alanındaki başarısını gölgelemek için ortaya atılan yolsuzluk iftiralarına ve muhaliflerin sert eleştirilerine rağmen Türkiye toplumu onu başarılı bulmaktadır. Erdoğan’ın kişisel kabiliyeti ile Türkiye’yi siyasî ve ekonomik açıdan dönüştürdüğünü ifade eden bir takım medya kuruluşları, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin Türkiye’nin siyasî ve ekonomik istikrarına önemli katkılarının olacağını belirtmektedirler. Neticede, Çin basını Erdoğan’ın Başbakanlık yaptığı 10 yıl boyunca etkileyici başarılar elde ettiği hususunda hemfikir gözükmektedir. Ancak Çin gazeteleri Erdoğan’ın demokratikleşme ve toplumsal barış politikalarına fazla değinmemiştir. Türkiye Rüyasının Zorlukları Çizim: Zhao Heping, GMW, 12 Ağustos 2014 Çin basını Erdoğan’ı “Güçlü Başkan” (qiangren zongtong) olarak tanımlamakta ve Türkiye’nin büyük ülke modelinin henüz yeni şekillenmeye başladığı yorumunu yapmaktadır. Bazı Çin gazeteleri güç ile anılan Erdoğan’ın en büyük başarısının daha önce Türkiye’de yaşanan siyasî kaoslara son vermesi olduğunu yazmaktadırlar. Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olduğu sırada büyük başarılar gösterdiğini ve Başbakanlık görevi boyunca siyasî ve ekonomik alanda başarılı neticeler aldığını ifade eden Çin’in eski Ankara Büyükelçisi Yao Kuangyi, Erdoğan’ın taban sınıftan geldiğini, duruşu ve iş yapma tarzının sert olduğunu belirtmektedir. Çin’in Jiefang Daily gazetesine röportaj veren Pekin Üniversitesi Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün Ortadoğu uzmanı Wu Bingbing, Erdoğan’ın yurtiçinde destek alabilmesinin gizli kodunun onun başarılı ekonomi politikası ve Batı ile yakın ilişkilerini sürdürmesi olduğunu ifade etmektedir. Pekin Sosyal Bilimler Akademisi Uluslararası Sorunlar Araştırma Enstitüsü uzmanı Wang Guoxiang’a göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan siyasi açıdan gücü daha da merkezileştirecek ve ekonomi alanında daha bağım- 64 EYLÜL 2014 Bazı Çinli uzmanlar Erdoğan’ın Yeni Türkiye adı verilen Türkiye Rüyası’nın gerçekleşmesinde bazı zorluklar yaşanacağını dile getirmektedir. Jinghua Shibao gazetesine göre Türkiye nüfusunun neredeyse tamamının Müslüman olması ve Erdoğan’ın dindar bir Müslüman oluşu seçimi kazanmasındaki sebeplerden biridir. Erdoğan’ın dindar tutumu onun orta ve alt sınıfın takdirini topladığı gibi aynı zamanda sabit bir dindar destekçi kitle meydana getirmiştir. Yine Xin Jing Bao gazetesine göre, Erdoğan’ın Başbakanlık görevine geldiğinden buyana siyasetin dinselleşmesi süreci hızlanmış ve dindar kesim ile seküler kesim arasında çatışmalara sebep olan bir ortam oluşmuştur. Türkiye’de yaşanan bu gelişmeler diğer ülkelerin endişe ile izlemesine neden olmaktadır. Buna rağmen Türkiye’nin yaklaşık bir asır boyunca sekülerleşme süreci ve tecrübesi, Batı’ya dönük politika izlemesi ve AB üyelik sürecini devam ettirmesi sebebiyle tamamen şeriat devletine dönüşmesi kolay olmayacaktır. Büyükelçi Yao Kuangyi’ye göre, Türkiye’de siyasetin dinselleşme süreci devam edecektir, ancak sınırlı ve yavaş gelişmeler yaşanacaktır. Bazıları gücünü daha da arttıran ve daha kibirli Erdoğan’ın, seküler ile dini kesimlerin arasındaki çatışmaları alevlendirebileceği ve sonuçta siyasal istikrara zarar vereceği görüşündedir. Bazıları Erdoğan’a yönelen eleştirilere de değinmişler, dinî motifli siyaseti ve diktatörlüğe meyilli olduğu iddialarına yer vermişlerdir. Bazı gazeteler de Türk basınından alıntı yaparak, Erdoğan’ın “Yeni Türkiye” kavramını “Eski Türkiye” ile kıyaslayarak bir çeşit siyasî yanılsama yaptığı, böylelikle de Bugünkü dünyada yaşanan değşm ve dönüşüm sürecnde, özellkle güç değşm le meydana gelmekte olan yen uluslararası syasal ve ekonomk düzennn bçm alma sürecnde, bütün ülkeler kend çıkarları doğrultusunda bu düzende yern alma ve konumunu sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Başkan X Jnpng ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu sürecn yarattığı msyonu üstlenmekle tarh yazablrler. diktatörlüğe doğru kaydığı hususunda muhalefetin endişelerini okuyucularına aktarmışlardır. Bu gidişatın Türkiye’de siyasal ve toplumsal çatışmalara yol açabileceği de iddia edilmektedir. Bazı medya kuruluşları da Atatürk’ün laik ideallerinden uzaklaşılacağına dair kaygılara yer vermekle, siyasal ve toplumsal çatışmaların yaşanabileceğini dile getirmektedirler. Bazı gazeteler de Ekonomi ve Dış politika Araştırma Merkezi (EDAM) Yönetim Kurulu Başkanı Sinan Ülgen’in ifadesine yer vererek; Erdoğan’ın yeni Anayasa çalışmasının gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin demokrasisine zarar vereceğini, bunun nedeninin de Erdoğan’ın ABD tarzı başkanlık sisteminden farklı olarak güç dengesi olmayan bir modeli arzuladığını belirtmektedirler. tırmalar Enstitüsü’nün Ortadoğu uzmanı Wu Bingbing, Suriye, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Rusya gibi ülkelerle olan olumsuz ilişkilerinden dolayı Ankara’nın “dostluk çemberi”nin daraldığı görüşündedir. Çinliler, güçlü Türkiye’nin çevresel güvenlik ve istikrarsız gelişmelere karşı geliştirdiği politikasına bağlamaktadır. Ancak, Türkiye’de uzun zaman muhabirlik yapan Hou Yibing, Erdoğan’ın dış politikasının çok olgun olduğunu ve diplomatik araçların kullanımında çok esnek davrandığını gözlemlediğini ifade etmektedir. Yani Erdoğan’ın söz konusu sorunlarla rahatlıkla başa çıkabileceğini belirtmektedir. Recep Tayip Erdoğan ve Xi Jinping Çin basınında, Türkiye’de dinî kesim ile seküler kesim arasında yaşanacak muhtemel çatışmaların siyasal istikrarı bozabileceği, bu durumun da ülke ekonomisine olumsuz etkilerde bulunacağı da zaman zaman dile getirilmektedir. Çin’in Modern Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (CICIR) Türkiye Araştırmaları Merkezi Başkanı Zhou Ji, söz konusu çatışma senaryolarının Batı medyasının abartılı haberlerinin oluşturduğu atmosferden ibaret olduğunun, gerçeklerin söylendiği gibi olmadığının altını çizmektedir. Zhou Ji’ye göre, Batı dünyası bu tarz söylentilerle panik havası estirmekte ve bu durumu Ankara’ya baskı yapma aracı olarak kullanmaktadır. Çin medyası, Türkiye ve dünya basınına dayandırarak, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve 2015 yılındaki genel seçim sonrası Türkiye’de başkanlık sisteminin getirilmesi ile beraber Erdoğan’ın daha otoriter bir rejim oluşturacağı görüşünü dile getirmektedir. Buna karşı olarak Erdoğan’ın amacının Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının yetkilerini genişletmek olduğunu izah eden Şanghay Uluslararası Sorunlar Araştırmaları Enstitüsü (SIIS) Batı Asya ve Afrika Araştırmaları Merkezi Türkiye uzmanı Jin Liangxiang, sadece Cumhurbaşkanlığı (başkanlık) yetkilerini güçlendirmek ile bir liderin otoriter olup olmadığını belirlemenin güç olduğu görüşünü ortaya koymaktadır. Çinli uzmanlara göre, Türkiye’nin sıfır sorun politikası 2009 yılına kadar başarılı olmasına rağmen Ortadoğu’da yaşanan çalkantılı gelişmeler ile birlikte söz konusu politika gevşemeye başlamıştır. Şanghay Yabancı Diller Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Fahri Başkanı Zhu Weilie, son 5 yıldan beri Türkiye’nin dış politikası bölgeye geri dönüş eğilimi göstermiş ve üç mesele (İsrail, Orta Doğu’daki değişimler ve Müslüman Kardeşler) üzerinde yoğunlaştığı kanaatindedir. Türkiye’nin sıfır sorun politikasının gevşemesiyle birlikte Orta Doğu’da güçlüklerle yüz yüze kaldığını ortaya koyan Pekin Üniversitesi Uluslararası Stratejik Araş- Bugün ABD’nin oluşturduğu uluslararası siyasal ve ekonomik sistem gevşemeye başlamıştır, bu sistemin ürünleri olan BM, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’ne meydan okunmaktadır. G20 ve BRICS gibi yeni oluşumlar bu örgütlere karşı seslerini yükseltmeye başlamışlardır. Çin gibi yeni yükselen güçlerin, tek kutuplu dünyaya karşı çok kutuplu dünya düzeni talepleri Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte artmaktadır. Dünya ekonomi merkezinin Batı’dan Asya Pasifik’e kayması ile birlikte mevcut büyük güçlerin siyasî ve özellikle güvenlik alanındaki ilgisi de Asya Pasifik’e yönelmiştir. Mevcut hegemonya gücü olan ABD, yükselen Çin’e EYLÜL 2014 65 DIŞ POLİTİKA karşı gücünün büyük bir kısmını Asya Pasifik’e taşımaktadır. Batı merkezli bir dünyadan çok merkezli dünyaya doğru gelişmeler yaşanmaktadır. Yükselen Çin’in Paracel, Spratly ve Doğu Çin Denizindeki komşuları ile arasındaki toprak ihtilafı ve Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve taraflar arasındaki gerilimler mevcut dünya düzenine meydan okumak anlamına gelmektedir. İlgili ülkeler güç kazanabilmek için ya yeni silah teknolojisine yönelmekte ya da silahlanma yoluna gitmektedir. Bununa birlikte 2008 yılından bu yana yaşanan küresel ekonomik kriz henüz tam anlamıyla onarılmış değildir. Yukarıdaki gelişmelerden dolayı Üçüncü Dünya Savaşı zikredilmeye başlanmıştır. Örneğin Ukrayna krizi Üçüncü Dünya Savaşını tetikler mi? Dünya savaşı tekrar başlayacak mı? Üçüncü Dünya Savaşı Asya’da başlar mı? gibi soruları görmek mümkündür. Bazı araştırmacılar Üçüncü Dünya Savaşı’nın silahlarının da hazır olduğunu belirtmektedirler. Brooking Enstitüsü’nün Başkan Yardımcısı Kemal Derviş de Ukrayna’daki kriz ve Orta Doğu’daki kargaşanın finansal piyasalara yansımamasının kimseyi gevşetmemesi gerektiğini belirterek şartların I. Dünya Savaşı öncesini andırdığını ifade etmektedir. Bütün bu gelişmeler güç değişimi (power shift) meydana getirmektedir ve yeni uluslararası siyasal ve ekonomik sisteminin doğuşuna neden olmaktadır. Son 500 yıllık dünya tarihine bakıldığında, güç değişimi ve yeni dünya düzeni söz konusu olduğunda çoğu zaman felaketlerle sonuçlandığını tespit etmek zor değildir. Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin çevresinde değişim depremleri yaşanmıştı. Önce Doğu Avrupa ve Balkanlarda (Yugoslavya), sonra Kafkasya (Çeçenistan, Ermeni-Azerbaycan) ve Orta Asya’da (Afganistan, Kırgızistan), bugün ise Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da baş gösteren istikrarsızlık sorunları hâlâ devam etmektedir. Bir bölgesel güç olarak yükseliş yolunun başlangıcında olan Türkiye, hem İslam hem de Türk dünyasının bir dizi beklentisi ile karşı karşıyadır. Tahrip edilmiş bölgesel istikrar Türkiye’nin dış pazarını olumsuz etkilediği gibi Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının yavaşlamasına da sebep olmaktadır. Türkiye’de meydana gelen değişim ve dönüşümler siyaset, ekonomi, toplum ve toplumsal yaşam alanlarında türbülans etkisi yaratmaktadır. Aynı şekilde Türkiye’nin demokratikleşme ve toplumsal barış süreci henüz sonuçlanmış değildir. 66 EYLÜL 2014 Dünya’da ve Türkiye’de yaşanmakta olan bu gelişmelere karşı Türkiye yeni vizyon ve güçlü ülke olma refleksi göstermektedir. Yurtdışı ile yurtiçi zorlukları aşabilmek ve yeni bir Türkiye’yi kurmak için güçlü bir Türkiye’ye ve güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda sancılı süreci atlatabilmek için Erdoğan gibi bir Cumhurbaşkanın güç merkezinde bulunması yararlı olacaktır. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping Mart 2013’te iktidara geldiğinde daha önceki liderler Jiang Zemin ve Hu Jintao gibi Parti Reisi, Devlet Başkanı ve Merkezi Askerî Komitesi Başkanı gibi Çin’in en büyük üç ünvanına sahip olmuştu. Aralık 2013 ve Ocak 2014’te Politbüro kararıyla Merkezi Kapsamlı Reformları Derinleştirme Başkanlığı ve Merkezi Ulusal Güvenlik Komitesi Başkanlığı görevlerine de getirilmişti. Merkezi Kapsamlı Reformları Derinleştirme Başkanlığı, Çin Komünist Parti ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin bütün alanlardaki reformu sürdüren en yüksek icra organıdır; Merkezi Ulusal Güvenlik Komitesi ise Parti yönetimi altında olup bütün Çin’in güvenlik ve istihbarat birimlerini koordine eden ve bu konularda karar veren en üst organdır. Böylece Çin’in en büyük 5 gücüne sahip olan Başkan Xi Jinping, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğundan buyana yetkisi en fazla olan lider olarak tanımlanmaktadır. Çin liderlerin amacı; ülkede yaşanan parti içi çürüklüğü ve disiplinsizliği ortadan kaldırmak, siyaset ve ekonomi alanlarındaki yolsuzluk ve kültürel yozlaşma gibi sorunları çözmek için bir dizi reformlar yapmaktır. Ayrıca, Çin’in ABD tarafından stratejik rakip olarak hedef seçilmesi, komşu ülkelerle olan anlaşmazlıkların meydana getirdiği tehditler ve ekonomik ve ticari çıkarlarının korunması nedenleri ile yeni ulusal güvenlik konsepti geliştirilmiştir. Başkan Xi Jinping artık Çin’i zorluklardan kurtaran en büyük lider olarak zikredilmeye başlanmıştır. Bugünkü dünyada yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinde, özellikle güç değişimi ile meydana gelmekte olan yeni uluslararası siyasal ve ekonomik düzeninin biçim alma sürecinde, bütün ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda bu düzende yerini alma ve konumunu sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Başkan Xi Jinping ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu sürecin yarattığı misyonu üstlenmekle tarih yazabilirler. ORTA DOĞU’DA YENİ ‘İDEAL DÜŞMAN’: IŞİD Orhan MİROĞLU SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü I ŞİD’in tarih sahnesine çıkışıyla birlikte giriştiği eylemler, köktencilik ve terör hakkında 11 Eylül saldırısından bu yana, bütün dünyada yürütülen felsefi-siyasi tartışmaları temelden değiştirmiş gibi görünüyor. Geçmişteki örneklere bakıldığında ve geçmişte terörizm olarak tanımlanan saldırılar söz konusu olduğunda, bugünü dünden farklı kılan en önemli ayrım, insanın düşmanının kim olduğunu hiçbir zaman bilememesi olduğu hususudur. El-Kaide tipi terörizm karakter mi değiştiriyor? Belli bir coğrafya üzerinde, belli bir siyasi programı hayata geçirmek, daha doğrusu bir İslam devleti kurmak için yürütüldüğü iddia edilen yeni mücadele anlayışını şimdiye kadar ki benzerlerinden ayıran nedir? Bir tek olaya ait gözlem ve araştırmalar veya bir tek olayın, grubun, sıradan bir terör saldırısının geride bıraktığı izlenimi, bugün IŞİD’in eylemlerinin yarattığı izlenimlerden ayıran temel farklar nedir? 11 Eylül’de Manhattan’da ikiz kulelere saldıran düşman kimdi? Bunu bilmek belki hiçbir zaman mümkün olmayacak. Ortada Bin Ladin ve onun harekete geçirdiği intihar fedaileri olmasına rağmen, Batı gerçek düşmanının kim olduğuna dair tam bir teşhis koyabilmiş değil hala. Jürgen Habermas’ın da söylediği gibi, Bin Ladin sadece temsili bir ‘gerçek düşman’ ve temsili bir işleve sahipti. EYLÜL 2014 67 mine ‘Ben olmadan Irak’ta rahatça yaşayamazsınız’ mesajı vermeyi tercih etti ve IŞİD’in ilerleyişine seyirci kaldı. Sıra Erbil’den dahi, göçe gelince, düğmeye basıldı. IŞİD’e gelinceye kadar, El Kaide’ye bağlı olduğu düşünülen gruplar, gerçekte bir merkeze bağlı olmadan ve küçük gruplar halinde savaşıyorlardı. Bu grupların dünyanın çeşitli yerlerindeki hedeflerini belirleyen askeri ve ortak bir merkez bulunmamaktaydı. Suriye’deki iç savaş bu durumu oldukça değiştirdi. Suriye ve daha sonra da Irak’ta savaşan IŞİD’e bağlı birlikler tipik bir gerilla örgütü gibi, belli bir coğrafyada ve belli bir siyasi programı -IŞİD örneğinde İslam Devleti kurmak- hayata geçirmek için savaşıyorlar. IŞİD Ortadoğu’da bir heyulaya dönüşmüş durumda. IŞİD bahsinde, efsaneler, rivayetler ve gerçekler çoğu kez birbirine karışıyor. Ama IŞİD söz konusu olduğunda, steril duran yegane şey, örgütün kullandığı yöntemler, sınır tanımayan terörizmi ve karşısına çıkan her şeyi yok eden yıkıcılığı, bilmediği, tanımadığı her şeye gösterdiği nefret ve yıkım duygusudur. Medyaya servis edilen yeni iddialara göre, IŞİD İngiliz, Amerikan ve İsrail gizli servislerinin bir imalatı. İmalatın amacı ise, Irak’ta sarsılan dengeleri yeniden ve Batı’nın lehine çevirmek, Türkiye’nin içinden çıkıp, ama özellikle de Filistin’i, Arap baharına destek veren ulusları ve Kürdistan Bölgesel hükümetini etkilemeye başlayan ‘bağımsızlık ve kendine özgüven duygusuna’ bir ayar çekmek ve en önemlisi de, İsrail’in güvenliğini daim kılmak. Bunu, İsrail’in tarihsel ve kadim düşmanlarının birbiriyle savaşa tutuşmasını sağlayarak gerçekleştirmek. IŞİD’in şimdiye kadar İsrail’e yönelik bir eylemine rastlanmaması, bu fikirlerin yabana atılmaması gerektiğini az çok ortaya koyuyor. İsrail’in güvenliği böyle mi korunur derseniz, bölgedeki jeopoloitik dengeleri iyi bilen bir stratejist size, İsrail’in güvenliği demek, İsrail’in bölgede her zaman ‘ideal düşmanlara’ sahip olması ve ‘ideal düşmanlarından’ mahrum bırakılmamasıdır diye cevap verebilir.. Öyle görünüyor ki, IŞİD, sadece İsrail için değil, ama bölgede yaşayan neredeyse bütün halklar ve 68 EYLÜL 2014 hükümetler için bir ‘ideal düşmana’ dönüşmüş durumda. IŞİD’in düşmanları, kendi aralarındaki husumetleri, onunla daha iyi ve sonuç alıcı mücadele edebilmek için ertelemiş durumdalar. Yıldızları son zamanlarda, Rojava’daki gelişmeler başta olmak üzere birçok sebebe dayalı olarak pek barışmayan KDP ve PKK, aynı cephede ve omuz omuza IŞİD’e karşı savaşmak zorunda kaldı. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının yaşamakta olduğu, BM gözetimindeki Mahmur kampını muhtemel bir katliamdan, Kürdistan hükümetinin peşmergeleri ve YPG gerillaları birlikte kurtardı. Ezidiler’in daha fazla sayıda katledilmelerini önlemek ve güvenli bir koridor oluşturmak için Barzani’ye bağlı peşmergeler ve PKK/PYD gerillaları iş ve güç birliği yaptılar. Amerika’nın terörist listesinde yer alan PKK mensupları, bölgeye gönderilen Amerikan askeri uzmanlarıyla aynı cephede fikir alışverişi yaparken görüntülendiler. Amerika, IŞİD mevzilerine bomba yağdırmaya başlayınca, Erbil’e oldukça yaklaşan IŞİD güçleri daha fazla ilerleyemedi. Şengal bölgesinin IŞİD’in eline bu kadar kolayca geçmesi, orada Ezidi halkın ve Türkmenler’in binlercesinin dağlara kaçması, bir yerlere kaçamayıp kaçırılan ve tecavüze uğrayan kadınlar, işkence edilerek öldürülen Ezidiler ve Türkmenler, açlıktan ölen yüzlerce insan… Dünya bu görüntüleri günlerce seyretti. Kürdistan topraklarında, yarı bağımsız diyebileceğimiz bir federal statünün yirmi yıldır Kürtler’in yegâne umudu haline gelmiş olmasına rağmen, manzarayı umumiye özetle buydu.. IŞİD’in bölgede yarattığı büyük göç dalgası Erbil ve Türkiye’nin kapısına gelip dayanırken, Obama IŞİD mevzilerinin bombalanmasına karar verdi. Olan olmuştu tabi. Amerika IŞİD’i Musul’u ele geçirmeden ve Sincar ve Mahmur’a girmeden önce de durdurabilirdi. Ama Amerika hem Bağdat hem Erbil yöneti- Irak’ın daha düne kadar en güvenli bölgesi sayılan Kürt bölgesinde IŞİD’in durdurulamayan bu ilerleyişi, öyle derin analizlere gerek yok tabi, Batı’nın iki yüzyıl boyunca inşa ettiği Kürt politikasının iflas etmesi anlamına geliyordu. Batı’nın buna izin vermesi elbette düşünülemezdi. Derken IŞİD mevzileri bombalandı ve IŞİD’in ilerlemesi durduruldu. Erbil’de yaklaşık yirmi yıldır Amerika’nın desteğiyle kurulmuş, Türkiye’nin de inşasına büyük katkı yaptığı federal bir statünün kendisini, değil bir düzenli orduya karşı, dünyanın dört bir yanından toplanmış, kimin imalatı olduğu şüpheli bir grubun saldırılarına karşı bile koruyamaması ise cevap bekleyen sorularla dolu bir gelişme olarak hatırlanacaktır. Daha bir iki ay önce bağımsız Kürdistan için referandumu konuşan, bu fikre ihtiyat payıyla yaklaşan herkesi, Kürdistan’ın düşmanlarıyla işbirliği içinde olan hainler gibi görenlerin şapkayı ellerine alıp düşünmeleri gerekir. Ellerine geçen büyük fırsatlara ve körfez savaşından bu yana fiili olarak federal bir yapıda olmalarına rağmen, Kürt Partileri ‘Milli bir ordu’ veya ‘Milli bir savunma gücü’ inşa edemediler. Dört büyük Kürt Partisinin kendine ait silahlı gücü var, ama hala ulusal bir ordudan söz edilemiyor. Eldeki tek nizami silahlı güç olan Peşmergeler, KDP ve YNK’ye bağlı peşmergeler olarak bölünmüş durumda ve silahlı bir güce yakışmayacak kadar amatör usullerle çalışıyorlar. Erbil’de, taksicilik veya pazarcılık yapan, ama günün birkaç saatini de peşmerge mesaisine ayıranlara bolca rastlayabilirsiniz. Kimi peşmerge komutanlarının aldığı maaşlar ise dudak uçuklatan cinsten ve Brüksel’deki NATO karargâhlarında çalışan komutanların maaşlarıyla yarışacak kadar yüksek. PKK’nin gerillaları ise, şu manzaraya baktığınızda, Kürtlerin Ortadoğu’da yegane dostu olan ülkenin dağlarında, her şey yolunda gider ve çözüm sürecindeki en hassas aşamaya yani eve dönüş aşamasına geçilirse, dağlardan inecekler… Ama PKK’nın, KDP’den sonra, ikinci ‘milli güç’ olma şansını elde ettiği ve ‘Kürdistan’ı düşmanlardan korumak için cepheden cepheye koştuğu bir zamanda’ iddia olunur ki, silah bırakmaya değil, daha fazla silahlı insana ihtiyacı var! İki yıl önce silahsızlanmadan söz edildiği koşullarla bugünün koşulları arasında epey fark var ve bu farkları yaratan da IŞİD’in hem Rojava’da hem Irak Kürdistanında bir türlü önü kesilemeyen ilerleyişidir... IŞİD artık hem PKK’nin hem de Erbil hükümetinin ‘ideal düşmanı’ sayılabilir. Kürtler bu ideal düşmanın saldırıları sonucu, derlenip toparlandılar, Amerika’yla olan stratejik ittifakı unutmuş gibi görünüyorlardı, ama ‘ideal düşman’ Kürdistan topraklarında öyle bir ilerleme kaydetti ki, ulusal birlik siyaseti ve bu siyaseti mümkün kılacak olan Amerikan şemsiyesi yeniden hatırlandı. IŞİD saldırılarından kaçanlar Türkiye’ye sığınıyor, Midyat, İdil, Beşiri gibi ilçelerde yer alan Ezidi köyleri Irak Kürdistanı’ndan kaçıp gelen Kürd-Ezidilerle doluyor. Kürdistan’dan gelenlerin güvenli görüp, sığındığı yegâne ülke Türkiye... Ama bu ülkenin dağlarında hala silahlı Kürtler var ve bu silahlı Kürtler’in Türkiye’ye karşı yeni bir savaş başlatmaları hala bir ihtimal olarak masada duruyor. IŞİD, Kürtleri birleştirdi ve Kürtlerin bölgedeki yegâne dostunun Türkiye olduğu gerçeğinin biraz daha anlaşılmasına sebep oldu. Bir bütün olarak bakıldığında, yüzyıla uzanan bu tarihi sürecin bugün Arap milliyetçiliğinin ölümüyle sonuçlandığını söylemek zor değil. Milliyetçilik Irak, Suriye ve Mısır başta olmak üzere denenmiş bütün versiyonlarıyla kötü bir tecrübe olarak Arapların siyasi hafızasında yer almaya devam edecek belki, ama IŞİD ve benzeri örgütler de Orta Doğu’da üstlendikleri rolden kolay kolay vazgeçmeyeceklerdir. EYLÜL 2014 69 Ama IŞİD bu imkânı, kendi, düşmanlarına fazlasıyla verebilmiş bir örgüt durumunda. Askeri gücü, bu gücü nerelerden topladığı, Selef, düşünüşün köklerine dönüş ifade eden açıklamaları, devletleşme arzusu, açık alanlarda seyreden tankları, topları, IŞİD’i oldukça görünür bir düşman haline getiriyor. Orta Doğu’da IŞİD’e bir anda komşu haline gelen ülkeler açısından risk nedir, düşman kimdir gibi soruların çok açık cevapları bulunmaktadır. Terörizmin kavranamazlığına ilişkin felsefi anlayışlar ve görüşler, küresel terörizmin yöntemleri üzerine yapılan tartışmalar, öyle görülüyor ki, IŞİD sonrası dönemde yeniden ve bambaşka zaviyelerden yapılmak zorunda... Amerika’da ve Avrupa’da, 11 Eylül sonrası tartışmalar veya daha doğru bir deyişle, ‘terör günlerinde felsefe’ tartışmalarının boyutları, ilkeleri ve mahiyeti epey değişecek gibi görünüyor. Yeni yüzyılın en büyük trajedilerinden biri Suriye’deki iç savaşsa, kuşku yok ki, ikincisi IŞİD’in yol açtığı katliamlar ve IŞİD’in saldırılarından kaçan on binlerce insanın yaşadığı trajedidir. IŞİD’in Irak’taki varlığı Kürdistan Federal Bölgesinin varlığını tehdit eder hale geldi. Bağdat’ın çaresizliği her geçen gün biraz daha artıyor. IŞİD’in Irak’ta yürüttüğü savaş Kürtler arası ulusal birlik veya ulusal cephe fikrini yeniden ateşledi. Orta Doğu’daki Kürt kamuoyu, bu zor zamanlarda, Kürdistan topraklarında savaşa tutuşmuş IŞİD benzeri gruplara karşı Kürt partilerinin ulusal bir cephede bir araya gelmelerini istiyor ve destekliyor. BM gözetiminde olan, ama siyasi bakımdan içinde yaşayanların PKK’ye yakın olduğu Mahmur kampı boşaltıldı. Çözüm süreci bağlamında şimdi ve geçmişte boşaltılması gündeme gelen ama bir türlü de boşaltılamayan Mahmur, Mahmurluları IŞİD’in muhtemel saldırılarından korumak için boşaltıldı. Mahmurlular şimdi Erbil’de bir kamptalar ve büyük bir olasılıkla Türkiye’ye dönmeyi bekliyorlar. Suriye ve Irak’tan Türkiye’ye yüz binlerce kişi gelip yerleşiyorken, Türkiye’nin zaten yurttaşı olan Mahmurlular neden gelemesin? Görüldüğü gibi, IŞİD’in Irak’taki 70 EYLÜL 2014 savaşı, dolaylı da olsa, Türkiye’deki çözüm sürecini de derinden etkiliyor ve kayda değer sonuçlara yol açıyor. IŞİD’in Irak’ta giriştiği mücadelenin başka sonuçları da oldu tabi. Maliki görevi bırakmaya razı oldu. Musul’u IŞİD’e kolayca bırakan, Irak’ın ulusal güvenliğinin ve üniter birliğinin korunması için belli ki iktidarda olduğu yıllar boyunca hemen hiçbir şey yapmadığı ortaya çıkan ve itibarı iyice sarsılan Maliki’nin yeni hükümeti kurmak için daha fazla ısrar edemeyeceği, aslında IŞİD Musul’u ele geçirip Bağdat’a yürüdüğünde ayan beyan ortaya çıkmıştı. Maliki’nin bir anda Amerika dâhil kimsenin -dünyada ve Irak’ta- istemediği adam haline gelmesinde, IŞİD’e karşı hemen hiç direnememiş, Musul’u teslim etmiş olması önemli bir rol oynamış olsa gerek. Maliki’yi İran bile daha fazla taşıyamadı ve yeni seçilen cumhurbaşkanı Fuat Mahsum’un hükümeti kurmakla görevlendirdiği Haydar İbadi’yi desteklediğini açıkladı. El-Kaide ile özdeşleştirilen uluslararası terörizm, IŞİD’İn tarih sahnesine çıktığı zamanlara varıncaya kadar, düşmanın belirlenmesine ve riskin ne olduğunun bilinmesine çok fazla imkân vermiyordu. Siyasal İslam’ın tarihi ve bu tarihin içinde özgün bir yere sahip olan Vahhabi/Selefi akımın günümüzdeki yükselişi açısından bakıldığında; IŞİD’in, mezhepler arası çatışmayı körükleyen, kendi siyasi varoluşunu bu alana yerleştirmeye çalışan bir örgüt olduğu da kayda alınması gereken bir durum. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasıyla beraber, Ortadoğu’da milliyetçilik eksenli, birçok bağımsızlıkçı hareket ortaya çıkmıştı. Mısır’da Cemal Abdunnasır’ın temsil ettiği milliyetçilik ve daha sonra da Mişel Eflak ve Salah Bitar’ın kurduğu Baasçılık ideolojisi, Vahhabi/Selefi akımın ve mezhepsel kimliği öne çıkarak birçok düşüncenin uzun yıllar bir sessizliğe gömülmesine yol açmıştı. Bu sessizlik Ortadoğu’da sona ermiş gibi görünüyor. Bu sessizliğin sona ermesi, elbette, Orta Doğu’daki siyasi dinamiklerle ve yeni sosyal-siyasal sosyolojiyle açıklanamaz. Sessizliğin bir hayli gürültülü bir biçimde sona ermesinde, Yeni-Oryantalizmin ve Batı’da yükselen bir değer haline gelen İslamofobinin de payı büyüktür. IŞİD saflarında savaşmaya gelen binlerce militanın Avrupa’da doğup büyümüş bir kuşağın içinden çıkması, elbette üstünde durulması gereken önemli bir husustur. IŞİD ve benzeri örgütleri kimin kurduğunu belki yüzyıl sonra bile bilmek mümkün olmayacak; ama Orta IŞİD ve benzeri örgütleri kimin kurduğunu belki yüzyıl sonra bile bilmek mümkün olmayacak; ama Orta Doğu’da emperyalistlere karşı mücadelenin yeni enternayonal birliklerinin, Vahhabi/Selefi mirasa dayalı olarak oluşmasına Batı’nın sunduğu muazzam katkılar hep hatırlanacaktır. Doğu’da emperyalistlere karşı mücadelenin yeni enternasyonel birliklerinin, Vahhabi/Selefi mirasa dayalı olarak oluşmasına Batı’nın sunduğu muazzam katkılar hep hatırlanacaktır. IŞİD’i yönetenlerin niyeti ne olursa olsun, ipleri kimin elinde olursa olsun, IŞİD için mücadele eden militanlar somut olarak Batı’ya meydan okuduklarına inanmakta ve bu inançla Irak/Suriye topraklarını içine alan bir İslam Devleti kurabileceklerini düşünmektedirler. Irak işgali sonrasında oluşan ‘Yeni Irak”ı yönetenlerin, Şii kimliği önceleyen, Sünni halkı sürecin dışında tutan, ötekileştiren tutumu ise, IŞİD’e gelişip tutunacağı sosyal zemini bir altın tepsi içinde adeta sunmuş ve El-Kaide’nin mirasından beslenen bir akım ve bu akıma bağlı olan insanların, ilk kez toprağı ve sınırları belli bir coğrafyaya ayak basmaları böylece sağlanmıştır. Bir bütün olarak bakıldığında, yüzyıla uzanan bu tarihi sürecin bugün Arap milliyetçiliğinin ölümüyle sonuçlandığını söylemek zor değil. Milliyetçilik Irak, Suriye ve Mısır başta olmak üzere denenmiş bütün versiyonlarıyla kötü bir tecrübe olarak Arapların siyasi hafızasında yer almaya devam edecek belki, ama IŞİD ve benzeri örgütler de Orta Doğu’da üstlendikleri rolden kolay kolay vazgeçmeyeceklerdir. ABD’li Orta Doğu uzmanı Prof. Dr. James L. Gelvin’in sözleriyle ifade edecek olursak, ‘Osmanlı Orta Doğu’daki son siyasi şemsiyeydi.’ O şemsiyenin yüzyıl önce kapanmış olmasının yarattığı sonuçlar, yüzyıl sonra dahi, bu coğrafyada yaşayan halkları etkilemeye devam ediyor. EYLÜL 2014 71 DIŞ POLİTİKA paganda makineleri tarafından ustalıkla kullanıldığı kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Yahudilere karşı uygulanan soykırım İsrail adında bir Yahudi devletinin kurulmasına yol açtı. O tarihlerde bağımsızlıklarını yeni kazanmış, henüz devletleşme sürecini tamamlamamış, fakat ateşli Arap milliyetçilerinin güdümüne girmiş olan ülkelerde kurulan otoriter yönetimlerin İsrail karşıtlığı, İsrail devletinin elinde Arapları aşağılayan yenilgilere dönüştü. 1948, 1956, 1967 ve 1973 savaşlarında “henüz yönetmeyi bilmeyen” yönetimlerin kişisel kaprisleri sebebiyle alınan yenilgiler, Arap ve Müslüman dünyanın kalbine hançer gibi saplandı. MAĞDURİYETTEN MAĞRURLUĞA iSRAiL SALDIRGANLIĞI: Bir Napolyonlaşma Sorunu Dr. Ünal GÜNDOĞAN* Uluslararası İlişkiler Uzmanı 19 Mart 2012 tarihinde Fransa’nın Toulouse şehrindeki Yahudi okuluna yapılan baskında bir öğretmen baba ile iki oğlu ve bir de öğrenci katledildi. Saldırıları düzenlediği söylenen Muhammed Merah birkaç gün içerisinde yapılan operasyonda ölü ele geçirildi. Merah Cezayir asıllı bir Fransız vatandaşıydı ve bu saldırıdan kısa bir süre önce yine Kuzey Afrika kökenli üç Fransız askerinin de onun tarafından öldürüldüğü ifade edildi. Saldırıları El Kaide örgütü üstlendi. Buraya kadar her şey bir caninin işlediği vahşet gibi görünse de, konunun dünya gündemini meşgul eden asıl tarafı öldürülen masum Yahudiler ile onları katleden kişinin “Müslüman” kimliğiydi. Bu olay üzerinden 72 EYLÜL 2014 “Müslümanların barbarlığı” temelinde “Müslümanlardan duyulan korkuya dayalı bir düşmanlık” olarak tanımlanabilecek olan “İslamofobia” çığırtkanlıkları tüm dünya basınında yankılandı. İsrailli devlet yöneticilerinin olaydan derin üzüntü duydukları kesin olsa da, kendi yaptıkları cinayetleri meşrulaştırmanın bir fırsatını daha yakaladıklarından dolayı içten içe sevindikleri ya da en azından bu olayı fırsata çevirmenin hesaplarını yaptıkları da kesindi. Bu yorumun zorlama olduğunu düşünenler çıkabilir. Ancak, tarihsel olarak bakıldığında, Almanya’nın Yahudilere uyguladığı soykırımdan (Holocaust) beri, bu ve benzeri Yahudi hedeflerine yönelik saldırıların İsrail veya Amerikan-İsrail pro- Düzenli ordularla İsrail’i yenemeyeceğini anlayan Arapların öncülük ettiği ve daha çok gerilla harbine odaklanan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) mücadelesi ise İsraillilere birçok noktada geri adım attırmış olsa da, onların Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri açarak yayılmalarını engelleyemedi. Ancak, 1990’ların başlarına gelindiğinde Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve İsrail ile Arap iç siyasetinde ortaya çıkan yeni gelişmeler nedeniyle (Filistin İntifadası, Hamas, Hizbullah, ABD baskısı, vs) İsrail’in mevcut işgal rejimini sürdüremeyeceği anlaşılmıştı. Bu yüzden ilk başlarda sembolik dahi olsa Filistinlilerle barış müzakerelerine başlamak zorunda kaldı. FKÖ ise kurucu belgelerindeki “İsrail’in yok edilmesi” maddelerini çıkararak barışa zemin oluşturdu. 1990’lı yıllardaki Oslo ve Madrid görüşmeleri sonucu ortaya çıkan anlaşmalar, Filistin sorununun çözümü için dünya kamuoyunda umutların yeşermesine sebep oldu. Bütün bu şartlara rağmen İsrail’in barışı hazmetmesi zor görünmekteydi. Hatta Filistin lideri Yaser Arafat ile el sıkışan Başbakan Yitzak Rabin fanatik bir Yahudi yerleşimci tarafından düzenlenen bir suikasta kurban gitti. İsrail açısından zoraki barış olduğu sonradan anlaşılan “barış süreci” sorunun çözümü için hiçbir zaman gerçekçi bir zemine oturmadı. Bunda her iki halkın fanatik kesimlerinin hücrelerine kadar işlemiş olan “diğerinin tamamen yok edilmesi” inancı olduğu kadar, geri adım atmanın maliyetinin yüksek olduğu alanların çokluğu da etkilidir. Ancak unutulmaması gereken asıl nokta İsrail devletinin bu topraklara sonradan yerleştiği ve ilk olarak onların taviz vermesi gerektiğidir. Çünkü bu süreç milyonlarca Filistinlinin yurtlarını terk etmesine ve komşu ülkelerde mülteci durumuna düşmesine, yüz binlercesinin bu 1990 yılından 2001 yılına kadar devam eden barış sürec, 2001 yılında ktdara gelen sertlk yanlısı Arel Şaron’un 11 Eylül saldırılarının sağladığı pskolojk atmosfer altında uyguladığı saldırgan poltkaların sonucunda flen sonlandı. süreçte ve çatışmalarda ölmesi veya yaralanmasına, nesillerin büyük dramatik olaylarla karşılaşmasına yol açtı. İsrail’in kayıpları ise Filistinlilerin kayıpları ile karşılaştırılamayacak kadar azdır. Üstelik işgalci kayıpları olduğundan dolayı normaldir. İsrail 90’lı yılların sonlarına doğru barış sürecini nasıl sabote edeceğinin yollarını aramaya başladı. İlk aylarda dönemin başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa ziyaretleri ile ortaya koymuş olduğu provokatif tavırlarının sebebi buydu: Filistinlileri kışkırtarak, yeniden çatışma ortamı oluşturmak, dolayısıyla süreçte vermek zorunda kalacakları tavizlerden kurtulmak. Ancak 2000 yılındaki bu tavırlar dünya kamuoyundan destek görmedi. İnsanlar artık İsrail’in kaba manevralarından bıkmışlardı ve acil barışın bir an önce hâkim olmasını ve Filistinlilerin haklarının garanti altına alınmasını talep ediyorlardı. Ancak, İsrail aradığı fırsatı buldu. 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısı ile oluşan hava bu devletin eline öyle bir araç verdi ki sonraki 10-15 yıl boyunca ortaya koymuş olduğu saldırganlığa kimse ses çıkartamaz hale geldi: ABD’ye saldırmış terörist Arap-Müslüman imajı... Saldırıları düzenleyenlerin Arap kimliği İsrail açısından muazzam bir propaganda aracına dönüştü. Sonrasında Gazze ve Batı Şeria büyük hapishanelere dönüştürüldü. Önemsiz yerel olaylar bahane edilerek (İsrail askerinin kaçırılması, İsrail’e ciddi bir zarar vermeyen füzelerin Hamas tarafından atılması vs.) binlerce Filistinli acımasızca öldürüldü. Lübnan her on yılda bir yakıldı, yıkıldı. Binlerce vatandaşı öldürüldü. Filistinli liderler dünyanın gözü önünde birer birer avlandı. BM bu devlete karşı bir karar dahi alamadı. Arap devletleri tarafından ciddi eylemler ortaya konulamadı. Vicdanları sızlatan Filistin halkının çaresiz haykırışları neredeyse sadece Türkiye’de yankılandı. Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta bir toplantı esnasında “one minute… Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz...” şeklindeki sözleri bu ölçüsüz saldırganlığa bir tepkiydi. EYLÜL 2014 73 İsrail’in devletinin ölçüsüz saldırganlığa ulaştığı aşamanın ilginç bir tarihi bulunmaktadır. Bu tarih Fransız Devriminin milliyetçi ve liberal etkilerinin tüm Avrupa’yı sarstığı 19. yüzyıla kadar uzanır. Gerçekten de Fransız Devrimi Yahudilerde “artık bir vatan sahibi olabilecekleri” görüşünü güçlendirmişti. Bilindiği gibi Fransız Devrimi’nin yaydığı fikirler öncelikle Avrupa siyasi anlayışında ve daha sonra coğrafi haritasında deprem etkisi yapmıştı. Ancak Devrimin ana vatanında adeta bu süreci gerisin geri götürecek başka türlü gelişmeler baş gösterdi. 1790’lı yılların ortalarından itibaren Fransız devletinin kontrolünü tedrici olarak ele geçiren Napolyon Bonapart çok geçmeden Devriminin ideallerini yeniden emperyalist yayılma stratejilerine tevdi edebilmişti. Bu durum Avrupa içinde yıllar boyunca sürecek savaşları ateşledi. İşte bu ortamın Avrupalı Yahudiler için bir vatan arayışını, istek ve özlemini artırdığına şüphe yoktu. Yahudiler vatan emellerine ulaşmak için öncelikle barışçıl yöntemler kullanarak destek arayışlarına girdiler. İngiliz ve Fransız hükümetlerinden bir dereceye kadar destek bile gördüler. Hatta bir söylentiye göre, bir kısım ya da tüm Osmanlı borçlarının ödenmesi karşılığında Filistin civarında bir yerleşim yeri dahi talep ettiler (ya da bu tür düşüncelerini farklı yerlerde ifade etmiş ve beklenti içerisine girmiş olabilirler). Bu talep ortaya konulmuş olsa bile (ki bir İslam imparatorluğundan bu şekil taleplerde bulunmak ne kadar gerçekçidir bilinmez) İslam inancının içerisinde Kudüs’ün kutsal bir yerinin olduğunu bilen Yahudi toplulukları bunun reddedileceğini çok iyi bildiklerinden, başka bir planın uygulanması için Dünya Siyonist Kongresinde (1897) alınan bir karar gereğince Osmanlı topraklarına büyük göç kampanyaları düzenleyerek bölgeye nüfus yığması yaptılar. 74 EYLÜL 2014 Her ne kadar geçmişte kendilerine vaat edilen topraklar olarak görseler de, bu devirde “vaat edilmiş toprak” teorisine inanarak kimsenin kendilerine bir karış yer vermeyeceğini en iyi bilenler yine Yahudiler olmuşlardır. Bu yüzden, kendilerine stratejik ortaklar arayarak amaçlarını yerine getirmenin yollarına aradılar. 20. yüzyıl başlarında ortaklığa aday üç büyük devlet görülmekteydi: İngiltere, Rusya ve Fransa. Bunlardan en uygunu, liberal parlamento geleneğinde en ileri devlet olan (devlete nüfuz edebilmenin diğerlerine göre daha kolay olması, mali imkânların bu şekilde daha etkili kullanılabilmesi, vs.) ve Osmanlının parçalanması hesaplarında diğerlerine göre daha istekli (1877-78 Osmanlı Rus Savaşı esnasında ve sonrasında çevirdikleri entrikalar nedeniyle) İngiltere’den başkası değildi. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen gönüllü Yahudi birliklerinin 1915 Çanakkale savaşında İngiltere safında yer almasını bu şekilde anlamak gerekir. Bu yüzden, daha önce kendilerine Uganda taraflarında bir yer teklif edilmesine rağmen İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour tarafından kaleme alınan ve 1917 Balfour Deklarasyonu olarak bilinen açıklama ile gözlerin Filistin’e çevrilmesi de bu çerçevede anlaşılabilir. Ancak giderek artan Yahudi göçü ve Yahudi göçmenlerin “vaat edilmiş toprak” inancına dayanarak bölge üzerindeki hâkimiyetlerini zor kullanarak kurmaya çalışmaları Yahudiler ile Arapların arasını olduğu kadar İngilizler ile Yahudilerin arasını da açtı. 1920 ve 30’lu yıllarda Araplar, Yahudiler ve İngilizler arasında çatışmalar çıktı. İsrail güvenlik paranoyasının (güvenlik endişelerinin had safhada olması, korku ile saldırganlığın iç içe girdiği dengesiz durum) oluşum süreci, teorik olarak 3 bin yıllık tarihlerinde aransa bile, pratikte 1920’li ve 30’lu yıllarda tamamlandı. II. Dünya Savaşında Almanya tarafından uygulanan Yahudi soykırımı tarihin gördüğü en büyük vahşetlerden birisi olsa da Yahudiler için bulunmaz bir fırsat da doğurdu. Yahudilerin maruz kaldığı bu mezalim, bir Yahudi devletinin kurulması sürecinde, bu sürece karşı koyabilecek tüm Avrupalı güçleri ve halkları paralize (felç) etmiş, hatta bizzat aktif destek verme- leri sonucunu doğurmuştur. Hâlbuki bu tarihlerde Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasının hiçbir Avrupalı devlete pratik bir faydası yoktu. Gelecekte de olmadı. Bugün bile İsrail’in varlığının pek çok Avrupa Devleti için bir anlamı ve yararı bulunmamaktadır. Soykırımın sürekli gündemde tutulması ve sonu gelmez anti-semitizm suçlamaları Yahudilerin elinde keskin bir kılıç olarak halen kullanılmaktadır. Soykırım etrafında oluşan “mağduriyet konumunun” kullanımı bir politik araç olarak İsrail devletinin hücrelerine kadar işlemiştir. Bu tarihten sonra bu kült tüm İsrail saldırganlığına bir sığınak veya örtü oldu. İsrail’in bu külte ihtiyacı vardır. Çünkü İsrail köksüz bir devlettir ve dünya halklarını kendi mağduriyetine inandırabildiği ölçüde Filistinli ve diğer komşularına karşı uyguladığı ölçüsüz şiddeti meşrulaştırabilir. Bu nokta itibariyle İsrail siyaseti Napolyonlaşmıştır. İktidardan düşmeden önceki son 15-20 yılını savaş meydanlarında geçiren Napolyon Bonapart bir defasında Avusturya Başbakanı Metternich’e “Kendileri taht üzerinde doğan Avrupa’nın aristokratik egemenlerinin, savaş meydanlarında yirmi defa bile yenilseler gerisin geriye dönebilecekleri bir yurtları vardır. Fakat benim gidecek bir yerim yok. Ben bunu yapamam. Çünkü ben bunları sonradan elde ettim (parvenue - sonradan görme).” İsrail bu açıdan bakıldığında yüksek güvenlik politikalarına dayanmaya devam etmek zorundadır ve kendisi de bu yurdun asıl sahibi olmadığını gayet iyi bilmektedir. Kendi deyimiyle sonradan görme imparator Napolyon, tüm Avrupalı soyluların kendisiyle alay ettiklerini düşünüyordu. Bunda da haklıydı. Nitekim ne Alman, ne Rus, ne de Avusturyalı krallar ve soylular onu aralarına kabul ediyorlardı. Hatta onun bu çabalarına alaycı bakışlarla karşılık verenler dahi vardı. Bundan olağanüstü derecede rahatsız olan yeni yetme soylu Napolyon, kendisini kabul ettirebilmek için “soylu” rakiplerinin bileklerini bükmeli, ülkelerini işgal etmeli, onları ezmeliydi. İspanya işgali, Napoli krallığındaki entrikaları, İngiltere, Avusturya ve en son Rusya ile yaptığı savaşların amacı Napolyon’un kendisini kabul ettirebilme arayışıydı. Napolyon Fransız devriminin ideallerini meşrulaştırma aracı olarak kullandı: soylular tarafından ezilen zavallı Avrupalı halklar onun yardımına ihtiyaç duyuyordu!!! İsrail’in şimdi yaptıkları ile Napolyon’un geçmişte yaptıkları arasında olağanüstü benzerlikler var. Napolyon yukarıda bahsedildiği üzere kendisini Avrupa’da yalnız, köksüz, güvensiz hissediyordu. İsrail de kendisini Filistin’de yalnız, köksüz ve güvensiz hissetmektedir. Bu tür bir hissiyat Napolyon için tüm Avrupa ile savaşmayı göze alacak kadar delicesine bir paranoyaya dönüşmüştü. Güçlü bir ordu, sürekli teyakkuz hali, düşmanlarına karşı aşırı sertlik ve acımasızlık bu anlayışın yansımalarıydı. İsrail de güçlü orduya yaslanan, yüksek düzey teknolojik silahlar kullanan, sürekli teyakkuz halinde olan bir güvenlik devletidir. Hem Napolyon’un, hem de İsrail’in ilk dönemlerde elde ettikleri zaferler onların kendilerine olan güvenlerini en üst düzeye çıkarmış ve onları daha fazla saldırganlaştırmıştır. Napolyon’un Mısır (ve Osmanlı), İspanya, İtalya, Almanya, Avusturya, Polonya ve Rusya’yı işgale yeltenmesi ile İsrail’in tüm Arapları, İran’ı, Türkiye’yi ve gerekirse tüm Avrupa’yı ve hatta zaman zaman ABD’li devlet adamlarını bile karşısına alacak veya zaman zaman görüldüğü üzere tehdit edecek kadar ileri gitmesi benzer dürtülerin eseridir. Şüphesiz Napolyon ve İsrail arasında kurulabilecek benzerlikler sadece her ikisinin de “köksüzlüğü” “kendilerine aşırı güvenleri” ve “saldırganlıkları” değildir. Bunlar kadar önemli diğer bir benzerlik Napolyon’un Fransız devriminin özgürlük, eşitlik, kardeşlik kavramları ile sembolleşen neredeyse tüm kazanımlarını birer birer harcaması ile Yahudilerin tarih boyunca maruz kaldıkları insanlık dışı uygulamaların onlara sağladığı masumiyet ve mağduriyetleri çöpe atmalarıdır. Şöyle ki, 1789 Fransız Devrimi monarşiyi yıktı, Napolyon Bonapart ise 1804 yılında yeniden tesis etti. Devrim halk iktidarını ve cumhuriyeti iktidara getirirken, Napolyon bunu önce bir askeri diktatörlüğe, sonrasında mutlak monarşiye çevirdi. Devrim, aristokratları ve din adamlarını yani ayrıcalıklı sınıfları kanlı biçimde ortadan kaldırırken, Napolyon kendi aristokratik yapısını kurdu, kendine bağlı din adamları yetiştirdi, ailesini halkın önüne koydu. Hepsinden önemlisi halk devrim yaparak açlıktan, sefaletten, savaşlardan, yıkıntılardan kurtulmak istedi. Napolyon ise onları savaştan savaşa sürükleyerek 20 yıl içerisinde sayısız felakete sürükledi. Ya İsrail? İşte bu noktada İsrail de yüzyıllar boyunca oluşan mağduriyet konumunu bir çırpıda harcamaktadır. Evet, tüm dünyaya sürgün olarak yayıldıkları günlerden beri Yahudiler birçok millet tarafından hakir görüldü. İspanya’da öldürüldüler veya sürüldüler. Kendilerine sadece Osmanlı Devleti kucak açtı. Avrupa içerisinde sosyal, kültürel, dini EYLÜL 2014 75 İsral 1948 yılından ber sürekl olarak Flstn ve Arap topraklarını şgal ett. Zaman zaman Irak, Lübnan, Surye ve Sudan’ı çeştl bahanelerle (savaşlardak çatışmalar harç) bombaladı. ve siyasi ayırımcılıklara ve baskılara uğradılar. Pek çok yerde şehirlerin etrafında oluşturdukları gettolara hapsedildiler. İkinci Dünya Savaşında felaketlere uğradılar. Fırınlarda yakıldılar, gaz odalarında boğuldular, kurşuna dizildiler, toplama kamplarında aç, biilaç ve susuz bırakıldılar. Aile fertleri kendi gözlerinin önünde öldürüldü. Bu zulme maruz bırakılanlar dini ne olursa olsun “insanlardı.” Türkiye dâhil birçok Müslüman ülke bu dönemde Yahudilere sempati gösterdi ve kendi topraklarına sığınmalarını sağladı. Sonuçta Filistin’de bir İsrail devleti kuruldu. İlk tanıyan ülkelerin arasında yine İran ve Türkiye bulunmaktaydı. Ancak bu devlet kuruluş sürecinde ve 1948 yılından sonra yaptıklarıyla Yahudilerin tarihsel mağduriyetini, İsrail’de bir mağrurluğa çevirdi. İsrail Filistin’de yaşayan milyonlarca insana öyle bir zulüm uyguladı ki stratejik olarak İsrail’in varlığından çıkarı bulunan birkaç büyük devlet hariç kimse İsrail’in mağduriyetine inanmaz hale geldi. Binlerce Filistinli sürüldü (bugün Lübnan, Ürdün, Suriye, Mısır, Suudi Arabistan ve tüm Kuzey Afrika ile Körfez ülkelerinde Filistin diasporası bulunmaktadır ve bunlardan birçoğu çok kötü koşullarda yaşamaktadırlar). Filistinli mülteciler göç ettikleri ülkelerde bile rahat bırakılmadılar. Örneğin 1982 yılında Sabra ve Şatilla mülteci kampları bir İsrail komplosu ile Falanjist milislerin katliamına sahne oldu. 30 binden fazla Filistinli dünyanın gözü önünde katledildi. Bu katliamlar periyodik olarak devam etti. İsrail 1948 yılından beri sürekli olarak Filistin ve Arap topraklarını işgal etti. Zaman zaman Irak, Lübnan, Suriye ve Sudan’ı çeşitli bahanelerle bombaladı. İşgal ettiği Filistin bölgelerine yatırım yapmadığı gibi bölgenin açlık, susuzluk ve sefalet çekmesine göz yumdu. Filistinlilerin evlerine zorla el koydu, bu evleri içindeki eşyalar ve zaman zaman da insanlarla beraber yıktı. Binlerce Filistinliyi sudan sebeplerle hapishanelerde çürüttü. BM kararlarına rağmen Filistin topraklarında sürekli yeni yerleşim bölgeleri kurdu. Sayısı tam olarak belirlenemeyen binlerce Filistinli buralara yerleştirilen silahlı Yahudi yerleşimciler tarafından katledildi. Filistin’de kutsal kabul edilen 76 EYLÜL 2014 birçok yer tahrip edildi. Mescid-i Aksa’nın kutsallığı sürekli olarak Yahudiler tarafından ihlal edildi. Tamir ve bakım işlerine izin verilmedi Bütün bu haksız uygulamalar 11 Eylülden sonra neredeyse Filistinlilerin toptan yok edilmesi amacına dönüştü. Gerçekten de İsrail 11 Eylülü bir fırsat olarak gördü ve tüm dünyayı karşısına alarak davranmaya başladı. İsrail’in bu tarihten itibaren yaptıkları, Orta Doğu’daki durumu daha karışık ve çözülemez hale getirmekten başka bir işe yaramamıştır. Bu tarihe kadar uluslararası camianın reflekslerine az da olsa duyarlı olan bu devlet, ABD’nin tek taraflı işgalleri (Afganistan, Irak) ile birlikte kendi tek taraflı politikalarını sınır tanımaz biçimde Filistinlilere ve bölgenin diğer devletlerine karşı dayatmaktadır. İsrail tarafından uygulanan suikast yöntemleri acımasızlığın doruğuna ulaştı. Bu devlet tarafından terörist olarak ilan edilen Filistinliler, füze saldırıları sonucu kimi zaman aileleriyle, kimi zaman binalarındaki komşularıyla birlikte katledildiler. Örneğin 2004 yılında Hamas’ın kurucusu ve ideolojik önderi olduğu varsayılan tekerlekli sandalyeye mahkûm ve âmâ Şeyh Ahmet Yasin, sabah namazına giderken füze ile vuruldu, kendisiyle birlikte camiye giden 11 komşusu ile öldürüldü. 2002 yılında, Gazze ve Batı Şeria’yı büyük bir hapishaneye çeviren güvenlik duvarı inşa edilmeye başlandı. 2003 yılında İsrail uçakları Suriye’deki bazı bölgeleri terörist kampları oldukları iddiasıyla bombaladı. Suriye bu saldırıya cevap veremedi. 2004 yılında FKÖ lideri ve Filistin Özerk Yönetimi Devlet Başkanı Yaser Arafat, kendisinin ve ikametgâhının uzun süren abluka altında tutulması esnasında vefat etti. Arafat’ın ani ve şüpheli ölümünün ardında İsrail gizli servisinin olabileceği kuşkusu bulunmaktadır. 2006 yılında, İsrail sınır birliklerinde yer alan askerlerinden Gilad Shalit’in Hizbullah militanlarınca kaçırılması üzerine, İsrail ordusu Gazze’ye geniş çaplı bir operasyon başlattı, 400 Filistinliyi öldürdü ve 1000 kadarını yaraladı. Aynı yılın Temmuz ayında iki İsrail askerinin daha Hizbullah tarafından rehin alınması üzerine, Lübnan’a 34 gün süren bir saldırı düzenlendi, bu ülkenin önemli şehirleri, yüzlerce köyü, elektrik ve su şebekeleri ile köprüleri tahrip edildi. Saldırılarda ve çatışmalarda 1000 Lübnanlı ile 154 İsrail askeri öldü. Yaklaşık 100 binden fazla Lübnanlı yerleşim yerlerini terk etti. 2006 yılından 2009’a kadar İsrail birlikleri kısa aralıklarla Gazze ve Batı Şeria’yı bom- balamaya ve yüzlerce sivili öldürmeye devam ettiler. Hamas’ın seçimleri kazanmasından itibaren Gazze Şeridi’ne karşı İsrail tam bir abluka uygulamaya başladı ve Gazze açık bir hapishaneye dönüştü. 2009 yılında Hamas’ın İsrail’e attığı bombalar bahane edilerek Gazze’ye hava saldırısı ve kara harekâtı düzenlendi. 1400 Filistinli öldürüldü binlercesi de yaralandı. En son olarak bu satırların kaleme alındığı günlerde (Temmuz 2014) neredeyse iki ay süren bir hava ve kara saldırısı düzenledi. 2 binden fazla ölü ve on binlerce yaralı rapor edilmektedir. İsrail artık sinirleri ve sınırları zorlamaya başladı. Bu olayları burada anlatmamızın sebebi, ABD tarafından teröre karşı savaş şemsiyesi altında yürütülen politikaların İsrail saldırganlığının sınır tanımazlığına yaptığı etkinin anlaşılmasıdır. İsrail, sivil bir halka veya ellerinde sadece tabanca ve tüfek ile birkaç rokete sahip militanlara karşı, aşırı askeri güç kullanmaktadır. Ayrıca, birkaç sudan sebebe binaen Suriye’nin bombalanması, Lübnan’ın harabeye çevrilmesi insani ilkeler ve uluslararası hukuk açısından asla mazur gösterilemez. Bu saldırganlık ABD, batı ülkeleri ve BM tarafından kınanmamıştır. ABD’nin uluslararası meşruiyete sahip olmayan politikaları, İsrail dâhil, İslam dünyası üzerinde emelleri olan birçok ülke için emsal teşkil eder olmuştur. Gelinen aşama, Napolyon ile İsrail arasında bir kader birliği olacağının işaretlerini barındırmaktadır. Napolyon 1795 yılından iktidardan düştüğü 1815 yılına kadar sayısız savaşlar yaptı. İlk başlardaki savunma savaşlarından (1797) sonra konumunu güçlendirdikçe daha emperyalist bir tutum izleyerek yabancı ülke topraklarına göz dikti. 1798 yılında Malta ve Mısır’ın İskenderiye şehrini işgal etti. Ancak 1799 yılında Akka’yı işgal ile birlikte İngiliz ve Osmanlı birliklerine yenilerek geri döndü. 17981802 yılları arasında İngiltere, Rusya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorluğu Fransa ile İkinci Koalisyon savaşlarına giriştiler. 1805 yılında bu defa İngiltere ile Rusya Fransa’ya karşı birleşti ve İngiliz donanması Akdeniz’de Fransız donanmasını yok etti (1805 Trafalgar Savaşı). Aynı yıl üç imparator savaşı Austerlitz’de yapıldı. Yılsonuna doğru Fransa tüm orta Avrupa’yı işgal etmişti. Dolayısı ile Prusya, İngiltere, Saxonya, İsveç ve Rusya yeniden Fransa karşısında güçlerini birleştirdiler ve Dördüncü Koalisyon savaşına tutuştular. 1807 itibariyle Napolyon’un ilerlemesi durdurulamamıştı. 1807 de İberya (İspanya) yarımadası Napolyon birliklerince işgal edildi. 1809 yılında Avusturya ve İngiltere Fransa’ya karşı birleştiler. Almanya, Kuzey İtalya, Polonya ve bazı Balkan toprakları Fransa’nın hâkimiyetine girdi. Zamanla Napolyon’un dengesiz ve ölçüsüz ilerleyişi kendi sonunu hazırlamaya başladı. Önce İspanya’da ciddi direnişler baş gösterdi. Sonra koalisyon güçleri taktik değiştirerek Napolyon’u yenmenin yollarını aradılar. Hele Napolyon 1812 yılında Rusya’yı işgale kalkıp Moskova’ya kadar ilerlediğinde her şey değişti. 1813 yılında Prusya, İsveç, Avusturya ve Rusya Fransa’yı “Milletler Savaşı” olarak adlandırılan muharebede yendiler. 1814 yılında Paris koalisyon güçleri tarafından işgal edildi. Napolyon Elbe adasına sürgüne gönderildi. Ancak buradan kurtulup yeniden ordunun başına geçti. Fakat ordusu koalisyon güçleri tarafından Waterloo’da yenilgiye uğratıldı ve Napolyon yeniden sürgüne gönderildi ve orada öldü. Siyasi tarihin bu sayfalarını hızlıca hatırlatmamızın bir sebebi var. Tarih boyunca devletler veya devlet adamları zayıf (kuruluş), güçlü (yapılanmış) ve şımarık (yayılmacı) evrelerden hızla ilerlediklerinde kendilerini bekleyen son da bir o kadar çabuk olmuştur. Napolyon krallığını ilan ettiği yıllarda yayılmacı hedeflere kapılmamış olsaydı belki de kendi sonu bu kadar hızlı ve hazin olmayacaktı. İsrail devletinin tarihine bakıldığında özellikle son 10-15 yılda hızlı bir şekilde kendi sonunu getirecek olayların içerisine girdiği görülmektedir. Bu devlet son elli yıldır üzerine yaslandığı en büyük duvarı yıktı. Mağdurluktan, mağrurluğa, oradan da ölçü tanımaz saldırganlığa evirildi. Şu an sahip olduğu güçle her şeyi yapabileceği vehmine kapıldığı görünüyor. Bu durumda İsrail karşısında koalisyonlar oluşması, oluşan koalisyonların zaman içerisinde daha da kuvvetlenmesi olasıdır. Amerikan işgalleri, Arap baharı, İsrail saldırıları çerçevesinde bölgenin ve hatta dünyanın yeniden şekillendiği bu günler çok büyük değişikliklerin habercisidir. İsrail mevcut Arap rejimlerinin çaresizliğini, İslam dünyasının başıboş dengesizliğini, İran’ın temelsiz tehditlerini görüp bu durumdan yararlanmayı sürdürebilir. Napolyon’un 1812 yılında benzer düşüncelere ve hayallere kapıldığına şüphe yok. Paris’ten Moskova’ya başka hangi akılla hareket etmiş olabilirdi ki? Ama daha birkaç yıl içinde böyle olmadığını gördü. St. Helena adasında sürgünde geçirdiği ömrünün geri kalan kısmını bol bol bunu düşünerek geçirmiş olmalı. * Yüksek lisans ve doktorasını Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yapmıştır. EYLÜL 2014 77 DIŞ POLİTİKA FİLİSTİN KATLİAMI AÇISINDAN öldürdü. Öldürülen erkek çocukların 58 tanesi 5 yaş altında iken, kız çocuklarının 57 tanesi 5 yaş altında. Kısacası ortada tam bir katliam ve insanlık ayıbı var. ULUSLARARASI CEZA DİVANI ve BM Katliamlar ve Uluslararası Ceza Divanı (UCM) Yrd. Doç. Dr. Selman ÖĞÜT SDE Uzmanı İsrail Katliamının Tutarsız Arka Planı H er şey geçtiğimiz Haziran ayının 12’sinde başladı. Batı Şeria’da 3 Yahudi yerleşimcinin kaybolması ve ardından ölü bedenlerinin bulunması ile Filistin’de yine ortalık karıştı. Kaybolan Yahudilerin cansız bedenlerinin bulunması tam 18 gün sürmüştü. Bu durum ister istemez her iki tarafın da sinirlerini gerdi. 2 Temmuz’da Filistinli bir gencin aşırı ırkçı Yahudi yerleşimciler tarafından kaçırılması ve hunharca katledilmesi ile savaşın iyice yaklaştığı anlaşıldı. Her ne kadar İsrail, ölü olarak bulunan üç Yahudi yerleşimciden dolayı Hamas’ı sorumlu tutsa 78 EYLÜL 2014 da Hamas bu eylemi üstlenmedi. Halid Meşal “haberimiz bile yok” dedi. Hal böyle olunca, İsrail’in El Fetih ve Hamas arasında 23 Nisan’da somutlaşan uzlaşmayı hazmedemediği ve bu yüzden kendine göre bir bahane oluşturduğu fikri kuvvetlendi. 7 Temmuz’da karadan 17 Temmuz’da havadan Gazze’ye saldırıya geçen İsrail, 6 Ağustos’taki verilere göre yaklaşık 2 bin Filistinliyi katletti. BM İnsani Yardım Koordinasyon Bürosu’nun istatistiklerine göre bir aylık süre içerisinde İsrail 671 erkek sivil ve 218 kadın sivil öldürdü. İsrail 246 tane 18 yaş altı erkek çocuğu ve 161 tane 18 yaş altı kız çocuğu Tabii ki İsrail’in gerçekleştirdiği bu katliamlar dikkatleri hemen Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) üzerine yöneltti. Maalesef uluslararası hukuk ve onu işleten mekanizmalar hakkında özellikle Müslüman nüfus yoğunluğu olan ülkelerde dehşet bir umursamazlık var. BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı emredici kararların % 47’sinin Müslüman coğrafya ile ilgili olduğunu düşünürsek, Müslümanların kendi adlarına karar alma hakkını başkalarının eline bıraktıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten mevcut mekanizmalar ya doğru düzgün işletilmiyor, ya da yetkileri aşındırılmaya ya da etkisiz kılınmaya çalışılıyor. Bir de bunun üstüne Müslümanların üzerindeki atalet durumu eklenince Dünyadaki en ucuz kan Müslüman kanı oluyor. UCM açısından yetki aşındırma problemine değinecek olursak; evvela Rusya, Çin ve ABD gibi büyük güçlerin Roma Statüsünü onaylamaması UCM’nin meşruiyetini zedeliyor. Bunun dışında ABD’nin UCM’nin itibarını zedelemek için özel bir çaba içinde olduğu kesin. Amerikalıların “Madde 98 Antlaşmaları olarak adlandırdıkları “İkili Dokunulmazlık Antlaşmaları” UCM’nin yetkisini ABD vatandaşları ve personeli için yok saymak üzere akdediliyor. Örneğin UCM’ye taraf bir ülke sınırlarında ABD askerinin UCM yetkisi içine giren bir suç işlemesi durumunda, söz konusu ülke ABD’yi UCM’ne şikâyet etmeyeceğine dair ABD ile antlaşma imzalıyor. BM Güvenlk Konsey’nn aldığı emredc kararların % 47’snn Müslüman coğrafya le lgl olduğunu düşünürsek, Müslümanların kend adlarına karar alma hakkını başkalarının elne bıraktıklarını rahatlıkla söyleyeblrz. Zaten mevcut mekanzmalar ya doğru düzgün şletlmyor, ya da yetkler aşındırılmaya ya da etksz kılınmaya çalışılıyor. Br de bunun üstüne Müslümanların üzerndek atalet durumu eklennce Dünyadak en ucuz kan Müslüman kanı oluyor. Her şeye rağmen güzel gelişmeler olduğunu görüyoruz. Filistin’in 2009 yılında UCM’ye yaptığı başvuru bunlardan biri idi. Bu başvuruyu incelemeden önce UCM hakkında kısaca bilgi verelim. 1998 yılında Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde Roma’da toplanan bir konferansla UCM’ni kuran Roma Statüsü kabul edilmiştir. 2014 yılı itibari ile 122 devlet Roma Statüsünü onaylamıştır. UCM, sürekli yargı yetkisine haiz uluslararası bir yargı merciidir. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım suçu ve saldırı suçu olmak üzere dört adet olarak belirlenen suç tipi hakkında yargılama yetkisine sahip olan UCM, 2003 yılının Mart ayından beri faaliyet göstermektedir. Söz konusu dört adet suç Roma Statüsünün 2. bölümünde düzenlenmiştir. İsrail’in savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlediği konusunda şüphe yoktur. Ancak UCM’nin ne şekilde harekete geçeceği ya da geçirileceği hususunu belirgin hale getirmemiz gerekiyor. Zira bu konu ile ilgili bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir zihin karmaşasının olduğu kesin. UCM Nasıl Harekete Geçer? Yukarıda belirttiğimiz dört suç tipi ile ilgili olarak UCM şu üç durumda harekete geçerek yargı yetkisini kullanır. Roma Statüsünün 13. maddesinde belirtilen bu üç halden ilki Statüye taraf bir devletin mahkeme savcısına bildirimde bulunmasıdır. İkincisi BM Güvenlik Konseyi kararı ile savcının harekete geçirilmesidir. Üçüncüsü ise savcının 15. madde mucibince resen harekete geçmesidir. Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi 2009 yılında Filistin tarafından UCM’ne bir başvuru yapıldı. Hem İsrail hem de Filistin Roma Statüsü’ne taraf değilken söz konusu başvurunun neye istinaden yapıldığını açıklamak gerekir. EYLÜL 2014 79 Filistin Ulusal Yönetimi, 22 Ocak 2009 tarihinde UCM Savcılığı’na başvurarak İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında 2002 yılından beri gerçekleştirilen saldırılar konusunda Mahkeme’nin yargı yetkisini kabul ettiğini belirtti ve UCM’yi bu topraklarda işlenen suçlarla ilgili soruşturma yapmaya davet etti. Nisan 2012 yılında Filistin Ulusal Yönetiminin başvurusu incelendi. Çok özet şekilde belirtecek olursak UCM, “Filistin’in devlet olup olmadığını tespit etmeye yetkili değilim” dedi. UCM’nin bu tutumuyla birlikte, Filistin konusundaki hukuki durumu belirleme yetkisinin BM’in yetkili organlarında ya da UCM Taraf Devletler Kurulunda olduğunun altı çizilmiş oldu. Filistin 2009 tarihli bu başvurusunu Roma Statüsünün 12. maddesinin 3. fıkrasına dayanarak yapmıştı. Bu hüküm şu şekilde düzenlenmiştir. “Bu Statüye taraf olmayan devletin 2. paragrafa göre kabulü aranıyorsa, o devlet Mahkeme Yazı İşleri Dairesi’ne sunacağı bir bildirge ile suç konusu olayla ilgili olarak, Mahkemenin yargı yetkisini kabul edebilir.” Yani Filistin Roma Statüsüne taraf olmamakla birlikte suç konusu bir olayla ilgili mahkemenin sadece o olaya ilişkin olarak yetkisini kabul ettiğini bildirebilir. Bilindiği üzere 29 Kasım 1947’de New York’taki BM Genel Kurulu, 181 sayılı kararla Filistin’i bölmüş, topraklarının yüzde 56’sını ‘devlet’ kurmak üzere Yahudilere, yüzde 42’sini de bir ‘Arap devleti’ için Filistinlilere bırakmıştı. İsrail özellikle 1967’den sonra yayılmacı politika ile uluslararası hukuka aykırı şekilde Filistin topraklarını işgal etti. UCM 2002 yılından itibaren gerçekleşen ihlallere bakmakla yetkili olduğu için Filistin 2002’den bu yana İsrail’in işgalleri ile başlayan uluslararası hukuk ihlallerini UCM’ye şikâyet etmiştir. 80 EYLÜL 2014 Bu bildirinin Filistin tarafından yapılmasına rağmen UCM’nin İsrail için yargılama yapmamış olması Filistin’in devlet olup olmadığını tespit etme konusunda kendini yetkili görmemesidir. Kaderin cilvesi olsa gerek ki, UCM’nin bu kararından sadece birkaç ay sonra, 29 Kasım 2012 tarihinde, BM Genel Kurulu kararı ile aslında 1988 yılında bağımsızlığını ilan etmiş olan ve BM nezdinde üye olmayan gözlemci kuruluş (non-member observer entity) olarak nitelendirilen Filistin, üye olmayan gözlemci devlet (non-member observer state) olarak kabul edildi. Farklı yorumlar yapılıyor olsa da, Filistin’in BM tarafından da devlet olarak kabul edilmesi uluslararası camiada Filistin’in elini güçlendirmiş oldu. Bundan Sonra UCM Harekete Geçer mi? Artık UCM’nin Filistin’in devlet olması ya da olmaması ile ilgili mazeret öne sürmesi mümkün değil. Çünkü BM gereken tespiti yaptı. Temmuz 2014 tarihi ile başlayan katliamlar sonucu İsrail’in UCM’nde hesap vermesi uluslararası camianın daha geniş bir kesiminde arzulanmaya başlandı. Bu noktada başta Filistin olmak üzere bu zamana kadar gerçekleştirilmiş katliamların hesabının sorulması gerektiğini düşünen bütün devletlerin dikkatli ve yoğun bir uluslararası yardımlaşma içine girmesi lazım. Yahudi lobisinin sadece ABD’de değil bütün Dünya genelinde ne kadar güçlü olduğunu söylemeye bile gerek yok. Ancak namuslu insanların da cesur olması hatta cesaretten önce çalışkan olması gerekiyor. Dikkatli ve yoğun yardımlaşmadan kastımız budur. BM Genel Kurulu’nun Filistin’de yaşanan katliamlarla ilgili harekete geçirilmesi lazım. Bunun için 1998 yılında Brleşmş Mlletler (BM) öncülüğünde Roma’da toplanan br konferansla UCM’n kuran Roma Statüsü kabul edlmştr. 2014 yılı tbar le 122 devlet Roma Statüsünü onaylamıştır. UCM, sürekl yargı yetksne haz uluslararası br yargı mercdr. Savaş suçları, nsanlığa karşı suçlar, soykırım suçu ve saldırı suçu olmak üzere dört adet olarak belrlenen suç tp hakkında yargılama yetksne sahp olan UCM, 2003 yılının Mart ayından ber faalyet göstermektedr. güvenilir ve çalışkan diplomatlar gerekiyor. Genel Kurul’daki hareketlilik ister istemez Güvenlik Konseyi’ne yansıyacaktır. Bununla birlikte UCM’ne taraf olan devletlerden herhangi birinin İsrail saldırıları sonucu Filistin’de vatandaşı öldürülmüşse, İsrail’i UCM’nde dava edebilir. Mesela hem İtalya hem de Filistin vatandaşı olan bir kişi öldürüldüyse, İtalya’nın dava açma hakkı vardır. İsrail’in uluslararası hukukun emredici normlarını (jus cogens) ihlal ettiği özellikle belirtilmeli. Uluslararası hukukun birincil kaynakları antlaşmalar, hukukun genel ilkeleri ve örf-adet hukukundan oluşmaktadır. İsrail, 1949 Cenevre Sözleşmeleri hükümlerinden, İnsancıl Hukukun Genel İlkelerine kadar bütün birincil kaynak kategorilerini ihlal etmiş ve etmeye de devam etmektedir. Savaş dışı kişi ve mekânların vurulması bunun en açık delilidir. Filistin Katliamlarının Sorumluluğu BM’e Yüklenmelidir! Bütün bu tartışmalar yapılırken BM’in uluslararası barış ve güvenliği korumadaki başarısızlığı ve bir uluslararası örgüt olarak sorumluluğu da daha ciddi şekilde masaya yatırılmalı. Bu konu masa üzerinde kalmamalı ve icraata geçilmeli. Bu noktada BM Uluslararası Hukuk Komisyonunun “Uluslararası Örgütlerin Sorumluluğu Hakkında Taslak Maddeleri”ne başvurulmalı. 2000 yılında “Uluslararası Örgütlerin Sorumluluğu” başlığının komisyonun uzun zamanlı çalışma programına dâhil edilmesi gerektiği BM Uluslararası Hukuk Komisyonunca kararlaştırılmıştı. 2011 yılında ikinci ve son okumasını yapan Komisyon 67 adet madde yayınladı. Bu maddelerden üçüncüsü “Uluslararası örgütün her uluslararası haksız fiili o örgütün uluslararası sorumluluğunu gerektirir” şeklinde düzenlenmiştir. Haksız fiilin oluşabilmesi için hangi unsurların gerektiği ise dördüncü maddede şu şekilde düzenlenmiştir: “İcra ya da ihmal suretiyle işlenen bir davranış hukuka uygun şekilde örgüte isnat edilebiliyorsa örgütün sorumluluğu doğar. Benzer şekilde söz konusu icra ya da ihmal ile oluşan hareket örgütün bir uluslararası yükümlülüğünün ihlalini oluşturuyorsa o örgütün sorumluluğu doğar.” Buradaki isnat, Uluslararası Hukuk Komisyonunun da belirttiği üzere, sorumluluğun isnadı değil davranışın isnadıdır. BM Antlaşmasının 24. maddesi “Birleşmiş Milletlerin üyeleri, örgütün hızlı ve etkili hareket etmesini sağlamak için uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumluluğu Güvenlik Konseyine bırakırlar ve bu sorumluluk gereğince görevlerini yerine getirirken Güvenlik Konseyinin kendi adlarına hareket ettiğini kabul ederler” şeklindedir. Madde metni uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını bir sorumluluk olarak belirlemiş ve Güvenlik Konseyi’nin bu sorumluluğu gözetmekle yükümlü olan temel organ olduğunu açıkça ortaya koymuştur. BM’in Filistin, Suriye ya da Mısır’daki ağır uluslararası hukuk ihlallerine sessiz kalması bir uluslararası örgüt olarak yine kendi sorumluluğunu doğurmaktadır. BM hem kendi kurucu antlaşmasına aykırı davranmakta hem de Uluslararası Örgütün Sorumluluğu Maddeleri hükümlerince sorumlu olmaktadır. Belirtilen katliamlara BM’in ses çıkarmaması açık bir ihmal durumudur. Bu yüzden BM, ihmal suretiyle ihlalde bulunmakta ve uluslararası hukuk açısından sorumlu olmaktadır. İç hukukta bunu, doktorun ölmek üzere olan hastasına ilaç vermemesi ve bu yüzden ölümüne göz yumması olarak örneklendirebiliriz. Bu son olaylar da göstermiştir ki BM ihmalkâr bir katildir. Emredici karar alan ve belirli istisnalar dışında devletler tarafından kuvvet kullanımını yasaklayan BM, uluslararası barış ve güvenliği temelden sarsan söz konusu olaylarda harekete geçmediği için asıl sorumludur. Bu noktada Güvenlik Konseyi’nin vetosu bahane edilemez. Çünkü BM 1950 senesindeki Kore müdahalesini, Güvenlik Konseyi’nde Rusya’nın sürekli veto yetkisini kullanması üzerine Genel Kuruldan çıkarılan Barış İçin Birlik Kararı ile gerçekleştirmiştir. EYLÜL 2014 81 DIŞ POLİTİKA letler ile Rusya arasındaki gerginlik de bu çatışmayı uluslararası toplumun gündemine taşıdı. Çatışmalarda, Azerbaycan ordusu net olmamak ile birlikte 20’ye yakın askerini kaybederken, Ermenistan devletinin ve Nagorno Karabağ’daki Ermeni milislerin ne kadar bir kayıp verdiği konusunda net bir bilgi veya rakam bulunmamaktadır. Kayıplarının Azerbaycan’ın kayıplarından fazla olduğunu iddia edildiği gibi, toplam kayıbın 5 olduğu da iddia edilmektedir. Bu kafa karışıklığın sebebi ise, Ermeni tarafının kayıpları konusunda hiçbir bilgiyi paylaşmamasından kaynaklanmaktadır. AZERBAYCAN-ERMENİSTAN SINIRINDA YENİ ÇATIŞMALAR Doç. Dr. Yaşar SARI* Akademisyen B undan 20 yıl önce Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te Rusya Federasyonu arabulucuğu ile imzalanan ateşkeş protokolü ile dondurulan Nagorno Karabağ ve çevresi üzerinde Azeri-Ermeni çatışması tekrar alevlendi. Karabağ ve yakın çevresindeki yedi bölgenin-rayonun Ermeni kuvvetleri tarafında işgal edilmesi ve bugüne kadar konu ile ilgili olarak barışçıl bir çözümünün ortaya konmaması sebebi ile bu problem patlama potensiyeline zaten sahipti. Nitekim sınır boyunca küçük çaplı münferit olaylar zaten sıklıkla olmaktaydı. Fakat Temmuz sonu ve Ağustos ayının ilk günlerinde yoğunlaşan çatışmaların farklılığı vardı. Bu çatışmalardan ağır silahların kullanıldığı iddia edilmekte ve uluslararası toplumun, özellikle Batılı devletler ile Rusya arasındaki kriz, bu olaya benzer tepkileri verdi. 82 EYLÜL 2014 Nitekim Avrupa Birliği, ABD Dışişleri Bakanlığı, Rusya, İngiltere Azerbaycan ve Ermenistan hükümetlerine ağır silahların da kullanıldığı, insan kayıplarına yol açan çatışmaların durdurulmasını, iki tarafın da tansiyonu düşürecek adımlar atmasını ve 1994 yılında yapılan ateşkes anlaşmasına uymaları çağrısında bulunmuşlardır. Tarafların AGİT Minsk Grubu ile uyumlu çalışarak soruna barışçı çözüm bulunmasını da önermişlerdir. Aslında bu çatışmalar aralıklar ile beraber, son iki aydan beri devam etmekte idi. Fakat genellikle hafif silahların kullanıldığı ve can kayıplarında sınırlı olduğu için uluslararası basın tarafından gündeme taşınmıyordu. Bir de Kırım ile Nagorno Karabağ arasında benzerlik ve son zamanlarda batılı dev- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Nagorno Karabağ konusunda kabul ettiği dört karara rağmen Ermenistan, Azerbaycan topraklarını işgal etmeye devam etmektedir. Ermenistan sadece Nagorno Karabağ bölgesini değil, bu bölgeye komşu yedi rayonu da 20 yıldan beri işgal altında tutmaktadır. 700 bin Azeri Nagorno Karabağ ve işgal altındaki yedi rayondan, 200 bin Azeri de Ermenistan’dan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. Çoğu Bakü’den olmak üzere 360 bin Ermeni de Azerbaycan’ı terk etti. Çoğu Azeri 30 bin insanda 1994’e kadar devam eden savaşta hayatını kaybetmiştir. Ermenistan’a karşı uluslararası toplum bugüne kadar hiçbir cezalandırıcı tedbir almamıştır. Yalnızca Türkiye ve Azerbaycan’ın uyguladığı ambargo bulunmaktadır. Ermenistan’ın bu iki ülke ile olan sınır kapıları kapatılmış, bugün Erivan’da bu iki ülkeye ait diplomatik temsilcilik bulunmamaktadır. Ermenistan ile Azerbaycan arasında bundan önce de sınır çatışmaları olmakta ve her iki taraftan da askerler hayatlarını kaybetmekteydi. Fakat Temmuz ayının son günlerde başlayıp Ağustos’un ilk haftasında yoğunlaşan çatışmalar 20 yıldan beri yapılan, ağır silahlarında kullanıldığı, en şiddetli ve kanlı çatışmalar olmuştur. Yaklaşık her iki tarafta 20 bin askerin birbirine 100 metre uzaklıkta siper savaşı şeklinde çarpışmaları, çatışmanın büyüme ve yayılma riski taşıdığını göstermektedir. Çatışmanın yoğunlaşmasının zamanlaması ilginçtir. Ukrayna üzerinde başta ABD olmak üzere Batılı devletler ile Rusya arasında soğuk savaş devam etmektedir. Azerbaycan’ın bu soğuk savaşta batıya daha yakın durması Rusya’yı rahatsız etmektedir. Azerbaycan özellikle Rusya’nın Kırım’ı güç zoru ile Ukrayna’dan alıp ilhak etmesi ile Nagorno Karabağ arasındaki benzerlik sebebi ile sert tepki göstermiştir. Ermenstan Cumhurbaşkanı Serj Sargısyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Alyev Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladmr Putn’n gözetmnde Soç’de 10 Ağustos’da br araya gelmşlerdr. Bu görüşmeden önce Putn her k lder le ayrı ayrı kl görüşmeler yaptı. Br gün sonra da üçlü görüşme yapıldı. Putn’n sınır çatışmaları devam ederken her k lder Soç’ye davet etmes ve her k ldern de tereddütsüz bu davete cap etmeler önemldr. Çünkü Rusya, her ne kadar lşkler her zaman stenlen sevyede olmasa da, Azerbaycan ve hç kuşkusuz k Ermenstan çn çok öneml br yere sahptr. Ayrıca bu yıl içinde Avrasya Gümrük Birliği’nin genişlemesi ve geleceği ile ilgili yapılan zirve toplantısında, Kazakistan’ın Ermenistan’ın işgal ettiği topraklar ile birlikte Birliğe üye olamayacağını açık, sert bir şekilde Putin ve Sargısyan’ın önünde ifade etmesi, Ermenistan yalnızlığının giderek arttığının göstergesidir. Azerbaycan ve Ermenistan liderleri 2012 yılının Ocak ayından beri görüşmemişlerdi. Kasım 2013’de AGİT Minsk Grubunun organizasyonunda bir araya geldiler. İki lider 2009 yılında beri de birbiri ile ikili görüşmeler yapmamışlardır. Bu da büyük devletlerin net politikası olmamasından ve uluslararası toplumun hareketsizliği sebebi ile sorunun zamana bırakıldığı için toprakları fiili olarak kontrol altında tutan Ermenistan’ın Karabağ’ın bugünkü statükosundan memnun olduğu söylenebilir. Bu sorun ile ilgili olarak her iki devletin liderleri de, karşılıklı taviz verme konusunda ihtiyatlı yaklaşmaktadır. Çünkü Nagorno Karabağ konusu her iki toplum içinde ulusal onur konusu haline dönüşmüştür. Ermenistan fiilen Karabağ ve Azerbaycan’ın diğer yedi beldesini elinde bulundurduğu için, Azerbaycan’da uluslararası hukuka göre Karabağ kendi toprağı EYLÜL 2014 83 Brleşmş Mlletler Güvenlk Konsey’nn Nagorno Karabağ konusunda kabul ettğ dört karara rağmen Ermenstan Azerbaycan topraklarını şgal etmeye devam etmektedr. Ermenstan sadece Nagorno Karabağ bölgesn değl, bu bölgeye komşu yed rayonu da 20 yıldan ber şgal altında tutmaktadır. 700 bn Azer Nagorno Karabağ ve şgal altındak yed rayondan, 200 bn Azer de Ermenstan’dan ayrılmak zorunda bırakılmıştır. olarak tescil edildiği ve son on yılda ordusunu modernleştirdiği ve güçlendirdiği için kendilerini haklı ve güçlü görmektedirler. Son on yılda Azerbaycan’ın savunma harcamaları çok büyük oranda artmıştır. Bu artış nerede ise 27 katıdır. Bugün Azerbaycan’ın Savunma Bakanlığının bütçesi yaklaşık 3.7 milyar dolar civarındadır. Bu da Ermenistan’ın toplam yıllık devlet bütçesine denktir. Fakat Ermenistan’ın savunmasında Rus askeri birlikleri de görev almaktadır. Ermenistan’ın Türkiye sınırına yakın ikinci büyük şehri Gümrü’de bir Rus askeri üssü bulunmaktadır. Bu üs Kollektif Güvenlik Antlaşma Teşkilatına bağlı Türkiye ve İran sınırını korumak ile görevli birliktir. Sonuç olarak şu söylenebilir, her iki tarafın da farkında olduğu gibi, Karabağ sorunu sadece Ermeni-Azeri sorunu değildir. Bu sorunu anlamak için üç noktaya dikkat çekmek lazım: 1. Rusya’nın konumu: Rusya, 1990 yılların başındaki Karabağ sorunun bugünkü halini almasının sorumlusudur. Çünkü hem Ermeni birliklerine askeri birlikleri ve verdiği teçhizatı ile yardımda bulunurken, hem de Azerbaycan’ın o günkü iç siyasal karışıklığından yararlanarak, Azerbaycan’ı Rusya’nın etkisi altında tutmak istiyordu. Nitekim Azerbaycan, Karabağ ve çevresini kaybetti. Türkiye yanlısı olan o zamanki Azeri liderliği de iktidarını kaybetti. Yalnız iktidara gelen deneyimli siyaset adamı Haydar Aliyev’in yaptığı manevralar sonrası, Azerbaycan Rusya’nın etki alanı dışına çıkarak, sahip olduğu yer altı zenginliklerini de kullanarak, daha dengeli bir siyaset takip eden bir ülke konumuna geldi. 84 EYLÜL 2014 Oysa aynı zaman diliminde Ermenistan, izole bir konumda gitgide Rusya’ya daha bağımlı hale geldi. Rusya’nın liderliğini yaptığı Kollektif Güvenlik Antlaşma Teşkilatına üye olarak güvenliğini, özelleştirdiği önemli sanayi ve ticari kurumlarını Rus işadamlarına satarak ve geçen yıl Avrasya Gümrük Birliğine üyeliği arzuladığını ifade ederek ekonomisini Rusya’ya bağladığını ilan etmiş oldu. Bu sebeple bugünkü çatışmaları analiz ederken Rusya ve tavrını gözden kaçırmamak lazımdır. 2. Batılı devletlerin konumu: AGİT Minsk Grubunun Rusya ile eşbaşkanları olan ABD ve Fransa ve British Petroleum (BP) yatırımları dolayısı ile İngiltere’nin tutumlarını incelersek şöyle bir durum ile karşılaşırız. Birincisi, bu ülkelerde yaşayan ve çok iyi bir şekilde örgütlenmiş olan az sayıdaki Ermeni ve Ermeniler ile çıkar ve ruh birliği içinde bulunan diğer etkili gruplar ve lobiler bu ülkelerin Kafkasya politikalarını etkilemektedir. Nitekim saldırıya maruz kaldığı halde 1992 yılında Azerbaycan’a karşı ABD Kongresi bazı kısıtlamalar getirmişti. Aynı şekilde Fransa’da Ermeniler hem Azeri hem de Türklere karşı başarılı kampanyalar ile bazı yasaların geçmesini zorlamışlardır. Oysa hem hukuki hem de ekonomik çıkarları açısından Azerbaycan’a daha yakın durması gereken bu ülkelerin politikalarını açıklamak zor olur. Minsk Grubu eşbaşkanları olarak sorunun çözümünde aktif çaba göstermemektedirler. 1996 Lizbon bildirisi ve 2001 yılında sorunun müzakereler yolu ile Key West iki tarafında verdiği tavizler ile çözüme yaklaşıldığı bilinmektedir. ABD, Rusya ve Fransa’nın liderliğindeki AGİT Minsk Grubu sorunun çözümünden çok dondurulmasına ve barışcıl nihai çözüme ulaşılmasına engel olmaktadırlar. Batılı devletlerin bu ikili tutumları sebebi ile ne nihai barışa ulaşma ne de çatışmaları sonlandırma konusunda iki tarafı etkileyecek bir ağırlığa sahip değildirler. 3. Türkiye’nin konumu: Türkiye’nin her ne kadar Azerbaycan ile çok yakın ilişkilere sahip olsa da, zaman zaman başta ABD olmak üzere batılı devletlerin telkinleri ile Ermenistan ile yakınlaşması, 2009 yılında olduğu gibi, Azerbaycan ile ilişkilerini de etkilemektedir. Bir de mümkün olduğunca komşuları ile sıfır sorun temelli politika gereği Ermenistan ile sorunlarını ikili olarak çözmeye çalışması Azerbaycan tarafından hoş karşılanmamıştır. Nitekim Azerbaycan’ın tepkisi ve yaptığı jestlerin karşılığını Ermenistan’dan görmemesi sonucu Türkiye, Azerbaycan’a çok daha yakınlaşmıştır. Bu yakınlaşmanın önemli bir sebebi olarak da iki ülke arasında derinleşen ve gittikçe gelişen karşılıklı ekonomik bağımlılığı sayabiliriz. Örneğin Türkiye’deki büyük Azeri yatırımları, Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı ve son olarak da TANAP projesi bu kapsamda zikredilebilir. Böylece 1990’lardaki duygusal kardeşlik, aynı zamanda ekonomik ortaklıkla pekiştirilmiştir. Bu sebeple Türkiye’nin son çatışmalarda nasıl bir tepki vereceğini kestirmek kolaydır. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serji Sargısyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in gözetiminde Soçi’de 10 Ağustos’da bir araya gelmişlerdir. Bu görüşmeden önce Putin her iki lider ile ayrı ayrı ikili görüşmeler yaptı. Bir gün sonra da üçlü görüşme yapıldı. Putin’in sınır çatışmaları devam ederken her iki lideri Soçi’ye davet etmesi ve her iki liderin de tereddütsüz bu davete icap etmeleri önemlidir. Çünkü Rusya, her ne kadar ilişkileri her zaman istenilen seviyede olmasa da, Azerbaycan ve hiç kuşkusuz ki Ermenistan için çok önemli bir yere sahiptir. Karşılaştırmak gerekirse Fransız Cumhurbaşkanı Hollande, Azeri ve Ermeni liderleri son altı aydan beri bir araya getirmeye çalışmakta fakat başarılı olamamaktaydı. Putin’in yaptığı görüşmelerden çıkan mesaj ise, çatışmaların topyekün savaşa dönüşmemesi konusunda mutakıp kalınmasıdır. Bu da, eğer başka faktörler ve aktörler işin içine girmezse, çatışmaların sınırlı boyutta kalacağıdır. Konu ile ilgili batılı diplomatlar, örneğin ABD’nin AGİT Minsk Grubundaki eşbaşkanı James Warlick, sorunun AGİT Minsk Grubu tarafından Madrid Prensipleri çerçevesinde çözülmesi gerektiği ifade etse de, sorunun çözümünde ve belki de çözümsüzlüğünde başrolü oynacak ve oynayan devletin Rusya olduğu açıktır. Rusya batılı ülkeler ile Ukrayna üzerindeki çatışması sebebi ile zor günler geçirmektedir. Aynı zamanda uluslararası sistemde yerini sağlamlaştırmak için çeşitli manevralar yapmaktadır. Örneğin Avrasya Gümrük Birliği’ni Ekonomik Birliğine dönüştürme çabaları (Ermenistan ve Kırgızistan üye olmak için başvurdular, Rusya Azerbaycan’ın da üye olması için bastırmakta, hatta Türkiye Avrasya Gümrük Birliği ülkeleri ile Serbest Ticaret Antlaşması yapmak için görüşmeler yapmaktadır) ve Çin ile bir iki ay önce imzaladığı 400 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaşması beklenen ticaret antlaşması sayılabilir. Rusya, bu sebeplerden dolayı, Ukrayna konusunda konumunu sağlama almadan etki alanı olarak gördüğü bölgelerde (buna Kafkasya da dâhil) yeni çatışmaların çıkmasını arzu etmeyecektir. Ama Azerbaycan ile Ermenistan arasında nihai barışın sağlanması da bugünkü konjektürde Rusya’nın çıkarları ile uyuşmamaktadır. Sonuç olarak, bu çatışmanın ve anlaşmazlığın bir süre daha devam edeceği ve fakat topyekün sıcak savaşa dönüşme ihtimalinin az olduğu söylenebilir. * Kırgızistan Manas Üniversitesi ORASAM Müdürü. EYLÜL 2014 85 DIŞ POLİTİKA LBYA’DA KRZ DERNLEŞYOR Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı L ibya, Fizan çölünü de içinde barındıran, yüzölçümü büyük, vatandaş sayısı az (5.7 milyon) ve petrol zengini bir Kuzey Afrika ülkesidir. Trablusgarb olarak bilinen Libya, Osmanlı’nın Kuzey Afrika’da en son kaybettiği belde... Özgürlükten sonra kurulan krallık Nasırcı çizgideki Muammer Kaddafi’nin de içinde bulunduğu Arap milliyetçileri tarafından darbe ile devrildikten sonra ülkede Cemahiriye diye adlandırılan bir tür halk sosyalizmi kurulmuştur. Kırk küsür yıllık yönetimi boyunca Kaddafi düzen kurmamış, bütün devlet yapısını kendi kişiliği, ailesi ve sadık çevresi etrafında şekillendirmiştir. 2011’de Kuzey Afrika’da başlayan isyan dalgasından sonra düşmesi zor görünen Kaddafi, NATO operasyonu ile düşürülmüş ve bu süreçte zaten zayıf olan Libya ordusu ve devlet yapısı tahrip edilmiştir Kaddafi’nin yıkılmasından buyana üç yıl geçmesine rağmen ülkede huzur ortamı sağlanamamış, siyasi, ideolojik mücadele yanında çeteler çatışması ülkeyi tekrar çökme noktasına yaklaştırmıştır. Batı ülkeleri ülkede demokratik bir düzenin altyapısını 86 EYLÜL 2014 hazırlamadan ülkeyi kendi haline terk etmişlerdir. Rejimi devirirken sistemi çökerten ABD, Irak’ta 2003’te yaptığı hatayı tekrarlamıştır. Diğer taraftan, Kaddafi’ye karşı devletin depolarından dağıtılan tonlarca silah bir daha geriye toplanamayıp silahlı milislerin elinde kalmıştır. Bu yüzden milislere merkezi ordu boyun eğdiremedi, söz geçiremedi ve geçiremiyor. Devrimde savaşan milis güçler, silah bırakmayı reddedince ve bazı siyasi figürler ve aşiretler bu grupları destekleyince, devlet otoritesini tesis etmek imkânsız hale gelmiştir. Ülke bir anlamda milislere kalınca bu milisler daha sonra kendi aralarında güç mücadelesine girmişler ve geçen Temmuz’da Trablus Havaalanı’nı ele geçirmek için ciddi bir çatışma başlatmışlardır. Ülkedeki başıboşluğun boyutunu tam anlatan bir örnek olarak, halkın güvenliğini sağlayacak Başkent Trablus’un Emniyet Müdürü Albay Muhammed Suweysi suikastla öldürüldüğünü gösterebiliriz. Bu milisler klasik çeteler gibi de değildir. Milislerin çoğu Devrim Mücahitleri adı altında devletten maaş almaktadır ve Savunma Bakanlığı’na bağlı olmalarına rağmen kendi başlarına buyruk hareket etmektedirler. Devlet gücü eksik olunca silahlı milisler, siyasi güç, ekonomik çıkar, ideolojik gerekçelerle devrimi sahiplenmek ve hatta kabilecilik ve kahramanlık için ciddi bir çıkar çatışmasına giriştiler. Bazıları da silah ve uyuşturucu kaçakçılığı yaparak, kaçak petrol satarak, adam kaçırıp fidye isteyerek günlerini geçiriyorlar. Bazı milisler çıkarı olan bölge ülkelerine çalıştığı gibi bazı İslami milisler de ideolojik mücadele yapıyorlar. Ancak, kaçacak güvenli bir yer de bulunmamaktadır. Örneğin, kendi içinde istikrasızlıktan kurtulmaya çalışan Tunus, Libya’dan geçişleri engellemektedir. Ayrıca, zaten muhalif bölge olan Bingazi de ABD yanlısı General Halife Hafter ile İslamcı savaşçılar kıyasıya bir çatışma yürütmektedirler. Hafter operasyonun bir etkisi de zaten zayıf olan düzenli orduyu ikiye bölerek devleti daha da etkisiz hale getirmesidir. Artan çatışmalardan dolayı Türkiye de dâhil birçok ülke diplomatik misyonlarını bu şehirden Ülkede sürtüşmeyi ve çatışmayı besleyen başka çektiler. IŞİD ile Ensar el-Şeria arasında ciddi bir faktörler de söz konusudur. Ülkede kabilecilik hala dirsek teması olduğundan söz edilmektedir. Hafter siyasi ve sosyal grupların dayandığı bir faktördür. de bu grupla mücadele için yola çıktığını söylemişti. Ülkede laik gruplar ile İslamcı gruplar arasında ide- Merkezi Hükümet ise onu darbeci olarak tanımlamış ve orduyu bölmekle suçlamıştı. Hem olojik bir mücadele sürmektedir. Ayrıca, Hafter hem de İslamcılar mücadeLibya’nın doğusu (Bingazi) Kaddafi leyi kazabileceklerine inandıkları döneminde ihmal ve baskı alKaddafi’nin için çatışmanın dinmesi zor tında dışlandığı için bir tepki görünmektedir. Aşiretlerin yıkılmasından buyana birikimi gözlenmektedir. arabuluculuğu da bir uzOrtak bir Libyalı kimliği üç yıl geçmesine rağmen laşma getirmemiştir. ve bilinci de zayıftır. Mıülkede huzur ortamı sır ve Suudi Arabistan sağlanamamış, siyasi, ideolojik Parlamento sivillerin kogibi bölge ülkelerinin runması için uluslararası mücadele yanında çeteler müdahaleleri de ülkemüdahaleye izin veren çatışması ülkeyi tekrar çökme ye yarardan daha çok bir karar aldı (13 Ağusnoktasına yaklaştırmıştır. Batı istikrarsızlık getirmiştir. tos) ve peşinden silahülkeleri ülkede demokratik Taraflar arasında çatışlı milisleri yasaklayan bir düzenin altyapısını ma giderek kan davası kanun çıkardı. Ancak, hazırlamadan halini almaktadır. 2013 bugün seçilmiş hükümeülkeyi kendi haline sonlarında milisler Baştin kararlarını uygulatacak bakan Ali Zeydan’ı bile katerk etmişlerdir. güçlü bir bürokrasisi ve orduçırmışlardır. Temmuz ve Ağussu yoktur. Devlet, halka hizmet tos aylarında artan çatışmalar, götürülmesini bırakın can güvenliğiTrablus’ta ve ülkede büyük bir kaos ve ni bile sağlayamamaktadır. Libya’da artan karamsarlığa yol açmıştır. şiddete karşı Avrupa ülkeleri hükümetleri Libya’da Libya’daki çatışmalar esas olarak Misrata merkez- ateşkes çağrısı yaparak şiddeti kınadılar. Tarafları li İslamcı partilerle müttefik İslami milisler ile Zintan diyaloğa çağırdılar ancak bir müdahale gelip gelmerkezli anti-İslamcı olan ve aralarında bazı eski meyeceği konusuna açıklık getirmediler. Birleşmiş Kaddafi güçlerinin bulunduğu ve laik partilerin des- milletler de benzer çağrılar yaptı ama Batı’nın burada teklediği milisler arasında geçmektedir. Bu güçle- kalıcı bir yapı kurma niyeti ve gücü bulunmamaktarin birbirine üstün gelme ihtimali çok fazla değildir dır. Genelde Batı’nın empoze ettiği adamlar Irak’taki çünkü mücadelede aynı zamanda aşiret hatlarına Maliki gibi toplumda karşılığı olmayan kişiler olduğu için başarı şansları da az oluyor. dayanıyorlar. Çatışan milisler petrol üretimini aksattıkları gibi, depolardaki petrolü yakarak halkın elekt- Siyasi partiler ve seçilmiş Parlamento darbe korkurik ve su gibi temel ihtiyaçlarda sıkıntı çekmesine yol larına yol açan General Halife Hafter saldırıları altında açmaktadırlar. Çatışmalardan yılan siviller Trablus hızla seçime gitti (25 Haziran) ve adaylar bağımsız ve Bingazi’den kaçmaya başlamışlar, özellikle Mısır olarak seçime katıldıysa da parlamentoda İslamcı ve diğer ülke vatandaşları ülkeyi terk etmektedirler. ve laik bloklar oluştu. Seçimden İslamcı adaylar güç EYLÜL 2014 87 DIŞ POLİTİKA FERGUSON OLAYLARI NE KADAR YEREL? Amine İLERİ SDE Uzmanı kaybederek çıktılar ve 200 kişilik parlamentonda 30 civarında sandalye kazandılar. Ancak, Parlamento da etkili çalışamamaktadır. Trablus’taki çatışmalar yüzünden Parlamento Trablus’ta toplanamadığı için bazı üyeler Mısır sınırına yakın Tobruk şehrinde toplandı. Ancak burada toplanmaya ve kararlar alınmasına bazı İslamcı partiler itiraz edip kararların meşruiyetini tartışmaya açtılar. Dolayısıyla, Parlamento da görevini yapamamakta ve güçlü bir hükümet çıkaramamaktadır. Ülkedeki istikrarsızlığa bir kanıt olarak Kaddafi düştükten sonraki altıncı başkanını seçmiştir: Avukat Aguila Saleh Lissa. darbeci başkanı General Sisi’nin, devraldığı ülkeyi darboğazdan çıkarmak için Libya’yı işgal etmek istediği söylentileri yayılmaktadır. Sisi, Mısır’ın ekonomik darboğazdan kurtulması için Libya’nın petrolüne sahip olmayı çözüm olarak görmektedir. En son Sisi’nin darbe Anayasasını hazırlayan eski diplomat Amr Musa’nın ağzından Libya’daki kaosun Mısır’ın istikrarını bozduğu gerekçesiyle müdahale etmesi gerektiği dillendirilmiştir. Ancak, El-Sisi İsrail ve Batı’nın her istediğini yapsa da Libya petrolü, Mısır’ı bölgenin ve belki de dünyanın en önemli ülkesi haline getireceğinden, buna müsaade etmezler. Libya’da bir çözümün olup olmayacağı bir dış müdahaleye çok bağlıdır. Çünkü içerdeki güçler yenişememektedirler. Bu çatışma daha fazla uzadığı takdirde bir grup galip gelse bile ülke tamamen harap olacağı için tekrar toparlanması çok zor olacaktır. Buna rağmen, Arap ülkelerinin ve İslam Dünyası’nın barış gücü gibi müdahale edecek bir askeri imkânı yoktur. Rusya ve Çin ise bu konuyla ilgilenmediğine göre, Libya’ya müdahale edebilecek güç yine NATO veya BM çerçevesinde Batı olacaktır. Ancak, Bingazi’de diplomatının öldürülmesi ABD’de ciddi bir hassasiyet oluşturmuş olduğundan müdahaleye isteksizdir. Müdahale olsa bile bu müdahalenin Afganistan ve Irak’taki gibi Libya’yı istikrara kavuşturması ihtimali de çok yüksek değildir. Peki Libya’daki kriz ve kaos nasıl çözülür? Afganistan, Irak ve Libya gibi örneklerden anlaşılmıştır ki Batı müdahaleleri ile iflah olan bir ülke yoktur. Düzen kursalar bile adil ve kalıcı bir çözüm getirmedikleri görülmüştür. Bu müdahaleler El-Kaide gibi örgütlere meşruiyet sağladığı için sonuçta faydasından çok zararı olmaktadır. Dolayısıyla, Libyalılar ağır aksak da olsa demokrasilerini işleterek Yemen ve Tunus’taki gibi laik ve İslamcı partilerin öncülüğünde önce ulusal uzlaşı sağlamalılar. Libya’nın sahip olduğu geniş coğrafya ve zengin doğal kaynaklar herkese yetecek kadar çok olduğu için uzlaşma herkesin menfaatinedir. Devlet, gücü bütün çeteleri aynı anda dağıtmaya yetmediği için, teker teker üzerlerine giderek ellerindeki silahları toplamalıdır. Türkiye’nin 1980 Darbesi’nden sonra yaptığı gibi zor ve ikna yöntemlerini kullanabilir. Batı da radikal örgütlerin dış desteğini kesme konusunda yardımcı olmalı, devlet kurumlarının kurulması ve işletilmesi için maddi ve teknik yardımlarda bulunmalıdır. Mısır ve Suudi Arabistan’ın Libya’yı istikrarsızlaştırmakta benzer şekilde etkili olduğu bilinmektedir. Suud Hükümeti, İhvan çizgisindeki hareket ve yönetimlere ideolojik yaklaşarak Halife Hafter gibi laik savaşçıları desteklemektedir. Diğer taraftan, Mısır’ın 88 EYLÜL 2014 A merika Birleşik Devletleri’nin Missouri eyaletinde Afro-Amerikalıların yoğun olarak yaşadığı Ferguson mahallesinde 18 yaşındaki siyahi genç Micheal Brown’un gündüz vakti sokak ortasında beyaz bir polis tarafından 6 kurşun sıkılarak öldürülmesi ile başlayan olaylar Amerika’da ırkçılık meselesini bir kez daha gündeme getirdi. Ferguson’da olayların başladığı ilk günlerde Amerika ulusal medyasının oldukça ilgisiz olduğu ve haber bültenlerinde bile çok kısa değindiği sokak çatışmaları polisin aşırı güç kullanmasına rağmen bastırılamadı. CNN’in yerel kanal görüntüleri ile servis ettiği çatışmalar esnasında hem yerel hem de uluslararası basına oldukça sert muamelelerde bulunulmuş, foto muhabirleri gözaltına alınıp, kamera ve fotoğraf makinelerine polisler tarafından zarar verilmişti. Ferguson’da olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi Amerika için hiç olağan kabul edilecek bir durum değildi şüphesiz. Olaylar devam ederken 23 yaşında yine siyahi bir gencin öldürülmesi gerilimin artacağının sinyallerini vermekteydi. Micheal Brown’un ölümünü aydınlatmak için yürütülen soruşturmaya basın yasağı getirilmesi yine birçok çevre tarafından şiddetle eleştirilmiş, ABD Ulusal Barolar Birliği, Ferguson Emniyet Müdürlüğü’ne vurulma olayına ilişkin soruşturmanın şeffaf olmadığı gerekçesiyle dava açmıştır. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) de Ferguson polisinin barışçıl protestoculara ve gazetecilere karşı yıldırma taktiklerine son vermesi gerektiği konusunda açıklamada bulundu. Polisin protestoculara, silah doğrultma ve zırhlı araç konuşlandırma gibi gereksiz derecede tehdit edici tedbirlerle karşılık verdiğini belirten HRW, göz yaşartıcı bom- EYLÜL 2014 89 banın gereksiz yere kullanımı, kalabalıkların üzerine plastik mermi sıkılması, olayları izleyen gazetecilerin gözaltına alınması gibi uygulamalarla aşırı güç kullanıldığını belirtmişti. Ferguson olayları esnasında Uluslararası Af Örgütü, tarihinde ilk kez ABD’de yaşanan protestoları incelemek üzere 13 kişilik bir gözlem heyeti gönderdi. Heyetle birlikte Ferguson’a giden örgütün Genel Direktörü Stephen Hawkins, temel emniyet faaliyetlerinin ihtiyaç duyulduğu bir ortamda, polisin aşırı güç kullandığını belirterek, “Göz yaşartıcı gaz kapsülleri çocuk, yaşlı gözetilmeden kalabalığa fırlatılıyor. Bu insan haklarının açıkça ihlal edilmesidir” şeklinde konuştu. Hawkins ayrıca, “Kamu malında meydana gelen, bir sokak tabelasının sökülmesi gibi ufak tefek hasarların, kalabalığı dağıtmak için yeterli bir sebep olmadığına dair raporlar yayımladık. Bunlar ABD’nin de korumak zorunda olduğu Birleşmiş Milletler standartları ve uluslararası yükümlülüklerin ihlalidir” şeklinde açıklamalarda bulundu. Ferguson İç Mesele, Peki ya Diğerleri? Dünyaya basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü konularından her zaman üst notadan ders veren Amerika’nın bu söylem araçları Ferguson’da çöktü. Dünya’nın en geri kalmış ülkelerinde bile görülmemiş bir şiddetin uluslararası medya tarafından görüntülenmesi, bu olayları görüntüleyen gazetecilerin gözaltına alınması, tartaklanması ABD’nin eleştirdiği ülkelerden pek de farklı olmadığını gösteriyordu. Ayrıca ABD’nin eleştirdiği ülkelerden bu sefer ABD’ye eleştiriler gelmeye başlamıştı. Bunun en ironik örneklerinden biri Mısır’ın bu konuda açıklama yayınlamasıydı. Binden fazla sivil göstericiyi gerçek mermilerle öldüren ve yüzlerce uluslararası gazeteciyi tutuklayan bir darbe sabıkalısı Abdul Fettah el-Sisi ABD’yi basın özgürlüğüne ve toplanma hakkına saygı duymaya çağırdı. Bu durum Sisi’nin ne kadar demokratik olduğunun değil, ABD’nin 90 EYLÜL 2014 söylem araçlarının özgünlüğünü yitirdiğinin göstergesidir. Diğer bir ifade ile ABD ve Batı dünyasının kutsalı olan “ifade özgürlüğü”, “basın özgürlüğü” ve “toplanma özgürlüğü” gibi kavramların güvenlik söz konusu olduğunda ABD’de de göz ardı edildiği anlaşıldı. Diğer taraftan, bu olaylar ABD’yi eleştirmek için bir zemin oluşturdu. Washington’da Dışişleri Bakanlığı basın toplantısında Dışişleri sözcüsü Marie Harf’a Türkiye’de, Rusya’da veya dünyanın herhangi bir ülkesinde benzer olaylar yaşandığı zaman Amerika’nın verdiği tepki ile kendi ülkesinde yaşanan olaylar karşısında verilen tepki arasındaki fark sorulunca, bunun Amerika’nın bir iç meselesi olduğunu dolayısıyla diğer ülke örnekleri ile karşılaştırılamayacağını söyledi. Hâlbuki basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve hatta gösteri hakkı evrensel değerler olarak kabul edilir. ABD de dünyanın herhangi bir köşesindeki basın özgürlüğü ve insan hakları ihlallerine dair yorum yapma hakkını bu değerlerin evrensel olmasında buluyor. Burada soru şu ki, başka bir ülke söz konusu olduğunda evrensel olan bu değerler ABD söz konusu olduğunda nasıl lokalleşiyor? Örneğin Türkiye’de Gezi Parkı olayları CNN tarafından dokuz saat canlı yayınla dünyaya duyuruldu ve ABD Gezi Parkı olaylarına dair defalarca açıklama yaptı. Gezi Parkı olayları bir şehir planlamasına itiraz üzerine başlayan bir olaydı. Ferguson olayları ise ABD’nin ırkçılık sorunundan kaynaklanıyor. Yani nereden bakılırsa bakılsın Ferguson olayları Türkiye’deki Gezi olaylarından farklı olarak evrensel boyut taşıyor. Hal böyleyken ABD’ye göre Gezi Parkı uluslararası bir boyut taşıyorken, Ferguson nasıl oluyor da sadece Amerika’nın iç meselesi olarak nitelendirilebiliyor? Obama yönetiminin olayı ele alış şekli dünyaya örnek teşkil edebilecek bir nitelik taşıyor. Çünkü Obama olayların üçüncü gününde kameraların karşısına geçerek, yerel polislerin aşırı güç kullanmaktan kaçınmasını, insanların gösteri hakkına saygı gösterilmesini ve basının işini en iyi şekilde yapabilmesi için yardımcı olunması gerektiğini söyledi. Diğer taraftan Adalet Bakanı Eric Holder Micheal Brown olayının aydınlatılabilmesi için federal savcılar görevlendirerek olayın en ince ayrıntısının araştırılması talimatını verdi. Bu durum olayların ulusallaşmasının önüne geçip Fergusonla sınırlı kalmasını sağladı. Ayrıca Missori valisi ve bölge güvenlik şefi Ferguson halkı ile doğrudan toplantılar düzenleyerek olayın muhatabının federal hükümet değil kendileri olduğunu gösterdiler. Ferguson dışında Amerika’nın herhangi başka bir bölgesinde Fergusona destek adı altında herhangi bir olayın yaşanmamış olması bu siyasetin doğal bir sonucu olmuştur. Amerika’nın Bitmeyen Sorunu Irkçılık Afro-Amerikalılar ABD nüfusunun yaklaşık yüzde 14’ünü oluşturuyorlar ve büyük bir çoğunluğu kendilerine yönelik ayrımcılığın hala devam ettiğine inanıyor. Amerika’daki bazı ekonomik veriler de bu görüşü destekler nitelik taşıyor. Örneğin ABD Çalışma Dünyaya basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü konularından her zaman üst notadan ders veren Amerika’nın bu söylem araçları Ferguson’da çöktü. Dünya’nın en geri kalmış ülkelerinde bile görülmemiş bir şiddetin uluslararası medya tarafından görüntülenmesi, bu olayları görüntüleyen gazetecilerin gözaltına alınması, tartaklanması ABD’nin eleştirdiği ülkelerden pek de farklı olmadığını gösteriyordu. Bakanlığı’nın Temmuz ayı işsizlik verilerine göre, siyahiler arasındaki işsizlik oranı yüzde 11,4 iken, beyazlar arasındaki işsizlik oranı, bunun yarısından daha da az, yüzde 5,3 civarında. Bununla birlikte, siyahilerin yoğun olarak yaşadığı yerler ekonomik olarak ABD’nin en geri kalmış bölgeleri arasında yer alıyor. New York kentindeki Harlem gibi getto olarak adlandırılan fakir mahallelerde, beyazlardan yalıtılmış şekilde yaşayan Afro-Amerikalılar, eğitim gibi sosyal hizmetlerden de yeteri kadar faydalanamıyor. Bu tür eşitsizlikler siyahiler ve beyazlar arasındaki sosyal gerginlik ihtimalini de sürekli artırıyor. Amerika’da siyahilerin günlük yaşamda da ayrımcılık hissi uyandıran muamelelere maruz kaldığı bilinen bir gerçek… ABD’nin ilk siyahi Başkanı Obama’nın 2012 yılında Trayvon Martin isimli siyahi gencin, George Zimmerman adlı beyaz-Hispanik bir mahalle bekçisi tarafından öldürülmesinden sonra yaptığı açıklamalar oldukça dikkat çekiciydi. Obama 2012’de şunları söylemişti: “Bu ülkede, bir mağazada alışveriş yaparken takip edilme deneyimini yaşamayan çok az siyahi vardır. Buna ben de dâhilim. Yoldan karşıya geçerken, arabaların kapılarının kilitlenmesi sesini duyma deneyimini yaşamayan çok az siyahi vardır. En azından senatör olmadan önce bu benim de başıma geldi. Bir asansöre bindikten sonra içerideki bir kadının çantasını endişeyle sıkıca kavradığı ve asansörden çıkana kadar da nefesini tuttuğuna şahit olmayan çok az siyahi vardır. Bunlar sıkça oluyor.” 2012’den 2014’e çok fazla bir şeyin değiştiğini söylemek mümkün değil. Fergusan’da yaşananlar ya da Trayvon Martin’in öldürülmesi sonrası yaşanan olaylar da Amerika için ilk değil ve son da olmayacak. Bu ve benzeri olaylar sokak çatışmalarına dönüşüyor, şiddetli bir müdahale ile karşılaşıyor ve sonuç itibariyle de ırkçılığı körükleyen bir boyuta ulaşıyor. EYLÜL 2014 91 10’uncu 5 Yıllık Plan’ın Teorik Temelleri Dr. Cemil Ertem Kredi Derecelendirme Kuruluşları ve Yeni Ekonomik Model Tartışmaları Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ hedeflerin, yalnız planın içerdiği sınırlı süre için değil, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ilk önce 2015-19 sonra da 2025’e kadar varan sürede gerçekleşmesi imkânı önümüzde durmaktadır ve plan, bu anlamda yalnız 2018’e kadar olan süreyi de aşan bir perspektif sunmaktadır. Planın Teorik Alt Yapısı 2014-2018 yıllarını kapsayan 10. Kalkınma Planı, içinde bulunduğumuz krizi düşünürsek hayli iddialı hedefleri barındırıyor ama tam bugünlerde iddialı olmak gerekiyor. Bugün şu soruyu sormamız lazım ve bu yazı bunun için yazıldı: Yaşadığımız kriz sonrası, gelişmekte olan ülkeler, açık ekonomi şartlarında, önlerine nasıl bir kalkınma modeli koymalıdır? Bu modelin ya da stratejinin iktisat teorisinde ipuçları var mıdır? 10’UNCU 5 YILLIK PLAN’IN TEORİK TEMELLERİ Dr. Cemil ERTEM SDE Ekonomi Programı Koordinatörü E rdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, 2015 seçimlerine kadar Türkiye’nin Başbakanı da belli oldu; Ahmet Davutoğlu... Bize göre Davutoğlu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tamamlayacak bir siyasetçi; özellikle ekonomi alanında... Bu sonuca Türkiye’nin Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı dönemindeki aktif dış siyaset politikasına bağlı olarak varıyoruz. Bu dönemde Türkiye, bölgesel aktör olmak üzere potansiyel gücünü harekete geçirmiş ve bölgedeki dinamikleri belirleyen bir dış politika çizgisi izlemiştir. Bu dış politika çizgisini, Türkiye’nin, 2023 vizyonuna bağlı olarak, günün koşullarına uygun yeni bir büyüme ve kalkınma programı tamamlayabilir. 94 EYLÜL 2014 Bu açıdan, önümüzde 2015 seçimlerine kadar olan 9 aylık süreyi Davutoğlu Hükümeti çok iyi değerlendirmelidir. Bunu, AK-Parti’nin 2015 seçimleri için avantaj sağlaması anlamında söylemiyoruz. Bu vurgumuz, 2015-19 arasındaki, çok önemli, dört yılı Türkiye’nin değerlendirmesi içindir. Çünkü bu dört yıl belki de Türkiye’nin ve bölgenin 21. yüzyıldaki yolculuğunu belirleyecek kadar önemlidir. Bu açıdan biz bu yazıda, 10. Beş Yıllık Plan’dan hareket ederek, bu planın teorik temelleri üzerinden, önümüzdeki dönemde ekonomide ne yapılabilir bunun üzerinde duracağız. Çünkü 10. Beş Yıllık Plan metninin hem hazırlanma süreci hem de teorik temelleri, bize göre hemen uygulanabilir alternatif bir büyüme modeli imkânı sunmaktadır. Bu plandaki Türkiye’de “planlı dönem” denilen ve 27 Mayıs askeri darbesinden üç yıl sonra yürürlüğe konulan planlar, geleneksel Keynesgil büyüme teorisinin tasarruf-yatırım eşitliğini esas alan, üretim faktörleri arasında mekanik ilişkiler kuran ve kapalı-ulusal bir ekonomide bile teorik olarak sürdürülemez olan modellere oturtulmuştur. Bu modeller, 1929 krizinden sonra geliştirilen devletçi uygulamaların modellemesinden ibarettir ve dinamik, dışa açık ekonomilerde uygulama imkânları yoktur. Aslında özellikle gelişmekte olan ülkeler için hem kapalı ulus devletlerin çekip çevirdiği ve piyasaya girişlerin serbest olmadığı 20. yüzyılın tamamında hem de bu ekonomilerin dışa açıldığı şu günlerde tutarlı bir büyüme ve kalkınma modeli geliştirilememişken eksik istihdam şartlarında sürdürülebilir büyüme nasıl sağlanacak? İşte bu soru yalnız teorik iktisadın değil, hükümetlerin de en önemli sorunu olmuştur. Teorik olarak geliştirilen modeller çalışmadığı için hükümetlerin yaptığı kalkınma planları sadece raflarda kalmıştır. Örneğin, neoklasik teori ve onun temellendiği üretim fonksiyonu azalan verimler kanununa dayanır ve böyle olunca ekonomik büyüme ancak dışsal faktörlerle açıklanabilir. Dışsal teknolojik girdilerin, azalan verimlere dayanan kar düşüşlerini önleyeceği savı, uzun dönemde, ekonomik kararların da büyüme üzerinde etkisiz olacağını söylüyordu. Bu, aynı zamanda, ülkeler arasındaki teknoloji farkının uzun dönemde birbirine yaklaşacağı öngörüsünü de (Convergence Theory-Clark Kerr-1960) getirmekteydi. Ama ulusal ekonomilerin geçerli olduğu ve buna bağlı ölçeğe göre azalan verimlerin geçerli olduğu bir dünyada bu imkânsızdı ve bu yol çıkmaz bir sokaktı. Tam burada, Paul Romer, Increasing Returns and Long Run Growth (1986) makalesinde bu soruna el attı. Burada neoklasik üretim fonksiyonu yerine, teknolojiye dayalı verimlilik artışını öne çıkartan -bilgiye dayalı- üretim fonksiyonunu kullanıyordu Romer. Romer, üretim sonucunda ortaya çıkan fiziksel ürünü değil, üretim bilgisini temel alıyordu. Yani Piero Sraffa’nın malların mallarla üretimi (1960) (Production of Commodities by Means of Commodities, 1960) çalışmasında ortaya koyduğu temel eleştirilerin doğru olduğunu ama onun eleştirdiği paradigmayı aşan yeni bir iktisadi çevrim yakalama şansını elde ediyorduk. Ancak, burada ikinci önemli nokta Romer’in geliştirdiği beşeri sermayeye dayalı aktif politikalarla desteklenmiş yeni büyüme stratejilerinin temel ayaklarının ne olacağı sorusuydu. İhtiyaçlar Sınırsızsa, Kaynaklar da Sınırsız Olabilir Gelişmekte olan ülkelerin Malthus dengesini kırıp Rikardiyen mukayeseli üstünlüklere dayalı ölçek ekonomileri yerine dinamik kapsam ekonomileri geliştirmesi ve beşeri sermayenin öne çıkarak homojenleşmesi bu yeni dönemin temel özelliği olmalıdır bize göre... Yani ihtiyaçların sınırsız ama toplumun kaynak ve imkânlarının sınırlı olduğundan hareketle, ihtiyaç talebini -genel talebi- kısarak bir denge oluşturmak ve bu dengenin de krize yol açmaması için ülkenin, üstün olduğu alanlarda ihracatçı ve rekabetçi bir ekonomiye sahip olmasının sağlanması ve bunun ötesine geçilmemesi sürdürülebilir yoksulluk dengesidir. Burada ölçek ekonomileri geçerlidir. Yalnız bir alanda teknoloji birikimi yaparsınız ve bu birikimi diğer alanlara aktaramazsınız; çünkü işbölümü böyledir. Ama bugün bunu aşabiliriz; kapsam ekonomileri bu anlamda çok önemli bir kavramdır. “Kapsam ekonomisi ise belli yetkinliklere yapılan yüksek yatırımlar ile farklı sektörlerde başarıyı yakalayabilme becerisine deniyor. Ölçek ekonomisi avantajını elde etmenin temelinde sermaye gücü var. Kapsam ekonomisi elde edebilmek de sermaye gerektirmekle birlikte, daha üst düzeyde yönetim EYLÜL 2014 95 EKONOMİ becerisi ve sinerji yönetimi gerektiriyor. Örneğin, Honda motor teknolojisi konusundaki uzmanlığını geliştirerek sadece motosiklet pazarında değil, aynı zamanda jeneratör, deniz motorları ve otomobil pazarında da önemli oyuncu olabildi. Bu konudaki uzmanlığını geliştirmek için yeni bir pazara girerken mevcut rakipler açısından en az rahatsızlık yaratacak pazar kesitlerini hedefledi. Belli bir boyuta gelince ölçek ekonomisi konusundaki dezavantajlarını da giderebildiği için diğer pazar kesitlerinde ve farklı piyasalarda başarılı olabilecek temelleri oluşturdu. Önce küçük motosikletlerle girdiği ABD’de daha sonra büyük otomobil şirketlerinin önemsemediği küçük otomobil piyasasını hedefledi, zaman içinde de farklı pazar kesitlerinde de en başarılı şirketler arasına girmeyi başardı.” (Argüden-2005) Bu, ulusal sınırlar içinde bir ekonomiden ziyade, tam anlamıyla açık, bölgesel ve giderek küresel bir ekonomiyi bize anlatır. Ama bu ekonominin, para ve maliye politikaları ile büyüme stratejisi de bu kapsamda olmalıdır. Kamu burada ulus-devletçi bir düzenleme aracı olarak değil, piyasanın önünü açan anti tekel bir düzenleme aracı olarak öne çıkmalıdır. Ar-Ge bu anlamda kamunun öncülük edeceği bir alan olabilir ve ölçek ekonomisinden kapsam ekonomisine geçişte önemli bir basamak olarak öne çıkabilir. Geleneksel Teorileri Aşma Zamanı Bize göre, hem Post-Keynesyen iktisatçılar hem de Neoklasik teorinin geliştiricileri bu önemli noktanın kıyısında dolaştılar. Örneğin Barro kamu politikalarını bir üretim girdisi kabul ederek üretim fonksiyonuna ekledi. (1990) Helpman, Stokey ve Lucas buraya Ar-Ge’ye bağlı sıçramalı büyüme modellerini eklediler; bunu Young (1991) modelledi. Young’un modeli çok basitti. A ve B ülkelerinden A teknoloji yoğun malda B geleneksel mallarda ihtisaslaşarak Rikardiyen ticarete giriyorlar. Burada A ülkesi geometrik büyüme yakalarken B ülkesi geriliyor. Çünkü yüksek teknolojili malda öğrenme potansiyelinin olduğunu söyler Young. Böylece teknoloji yoğun malda devam eden A ülkesi, Malthus’un iddia ettiği gibi, nüfusu ve ihtiyaçları geometrik olarak artsa bile, verimlik katsayısı yüksek geometrik büyümeyi de yakalayacaktır. Ancak B ülkesinin nüfusu ve ihtiyaçları geometrik artarken, geliri (verimli büyümesi) aritmetik olarak artacak ve bu ülke Malthus dengesini sağlamak için baskıcı yoksulluğu tercih edecektir. İşte tam şimdi bunu aşıyoruz. 96 EYLÜL 2014 Yani teknolojiyi geliştirme, yeniden yapma ve bir üst basamağına sıçrayarak ilerleme, artık gelişmekte olan ülkeler için de söz konusudur. Teknoloji artık saklanamıyor. Bu çerçeve bize bugün hem krizden çıkışın dinamiklerini vermekte hem de kriz sonrasının yeni büyüme modelinin ipuçlarını ortaya çıkarmaktadır. Mesela Güney Kore’nin seksenlerin sonlarından itibaren sıçramalı gelişmesi ve özellikle 1998’den sonra izlediği çizgi tam da böyle açıklanabilir bir çizgidir, ama bu model genelleştirilemez. Öte yandan, Ar-Ge’nin teknoloji rantı oluşturmaksızın yapılabilmesinin rasyonalitesinin sağlanmasının, teknolojinin ve bilginin sınırsız dolaşımına ve eğitim farkının küresel manada ortadan kalkmasına bağlı olduğunu düşüyoruz. Böyle olunca Ar-Ge küresel bir dışsallık olarak küresel tek bir kamusal düzenlemenin merkezi yatırımı olarak yapılıyor olacaktır. Bu da aynı zamanda yine küresel manada bir piyasa regülasyonun yapılacağı, piyasanın etkin çalışması için piyasa dostu regülasyonların geçerli olacağı yeni bir ekonomidir. Ekonomide Rehber Hazır Şu günlerde, aralarında Türkiye’nin de olduğu, gelişmekte olan ülkeler, Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) ne zaman faizleri artıracağını düşünüyorlar. İşte bu çok yanlış bir anlayış ve yukarıda anlattığımız, geride kalmış ve hiçbir zaman uygulanmamış büyüme modellerine dayanıyor. Yine yukarıda verdiğimiz iktisat literatürü bu eski modelleri aşacak ipuçları ve çalışmalarla örülüdür. Şimdi Türkiye’nin 2014-18 arasını kapsayan 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı, bizce teorik olarak bizim yukarıda anlattığımız, teknolojiyi başat bir üretim faktörü olarak ele alan ve piyasaya girişleri serbestleştiren, yatırım ortamını iyileştiren, rekabeti öne çıkartan yeni bir kalkınma paradigmasına dayanmaktadır. Bu, hiç şüphesiz, 2018-22 arasını da kapsayacaktır. Ayrıca buradaki iktisat literatürünün geleneksel iktisadı sorgulayarak, özellikle 1980’lerin ikinci yarısından sonra zenginlik kazandığına dikkatinizi çekerim. KREDİ DERECELENDİRME KURULUŞLARI ve YENİ EKONOMİK MODEL TARTIŞMALARI Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı T ürkiye kendisini, Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ertesi sabahında yeniden kredi derecelendirme kuruluşları ile karşı karşıya buldu. Aslında kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye ile ilgili tutumları uzun süredir tartışma konusuydu. Ancak halkın yüzde 51,8’inin oyuyla ilk turda bir cumhurbaşkanı belirlenmişken, seçim sabahına Türkiye’de “siyasi risk var” açıklamasıyla konu yeniden bu kez daha güçlü bir tartışmayla gündeme geldi. Peki, kredi derecelendirme kuruluşlarından ne yapmaları bekleniyor ama onlar ne yapıyorlar? Kökü 19. yüzyılın başlarına kadar dayanan kredi derecelendirme kuruluşlarının yatırımcılara yol gösterici bilgileri sağlaması, giderek bütünleşen uluslararası piyasalara değerlendirme açısından belirli bir standart getirmesi ve esasen riskleri ve fırsatları öngörerek bilgi akışı sağlaması beklenir. Bu beklentiler, piyasalarda kredi derecelendirme kuruluşlarına olan ihtiyacın temel sebebini oluşturmaktadır. Ancak son döneme bakıldığında bu kuruluşların belirgin bir başarısının olduğunu düşünmek pek mümkün görünmemektedir. Zira bu kuruluşlar 1997 Asya krizini tahmin edemediler. 2000 ve 2001 yıllarındaki Türkiye krizinden önce de belirgin bir açıklamaları yok. 2000’li yılların başından itibaren batan devasa Amerikan şirketlerinin de değerlendirmesini bu kuruluşlar yapmıştı ve olumsuz bir raporları yoktu. Dahası ve en önemlisi 2008 yılında tüm dünyayı etkisi altına alan ABD kaynaklı kriz öncesi de onlara göre her şey yolunda görünüyordu. Bu noktada şu sorunun cevabı büyük önem kazanıyor: “Kredi derecelendirme kuruluşları riskleri önceden öngöremiyorlar mı, yoksa öngördükleri halde tersine mi açıklama yapıyorlar?” Bu soruya verilecek cevaplar söz konusu kuruluşlara bakış açımızı gözden geçirmek için oldukça önemlidir. Eğer bu kuruluşlar krizleri ve riskleri öngöremiyorsa zaten sorun büyük demektir. Ancak daha da kötüsü riskleri öngörüyor ama açıklamıyorlarsa sorun daha da büyük demektedir. O zaman bir soruya daha cevap arayarak devam edelim; Bu anlamda ben, Türkiye’nin 10. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın, teorik olarak da, gerçekçi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Ve buradaki vizyonun ve teorik alt yapının yeni hükümete rehber olmasını diliyorum. EYLÜL 2014 97 “Riskleri öngörüp söylemeyen veya tersine açıklama yapan bir kuruluşun, durumu iyi olan bir şirkete veya ülkeye kötü not vermesi de söz konusu olabilir mi?” Bu sorunun cevabı şu açıdan önemlidir; özellikle konuyu ülkeler açısından ele aldığımızda, doğrudan ve dolaylı yatırımları çekmek için bu kuruluşların notları dikkate alınır. O halde bu kuruluşların verecekleri notlar neticesinde bir ülkeye gelen veya gelecek olan yatırımlar bir anda yön değiştirebilir. Dahası, doğrudan yatırım şeklinde gelen kalıcı yatırımlar da büyüme kararlarını erteleyebilir veya durdurabilir. Hal böyle olunca bu kuruluşların kararları da halen yabancı yatırımcıların kararlarına etki etmektedir. Elbette bu yapının eleştirilmesi gereken pek çok noktası vardır. İlk olarak son dönemdeki Türkiye’ye karşı olan tutumları örnek gösterirsek bu kurumların objektiflikleri ciddi olarak tartışılmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından yaşanılan süreç bu durumun en belirgin örneğini oluşturmaktadır. Halkın yüzde 51,8’inin oyuna alarak seçilen bir Cumhurbaşkanı varken, “ülkede siyasi risk var” algısını oluşturmaya çalışmak gerçekten de sorgulanması gereken bir tutumdur. Üstelik Türkiye’de devam eden “faiz tartışmaları” üzerinden mesaj vererek, faizlerin indirilmesi durumunda ülke notunun da düşürüleceği tehdidi ise asla kabul edilemez. Bu tavır hem bu tarz kuruluşların amaçları ile uyuşmamakta hem de net bir şekilde siyasete müdahale 98 EYLÜL 2014 anlamı taşımaktadır. Kaldı ki, bölgemizdeki ve Dünya’daki siyasi gelişmeler ele alındığında durum daha net anlaşılacaktır. ABD kriz sonrası kendisini bir türlü toparlayamadı ve halen pek çok veri krizden tam anlamıyla çıkılamadığını gösteriyor. Avrupa Birliği halen oldukça zor durumda... Hatta süreç içerisinde bazı AB ülkeleri defalarca batma tehlikesi yaşadı ve iflasın eşiğinden döndü. Ukrayna üzerinden çıkan kriz Rusya’nın durumunu kötüleştirdi. Türkiye’nin diğer komşularında bırakan yatırım yapma fırsatını doğru düzgün bir ekonomi ve sermaye yapısı bile yok. Buna karşılık, 2001 krizi sonrasında (2008 krizi hariç) sürekli büyüyen ve gelişen, bölgesinde yeni ve kalıcı enerji anlaşmalarını hayata geçirmiş, ekonomik ve siyasi istikrarı olan bir ülke olarak Türkiye var. Gezi olaylarının maliyeti 100 milyar Dolar’ın üzerindeydi. 17 ve 25 Aralık süreçlerinin maliyeti de yine 100 milyar Dolar’ın üzerinde. Neredeyse 3 ay devam eden sokak olayları boyunca olmayan siyasi riskin, Cumhurbaşkanlığı seçimi sabahında ortaya çıkması(!) ABD krz sonrası kendsn br türlü toparlayamadı. Avrupa Brlğ halen oldukça zor durumda... Hatta süreç çersnde bazı AB ülkeler defalarca batma tehlkes yaşadı ve flasın eşğnden döndü. Ukrayna üzernden çıkan krz Rusya’nın durumunu kötüleştrd. Türkye’nn dğer komşularında bırakan yatırım yapma fırsatını doğru düzgün br ekonom ve sermaye yapısı ble yok. Buna karşılık, 2001 krz sonrasında (2008 krz harç) sürekl büyüyen ve gelşen, bölgesnde yen ve kalıcı enerj anlaşmalarını hayata geçrmş, ekonomk ve syas stkrarı olan br ülke olarak Türkye var. anlaşılır değil. Dahası bu kuruluşların karar süreçlerinde de eleştirilmesi gereken pek çok nokta var. Öncelikle dünya üzerindeki bütün şirketler ve ekonomiler aynı yöntem ve süreçle değerlendirilmektedir. Her ne kadar belirli bir standardizasyon sağladığı için bu sistemin benimsendiği savı kabul görse de; koşulları, dinamikleri ve kültürleri tamamen farklı olan ülkelerin aynı yöntemle değerlendirilmesi pek çok sakıncayı da beraberinde getirmektedir. Hele hele bu süreçlerin şeffaflıktan uzak olması ise bu konudaki tartışmaları da artırmaktadır. Bu kuruluşların objektifliği açısından bir diğer eleştiri de, dünya ekonomisini sadece ABD ve AB’den ibaret sanmalarıdır. 2008 krizinden sonra ABD ve AB hala toparlanmamışken, bu kuruluşların kırılgan diye eleştirdiği ve riskli olarak adlandırdığı ülkeler büyük gelişme kaydetmiş, önemli ölçüde yabancı sermaye çekmiş ve ortalamanın çok üzerinde büyüme rakamları yakalamıştır. Bu durum, söz konusu kuruluşların tahminlerini sürekli yukarı yönlü revize etmesine neden olmaktadır. Örneğin, sadece Türkiye için 2014 yılı büyüme rakamları 2’şer defa yukarı yönlü revize edilmiştir. Bu durum bile bu kuruluşların tahminlerine olan güvenin sorgulanması için yeterlidir. Tabii ki bu kuruluşlara olan güven sorunu sadece bize has bir durum değil. 2008 yılında Washington’da yapılan G20 zirvesinin en önemli gündem maddelerinden bir tanesini bu kuruluşlara bir alternatif bulma konusu oluşturmuştur. İşte tam da bu noktada “Yeni Ekonomi” tartışmaları gündeme gelmektedir. 2008 küresel Finansal Krizi, dünya ekonomisi açısından adeta bir turnusol kâğıdı etkisi yaratmıştır. Bu krizle beraber, neo-liberal ekonomi politikalarının geçerliliği sorgulanmış ve Fukuyama’nın ünlü eseri “Tarihin Sonu ve Son İnsan” eleştirilmeye başlanmıştır. Fukuyama’nın savunduğu devletin piyasalardan elini çektiği ve serbest bıraktığı hatta “Artık en son model budur başka bir değişiklik olmaz” dediği liberal-demokratik piyasalar bir anda krizle kavrulmuştur. 1929 Büyük Buhranı sonrasında ilmek ilmek işlenen devletin piyasalardan elini çektiği ekonomik modeli kurtar- mak için devletlerin birkaç trilyon dolarlık kurtarma paketleri açıklaması bu durumun en önemli göstergesidir. Artık altın eskisi gibi güvenli bir liman değilken, petrol fiyatları savaş risklerinden eskisi kadar çok etkilenmemektedir. Dolar’ın rezerv para olması sorgulanır hale gelmekte ve dünyanın ekonomik ağırlığı giderek Batı’dan Doğu’ya kaymaktadır. Piyasalardaki sanal işlem miktarı, mevcut rezervlerin kat kat üstüne çıkarak kontrol edilemez hale gelmektedir. Belki de “Yeni Ekonomi” tam olarak budur. İşte böyle bir dönemde sermaye hareketleri açısından Türkiye önemli bir rol alabilir. Türkiye açısından yeni bir ekonomik model arayışı bugün olmasa bile önümüzdeki dönemde mutlaka tartışılacaktır. Bu bakımdan yeni dönemde sermaye çekecek kalıcı projelerin önemi giderek artacaktır. Bunlardan bir tanesini belki de SUKUK’tur. Türkçede “Finansal Sertifika” anlamına gelen SUKUK’lar faizi yasaklayan İslam hukuku prensiplerine uyan menkul kıymetlerdir. Bu İslami finans enstrümanlarına özellikle Arap ve Körfez sermayesinin ilgisi oldukça yoğundur. İşin ilginci ise bu İslami finans enstrümanının en çok tercih edildiği finans merkezlerinden bir tanesinin de Londra oluşudur. Bu gelişmeler ışığında belki de yeni bir model ve fırsat olarak akla şu soru geliyor; “Yapımı devam eden İstanbul Finans Merkezi projesinin temel dinamiğini neden SUKUK oluşturmasın?” EYLÜL 2014 99 Dinin Siyasal İdeolojilere Teolojik Temel Oluşturması - I (Siyonizm Örneği) Prof. Dr. Talip Özdeş Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi Paneli SDE Haber İslamofobi ve Batı Dünyasının İmtihanı Söyleşisi SDE Haber İnsani Gelişme Endeksi Çalıştayı SDE Haber SDE’den Anlamlı Ziyaret SDE Haber SDE’de Yaz Stajları Devam Ediyor SDE Haber GENEL DİNİN SİYASAL İDEOLOJİLERE TEOLOJİK TEMEL OLUŞTURMASI - I (SİYONİZM ÖRNEĞİ) Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı 1948 Batı emperyalzmnn yaratıp her türlü desteğ vererek şımarttığı Syonzm canavarı, dn de araçsallaştırıp stsmar ederek sadece İslam dünyası çn değl, Yahudlern kendler dâhl bütün nsanlık çn açık br tehdt oluşturmaktadır. Bugün Batı dünyasının Syonzme verdğ destekte, uzun vadel çıkarların ve İslam karşıtlığının etkn olması yanında, br zamanlar Yahudler üzernde oynadıkları soykırım, asmlasyon ve tehcr poltkalarından dolayı günah çıkarma steğ sezlmektedr. 102 EYLÜL 2014 ’den beri devam eden Filistin probleminin, Yahudi lobilerinin etkisi altındaki devletlerin verdikleri desteklerle İsrail’in Filistin topraklarına ve çevresine yönelik politika ve stratejisinin devamı mahiyetindeki Gazze’ye yapılan saldırılar; yine Müslüman coğrafyada IŞİD, Eş-Şebab, Bako Haram vb. İslami hareketlere nisbet edilen yöntem ve uygulamalar bu makalenin yazılmasına neden oluşturmuştur. Gerek Siyonizm ideolojisi doğrultusunda Filistin topraklarına ve İslam coğrafyasına yönelik uzun vadeli işgal ve zulüm politikalarını uygulayan İsrail’in, gerek İslam dünyasında emperyalizme karşı dini referanslarla ortaya çıkıp şiddet yöntemini benimseyen siyasal hareketlerin dinle bağlantıları problemli gözükmektedir. Konu derinliğine analiz edilmediğinde, din adına ortaya konulan birtakım yanlış düşünce ve davranışlar çoğu defa dinin bizzat kendisine (özüne) menfi bakılmasına neden olmaktadır. Bu makalede ana tema ile bağlantılı olarak Siyonizm konusu ele alınacaktır. İslam dünyasında dinin siyasal ideolojiye teolojik temel oluşturacak şekilde yorumlanması ise, bu makalenin devamı mahiyetinde yazacağımız diğer bir makalede ele alınacaktır. İnanç ve Din Olgusunun Fıtriliği İnanç ve din olgusu, insan ve toplum hayatında asli olarak mevcut olmayan, fıtratta temeli olmayan yapmacık bir olgu değildir. Tarihin başlangıcından beri din, insanların hayatlarında hep olmuştur. Din, değer yargıları, inanç, düşünce ve davranış sistemleriyle insan ve toplumların manevi hayatına girip beşerî hayatı imanî, ahlakî ve amelî boyutlarda düzenlemektedir. İnanma fe- nomeni, insan hayatının diğer olayları gibi, temelini insanın bio-psişik bir varlık olmasında bulur. İnsan varlığın anlam ve gayesini, Yaratıcıyı, ölümü ve sonrasını hep sorgulamıştır. Din yaratılış, varlığın anlam ve gayesi, Yaratıcı, insana yüklenen misyon, ölüm, kıyamet ve sonrası gibi en temel konularda insanı bilgilendirir, bu bilgiler inanca temel oluşturur. Din, toplumsal kültürün ve medeniyet tasavvurunun oluşumunda merkezi role sahiptir. İnsan ve toplumun dünya görüşünün, hayat anlayışının temeline oturur, olaylara ve nesnelere anlamlar yüklemesini yönlendirir, âdet, gelenek ve törelerle karşılıklı etkileşim içerisinde bulunur. Bir zamanlar mevcut değilken en dakik hesaplar ve akılları dehşete düşüren bir dizayn üzerine yaratılan kainatın ve insanın varlığı boş ve anlamsız değildir. Bütün bir evreni, canlı-cansız her şeyi yaratanın, nefsi özelliklere, temayül ve ihtiraslara sahip olmanın yanında düşünebilip bilgi ve teknoloji üretebilen bir varlık olarak yarattığı insanı başıboş bırakmış olması düşünülemez. Allah’ın insanın en temel sorularına cevap verme, onun hayatını olması gereken değerler çerçevesi içerisinde yerine oturtma, nefsi terbiye etme noktasında insanla kurduğu iletişim ilahi vahiy yoluyla olmaktadır. Tarihin bizzat kendisi, insan eliyle ne kadar tahrif edilmiş olsa bile, aklın kabul etmekte zorlandığı mitolojilere dönüştürülmüş olsa bile, peygamberler tarafından insanlığa tebliğ edilip yaşanan ilahi vahyin hakikatine şahadet etmektedir. İlahi Vahyin İnsan Eliyle Tahrif Edilmesi Ancak, dinin insan algısının ve yorumlarının da devreye girmesiyle farklı tarihi ve kültürel ortamlarda, farklı coğrafyalarda kazandığı formlar, bizatihi ilahi vahyin kendisi üzerinde gerçekleşen tahrifatlar onun asli kaynağına ulaşılmasının ve evrensel özünün kavranmasına engel oluşturmaktadır. Birçok ihtiyaçların yanında nefsî arzuların, ihtirasların ve olumsuz taleplerin de sahibi insanoğlunun bozgunculuğu sadece sosyal hayatın ifsat edilmesiyle, ahlaki değerlerin erozyona uğratılmasıyla, arzın, suyun ve atmosferin kirletilmesiyle, canlıların kodlarıyla oynanmasıyla, ekolojik dengelerin bozulmasıyla sınırlı değildir. İnsan ihtiyaç ve zaaflarından kaynaklanan bu bozgunculuk, zaman içerisinde insan eliyle ilahi vahyin kodları üzerinde oynanmasıyla da gerçekleşir. Bu bakımdan dinin ilahi vahye dayalı asli kaynağının bulandırılmamış veya bozulmamış olmasının yanında, doğrudan vahyî olan bilgilerle beşerî anlayışların, yorum ve değerlendirmelerin arasının ayrılması, vahyin tarihi olgularla, sosyo-kültürel, ekonomik, politik vb. durum ve şartlarla olan canlı ilişkisinin ve karşılıklı etkileşiminin kavranması insanın doğru bir din anlayışına ulaşması, inancın sağlam temellere oturtulması, düşünce ve davranışların dinin özüne, akıl, vicdan ve fıtrata uygun olarak yönlendirilip iman, ahlak ve hukuk değerlerinin derin ve evrensel bir kavrayışla bilinç haline getirilip ikame edilmesi açısından önemlidir. Bu noktada kutsal metinlere ve dini kaynaklara yaklaşımda sahip olunan niyet ve düşünce, izlenen yöntem ve yoruma etki eden faktörler devreye girer. Dinin siyasal ideolojiler için temel oluşturması da bu zeminde gerçekleşir. Seküler bir anlayışa sahip olmak, bilinçaltında yatan tarihi, dini ve kültürel zemini; belirli bir inanç, kültür ve kavmiyete mensubiyeti, söz konusu mensubiyet üzerinden şekillenen zihniyetleri ve gelecekle ilgili idealleri ortadan kaldırmaz. İsrail’in Filistin ve Gazze’ye yaptığı saldırılarda “Bulut Sütunu” gibi Eski Ahit’ten alınan kavramları kullanması bu noktayla bağlantılıdır. Nitekim bütün sekülerlik ve laiklik iddiasına rağmen Batı dünyasının özellikle de İslam dünyasına karşı uyguladığı Haçlı siyaseti, stratejik olarak önemli gördüğü bölgelerde misyonerlik faaliyetlerine destek vererek nüfuz ve etkinliğini artırmaya çalışması da bu bağlamda değerlendirilebilir. Siyonizmin Dini Araçsallaştırması Siyonizm örneğinde siyasal ideoloji ile Yahudi dini arasında kurulan bir ilişki söz konusudur. İdeoloji, stratejik ve politik söylemlerini oluşturma, mensuplarına ve taraftarlarına ideal verme hedefine matuf olarak dini ödünç alır. Aslında teşekkülünde seküler bir anlayışa dayalı Yahudi milliyetçiliği; yani Siyonizm, uyguladığı siyasete teolojik bir temel oluşturmak, yaptıklarını meşrulaştırmak için dini kaynaklara başvurur, onlara kendi ideolojik ve politik amaçları doğrultusunda yaklaşarak kutsal kabul edilen sözleri kendince yorumlama çabası içerisine girer. Yani Siyonizm, Yahudileri kendi projesi doğrultusunda motive etmek, etnik milliyetçiliğe dayalı bir ulus dini inşa etmek için Museviliğin tarihi muhayyilesine ve kaynaklarına başvurmaktan geri durmaz. Siyonizm, Yahudi dininin kaynaklarında Yahudi kavminin Tanrı tarafından seçilmiş, kutsanmış ve üstün kılınmış bir kavim olduğuna, başka ulusların topraklarını EYLÜL 2014 103 Syonzm, Yahud dnnn kaynaklarında Yahud kavmnn Tanrı tarafından seçlmş, kutsanmış ve üstün kılınmış br kavm olduğuna, başka ulusların topraklarını onlara mülk olarak vereceğne (Arz-ı Mev’ud), onları Yahudlern elyle yok edeceğne dar muharref anlatımlardan hareketle kend poltka ve stratejs çn teolojk br zemn oluşturmaya, Flstn üzernde gerçekleştrdğ şgaller, katlamları, tehcr ve yayılma syasetn meşrulaştırmaya çalışmaktadır. onlara mülk olarak vereceğine (Arz-ı Mev’ud), onları Yahudilerin eliyle yok edeceğine dair muharref anlatımlardan hareketle kendi politika ve stratejisi için teolojik bir zemin oluşturmaya, Filistin üzerinde gerçekleştirdiği işgalleri, katliamları, tehcir ve yayılma siyasetini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Eski Ahit ve Talmut gibi kutsal kabul edilen metinlerden oluşan Yahudi dininin kaynakları, gençliğin Siyonizm idealiyle yüklenip motive edilmesi için gereken söylem ve retoriklerin geliştirilmesi noktasında uygun bir zemin oluşturur. Söz konusu kaynak ve metinler, doğru ve güvenilir olma noktasında bir hayli sorunlu olup, farklı yorumlamalara, çarpıtma ve manipülasyonlara oldukça açıktır. Tevrat ve Talmut’un Siyonizme Malzeme Sunması Konuyla ilgili kaynaklara ve araştırmalara göre Kur’an’da hakla batılı birbirinden ayırmak için Allah tarafından Hz. Musa’ya vahyedilerek İsrail Oğulları’na gönderilen Tevrat (Torah), İsrailoğullarının ve Yahudilerin yaşadıkları tarihi dönemler içerisinde; özellikle de şirk, işgal ve esaret dönemlerinde olduğu gibi muhafaza edilememiş, taş levhalar olarak içerisinde bulunduğu Ahit Sandığı ile beraber kaybolmuştur.1 Bu sandık ve içerisinde olduğu iddia edilen Tevrat bir daha bulunamamıştır. Bugün insanlığın elinde bulunan Tevrat (Torah), Babil sürgününden sonra Yahudilerin Kudüs’e dönmelerinin ardından II. Mabet döneminde yazılmıştır. Mevcut Tevrat’ın tek bir kalemden çıkmayıp, Yahudi tarihinin değişik dönemlerinde farklı yazarların devreye girmesiyle eklektik bir şekilde oluşturulduğu, yazarların içerisinde bulundukları şartları, düşünce ve ruh hallerini yansıttığı yönünde ciddi tespitler vardır.2 İçerisinde sadece bir bölüm olarak Torah’ın da yer aldığı, İsrailoğulları ve Yahudiliğin tarihini anlatan Eski Ahit’in yazılması ise uzun dönemler içerisinde gerçekleşmiştir. Yani Tanrı’nın sözleriyle beşer sözleri birbirine karışmıştır. Böyle olduğu içindir ki Eski Ahit’in Torah ve diğer bölümlerinde birbirini nakzeden, etnik milliyetçili- 104 EYLÜL 2014 ği ve Yahudi olmayanlara karşı düşmanlığı teşvik eden birçok anlatımlara rastlamak mümkündür. On Emir örneğinde olduğu gibi Allah’tan başkasını Tanrı edinmemek, putlara ibadet etmemek, yaşlılara ve ana-babaya iyilik edip saygı göstermek, adam öldürmemek, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, yalancı şahitlikten uzak durmak, yoksulları gözetmek, komşu haklarına riayet, yargıda adaleti ikame edip haksızlık yapmamak gibi3 Kur’an’da da yapılması emir ve teşvik edilen hususların yanında, aşağıda verildiği gibi Allah’ın şanına, ilahi vahyin özüne ve ruhuna uygun olmayan birçok anlatımları da bulabiliriz: “Bir kente saldırmadan önce kent halkına barış önerin! Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışıp size hizmet edecekler (yani size köle olacaklar). Ama barış önerinizi (!) geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse kenti kuşatın, Tanrınız Rab kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin! Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz… Tanrınız Rab’bin miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız!”4 Etnik milliyetçi ve kavimci ruh, Eski Ahit’in Torah bölümünde Tanrı’nın insanlar arasından kutsal bir halk olarak Yahudi kavmini seçtiğine, diğer halkların topraklarını onlara mülk olarak vereceğine, onları büyük ve güçlü bir millet (ulus) kılacağına, onların (başka ulusların) mülklerine varis olacaklarına dair anlatımlara damgasını vurmuştur: “Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir. Siz benim için kâhinler krallığı, kutsal ulus olacaksınız. İsrailliler’e böyle söyleyeceksin.”5 “Bütün kurallarıma, ilkelerime uyacak, onları yerine getireceksiniz. Öyle ki yaşamak üzere sizi götüreceğim ülke sizi dışarı kusmasın! Önünüzden ko- vacağım ulusların törelerine göre yaşamayacaksınız. Çünkü onlar bütün bu kötülükleri yaptılar. Bu yüzden onlardan nefret ettim. Oysa siz onların topraklarını sahipleneceksiniz. Bal ve süt akan bu ülkeyi size mülk olarak vereceğim, dedim. Sizi öteki uluslardan ayrı tutan Tanrınız RAB benim.”6 “Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. RAB, öz halkı olmanız için yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti.”7 “Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan’a, Fırat Irmağı’ndan Akdeniz’e kadar uzanacak. Önünüze kimse duramayacak. Allah’ınız Rab, size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu, ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.”8 Beşeri anlatım üslubunun hâkimiyeti altında kavmiyetçilik boyası ile boyanarak vahyî bilginin bulandırılıp özünün yitirildiği, coğrafi olarak toprak kazanmanın öne çıkarıldığı yukarıdaki anlatımlar hem Kur’an’dan ve hem de Torah’ın bütünlüğünden hareketle değerlendirildiğinde, buradaki seçilip üstün kılınmanın, mülk edinmenin doğrudan ırk, kavmiyet ve coğrafya ile ilgili değil, yeryüzünde ilahi vahiy için model oluşturabilecek, Allah’ın hükümlerini icra edecek örnek bir toplumun inşasına, inşa edilen bu toplumun hür olarak yaşayabilecekleri bir ortamın tesisine yönelik olduğu anlaşılabilir. Diğer (putperest ve zalim) ulusların mülküne ve toprağına mirasçı kılınma meselesiyle anlatılmak istenen şey, sınırları çizilen belirli bir coğrafyanın tapusunun Yahudi oldukları için üstün kılınan (!) bir kavme/ırka verilmesi değildir! Allah’ı tapu ve kadostro müdürü olarak düşünenler büyük bir aldanış içindedirler! Yukarıda Eski Ahit’ten verilen ifadelerle anlatılmak istenen şey, Allah’a hakkıyla iman edip O’nunla aktedilen antlaşmaya riayet ederek O’nun rızası doğrultusunda ilahi vahyin öne çıkardığı kurallar üzerinden örneklik oluşturacak bir topluma Allah’ın yeryüzünde üstünlük vereceğidir. Yani o dönemde bu amaçla kendilerine peygamber gönderilen İsrailoğulları’nın, Allah’la ve Hz. Musa ile yaptıkları antlaşmalarını (ahitlerini) yerine getirdikleri takdirde, kendilerine yeryüzünde egemenlik ve nimetler ihsan edilip âlemlere üstün kılınacakları, putperest ve zalim ulusların kovulmasıyla yerleştirilecekleri ülkede hür olarak yaşayacakları anlatılmaktadır. Allah’ın bu vaadi, ırkı ve etnik yapısı ne olursa olsun, kendilerine gönderilen peygamberlerin rehberliğinde Allah’a hakkıyla iman edip hayatını O’nun rızası doğrultusunda ikame ederek O’nun davasına sahip çıkan bütün milletler ve kavimler için geçerlidir. Aşağıdaki Kur’an ayetleri açıkça buna delalet etmektedir: EYLÜL 2014 105 yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz diye söz almış ve “İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin” diye de emretmiştik. Sonunda azınız müstesna, yüz çevirerek dönüp gittiniz.”12 “Allah, kendilerine kitap verilenlerden, “Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz” diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!”13 “Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: “Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve âlemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) mukaddes yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.”14 “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”9 “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli (üstün) olanınız, takvada üstün olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”10 Allah’ın İsrailoğullarıyla yaptığı antlaşmada onlardan aldığı vaat da onların iman, salih amel, şükür ve takva üzerine yaşamaları üzerinedir. Bu vaadi yerine getirecekler için Allah’ın onları yeryüzünde üstün kılması; onlara nimet ve bereketlerin kapısını açması söz konusudur: “Ey İsrail oğullan, sizi gerçekten düşmanınızdan (Firavun’dan) kurtardık, Tur dağının sağ yanında size söz verdik ve sizlere kudret helvası ile bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra sizi gazabım çarpar. Her kim ki kendisini gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir. Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı işler yapan, sonra (böylece) doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.11 “Vaktiyle biz, İsrailoğullarından: Yalnızca Allah’a kulluk edeceksiniz, ana-babaya, yakın akrabaya, 106 EYLÜL 2014 Torah gibi Allah’ın Peygamberine (Hz. Musa’ya) vahyetmiş olmasına rağmen insan eliyle tahrife uğrayan veya Eski Ahit gibi Meryem’i, Hz. İsa’yı, ona gelen vahiyleri ve havarilerini konu edindiği halde doğrudan insan bilgi ve tecrübesinin mahsulü olarak yazılan, içerisinde birçok tutarsızlıkları, mitolojik anlatımları ihtiva eden kitaplar üzerinde insanı aşan (beşer üstü) bir üslup ve anlatımla müthiş bir arındırma gerçekleştiren yukarıdaki ve benzeri ayetler, Kur’an’ın doğrudan Allah kelamı olduğunun ve mucizevi boyutunun en açık göstergeleri durumundadır. Hiçbir beşerin daha önceki kutsal kitaplar üzerinde Kur’an’la gerçekleştirilen bu (tahrifat ve mitolojiden) arındırmayı gerçekleştirmesi mümkün değildir. Yine aşağıda Torah’tan süzerek seçtiğimiz anlatımlar, yukarıda Kur’an ayetlerinden hareketle yaptığımız değerlendirmeyle örtüşmektedir: “Siz Tanrınız RAB için kutsal bir halksınız. Tanrınız RAB, öz halkı olmanız için yeryüzündeki bütün halkların arasından sizi seçti (Yani size peygamber/ ler göndererek diğer uluslar içinde hidayet üzere örnek bir toplum olmanız için sizi seçti). RAB’in sizi sevmesinin ve seçmesinin nedeni öbür halklardan daha kalabalık olduğunuzdan değil. Siz sayıca öbür halklardan azdınız. RAB, size sevgisini göstermek ve atalarınıza ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için güçlü eliyle sizi Mısır’dan çıkardı; köle olduğunuz ülkeden, Mısır Firavunu’nun elinden sizi kurtardı. Tanrınız Rab’bin Tanrı olduğunu bilin. O güvenilir Tanrı’dır. Kendisini seven- lerin, buyruklarına uyanların bininci kuşağına kadar antlaşmasına bağlı kalır. Kendisinden nefret edenlere ise üzerlerine yıkım göndererek karşılık verir. RAB, kendisinoden nefret edene karşılık vermekte gecikmeyecek. Onun için, bugün size bildirdiğim buyruklara, kurallara, ilkelere uymaya dikkat edin.”15 “Tanrı’nız RAB’bin size öğretmek için bana verdiği buyruklar, kurallar, ilkeler bunlardır. Mülk edinmek için gideceğiniz ülkede onlara uyun… Tanrınız RAB’bi bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz… Tanrınız RAB’den korkacaksınız, O’na kulluk edecek ve O’nun adıyla ant içeceksiniz. Başka ilahların, çevrenizdeki ulusların taptığı hiçbir ilahın ardından gitmeyeceksiniz… Tanrınız RAB’bin buyruklarına, size verdiği yasalara, kurallara uymaya dikkat edeceksiniz. RAB’in gözünde iyi ve doğru olanı yapacaksınız; öyle ki üzerinize iyilik gelsin, RAB’bin atalarınıza ant içerek söz verdiği verimli ülkeyi mülk edinesiniz.”16 Tanrınız RAB’bi unutur, başka ilahların ardınca giderseniz, onlara tapar önlerinde yere kapanırsanız, bugün size açıkça belirtirim ki tamamen yok olacaksınız. Tanrınız Rab, önünüzden ulusları yok ettiği gibi, sözüne kulak vermediğiniz için sizi de yok edecek… Tanrınız RAB, ulusları önünüzden kovunca, ‘RAB doğruluğumuzdan ötürü bu ülkeyi mülk edinelim diye bizi buraya getirdi’ diye düşünmeyin. Çünkü RAB, bu ulusları kötülükleri yüzünden önünüzden kovuyor... Tanrınız RAB, ulusları kötülükleri yüzünden ve atalarınız İbrahim’e, İshak’a, Yakup’a ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için önünüzden kovacak.”17 “Bu ilkeleri dinler, onlara özenle uyarsanız, Tanrınız RAB, atalarınıza ant içerek size söz verdiği ülkede rahminizin meyvesini, toprağınızın ürününü -tahılını, yeni şarabını, zeytinyağını- sığırlarınızın buzağılarını, sürülerinizin kuzularıonı bereketli kılacak. Öbür halklardan daha çok kutsanmış olacaksınız.”18 Yahudi toplumunun hayatında Eski Ahit’ten çok Talmut’un etkisi ve yönlendirmesi söz konusudur. Torah (Tevrat)’ın hahamlar tarafından yapılan tefsiri mahiyetinde onların tartışmalarını, Yahudi medeni kanununu, dini yasaları, âdetleri, tören ve kuralları ihtiva eden Talmud, içerisinde ihtiva ettiği katı kurallarla, ırkçı söylemlerle, Yahudi olmayanları aşa- ğılayan ibare ve yorumlarla, yabancı düşmanlığını teşvik eden anlatım ve açıklamalarla Siyonist ideolojinin kendi politikası doğrultusunda kullanması için ona yeterli malzemeyi sunar. Talmut’a dair verilen bilgi ve açıklamalarda bu söylenenlerle ilgili birçok örneğe rastlamak mümkündür. Problem olan şey, dinin kaynaklarını açıklayıp yorumlama konusunda haham ve kohenlere mutlak yetki verilmesi, onların yorumlarının hiç düşünmeden kabul edilip Tanrı kelamı gibi değerlendirilmesidir. Ehl-i Kitap’la ilgili Kur’an’daki şu ayet bu gerçeğe işaret etmektedir: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.”19 Sonuç olarak Batı emperyalizminin yaratıp her türlü desteği vererek şımarttığı Siyonizm canavarı, dini de araçsallaştırıp istismar ederek sadece İslam dünyası için değil, Yahudilerin kendileri dâhil bütün insanlık için açık bir tehdit oluşturmaktadır. Bugün Batı dünyasının Siyonizme verdiği destekte, uzun vadeli çıkarların ve İslam karşıtlığının etkin olması yanında, bir zamanlar Yahudiler üzerinde oynadıkları soykırım, asimilasyon ve tehcir politikalarından dolayı günah çıkarma isteği sezilmektedir. Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 Bu konuda geniş bilgi ve değerlendirme için örneğin bk. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, Seba Yayınları, Ankara 1997, s. 78-118 Richard Elliott Friedman, Kitab-ı Mukaddes’i Kim Yazdı?, çev. Muhammet Tarakçı, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, s. 18-162 Bk. Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 5/7-21, 23/24-25; Levililer, 19/3, 32; 15-18 Bk. Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 20/10-18 Eski Ahit, Mısır’dan Ç ıkış, 19/5-6 Eski Ahit, Levililer, 20/22-24 Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 14/2 Eski Ahit, Tensiye, 11/24-25 Al-i İmran, 3/139 Hucurat, 49/13 Taha, 20/80-82 Bakara, 2/83 Al-i İmran, 3/187 Maide, 5/20-21 Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 7/6-11 Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 6/1, 5, 13-14, 17-18 Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 8/19-20; 9/4-5 Eski Ahit, Yasanın Tekrarı, 7/12-14 Tevbe, 9/31 EYLÜL 2014 107 haber Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi Paneli Yardımcısı ve Uluslararası İlişkiler Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz, SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan Miroğlu, SDE Ekonomi Koordinatörü Dr. Cemil Ertem, Yenişafak Ankara Temsilcisi Abdulkadir Selvi ve GENAR Başkanı İhsan Aktaş konuşmacı olarak bulunmuştur. Panelde genel olarak seçim sonuçları ele alınırken, sadece muhalefetin ya da çatı adayının performansı değil, Selahattin Demirtaş’ın aldığı destek, sandığa yansımayan seçmen profili, yurtdışı oyların akıbeti ve genel olarak seçmen sosyolojisinin anlaşılması için seçimlerin önümüze koymuş olduğu veriler de konuşmacılar tarafından tartışılmıştır. Doç. Dr. Mehmet Şahin konuşmasında şunları söylemiştir: “Dünyada bazı odakların 2014 başında Tayyip Erdoğan’ın siyasetten uzaklaştırılmış olduğu bir Türkiye hayal ettiklerini, 17-25 Aralık siyasete müdahale isteğinin bu beklenti ile birlikte anlaşılması gerektiğini ifade etmiştir. Ancak daha Gezi olaylarında bu durumun farkında olan Recep Tayyip Erdoğan, bir kez daha halk ile olan bağını güçlendiren hamleler ile önce 30 Mart sonrasında ise cumhurbaşkanlığı seçiminden zaferle çıkmasını bilmiştir.” Stratejik Düşünce Enstitüsü 13 Ağustos Çarşamba günü, cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarını, konunun uzmanı konuşmacıların yer aldığı kapsamlı bir panel ile ele almıştır. 10 Ağustos 2014 Pazar günü Türkiye, siyasi geleceği açısından “düne” belki de hiç benzemeyecek bir yeni istikamete girmiştir. Türkiye, siyasi tarihinde ilk defa cumhurbaşkanını halkın oyları ile Çankaya’ya taşımış; seçmen daha sivil, daha demokrat olanın siyasal sistemi kökünden değiştirme vaadine sahip çıkmış, Sn. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye’nin ilk 108 EYLÜL 2014 başkanı olarak seçmiştir. Yaşanan bu tecrübe, birçok yanı ile tartışılmaya ve değerlendirilmeye muhtaçtır. Bu nedenle, daha önce olduğu gibi benzer konularda ilgisini Türkiye’nin demokratikleşmesi meselesinden hiç ayırmayan Stratejik Düşünce Enstitüsü, 13 Ağustos 2014 Çarşamba günü 13.30’da “Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi Paneli”ni, entelektüeller, kamuoyu ve siyasetin önemli temsilcilerinin katılımları ile gerçekleştirilmiştir. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün hem ev sahipliği hem de moderatörlük yaptığı panelde, SDE Başkan Cumhurbaşkanlığı seçiminin Türk siyasi hayatı içindeki yeri ve önemine dikkat çeken Dr. Murat Yılmaz için ise bu seçim “27 Mayıs’ta kurulan vesayetin, halkın desteği ile tarih olmasının bir göstergesidir. Ayrıca bu seçim 3 Kasım 2002’de oluşan demokratikleşme ve reformları destekleyen bloğun sapasağlam durduğunu göstermektedir. Seçmenin yüzde 52’si bu vaatlere sahip çıkmıştır.” Seçime katılım oranı ile ilgili fikirlerini paylaşarak konuşmasına başlayan İhsan Aktaş ise yaptıkları analizlere göre özellikle CHP ve HDP seçmeninin daha yoğun olarak sandığa gittiğini, oy vermeyen seçmenlerin önemli bir kısmını AK Partili ve MHP’li seçmenin oluşturduğunu ifade etmiştir. Aktaş’a göre katılım oranının yükselmesi Recep Tayyip Erdoğan’ın oylarının birkaç puan daha yükselmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle seçimi kazanmak peşinde değil ancak ikinci tura taşımak gayesinde olan bir yaklaşım için, mağlubiyeti tatilcilere bağlamak ancak naif bir değerlendirme olarak ifade edilebilir. Dr. Cemil Ertem ise 10 Ağustos seçimlerini 2008’de başlayan devrimin son halkası olarak gördüğü ifade etmiştir. 2008 yılında Türkiye, 1947’den beri ilk kez IMF ile yaptığı bir stand-by anlaşmasının gereklerini yerine getirmiş ve yeni anlaşmaya yanaşmayarak kendi bağımsız ekonomi politikalarını takip edeceğini ilan etmiştir. 19. Stand-by anlaşması Türkiye ekonomi tarihinde tamamlanabilen tek anlaşmadır ayrıca 2009’daki GAP eylem planı ise bugün yaşanan çözüm sürecinin ekonomik temellerini atmıştır. Ertem’e göre 10 Ağustos’ta Türkiye halkı tarihinde ilk ve son kez olmak üzere cumhurbaşkanını seçmiştir. Çünkü “bundan sonra Türkiye halkı devlet başkanını seçecektir”. Dünyada çok az ülkenin yaptığı seçimin bölgesini ve dünyayı bu kadar meşgul ettiğini ve önemsendiğini ifade ederek sözlerine başlayan Orhan Miroğlu, seçim sonuçlarından yola çıkarak “AK Parti’nin, cumhurbaşkanı adayı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı göstermiş olmasının ne kadar isabetli olduğu görülmüştür” dedi. Miroğlu’na göre seçim sonuçları Türkiye’nin 2023 vizyon ve hedeflerinin demokratlar ve Kürtler tarafından temsil edildiğini de göstermektedir. Çünkü bu iki grup dışında kalanlar topluma çok az şey söyleme zahmetine girmiştir. Panelin son konuşmacısı olan Abdulkadir Selvi’nin CHP eleştirileri dikkat çekicidir. Bu sonuçların CHP içinde bir değişme neden olup olmayacağı sorusu ile sözlerine başlayan Abdulkadir Selvi, buna pek ihtimal vermediğini ve CHP’nin bir mumya gibi davrandığını; yemediğini, içmediğini, boyunun uzamadığını, tepki vermediğini adeta bir yaşayan ölü gibi göründüğünü ifade etmiştir. Selvi’ye göre CHP’nin seçim sonuçlarından dersler çıkartması en az atomu parçalamak kadar zor ve zahmetlidir. CHP kendini yenilemek yerine tüm enerjisini AK Parti içinde yaşanacak muhayyel çekişme ve çatlaklara yöneltmektedir. Panel, konuşmalar sonrasında katılımcıların sorularına konuşmacılar tarafından verilen cevaplar ile son bulmuştur. EYLÜL 2014 109 haber İslamofobi ve Batı Dünyasının İmtihanı Söyleşisi Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 20 Ağustos 2014 Çarşamba günü İslamofobi araştırmalarının önde gelen isimlerinden biri olan Prof. Dr. Hatem Bazian ile “İslamofobi ve Batı Dünyasının İmtihanı” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirildi. ABD’nin California Üniversitesi, Yakın Doğu Araştırmaları bölümünde öğretim üyesi olarak çalışan ve Islamophobia başlıklı akademik derginin de editörlüğünü yapan Prof. Bazian yaptığı konuşmada şunları vurguladı: “Batı toplumlarında ötekileştirmenin uzun bir tarihi geçmişi vardır. Eskiden beri ırk ve din temelli, ayrıştırmacı dil geliştirme ve ötekileştirme konusunda Batılı toplumlar maalesef sabıkalıdır. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizm gibi örnekler bize bunu göstermektedir. “İslamofobia” bu ötekileştirme geleneğinin son halkasıdır ve bu bağlamda Müslümanlar da ötekileştirmenin son kurbanlarıdır.” 110 EYLÜL 2014 Özellikle ABD’de 11 Eylül olaylarından sonra Müslümanlara yönelik bakış açısının çok değiştiğini ve İslam’ın neredeyse terörle özdeşleştirilmeye çalışıldığını belirten Bazian, anti-Müslüman tutumun kendiliğinden oluşmadığını, özellikle ABD’deki İsrail yanlısı kurumların bilinçli, sistematik ve sofistike bir şekilde Amerikan toplumunun İslam ve Müslüman algısını değiştirmek için çalıştığını ve bu uğurda yüz milyonlarca dolar para harcadıklarını dile getirdi. Prof. Bazian son olarak, Müslümanların da İslam’ın doğru temsili konusunda sorumlukları olduğunu hatırlamaları gerektiğini ve Irak’taki bazı grupların son zamanlarda İslam adına sergiledikleri uygulamaların bu anlamda batıdaki İslam karşıtlarının elini güçlendirdiğinin altını çizdi. Söyleşi, soru cevap kısmının ardından SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün konuşmacı ve katılımcılara teşekkür etmesiyle son buldu. haber İnsani Gelişme Endeksi Çalıştayı BM Kalkınma Programı (UNDP) tarafından her yıl hazırlanan İnsani Gelişme Endeksi’nin değerlendirildiği çalıştay 25 Ağustos 2014 tarihinde SDE Genel Merkezinde gerçekleştirildi. Çalıştay, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sn. Mustafa İsen’in açılış konuşması ile başladı. BM Kalkınma Programı (UNDP) 1990 yılından beri düzenli olarak belli parametreler ışığında hazırlanan İnsani Gelişme Endeksi’nde (İGE), Türkiye 187 ülke içinde 90. sıradayken, 2014 yılında 21 basamak ilerleyerek 69. sıraya çıkmıştır. Bu ilerleme özellikle İnsani Gelişme Endeksi’ne esas teşkil eden konularda daha sağlıklı verilerin UNDP’ye iletilmesi ile sağlanmıştır. Ancak Türkiye’nin mevcut durumda ilgili indekste daha yukarılara ilerlemesi geliştirilecek yakın, orta ve uzak erimli kamu politikaları ile mümkündür. Geliştirilecek bu politikalar ve sağlıklı veri akışının sağlanması ile yakın zamanda ülkemiz için İGE’de yeni bir sıçramanın olması beklenebilir. Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Sn. Mustafa İsen’in açılış konuşması ve Dr. Murat Yılmaz’ın moderatörlüğünde SDE’de yapılan çalıştayda, ilgili kurum ve kuruluşların bu konuda ne tür katkılar sağlayabileceği ve ortak bir platform için nelere ihtiyaç duyulduğu konuları tartışılmıştır. İleride SDE Analizi olarak kamuoyu ile paylaşılacak bazı öneri ve temenniler kayıt altına alınmış ve çalıştay, Dr. Murat Yılmaz’ın değerlendirme konuşması ile son bulmuştur. Çalıştay, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Doç. Dr. Yusuf Tekin, Kalkınma Bakanlığı’ndan Sırma Demirşeker ve Yusuf Yüksel, MEB-SGB’den Veysel Erdel, ASPB-SGB’den Dr. Nesim Türkaslan, YÖK’den Recep Korkmaz ve Gökhan Çetinsaya, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan İsmail Demirel, Hacettepe Üniversitesi’nden Arda Akçiçek, ASPB. Kadın Statüsü Genel Müdürlüğünden Gülser Ustaoğlu, Strateji Geliştirme Başkanlığı’ndan Mahmut Evkuran, ASPB’den Nazım Çelik, Gazi Üniversitesi’nden Işıl Kurnaz, Sağlık Bakanlığı’ndan Mehmet Atasever ve İrfan Şencan, SDE Uzmanlarından Ahmet Kızılkaya ve M. Kürşat Birinci, SDE İç politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz ve SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün katılımları ile gerçekleştirilmiştir. EYLÜL 2014 111 haber SDE’den Anlamlı Ziyaret Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, SDE uzmanlarından oluşan beraberindeki heyet ile birlikte Türkiye’ye ambulans uçakla Gazze’den getirilen Filistinli yaralıları ve Azerbaycan’dan getirilen yaralı Azeri askerleri, tedavi gördükleri Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde ziyaret etti. İlk olarak hastane yöneticisi Prof. Dr. M. İ. Safa Kapıcıoğlu’nu ziyaret ederek Gazzeli hastaların durumu hakkında bilgiler alan Stratejik Düşünce Enstitüsü heyeti daha sonra, Gazze’den getirilen Nida Alkara, Rahma Alatwı, Ihap Mahamad ve Azerbaycan’dan getirilen Gazi Serhan Tahirzade ile kısa sohbetler gerçekleştirdi. Yaralılara geçmiş olsun dileklerini ileterek, yapılan saldırılardan duydukları üzüntüleri dile getiren heyet, yaşanan insanlık dramını bir de onların ağzından dinledi. Kendilerine gösterilen ilgiden duydukları memnuniyeti dile getiren yaralılar, Türkiye’nin kendilerine verdiği desteklerden dolayı teşekkürlerini ilettiler. SDE ailesi olarak saldırılarda hayatını kaybedenlere rahmet, ailelerine başsağlığı ve yaralılara acil şifalar diliyoruz. 112 EYLÜL 2014 SDE’de Yaz Stajları Devam Ediyor Gelecek kuşaklara erişmede ve yeni Türkiye’nin kurulmasında eğitimin önemini bilen ve bu gaye ile gençlerin eğitimine önem veren SDE, “Osmanlı Üniversitesi 2014 yılı yaz staj programı”na devam etmektedir. Kurumumuzun açtığı staj başvuru programına önemli sayıda başvuru yapılmış, belirlenen kriterlere uyan genç arkadaşlarımız staj programına kabul edilmiştir. Staj dönemi boyunca ekonomi, uluslararası ilişkiler, iç politika, dış politika, güvenlik, siyaset, din ve din sosyolojisi, akademik eğitim, akademik eğitime temel hazırlık, akademisyenlik mesleği, sosyoloji, siyaset tarihi, kültür ve uygarlık gibi konularda stajyerlere, konusunda minimum doktora derecesine sahip hocalarımız tarafından gerek akademik ve gerekse de sosyal hayatlarında karşılaşacakları konular hakkında, eğitim uygulanmıştır. Stajyerlerimiz belirlenen konular çerçevesinde “staj dönemi tez” uygulamasına tabi tutulmuş, önemli konularda gerekli kitapları okumaları teşvik edilmiş ve akademik araştırmalar yapmaları sağlanmıştır. Stajyerler bu araştırmaları sonucunda yazdıkları tezleri uzman hocalarımızın onayına sunmuş ve staj diplomalarını alarak enstitünün staj programından mezun olmuşlardır. Staj belgelerini kurum başkanımız sayın Prof. Dr. Birol Akgün’ün elinden alan tüm arkadaşlarımıza gelecek hayatları boyunca başarılar dileriz.