POSTER BİLDİRİLERİ PB 01 Depresyonda Afektif Mizaç Ve Dayanıklılık Arasındaki İlişki: Kontrollü Bir Çalışma Sermin Kesebir*, Duru Gündoğar**, Yeliz Banu Küçüksubaşı*, Bülent Kadri Gültekin* *Erenköy Rsheah ** Süleyman Demirel Üniversitesi, Psikiyatri AD. Amaç: Bu çalışmanın amacı, major depresif bozukluk tanılı olgularda afektif mizaç ile dayanıklılık arasında bir ilişki olup olmadığını, bir ilişki mevcutsa eğer, bunun sağlıklı bireylerdekinden farklılaşıp farklılaşmadığını araştırmaktır. Yöntem: Bu amaçla DSM-IV’e göre Major Depresif Bozukluk (MDB) tanısı olan ve iyilik dönemindeki 100 olgu, olağan poliklinik kontrolleri sırasında, ardışık olarak değerlendirilmiştir. Kontrol grubu, depresif bozukluklu olgularla yaş ve cinsiyet yönünden benzer, daha önce psikiyatrik başvuru ve tedavi öyküsü olmayan 100 sağlıklı bireyden oluşmuştur. Tanı görüşmeleri, SCID-I ile yapılmış, afektif mizaç, TEMPS-A (Evaluation of Temperament Memphis, Pisa, Paris and SanDiego-Autoquestionnaire) Mizaç Ölçeği ile, dayanıklılık, YİPDÖ (Yetişkinler İçin Psikolojik Dayanıklılık Ölçeği) ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Psikolojik dayanıklılık ile hipertimik mizaç arasında hem depresyon olgularında hem de sağlıklı bireylerde güçlü bir ilişki saptanmıştır. Psikolojik dayanıklılık ile irritabl ve anksiyöz mizaç arasında her iki grupta ters bir ilişki mevcuttur. Psikolojik dayanıklılığın kendilik algısı ve sosyal yeterlilik altboyutu ile hipertimik mizaç arasında hem depresyon olgularında, hem sağlıklı bireylerde güçlü bir ilişki saptanırken, her iki grupta gelecek algısı ile hipertimik mizaç arasında ve sosyal yeterlilik ile depresif ve siklotimik mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Kendilik algısı ile depresif ve anksiyöz mizaç arasında ise her iki grupta orta derecede ve ters bir ilişki mevcuttur. Her iki grupta yapısal stil ile depresif ve siklotimik mizaç arasında orta derecede bir ilişki saptanmıştır. Aile uyumu ile irritabl mizaç arasında depresif bozukluk tanılı olgularda ters bir ilişki saptanırken, sağlıklı bireylerde aile uyumu ile depresif ve anksiyöz mizaç arasında güçlü, hipertimik mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Sosyal kaynaklar ile afektif mizaç tipleri arasında her iki grupta bir ilişki gösterilmemiştir. Sonuç: MDB’ta hipertimik mizaç ile psikolojik dayanıklılık arasında güçlü bir ilişki vardır. MDB’ta mizaç tipi ile psikolojik dayanıklılığın aile uyumu alt boyutu arasındaki ilişki, sağlıklı bireylerdekinden farklılaşmaktadır. PB 02 Depresif Bozuklukta Afektif Mizaç ve Dayanıklılık Arasındaki İlişki Çocukluk Çağı Travması Olan ve Olmayan Olgularda Farklı Mıdır? Duru Gündoğar*, Sermin Kesebir**, Yeliz Banu Küçüksubaşı**, Elif Tatlıdil Yaylacı** *Süleyman Demirel Üniversitesi, Psikiyatri AD ** Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği Amaç: Bu çalışmanın amacı, majör depresif bozukluk tanılı olgularda efektif mizaç ile dayanıklılık arasındaki ilişkinin çocukluk çağı travması olan ve olmayan olgularda farklılaşıp farklılaşmadığını araştırmaktır. Yöntem: Bu amaçla DSM-IV’e göre Majör Depresif Bozukluk (MDB) tanısı olan ve iyilik dönemindeki 100 olgu, olağan poliklinik kontrolleri sırasında, ardışık olarak değerlendirilmiştir. Tanı görüşmeleri, SCID-I ile yapılmış, afektif mizaç, TEMPS-A (Evaluation of Temperament Memphis, Pisa, Paris and SanDiego-Autoquestionnaire) Mizaç Ölçeği ile dayanıklılık, YİPDÖ (Yetişkinler İçin Psikolojik Dayanıklılık Ölçeği) ile değerlendirilmiştir. Çocukluk çağı travmasının (ÇÇT) varlığı Erken Travma Anketi ile belirlenmiştir. Bulgular: MDB olgularında psikolojik dayanıklılık ile hipertimik mizaç arasında güçlü bir ilişki bulunurken, ÇÇT olan olgularda psikolojik dayanıklılık ile depresif mizaç arasında orta derecede bir ilişki saptanmıştır. Psikolojik dayanıklılık ile irritabl ve anksiyöz mizaç arasında her iki grupta ters bir ilişki mevcuttur. Her iki grupta psikolojik dayanıklılığın kendilik algısı ve sosyal yeterlilik alt boyutu ile hipertimik mizaç arasında güçlü bir ilişki saptanırken, gelecek algısı ile hipertimik mizaç arasında ve sosyal yeterlilik ile depresif ve siklotimik mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Kendilik algısı ile depresif mizaç arasında ÇÇT olmayan olgularda orta derecede ve ters bir ilişki mevcuttur. Her iki grupta yapısal stil ile depresif ve siklotimik mizaç arasında orta derecede bir ilişki saptanmıştır. Aile uyumu ile irritabl mizaç arasında her iki grupta ters bir ilişki saptanırken, ÇÇT olan bireylerde aile uyumu ile depresif ve anksiyöz mizaç arasında güçlü, hipertimik mizaç arasında zayıf bir ilişki saptanmıştır. Sosyal kaynaklar ile depresif mizaç arasında çocukluk çağı travması olan grupta orta derecede bir ilişki gösterilmiştir. Sonuç: Çocukluk çağı travması olan ve olmayan depresif olgularda mizaç ve dayanıklılık arasındaki ilişki birbirinden farklılaşmaktadır. PB 03 Bipolar Bozukluk Hastalarında Beyin Kökenli Nörotrofik Faktör (Bdnf) Geni Val66met Ve Val66val Polimorfizmi İle Hastalık Özellikleri Ve Obsesif Kompulsif Belirti İlişkisi Ekrem Hasbek*, Serap Erdoğan Taycan**, Aydın Rüstemoğlu**, Feryal Çelikel**, İlker Etikan** *Sivas Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği **Tokat Gaziosman Paşa Üniversitesi, Psikiyatri AD Amaç: Bu çalışmada Bipolar Bozukluk (BB) hastalarında beyin kökenli nörotrofik faktör (brain- derived neurotrophic factor=BDNF) geni val66met ve val66val polimorfizmi ile hastalık özellikleri ve obsesif kompulsif belirtiler arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır Yöntem ve Gereçler: Çalışmamıza klinik görüşme sonucunda DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre BB tanısı alan 106 gönüllü hasta dâhil edildi. Tüm katılımcılara Sosyodemografik ve Hastalık Bilgi Formu verildi ve DSM-IV Eksen I Bozuklukları için Yapılandırılmış Klinik Görüşme, Maudsley Obsesif Kompulsif Soru Listesi (MOKSL), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ve Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ) uygulandı. Hastaların venöz kan örneklerinden DNA izolasyonu yapılmış, elde edilen DNA’lar kullanılarak PCR-RFLP yöntemi ile BDNF gen polimorfizmine bakılmıştır. İstatistiksel değerlendirme SPSS 19.0 versiyonu ile yapılmıştır. Bulgular: Araştırmamıza alınan 106 hastanın 28’i (%26) BDNF val66met polimorfizmi taşırken, 78 hasta (%74) BDNF val66val polimorfizmi taşıyordu. Alel sıklıklarına baktığımızda met aleli (%13), val aleli ise (%87) oranında bulunmaktaydı. Hastalık belirtilerinin başlangıç yaşı karşılaştırıldığında val66met grubunda 28,11±11,09 iken val66val grubunda 23,88±8,93 yaş olarak tespit edildi ve iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulundu (p=0.047). İki grup antidepresan ile tetiklenen manik atak varlığı açısından karşılaştırıldığında, val66met grubunda val66val grubuna göre daha fazla sayıda hastada antidepresan ile manik atak tetiklendiği görüldü ve iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark mevcuttu (x²= 5,797, p=0,029). Bunlar dışında çalışmada incelenen diğer hastalık özellikleri açısından bir fark belirlenemedi. Her iki gruptaki OKB eştanı yüzdeleri, MOKSL toplam ölçek ve alt ölçek puanları, BDÖ ve BAÖ puanları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı. Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızın sonucunda 78 hastada BDNF val66val, 28 hastada ise val66met polimorfizmi olduğu belirlendi, literatürdeki beyaz ırkta yapılan çalışmalarla genel olarak uyumluydu. Val66val grubundaki hastalarda BB başlama yaşının val66met grubundakilere göre daha erken olduğu ve val66met grubundaki hastalar arasında antidepresan ile tetiklenen mani atağına istatistiksel olarak anlamlı ölçüde daha fazla rastlandığı belirlendi. Bu iki duruma ilşikin olası sebepler tartışıldı. KAYNAKLAR 1.Tsai SJ. Is mania caused by overactivity of central brain-derived neurotrophic factor? Med Hypotheses. 2004; 62: 19-22. 2.Hong CJ, Association study of a brain-derived neurotrophic-factor genetic polymorphism and mood disorders, age of onset and suicidal behavior. Neuropsychobiology. PB 04 Bipolar Bozukluğu Lityum, Valproik Asit Ya Da Atipik Antipsikotik Monoterapisi İle Remisyonda Olan Hastaların Bilişsel İşlevleri Vesile Şentürk Cankorur (1) ,Hilal Demirel(2), Sibel Çakır(3),Sermin Kesebir(4),E.Cem Atbaşoğlu (1) (1)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı (2)Serbest (3)İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı (4)Erenköy Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Amaç: Bipolar bozukluktaki bilişsel işlev kusurlarının ötimik dönemlerde de mevcut olduğuna işaret eden çalışmalar vardır, ancak bunların ne kadarının ilaç yan etkisi olduğu tam olarak bilinmemektedir. Daha önceki çalışmamızda, lityum (Li) ya da valproik asit (VPA) monoterapisi ile remisyonda olan hastaların bilişsel işlevleri arasında fark bulunmazken her iki grubun kontrol gubuna göre kelime belleğinde bozulma bulunmuştu. Bu çalışmada, atipik antipsikotik (AP) monoterapisinde olan üçüncü bir grup oluşturularak ve örneklem sayısı genişletilerek, bilişsel işlevler ve bilişsel işlevler üzerindeki olası ilaç etkileri incelenmiştir. Yöntem: Çalışmanın örneklemi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) Psikiyatri Anabilim Dalı Erişkin Polikliniği’nde Bipolar I ya da II tanısı ile izlenen, en az bir aydır remisyonda olan, Li (n=28), VPA (n=25) ya da atipik AA (n=38) monoterapisi uygulanan 86 ötimik erişkin hastadan oluşmaktadır (30 erkek, 56 kadın). Bu örneklem grubunda psikomotor hız, dikkat, bellek, görsel uzaysal beceriler ve yürütücü işlevler değerlendirilmiştir. Ortalama yaş 36.6 ±12.2, eğitim süresi 12.4 ±3.9 yıl, monoterapi süresi 10.25 ± 18.93 ay, Hamilton Depresyon Ölçeği puanı 3.31 ±3.67, Young Mani Değerlendirme Ölçeği puanı 1.31 ±2.43 olarak bulunmuştur. Bulgular: Li grubu ile VPA grubu arasında bilişsel işlevler açısından anlamlı fark bulunmadı. Antipsikotik grubunda işlem belleği performansı Li grubuna (WAIS-R Aritmetik 11.75 ± 4.07’ye 8.71 ± 3.31, p =0.01), görseluzaysal beceri ise VPA grubuna (WAIS-R Küplerle Desen 30.25 ± 6.82’ye 22.29 ± 10.16, p =0.005) göre daha düşük bulundu. Tartışma: Daha önce gerek duygudurum dengeleyici gerekse AP ilaçların bilişsel işlevler üzerinde hem olumlu hem olumsuz etkileri bildirilmiştir. Bu çalışma, AP’lerin bilişsel işlevler üzerinde olumsuz etkileri de olabileceğine işaret etmektedir. Bu hipotez izlem çalışmalarıyla ele alınmaya değer olabilir. Anahtar Kelimeler: Atipik antipsikotik, bilişsel işlevler, bipolar bozukluk, duygudurum PB 05 Multiple Skleroz Öncesinde Bipolar Bozukluk: Bipolar Bozukluk Nörolojik Temelli Bir Hastalık Olabilir Mi? Tuğba Kara*, Özlem Girit Çetinkaya*, Ayşe Fulya Maner*, Belma Doğan Güngen** *Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi **Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Özet: Multiple sklerozda nöropsikiyatrik belirtiler oldukça yaygındır. Multiple sklerozda psikiyatrik belirtilerin varlığı hastalığın klinik olarak ilk ortaya koyulduğu zamandan beri bilinmesine rağmen bu konu son 20 yıldır daha ayrıntılı çalışılmaktadır. Multiple skleroz ile bipolar bozukluk, majör depresyon, anksiyete bozuklukları, öfori, kişilik bozuklukları gibi komorbid psikiyatrik bozukluklar bulunmaktadır. Multiple sklerozda görülen psikiyatrik bozukluklar hastaların ailelerinde, işlerinde ve sosyal hayatlarında bozulmalara yol açmakta, hayat kalitesini düşürmekte ve multiple sklerozun neden olduğu fiziksel yetersizlik majör depresyonun nedeni olabilmektedir. Multiple skleroz ile birlikte ortaya çıkan majör depresyon multiple sklerozun tedavi rejimine uyumu azaltmaktadır. Multiple Sklerozda bipolar bozukluk tahmin edildiğinden daha sık görülmektedir. Multiple Sklerozda görülen bipolar bozukluğun etyolojisine dair çalışmaların sayısı sınırlıdır ve bu çalışmalarda genetik etkiler, ilaçların yan etkileri ve beyin demiyelinizan lezyonlara odaklanılmıştır. Bu makalede bipolar bozukluğun eşlik ettiği bir multiple skleroz olgusu sunulmuştur. Multiple Skleroz ile bipolar bozukluk ve majör depresyonun komorbid olduğu vakalarda manyetik rezonans görüntülerinin özellikleri, majör depresyon ve bipolar bozukluk’ un etiyolojisi ve multiple skleroz için uygulanan tedavinin nöropsikiyatrik etkilerini tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: multiple sclerosis, bipolar disorder, manyetik resonans görüntüleme PB 06 Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalar Ve Birinci Derece Akrabalarında Mizaç Özelliklerinin Karşılaştırılması Ve Kliniğe Yansımaları Aylin Elri Arslan*, Feryal Çam Çelikel**, Serap Erdoğan Taycan**, İlker Etikan**** *Giresun Devlet Hastanesi, Psikiyatri Bölümü **Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD ***Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyoistatistik ve Tıp Bilişimi AD Amaç: Bu çalışmada bipolar bozukluk tanılı hastaların mizaç özelliklerini belirlemek, klinik özelliklerle, işlevsellik ve dürtüsellik düzeyleri ile ilişkisini araştırmak ve yanı sıra ailedeki mizaç özellikleri ile ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır. Hipotezimiz, hastaların kendi mizaç özellikleri ile ailesindeki bireylerin mizaç özellikleri arasında bir ilişkinin bulunabileceği, hastalardaki baskın mizaç özellikleri ile dürtüsellik düzeyleri arasında doğru, işlevsellik düzeyleri arasında ise ters yönde bir ilişkinin kurulabileceği yönündedir. Yöntem: Çalışmamıza klinik görüşme sonucunda DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre bipolar bozukluk tanısı konan ve halen remisyonda olan 60 hasta ve bu hastaların 60 sağlıklı birinci derece akrabaları dahil edildi. Tüm katılımcılara Sosyodemografik ve Tıbbi Bilgi Formu verildi ve DSM-IV Eksen I Bozuklukları için Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I), afektif mizacı değerlendirmek için Memphis, Pisa, Paris ve San Diego Mizaç Değerlendirme Anketi Türkçe formu/MPPS-MD (TEMPS-A) anketi ve Bipolar Bozuklukta İşlevsellik Ölçeği (BB-İ), Barratt Dürtüsellik Ölçeği, 11. versiyon (BIS-11) uygulandı. Bulgular: Bulgularımıza göre depresif mizaç kadınlarda daha sıktı; siklotimik mizaç erken hastalık başlangıç yaşı, sinirli mizaç ise psikotik özellikli atak varlığı ile ilişkiliydi. En çok depresif ve endişeli mizacın işlevselliği bozduğu; hipertimi dışında tüm mizaç özelliklerinin genel anlamda dürtüsellik düzeylerini arttırdığı; motor dürtüselliğin tüm mizaç özellikleri ile dikkatle ilişkili dürtüselliğin ise depresif, siklotimik ve hipertimik mizaç ile ilişkili olduğu gözlendi. Hasta yakını grubunda en az bir baskın mizacı olan 29 hasta (%48) vardı. 15 kişide (%25) baskın mizaç depresif, 5 kişide (%8,3) sinirli, 4 kişide (%6,7) endişeli, 3 kişide (%5) siklotimik, 2 kişide (%3,3) hipertimik mizaca rastlandı. Hasta ve hasta yakınları arasında yalnızca hipertimik mizaç (t=4,00, p=0,001) ortalamaları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Tartışma: Bulgularımız, bipolar bozukluk hastalarının ataklar arası iyilik dönemlerinde bile afektif değişimler yaşadığını ve hatta bu mizaç düzensizliklerinin etkilenmemiş akrabalarında da gözlendiğini ortaya koymakta ve bipolar bozukluğun gelişiminde hipertimik mizacın ailesel, olasılıkla kalıtsal, temelini doğrulamaktadır. PB 08 Depresyon Hastalarında Kişilik Özelliklerinin Değerlendirilmesi Bengü Yücens, Mehmet Hakan Türkçapar, Erkan Kuru, Yasir Şafak, Mehmet Emrah Karadere Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Amaç: Kişilik özellikleri, psikiyatrik rahatsızlıkların tanısının konması ve tedavisi için önemli faktörlerden biridir. Literatürde depresyon hastalarında komorbid kişilik bozukluğunun kötü prognozla ilişkilendirilmesi hastalığın seyri ve tedavi sürecinde kişilik özelliklerinin etkili olduğunu düşündürmektedir. Depresyon hastalarında kişilik bozukluğu oranlarının sağlıklı kontrollere göre daha yüksek olduğu ile ilgili bir çok literatür bulunmaktadır. Bizim bu çalışmadaki amacımız da depresyona eşlik eden kişilik özelliklerini tespit etmektir. Yöntem: Çalışmaya, Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne başvuran; DSM-IV TR tanı ölçütlerine göre Major Depresyon tanısı almış 30 hasta ve 31 sağlıklı kişi alınmıştır. Hastalara SCID-I, Sosyodemografik veri formu, Kişilik İnanç Ölçeği-Kısa Form (PBQ-STF) uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan 61 hastanın 30’u depresyon, 31’i kontrol grubuna alındı. Çalışmaya katılanların 32’si erkek, 29’u kadındı. Her iki gruptaki kadın erkek oranları birbirine benzerdi. Hastalara uygulanan PBQ sonucunda depresyon hastaları ile kontrol grubu karşılaştırıldığında; bağımlı (p=0.001), pasif agresif (p=0.001), obsesif kompulsif (p=0.004), antisosyal (p=0.001), paranoid (p=0.002), borderline (p=0.001), çekingen (p=0.001) kişilik alt ölçek puanları depresyonu olan grupta kontrol grubuna oranla daha yüksekti ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı. Buna karşın her iki gruptaki narsisistik (p=0.513), histrionik (p=0.300), şizoid (p=0.043) kişilik alt ölçek puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Tartışma ve Sonuçlar: Elde edilen veriler sonucunda depresyonu olan hastalarda çekingen, bağımlı, obsesif kompulsif, antisosyal, borderline kişilik özellikleri literatürle uyumlu olarak daha yüksek oranda tespit edilmiştir. Paranoid ve histrionik kişilik özelliği ile ilgili sonuçlar literatürden farklılık göstermekle birlikte ve şizoid kişilik özelliklerine ilişkin veriler değişkendir. Depresyona eşlik eden kişilik özelliklerinin tespit edilmesi, hastalığın tanısının netleştirilmesi, tedavi sürecinin daha sağlıklı yürütülmesine yardımcı olacaktır. PB 09 Erişkin Bipolar Ve Dikkat Eksikliği/Hiperaktivite Bozukluğunun Nöropsikolojik Açıdan Karşılaştırılması Neslihan Levent *, Selim Tümkaya**, Figen Çulha Ateşçi**, Halide Tüysüzoğlu***, Nalan K.Oguzhanoglu**, Gülfizar Varma** Osman Özdel** *Kumluca Devlet Hastanesi **Pamukkale Universitesi Psikiyatri AD ***Kastamonu Devlet Hastanesi Bipolar ve Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu(DEHB)olan hastalarda aşırı konuşma, hareketlilik, dikkatsizlik, dürtüsellik gibi örtüşen belirtilerin olması ve yüksek eştanı oranları bu iki hastalığın birbirleri ile bağlantılı olabileceğini düşündürmektedir 1. Çalışmamızın amacı, bipolar ve DEHB’li erişkin hastaların nöroanatomik değişikliklerin bir yansıması olarak düşünülebilecek nöropsikolojik bulgularını kontrol grubu ve kendi aralarında karşılaştırarak, bu iki bozukluk arasındaki olası patofizyolojik ilişkiyi değerlendirmektir. Çalışmaya 66 bipolar bozukluk tanılı hasta, 62 Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanılı hasta ve 58 sağlıklı kontrol alındı. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, Hamilton Depresyon, Young Mani Derecelendirme Ölçeği, Wender Utah Derecelendirme Ölçeği, DSM-IV Yapılandırılmış Klinik Görüşmesi SCID-I, Turgay’ın Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Değerlendirme Ölçeği, Nörolojik Değerlendirme Ölçeği ve Nöropsikolojik testler uygulanmıştır. Yaş, eğitim seviyesi ve cinsiyet açısından gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu (sırasıyla p=0.07, p=0.34, p=0.7). Gruplar Wisconsin kart eşleme testi kurulumu sürdürmede başarısızlık dışında tüm nöropsikolojik testlerin alt testlerinde anlamlı farklılıklar bulundu (p=0.000- p=0.018). İkili karşılaştırmalar yapıldığında bipolar hastalar sayı dizisi, sözel bellek süreçleri testi, Wisconsin kart eşleme testi (WKET) ve stroop testlerinde kontrol grubuna göre daha kötü performans gösterdi. DEHB’li hastalar ise stroop test ve sözel bellek süreçleri testinin tutarsızlık alt testinde kontrollerden daha kötüydü. Bipolar bozukluklu hastalar DEHB li hastalardan Stroop testi dışındaki tüm testlerde genel olarak daha kötü performans gösterdiler. Buradan yola çıkarak bipolar bozukluklu hastaların dikkat açısından DEHB hastalarına benzer bozukluklar gösterdiği fakat sözel bellek ve yürütücü işlevler alanlarında daha kötü performanslara sahip olduğu söylenebilir. PB 10 Bipolar Bozukluk Polikliniğinde İzlenen Hastaların Demografik Ve Klinik Özellikleri Hidayet Ece Arat, Başak Bağcı, Onur Ulaş Ağdanlı, Havva Afşaroğlu, Ebru Onrat, Ayşegül Özerdem, Zeliha Tunca Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Giriş: Bipolar Bozuk (BB) yaşam boyu yineleyici bir hastalıktır. Uygun koruyucu tedavi alarak düzenli izlenmeleri hastalık epizodlarının yinelemelerini önleme, işlevselliği artırmada önem taşımaktadır. Hastaların özelleşmiş polikliniklerde izlenmesi tedaviye katılımlarını artırmaktadır. Bu çalışmada Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi (DEÜTF) Psikiyatri Bölümünün BB Polikliniğinde izlenen hastaların kayıtlarının dökümü yapılarak demografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 1 Ocak 2011 ile 15 Ağustos 2012 tarihleri arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Bölümü, BB Polikliniğine başvurmuş olan hastalar alınmıştır. BB Polikliniği dosyaları ve hastanenin Probel veri tabanı incelenerek, hastaların yaş, cinsiyet, tanı, son klinik durum, kullandığı ilaç tedavileri değerlendirilmiş; verilerin istatistiksel analizleri SPSS 15.0 ile kategorik değişkenler için Ki-Kare, sürekli değişkenler için nonparametrik Kruskal Wallis testleri uygulanarak yapılmıştır. Bulgular: Hastaların tanı dağılımları; BB Tip-1 %58.9, BB Tip-2 %3.8, manik kayma %5.7, Şizoafektif Bozukluk % 2.5, madde kullanımına bağlı duygudurum bozukluğu % 0.8, Siklotimik Bozukluk % 0.3, BB tanısı olup alt tipi belirlenememiş hasta oranı %28.1 idi. Tüm hastaların yaş ortalaması 42.91±14.01 idi. Tanı alt gruplarının yaş ortalamaları farklı değildi (p=0.063). Hastaların % 61.3’ü kadın, %38.7’si erkekti. Hastaların cinsiyet dağılımları tanılarına göre farklı değildi (p=0.094). Hastaların %57.2’si lityum, %48.2’si valproat, %64.9’u atipik antipsikotik kullanıyor, %1.6’sı ilaçsız izleniyordu. Duygudurum dengeleyici (DDD) monoterapi %20.7, ikili DDD % 6.5, üçlü DDD % 0.3, tek DDD ve antipsikotik kullanımı %39.2, ikili DDD ve antipsikotik kullanımı %15.3, üçlü DDD ve antipsikotik kullanımı % 0.3, bir veya daha fazla antipsikotik kullanımı %3, DDD ile birlikte antipsikotik ve antidepresan kullanımı %7.6, DDD ve antidepresan kullanımı %4.9 idi. Sonuç: Hastaların % 3.8’i BB Tip 2 tanısı ile izlenmektedir. Bu bulgu, literatürde tanımlanmış olan %10- 15’lik oranın altındadır. Bu durum çalışmanın retrospektif olması, alt tipi belirlenemeyen hasta grubunun fazla sayıda olması ya da BB Tip 2 tanısının gözden kaçırılıyor olmasıyla ilişkili olabilir. PB 11 Akut Manide Elektrokonvulsif Terapi Ne Zaman Yapılmalı? Ömer Faruk Uygur, Bilge Burçak Annagür Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Giriş: Elektrokonvulsif terapi (EKT) 1938 den buyana duygudurum bozukluklarınıda içeren birçok psikiyatrik bozukluğun tedavisinde güvenle uygulanmaktadır. Günümüzde psikofarmakoloji alanında hızlı ilerlemelere rağmen özellikle dirençli olgularda EKT halen etkili bir tedavi olarak uygulanmaktadır. Bu yazıda bir olgu üzerinden akut manik epizotta EKT’nin yeri tartışılmıştır. Olgu: A.K, kadın, 42 yaşında, bekâr, üniversite mezunu, çalışmıyor. Ailesi acil servise garip davranışları, konuşmaları, uykusuzluğu, aşırı öfkeliliği olması üzerine getirdi. Hastanın acil servise getirilmeden önceki 3 gün evdeki tüm eşyaları çöpe atma şeklinde garip davranışları, aşırı sinirliliği, uykusuzluğu olmuş. Gebe olduğunu, karnında 11 bebek olduğunu söylüyormuş. İlk ruhsal muayenesi: Kendine olan ilgi ve bakımı azalmış, oldukça ajite, görüşmeyi reddediyor, hasta olmadığını düşünüyordu. Düşünce akışı hızlı, düşünce içeriğinde evli ve hamile olduğuna yönelik delüzyonel düşünceleri vardı. Görsel varsanıları mevcuttu. Duygulanımı öfkeli. Psikomotor ajitasyonu mevcuttu. Hastanın nörolojik muayenesi ve beyin MR görüntüsü normaldi. Hasta psikotik belirtili manik epizod tanısı düşünülerek psikiyatri kliniğine yatırıldı. Hastaya Zuclopentiksol depot 200 mg yapıldı, Olanzapin 15mg/gün p.o, lityum 600 mg/gün tedavisi başlandı. Yatışının 6. Gününde yüksek dozlarda antipsikotik uygulanmasına rağmen süreğen ve şiddetli ajitasyonunun olması, psikotik düşüncelerinin devam etmesi, ilaç alımını reddetmesi üzerine hastaya EKT yapılması planlandı. Hastaya gün aşırı 8 kez EKT uygulandı. 6.EKT sonrasında psikotik belirtilerinde ve ajitasyonunda azalma oldu. Uykusu düzeldi, ilaçlarını almaya başladı ve tedavi için işbirliği kurdu. İlaç alımını kabul etti, psikotik düşünceleri kayboldu. Tartışma: Elektrokonvulsif terapi klinik pratikte özellikle katatonik tip şizofreni, özkıyım riski yüksek major depresyon ve bipolar depresyon ve postpartum psikotik bozukluklarda ilk seçenek tedavi olarak düşünülse de akut manideki yeri tartışmalıdır. EKT’ye yanıt oranı tedaviye dirençli olgularda yaklaşık %60-70 olarak bildirilmiştir. Bu olguda antipsikotik tedaviye yanıt alınamayan ve EKT ile hızlı düzelme gösteren psikotik belirtili akut manik epizot geçiren bir hasta sunulmuştur. Bizim sunduğumuz olguda EKT ile hızlı düzelme saptanmıştır. Özellikle psikotik belirtilerin yüksek olduğu ve agresyonun yüksek olduğu durumlarda EKT tedavisi düşünülmelidir. Bu belirtilerin ön planda olduğu hastalarda zaman kaybetmeden ilk seçenek olarak EKT uygulaması yapılabilir. PB 12 Tek Uçlu Ve İki Uçlu Depresif Bozukluk Tanılı Hastalarda,B12 Vitamini Ve Folat Düzeyleri Yaprak Çilem Yalçın Arslan, Nefize Yalın, Ayşegül Özerdem, Zeliha Tunca Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Giriş: Folat ve B12 vitamini eksiklikleri duygudurum bozuklukları, bilişsel bozukluklar gibi birçok nöropsikiyatrik hastalığın patogenezinde rol oynar. Depresyonda, plazma folat düzeyleri düşük ve homosistein düzeyleri yüksek bulunmuştur. Bazı klinik çalışmalarda, folat ve B12 vitamini desteğinin antidepresanlara yanıtı arttığı gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı iki uçlu ve tek uçlu depresif bozukluk tanılı hastaların atak sırasında ölçülen B12 vitamini ve folat düzeylerini birbirleriyle ve kontrol grubuyla karşılaştırmaktır. Yöntem: Çalışma geriye dönük bir çalışmadır. Hasta grubu Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Servisi’ne son beş yıl içinde iki uçlu ve tek uçlu depresif bozukluk tanısı ile yatarak tedavi edilmiş, 19-82 yaşları arasındaki 331 hastadan, kontrol grubu Temmuz 2007-Temmuz 2008 tarihleri Dermatoloji Polikliniği’ne başvuran 18-64 yaşları arasındaki 1440 hastadan oluşturulmuştur. Hasta ve kontrol grubunun, B12 vitamini ve folat değerleri hastanenin merkez laboratuarının veri tabanından sağlanmıştır. Bulgular: Çalışma grubunun %14,7’si (s=260) tek uçlu, %4’ü iki uçlu depresyon (s=71), %81.3’ü kontrol grubunu (s=1440) oluşturmuştur. B12 vitamini ve folat değerleri normal dağılımda olmadığı için logaritmik transformasyon değerleri karşılaştırılmıştır. Üç grup arasında ortalamaları farklı bulunmamıştır (ANOVA, p=0.091). Tek uçlu (405.98±288.08) ve iki uçlu depresyon (439.95±240.30) tanılı hastaların B12 VİTAMİNİ vitamini ortalamaları kontrol grubundan (343.97±195.73) daha yüksekti (ANOVA, p=0.0001, post-hoc Bonferroni, p=0.003 ve p=0.002). Tek uçlu (7.52±4.13) ve iki uçlu depresyon tanılı hastaların (7.17±4.34) folat ortalamaları ise kontrol grubundan (8.67±4.28) düşüktü (ANOVA, p=0.0001, post-hoc Bonferroni, p=0.0001ve p=0.003). Tekuçlu ve ikiuçlu depresyonda B12 vitamini ve folat ortalamaları farklı değildi. B12 vitamini ve folat düzeyleri yaş ile pozitif bağıntılı idi. Kadınlarda sadece folik asit ortalamaları tekuçlu depresyonda (7.59±3.89), kontrollerden düşükken (Bonferroni, p=0,0001), ikiuçlu depresyonda(7.67±4.58) farklı değildi (Bonferroni, p=0.085). Sonuç: Hem iki uçlu hem de tek uçlu depresyonda serum folat düzeyinin kontrol grubundan düşüklüğü literatür ile uyumludur. Özellikle tek uçlu kadın depresif hastalarda folat düşüklüğün saptanması önemlidir. B12 vitamininin beklenenin aksine depresyon hastalarında daha yüksek saptanması kliniğimizde B12 vitamini hızlı saptanarak replase edilmesi ile ilişkili olabilir. Anahtar kelimeler: depresyon, iki uçlu, folat, B12 vitamini PB 13 Paylaşılmış Psikotik Belirtilerle Başlayan İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu Güneş Şayan Can, Deniz Ceylan, Berna Binnur Akdede, Tunç Alkın Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Giriş: Paylaşılmış psikotik bozukluk (Folie a deux) ender görülen ve sıklıkla şizofreni hastalarında tanımlanan klinik bir sendromdur. Bu sunumda, ilk psikiyatrik başvurusunda şizofreniform bozukluk tanısı almış, uzun dönem izleminde tanısı İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu olarak değiştirilmiş bir paylaşılmış psikotik bozukluk olgusu tartışılacaktır. Olgu: 23 yaşında, erkek olgunun 2010 yılı ocak ayında bir şirkette staj yapmaktayken mutsuzluk, isteksizlik, staj yaptığı şirkete zarar ettirdiği, şirketin adamlarının kendisini takip ettiği, ailesinin ve kendisinin zarar göreceği yakınmaları başlamıştır. Bu sürede olgunun internet aracılığıyla yakın iletişimde olduğu annesinde benzer düşünceler başlamıştır. Paylaşılmış psikotik bozukluk tanısıyla psikiyatri servis yatışı yapılan hasta Şizofreniform bozukluk ve Paylaşılmış Psikotik Bozukluk tanıları ile taburcu edilmiştir. Ayaktan izlemi yapılan olgunun tanısı 2 yılın sonunda İki Uçlu Duygudurum Bozukluğu olarak değiştirilmiştir. Tartışma: İki Uçlu Duygudurum Bozukluğunda paylaşılmış psikotik belirtilerin ortaya çıkışı nadir görülen bir durumdur. Dikkat edilmesi gereken husus hastalığın ilk ortaya çıkışında görülen bu durumun, hastalığın tanısını zorlaştırmış ve geciktirmiş olmasıdır. Bu olgu; paylaşılmış psikotik bozukluk olgularının klinik izleminde ve ayırıcı tanısında duygudurum bozukluklarının daha ayrıntılı değerlendirilmesi gerektiğini göstermiştir. Kaynaklar: 1. Patel AS, Arnone D, Ryan W. Folie a deux in bipolar affective disorder: a case report. Bipolar Disord 2004; 6: 162–165. 2. Arnone D, Patel A, Tan GM . The nosological significance of Folie à Deux: a review of the literature. Annals of general Psychiatry 2006; 5:11. PB 14 Şanlıurfa’da Bir Devlet Hastanesi Aciline İntihar Nedeniyle Başvuruların Değerlendirilmesi Abdullah Atli, Mahmut Bulut, Sever Beşaltı, Mehmet Cemal Kaya, Mehmet Güneş, Yasin Bez, Aytekin Sır Dicle Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Şanlıurfa Balıklıgöl Devlet Hastanesi Amaç: İntihar istemli olarak kişinin yaşamına son vermesidir. Ciddi bir halk sağlığı problemi olup Dünya Sağlık Örgütüne göre her yıl bir milyondan fazla insan intihar etmektedir ve dünyada yaşanan ölümlerin %2’si intihar nedeni iledir (1). Bu çalışmada amacımız Şanlıurfa ilinde intihar girişimi nedeni ile acil servise başvuran hastaların özelliklerini ortaya koymaktır. Yöntem: Türkiye’nin güneydoğu illerinden Şanlıurfa ilindeki iki hastaneden küçük olan Balıklıgöl Devlet Hastanesi acil servislerine suisit girişimi nedeniyle başvuran bireyler çalışmaya dâhil edildi. Bireylerin tıbbi kayıtlarına ulaşıldı. Klinik ve fenomenolojik özellikleri kaydedildi ve incelendi. Bulgular: 2011 yılı içinde hastane acil servisine 227 kişinin suisid girişimi nedeni ile başvurduğu anlaşıldı. Bunların 177 (%78)’si bayan, 78 (%22)’i erkekti. Hastaların %57’si 15-24 yaş aralığındaydı ve %51’i evliydi. En sık intihar şeklinin yüksek doz ilaç alma olduğu tespit edildi. İntihar girişimlerinin yaklaşık yarısının (%49,8) 16-24 saatleri arası gerçekleştirildiği görüldü. En sık intihar nedeni ise aile içi sorunlar olarak bildirilmişti (%37,9). Sonuç: Araştırmamızda Şanlıurafa’da bir devlet hastanesi acil servisine intihar nedeni ile yapılan başvuruların büyük bir çoğunluğunu kadınların oluşturduğu görülmüştür. Başvuruların yarısından fazlasının evli olup, 15-24 yaş aralığında olması bu bölgede aile içi sorunların intihar girişimeri için önemli bir risk faktörü olduğunu düşündürmektedir. Depresyon, borderline kişilik özellikleri, fiziksel-cinsel travma, impulsivite gibi intihar açısından risk oluşturan nedenler arasında aile içi sorunların da bulunduğu daha önceki çalışmalarda bildirilmiştir (2). Dünya Sağlık Örgütünün 2002 yılında yayınladığı rapora göre 15-44 yaş arası ölüm nedenleri içinde intihar dördüncü sırada yer almıştır (3). Sonuç olarak Şanlıurfa ilinde intihar girişimi ayrıntılı olarak ele alınması gereken ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Kaynaklar: 1.Bondy B, Buettner A, Zill P. Genetics of suicide. Mol Psychiatry 2006; 11: 336-51. 2. Chloe A. Hamza, Shannon L. Stewart, Teena Willoughby Examining the link between nonsuicidal self- injury and suicidal behavior: A review of the literature and an integrated model Review Article Clinical Psychology Review, Volume 32, Issue 6, August 2012, Pages 482-495 3. Krug, E. G., Dahlberg, L. L., Mercy, J. A., Zwi, A. B., & Lozono, R. (Eds.). (2002). World report on violence and health. Geneva: World Health Organization PB 15 Nitratların Anksiyete Ve Depresyon Oluşturmaya Etkileri Var Mı? Yuksel Kıvrak*, Adnan Özçetin**, Yelda Yenilmez*, Yusuf Ersan*, Ahmet Ataoğlu** *Kafkas Ü. Tıp Fakültesi ** Düzce Ü. Tıp Fakültesi Amaç: Gıdaların korunma ve saklanması için yaygın olarak kullanılan nitrat ve nitritler methemglobinemiye yol açmakta ve kanda O2 taşınmasını zorlaştırmaktadır. Ayrıca nitrit skonder aminlerle reaksiyona girer ve nitrozaminler oluşur. Bunların ise kanserojenik, mutajenik, teratojenik özellikleri vardır(1)(2). Bununla beraber dışardan alınan nitratların depresyon ve anksiyete üzerindeki etkileri yeterince aydınlatılmamıştır. Bu çalışmanın amacı nitratın, nitrat ve C vitamininin farelerde oluşturulmuş depresyon ve anksiyete modeli üzerindeki etkilerini araştırmaktır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya 30 tane 4 aylık, erkek, sağlıklı 30,8 ± 1.18 g ağırlığında Swiss albino cinsi fareler alındı. Fareler random olarak üç gruba ayrıldı. Sırasıyla izotonik (NaCl), NaNO2 100 mg/kg/gün, VitC 10 mg/kg/gün + NaNO2 100 mg/kg/gün olacak şekilde 90 gün boyunca oral olarak verildi. Açık alan (open-field) testi ve kuyruktan asma testi uygulandı. Bulgular: NaNO2 ve Vitamin C+ NaNO2 verilen fareler NaCl verilen (kontrol grubu) farelerle açık alan testi (kaşınma, kare, şahlanma ve dışkılama) ve kuyruktan asılma (immobilizasyon) testi açısından karşılaştırıldı. Hayvan modellerinde anksiyete benzeri durumun belirlenmesinde kullanılan açık alan testinde gruplar arasında istatistiksel olarak fark bulunamadı. Depresyon modeli olan kuyruktan asılma testinde immobilizasyon süresi kantrol, NaNO2,Vitamin C+ NaNO2 verilen gruplarda sırası ile (ortalama±standart hata) 95.80±12.98, 147,33±14.05, 160,80±14.01 olarak ölçüldü. ANOVA testinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0.005). Çoklu karşılaştırma (LSD) testinde ise kontrol grubu ile NaNO2 ve Vitamin C+ NaNO2 verilen fare grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardı (sırayla p=0.014 ve p=0.002), (Tablo 2). Ancak NaNO2 ile Vitamin C+ NaNO2 verilen gruplar arasında ise istatistiksel fark yoktu (p=0.497). Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda nitritin fare kuyruktan asma testi depresyon modelinde hareketsizlik süresini artırdığını, depresyona sebeb olabileceğini, vit C uygulamasının yeterince koruyucu olamayabileceğini bulduk. Askorbik asitin nitrit ve nitrozamine bağlı genotoksisiteyi ve sitotoksisiteyi azaltmaktadır(3). Depresyon modelinde etkilememesinin sebebi farklı dozlarda uygulamayı yapmamamız olabilir. Çalışmamızda elde edilen sonuçların genelleştirilebilmesi için geniş ölçekli çalışmaların uygun olabileceğini düşünmekteyiz. Kaynaklar 1. Connolly D, Paull B. Rapid determination of nitrate and nitrite in drinking water samples using ion-interaction liquid chromatography. Analytica chimica acta. 2001;441(1):53–62. 2. Roberts TA, Dainty RH. Nitrite and nitrate as food additives: rationale and mode of action. Ellis Horwood PB 17 İntihar Davranışında Tiroid Fonksiyonları Gazi Unlu, Mustafa Alper, Emre Aydemir, Abdullah Bolu, Murat Erdem, Mehmet Ak GATA Psikiyatri AD Giriş: İntihar davranışının, genellikle umutsuzluk, engellenmiş istekler, baş edilemeyen stres veya çaresizlik gibi hislere karşı tepkisel olarak ortaya çıktığı bilinmektedir (1). İntihar eden veya intihar girişiminde bulunan kişilerin %94’ünde en az bir ruhsal hastalık bildirilmektedir (2, 3). Troid fonksiyonlarının insan davranışlarını belirgin bir biçimde etkiledikleri bilinmektedir. Hipertiroidi hastalarda anksiyete, gerginlik, irritasyon ve labil duyguduruma neden olurken hipotoidi depresif semptomlara neden olduğu bilinmektedir. Bu çalışmadaki troid fonksiyonlarının intihar davranışı üzerine etkilerini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: GATA Psikiyatri kliniğinde intihar girişimi nedeni ile yatırılan 50 hastanın klinik verileri incelendi. Hastaların tiroid fonksiyonlarını gösteren biyokimyasal testleri incelendi. Bu sonuçlar sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Elde edilen veriler SPSS programı kullanılarak analiz edilmiş, değişkenler arasındaki farkların anlamlılık oranları, cinsiyete göre dağılımlar elde edilmiş ve tartışılmıştır. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 25.83±5.89’di. Kontrol grubunun yaş ortalaması 26.46±6.54’tü. Hastaların T3 seviyeleri 3.27±0.24 kontrol grubunun ise 3.29±0.58’di. Hastaların T4 seviyeleri 0.86±0.10, kontrol grubunun ise 1.17±0.22 idi. Hastaların T4 seviyelerinin kontrol grubuna göre anlamlı şekilde düşük olduğu görüldü. Tartışma: Hastaların T4 seviyelerinin anlamlı şekilde düşük olması bu patolojinin depresif semptomlara neden olmasının getirmektedir. Bu konuda yapılacak geniş katılımlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Kaynaklar: 1) Karamustafalıoğlu O, Özcelik B, Bakım B, Ceylan YC, Yavuz BG, Güven T, Gönenli S. İntiharı öngörebilecek bir araç: Hastane anksiyete ve depresyon ölçeği. Düşünen Adam: Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 2010; 23:152-157. 2) Roy A, Psychiatric Emergencies: In Sadock BJ, Sadock VA (editors). Comprehensive Textbook of Psychiatry. Seventh edition, Baltimore: Lippincott Williams & Wilkins, 2000, 2031- 2040. 3) Bolu A, Doruk A, Ak M, Özdemir B, Özgen F. Uyum Bozukluğu Olgularında İntihar Davranışı. Düşünen Adam Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Dergisi 2012;25:58-62. PB 18 İntihar Girişimi Nedeniyle Konsulte Edilen Olgularda Başa Çıkmatutumları Şükriye Boşgelmez Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Amaç: İntihar girişimi nedeniyle konsulte edilen olgularda başa çıkma tutumlarını belirlemek. Yöntem: 1Şubat 2008-31 Mart 2009 arasında intihar girişimi nedeniyle konsulte edilen 51 hasta çalışmaya alınmıştır. Sosyodemografik bilgi formu ve Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği (COPE) kullanılarak veriler toplanmıştır. Sonuçlar tanımlayıcı istatistiklerin yanı sıra nonparametrik testlerle (Mann-Whitney U) kullanılarak değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Çalışmaya katılanların %84.3’ü (n=43) kadın, %15.7’si (n=8) erkekti. Yaş ortalaması 25.06±7.425 (aralık 17-44), çoğunluğu lise düzeyinde eğitim almıştı (n=20, %39.2). %45.1’i bekar (n=23); %41.2’si evliydi (n=21). %74.5’inde (n=38) daha önce girişim yoktu; 13 kişi ( %25.5) daha önce intihar girişiminde bulunmuştu. %62.7 ‘si (n=32) intihar girişimi öncesi tetikleyici bir olay bildiriyordu. En yüksek COPE puan ortalaması dini olarak başa çıkma (12.27±3.38), en düşük puan ortalaması şakaya vurma (6.92±2.80) maddelerindeydi. Hastaların %35.3’ü (n=18) major depresif bozukluk (MDB), %11.8 (n=6) depresif duygudurumu ile giden uyum bozukluğu tanısı aldı. Uyum bozukluğu tanısı alanlarla ve MDB tanısı alanlar arasında COPE puan ortalamaları arası fark yoktu. İntihar girişimi öncesi tetikleyici olay bildiren, MDB tanısı almayan hastalarla MDB tanısı alan hastaların ortalama COPE puanları karşılaştırıldığında tetikleyici olay bildiren ancak MDB tanısı almayan hastaların sorun odaklı başa çıkma tutumlarından olan yararlı sosyal destek kullanımı ve geri durma puanlarının daha düşük olduğu saptandı (sırasıyla p= 0.014, z=2.46; p=0.010, z=2.57). Tartışma: Daha önceki çalışmalar intihar girişiminde bulunan kişilerde sosyal desteğin önemini vurgulamaktadır. Stresli yaşam olayları karşısında sosyal desteğin kullanımı MDB tanısı olmayan kişilerde etkili bir başa çıkma tutumu olabilir. PB 19 Bipolar Bozukluk I Tanılı Ötimik Hastalar Ve Birinci Derece Akrabalarında Tepki Ketleme Ceren Hıdıroğlu*, Ayşe Er*, Gizem Işık**, Deniz Ceylan***, Serhat Taşlıca*, Ayşegül Özerdem*,*** * Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Sinirbilimleri AD ** Ekonomi Üniversitesi Psikoloji Bölümü *** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Amaç: Dürtüsellik artışı birçok psikiyatrik hastalıkta görülür. Tepki ketleme (response inhibition), artmış dürtüsellik göstergelerinden biridir. Bipolar bozuklukta dürtüsellik ve tepki ketlemede bozulma hastalık dönemlerinin yanı sıra ötimi döneminde bile sürmekte, hastaların sağlıklı akrabalarında da gözlenmektedir. Bu özellikleriyle bir endofenotip adayıdır. Tepki ketleme, değişen koşullarda, gerekli olmayan ve uygunsuz olan davranışın bastırılmasıdır. Stop-Sinyal(Dur Sinyali) testi, başlamış olan tepkinin bastırılmasını değerlendiren davranış temelli bir testtir. Bu çalışmada, bipolar bozukluk I tanılı ötimik hastalar ve hastalıktan etkilenmemiş birinci derece akrabalarında tepki ketleme davranışının, sağlıklı kontrollerle karşılaştırmalı olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya, 18–65 yaş arası, bipolar bozukluk I tanılı 20 ötimik hasta, 13 birinci derece akraba ve hastalar ile yaş, cinsiyet ve eğitim bakımından uyumlu 20 sağlıklı kontrol alınmıştır. Tepki ketleme davranışı StopSinyal(Dur Sinyali) Testi ile değerlendirilmiştir. Üç gruba ait, “doğruluk skorları” ve “stop sinyal tepki süresi(SSTS)” çok yönlü varyans analizi ile karşılaştırılmıştır. Doğruluk skorları kişinin “dur” ve “git” durumlarında ne kadar başarılı olduğunu gösterir. “Stop sinyal tepki süresi(SSTS)” ise kişinin tepki ketleme sırasındaki kontrolü hakkında bilgi vermektedir. Bulgular: Üç grup arasında yaş(p=0,85), cinsiyet(p=0,56) ve eğitim(p=0,51) bakımından fark görülmemiştir. Stop-Sinyal testinde “doğru git” deneme sayısı üç grup arasında farklılık göstermiştir(p=0,007). Bipolar hastalar, akrabalardan(p=0,043) ve sağlıklı kontrollerden(p=0,011) “git” denemelerinde anlamlı olarak daha az doğru basmıştır. “Git” denemelerinde basmama ya da geç kalma sayısı gruplar arasında farklılık göstermektedir(p=0,08). Bu farklılık bipolar hastaların, sağlıklı kontrollerden anlamlı olarak daha başarısız olmalarından kaynaklanmaktadır(p=0,006). Stop sinyal tepki süresinde(SSTS), 3 grup arasında anlamlı fark bulunmamasına rağmen(p=0,119), hastalarda(316,65± 20,58), akraba(298,22± 26,69) ve sağlıklı kontrollere(304,75± 29,49) göre uzama olduğu gözlenmiştir. 3 grup arasında “dur” denemelerindeki doğru cevap sayısı(p=0,666) ve “durlarda basma” sayıları arasında fark yoktur(p=0,561). Sonuçlar: Çalışmanın bulguları literatür ile uyumlu olarak, bipolar bozukluk tanılı hastaların sağlıklı kontrollere göre tepki ketleme sırasında başarısızlık yaşadıklarını göstermektedir. Stop sinyal tepki süresindeki(SSTS) uzama, önceki çalışmalarla birlikte değerlendirildiğinde, hastaların tepki ketlemedeki kontrolsüzlükleri ile açıklanabilir. Akraba grubunda hastalar ile benzer sonuçlar saptanmamıştır. Bu sonuç, tepki ketlemenin bipolar bozuklukta endofenotip adaylığı açısından olumsuz bir bulgudur. Katılımcı sayısındaki yetersizlik çalışmanın sınırlılığıdır. P 20 Şizofren Hastalarda Baş ağrısının Değerlendirilmesi Hülya Güveli*,Bülent Bahçeci**, Serkan Kırbaş***,Çiçek Hocaoğlu**, Gökhan Kandemir**, Hatice Alibaşoğlu****, Fatmagül Çelik**, Murat Aslan**, Ayşe Köroğlu**, Selim Polat**, Çağdaş Yeloğlu** *İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü **Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Psikiyatri AD ***Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Nöroloji AD ****Rize Devlet Hastanesi Amaç: Başağrısı birçok ruhsal bozukluğun seyri sırasında görülebilmektedir. Özellikle duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları ve somatoform bozukluklarla ilgili pek çok çalışmada bu durum bildirilmiştir (1,2). Şizofrenili hastalarda ise, başağrısı sıklığını araştıran az sayıda çalışma bulunmaktadır (3,4). Biz çalışmamızda şizofrenli hastalarda sağlıklı grupla karşılaştırarak başağrısı ve hangi tip başağrılarının olduğunu araştırmayı amaçladık . Yöntem:101 hasta ve 89 sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alındı. Hastalara araştırmacılar tarafından hazırlanan, hastanın sosyodemografik özelliklerinin, hastalığı ile ilgili bilgilerin ve başağrısı ile ilgili soruların yer aldığı sosyodemografik veri formu, DSM-IV eksen 1 tanı ölçütlerine göre hazırlanmış yapılandırılmış bir klinik görüşme formu olan SCID-1 ve Pozitif ve Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği uygulandı. Şu anda ya da geçmişte başağrısı olduğunu ifade eden hastalar başağrısının değerlendirilmesi amacıyla nöroloji polikliniğine yönlendirildi. Burada bir nöroloji uzmanı tarafından başağrısının karakteri ve tipi değerlendirildi. Başağrısının sınıflandırılması için Uluslararası Başağrısı Sınıflaması (ICH- 2004) kullanıldı. Bulgular:Şizofrenli hasta grubunun %38.6’sı başağrısı tanımlarken, kontrol grubunda bu oran %37.1 olarak bulundu. Her iki grupta da en fazla gerilim tipi başağrısı (GTBA) görülmesine rağmen (hasta grubu=%31.7, kontrol grubu=%18) şizofreni grubunda GTBA kontrol grubundan anlamlı olarak daha fazla bulundu (p=0.045). Migren tipi başağrısı ise kontrol grubunun %11.2’sinde görülürken, hasta grubunun %2’sinde görülmekteydi (p=0.02). Şizofrenili hasta grubu kontrol grubuna göre başağrısı yakınmasını daha az dile getirmekteydi. Tartışma ve Sonuç: Bu çalışmada şizofrenili hastaların normal populasyon kadar başağrısına maruz kaldığı, başağrısı yakınmasını normal topluma göre daha az dile getirdikleri sonucu elde edilmiştir. Bu konuda yapılacak geniş örneklemli çalışmalar ve oluşturulacak tedavi protokolleri şizofrenili hastaların yaşam kalitesinin artmasına da katkı sağlayabilir. Anahtar Kelimeler: Şizofreni, başağrısı, migren Kaynaklar: 1. Kroenke K, Price RK. Symptoms in the community: prevalence, classification, and psychiatric comorbidity. Arch Intern Med 1993;153: 2474-2480. 2. Merikangas KR, Angst J, Isler H. Migraine and psychopathology: results of the Zurich Cohort Study of Young Adults. Arch Gen Psychiat 1990;47: 849-853. 3. Mehta D, Wooden H, Mehta S. Migraine and schizophrenia [Letter]. Am J Psychiat 1980;137:1126. 4. Kuritzky A, Mazeh D, Levi A. Headache in schizophrenic patients: a controlled study. Cephalalgia 1999;19: 725–727. PB 21 Şizofreni Tedavisinde Antipsikotik Tedavide Güçlendirme Veya İlaç Değişimine Gidilen Hastalar Arasında Farklar Virginia L. Stauffer1,Haya Ascher-Svanum1,Alan J.M. Brnabic1,Anthony H. Lawson1, Bruce J. Kinon1,Peter D. Feldman1, Katarina Kelin1,Murat Altın2 1.Eli Lilly Laboratuarları, Indianapolis,ABD 2. Lilly Türkiye Medikal Departman, İstanbul, Türkiye Giriş: Şizofreni hastalarının tedavi optimizasyonları zor bir süreçtir ve genellikle hastanın mevcut tedavisinin güçlendirilmesi (augmentasyon) veya başka bir ilaca geçişten mi yarar göreceğini tespit etmek güçtür. Bu post hoc analiz antipsikotik tedavisi güçlendirilmiş veya başka bir ilaca geçilmiş hastaların sonuç ölçümlerini karşılaştırmaktadır. Yöntemler: Şizofreni tedavisinde oral antipsikotik ilaç alan erişkin hastalar 12 aylık, çok uluslu, gözlem çalışmasında (F1D-AY-B033) değerlendirilmiştir. Klinik ve işlevsellik sonuçları ilk tedavi ilacı değişiminde/güçlendirmede (bir sonraki değişiklikten 0-14 gün önce) değerlendirilmiş ve ilaç değişimi veya tedavi güçlendirilmesi yapılan hastalar birbirleri ile karşılaştırılmıştır. Bu tür verileri olan az sayıda hasta bulunması nedeniyle bulguların yorumlanmasında etki büyüklüğü (ES) temel alınmıştır. Bulgular: İlaç değişimi verilerine 87 hastada (34 hastada güçlendirme; 53 hastada ilaç değişimi) ulaşıldı. Her iki grupta tedavi değişikliğinin birincil nedeni yetersiz yanıttı, fakat ilaç uyumu, ilaç değişimi yapılan grupta (%26.4 vs. % 8.8) daha belirgindi. Klinik şiddetteki değişimler, çalışma başlangıcından ilaç değişimine kadarki sürede benzer (Klinik Global İzlenim- Şiddet ölçeği) olmasına rağmen 12 maddelik Kısa Form Sağlık Anketi (SF-12) skorlarının fiziksel bileşeni ile ölçülmüş olan hastanın fiziksel iyilik hali tedavi güçlendirmesi yapılan grupta düzelmiş, fakat ilaç değişimi yapılan grupta kötüleşmiştir (tedavi güçlendirmesi: +7.71±11,98; ilaç değişimi: – 1,87±10,98; ES=0.85). Benzer olarak, ruh sağlığının belirlenmesinde kullanılan SF-12 ruh sağlığı bileşen skoru (tedavi güçlendirmesi: +2,41±13,64; ilaç değişimi: –1,08±9,98; ES=0.314) tedavi güçlendirmesi yapılanlan hastalarda iyileşirken ilaç değişimi yapılanlarda azalmıştır. Tartışma ve Sonuçlar: Durumu kötüleşen veya anlamlı iyileşme görülmeyen hastalar klinisyenleri başka bir antipsikotik ilaca geçmeye yöneltebilirken, klinisyenler hasta biraz iyileşme gösterdiğinde iyileşmeyi tedaviye başka bir antipsikotik ilaç ile güçlendirerek desteklemeye çalışmaktadır. Mevcut bulgular, şizofreni tedavisinde hekimlerin tedavi güçlendirmesine kıyasla başka bir ilaca geçiş konusunda belirttikleri nedenler ile uyumludur. Bu bulguların desteklenmesi için ileri çalışmalar yapılmalıdır. PB 22 Olanzapin Uzun Etkili Enjeksiyon İle Tedavi Edilen Şizofreni Hastalarının Remisyon Oranları 1David P. McDonnell,1Holland C. Detke,1Chakib Battioui,1Hong Liu-Seifert,1Haya AscherSvanum,1Peter D. Feldman, 2Murat Altın 1. Eli Lilly Laboratuarları, Indianapolis,ABD 2. Lilly Türkiye Medikal Departman, İstanbul, Türkiye Amaç: Bu analiz Olanzapin uzun etkili enjeksiyon (OUEE) ile tedavi edilen şizofreni hastaları arasında uluslararası, uzun dönem, açık etiketli bir klinik çalışmada (clinicaltrials.gov numarası : NCT00320489) semptomatik remisyon oranlarını değerlendirmektedir. Yöntem: Çalışmaya poliklinikte şizofreni (DSM-IV veya DSM-IV-TR) tedavisi almakta olan 18-65 yaş arası erkek veya kadın hastalar katılmıştır. Çalışmaya dahil edilme kriterleri arasında taramada Klinik Global İzlenim- Şiddet skoru (CGI-S) ≤4 ve Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS ) skoru<70 , relaps riskine sahip olmak(geçen 24 ay içerisinde artmış bakım ihtiyacı olan/hastaneye yatış gerektiren ≥2 sayıda klinik kötüleşme epizodu olan hastalar), ve yetersiz klinik yanıt, advers olaylar veya mevcut antipsikotik tedaviye uyumsuzluk nedenli devam eden tedavide değişiklik ihtiyacı yapılması bulunmaktadır. Hastalar çalışma başlangıcında 405 mg OUEE intramüsküler enjeksiyonundan ve 4 haftada bir 150-405 mg esnek doz enjeksiyonundan bir kez almıştır; toplam gözlem süresi 2 yıl kadardır. Tarama sonrasında hasta vizitleri başlangıç ve 1, 2, 4 haftanın sonunda ve daha sonra her 4 haftada bir olacak şekilde düzenlenmiştir. Remisyon, ortak kriterlere (Andreasen ve ark’ı, 2005) göre ≥6 ay için 8 kilit PANSS maddenin skoru ≤3 olacak şekilde tanımlandı (168+ gün). Bulgular: Toplam olarak 254 hastanın hem başlangıçta hem de başlangıç sonrasındaki olanzapin UEE ile remisyon oranları değerlendirilmiştir. Çalışma süresince genel remisyon oranı %57.9 (147/254) olarak bulunmuştur. Başlangıçta remisyonda olmayan hastalar arasında %37.5’i (39/104) remisyona girerken başlangıç sırasında remisyonda olan hastaların %72’si (108/150) remisyonda kalmaya devam etmiştir. Tartışma ve Sonuç: Olanzapin UEE tedavisine geçildikten sonra 5 hastanın yaklaşık 2’si şizofreni açısından stabil iken başlangıçta remisyonda olan hastaların yaklaşık dörtte üçü remisyonda kalmaya devam etti. Bu bulgular olanzapin UEE ile tedavisinin şizofreni hastalarının uzun dönem tedavi sonuçlarının stabil olması ile ilişkili olduğunu göstermektedir PB 24 İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniğinde Psikoz Hastaları İçin Ayaktan Grup Psikoterapi Uygulamaları Bilge Togay, Selahattin Bölek, İlker Taşdemir, Meliha Öztürk, Amber Özhan, Ceylan Ergül, Gülzade Urazbekova, Gülşah Karadayı, Birgül Emiroğlu, Alp Üçok İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Giriş-Amaç: Şizofreni tedavisinde ilaç dışı yaklaşımların önemli bir yeri vardır. Hastalar farmakolojik tedavilere iyi yanıt verse de yaşam kalitesinde kötüleşme, toplumsal ilişkilerde sınırlılık, bilişsel belirtiler, rezidüel belirtiler, iş kaybı ya da iş veriminde düşme görülebilmektedir. (1)Bu bildirinin amacı İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi psikiyatri kliniğinde 1998 yılından beri şizofreni hastaları için yürütülen grup psikoterapileriyle ilgili deneyimleri paylaşmaktır. Özet: İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi psikiyatri kliniğinde takip edilen hastaların bir kısmı farmakolojik tedaviye ek olarak grup psikoterapisine de katılmaktadır. Hastalar haftada bir gün, bir saat süren, iki terapist tarafından yürütülen grup psikoterapilerine düzenli olarak devam etmektedir. Kliniğimizde 5 ayrı grup izlenmektedir. Grupların en eskisi 15 yıldan beri, en yenisi 3 yıldan beri sürmekte ve gruplar açık grup niteliğindedir. Gruplar ortalama 8-12 kişiden oluşmaktadır. Grup terapileri integratif yaklaşımla yürütülmektedir. Bu yaklaşımla etkileşimin teşvik edildiği, davranışçı terapinin, hatta zaman zaman dinamik ilkelerin kullanılması söz konusudur. Seanslarda rol oynama ve problem çözmeyi kapsayan sosyal beceri eğitimi, hastanın yalıtılmışlık hissini giderip ait olma hissini güçlendiren destekleyici tedaviler, iç görü kazandırmaya yönelik yaklaşımlar ele alınmaktadır.(2) Seanslarda belirli aralıklarla çeşitli modüller uygulanmaktadır. Grupta en çok gündeme gelen konular, stigma, iş başvuruları ile ilgili güçlükler, ilaç yan etkileri, ilaç uyumsuzluğu olarak özetlenebilir. Sonuç: 15 yıldır yürütülen grup terapilerinin hastalardan alınan geri bildirimler de göz önüne alındığında grup yaşantısının hastaların anlamlı sosyal ilişki kurması, grup dışı paylaşımları cesaretlendirmesi, yalnızlık ve çaresizlik hissini gidermesi, farmakolojik tedavinin yanı sıra destekleyici olması açısından katkı sağladığı söylenebilir. Kaynaklar: 1-Heinssen RK, Liberman RP, Kopelowicz A: Psychosocial skills training for schizophrenia: lessons from the laboratory. Schizophr Bull 2000; 26:21-46. 2- A. Ucok, H. Atlı, Z. Çetinkaya, P.E. Kandemir: Şizofreni hastalarında bütüncül yaklaşımlı grup tedavisinin yaşam kalitesine etkisi. NP Arşivi 2002;39:113-118 PB 25 Toplum Ruh Sağlığı Merkezinde Takibi Yapılan Ve Ruh Sağlığı Hastanesinde Yatarak Tedavi Gören Psikotik Bozukluk Tanılı Hastalarda İçselleştirilmiş Damgalanma: Bir Karşılaştırma Çalışması Onur Tankaya, Ayşe Gökçen Gönen, Mehmet Çevik Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Amaç: Ruhsal hastalıklarda damgalanma sık görülür, yaşam kalitesini bozar ve hastaların tedavi arayışlarında önemli bir engel oluşturur (1). Bu çalışmada Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde (SRSHH) yatarak tedavi gören ve aynı hastaneye bağlı olarak çalışan bir Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’nde (TRSM) takibi yapılan psikotik bozukluk tanılı hastalarda içselleştirilmiş damgalanmanın kıyaslanması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın örneklem grubunu SRSHH’de yatarak tedavi gören ve TRSM’de takibi yapılan toplam 43 psikotik bozukluk tanılı hasta oluşturmuştur. 18-65 yaş aralığındaki hastaların alındığı çalışmada TRSM’den 22, SRSHH’den 21 katılımcıya Ruhsal Hastalıkların İçselleştirilmiş Damgalanması (RHİDÖ) ve sosyodemografik veri formu uygulanmıştır (2). Bulgular: TRSM ve SRSHH grupları arasında yaş ortalaması ve eğitim süresi açısından anlamlı farklılık yoktu [yaş için sırasıyla (n=22) 35,22±6,52 yıl ve (n=21) 37,90±12,11 yıl], (eğitim süresi için sırasıyla 8,6±3,3 yıl ve 8,1±3,4 yıl). TRSM’de takibi yapılan hastaların ortalama hastalık süresi ise anlamlı olarak daha uzundu (sırasıyla 14,5±6,2 ve 9,4±9,5, p<.05). Yabancılaşma, kalıp önyargıların onaylanması, algılanan ayrımcılık, sosyal geri çekilme, damgalanmaya karşı direnç alt ölçek puanları ve toplam ölçek puanları açısından gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır. Tartışma ve Sonuçlar: Modern psikiyatrik yaklaşımların ve hastaların psikiyatri hastaneleri dışında toplum içinde tedavi edilmelerinin hedeflerinden biri de damgalanmanın azaltılmasıdır (3). Çeşitli araştırmalarda toplumsal yaklaşımların damgalanmayı azalttığı yönünde bulgular bildirilmişse de tam tersini destekleyen bulgular da bildirilmiştir (3). Bizim çalışmamızda da TRSM’de takip ve tedavisi yapılan hastalarla hastanede yatarak tedavi gören hastaların içselleştirilmiş damgalanma hisleri açısından fark bulunmamıştır. Buna karşın TRSM’de takibi yapılan kadın hastaların erkeklerden daha fazla içselleştirilmiş damgalanma yaşadıkları saptanmıştır. TRSM’de damgalanma karşıtı çalışmalar daha aktif bir şekilde sürdürülmelidir. Kaynaklar 1. Çam O, Çuhadar D. Ruhsal Hastalığa Sahip Bireylerde Damgalama Süreci ve İçselleştirilmiş Damgalama. Psikiyatri Hemşireliği Dergisi 2011;2(3):136-140. 2. Ritsher JB, Otilingam PG, Grajales M (2003) Internalized stigma of mental illness: psychometric properties of a new measure. Psychiatry Res, 121: 31-49. 3. Angermeyer MC, Link BG, Majcher-Angermeyer A. Stigma perceived by patients attending modern treatment settings. Some unanticipated effects of community psychiatry reforms. J Nerv Ment Dis. 1987 Jan;175(1):4-11. PB 26 Atipik Antipsikotiklerle Tedavi Gören Şizofrenili Hastalarda Cinsel İşlev Bozuklukları Çiçek Hocaoğlu*, Fatmagül H. Çelik**, Gökhan Kandemir**, Hülya Güveli***, Bülent Bahçeci* *Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD ** Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği *** İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Amaç: Yeni nesil antipsikotik ilaçların keşfi ve şizofreni tedavisinde kullanılmaya başlanması ile hasta işlevselliği ve yaşam kalitesi üzerindeki olumlu etkileriyle 90’lı yıllardan itibaren şizofreninin tedavisi önceki yıllara göre farklı bir boyut kazanmıştır. Ancak 2.kuşak antipsikotikler birçok üstünlüklerine karşın, özellikle uzun dönemde prolaktin arştı ve cinsel yaşamı olumsuz olarak etkilemeleri son yıllarda dikkat çekicidir. Ayrıca şizofrenili hastaların cinsel yaşam ile ilgili konular muayene sırasında çoğunlukla sorgulanmamakta ya da hasta tarafından dile getirilmemektedir. Biz de bu amaçla atipik antipsikotik tedavisi alan şizofrenili hastalarda cinsel yaşamları ile ilgili durumu anlamaya ve mevcut literatüre katkıda bulunmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya 2011 ve 2012 yıllarında hastanemiz Psikiyatri Polikliniğinde DSM-IV-TR'ye göre şizofrenik bozukluk tanısı ile izlenen hastalardan evli veya aktif cinsel yaşantısı olan; 18-65 yaş arası, en az 3 ay boyunca aynı antipsikotik ilacı (monoterapi) uygun dozda kullanan; ölçekleri doldurabilecek işlevselliği ve eğitim düzeyi olan ve çalışma için bilgilendirilmiş onay formunu imzalayan hastalar arasından seçilen olgular dâhil edildi. Herhangi bir fiziksel hastalığı olanlar, cinsel bozukluğa neden olabilecek başka herhangi bir ilaç kullanımı (antidepresan, antihipertansif, antidiyabetik vs) olanlar; alkol ve/veya madde kullanım bozukluğu olanlar çalışma dışı bırakıldı. Kontrol grubu, çalışmanın amacı ve gerekçesi hakkında bilgi verildikten sonra çalışmaya katılmaya gönüllü olan, geçmişte ve halen psikiyatrik hastalık, tıbbi hastalık ile tedavi görme öyküsü olmayan, heteroseksüel ilişkiye girebileceği bir partneri olup, cinsel yaşantısını etkileyebilecek ürojinekolojik patolojik bulgusu olmayan hastanede çalışan personel veya hasta refakatçisi olan kişiler arasından ve hasta grubundaki kişilere yaş, cinsiyet ve medeni durum açısından benzer özelliklere sahip olan kişilerden oluşturuldu. Tüm olgulara araştırmacılar tarafından hazırlanan, hastanın sosyodemografik özelliklerinin (yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, medeni hali, meslek, yaşadığı yer ), hastalığı ile ilgili soruların (hastalık süresi, tedavi süresi, kullanılan ilaçlar) yeraldığı sosyodemografik veri formu, DSM-IV eksen 1 tanı ölçütlerine göre hazırlanmış yapılandırılmış bir klinik görüşme formu olan SCID-1 ve Pozitif ve Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği ve Arizona Cinsel Yaşantılar Ölçeği kadın ve erkek formu uygulandı. Bulgular: 101 hasta ve 89 sağlıklı olgu kontrol grubu olarak çalışmaya alındı. Çalışmaya dahil edilen 101 şizofrenili olgunun %37.6’sı (38) kadın, %62.4’ü (63) erkekti. Hasta grubunun yaş dağılımı 19-62 yaş ve ortalama yaşı 39+ 10.2 idi. Olguların hastalık süresi 2 ve 37 yılları arasında değişmekte olup, ortalama hastalık süresi 15,68±9.52 yıldı. Hastaların %86.1’ i düzenli olarak antipsikotik ilaç tedavisi almaktaydı. Hastaların SAPS puan ortalaması 38.80±24.56 iken SANS puan ortalaması 49.49±26.32 idi. Her iki grubun ACYÖ puanları karşılaştırıldığında hasta grubunda cinsel istek azlığı, cinsel açıdan uyarılma güçlüğü, cinsel uyarılmanın sürdürülmesinde güçlük, orgazm güçlüğü ve orgazmın yeterince tatmin edici olmadığı saptanmıştır. PB 27 Paliperidon Er’nin Yakın Zamanda Tanı Konmuş Şizofreni Hastalarının İlaç Tedavisine Yönelik Öznel Tutum Ve Düşünceleri Üzerine Etkileri: İlaç Tutum Envanteri-10 (Daı-10) İle Değerlendirme Ozan Pazvantoğlu(1), Ömer Böke(1), Alp Üçok(2), Mustafa Bilici(3), Meram Can Saka(4), Ahmet Ayer(5), Haldun Soygür(6), Selçuk Kırlı(7), Özmen Metin(8), Şükrü Uğuz(9) (1)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD (2)İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (3)Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, (4)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (5)Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi (6)Dr. Abdurrahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği (7)Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (8)Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (9)Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Amaç: Bu çalışmanın amacı yakın zamanda tanı konmuş (ilk epizoddan/hastaneye yatıştan sonra <3 yıl), son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni hastalarında paliperidon ER ile esnek dozlu tedaviye yanıtın ve ilaç güvenliliğinin araştırılmasıdır. Bu bildiride paliperidon ER’nin hastaların ilaç tedavisine yönelik öznel tutum ve düşünceleri üzerine etkileri sunulmuştur. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya alınan hastalara ortalama 6 mg/gün dozunda paliperidon ER tedavisi başlanmıştır. Hastaların ilaç tedavisine yönelik öznel tutum ve düşünceleri "İlaca-Karşı-Tutum-Envanteri-10 (Drug- Attitude-Inventory; DAI-10)" ile bir yıl süresince dört kez değerlendirilmiştir. DAI-10 ölçeği hastaların 'doğru' veya 'yanlış' seçeneklerini seçtikleri ve toplam skorun -10 ile +10 arasında değiştiği bir ölçektir. Pozitif ve negatif skorlar, sırasıyla, ilaca karşı olumlu ve olumsuz tutum ve düşünceleri yansıtır. Bulgular: Çalışmaya 80 hasta dahil edilmiştir. Analizlere ise en az iki vizite gelen hastalar dahil edilmiştir (ITT popülasyonu; n=62). Hastaların %76’sı erkek, ortalama yaş 27.9±8.0 ve %56‘sı paranoid tipte idi. Hastaların 46’sı (%74.2) kullanmakta oldukları başka ilaçtan paliperidona geçilerek çalışmaya alındı, 16 (%25.8) hasta ise çalışmaya alındıkları sırada herhangi bir antipsikotik ilaç kullanmıyorlardı. Hastaların çalışmanın başlangıcındaki DAI-10 skoru ortalaması 3.84±4.42 idi. DAI-10 skoru 3’üncü aydan itibaren başlangıca göre anlamlı düzeyde yükselmiş ve 6’ncı ayda 2.51 (%95GA: 1.00―4.03) puan artışla 6.46±3.71, 9’uncu ayda 2.64 (%95GA: 1.06―4.23) puan artışal 7.16±2.86 ve 12’nci ayda 1.64 (% 95GA: -0.15―3.44) puan artışla 6.71±12.5 puana ulaşmıştır. DAI-10 skorundaki değişim erkek vs. kadın hastalar arasında, başka ilaçtan paliperidona geçen vs. ilaç kullanmazken paliperidona başlayan hastalar arasında ve paranoid vs. diğer tip hastalar arasında farklı bulunmamıştır. Sonuçlar: Bu çalışmada, yakın zamanda tanı almış şizofreni hastalarında paliperidon ER tedavisi ile hastaların ilaç tedavisine yönelik öznel tutum ve düşüncelerinde anlamlı düzeyde iyileşmeler gözlenmiştir. Bu iyileşmeler 3’üncü ay itibariyle başlamış ve 12 aylık tedavi boyunca artarak devam etmiştir. PB 28 Şizofreni Hastalarında Paliperidon Er İle Esnek Dozlu Tedaviye Yanıtın Ve Güvenliliğin Araştırıldığı AçıkEtiketli, Tek-Kollu, Çok-Merkezli Faz Iv Çalışma: Psp, Gaf Ve Panss İle Etkinlik Değerlendirilmesi Hüseyin Güleç(1), Mustafa Bilici(1), Alp Üçok(2), Meram Can Saka(3), Ahmet Ayer(4), Haldun Soygür(5), Ömer Böke(6), Selçuk Kırlı(7), Özmen Metin(8), Şükrü Uğuz(9) (1)Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi (2)İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (3)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (4)Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi (5)Dr. Abdurrahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği (6)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (7)Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (8)Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (9)Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Amaç: Bu bildiride, birincil amacı yakın zamanda tanı konmuş (ilk epizoddan/hastaneye yatıştan sonra <3 yıl), son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni hastalarında paliperidon ER ile esnek dozlu tedaviye yanıtın araştırılması olan çok-merkezli bir klinik çalışmanın sonuçları sunulmuştur. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya yakın zamanda tanı konmuş, son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni hastaları alınmıştır. Hastalara ortalama 6 mg/gün dozunda paliperidon ER tedavisi başlanmıştır. Hastalar 12 aylık süre boyunca 3 ayda bir izlenmiştir. Tedaviye yanıt asıl olarak PSP ve ayrıca GAF ve PANSS ölçekleri ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 80 hasta dahil edilmiştir. En az iki vizite gelen hastalar analize dahil edilmiştir (ITT-LOCF popülasyonu; n=62). Hastaların %76’sı erkek, ortalama yaş 27.9±8.0 ve %56‘sı paranoid tipte idi. Hastaların 46’sı çalışmaya alınma sırasında kullanmakta oldukları başka ilaçtan paliperidona geçilerek çalışmaya alındı, kalan 16 hasta ise çalışmaya alındıkları sırada antipsikotik ilaç kullanmıyorlardı. Başlangıçta 50.2±11.6 olan PSP puanı, 3’üncü aydan itibaren anlamlı ölçüde yükselmiş ve 12’nci ayda 13.7 (%95GA: 7.6―19.7) puan artışla 65.4±12.1 puana ulaşmıştır. PSP puanı 70’in üzerinde olanların oranı başlangıçta sadece %4.8 iken, çalışma süresince giderek artmış ve 12’nci ayda %28.6’ya kadar yükselmiştir. Başlangıçta 45.1±12.4 olan GAF puanı 3’üncü aydan itibaren anlamlı ölçüde yükselmiş ve 12’nci ayda 15.4 (%95GA: 8.9―21.8) puan artışla 62.4±12.5 puana ulaşmıştır. Başlangıçta 82.7±20.8 olan toplam PANSS puanı 3’üncü aydan itibaren anlamlı ölçüde azalmış ve 12’nci ayda 25.7 (%95GA: 17.5―33.9) puan azalarak 53.4±12.6 puana gerilemiştir. Yüzde azalma miktarı %29.0±20.7 olarak gerçekleşmiştir. Onikinci ayda yüzde azalma miktarı pozitif sendrom altölçeği için %29.3±30.7, negatif sendrom altölçeği için %33.7±27.3 ve genel psikopatoloji altölçeği puanı için %23.2±24.8 olarak gerçekleşmiştir. Sonuçlar: Bu çalışmada yakın zamanda tanı almış şizofreni hastalarında paliperidon ER tedavisi ile hastaların semptomlarında ve işlevselliğinde anlamlı düzeyde iyileşmeler gözlenmiştir. Bu iyileşmeler 3’üncü ay itibariyle başlamış ve 12 aylık tedavi boyunca artarak devam etmiştir. PB 29 Yatarak Tedavi Gören İlk Atak Psikotik Çocuk Ve Ergenlerde Rutin Laboratuar, Görüntüleme, Genetik Ve EEG Değerlendirme Sonuçları Özgür Öner, Pınar Öner, Emine Taşyürek, Esra Çöp Dr Sami Ulus EAH, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Amaç: İlk atak psikozlarda ayırıcı tanı açısından fizik muayene ve nörolojik muayenenin yanı sıra laboratuar, görüntüleme, genetik ve elektrofizyolojik tetkiklerin önemli bir yeri bulunmaktadır. Literatürde her olgu için temel biyokimya ve hemogram ile sedimentasyon tetkiklerinin yanı sıra, tiroid fonksiyon testleri, seruloplazmin, amonyak, beyin manyetik rezonans görüntüleme (MRG), elektroensefalogram (EEG), HSV Tip1 Ig G ve M, Kabakulak Ig G ve M, Anti Nükleer Antikor (ANA), Anti-ds DNA, Anti Tiroid Peroksidaz (TPO), Anti Glutamik Asit Dekarboksilaz (GAD), Anti Tiroglobulin antikorlarının değerlendirilmesi ve karyotip istenmesi önerilmektedir. Yöntem: Bu çalışmada, yatarak tedavi gören 22 çocuk ve ergen (13 erkek, 9 kız; yaş Aralığı 10-18) ilk atak psikoz vakasının yukarıda belirtilen parametrelerdeki rutin değerlendirme sonuçları özetlenmiştir. Sonuçlar: Hastaların 6 tanesinde ilk atak psikotik belirtiler affektif psikoz, 4 tanesinde akut geçici psikotik bozukluklar, 12 tanesinde ise şizofreni benzeri akut psikotik bozukluklar düşünülmüştür. 4 hastanın beyin MRG’sinde patoloji saptanırken 5 hastada kromozomal farklılıklar (15 pstk+,ps+; 16qh+; 14pss,15cenh+; 15pss; 1qh+) bulunmuştur. 3 hastada EEG anomalisi saptanırken 1 hastada ANA, 2 hastada Anti TPO pozitifliği saptanmıştır. 3 hastada HSV Tip1 IgM, 3 hastada ise Kabakulak IgM pozitif bulunmuştur. Yapılan konsültasyonlar sonucunda bir hastada immun vaskülit olabileceği, diğer bir hastada ensefalit olabileceği düşünülmüş, bir hastada steroid tedavisine başlanmış, diğer pozitif bulgular ise izlemde ilgili branş uzmanları tarafından anlamlı bulunmamıştır. Tartışma: İlk atak psikotik bozukluğu olan çocuk ve ergenlerde yapılması önerilen rutin değerlendirmelerde özellikle beyin görüntülemesi ve genetik analizlerde pozitif sonuçlara ulaşılabilmektedir. Ancak, bu bulguların değerlendirmesinde ve yorumlanmasında sorunlar yaşanmaktadır. Gerek psikiyatri uzmanlarının gerekse konsültan hekimlerin daha geniş bir yorumlama becerisine ulaşabilmesi için, ekip çalışmalarına daha fazla özen gösterilmesi gereklidir. PB 30 Şizofreni Hastalarında İçselleştirilmiş Damgalanmanın Tedavi İşbirliğine Etkisi Elif Yıldırım*, Şilay Sevilmiş*, Berna Yalınçetin*, Esra Aydınlı*, Özge Kutay*, Berna Binnur Akdede**, Köksal Alptekin** * Dokuz Eylül Üniversitesi, Sinirbilimler AD ** Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Amaç: İçselleştirilmiş damgalanma şizofreni hastalarının değersizlik duygusu, düşük benlik saygısı, utanç toplumsal ve mesleksel işlevsizlik ve sosyal geri çekilme yaşamasına neden olur. Bunlara ek olarak damgalanma, hastaların psikiyatrik ve psikososyal tedaviye yönelimini ve tedaviyi sürdürümünü olumsuz yönde etkiler (Freudenreich ve ark, 2004). Bu çalışmada, şizofreni hastalarının içselleştirilmiş damgalanma düzeylerinin ve içselleştirilmiş damgalanma ile tedaviye uyum ve diğer klinik özellikleri arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmaktadır. Yöntem: Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozukluklar Polikliniğine başvuran ve DSM-IV tanı ölçütlerine göre şizofreni tanısı konulmuş 46 şizofreni hastası çalışmaya alındı. Hastalara Pozitif Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS), Ruhsal Hastalıklarda İçselleştirilmiş Damgalanma Ölçeği (RHİDÖ), İçgörünün Üç Bileşenini Değerlendirme Formu ve İlaç Uyum Ölçeği (İUÖ) uygulanmıştır. Bulgular: RHİDÖ toplam puanı ile PANSS toplam puanı, PANSS pozitif belirtiler ve PANSS genel psikopatoloji alt ölçekler toplam puanı arasında ile pozitif yönde, İUÖ toplam puanı ile negatif yönde bir ilişki saptandı. İUÖ, içgörü ile ilişkili bulundu. Tedavisiz geçen psikoz süresi uzun olan ve intihar girişimi öyküsü olan hastaların daha yüksek RHİDÖ puanları aldığı görüldü. Tartışma: Bu çalışmada hastalardaki içselleştirilmiş damgalanma eğiliminin hastanın tedavi işbirliği geliştirmesini olumsuz etkilediği saptandı. İçselleştirilmiş damgalanma, hastaların ilaç almamalarına yol açıyor olabilir ve bu da hastalardaki klinik belirtilerin düzelmesini ve iyileşmenin sağlanmasını engelliyor olabilir (Ritsher ve ark, 2003). Bu nedenle şizofreni tedavisinde hastalardaki içselleştirilmiş damgalamanın değerlendirilmesi, gerektiğinde psikoeğitim tedavinin ilaç tedavisine eklenmesi gerekmektedir (Baier, 2010). Kaynakça: • Baier, M. (2010) Insight in Schizophrenia: A Review. Current Psychiatry Reports, 12,356–361. • Freudenreich, O., Cather, C., Evins, A.E., Henderson, D.C. & Goff, D.C. (2004). Attitudes of schizophrenia outpatients towards psychiatric medications: relationship to clinical variables and insight. Journal of Clinical Psychiatry, 65, 1372–1376. • Ritsher, J.B., Otilingam, P.G. & Grajales, M. (2003), Internalized stigma of mental illness: psychometric properties of a new measure. Psychiatry Research, 121, 31 –49. PB 31 İlk Atak Psikotik Bozukluk Tanısı Alan Hastalarda Antipsikotik Kullanımının Metabolik Parametreler Üzerine Etkisi Serkan Zincir*, Selma Bozkurt Zincir*, Ali Emrah Bilgen*, Mehmet Koçer*, Murat Erdem* * GATF Psikiyatri AD, Ankara ** Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Amaç: Çalışmamızda antipsikotik tedavi alan ilk atak psikotik bozukluk tanısı alan hastalarda, ilaç kullanımının metabolik yan etkilerini gözlemlemek amaçlanmıştır. Yöntem: 2011-2012 mayıs tarihleri arasında GATF Psikiyatri kliniğinde yatırılarak tedavi gören DSM-IV tanı kriterlerine göre psikotik bozukluk tanısı almış 49 erkek hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tedavi öncesi ve tedaviye başladıktan 8 hafta sonra kan lipid profilleri ile karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan hastaların 16’sı olanzapin, 15’i risperidon, 6’sı ketiyapin, 5’i aripiprazol, 7’si haloperidol kullanmaktaydı. Hastaların tedavi öncesi ve sonrası kan lipid profili, karaciğer ve böbrek fonksiyonları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Kullanılan antipsikotik ilaca göre de anlamlı bir fark yoktu. Tartışma: Atipik antipsikotiklerin, farklı reseptör profilleri nedeniyle tip 2 diabet, hiperglisemi ve kilo alımında artış gibi metabolik değişikliklere neden olduğu bilinmektedir. Yapılmış çalışmalarda takiplerin 6 ay veya 1 yıl gibi uzun süreli olduğu durumda veya yeni atipik antipsikotik başlanan hastalarda 1 ay gibi kısa süreli takiplerde bu değerlerin değiştiği görülmektedir. Sonuç: Çalışmamızda atipik antipisikotik kullanmakta olan hastaların 2 aylık takipleri sonucunda, antipsikotik tedavinin metabolik değerler açısından herhangi bir değişiklik yapmadığı görülmüştür. PB 32 Tıp Fakültesi İkinci Sınıf Öğrencilerinin Şizofreniye Karşı Tutumlarının Değerlendirilmesi Cengiz Cengisiz, Burak Uykur, Zeliha Yaşa, Duygu Kuzu, Ayşen Esen Danacı Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Giriş / Amaç: Tutum, bir bireye atfedilen ve onun bir psikolojik nesneye karşı öğrenilmiş, olumlu ya da olumsuz tepkide bulunma eğilimidir. Ruhsal bozukluğu olan bireylerin kabul görmeleri veya dışlanmaları toplumun özellikle de sağlık çalışanlarının tutumları ile doğrudan ilişkilidir. Bu çalışmada, tıp eğitimi sürecinde öğrencilerin şizofreniye karşı tutumlarının ve ilerleyen süreçte tutumlarındaki değişimlerin incelenmesi amaçlanmıştır. Bu bildiride çalışmaya ait ilk veriler sunulmaktadır, ilerleyen dönemlerde aynı öğrencilerin teorik eğitim aldıktan sonraki, psikiyatri stajı sonrası ve meslek hayatına başlarken olan tutumlarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Yöntem: CBU Tıp Fakültesi 2. Sınıf öğrencileri arasında gönüllü olan herkese Sosyodemografik veri formu ve Şizofreni hastalarına karşı tutum envanteri uygulanmıştır. Elde edilen veriler SPSS-17 ile analiz edilip, verilerin analizinde oransal değerler için ki-kare sayısal değerler için t- test uygulanmıştır. Bulgular: S8:Şizofreni bir ruhsal zayıflık halidir. S8 için; sosyoekonomik düzeyi yüksek olanlarda %81,5 (n=22) olumlu, orta olanlarda %70,0 (n=56) olumlu, düşük olanlarda ise %40,0 (n=4) olumlu tutum bildirmiştir. Sosyoekonomik düzeyi yüksek olanlarda %18,5 (n=5) olumsuz iken, orta olanlarda %28,8 (n=23,) olumsuz. Düşük olanlarda ise %60,0 (n=6) olumsuz tutum bildirmiştir. (P=0.028) S8 için; kendisinde ruhsal problemi olanlarda %28,6 (n=2) olumlu iken, ruhsal problemi olmayanlarda %73,2 (n=82) olumlu tutum bildirilmiştir. Kendisinde ruhsal problem olanlarda %71,4 (n=5) olumsuz tutum bildirilmişken kendisinde ruhsal problem bulunmayanlarda %25,9 (n=29) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.019) S16:Şizofren bir kişiyle evlenebilirim. S16 için; kendisinde ruhsal problemi olanlarda %37,5 (n=3) olumlu iken; kendisinde ruhsal problem olmayanlarda %8,9 (n=10) olumlu tutum bildirilmiştir. Yine kendisinde ruhsal problem olanlarda %62,5 (n=5) olumsuz iken; kendisinde ruhsal problem olmayanlarda %83,9 (n=94) olumsuz tutum belirtilmiştir. (P=0.020) S16 için: Yakınlarında ruhsal problem olanlarda %26,1 (n=6) olumlu iken, yakınlarında ruhsal problem olmayanlarda %7,3 (n=7) olumlu yanıt bildirilmiştir. Yine yakınlarında ruhsal problemi olanlarda %69,6(n=16) olumsuz iken, yakınlarında ruhsal problem olmayanlarda %85,4 (n=82) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.026) S27: şizofreni psikoterapi ile tedavi edilebilen bir hastalıktır. S27 için: yakınlarında ruhsal problemi olanlarda %52,2 (n=12) olumlu iken, yakınlarında ruhsal problemi olmayanlarda %79,6 (n=74) olumlu tutum bildirilmiştir. Yine yakınlarında ruhsal problemi olanlarda %34,4 (n=17) olumsuz iken, yakınlarında ruhsal problemi olmayanlarda %11,8 (n=11) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.019) S32: Şizofreni doğuştan gelen bir hastalıktır. S32 için: kendisinde ruhsal problemi olanlarda %75,0 (n=6) olumlu iken, kendisinde ruhsal problem olmayanlarda %15,7 (n=17) olumlu tutum belirtilmiştir. Yine kendisinde ruhsal ruhsal problem olanlarda %25,0 (n=2) olumsuz iken, kendisinde ruhsal problem olmayanlarda %67,6 (n=73) olumsuz tutum bildirilmiştir. (P=0.001) Sonuç: Araştırmamıza göre şizofreniye karşı olumsuz tutum geliştirmede yaş, cinsiyet, medeni durum, doğduğu yer, büyüdüğü yer ve anne-baba eğitim düzeyi faktörleri etkisizdir. Sosyoekonomik düzey, kendisinde ya da yakınında ruhsal problemi olması şizofreni karşı tutum oluşturmada etkili olmuştur. PB 33 Şizofrenide Zihin Teorisi Bozukluğunun Empati Ve İçgörü Yeteneği İle İlişkisi Banu Değirmencioğlu*, Nur Erdil*, Berna Binnur Akdede**, Köksal Alptekin** * Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Sinirbilimler AD ** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Amaç: Zihin teorisi (ZT) sosyal-bilişle ilgili bir işlevdir. Şizofreni hastalarında ZT bozuklukları birçok çalışmada gösterilmiştir ve hastalardaki psikososyal işlev bozukluğu ile doğrudan ilişkilidir. Şizofrenide ZT bozukluğunun empati ve içgörü yetenekleriyle ilişkilerini inceleyen az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada şizofrenide ZT bozukluğunun hastaların empati yeteneği ve hastalığın belirtileri, sosyal ve tedavi sonuçlarına yönelik farkındalığı arasındaki ilişkinin belirlenmesidir. Yöntem: Çalışma DSM-IV ölçütlerine göre şizofreni tanısını karşılayan 89 hastadan oluşan bir örneklem üzerinde gerçekleştirildi. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, Pozitif ve Negatif Belirtiler Ölçeği (PANSS), Dokuz Eylül Zihin Teorisi Ölçeği (DEZİTÖ), Empatik Beceri Ölçeği (EBÖ)-A Formu, Akıl Hastalığına İçgörüsüzlük Ölçeği (AHİÖ) uygulandı. Bulgular: Şizofreni hastalarının DEZİTÖ toplam puanlarının klinik belirtilerden varsanı, duygulanımda küntlük ve suçluluk duygularıyla anlamlı derecede ilişkili olduğu saptandı. Çalışmaya alınan şizofreni hastalarında özellikle duygulanımda küntleşmenin varlığının, bu belirtilerin olmadığı hastalara oranla ZT bozulmasını 2,7 kat daha yüksek düzeyde öngörmekte olduğu görüldü. Duygulanımda küntleşmenin yanı sıra, varsanı belirtileri de olan hastaların daha şiddetli ZT bozukluğu gösterdiği saptandı. Hastaların empati becerileri de yetersizdi. Aynı zamanda ZT bozukluğunun, hastaların empatik becerileri, hastalığın ve sosyal sonuçlarının farkındalığı ve pozitif belirtilerin farkındalığı ile ilişkili olduğu bulundu. Sonuç: Şizofreni hastalarında ZT bozukluğunun, hastaların empati becerileriyle, hastalığa ve tedaviye yönelik içgörü yetenekleriyle doğrudan ilişkili olduğu saptandı. Bulgu, ZT’nin içgörü yeteneğini yordadığı görüşünü(1) destekler niteliktedir. Ayrıca, benliğin diğer kişilerin algılanmasında bilişsel bir filtre olarak görev yaptığı, kişisel deneyimlerin başkalarının zihinsel-duygusal durumlarını anlayabilmek için kullanıldığı görüşünü(2) kuvvetlendirmektedir. Hastalar, içgörü yetersizlikleri nedeniyle kişisel deneyimlerini fark edememekte, dolayısıyla kendisinin ve diğerlerinin hem zihinsel hem duygusal perspektiflerinin faklı olabileceği anlayışını geliştirememekte olabilirler. Anahtar Sözcükler: Şizofreni, Zihin Teorisi, İçgörü, Empati. Kaynaklar 1. Bora E., Şehitoğlu G., Aslıer M., Atabay İ., Veznedaroğlu B. Theory of mind and unawareness of illness in schizophrenia : Is poor insight a mentalizing deficit? Eur. Arch. Psych Clin Neurosci. 2007; 257(2):104-111. 2. Adolphs R. How do we know the minds of others? Domain-specificity, simulation and enactive social cognition. Brain Research. 2006; 1079:25-35. PB 34 Elektrokonvülsif Tedavi Alan Şizofreni Hastalarında Eeg Değişikliklerinin Klinik Özellikler Ve Tedaviye Yanıtla İlişkisi Gülnihal Gökçe Şimşek, Ümit Başar Semiz, Selma Bozkurt Zincir *Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Şizofreni tedavisinde ilk sıra tedavi olarak antipsikotik ilaçlar düşünülmektedir. Ancak sıklıkla tedavi uyuncu iyi olmamakta ve yeterli tedaviye rağmen bu hastaların neredeyse % 25'i antipsikotik ilaç tedavisine kısmi yanıt vermekte veya hiç yanıt vermemektedir. Böyleyken EKT, Avrupa’da ve birçok gelişmekte olan ülkede oldukça sık kullanım alanı bulmaktadır. EKT’nin şizofrenideki terapötik etkinliğini ve tedaviye yanıtı belirleyen değişkenleri araştıran çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu alandaki çalışmaların hastaların klinik gidişine yol gösterici olması ve bilişsel yan etkileri en aza indirmek için alınacak önlemler açısından oldukça önemli bir yeri vardır. Çalışmamızın amacı; elektrokonvülsif tedavinin (EKT) etkinliğinin ve yan etkilerinin iktal EEG bulgularıyla olan ilişkisini araştırmaktır. Yöntem ve Gereçler: Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne 6 ay içinde Psikoz servislerine yatışı yapılan ve EKT kararı alınan 18-65 yaş arası kadın ve erkek, akut alevlenme ve tedaviye dirençli 70 şizofreni hastası çalışmaya alınmış ve 61'i çalışmayı tamamlamıştır. EKT kararı alındıktan sonra; tedavi öncesi ve sonrasında klinik özellikleri ile iktal EEG parametreleri arasındaki ilişkiye bakılmıştır. Hastalık şiddeti girişteki ve her seans sonrası BPRS, tedavi öncesi ve sonrası PANSS, CGI ile izlenmiş, kognitif durum ise FAB ( frontal değerlendirme bataryası) ile değerlendirilmiştir. Bu iktal EEG parametreleri; literatürde en çok üzerinde durulan nöbet eşik değeri ortalaması, EEG nöbet süresi ve postiktal süpresyon süresidir. Bulgular: Postiktal supresyon ortalama süresi ile BPRS arasındaki ilişkiyi belirlemek üzere yapılan korelasyon analizi sonucunda, puanlar arasında %95,2 düzeyinde negatif yönde anlamlı ilişki bulundu (r=-0,952; p=0,000<0,05). Buna göre postiktal supresyon ortalama süresi arttıkça BPRS puanı azalmaktaydı. EKT Eşik medyan değeri %37 kesme değer olarak değerlendirildi. Altında kalan değerler düşük eşik, üstünde kalan değerler yüksek eşik olarak değerlendirildi. EKT eşiği düşük ve yüksek olan olgular arasında BPRS ölçümleri açısından farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi. EKT eşik ortalaması düşük ve yüksek olan olgular arasında tedavi öncesi (TÖ) ve tedavi sonrası (TS) bakılan PANNS, CGI, GAF ve FAB skoru açısından anlamlı fark bulunamadı (p>0,05). EKT toplam nöbet süresi kısa ve uzun olan olgular BPRS ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki göstermiyordu (p>0,05). Toplam EKT toplam nöbet süresi medyan değeri 279 sn kesme değer olarak değerlendirildi. Altında kalan değerler kısa EKT, üstünde kalan değerler uzun EKT olarak değerlendirildi. Ortalama EKT toplam seans süresi kısa ve uzun olan olgular arasında TÖ ve TS bakılan PANNS, CGI, GAF ve FAB skoru açısından anlamlı fark bulunamadı (p> 0,05) . Tartışma ve Sonuçlar: Sackeim ve ark hipotezine göre EKT deki nöbetin kendisi değil nöbete verilen postiktal süpresyon teröpotik olandır. Etkin bir EKT; postiktal supresyon, prefrontal yavaşlama, prefrontal inhibisyon ile ilişkili olarak serebral kan akımında ve metabolizmasında azalma gibi EKT için etki mekanizmaları içermelidir. Çalışmalarında depresyon hastalarında EKT tedavisi ile periiktal EEG parametrelerinde tek klinik iyileşme göstergesi postiktal supresyon olmuştur. Bizim çalışmamızda da şizofreni hastalarında paralel bulgular görülmüştür ve EKT nin bilişsel durum üzerine etkisine bakıldığında kısa dönemde anlamlı bir değişikliğe işaret edecek bir bulguya rastlanmamıştır. Çalışmamızda; etkin bir tedavi olan EKT nin uygulanması sırasında tedavi etkinliğini ve yan etkilerini objektif olarak öngörebilmede bu iktal EEG parametrelerinin önemli olduğunu ve gelecek çalışmalara ihtiyaç olduğunu vurgulamak istedik. PB 35 Şizofreni Hastalarında Paliperidon Er İle Esnek Dozlu Tedaviye Yanıtın Ve Güvenliliğin Araştırıldığı Açık Etiketli, Tek-Kollu, Çok-Merkezli Faz Iv Çalışma: Sf-36 İle Yaşam Kalitesinin Değerlendirilmesi Ersin Hatice Karslıoğlu(1), Haldun Soygür(1), Alp Üçok(2), Mustafa Bilici(3), Meram Can Saka(4), Ahmet Ayer(5), Ömer Böke(6), Selçuk Kırlı(7), Özmen Metin(8), Şükrü Uğuz(9) (1)Dr. Abdurrahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, (2)İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (3) Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi (4)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (5)Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi (6)Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (7)Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (8)Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD (9)Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Amaç: Şizofreni tedavisi sırasında gözlenen metabolik sorunların yaşam kalitesi üzerine etkileri henüz tam olarak araştırılmamıştır. Bu bildiride, birincil amacı yakın zamanda tanı konmuş ve son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen şizofreni hastalarında paliperidon ER ile esnek dozlu tedaviye yanıtın araştırılması olan bir klinik çalışmanın yaşam kalitesi ile ilgili sonuçları sunulmuştur. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya yakın zamanda tanı konmuş, son 3 aydır antipsikotik ilaç almayan veya bir başka antipsikotik ilaca geçmesi gerekli görülen erişkin şizofreni hastaları alınmıştır. Hastalara 6 mg/gün dozunda paliperidon ER tedavisi başlanmıştır. Hastalarda 12 ay boyunca 3 ayda bir SF-36 ölçeği uygulanmış ve vücut ağırlığı ölçümü yapılmış, başlangıçta ve 12’nci ayda açlık kan şekeri ve lipid profili araştırılmıştır. Bulgular: Çalışmaya 80 hasta dahil edilmiştir. En az iki vizite gelen hastalar analize dahil edilmiştir (ITT popülasyonu; n=62). Hastaların %76’sı erkek, ortalama yaş 27.9±8.0 ve %56‘sı paranoid tipte idi. Hastaların 46’sı çalışmaya alınma sırasında kullanmakta oldukları başka ilaçtan paliperidona geçilerek (switch grubu) çalışmaya alındı, kalan 16 hasta ise çalışmaya alındıkları sırada antipsikotik ilaç kullanmıyorlardı (non-switch grubu). Başlangıçta 53.9±16.0 olan SF-36 toplam skoru 3’üncü ayda 9.5 (%95GA: 5.3―13.6) puan artışla 62.9±17.0, 6’ncı ayda 13.8 (%95GA: 7.1―20.5) puan artışla 67.0±17.5 ve 12’nci ayda 12.4 (%95GA: 5.2―19.7) puan artışla 70.5±15.9 olmuştur. Paranoid hastalar dahil tüm hasta gruplarında ve fiziksel toplam skor, ruhsal toplam skor ve tüm altölçek skorlarında (fiziksel fonksiyonlar, fiziksel roller, vücut ağrısı, genel sağlık, vitalite, sosyal fonksiyonlar, emosyonel roller ve ruhsal sağlık) benzer şekilde anlamlı iyileşmeler gerçekleşmiştir. SF-36 toplam skor, fiziksel toplam skor, fiziksel fonksiyonlar skoru ve vücut ağrısı skoru ile vücut kitle indeksi ve lipid profili değerleri arasında negatif korelasyonlar saptanmıştır. Sonuçlar: Bu çalışmada yakın zamanda tanı almış şizofreni hastalarında paliperidon ER tedavisi ile hastaların yaşam kalitesi ile ilgili tüm bileşenlerde anlamlı düzeyde iyileşmeler gözlenmiştir. Bu iyileşmeler paranoid hastalar dahil tüm hasta gruplarında 12 aylık tedavi boyunca artarak devam etmiştir. Düşük vücut kitle indeksi ve lipid değerleri olan şizofreni hastalarında yaşam kalitesi daha yüksektir. PB 37 Atipik Antipsikotik Risperidon Tedavisinde İştah Kontrolünde Rol Alan Hipotalamik Nöropeptitlerin Seviyelerinin İncelenmesi Canan Kurşungöz*, Levent Sütçigil**, Mehmet Ak**, Tülin Yanık* *Orta Doğu Teknik Üniversitesi **Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD. Amaç: Atipik antipsikotikler, şizofreni tedavisinde başarı göstermelerine rağmen, uzun dönem kullanımlarında, en önemlisi kilo alımı olmak üzere, çeşitli yan etkiler göstermektedir. Bu çalışmada, iştah düzenlenmesinde rol alan, hipotalamik nöropeptiler/horomonların (nöropeptit Y (NPY), alfa melanosit stimule eden hormon (α-MSH) ve kokain ve amfetamin ile regüle edilen transkript (CART)) ve leptinin, serotonerjik antagonist olan atipik antipsikotik risperidon ile 4 hafta tedavi edilen erkek şizofren hastalardaki plazma seviyeleri incelendi. Risperidonun, serotonerjik antagonizm ile bu nöropeptilerin plazma seviyelerini değiştirebileceği hipotezine bağlı olarak, ilacın kilo alımına neden olabileceği düşünülmektedir. Yöntem: İnsan ve sıçanlarda plazma nörohormon konsantrasyonları enzim bağlı immünosorbent assay (ELISA) ile, gen ekspresyon seviyelerindeki değişimler ise kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksyionu (qRTPCR) ile ölçülmüştür. Bulgular: Risperidon tedavisi gören hastalarda kontrole göre plazma leptin seviyeleri artmış ve kilo aldıkları gözlemlenmiştir. Bununla birlikte, NPY, α-MSH ve CART seviyeleri tedaviden önce düşük olup, ilaç tedavisiyle değişiklik göstermemiştir. Bu aday genlerin mRNA ekspresyon seviyelerinin belirlenmesi için erkek Wistar sıçanlara 4 hafta oral yoldan risperidon verilmiştir. Sıçanlarla yapılan çalışma, POMC, AgRP ve NPY mRNA ekspresyonlarının ve plazma seviyelerini azaldığını, fakat beklenmedik bir şekilde CART mRNA seviyelerinin düştüğünü, plazma seviyelerinin ise arttığını göstermiştir. Tartışma ve Sonuçlar: Sonuç olarak, risperidonun kısa dönem kullanımda dahi POMC nöronları üzerindeki serotonerjik antagonizmi ile iştahta artışa, bu nedenle de kilo alımına ve leptin seviyelerinde artışa neden olduğu düşünülmektedir. PB 40 Üniversite Öğrencilerinde Depresyon Prevalansı Doğum Mevsimi Ve Diğer Faktörlerle İlişkisi Yüksel Kıvrak, Emrullah Sevim Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Amaç: Pek çok insan kolej yıllarının hayatlarının en iyi yılları olduğuna inanır. Ama üniversite öğrencilerinde depresyon oranı genel toplum ortalamasından daha yüksektir. Üniversite öğrencilerinde depresyonu ve onun özelliklerini değerlendirmek önemli sağlık araştırma konusudur(1). Yöntem ve Gereçler: Kafkas Üniversitesi’ne bağlı 5 fakülte ve 8 yüksek okulda eğitim alan 2556 birinci sınıf öğrencisinin 2168’i (% 84.8) katılmıştır. Hatalı olanlar çıkarıldıktan sonra 2118’i değerlendirmeye alınmıştır. Veri toplama araçları olarak Sosyodemografik Anket Formu ve Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin BDÖ puanları 0 ile 62 arasında değişmekte olup ortalaması 13,50±8,047 idi. Örneklemin yaş ortalaması ile BDÖ puanı arasında anlamlı bir ilişki yoktu (p>0.05). BDÖ’ne göre kesme puanı 17 olarak alındığında, depresyon yaygınlığı % 30,5 (n=646) olarak bulundu. Kadın (%29,9, n=250) ve erkek (%30,9, n=396) öğrenciler arasında depresyon açısından fark bulunmadı (χ2=0. 204, p=0. 651). Eğitim süreleri açısından karşılaştırıldığında 2 yıllık okullardaki depresyon oranı %36 iken 4 yıllık okullarda depresyon oranı %26,1idi (p<0.001). Birinci öğretim de depresyon oranı %29,6 iken ikinci öğretimde %32,0 olarak tesbit edildi (p>0.05). Doğduğu aylara göre dört gruba ayrıldığında depresyon açısından gruplar arasında depresyon açısından fark görülmedi. Tartışma ve Sonuç: Biz üniversite öğrencilerinde depresyon oranını %30,5 olarak bulduk. Çalışmamızda kadınlardaki depresyon oranı (%29,9) ile erkeklerdeki depresyon oranı (%30,9) arasındaki farkın önemli olmadığını bulduk (χ2=0,204, p=0,651). Öğretim türü açısından bakıldığında gündüz eğitim gören birinci ve gece eğitim gören ikinci öğretim türlerinin öğrencilerin depresyonunu etkilemediğini bulduk. Deneklerin doğum aylarıyla ve doğum mevsimi ile depresyon oranları arasında ilişki olmadığını bulduk. Kaynak: 1.Özdel L, Bostancı M, Özdel O, Oğuzhanoğlu NK. Üniversite öğrencilerinde depresif belirtiler ve sosyodemografik özelliklerle ilişkisi. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2002;3(3):155–161. PB 41 Şizofrenide Damgalama İle Mücadelede Birebir Etkileşim Grubunun Şizofreni Hastalarına Yönelik Tutumlar Üzerindeki Etkisinin Değerlendirilmesi Burak Uykur, Cengiz Cengisiz, Zeliha Yaşa, Duygu Kuzu, Ayşen Esen Danacı Celal Bayar Üniversitesi Hafsa Sultan Eğitim Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği Giriş / Amaç: Birey yâda toplum kendisini ürküten rahatsız eden bir durum ile karşılaştığında sıklıkla onu kendisinden dışlayıp; yabancılaştırma yoluna gider. Damgalama bazı hasta gruplarına karşı toplumun tavır alması, onların toplumdan dışlanmasına kadar giden davranış bütünüdür. Bütün ruhsal hastalıklar arasında damgalamadan en fazla etkilenen grup şizofreni hastalarıdır. Tıp öğrencilerinin tutumlarının belirlendiği çalışmalarda psikiyatri eğitimi almış olmanın şizofreni hastalarının toplum içindeki yaşamı ile ilgili olumsuz tutumları değiştirmediği saptanmış. Bu çalışmanın amacı, hastalarla birebir temasın sağlandığı etkileşim grubununşizofreni hastalarına yönelik tutumlar üzerindeki etkisini değerlendirmektir. Yöntem: CBU Tip Fakultesi 2. Sinif öğrencileri arasinda gönüllü olan herkese Sosyodemografik veri formu, Sizofreni hastalarina karsi tutum envanteri uygulanmıştır. Gönüllü olan öğrencilere 4 oturumdan oluşan 15 günde bir toplanan 1,5 saat süren sizofreni hastalariyla birlikte katılacaklari bir etkilesim grubu uygulamasi yapılmıştır. 4 oturumun tamamlanmasından sonra etkileşim grubunun etkisini değerlendirmek amacıyla aynı ölçekler tekrar uygulanmış ve etkileşim grubu öncesi ve sonrasında öğrencilerin şizofreni hastalarına yönelik tutumları karşılaştırılmıştır. Elde edilen veriler SPSS-17 ile analiz edilip, verilerin analizinde oransal değerler için ki-kare sayısal değerler için t- test uygulanmıştır. Bulgular: Etkileşim grubuna katılmaya 19 öğrenci gönüllü olmuştur. Çalışmaya katılan öğrencilerin 11 tanesi her dört oturuma da katılarak, etkileşim grubunu tamamlamıştır. Soru 3: Ahmet Bey’(Şizofreni belirtileri gösteren bir olgu)’in bu durumu kişilik yapısının zayıflığından kaynaklanmaktadır. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler (n=10)%52,6’dan (n=0)%0’a düşmüş.(p<0.05) Soru 8: Şizofreni bir ruhsal zayıflık halidir. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler (n=11)%57,9’dan (n=1)%11,1’e düşmüş.(p <0.05) Soru 14: Şizofrenili hastalar toplum içinde serbest dolaşmamalıdır. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler (n=8)%42,1’den (n=1)%10’a düşmüş. (p < 0.05) Soru 18: Bir Şizofrenle ev arkadaşı olmam. Etkileşim grubu öncesi bu soruya katılıyorum veya kısmen katılıyorum diyenler (n=12)%66,6’dan (n=3)%30’a düşmüş.(p < 0.05) Tartışma: Yapılan araştırmalar öğrencilerin ve kurumlarda çalışan sağlık profesyonellerinin psikiyatri hastalarına ve hastalıklarına yönelik tutumun son 10 yılda değişiklik göstermediğini, hala reddedici ve dışlayıcı olduğunu göstermiştir.(2). Bu çalışma bulgularına göre ‘’Şizofren bir kişiyle evlenebilirim’’ sorusu dışında, etkileşim grubundaki öğrencilerin bütün tutumları olumlu yönde değişme eğilimindedir. Ruhsal hastalıklara yönelik olumsuz tutumları azaltmaya yönelik klasik eğitimlerin dışında yeni bir takım yöntemlerden de faydalanılabilir. ‘’Birebir etkileşim grupları’’ bu yöntemlerden biri olabilir. Bu alanda daha büyük örneklemlerle yapılacak karşılaştırmalı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. PB 44 Samsun Toplum Ruh Sağlığı Merkezi Bulgu ve Deneyimleri Ayşe Gökçen Gönen, Onur Tankaya, Osman Şalış, Emel Alkan Pazvantoğlu Samsun Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi Amaç: Bu posterin amacı Ocak 2011’de faaliyetlerine başlayan Samsun Toplum Ruh Sağlığı Merkezi’nin (TRSM ) işleyişi ve deneyimleri hakkında bilgi vermek ve takibi düzenli olarak merkeze gelmek suretiyle yapılan danışanların verilerini paylaşmaktır. Yöntem ve Gereçler: Merkezde yapılan çalışmalar özet olarak sunulacak ve takibi düzenli olarak (haftanın 1-5 günü) merkezde yapılan danışanların sosyodemografik verileri sunulacak, ülkemizde sınırlı oranda veri bulunan adli öykü, şiddet öyküsü, suisid girişimi öyküsü, alkol-madde kullanımı, çalışma durumları hakkında veriler danışan değerlendirme formları taranarak paylaşılacaktır. Bulgular: Merkezde takibi olan 41 danışanın %90,2’sinin tanısı şizofreni olup danışanların %48,8’i kadın, %78’i bekârdır. Yaş ortalamaları 34,82, eğitim süresi ortalaması 8,02 yıl olup kadınların eğitim süresi anlamlı olarak erkeklerden kısa tespit edilmiştir ve hastalık süresi ortalamaları 14,3 yıldır. Danışanların %46,3’ü düşük, %53,7’si orta düzeyde gelirleri olduğunu bildirmişlerdir. Danışanların %36,6’sının geçmişte suisid girişimi öyküsü, %61’inin (sözel veya fiziksel) şiddet öyküsü ve %17,1’inin adli öyküsü olup suisid girişimi, şiddet ve adli öykü açısından öyküsü olan ve olmayanlarda yaş, hastalık süresi ve eğitim süreleri açısından fark saptanmamıştır (p<0.05). Danışanların %17,1’inin alkol kullanımı ve %4,9’unun madde kullanımı öyküsü bulunmaktadır. Hastalık öncesi çalışma yüzdeleri 68,3 iken hastalık sonrası bu yüzde 7,3’e gerilemiştir. Tartışma ve Sonuçlar: Psikotik bozukluklar gibi kronik ve bireyin işlevselliğini belirgin ölçüde bozan hastalıkların sadece psikofarmakolojik yaklaşımlarla çözülemeyecek güçlükleri bireyin yaşamına taşıdığı bir gerçektir. Bu noktada psikososyal girişimler ön plana çıkmakta TRSM’ler bu bireylerin topluma kazandırılması amacıyla hizmet vermeyi amaçlamaktadır. TRSM’lerden takibi yapılan bireylere ait özelliklerin bilinmesi gereksinimlerin tespiti ve hizmet planlamasında gereklidir. PB 45 İdame Ve Sürdürüm Tedavilerinde Elektrokonvulzif Tedavinin Yeri Gamze Bostankolu, Koray Başar, Yavuz Ayhan, Suzan Özer Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Amaç: Elektrokonvulsif tedaviye (EKT) yanıt veren bazı olgularda depreşmenin önlenmesi için sürdürüm (continuation) ve yinelemenin önlenmesi için idame (maintenance) EKT uygulanabilmektedir. Sürdürüm ve idame EKT’nin endikasyonları, etkinliği ve yan tesirleri geniş örneklemli çalışmalar ile belirlenmiş değildir. Bu bildiride, kliniğimizde uygulanmakta olan sürdürüm ve idame EKT’leri gözden geçirmeyi ve vakaların klinik özelliklerini sunmayı planladık. Yöntem ve Gereçler: 2003-2012 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde EKT uygulanan tüm hastaların kayıtları incelendi. Akut hastalık dönemi sonrasında sürdürüm veya uzun dönemde idame amacı ile en az bir seans EKT uygulanan tüm hastalar değerlendirilmeye alındı. Hastane dosyaları ve vital bulgular, anestezi notları, nöbet özellikleri, tıbbi komplikasyonlar ile ilişkili müdahaleleri içeren EKT kayıtları, hastalık ve EKT ile ilişkili parametreler yönünden araştırıldı. Belirtilen özellikler dışında, bu bildiride, hastaların tıbbi öyküleri de kısa vaka raporları halinde sunuma hazırlandı. Bulgular: Toplam 8 hastanın sürdürüm veya idame EKT aldığı tespit edildi (3 erkek, 5 kadın;6 idame). Hastaların teşhisleri depresyon(s=4), şizofreni(s=2), bipolar affektif bozukluk(s=2) idi. İdame EKT süresinin en uzun 57 ay, EKT sayısının en az 3 ile en çok 44 olduğu görüldü. Bir hastada EKT, bir hastada ek olarak kullanılan ilaçlar ile ilişkili komplikasyonlar nedeniyle iki hastada erken dönemde EKT sürdürümünün kesildiği anlaşıldı. Tedaviye devam eden duygudurum bozukluğu vakalarında fayda sağlandığı ve uzun dönem iyilik halinin olduğu gözlendi. Dirençli şizofreni teşhisli iki hastada pozitif psikotik belirtilerde gerileme tespit edildi. Tartışma ve Sonuçlar: EKT’ye yanıt veren dirençli ruhsal rahatsızlıklarda depreşme ve yinelemenin önlenmesinde sürdürüm ve idame EKT’nin yeri olabilir. Bu bildiride kliniğimizde uygulanan sürdürüm ve idame EKT’ler ile ilgili veriler özetlenmiştir. Özellikle dirençli vakalarda sürdürüm ve idame tedavisinde EKT’nin kullanımı ile ilgili olgu sunumları ve serilerin yanı sıra daha ayrıntılı klinik çalışmalara ihtiyaç vardır. PB 46 Florürün Fare Anksiyete ve Depresyon Modelinde Etkisi Yüksel Kıvrak Kafkas Ü Tıp Fakültesi Amaç: Florozis esas olarak diş ve iskelet sisteminde olumsuz etkiler oluştursa da yapılan pek çok çalışma beyin ve diğer organ sistemlerinde de hastalık yapabileceğini göstermiştir. Florürün etkilediği organlardan biri de beyin(1)(2)(3) olduğu bilinmekle beraber anksiyete ve depresyon modellerindeki etkisini yeterince aydınlatılmamıştır. Bu çalışmada fare depresyon ve anksiyete modelinde florürün etkisini araştırmak amaçlandı. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya 20 tane 4 aylık, erkek, sağlıklı 28.8 ± 1.18 g ağırlığında Swiss cinsi fareler alındı. Fareler iki gruba ayrıldı. Rastgele sayılar tablosu ile oluşturulan ilk gruba 40 ppm F kontrol grubuna ise 0,3 ppm F içeren içme suyu ad libitum 90 gün boyunca verildi. Üç gün dinlenme dönemi verilerek açık alan (openfield)testi ve kuyruktan asma testi 360 saniye süre ile uygulandı. Bulgular: Kontrol ve deney grubunda sırası ile (ortalama±standart hata), şahlanma 35,2±1,97, 26,3±1,48 p=0,002, kaşınma 3,3000±0,33500, 2,1000±0,23333 p=0,009, gezdiği kare sayısı 258±15,39, 184±18,85 p=0,007, dışkılama sayısı 2,8000±0,44, 4,7000±0,47258 p=0,009, hareketsizlik süresi 23610E2±19,79, 234±15,27 p=0,94 değerleri elde edildi. Kuyruktan asma testi sonuçları incelendiğinde immobilizasyon süreleri açısından deney grubu ile kontrol grubu arasında önemli bir farklılık saptanmadı. Açık alan testinde ise deney grubunda dışkılama sayısı daha fazla iken gezilen kare sayısı, şahlanma, kaşınma sayıları daha az idi. Tartışma ve Sonuçlar: Yaptığımız çalışmada deney grubunda horizontal aktivite vertikal aktivite ve grooming değerlerinin anksiyeteye bağlı olarak azaldığını bulduk p<0.01. Defekasyon sayısı ise deney grubunda artmıştı. Florür ve depresyon ilişkisini inceleyen hayvan çalışması tesbit edemedik. Deneyimizin florürün anksiyojenik olduğunu ama anti-depresana benzer etkisi olmadığını gösteren ilk çalışma olması açısından önemli olduğunu düşünmekteyiz Kaynaklar 1. Ge Y, Ning H, Wang S, Wang J. Effects of high fluoride and low iodine on brain histopathology in offspring rats. Fluoride. 2005;38(2):127–32. 2. Bhatnagar M, Rao P, Saxena A, Bhatnagar R, Meena P, Barbar S, ve diğerleri. Biochemical changes in brain and other tissues of young adult female mice from fluoride in their drinking water. Fluoride. 2006;39(4):280–4. PB 47 Silah Ruhsatı Almak İçin Başvuranların Kişilik Profilleri Toplumdan Farklı Mıdır? Hayriye Baykan Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Silah bulundurma ve taşıma ruhsatı için gerekli olan sağlık raporunu alabilmek için psikiyatri polikliniğine başvuranların kişilik profillerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma 2012 yılı Ocak - Haziran ayları arasında Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne silah ruhsatı almak için gerekli olan sağlık raporunu alabilmek için müracat eden 200 kişinin MMPI (Minnesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri) sonuçları geriye yönelik olarak değerlendirilmiştir. Testi doldurmak istememe, aşırı savunmacı yaklaşım ve benzeri nedenlerle testi geçersiz sayılmış olanlar değerlendirmeye alınmamıştır. Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 15.0 paket programı kullanılmıştır. Katagorik verilerin değerlendirilmesinde fisher exact test, sürekli verilerin değerlendirilmesinde student’s t test kullanılmıştır. İstatistiksel anlamlılık sınırı olarak p<0.05 kabul edilmiştir. Bulgular: Silah ruhsatı almak amacıyla başvuran 200 kişinin 11’i (%5.5) kadın, 189’u erkek (% 94.5) idi. Yapılan MMPI neticesinde 20 kişide psikopatoloji (%10) saptanmıştır. Psikopatoloji saptananların %9.1’i kadın, % 10,1 ‘i erkeklerden oluşmakta olup, cinsiyetler arasında psikopatoloji görülmesi bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmemiştir (p=0.697). Başvuran erkeklerin yaş ortalamaları (±standart sapma) 43.8±12.3, kadınların ise 43.3±11.1 olup aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.891). MMPI’da psikopatolojisi olanların yaş ortalamaları (±standart sapma) 45,1±13.9 iken herhangi bir kişilik patolojisi olmayanların yaş ortalamaları 43.6±12.1 olup benzer şekilde aralarındaki fark istatistiksel olarak anlamlı olarak değerlendirilmemiştir (p=0.622). Tartışma: Kişilik bozukluklarının genel toplumda görülme sıklığı %6-9 dolaylarındadır, %15 gibi yüksek oranlardan da söz edilmektedir. Genelde kadınlarda ve erkeklerde eşit sıklıkta görülmektedir (1). Bu kesitsel incelemede de benzer şekilde kişilik psikopatolojisi saptanma oranı %10 olarak bulunmuş ve cinsiyetler arasındada anlamlı farlılık bulunmamıştır. Ancak toplumda silah sahibi insanların sadece bir kısmının ruhsat almak için başvurduğu düşünülürse ruhsatsız silah taşıyanlarda kişilik psikopatolojileri görülme sıklığı ile ilgili eldeki verilerle bir öngörüde bulunmak mümkün olmayacaktır. Kaynaklar: 1-Köroğlu E, Bayraktar S. Kişilik Bozuklukları. Ankara: HYB yayıncılık; 2007 s.5-6. PB 49 Sağlık Kurumu Çalışanlarında Psikolojik Şiddet (Mobbing) Algısı Ve Kişilik Özellikleri Değerlendirilmesi Deniz Kader Şarlak, Ayşegül Cengiz Muğla Üniversitesi Fethiye Sağlık Yüksekokulu Amaç: Psikolojik şiddet (mobbing) iş yerinde, bir veya birkaç kişi tarafından diğer bir kişiye yönelik olarak, sistemli bir şekilde düşmanca ve ahlakdışı bir iletişim kullanılarak uygulanan bir psikolojik baskıdır. Kişilerin psikolojik şiddet uygulama veya buna maruz kalma durumlarında belirleyici olan faktör, onların kişilikleridir. Araştırma, Muğla ili Fethiye ilçesinde bulunan kamu hastanesinde ve merkez sağlık ocaklarındaki sağlık çalışanlarının psikolojik şiddet (mobbing) ve kişilik özelliklerine göre algı düzeylerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem ve Gereçler: Araştırmanın evrenini Muğla ili Fethiye ilçesi kamu hastanesi ve merkez sağlık ocaklarında çalışan 450 sağlık çalışanı oluşturmaktadır. Araştırmada veriler kişisel bilgi formu, psikolojik şiddet (mobbing) algı belirleme ölçeği (Leyman) ve beş faktör kişilik envanteri olmak üzere 3 ölçek kullanılarak elde edilmiştir. Elde edilen veriler istatistik paket programı olan S.P.S.S.14.0 kullanılarak analiz edilmiştir. İstatistiksel testlerde anlamlılık düzeyi 0.05 olarak alınmıştır. Verilen değerlendirilmesinde frekans dağılımı, t-test, korelasyon ve regresyon analizi kullanılmıştır. Bulgular:Araştırmaya katılan sağlık çalışanların % 85’i kadın, %40’ı 31-40 yaş aralığında, % 68’ i evli, % 60’ı yüksekokul mezunu olduğu ve % 40’ının 1-5 yıl arasında çalıştığı saptanmıştır. Sağlık çalışanlarının %15’i doktor, %75’i hemşire, %10’unu teknisyendir. Sağlık çalışanlardan %51’i işyerinde psikolojik şiddet mağduru olduğunu düşünmektedir. Analiz sonuçlarına incelendiğinde; araştırmaya katılan 450 sağlık çalışanının toplam psikolojik şiddet algı puan X= 51.38, Ss=10.23 olduğu görülmektedir. Kadın çalışanların, psikolojik şiddet algılarının X=51.34 ve standart sapması 10.46’dır. Erkek çalışanların, psikolojik şiddet algılarının X= 43.57 ve Ss= 10.78’tür. Sağlık çalışanlarının cinsiyete göre psikolojik şiddet alt boyutlarından olan sosyal itibarı etkileme ve sosyal ilişkileri etkileme bakımından istatistiksel açıdan %95 anlamlılık düzeyine göre anlamlı bir farklılık olduğu bulunmuştur. Beş faktör kişilik modelinin duygusal denge alt boyutu ve psikolojik şiddetin alt boyutu olan sosyal ilişkilere yönelik eylemler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki vardır. Tartışma ve Sonuçlar: Sağlık sektöründe görülen mobbing davranışlarının mağdur kadar toplum sağlığını da olumsuz etkilediği bilinmektedir. Araştırmaya katılan sağlık çalışanlarına; iş yeri şiddetini önleme, stres ve öfke yönetimi, sorun ve çatışma çözme becerileri kazandırılmalı, yasal tedbirler alınmalıdır. Sağlık çalışanlarına psikolojik şiddetin tanımlanması; sözlü saldırılardan, kişinin işini verimli bir şekilde yapmasını engelleyen tüm davranışlara kadar açıklanması, bu olgunun yıkıcı olduğunun resmen ilan edilmesi, uygulanan psikolojik şiddetin ihbar olarak kabul edilmesi ve soruşturma başlatılabilmesi için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. PB 50 Silah Ruhsatı İçin Rapor Başvuruları: Şanlıurfa Örneği *Abdullah Atli, *Mehmet Cemal Kaya, *Mehmet Güneş, *Mahmut Bulut, **Sever Beşaltı, *Yasin Bez, *Aytekin Sır *Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD **Şanlıurfa Balıklıgöl Devlet Hastanesi, Psikoloji Birimi Amaç: Toplumumuzun genel olarak ateşli silahlara karşı eğilimi olduğu bilinmekte ve son yıllarda bireysel silahlanmada artış olduğu gözlenmektedir (1). Bu çalışmada amacımız Güneydoğu illerimizden Şanlıurfa’da silah ruhsatı için rapora başvuranların özellikleri incelenmektir. Yöntem: Şanlıurfa Balıklıgöl Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine silah ruhsatı almak için sağlık kurulu raporuna başvuran bireyler çalışmaya dâhil edildi. Bulgular: Ekim 2010-Mart 2012 tarihleri arasında 271 (%95,4)’i erkek, 13 (%4,6)’ü kadın toplam 284 kişi başvurmuştur. Şahısların 34’ü 18-25, 81’i 35-45, 77’si 45-55 yaş aralığında ve 31’i 55 yaşın üstünde olup %89,4’ü evliydi. Başvuran kişilerin %42,2’si aylık bin liranın altında geliri olduğunu ifade ederken %30,4’ünün ise üç bin lira üstü geliri olduğu görüldü. Eğitim durumuna bakıldığında 14 kişinin okuma yazna bilmediği, 146 kişinin ilköğretim mezunu, 87 kişinin ortaöğretim ve kalan 37 kişinin ise yüksek öğrenim gördüğü anlaşılmıştır. Başvuranlar tarafından silahlanma gerekçeleri olarak güvenlik (%81,3), miras kalmış olması (%4,2), riskli işte çalışıyor olma (%4,9), komşusunda silah bulunması (%2,8) ve diğer nedenler (%6,7) gösterildi. Başvuruda bulunan kadınlara sorulduğunda 8 kişinin eşinin hukuki sorunları nedeniyle silah ruhsatı alamadığını ve bu yüzden kendisinin başvurduğunu, 3 kişi ölen eşinden miras kalan silahı bulundurmak istediğini ve iki kişinin de riskli iş nedeni ile başvuru yaptığını bildirdi. Sonuç: Şanlıurfa’da silah ruhsatı başvurularının nerede ise tamamını erkekler oluşturmuştur. Öte yandan başvuranların önemli bir kısmının genç ve ortaöğretimini tamamlamamış kişiler olması toplumda bilinçsiz bir şekilde artan silahlanma açısından uyarıcı niteliktedir. Ayrıca başvuranların neredeyse yarısının ekonomik durumu iyi değilken başvuruda bulunmuş olması dikkat çekicidir. Güvenlik nedeniyle silah ruhsatı başvurusunda bulunma bildirilen en sık neden olmuştur. Türkiye'de ateşli silahla intiharlar 2002 yılında %18,1 ile iken 2011 yılında %26.1’ye yükselmiştir. 2011 yılında Şanlıurfa’daki toplam 37 intihar vakasının 17’si silahla gerçekleşmiştir. Bununla beraber Şanlıurfa’da 2010 yılı içinde 57 adam öldürme ve 96 adam yaralama suçu işlenmiştir (2). Dolayısıyla intihar etme, adam yaralama/öldürme gibi bazı ciddi sosyal sorunların artmasında silahlanmanın önemli etkisi olabilir. Şanlıurfa’da silahlanma ele alınması gereken ciddi bir halk sağlığı sorunudur. Kaynaklar: 1. Demirkan Ö, Demirkan S, Dal U, Beyaztaş FY (2005) Silâh sâhibi olması sakıncalı kişilik özellikleri. Adlî Psikiyatri Dergisi; 2:21-30. 2. www.tuik.gov.tr İstatistik Kurumu Resmi İnternet sitesi PB 51 Üniversite Öğrencilerinin Genel Sağlık ve Spiritüel Durumunun Değerlendirilmesi Said Bodur*, Selma İnfal***Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Konya **Selçuk Üniversitesi Akşehir Kadir Yallagöz Sağlık Yüksekokulu, Akşehir-Konya Amaç: Ruhsal sağlık, sağlığın tanımında yer alan “tam iyilik hali”nin komponentlerinden biridir. Ancak toplum içi çalışmalarda sağlığın bu bileşeninin araştırılması yeterince ele alınmamıştır. Toplumun her kesiminin ruhsal sağlık durumunun aydınlatılmasının, toplum sağlığının geliştirilmesi çalışmalarına ışık tutması beklenir. Bu araştırma üniversite öğrencilerinin genel sağlık ve spirütüel durumlarını değerlendirmek amacıyla betimleyici olarak yapılmıştır. Yöntem ve Gereçler: Araştırmanın evrenini 2011-2012 eğitim öğretim yılında Konya il merkezinde bulunan üniversite öğrencileri oluşturdu. Fakülteler; fen, sosyal, sağlık ve eğitim bilim alanı olarak sınıflandı, her gruptan rastgele belirlenen bir fakülte ve bölümünün birinci ve dördüncü sınıflarından 364 üniversite öğrencisi örnekleme alındı. Veri toplama aracı olarak, bir demografik anket ile “Spiritüalite Ölçeği (SS)” ve “Genel Sağlık Anketi-12 (GSA-12)” kullanıldı. SS, Delaney’in geliştirdiği, Türkçesinin geçerlilik ve güvenilirliğinin yapıldığı, ruhsal durumu 4 faktörle açıklayan bir ölçektir. Bulgular: Üniversite öğrencilerinin yaş ortalaması 22±3 olup 202’si (% 55.5) erkek olup 165’i (% 45.3) birinci sınıfta idi. Öğrencilerin % 27.7’si veteriner fakültesi, % 26.6’sı mühendislik fakültesi, % 22.5’i iletişim fakültesi ve % 23.1’i eğitim fakültesi öğrencisi idi. Kullanılan SS göre; üniversite öğrencilerinin % 27.2 ruhsal yönden tam iyilik halinde iken, % 72.8’i orta ya da düşük ruhsallık içinde olduğu bulundu. Ruhsal durumu iyi olması ile algılanan maneviyat, algılanan dindarlık, okuduğu bölüm ve kitap okuma alışkanlığı arasında anlamlı ilişki saptandı. SS ve GSA- 12’nin skorları arasında doğrusal ilişki belirlendi. Öğrenciler hayatlarını çok etkileyen ve olumsuz olarak değerlendirdikleri bir deneyim olarak ilk üç sırada; % 12,6’sı bir yakınının ölümü, % 3,3’ü ciddi bir sağlık sorunu ve % 2,7’si kaza olarak sıralamıştır. Hayatlarını çok etkileyen ve olumlu olarak değerlendirdikleri bir deneyim olarak ise; % 35,2’si üniversite okumaya hak kazanmak, % 10,7’si istediği bölüme yerleşmek ve % 10,4’ü başka bir şehre yerleşmek olarak sıralamıştır. Tartışma ve Sonuçlar: SS’nin GSA-12 ile paralel sonuçlar vermesi, bu ölçeğin ruhsal iyilik halinin tespitinde geçerli bir ölçek olduğu izlenimimizi güçlendirmiştir. Üniversite öğrencilerinin ruhsal durumu bazı faktörlerle ilişkilidir. Etkili faktörlerde iyileştirme girişimleri ile ruhsal durumda da iyileştirmelerin sağlanabileceği kanaatine varıldı. Anahtar Kelimeler: Spiritüalite, ruhsal iyilik, genel sağlık, üniversite öğrencisi PB 52 Bir Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Hastalarda Depresyon ve Anksiyete Bozukluklarının Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerinin Karşılaştırılması Elif Karaahmet* Adnan Kirmit** *Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Çanakkale **Siverek Devlet Hastanesi Biyokimya, Şanlıurfa Giriş: Anksiyete ve depresyon klinik özellikleri, patofizyoloji ve tedavideki farklılıkları nedeniyle ayrı bozukluklar olarak düşünülürken, eşzamanlı hastalık ve ortak risk faktörleri yoluyla ilişkili bulunmuşlardır (1). Son dönemde yapılan birçok klinik ve epidemiyolojik çalışma anksiyete bozuklukları ve depresyonun sıklıkla eş hastalık olarak ortaya çıktıklarını bulmuştur (2). Bir anksiyete veya depresyonu olan hastaların %55'inde değerlendirme sırasında en az bir tane eşzamanlı anksiyete veya depresyon olduğu, bildirilmiştir (3). Amaç: Bu çalışmada depresyon ile anksiyete bozukluğu arasında sosyodemografik yönden ve vitamin B12 ve TSH düzeyleri açısından özellkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Siverek Devlet Hastanesine 2009-2010 yılları arasında başvuran depresyon, anksiyete bozukluğu, karışık anksiyetedepresyonu olan toplam 724 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Hastaların 487’si kadındı. Depresyon grubunda 233 (%32.2), anksiyete grubunda 311(% 43.0), karışık anksiyete depresyon grubunda 180(%24.9) hasta vardı. Hastaların yaş ortalaması, eğitim düzeyi ve medeni durumu açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. Depresyon anksiyete ve karışık anksiyete depresyon gruplarının HAM-D skorları sırasıyla 21, 12 ve 22 idi, bu grupların HAM-A skoru sırasıyla 15,15 ve 20 idi. Gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. Gruplar arasında vitamin B12 eksikliği ve TSH düzeyi açısından karşılaştırıldığında gruplar anlamlı fark saptanmadı. Sonuç: Anksiyete ve depresyon arasındaki ilişkide risk faktörlerine yönelik yapılan çalışmalar depresyon ve anksiyete bozukluklarının altta yatan aynı psikopatolojinin farklı görünümleri olabileceğini düşündürmektedir. İç içe geçmiş bu hastalıklar arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılabilmesi için daha ayrıntılı verilerle araştırmaların yapılmasına ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz. Kaynaklar: 1-Beesdo K, Pine DS, Lieb R (2010) Incidence and risk patterns of anxiety and depressive disorders nd categorization of generalized anxiety disorder. Arch Gen Psychiatry, 67:47-57. 2-Karadağ H, Örsel S, Kart A, Özcaltepe B, Türkçapar H, Kayran E. Majör Depresyon ve Anksiyete Bozukluğunun Birlikte Görüldüğü Durumların Klinik Özellikleri: Karşılaştırmalı Bir Çalışma. Klinik Psikiyatri 2011; 14:164-172. 3-Brown TA, Barlow DH (2009) A proposal for a dimensional classification system based on the shared features of the DSM-IV anxiety and mood disorders: implications for assessment and treatment. Psychol Assess, 21: 256-271. PB 53 Bir Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine Bir Yıl İçinde Başvuran Depresyon Tanılı Hastaların Sosyodemografik ve Klinik Özellikleri Elif Karaahmet*, Yüksel Kıvrak** * Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Psikiyatri Anabilimdalı ** Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilimdalı Giriş: Depresyon dünyada halk sağlığını en çok tehdit eden sorunların başında yer almaktadır(1). Sık görülmesinin yanı sıra yarattığı yetiyitimi ve ekonomik sonuçlar depresyon araştırmalarının önemini artırmaktadır(2). Depresyonla birlikte diğer Eksen I sıklıkla bir arada görülmektedir(3). Klinik çalışmalarda ekhastalığının varlığı depresyondaki alevlenme, yineleme, süregenleşme, kalıntı belirtiler, intihar eğilimi ve psikososyal sorunların artışına neden olan etmenler arasında yer aldığı gösterilmiştir(4). Amaç: Depresyon tanısı alan kişilerin sosyodemografik ve klinik özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: 2009-2010 yılları arasında Siverek Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine başvuran hasta kayıtları geriye dönük olarak tarandı. Toplam 948 hasta içinde depresyon tanısı alan 340 hastanın verileri SPSS paket programı kullanıldı. Bulgular: tüm taranan grubun %35,8’i depresyon tanısı almaktaydı. Depresyon tanısı alan olguların yaş ortalaması 32,14’tü. %70.9’u kadındı, %57,4’ü evliydi, %67,4’ünün eğitim düzeyi ilkokul ve altıydı. HAM-D ortalaması 21, HAM-A ortalaması 16 idi. %43,5’inde diğer bir eksen I bozukluğu eşlik etmekteydi. Eştanılar içinde %29.4 ile en sık görülen obsesif kompulsif bozukluktu. Sonuç: Depresyonun ortaya çıkmasına çeşitli risk faktörleri mevcuttur. Kadın olmak, eğitim düzeyi düşüklüğü, çalışmamızda ön plana çıkan faktörlerdir. Bu çalışma bir devlet hastanesi psikiyatri polikliniğine başvuran kişilerle sınırlıdır. Farklı bölgelerde yapılacak çalışmalarla bölgesel farklılıkların belirlenmesi açısından yararlı olacaktır. Kaynaklar: 1- Yalvaç HD, Dikilitaş Y, Coşkun A, Yedikardaşlar C, Emül M, Ünal S. Bir Devlet Hastanesine Depresyon Nedeniyle Başvuran Olgularda Sosyodemografik Özellikler. Güncel Psikiyatri ve Psikonörofarmakoloji 2011; 1(2):16-20. 2- 2-Kaya B, Kaya M. 2007. 1960’lardan günümüze depreyonun epidemiyolojisi, tarihsel bir bakış. Klinik Psikiyatri. 10:3-10. 3- 3-Kessler RC, Nelson CB, McGonagle KA, et al. Comorbidity of DSM-III-R major depressive disorder in the general population: results from the US National Comorbidity Survey. Br J Psychiatry. 1996; 168:17-30. 4- 4-Fava M, Abraham M, Alpert J, Nierenberg AA, Pava JA, Rosenbaum JF. Gender differences in Axis I comorbidity among depressed outpatients. J Affect Disord. 1996; 38:129-33. PB 54 Bir Üniversite Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Hastaların Sosyodemografik Özellikleri ile Tanı Grupları Arasındaki İlişki Nurcihan Akbulut,İbrahim Yağcı,Yüksel Kıvrak Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi Psikiyatri AD, Kars Amaç: Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğine bir yıl içinde başvuran hastaların sosyodemografik özellikleri ile tanı grupları arasındaki ilişkinin belirlenmesi amaçlandı. Yöntem: Mayıs 2010-2011 tarihleri arasında başvuran 1378 hastanın poliklinik kayıtlarının incelenmesi ile elde edilen veriler değerlendirildi. Kars’ta çocuk psikiyatristi olmadı- ğından dolayı polikliniğimizde çocuk yaş grubu hastalarda muayene edildiğinden çalışmaya alınmıştır. Bulgular: 1378 hasta muayene edildi. Ortalama geliş sıklığı 2,28 ±2.44 olup, toplam poliklinik sayısı 3144’dür. Hastaların %65.7’si (n=906) kadın, %34.3’ü (n=472 ) erkekti. Ortalama yaş 34.9 ± 16.505 yıl olarak bulunmuştur. Hastaların %56,7’si (n=781)35 yaş altın- dadır. Hastaların büyük çoğunluğunu şehir merkezinden gelenler oluşturmaktadır.DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre duygudurum bozuklukları %56.5 (n=779), anksiyete bozuklukları %28.8 (n=398), somatoform bozukluklar %1.3 (n=19), psikotik bozukluklar %5.3 (n=74), dikkat eksikliği ve davranış bozuklukları %5.6 (n=78) oranında görüldü. Tartışma ve Sonuç: Sosyodemografik veriler ile tanı grupları arasında anlamlı olarak ilişki saptandı. Çalışmamızda başvuran hastaların büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturdu. En sık konulan tanılar duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği ve davranış bozukluklarıdır. Kırsal kesimden başvuru oranı düşük saptandı. Tanı grupları ile kontrol için polikliniğe başvurma oranları arasında farklılıklar saptanmıştır. Anahtar sözcükler: Psikiyatri polikliniği; sosyodemografik faktörler; psikiyatrik tanı PB 55 Toplulukçu Yeterlilik Ölçeğinın Geliştirilmesi ve Geçerlilik ve Güvenilirlik Çalışması Fatma Yıldırım*, İnci Özgür İlhan**, Duru Gündoğar***, Sıla Yüce**, Mehmet Çolak****, Nail Dertli*, Yıldırım Beyatlı Doğan** *Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü **Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ***Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ****Sağlık Bakanlığı Mardin Devlet Hastanesi Amaç: Toplulukçu yeterlilik, belirlenen bir hedefi gerçekleştirmek için gereken eylemliliği örgütleyip yürütmede bir grubun kendi kaynaklarına olan ortaklaşmış inancı olarak tanımlanmıştır. Toplulukların karşılaştıkları sorunları çözmesi ve toplumsal değişimlerin oluşumunda toplulukçu yeterliliğin önemli bir etkisi vardır. Bu çalışmada toplulukçu yeterlilik kavramının Türkçede özgün olarak geliştirilecek bir ölçek yoluyla geçerliliğinin sınanması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: İlgili yazın ve kültürel özellikler gözetilerek 43 maddelik bir taslak oluşturulmuştur. Taslak ölçek çeşitli sosyoekonomik düzeylerdeki erişkin yaş grubundan 415 gönüllü katılımcıda uygulanmıştır. Faktör analizi yapılmış, ölçüt geçerliliğini belirlemek amacıyla UCLA Yalnızlık Ölçeği, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği ve Yaşam Doyumu Ölçeği kullanılmıştır. Test tekrar test güvenilirliği için ölçek ortalama iki hafta arayla 168 kişide ikinci kez uygulanmıştır. Bulgular: Güvenilirlik ve açımlayıcı faktor analizinin sonucunda bazı maddeler elenerek taslağa 28 maddelik son hali verilmiştir. Ölçeğin bu son haliyle üç faktörlü yapının varyansın % 60,0’ını açıkladığı görülmüştür. Toplulukçu Yeterlilik Ölçeği ve diğer ölçekler arasındaki korelasyonlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Tüm ölçeğin iç tutarlılık katsayısı (Cronbach alfa) 0,96 ve ikinci kez ulaşılabilen toplam 168 kişiden elde edilen veriler üzerinden elde edilen test tekrar test güvenilirlik katsayısı 0,59 olarak bulunmuştur. Tartışma ve Sonuçlar: Toplulukçu Yeterlilik Ölçeği 18 yaş ve üstü kişilerde uygulanabilen, toplulukçu yeterliliği ölçmede kullanılabilecek geçerli ve güvenilir bir araçtır. Kaynaklar: Bandura A (1997) Self-efficacy: the exercise of control. New York Freeman. Demir A. (1989) UCLA yalnızlık ölçeginin geçerlik ve güvenirligi. Türk Psikoloji Dergisi,7 (23): 4– 18. Durak M, Senol-Durak E, Gencoz T (2010) Psychometric Properties of the Satisfaction with Life Scale among Turkish University Students, Correctional Officers, and Elderly Adults. Social Indicators Research, 99:413–429. Eker D, Arkar H, Yaldız H (2001) Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği’nin Gözden Geçirilmiş Formunun Faktör Yapısı, Geçerlik ve Güvenirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 12(1): 17-25. PB 56 Yüksek Eğtimli Sağlıklı Kişilerde Stroop Testi Sırasında Hemodinamik Yanıtın İşlevsel Yakın Kızılötesi Spektroskopi Tekniği (IYKAS) İle İncelenmesi Handan Noyan*,İlker Taşdemir**,Sinem Burcu Erdoğan***,Miray Erbey*, Bilge Togay**,Ata Akın***,Alp Üçok** *İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü Sinirbilim ABD, **İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD, ***Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Amaç: İşlevsel Yakın Kızılötesi Spektroskopi (IYKAS), kan oksijenlenme dinamiklerini belirlemede güvenilir bir nörogörüntüleme yöntemi olarak kabul görmeye başlamıştır. Bu çalışmada bilişsel bir test sırasında sağlıklı katılımcılarda IYKAS’daki değişikliklerin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: IYKAS; beyindeki hemoglobin konsantrasyonu değişikliklerinin ölçümüne dayanan, düşük maliyetli, non-invasiv nörogörüntüleme tekniği olup, bilişsel görev sırasında motor/görsel/işitsel uyarılarla korteksin fonksiyonel aktivitesini inceler. Kullandığımız cihazda 4 ışık kaynağı, 16 dedektör bulunmaktadır. Dedektörler sağ Prefrontal Korteks (PFK), sağ-orta PFK, sol-orta PFK ve sol PFK’yi göstermek üzere konumlandırılmaktadır. Çalışmamızda Stroop bilgisayar versiyonu kullanılmıştır. Stroop testi algısal kurulumu, değişen talepler doğrultusunda ve bir “bozucu etki” altında değiştirebilme becerisini; alışılmış bir davranış örüntüsünü bastırabilme ve olağan olmayan bir davranışı yapabilme yeteneğini ölçer. Testin bilgisayar versiyonunda; altta yazılan renk isminin rengi yukarıda yazılanla aynıysa sola aynı değilse sağ tuşa basılması istenir. Katılımcdan 3 sn. içerisinde cevap vermesi beklenmektedir. Kullanılan parametreler; Congruent(uyumlu), rengin renk ismiyle uyumlu olması; Incongruent(uyumsuz), rengin renk ismiyle uyumlu olmadığı; nötr ise yukarıda bu sefer renk isminin olmayıp, farklı renklerle yazılan ‘XXX’ sembolünün olmasıdır. Bulgular: Çalışma, üniversite öğrencisi/mezunu 13 sağlıklı gönüllüyle yürütülmüştür. Yaş ortalamaları 26,69’dur. Stroop bozucu etkisi (enterferans), hata sayısı ve bu üç koşul arasındaki süre farkıyla ölçülmüştür. Katılımcılar, en düşük doğru yanıtı incongruent koşulunda, en yüksek doğru yanıtı nötral koşulunda gösterdi. Doğru yanıtlar ve tepki süresi farkları arasındaki fark Friedman Anova testiyle incelendi. Doğru yanıtlar arasındaki fark anlamlıydı (p=0,01). Bu fark, nötralle incongruent arasındaydı (p=0,007); congruentla nötral arasında ise trend düzeyindeydi (p=0,065). Süre farkları arasındaki fark trend düzeyindeydi (p=0,066). Katılımcıların bilişsel bir test sırasındaki hemodinamik yanıtları, birey ve grup düzeyinde ‘Hiyerarşik Genel Lineer Model’ kullanılarak incelenmiş, Incongruent-Congruent, Incongruent-Nötral ve Congruent-Nötral enterferans koşulları için istatistiksel olarak anlamlı bölgeler belirlenmiş (z= 1,63; p<0,05); Bonferroni düzeltmesi yapılmıştır. Katılımcıların genel olarak %45’nde; oksijenli kan akımı aktivasyonu için bu enterferans koşullarının tümünde en yüksek hemodinamik yanıt orta kanallarda gözlenmiştir. Oksijensiz kan akımı aktivasyonu için, Incongruent-Congruent ve Congruent- Nötral enterferans koşullarında en yüksek hemodinamik yanıtın bilateral kanallarda olduğu gözlenirken; IncongruentNötral enterferans koşulunda orta kanallarda olduğu görülmüştür. Tartışma: Bulgularımız IYKAS’ın, Stroop bozucu etkisinin PFK’daki spesifik kognitif aktivasyonlarını ölçen bir ölçüm aracı olabileceğini göstermektedir. Anahtar Kelimler: IYKAS, Stroop Bozucu Etkisi, PFK PB 57 Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda Nöropsikolojik Fonksiyonlar ve Silik Nörolojik Bulgular Ayşe Nur İnci Kenar*, Hasan Herken** *Denizli Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Denizli **Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Denizli Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), nöropsikiyatrik bir bozukluk olup erişkinlerdeki prevalansı %1-4 arasındadır (1). Etyopatogenezinde; frontostriatal döngü üzerinde durulmaktadır (2). Psikiyatrik hastalıklardaki beyin fonksiyon bozukluklarının araştırılmasında kullanılan silik nörolojik belirtiler daha çok çocukluk çağı DEHB’de araştırılmıştır. Bu çalışmada, erişkin DEHB’ lilerin frontal bölge fonksiyonlarına duyarlı nöropsikolojik test performansları ve silik nörolojik belirtilerin araştırılması hedeflenmiştir. Metod: Çalışmaya DEHB tanısı almış olan 18-60 yaş arası 60 olgu ve 60 sağlıklı kontrol alındı. Her iki gruba Nörolojik Değerlendirme Ölçeği ve nöropsikolojik testler (Sayı dizleri, sözel bellek, stroop ve Wisconsin kart eşleme testi (WKET)) uygulandı. Nöropsikolojik testler vakaların 51’ine, kontrol grubunun 42’sine, nörolojik değerlendirme ise 59 vakaya ve 44 kontrol bireyine yapılabilmiştir. Bulgular: Erişkin DEHB grubunda sayı dizileri, sözel bellek ve stroop testlerinde kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük performans saptandı. WKET’de erişkin DEHB’liler ile kontrol grubu arasında farklılık bulunmadı. Silik nörolojik belirtilerde erişkin DEHB’ lilerde motor koordinasyon ve alt test maddelerinden başparmak opozisyonunda kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük performans saptanmıştır. Erişkin DEHB’ lilerde duyusal bütünleştirme alt testinde ve alt test maddelerinden işitsel görsel bütünleştirme ve dokunsal algının değerlendirildiği söndürmede kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük performans saptanmıştır. “Diğer” alt testlerinden bellek 5 dakika, sinkinezi ve bakışı sabit tutma güçlüğü alt test maddelerinde erişkin DEHB’lilerde kontrol grubuna göre düşük performans saptanmıştır. Sonuç: Çalışmamıza göre; erişkin DEHB’ lilerde, kavramsallaştırma ve sorun çözme becerilerinin iyi olduğu ancak basit dikkat sorunları, kodlama ve geri çağırmadaki sorunlara ikincil gelişen bellek sorunları ve öğrenme güçlüğü, tepki inhibisyonunda güçlük olduğu görülmektedir. Motor koordinasyonun frontal lob ve serebellumla, duyusal bütünleştirmenin ise parietal lob ile ilişkili olduğu düşünülmektedir (3). Çalışmamızda; erişkin DEHB’ lilerde motor koordinasyon, duyusal bütünleştirme, sinkinezi ve bakışı sabit tutmada düşük performans saptanmıştır. Sinkinezi, bakışı sabit tutma güçlüğü gibi göz hareketlerinde görülen sorunlar kranial sinir hasarından çok okulomotor koordinasyon bozukluğunu düşündürmektedir. DEHB’de görülen el hareketlerindeki beceriksizliği de içeren motor koordinasyon bozuklukları, frontal lobda, hareket ve dikkatin düzenlenmesinden sorumlu olan serebellumda, duyusal-motor alanın bulunduğu parietal lobda ve/veya bunların birbirleriyle bağlantısını sağlayan fronto-striatal yolaklarda bir işlev bozukluğu olduğunu düşündürmektedir. PB 58 Çocuk/Ergen ve Erişkin Yaş Gruplarında Yaşanan Cinsel İstismar Olaylarının Karşılaştırılması 1Serap Erdoğan Taycan, 2Ali Yıldırım, 3Feryal Çam Çelikel, 2Erdal Özer Gaziosmanpaşa Ünv. Tıp Fak. Psikiyatri AD, 2Gaziosmanpaşa Ünv. Tıp Fak. Adli Tıp AD, 3Gaziosmanpaşa Ünv. Tıp Fak. Psikiyatri AD Amaç: Cinsel istismar, erişkinlerin çocuk, ergen ya da bir diğer erişkini cinsel arzu ve gereksinimlerini karșılamak için güç kullanarak, tehdit ya da kandırma yolu ile kullanmasıdır. Çocuklukta cinsel istismara maruz kalma sıklığı %10-40 olarak bildirilmektedir. Cinsel istismarın nesnesi olarak genellikle kadın cinsiyetinin görüldüğü bilinmektedir. İstismarcı çoğunlukla çocuk ya da genç tarafından tanınan kişiler olmakta, az oranda da yabancılar tarafından gerçekleştirilen istismar vakalarına rastlanmaktadır. Bu çalışmada Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı tarafından Eylül 2010- Temmuz 2011 tarihleri arasında, istismara maruz kalmaları sebebiyle Psikiyatri Anabilim Dalı’ndan değerlendirilmesi istenen vakaların bilgilerine geriye dönük tarama ile ulaşılmıştır. Çocuk ve ergen vakalar ile erişkin vakaların çeşitli özelliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Mağdurun ve istismarın çeşitli özelliklerini değerlendirmeyi amaçlayan bir anket aracılığı ile konsültasyon notları geriye dönük olarak incelenmiştir. Bulgular: Eylül 2010- Temmuz 2011 tarihleri arasında cinsel istismar sonrası ruh sağlığının bozulup bozulmadığının değerlendirilmesi istenen 78 vakaya rastlanmıştır. 50 vaka 18 yaşın altında, 28’i ise 18 yaşın üzerindedir. 18 yaş altındakilerin kadın-erkek oranları %96’ya, %4 iken 50 yaş üzerinde bu oran %89.3’e %10.7 olarak bulunmuştur. İstismarcının yakınlığı, olayın yaşandığı yer, saldırının türü ve psikiyatrik değerlendirme sonucu konulan tanılar açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. Bununla birlikte çocuk/ ergen grubunda istismar olayının gerçekleştiği yere bakıldığında 1. sırada ev, 2. sırada kapalı alan (araç içi, araba, apartman boşluğu vb.), 3. sırada açık alan gelirken, erişkin istismarlarında 1. sırada kapalı alan, 2. sırada ev gelmektedir. Dikkati çeken bir diğer farklılık çocuk/ergen grubunda istismarcıların büyük çoğunluğu erkek arkadaşlardan oluşurken erişkinlerde ilk sırada kan bağı bulunmayan tanıdıklar (komşusu, köylüsü vb.) yer almaktadır. Tartışma ve Sonuçlar: Türkiye toplumunda diğer toplumlardan farklı olarak yasal yaş doldurulmadan yapılan evliliklerin genellikle gebelik sürecinde fark edilmesi sonucu adli vaka olarak değerlendirildiği görülmektedir. Bunun dışında çalışmada gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunamamıştır. Bu sonuç vaka sayılarının azlığından kaynaklanabilir. Çoğunluğun çocuk/ergen yaş grubu vakalardan oluşması ve istismarın bazı özelliklerinin erişkin grubunda farklılık göstermesi, özel ilgi gerektiren konulardır. PB 59 Aydın İlinde Bir Yıl İçerisindeki Tüm Çocuk ve Ergen Adli Olguların Değerlendirilmesi Hatice Aksu*, Sevcan Karakoç Demirkaya**, Börte Gürbüz*, Berk Gün*** *Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD,Aydın,Türkiye **Aydın Devlet Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, Aydın,Türkiye ***Adnan Menderes Üniversitesi Adli Tıp AD,Aydın,Türkiye Amaç: Bu çalışmada 2011 Temmuz-2012 Temmuz tarihleri arasında Aydın ilinde adli rapor istemi ile adli tıp ve çocuk ve ergen ruh sağlığı polikliniklerine (ÇERSAH) yönlendirilen tüm çocuk ve ergen adli olguların geliş nedenleri, sosyodemografik özellikleri, psikiyatrik tanıları, tedavi süreçleri, suç profili ile ilişkili özelliklerinin incelenmesi ve ilin bu yaş grubu için genel profilinin çıkarılması amaçlanmıştır. Yöntem: 2011 Temmuz- 2012 Temmuz tarihleri arasında Aydın il merkezi ve ilçelerinden adli rapor istemi ile Aydın Devlet Hastanesi ÇERSAH ve Adnan Menderes Üniversitesi ÇERSAH ve Adli Tıp Anabilim Dalı’na yönlendirilen çocuk ve ergen adli olguların tümünün verileri geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların sosyodemografik özellikleri, zeka düzeyleri, gönderilme nedenleri, iddia edilen suç türü, madde kullanım öyküleri, psikiyatrik tanıları, tedaviye başlama ve sürdürme oranları incelenmiştir. Sonuçlar: Aydın ilindeki tüm olguların(n=272) %42.3’ü kız(n=115), %57.7’si erkek(n=157) olup ortalama yaşın 13.46±2.3 olduğu saptanmıştır. Cinsel istismar mağduru olmak %31.3(n=85) oran ile en sık polikliniklere yönlendirilme nedeni olup bunu %28.6(n=77) ile hırsızlık, %9.7(n=26) ile yaralama suçları takip etmektedir. Cinsel istismar olgularının %77’sinin en az bir psikiyatrik tanı aldığı ve %50’sine medikal tedavi başlandığı; ancak %63’ünün tedavisini sürdürmediği saptanmıştır. İki yüz yetmiş iki olgudan 149’unun (%54.7) iddia edilen suçun hukuki anlam ve sonuçlarını algılama ve davranışlarını yönlendirme yeteneğinin bulunup bulunmadığı sorulmuş, ÇERSAH uzmanlarına yönlendirilen 33(%22.1) olgudan 22’sine(%66.6) bilmediği, 6(%18.1) olguya bildiği, 5(%15.1) olguya ise suçun hukuki anlamını bildiği ancak sonuçlarını yönlendirme yeteneğinin olmadığı şeklinde rapor düzenlemiş; adli tıp uzmanları ise değerlendirdikleri 116 olgunun hepsine (%100) bildiği şeklinde rapor düzenlemiştir. Tartışma: Yapılan benzer çalışmalar ile karşılaştırıldığında Aydın ilindeki cinsel istismar oranının daha yüksek çıkmasının nedeninin olguların bildirilme oranının yüksek olmasından kaynaklandığı düşünülmüştür. Psikiyatrik tedavi başlanan cinsel istismar olgularının %63’ünün tedavisini sürdürmediği tespit edilmiş olup tedavi devamlılığı için sağlık kurumları ve ilgili diğer birimler arasında işbirliği içerisinde yürütülecek yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. PB 61 Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Problem Çözme Becerilerinin Değerlendirilmesi *Gül Ergün, **Huriye Hakut,**Seda Çağlı,**Sinem Kaya, **Hamdullah Omay,**Özge Işıldar,**Ceyda Şenol,**Cemile Demirel *Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Burdur **Uşak Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü, Uşak Amaç: İnsan yaşamı çeşitli sorunlarla doludur. Eğitim süreleri boyunca ve meslek yaşamlarında hasta bireylerle çalışma imkânı bulan hemşirelerin çalışma yaşamlarında karşılaştıkları problemleri çözme konusundaki becerileri önemlidir. Problem çözme becerisi gelişmiş olan bir hemşire sağlık hizmetini çok daha profesyonel sağlayabilir. Bu çalışmanın amacı sağlık yüksekokulunda okuyan öğrencilerin problem çözme becerilerinin ilişkili olduğu bazı değişkenleri ortaya koymak ve problem çözme becerilerini ölçmek, bu konuda yeterli olup olmadıklarını belirlemektir. Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın evrenini bir Üniversitenin Sağlık Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan öğrencileri oluşturmuştur (N=330). Örneklem olarak Evrenin tamamına ulaşılması hedeflenmiştir ve 248 kişiye ulaşılmıştır. Araştırmaya katılımda gönüllülük ilkesi dikkate alınmıştır. Verilerin toplanması için araştırmacılar tarafından oluşturulan sosyodemografik sorular ve Problem Çözme Envanteri kullanılmıştır. Verilerin toplanması araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve örneklem grubunun birbirinden etkilenmesini önlemişlerdir. Verilerin değerlendirilmesi SPSS paket programında Yüzdelik, Frekans ve Ki-kare testleriyle yapılmıştır. Bulgular: Araştırmaya 248 kişi katılmıştır. Bunların 190’ı kadın, 58’i erkektir; 3’ü evli 245’i ise bekârdır. Katılımcıların sınıflara göre dağılımı ise; %26,6 1. sınıf, %27 2.sınıf, %23,4 3.sınıf ve %23 4.sınıf şeklindedir. Öğrencilerin genel anlamda kendini değerlendirmeleri istendiğinde; %48,8’i başarılı, %43,5’i kısmen başarılı, %4,8’i çok başarılı, %2,8’i ise başarısız bir birey olduğunu belirtmiştir. Örneklem grubunun %77,8’i herhangi bir sanat dalıyla ilgilenmezken; %22,2’si ilgilenmektedir. %68.1’i herhangi bir spor dalı ile ilgilenmezken; %31,9’u ilgilenmektedir. Katılımcıların Problem Çözme Envanteri Toplam Puan Ortalamaları 89,94 bulunmuştur. Tartışma ve Sonuçlar: Ölçekten en az 32, en fazla 192 puan alınabilmekte ve ölçekten alınan toplam puanların yüksekliği bireyin problem çözme becerileri konusunda kendini yetersiz olarak algıladığını göstermektedir. Buna dayanarak araştırmamızın sonucunda; hemşirelik öğrencilerinin ölçekten aldığı toplam puan ortalamasının (89.94) düşük olduğu ve öğrencilerin problem çözme düzeylerinin yeterli olduğu söylenebilir. PB 62 Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Öfke İfade Etme Biçimlerinin Değerlendirilmesi *Gül Ergün, **Şerife Aktaş,**Nergis Küçükfalay *Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Burdur **Uşak Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü, Uşak Amaç: Son zamanlarda okullarda artan şiddet olayları kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Bu bağlamda, okul şiddetinin önlenmesi ve okul güvenliğinin sağlanması için okul şiddetinin ortaya çıkmasında etkili olan faktörlerin anlaşılması önem kazanmaktadır. Şiddetin doğmasında önemli yeri olan öfke Bu faktörlerden birisidir. Bu çalışmanın amacı sağlık yüksekokulunda okuyan öğrencilerin öfke konusundaki duygu, düşünce ve tutumlarını belirlemektir. Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın evrenini bir Üniversitenin Sağlık Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan öğrencileri oluşturmuştur (N=330). Örneklem olarak evrenin tamamına ulaşılması hedeflenmiştir ve 235 kişiye ulaşılmıştır. Araştırmaya katılımda gönüllülük ilkesi dikkate alınmıştır. Verilerin toplanması için araştırmacılar tarafından oluşturulan sosyodemografik sorular ve Çok Boyutlu Öfke Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin toplanması araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir ve örneklem grubunun birbirinden etkilenmesini önlemişlerdir. Verilerin değerlendirilmesi SPSS paket programında yapılmıştır. Bulgular: Araştırmaya 235 kişi katılmıştır. Bunların 180’ı kadın, 55’i erkektir; 3’ü evli 232’si ise bekârdır. Katılımcıların sınıflara göre dağılımı ise; %29,4. sınıf, %26,4 2.sınıf, %28. 3.sınıf ve %16,2 4.sınıf şeklindedir. Öğrencilerin genel anlamda kendini değerlendirmeleri istendiğinde; %54’ü başarılı, %40,9’u kısmen başarılı, %4,7’si çok başarılı, %0,4’ü ise başarısız bir birey olduğunu belirtmiştir. Örneklem grubunun %77’si derse ait olmayan kitaplar okuduğunu, %23’ü ise okumadığını belirtmiştir. %31.9’u ilgilenmektedir. Katılımcıların ölçek puan ortalamaları; öfkeye ilişkin belirtiler 36.64; öfkeye yol açan etmenler grubunda; ciddiye alınmama 73.57, haksızlığa uğrama 69.10, eleştirilme 16.82, öfkeye ilişkin düşünceler grubunda; öfkesine yönelik düşünceler 20.42, diğerlerine yönelik düşünceler 20.74, kendine yönelik öfke düşünceleri 16.28, dünyaya yönelik öfke düşünceleri 10.93; öfkeyle ilişkili davranışlar grubunda; saldırgan davranışlar 32.67, kaygılı davranışlar 12.82, sakin davranışlar 32.67; kişilerarası tepkiler grubunda; intikama yönelik tepkiler 57.99, pasif-agresif tepkiler 33.63, içe dönük tepkiler 32.66, umursamaz tepkiler 7.87 şeklinde bulunmuştur. Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmanın sonucuna göre özellikle ergenlik dönemindeki öğrencilerden oluşan örneklem grubunun öfkelenme nedenlerinde ilk sırayı ciddiye alınmama almaktadır. Bu sonuç adölesan bireylerin beklenen davranış özellikleri ile örtüşmektedir. Katılımcıların öfkeyle ilişkili davranışlarında saldırgan ve sakin davranışlar benzer puanları almıştır. PB 64 Yönetici İşlevlere Yönelik Davranış Değerlendirme Envanteri - Erişkin Sürümü (BRIEF-A) Atomoksetin Etkileri 1. Lenard Adler, M.D.,Richard Rubin, M.D.,2. Jody Arsenault, Ph.D.,3. Todd M. Durell, M.D.; 4. Dustin D. Ruff, Ph.D.,4. David Williams3 ,5. Kübra Özbek 1.Departments of Psychiatry and Child and Adolescent Psychiatry, New York University, New York,ABD 2. The Vermont Clinical Study Center, Burlington, ABD 3. i3 Statprobe, Indianapolis,ABD, 4. Lilly USA, Indianapolis, ABD; 5 Lilly Türkiye Medikal Departman (Eli Lilly & Company adına sunumu gerçekleştirecektir) Amaç: DEHB olan genç erişkinlerde atomoksetin (ATX) tedavisinin plaseboya kıyasla Yönetici İşlevlere Yönelik Davranış Değerlendirme Envanteri – Erişkin Sürümü Kişisel Bildirim (BRIEF-A) üzerine olan etkilerini değerlendirmek. Yöntemler: DEHB olan genç erişkinler (18-30 yaş), bu Faz 4, çok merkezli, çift kör, plasebo kontrollü çalışmada 12 hafta boyunca ATX (20-50 mg BID, N=161) veya plasebo (N=167) almak üzere randomize edilmiştir. BRIEF-A , yönetici işlevleri farklı açılardan değerlendiren, 9 adet birbiri ile çakışmayan klinik ölçek içerisinde, kişinin kendisinin cevapladığı 75 maddeden oluşmaktadır. İki indeks skorun (Davranışsal Düzenleme İndeksi(BRI) ve Üstbiliş İndeksi, (MI)) birleşiminden bir genel skor (Global YöneticiPuanı, GEC) elde edilir. Aynı zamanda 3 geçerlilik ölçeği içerir: Negativite, Nadirlik ve İstikrarsızlık. Hastalar 3 puanlık bir Likert ölçeğinde davranışı değerlendirir (1=davranış hiç görülmez; 3= davranış sıklıkla görülür). BRIEF-A’da başlangıçtan 12. hafta sonlanım noktasına kadarki ortalama değişiklikler bir ANCOVA modeli (terimler; başlangıç skoru, tedavi, araştırıcı) kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Başlangıçta GEC, BRI, veya MI T-skorları ≥60 olan hasta yüzdeleri arasında anlamlı fark bulunmamaktadır (p>.556). Engelleme, yöneltme, kendini izlem, başlama, çalışma hafızası, planlama/organize olma ve görev izlem alt ölçeklerinde plaseboya kıyasla ATX grubunda istatistiksel olarak anlamlı iyileşme görülürken (p<0,05); materyallerin organizasyonu ve duygusal kontrol alt ölçeklerinde anlamlı fark görülmemiştir. Ek olarak, GEC, BRI ve MI bileşik skorlarında plaseboya kıyasla ATX grubunda istatistiksel olarak daha fazla iyileşme görülmüştür. Sonuç: BRIEF-A alt ölçeklerindeki değişimlerle ölçülen yürütücü işlevlerde, ATX grubunda plasebo grubuna kıyasla anlamlı derecede daha fazla iyileşme gözlenmiştir. PB 65 Boşanmak İçin Başvuran Aile Özelliklerinin ve Boşanma Gerekçelerinin İncelenmesi: Fethiye Örneği Sibel COŞKUN*, Kader ŞARLAK* *Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Fethiye Sağlık Yüksek Okulu Amaç: Boşanma aile bireylerini etkileyen travmatik bir süreçtir. Türkiye istatistik kurumu; evlenen her beş çiftten birinin boşandığını, ilk sırada ege bölgesinin yer aldığını rapor etmektedir. Fethiye ise son yıllarda en çok boşanmanın olduğu ilçe olarak öne çıkmaktadır ve 2011 yılında 1512 evlenme 408 boşanma gerçekleştiği belirtilmektedir. Muğla ili Fethiye ilçesinde gerçekleştirilen kesitsel, retrospektif ve tanımlayıcı nitelikteki bu çalışmada boşanmak için başvuran aile özelliklerinin ve boşanma gerekçelerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Gerekli kurumsal izinler alınarak, Fethiye Adliyesi’nde Ocak-Haziran 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen çalışmada, 2010 yılında asliye hukuk mahkemelerine başvurularak açılan boşanma davalarına ait dosyalar retrospektif olarak incelenmiştir. Toplam 611 boşanma dava dosyası evreni oluşturmakta olup, evren dahilinde olan fakat eşlerin takipsizliği veya feragat nedeniyle kapanan dosyalar gerekli bilgileri kapsamadığından çalışma kapsamına alınmamıştır. Veri toplama aşamasında iken arşiv numaralandırma sisteminde yapılan değişiklik nedeniyle tüm dosyalara ulaşılamamış, çalışma ulaşılabilen 336 dosya üzerinden gerçekleştirilmiştir. "Anlaşmalı" olarak adlandırılan boşanma davası dosyalarının genelinde boşanma gerekçesinin "aile birliğinin temelden sarsılması" olarak ifade edildiği, ayrıntılı gerekçe, iddia ve delillerin daha çok "çekişmeli" olarak adlandırılan dava dosyalarında yer aldığı belirlenmiştir. Bulgular: İncelenen davaların %60.1’i kadın tarafından açılmıştır ve %63.1’i anlaşmalı boşanma davası niteliğindedir. Kadın yaşı X=36.51±11.56, erkek yaşı X=40.87±12.33 olarak saptanmıştır ve çiftlerin %8.6’sında eşlerden biri yabancı uyrukludur. Çiftlerin evlilik yılı incelendiğinde; % 6.0’ı bir yıldan az, %20.5’i 1-3 yıl, %21.4’ü 4-6 yıl, %18.2’si 7-9 yıl, %19’u 10-20 yıl arası ve % 14.9’u 20 yıl üstüdür. Çocuk durumu incelendiğinde %63.7’sinde müşterek çocuk olup, örneklemin % 43.7’sinde çocuk/lar 18 yaşından küçük, %18.6’sında ise çocuk/lar reşit yaştadır. En küçük çocuğun yaşı ise X=5.93±4.10 olarak saptanmıştır. 18 yaş altı çocuk olan ailelerin %69.2’sinde velayet anneye verilmiş olup, bunların ise sadece %49.6’sında nafaka talep ve/veya onayı olduğu dikkati çekmektedir. Örneklemde 124 adet olan çekişmeli nitelikteki dava dosyası incelendiğinde ise; %66’9’unun kadın tarafından açıldığı, %16.1’inin halen devam ettiği görülmektedir. Bu dosyalarda yer alan boşanma gerekçeleri incelendiğinde ise; %48.4’ünde kavga/hakaret, %38.7’sinde psikolojik şiddet, %36.3’ünde ayrı yaşama/fiziki ayrılık süreci, %29.8’inde kadına yönelik fiziksel şiddet, %19.4 maddi sorunlar, %18.5’inde aldatma/zina, %12.9’unda alkol/madde bağımlılığı yer almaktadır. Bölgede aile danışmanlığı hizmetlerine önem verilmesinin gerekli olduğu düşünülmektedir. PB 66 Psikiyatrik ve Adli Yönleriyle Bezdiri (Mobbing) Olgularına Yaklaşım *Hatice Sodan Turan,*Celaleddin Turgut,**Ömer Turan,** Servet Yana,l**Ümit Biçer,*A.Tamer Aker *Kocaeli Üniversitesi Psikiyatri AD. **Kocaeli Üniversitesi Adli Tıp AD. Amaç: Mobbing (bezdiri); çoğunlukla işyerinde karşılaşılan yaş, ırk, cinsiyet gibi herhangi bir ayrımcılık olmadan, taciz, rahatsız etme ve kötü davranış yoluyla herhangi bir kişiye yönelik duygusal saldırganlık olarak tanımlanmıştır (1). Bezdiriye bağlı olarak gelişen patolojileri değerlendirmek için ruhsal belirtilerin işyerinde yaşanan olumsuzluklarla ilişkilendirilmesi ve nedensellik bağının kurulması gerekmektedir (2). Bu çalışmada iki olgunun ruhsal ve yasal değerlendirilmelerinin tartışılması amaçlanmıştır. Olgu 1: AA., kırklı yaşlarda, evli ve işçi, iş yerinde yaşadığı bezdiri olayının neden olduğu sorunların saptanması için Adli Tıp Polikliniğine başvurmuş. Yirmi yıldır çalıştığı iş yerinde son beş yıldır üstleri tarafından baskı ve haksızlığa maruz kalma, hakaret edilme, küçük düşürülme, tehdit edilme, iftira atılma, bedensel engeli olmasına rağmen yapamayacağı işleri verme gibi davranışlarla karşılaştığını belirtmiştir. İşten çıkarılması sonucunda, çökkünlik belirtilerinin yanı sıra, kovulma anını hatırlama, yaşadığı baskıları aklından çıkaramama, tıbbi ve toplumsal durumunda kötüleşme yakınmaları olmuş. Psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda DSM IV-TR’ye (4) göre eksen 1’de major depresif bozukluk, eksen 3’te lomber disk hernisi, eksen 4’te ise iş yerinde yaşadığı psikolojik şiddet saptanmıştır. Olgu 2: AB, otuzlu yaşlarda, arama kurtarma biriminde görevli olarak çalışıyor. İş yerinde bezdiriye maruz kaldığını iddia ederek Adli Tıp Polikliniğine başvurmuş.İşyerinde keyfi yer değişikliği ve çalışma saatlerinde uygun olmayan düzenlemeler yapılmış. Bu uygulamalar sonrası kişi işyerine giderken başına kötü bir şey geleceğine dair kaygı ve iç sıkıntısı yaşamaya başlamış. İş arkadaşlarının kendisinden kaçtığı, kendisiyle birlikte görünmek istemediğini, saygınlığının azaldığını ve “kaybeden” olduğunu düşünmeye başlamış.Mevcut belirti ve bulgular sonrası DSM IV-TR’ye (4) göre tanısı “Uyum Bozukluğu, karmat tip” olarak belirlenmiştir. Sonuç: Saptanan belirti ve bulguların iddia edilen bezdiri süreciyle olan ilişkisi incelenmiştir. Bu ilişkide zamansal birliktelik ve içerik benzerliği üzerinde durulmuştur.Yaşanılan ruhsal sorunların kişilerin maruz kaldıklarını iddia ettikleri bezdiri olayı ile ilgili olduğu kanaatine varılmıştır. Tartışma: Bezdiri ve sonuçları psikiyatrinin önemli bir gündemi olmaya başlamıştır. Bu konudaki artan farkındalık tedavi ve yasal değerlendirme amaçlı başvuruları artırmaktadır. Değerlendirmelerin daha sağlıklı yapılabilmesi için genel kabul gören tanım ve ölçütlerin geliştirilmesine, bezdiriye ilişkin ruhsal sorunların tanımlanmasına ve yol gösterici ilkelerin geliştirilmesine gereksinim vardır. Kaynaklar: 1. “İşyerinde Psikolojik Taciz (Mobbing) ve Çözüm Önerileri Komisyon Raporu” (2011), http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/komisyon_rapor_no_6.pdf adresinden 11.08.2012 tarihinde indirilmiştir. 2. .Leymann H (1996), “The Content and Development of Mobbing at Work”, Eur J Work Organ Psychol, 5 (2):165-184. 3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders i Fourth Edition, Text Revision (DSM-IV-TR). Washington, DC: American Psychiatric Association; 2000 PB 67 Bir İlçe Devlet Hastanesi Çalışanlarında Tükenmişlik Birmay Çam Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği Giriş ve Amaç: Tükenmişlik, kişilerin mesleğin anlam ve amacından kopması, hizmet götürdüğü insanlarla ilgilenemiyor oluşu yada aşırı stres ve doyumsuzluğa tepki olarak kendini psikolojik olarak işinden geri çekmesi olarak tanımlanan işyeri kaynaklı bir sendromdur(1).Yaygınlığı %10 ile %50 arasında bildirilmektedir(2).Türkiye’de 7255 sağlık çalışanı ile yapılan bir çalışmada pratisyen hekimler ve hemşirelerde duygusal tükenme ve duyarsızlaşma puanları en yüksek bulunmuştur(3).Tükenmişlik, iş kaybı, hizmet kalitesinde düşme, iş veriminde azalma yanısıra depresyon, alkol madde kullanımı, uyku sorunları, cinsel problemler, psikosomatik hastalıklar, ilişki sorunları ve kardiyovasküler hastalıklara neden olabilmektedir. Tükenmişlik sendromunun ortaya çıkmasında kişilik özelliklerinden çok içinde bulunulan iş koşulları daha önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmada Balıkesir Gönen Devlet Hastanesinde çalışan sağlık personelindeki tükenmişlik düzeyini ve bunu etkileyen faktörleri belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya hastanede çalışan ve çalışmaya katılmaya gönüllü olan 131 kişi alındı. Sosyodemografik bilgi formu ve Maslach tükenmişlik ölçeği uygulandı. Veriler spss v.15.0 paket programında değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 131 kişi katıldı. Evlilerde(p=0.023), üniversite mezunu olanlarda (p=0.029), kurumda çalışmaktan memnun olmayanlarda(p= 0.001), kurumdan ayrılmayı düşünenlerde(p=0.001) duygusal tükenmişlik anlamlı düzeyde yüksek idi. Haftalık çalışma süresi ile duygusal tükenmişlik arasında pozitif ilişki vardı(r=0,182, p=0,039). Evli olmak (p=0.002), kurumda çalışmaktan memnun olmamak(p=0.003), kurumdan ayrılmayı düşünmek (p=0.000) duygusal tükenmişliğin öngörücüleri olarak saptandı. Çocuğu olmayanlarda (p=0.041), kurumda çalışmaktan memnun olmayanlarda(p=0.022), kurumdan ayrılmayı düşünenlerde(p=0.025) duyarsızlaşma anlamlı düzeyde yüksekti. Duyarsızlaşma ile meslekte geçirilen süre arasında negatif ilişki saptandı(r=-0,190, p=0,032). Kişisel başarı düzeyi kurumdan ayrılmayı düşünenlerde anlamlı düzeyde düşük(p=0.037) tü ve kurumdan ayrılmayı düşünme kişisel başarı düzeyinin yordayıcısı olarak bulundu(p=0,037). Cinsiyet, meslek, yaş ve fiziksel ruhsal hastalık varlığı ile tükenmişlik arasında ilişki yoktu. Sonuç: Çalışma süreleri ve işyeri koşullarının düzeltilmesi ve tükenmişliğin farkında olmak önem taşımaktadır. Kaynaklar: 1- Kaçmaz N(2005)Tükenmişlik (Burnout) sendromu.İst Tıp Fak Derg,68:29-32. 2- Brand S, Holsboer-Trachsler E(2010)The burnout syndrome--an overview.Ther Umsch.Nov;67(11):561-5. 3- Ergin C(1996)Maslach Tükenmişlik Ölçeği’nin Türkiye sağlık personeli normları.3P Dergisi,4:28-33. PB 68 Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nda Atomoksetin Tedavisi: Naturalistik Bir Örneklemin Retrospektif Değerlendirmesi Özgür Öner*, Pınar Öner*, Esra Çöp*,Mehmet Şahin*, Halil Kara*, Miray Akıncı*, Kerim Munir** *Dr Sami Ulus EAH, Çocuk Ergen Psikiyatrisi, Ankara. **Harvard Medical School, Children's Hospital, Boston Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisinde yer alan stimulan olmayan tedavilerden birisi de atomoksetindir. Atomoksetin potent bir norepinefrin geri alım inhibitörüdür ve dopamin üzerine anlamlı etkisi bulunmamaktadır. Atomoksetinin plasebodan etkili olduğunu gösteren birçok çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, natüralistik bir izlem ortamında atomoksetinin etkinlik ve yan etki profilinin geniş bir klinik populasyonunda incelenmesidir. Yöntem: 168 çocuk ve ergen DEHB olgusunun 6-8 haftalık dönemde atomoksetin tedavisine verdikleri yanıt incelenmiştir. Klinisyen tarafından doldurulan global klinik izlenimde tedaviyle değişim, anne- baba ve öğretmen Conners ölçeklerindeki hiperaktivite, dikkat eksikliği, davranım sorunları ve toplam puanlarındaki değişim, ve daha küçük bir alt grupta (n=58) Trail-Making-Test (TMT-A) ve WISC-R Şifre alt testindeki değişim incelenmiştir. Yan etkiler UKU yan etki ölçeği ile değerlendirilmiştir. Ayrıca DEHB alt tipi, Karşıt Olma Karşı Gelme/Davranış Bozukluğu, Öğrenme Güçlükleri, Kaygı Bozukluklarının varlığının ve mg/kg olarak ilaç dozunun tedavi üzerine olan etkileri incelenmiştir. Sonuçlar: Tedaviye herhangi bir yanıt (CGI düzelme 3 ya da daha iyi) olanların oranı %73.8, tedaviye iyi yanıt verenlerin oranı (CGI 1 ya da 2) ise %45.2 olarak saptanmıştır. Tedaviye herhangi bir yanıt verme ile DEHB alt tipi ve eşhastalanım arasında bir ilişki bulunmazken, KOKG/DB olanların tedaviye “iyi” yanıt verme olasılığı daha düşük bulunmuştur (%52.7’ye karşılık %36.4, x2=4.5, p=0.04). Mg/kg olarak ilaç dozu tedaviye “iyi” yanıt verme ile ilişkili değilken, tedaviye “herhangi” yanıt verenlerin aldığı ilaç dozu hiç yanıt vermeyenlerden ortalama olarak daha yüksek bulunmuştur (F=3.9, p=0.05). Tedavi ile anne baba ve öğretmen ölçek puanları anlamlı olarak düşmüş (anne baba davranım sorunları puanı p=0.04, diğerleri p<.001), TMT-A ve WISC-R Şifre puanları ise anlamlı olarak yükselmiştir (p<0.001). Olguların yarısından fazlasında herhangi bir yan etki görülürken az sayıda olguda yan etkilerden ötürü tedavi değiştirilmek zorunda kalınmıştır. Tartışma: Atomoksetin tedavisi DEHB’de etkin ve genel olarak kabul edilebilir yan etkilere sahip bir tedavi şekli olarak ortaya çıkmaktadır. DB olan olgular tedaviye daha az olumlu yanıt veriyor olabilir. Tedaviye hiç yanıt vermeyen olgularda ilaç dozu gözden geçirilmelidir. Bilişsel testlerdeki düzelmenin öğrenmeyle ilişkili olabileceği akılda tutulmalıdır. PB 69 Ağrı İlindeki Sağlık Çalışanlarının Şiddete Maruz Kalma Durumları Mahmut Bulut,¹ Sultan Berk Halmatov,2 Yasin Bez,3 Mehmet Cemal Kaya,3 Mehmet Güneş,3 Abdullah Atli,3 Aytekin Sır,3 1.Patnos Devlet Hastanesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ağrı Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Diyarbakır 2.Atatürk Ünviversitesi Eğitim Fakültesi, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümü , Erzurum 3.Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Diyarbakır. Giriş: Şiddet “Kişinin kendisine ya da başka birisine, bir gruba ya da topluma karşı fiziksel gücünü istemli olarak kullanması ya da tehdit etmesi” olarak tanımlanmaktadır (1). Türkiye’de 2008 yılı itibarı ile 113.151’i hekim olmak üzere toplam 389.494 sağlık personeli (hemşire, ebe, sağlık memuru, diş hekimi ve eczacı) olmasına rağmen sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusunda yapılmış çalışma sayısı çok azdır(2). Biz bu çalışmada Ağrı ilindeki sağlık çalışanlarına yönelik şiddet olaylarının sıklığını araştırmayı amaçladık. Yöntem ve Gereçler: Ağrı ilinde bulunan sağlık çalışanlarına, şiddete maruz kalınıp kalınmadığını, şiddete maruz kalındıysa şiddetin tipinin ne olduğu gibi bilgileri içeren bir anket hazırlanarak Ağrı İl Sağlık Müdürlüğü tarafından Ağrı ilindeki tüm devlet hastanelerine gönderildi. Anketi gönüllü olarak dolduran 567 olgu çalışmaya dahil edildi. Bulgular: Olguların %46’sı(n=261) erkek, %54’ü(n=308) bayandı. Olguların %9,5’i(n=56) hekim, %28’ (n=159) hemşire, %10,4’ü(n=59) ebe, %9,9’u(n=56) sağlık memuru, %3,5’i(n=20) diş hekimi ve %38,1’i(n=216) ise diğer yardımcı sağlık personelinden(güvenlik, tıbbi sekreter, teknisyen vs.) oluşmaktaydı. Olguların %62,5’i(n=354) çalışma hayatları boyunca, %49,4’ü(n=280) ise son bir yılda en az bir kez şiddet olayına maruz kalmıştı. Sözel saldırıya uğrayanların oranı %36,7(n=208), fiziksel saldırıya maruz kalanların oranı %1,4(n=8), hem sözel hem de fiziksel saldırıya uğrayanların oranı %14,8(n=84) ve hangi tür saldırıya maruz kaldığını belirtmeyenlerin oranı ise %10,6(n=60) idi. Tartışma ve Sonuçlar: Sağlık çalışanlarının şiddete uğrama riskinin diğer hizmet sektörü gruplarına göre 16 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Yapılan çalışmalarda sağlık çalışanlarının %25-88’inin son bir yılda şiddete maruz kaldığı tespit edilmiştir(3). Çalışmamızın sonuçları literatürle uyumluydu(%49,4). Ülkemizde sağlık çalışanlarına yönelik şiddet konusunda yapılan çalışmalar yeterli düzeyde değildir. Şiddetin nedenleri ve risk gruplarına yönelik çalışmalar yapılması, şiddetin önlenmesi yönünde daha etkin programlar geliştirilmesine yardımcı olacaktır. Kaynaklar: 1) Krug EG et al. World report on violence and health. Geneva,World Health Organization, 2002. 2) www.tuik.gov.tr 3)Ayrancı Ü, Yenilmez Ç, Günay Y, Kaptanoğlu C. Çeşitli sağlık kurumlarında ve sağlık meslek gruplarında şiddete uğrama sıklığı. Anadolu Psikiyatri Dergisi; 2002;3:14-54 PB 70 Bir Üniversite Hastanesinde Yatan Hastalardan İstenen Psikiyatri Konsültasyonlarının Değerlendirilmesi Melek Cengiz, Özge Saraçlı, Hasret Ozan Keser, Nuray Atasoy, Levent Atik Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Amaç: Fiziksel hastalığı olanlarda ruhsal bozukluklar sağlıklılara göre daha sık görülmektedir. Genel nüfusta ruhsal bozuklukların yaygınlığı %16 iken, fiziksel hastalığı olanlarda %21-26 arasında bulunmuştur. Bunların çoğunluğunu madde kötüye kullanımı, duygudurum ve anksiyete bozuklukları oluşturmaktadır. Bu çalışmada hastanemizde psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların klinik ve demografik özellikleri, isteyen klinik, isteme nedenleri, psikiyatrik tanı ve tedavilere göre dağılımı incelenmiştir. Yöntem: Bu araştırma 01/03/2012 ve 30/04/2012 tarihleri arasında Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatarak tedavi gördüğü süreçte psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların sosyodemografik bilgileri, konsültasyonu isteyen klinikler, fiziksel tanıları, konsültasyonun istenme nedeni, konulan psikiyatrik tanılar ve verilen tedaviler ile ilgili bilgilere dosyalardan geriye dönük olarak ulaşılarak yapılmıştır. Bulgular: Çalışmamızın yapıldığı iki aylık süre içinde hastanemizde yatarak tedavi gören (n=8871) hastaların %2.5’inden psikiyatri konsültasyonu istenmiştir. Psikiyatri konsültasyonu istenen 224 hastanın %51.3’ü (n=115) erkek, %48.7’si (n=109) kadın, yaş ortalaması 51,44±22 (5-87) idi. Hastaların %60.3’ü evli, %22.3’ü dul veya boşanmış, %17.4’ü bekar, %49,6’sı işsiz veya ev hanımı, %23,2’si emekli, %50’si ilkokul, %32’si ortaokul-lise mezunu olduğu görüldü. Konsültasyonların %59.8’i dahili branşlardan, %40.2’si cerrahi branşlardan istenmişti. Dahili branşlar arasında FTR ve endokrin, cerrahi branşlar içinde ise anestezi ve ortopedi en sık konsültasyon isteyen kliniklerdir. Konsultasyon istem yazılarına bakıldığında; hastaların % 25.9’unun tarafınızca değerlendirilmesi istemiyle herhangi bir neden belirtilmeden konsulte edildiği, %14.7’sinin anksiyete, %10.3’ünün duygudurum bozukluğu ve %10.3’ünün suicid girişimi, % 8’inin ajitasyon, %7.6’sının gece uyuyamaması nedeni ile konsulte edildiği saptandı. Hastaların psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda konulan tanılar arasında en sık %26.8 duygudurum bozuklukları, %22.8 organik mental bozukluklar, %21.9 anksiyete bozuklukları yer almaktadır. Olguların %9.8’inde herhangi bir psikiyatrik bozukluk tanısı konulmadığı görülmüştür. Konsulte edilen hastaların %74.1’ine psikiyatrik ilaç önerilmiştir. Tartışma Çalışmamızda dahili branşlarda konsültasyon isteme oranı cerrahi branşlardan yüksektir. Psikiyatri konsültasyonu istenen hastaların %90.2’sinde en az bir ruhsal patoloji saptanmış ve hastaların % 74.1’ine psikiyatrik tedavi önerilmiştir. Fiziksel hastalığı nedeniyle yatan hastalarda konsültasyon hizmeti sayesinde psikiyatrik değerlendirme ve müdahale fırsatı sağlanmaktadır. PB 71 Dehb Tanılı Çocukların Ebeveynlerinde DEHB ile SNAP-25 Gen Polimorfizmlerinin İlişkisi Ozan Pazvantoğlu, Sezgin Güneş, Koray Karabekiroğlu, Zeynep Yeğin, Gökhan Sarısoy, Işıl Zabun Korkmaz, Seher Akbaş, Ömer Böke, Hasan Bağcı, Ahmet Rifat Şahin Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Giriş ve Amaç: Sinaptozomal-ilişkili protein-25 (SNAP-25), sinaptik iletim ve plastisite mekanizmalarında merkezi role sahip bir proteindir. Yakın tarihli bir metaanalizde, çocukluk çağı dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ile bu proteini kodlayan genin rs3746544 polimorfizmi arasında anlamlı, rs1051312 arasında ise nominal ilişki bildirilmiştir(1).Birden fazla bireyinde DEHB tanısı (ailesel DEHB) olan ailelerde DEHB için genetik yüklülüğünün daha fazla olduğu bilinmektedir(2). Bu çalışmanın amacı, DEHB'li çocukların ebeveynlerinden oluşan genetik olarak yüklü bir erişkin örnekleminde DEHB ile SNAP-25 geninin iki polimorfizmi (rs3746544, rs1051312) arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Yöntem: En az bir DEHB'li çocuğa sahip 228 ebeveyn ve kendilerinde ve çocuklarında DEHB olmayan sağlıklı kontrol (SK) grubu (n=109) çalışmaya dahil edildi. Ebeveynlerin 108'i yaşamlarının hiç bir döneminde DEHB tanısı almazken (No-DEHB), 120'si ya çocukluk dönemlerinde ya da halen DEHB tanısına sahipti. Katılımcılardan alınan periferik kan örneklerinde SNAP-25 gen polimorfizmleri (rs3746544, rs1051312) çalışıldı.Gruplar arasında alel frekansları ve alel varlığı oranları ki-kare testi ile karşılaştırıldı. Bulgular: Hem DEHB hem de No-DEHB grubu SNAP-25 geni rs3746544 polimorfizmi alel frekansı açısından SK grubuna göre anlamlı farklılık gösterdi (sırasıyla; p=0.009, x2=6.884, OR=1.30; p=0.017, x2=5.745, OR=1.25). Her iki ebeveyn grubu da SK grubuna göre daha fazla oranda T alleline sahipti (sırasıyla; p=0.0001, x2=16.206, OR=2.53; p=0.001, x2=10.641, OR=2.05). Ebeveyn grupları arasında ise alel frekansı ve alel varlığı oranları açısından anlamlı farklılık bulunmadı. Öte yandan rs1051312 polimorfizmi alel frekans ve oranları gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi. Sonuçlar: SNAP-25 geni rs3746544 polimorfizmi DEHB tanısından ziyade DEHB'li çocuğa sahip olma ya da bir diğer deyişle genetik olarak yüklü olma ile ilişkili olabilir.Bu polimorfizme ait T aleli bu yüklülük için risk aleli gibi görünmektedir.Buna karşın riskli bireylerde diğer genetik ya da genetik dışı faktörlerin katkısıyla DEHB geliştiği, bu faktörler yoksa bu yüklülüğün fenotipe yansımadığı düşünülebilir.Çalışmamızın sonuçları rs1051312 polimorfizmi ile DEHB ilişkisini desteklememiştir. Kaynaklar: Gizer IR, Ficks C,Waldman ID. Candidate gene studies of ADHD: a meta-analytic review. Hum Genet 2009;126:51–90 Franke B,Faraone SV, Asherson P et al.The genetics of attention deficit/hyperactivity disorder in adults, a review.Molecular Psychiatry;2011:1–28.2011.Nov 22.doi: 10.1038/mp.2011.138. PB 72 Çanakkale İlinde Son 1 Yılda Hekime Yönelik Saldırıların Değerlendirilmesi: Bir Anket Çalışması Sedat Yelpaze, Mehmet Nezir İşleyen, Kadir Arslan, Emel Peker, Elif Karaahmet, Kürşat Altınbaş Giriş: Sağlık ortamında hekime ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin son yıllarda artış gösterdiği düşünülmektedir. Sağlık çalışanlarının şiddete uğrama riskinin diğer hizmet sektörü gruplarına göre kat kat daha fazla olduğu bildirilmektedir. Günümüze kadar birçok çalışmada sağlık alanındaki fiziksel ve sözel saldırılar farklı açılardan işlenmiş olmasına rağmen; ülkemizde bu alanda yapılmış araştırma sayısı kısıtlıdır. Biz de buradan hareketle, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi ve Çanakkale Devlet Hastanesi’nde çalışan hekimlerine yönelik saldırıları birçok yönden incelemeyi amaçladık. Yöntem: Araştırmacılar tarafından hekimlerin son 1 yılda uğradığı saldırıları baz alınarak hazırlanan anket formları , Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışmakta olan araştırma görevlisi ve öğretim üyeleri ile Çanakkale Devlet Hastanesi'nde çalışmakta olan uzman hekimlere dağıtılmıştır. Anket doldurmayı kabul eden 130 kişiden elde edilen veriler SPSS'e girilerek tanımlayıcı istatistikler ve grupların sayısal değişkenlerinin karşılaştırmasında normal dağılım gösterenler için bağımsız grupların t-testi, normal dağılmayanlar için Mann Whitney-U testi kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılanların %64.6’sı (n=84) erkek, %76.2’si evli(n=99), yarısı (n=65)dahili branşlarda, %65.4’ü (n=85) üniversite hastanesinde, %58.5’i(n=76) uzman/yard.doç. konumunda çalışıyordu. Katılımcıların yaş ortalaması 36.7±8.3 (ortanca 35 yıl) idi. Cinsiyet dağılımı dahili-cerrahi bilimler(p=0.42), asistanuzman(p=0.82) ve devlet-üniversite hastanesi(p=0.46) arasında karşılaştırıldığına anlamlı farklılık saptanmadı. Hekimlerin %59.2’si (n=77) son bir yıl içinde en az bir kez sözel ve/veya fiziksel saldırıya uğradığını bildirmişti. Araştırma görevlisi-uzman/öğretim üyesi(p=0.08); dahili-cerrahi birimler(p=0.48) ve devlet-üniversite(p=0.32) hastanelerinde saldırıya uğrama oranları benzerdi. Saldırganların büyük çoğunluğu hasta yakınlarından oluşmaktaydı(sözel saldırı %40.8, n=31). Sözel saldırılar büyük oranda poliklinik odalarında gerçekleşmişken(%61.5); fiziksel saldırıların yarısı(n=3) acil servislerde gerçekleşmişti. Hekimlerin büyük bir çoğunluğu uğradıkları saldırıların en önemli nedeni olarak kötü sağlık politikalarını görmekteydi(%83.3,n=65) ve neredeyse hepsi hekime yönelik şiddetin son yıllarda arttığını düşünmekteydi (%97.4). Tartışma: Toplumda yaygınlaşma eğilimi gösteren şiddet, sağlık sektörünü de ciddi bir biçimde etkilemektedir. Hekimlerin önemli bir bölümünün cinsiyet, çalıştıkları kurum ve konumdan bağımsız olarak, saldırılardan benzer oranda etkilenmesi ve uygulanan sağlık politikalarını var olan şiddet ortamının sorumlusu olarak görmesi oldukça çarpıcıdır. Bu alanda, daha geniş örneklem ile daha kapsamlı, ülke genelinde yapılacak çalışmaların, bu sorunun çözümüne ilişkin çıkış yolları sağlayacağını düşünmekteyiz. Kaynaklar: Adaş E, Elbek O. Hekimlere Yönelik Şiddet Üzerine Bir Değerlendirme. Toplum ve Hekim.2008;23:2:147-160 Altınbaş K, Altınbaş G, Türkcan A, Oral Et, Walters J. A survey of verbal and physical assaults towards psychiatrists in Turkey.Int J Soc Psychiatry. 2011;57(6):631-6. Ayrancı Ü, Yenilmez Ç, Günay Y, Kaptanoğlu C. Çeşitli Sağlık Kurumlarında ve Sağlık Meslek Gruplarında Şiddete Uğrama Sıklığı. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2002; 3:147-154. PB 73 Sağlık Yüksekokulu Öğrencilerinin Sosyal Beceri Düzeylerinin Değerlendirilmesi *Gül Ergün, **Seda Çağlı, **Huriye Hakut, **Sinem Kaya,**Ceyda Şenol, **Cemile Demirel,**Özge Işıldar,**Hamdullah Omay *Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sağlık Yüksekokulu, Burdur **Uşak Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Hemşirelik Bölümü, Uşak Amaç: İnsan kişiler arası iletişim gereği ilişki kurduğu insanların duygularını, düşüncelerini de anlamak ister. Bu da bireyin bir takım becerilere sahip olmasıyla mümkündür. Bu davranışlar genel olarak sosyal beceri olarak adlandırılmaktadır. Hemşirelik bölümü öğrencilerinin sağlık hizmeti verirken danışanla terapötik iletişim kurmaları son derece önemlidir. Bu çalışmanın amacı sağlık yüksekokulunda okuyan öğrencilerin sosyal beceri düzeylerini değerlendirmek ve bu konuda yeterli olup olmadıklarını belirlemektir. Yöntem ve Gereçler: Çalışmanın evrenini bir Üniversitenin Sağlık Yüksek Okulu Hemşirelik Bölümünde okuyan öğrencileri oluşturmuştur (N=330). Örneklem olarak evrenin tamamına ulaşılması hedeflenmiştir ve 248 kişiye ulaşılmıştır. Araştırmaya katılımda gönüllülük ilkesi dikkate alınmıştır. Verilerin toplanması için araştırmacılar tarafından oluşturulan sosyodemografik sorular ve Sosyal Beceri Envanteri kullanılmıştır. Verilerin toplanması araştırmacılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Verilerin değerlendirilmesi SPSS paket programında yapılmıştır. Bulgular: Araştırmaya 248 kişi katılmıştır. Bunların 190’ı kadın, 58’i erkektir; 3’ü evli 245’i ise bekârdır. Öğrencilerin genel anlamda kendini değerlendirmeleri istendiğinde; %48,8’i başarılı, %43,5’i kısmen başarılı, %4,8’i çok başarılı, %2,8’i ise başarısız bir birey olduğunu belirtmiştir. Örneklem grubunun %10,9’u sigara kullanırken, %89,1’i kullanmamaktadır. %9.3’ü alkol kullanırken, %90,7’si kullanmamaktadır. Katılımcıların Sosyal Beceri Envanteri toplam puan ortalamaları 280,31 bulunmuştur. Alt ölçek puan ortalamaları ise; duyuşsal anlatımcılık; 46.46, duyuşsal duyarlık; 48.41, duyuşsal kontrol; 42.59, sosyal anlatımcılık; 44.26, sosyal duyarlık; 46.34, Sosyal kontrol; 52.02 şeklinde saptanmıştır. Tartışma ve Sonuçlar: Araştırma sonucuna göre; hemşirelik bölümü öğrencilerinin en yüksek puan ortalamaları sırasıyla; sosyal kontrol, duyuşsal duyarlık, duyuşsal anlatımcılık, sosyal duyarlık, sosyal anlatımcılık ve duyuşsal kontrol şeklindedir. Envanterin bütününden alınabilecek en yüksek puanın 450 olduğu düşünülürse Katılımcıların dereceleme ölçeğinden almış olduğu ortalama 280,31 puanın iyi bir puan olduğu kabul edilebilir. Bu doğrultuda hemşirelik bölümü öğrencilerinin genel anlamda sosyal beceri düzeylerinin yüksek olduğu söylenebilir. PB 74 Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Çalışanlarda İşyerinde Yıldırma (mobbing) Sıklığı Elif Karaahmet* Ülkem Angın Öztürk** Özge Şimşekyılmaz Saraçlı*** Levent Atik**** Nuray Atasoy**** *Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Psikiyatri AD **Süreyyepaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi ***Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD ****Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Giriş: İşyerinde bir veya daha fazla kişinin genellikle bir kişiye yönelttiği uzun süreli ve tekrar eden olumsuz davranışlarla açıklanan işyerinde yıldırma (mobbing) olgusu(1), mağdurun sağlığına, haysiyetine, ailesi ve arkadaşları ile olan ilişkisine, ekonomik olarak geçimini sağlamasına ya da bunların hepsine birden zarar verir(2). Yıldırmaya maruz kalanlar arasında psikososyal bozuklukların ve intihar eğilimlerinin yüksek olduğu ve bu kişilerin daha sık hastalık izni aldıkları belirlenmiştir(3). Dünyada işyerinde yıldırmanın yaygınlığı %2,7-67 gibi geniş bir aralıkta bildirilmiştir(4). Türkiye’de ise oran %55 olarak bildirilmiştir(5). Amaç: Psikiyatri polikliniğine başvuran psikiyatrik hastalığa sahip kişilerde işyerinde yıldırmanın sıklığının belirlenmesi amaçlanmıştır. Metod: Bu çalışmanın evrenini Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi ve İzmit Devlet Hastanesi psikiyatri polikliniğine başvuran en az 6 aydır aynı işyerinde çalışmakta olan toplam 166 kişi oluşturmuştur. Araştırmada veriler olumsuz davranışlar anketi (NAQ-R) ve sosyodemografik veri formu kullanılarak elde edilmiş, katılımcılara SCID-I uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılanların %58,4’ü işyerinde yıldırmaya maruz kalmaktaydı. Bunların da % 51,5’inde depresyon, %23,7’sinde anksiyete bozukluğu saptandı. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanlarlarda psikiyatrik hastalık oranları istatistiksel anlamlı düzeyde fazlaydı. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanların %70,1’i erkekti ve %67’si lise ve üniversite mezunuydu. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanlarla kalmayanlar arasında yaş, çalışma süresi ve gelir düzeyi açısından fark yoktu. İşyerinde yıldırmaya maruz kalanlarla kalmayanlar arasında komorbidite açısından fark yoktu. Sonuç: İşyerinde yıldırma ciddi sonuçlara doğuran bir durumdur ve kişilerde psikiyatrik hastalıklara neden olmaktadır. Psikiyatristlerin işyerinde yıldırmanın farkında olması kişilerin tedavisinde ve izleminde yararlı sonuçlar doğuracaktır. Kaynaklar 1- Godin IM. Bullying, worker’s health, and labor instability. J Epidemiol Community Health. 2004;58:258-9. 2- Field T. Bullying in medicine. Those who can, do; those who can’t, bully. BMJ. 2002;324:786. 3- Kivimäki K, Elovainio M, Vathera J. Workplace bullying and sickness absence in hospital staff. Occup Environ Med 2000;57:656–660. 4- Hoel, H., Cooper, C. L., & Faragher, B.The experience of bullying in Great Britain: The impact of organizational status. European Journal of Work and Organizational Psychology, 2001;10, 443-465. 5- Bilgel N, Aytac S, Bayram N. Bullying in Turkish white-collar workers. Occupational Medicine 2006;56:226– 231. PB 75 Dikkat Eksikliği ve Bozukluklu Çocuk ve Gençlerin Ebeyenlerindeki Çaresizlik, Tükenmişlik ve Kaygı Düzeyleri ile Bunlarla Başa Çıkma Yolları Gülnihal Gökçe ŞİMŞEK*, Aytül HARİRİ**, Ayla Aysev***. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul ** Maltepe Üniversitesi Psikiyatri AD, İstanbul ***Ankara Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı AD, Ankara Amaç: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DHB), kronik seyirli, tedavisi güç ve yaşam tarzını olumsuz etkileyebilen, dolayısıyla sadece hastada değil, ebeveyn veya bakım verenlerde de damgalanma ve tükenmişliğe neden olabilen zorlu bir hastalıktır (1,2). Çalışmamızın amacı; DHB ile izlenen çocuk ve ergen hastaların ebeveynlerindeki çaresizlik, tükenmişlik ve kaygı düzeyleri ile bunlarla ne ölçüde ve nasıl başa çıkabildiklerini araştırmaktır. Yöntem ve Gereçler: Çocuk ruh sağlığı polikliniğine başvuran ve DSM-IV tanı kriterlerine göre DHB tanısı ile takip edilen 6-18 yaş grubu çocuk ve ergenlerin, çalışmayı gönüllü olarak kabul eden, 18-65 yaş arası, sağlıklı, okuryazar (ort. Eğitim yılı 9+/-8) , %92'si evli ve yaş ortalaması 41+/-13 olan, 20 anne ve 18 babadan oluşan toplam 38 ebeveyni çalışmaya alındı. Deneklere Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Maslach Tükenmişlik Envanteri (MTE), Durumsal ve Sürekli Kaygı Envanterleri (STAI- Form I ve II), Baş Etme Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği (COPE) ve hasta yakını anket formundan oluşan testler uygulandı. Bulgular: Çocuğunun hastalığı dolayısıyla kendisinde psikiyatrik sorunların oluşması, çocuğu tarafından fiziksel şiddete maruz kalma, toplum tarafından damgalanma yaşama ve dışlanma oranı babalara göre annelerde anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Hasta ile ilgilenme yılı ile tükenmişlik arasındaki ilişkiye bakıldığında, sürenin artışı ile hastanın tedavisinde güçlük çekme, hastanın davranışlarını denetlemede güçlük çekme, hastaya acıyarak davranma ya da dışlama ve ebeveynin madde kullanım sıklığı doğru orantılıydı. Maddi sorun yaşayanlar anlamlı olarak daha fazla aktif başa çıkmayı, özellikle de sorun odaklı başa çıkma yöntemini kullanıyorken, düzenli çalışanlar işsizlere göre daha çok şakaya vurma yöntemini kullanıyordu. Öğrenim yılı ile dini olarak başa çıkma arasında negatif anlamlı ilişki vardı. Sözel şiddete maruz kalanlar inkârı, fiziksel şiddete maruz kalanlar ise plan yapmayı, psikiyatrik sorun yaşayanlar da sorun odaklı başa çıkma ve davranışsal olarak boş verme yöntemlerini tercih ediyorlardı. Damgalanma yaşayanlar ise belli bir alt başlık kullanmıyordu. BAÖ ile COPE sonuçları karşılaştırıldığında ise yüksek anksiyete puanları ile sorun odakli başa çıkma, dini olarak başa çıkma ve madde kullanmı arasında anlamlı ilişki olduğu belirlendi. Tartışma ve sonuçlar: DHB ile yaşamanın özellikle annede belirgin olmakla birlikte ebeveynlerde hem tükenmişliğe hem de dangalanma hissine neden olacak düzeyde zorlayıcı bir durum olduğu görülmüştür (3). Anksiyete ve tükenmişlik derecelerinin DHB ile geçirilen süreden ve sosyoekonomik koşullardan olumsuz etkilendiği ve bu koşulların başa çıkma yöntemlerini de değiştirdiği açıktır. DHB ebeveyninin sorunlarla başa çıkma yöntemleri arasında madde kullanmının yüksek oluşu da DHB'nin genetik yatkınlığını ve yine DHB- Madde Bağımlılığı birliktelik riskini akla getirmektedir. Kaynaklar: 1. Köroğlu E, Güleç C. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu. Psikiyatri Temel Kitabı 2. Baskı 2007, Ankara. 2. Durukan İ, Erdem M, Tufan A. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların annelerinde depresyon ve anksiyete düzeyleri ile kullanılan başa çıkma yöntemleri: Bir ön çalışma. Anadolu psikiyatri dergisi, 2008; 9:217-223. 3. Akın B, Sarıpınar E, Şener Ş. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan çocukların annelerinde tükenmişlik düzeyleriyle kısa ve uzun etkili metilfenidatın bu tükenmişliğe etkisi. J Pediatr, 2009; 18:283-291 PB 76 Lise Öğrencilerinde Akran Baskısı Fadime Funda Erdil*, Sibel Coşkun** * Fethiye Esnaf Hastanesi ** Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Giriş ve Amaç: Akran baskısı; bireyin içinde bulunduğu grubun etkisi ile bir şeyi yapmak için arkadaşları tarafından zorlanması veya cesaretlendirilmesi olarak tanımlanan bir şiddet davranışıdır. Ergenlik pek çok riski taşıyan zorlu bir geçiş dönemidir ve akran baskısının daha çok ergenlik döneminde ve gençlerin zamanının çoğunu geçirdiği okul ortamı ile arkadaş gruplarında görüldüğü belirtilmektedir. Bu çalışma, lise öğrencilerinde akran baskısının araştırılması ve bazı demografik değişkenler açısından analizi amacıyla yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: 2012 yılında Muğla ili Fethiye ilçesinde yapılan araştırmada evreni temsilen Mehmet Erdoğan Anadolu Lisesi, Fethiye Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi ve Karaçulha Çok Programlı Lisesi seçilmiştir. Bu okullarda eğitim gören toplam 2297 öğrenciden, ailelerden yazılı onam alınabilen ve çalışmaya katılmayı kabul eden 440 öğrenci ise örneklemi oluşturmuştur. Veriler sosyodemografik değişkenlere ilişkin sorulardan oluşan anket formu ve Kıran (2002) tarafından Türkçeye uyarlanan 34 soruluk “Akran Baskısı Ölçeği” kullanılarak toplanmıştır. Verilerin analizinde yüzdelik hesaplamalar ile Kruskal wallies ve t-testi kullanılmıştır. Bulgular: Öğrencilerin %53,9’unun erkek, %34,5’inin 1. sınıf, %52,0’ının 16-17 yaş arası ve %62,7’sinin 2 kardeş olduğu, %71,8’inin ekonomik gelir algısının “orta düzey” olduğu saptanmıştır. Ayrıca, % 63,0’ının anne eğitim durumu ilköğretim olup, %85,7’sinin anne ve babasının sağ ve beraber olduğu, % 51,8’inin ailesinin genel tutumunu “ilgili”, %37,0’ının aile ilişkisini “çok iyi” olarak tanımladığı bulunmuştur. Öğrencilerin %41,1’inin özgüven algısının “çok”, %56,8’inin samimi olduğu arkadaş sayısının “4 ve daha fazla”, %54,1’inin okul başarısının “orta” düzeyde olduğu belirlenmiştir. Akran baskısı ölçek puan ortalamaları Fethiye Teknik Endüstri Meslek Lisesi'nin X=56,05±22,93, Karaçulha Çok Programlı Lisesi'nin X=52,99±22,52, Mehmet Erdoğan Anadolu Lisesi'nin X=64,99±31,85 olarak saptanmıştır. Araştırmada erkeklerin kızlara göre, Anadolu Lisesi öğrencilerinin ise genel lise ve meslek lisesi öğrencilerine göre daha fazla akran baskısına maruz kaldıkları saptanmıştır ve istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmaktadır (p<0.05). Ayrıca; ailesi ilgisiz olan, arkadaş sayısı ve özgüveni az olan, boş zamanlarını televizyon izleyerek geçiren, okul başarısı ve aile ilişkileri kötü olan ve aile gelir durumu düşük olan öğrenciler ile arkadaş düşüncesini önemsemeyen ve hayır demede zorlananlarda akran baskısı puanları daha yüksektir. Bu değişkenlere göre ölçek puanları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur (p<0.05). Anahtar Sözcük: Akran Baskısı, Lise Öğrencisi, Ergenlik. PB 77 Yaygın Gelişimsel Bozukluklarda Hiperaktivite Semptomlarına Metilfenidatla Yetersiz Yanıt: CES1 Polimorfizminin Rolü var mı? Ülkü Akyol Ardıç*, Eyüp Sabri Ercan*, Duygu Aygüneş**, Elif Ercan***, Deniz Yüce****, Buket Kosova** *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD, İzmir **Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji AD, İzmir ***Ege Üniversitesi Rehberlik Ve Psikolojik Danışmanlık AD, İzmir ****Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Prevantif Onkoloji AD, Ankara Giriş: Otizm ve diğer Yaygın Gelişimsel Bozukluklar (YGB) gerek bireyin gerekse ailenin ve toplumun yaşam kalitesini derinden etkileyen bozukluklardır. YGB olan olgularda % 50 oranında Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) komorbiditesi olduğu bilinmektedir. DEHB tedavisinin klasik ilacı olan Metilfenidat (MPH) ise YGB olan olgularda pür DEHB olan olgulardan daha az etkili olmakta ve kötü tolere edilmektedir. MPH temelde Karbosilesteraz-1 (CES-1) enzim sistemiyle metabolize edilmektedir. DEHB+YGB olan olgularda MPH’ a yetersiz yanıtın veya olumsuz yan etki profilinin CES-1 enzim sisteminin genetik yapısındaki bir bozukluktan kaynaklanıp kaynaklanmadığı ise bugüne kadar hiç araştırılmamıştır. CES-1 geninin 16. kromozomdan kodlanması, DEHB ve YGB’dan sorumlu olduğu öne sürülen ortak gen lokuslarının arasında 16. kromozomun olması YGB+DEHB olan olgularda CES-1 enzim sisteminin araştırılması gerektiğini düşündürmektedir. Yöntem: Çalışmaya 7-12 yaş aralığında 25 DEHB+ Yüksek Fonksiynlu Otizm, 20 DEHB+Asperger Bozukluğu, 22 DEHB+Hafif Düzey Mental Retardasyon, 22 DEHB+Otizm olan olgu ve 34 pür DEHB olan kontrol grubu olarak alınmıştır. Olguların iki hafta boyunca ilaç kullanmaması sağlanıp MPH verilerek tükürük örnekleri alınmıştır. MPH verildikten sonra anne-babalar Turgay DEHB Ölçeğini, klinisyen ise Klinik Global İzlem Ölçeği –İyileşme (CGI-I) ve yan etki değerlendirme ölçeğini doldurmuşlardır. Olguların alınan tükürük örneğindeki hücrelerden tanıya kör araştırmacı tarafından DNA izolasyonu gerçekleştirildikten sonra, CES-1 için genotip belirlemesi yapılarak (CES-1 R199H, S75N, I49V ve G143E GEN POLİMORFİZMLERİ) mutant veya heterozigot olanlar polimorfik olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışma gruplarının polimorfizm dağılımlarına bakıldığında POLR199H açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu (p=0.002) görülmüştür. CGI-I yanıtı polimorfizm ilişkisine bakıldığında; PolR199H açısından tedavi yanıtı kötüleşenlerin polimorfik olduğu ve anlamlı farklılık bulunduğu belirlenmiştir (p=0.01). Tartışma: YGB+DEHB olan olgularda pür DEHB ya da DEHB+ Hafif Düzey Mental Retardasyon olan olgulardan daha düşük MPH yanıtı elde edilmiştir. MPH’ ın YGB alt tipleri arasındaki farklı yanıt ve CES1 gen polimorfizmi ilişkisinin YGB spektrumundaki klinik ve etyopatolojik çeşitliliğe de ışık tutabileceği öncü bir çalışmadır. PB 78 Psikiyatride Kullanılan Hasta Tespit Yöntemleri Ve Hemşire Ve Hekimin Hasta Tespiti İle İlgili Görüşleri Yasemin Ucun 1, Nermin Gürhan 2, Burhanettin Kaya 3 1 Gazi Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Hemşirelik Bölümü, Ankara 2 Gazi Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Hemşirelik Bölümü, Ankara 3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD, Ankara Giriş ve Amaç: Psikiyatri hastaları istekleri dışında tedavi olmak durumunda kalabilmekte ve zorla hastanede alıkonulabilmektedir. Bu durum hastanın saldırgan davranışlar sergilemesine, kendine ve çevresine zarar vermesine neden olabilmektedir. Bu nedenle fiziksel-kimyasal tespit yöntemleri güvenlik amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Uygulamada etik ve hukuki sorunlar yaşanabilmekte, uygulayan ve uygulanan üzerinde olumsuz fiziksel ve psikolojik etki yaratabilmektedir. Uygulamada belli bir standardın olmaması, yasal boşluğun olması, uygulama hakkında sağlık çalışanlarının yeterli bilgi ve deneyime sahip olmamaları, sürekli bir eğitimin verilmemesi nedeniyle sağlık çalışanları farklı tutum ve davranış sergileyebilmektedir. Tespit uygulamasına kimin karar verdiği, hangi durumda hangi tespit yöntemi tercih edilmeli sorusuna halen cevap bulunamamış olmakla birlikte uygulamalar hakkında hem ülkemizde hem de dünyada yeterli araştırmaların yapılmadığı da görülmektedir. Bu araştırma psikiyatride çalışan hemşire ve hekimlerin tespit yöntemlerinin kullanımına ilişkin görüşlerinin değerlendirilmesi amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Çalışmaya üniversite ve sağlık bakanlığına bağlı eğitim ve araştırma hastanesinde çalışan 53 klinik hemşiresi 55 araştırma görevlisi hekim alınmıştır Bu araştırmada veriler araştırmacı tarafından hazırlanan 25 soru içeren bir anket ile elde edilmiştir. İstatiksel değerlendirmede Fisher’s ve Pearson ki-kare testi kullanılmıştır. Bulgular: Hemşireler fiziksel tespiti daha çok tercih etmekte, hekimler kimyasal tespitin tercihi hastanın yaşına ve kilosuna göre ayarlanması gerektiğini düşünmekte, hemşireler hastanın şiddet içerikli davranışlarında artış olmaması için mutlaka fiziksel/kimyasal tespit yöntemlerinin kullanılması gerektiğini belirtmekte, hemşireler şiddet ve saldırganlık içeren davranışların olması durumunda fiziksel yada kimyeasl tespiti daha çok tercih etmekte, hemşireler hekimlere göre sağlık personeli, hasta ve hasta yakını arasında yaşanan iletişim sorunlarının tespit kullanımını artıracağını düşünmektedirler. Tespit kullanımında yasal ve etik konular hakkında her iki meslek grubu da birbirine yakın cevap verirken, hasta ve hasta yakınından onam alınması konusunda ise çekimser davrandıkları görülmektedir Tartışma ve Sonuç: Çalışmanın sonuçlarına baktığımızda belirtilen görüşler klinik uygulama arasında farklılıkların olduğu, bu nedenle hemşire ve hekimlere uygulama konusunda büyük rol ve sorumluluklar düştüğü anlaşılmaktadır PB 79 Obsesif Kompulsif Bozukluğu Olan Hastalarda Disosiyatif Belirtiler ve Çocukluk Çağı Travması Hasan Belli, Mahir Akbudak, Cenk Ural, Filiz Kulacaoğlu, Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul, Amaç: Türkiyede disosiyatif bozukluğu olan hastalarla yapılan bir çalışmada hastaların %46’sında fiziksel istismar, %33’ünde ise cinsel istismar belirlenmiştir. Disosiyatif bozukluklar psikiyatride çoğu bozuklukla birlikte görülebilen ama özellikle borderline kişilik bozukluğu, konversiyon bozukluğu ve Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) ile birlikteliği sık olan bir bozukluktur. Bu çalışmanın amacı OKB’si olan hastalarda disosiyatif belirtiler ve çocukluk çağı travması sıklığının araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Bağcılar EAH psikiyatri polikliniğine 2008 Ocak ile 2010 Aralık ayları arasında başvuran hastalar alınmıştır. Çalışmaya ilk kez psikiyatri polikliniğine başvuran ve DSM-IV-TR kriterlerine göre OKB tanısı alan 78 hasta alınmıştır. Çalışmada 40 sorudan oluşan çocukluk çağı travması ölçeği, disosiyasyon ölçeği(DIS-Q) ve Yale Brown obsesyon Kompulsiyon Derecelendirme Ölçeği(Y-BOCS) kullanılmıştır. Bulgular ve Sonuç: Çalışmaya 60’ı kadın, 18’i erkek toplam 78 hasta alındı. Hastaların yaş ortalaması 31.22’ydi (18-54 arası). Ortalama hastalık süresi 82,47±67,58 (2- 384) ay bulundu. Hastaların %41’i (n=35) ilkokul mezunu, % 71.8’i (n=56) evli, % 53.8’i (n=42) ev hanımıydı. Hastalara yapılan Yale Brown ölçeği ortalama skoru 23.37±7.27, DIS-Q ortalama skoru 2.23±0.76, çocukluk çağı travması ölçeği ortalama skoru 2.38±0.56 bulundu.( Tablo 2) Tablo 2: Ölçekler puan dağılımı Min-Max Mean±SD Yale Brown 3-40 23.37±7.27 DİS Q 1.40-3.87 2.23±0.76 CTQ 1,27-4,77 2.38±0.56 Hastalığın süresi ile DIS-Q ve çocukluk çağı travmaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı.(p>0.05) Cinsiyet, medeni durum ve eğitim düzeyi ile Yale Brown skoru, DIS-Q skoru, Çocukluk çağı travması skoru arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı. (p>0.05) Yale Brown ile DIS-Q arasında %27.8 oranında istatistiksel olarak pozitif ilişki saptandı. (p<0.05) (Tablo 3). DIS-Q ile Çocukluk çağı travması arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. Tartışma: Çalışmamızda özellikle Yale Brown ile DIS-Q puanları önemli oranda korelasyon göstermiştir. Bizim çalışmamızda CTQ puanları ile Yale Brown arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı ama CTQ ortalama skorunun (2.38±0.56) yüksek çıkması göz önüne alındığında OKB hastalarında travmatik yaşantıların önemli olduğu ve klinik olarak bir anlam ifade edebileceği söylenebilir. Sonuç olarak OKB hastalarının ilaç ve bilişsel davranışçı terapiyle tedavisi sürecinde disosiyatif belirtilerin tedaviye dirençte önemli bir parametre olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. PB 80 Obsesif Kompulsif Bozuklukta Sosyodemografik ve Klinik Özelliklerin Değerlendirilmesi Erkan Kuru*, Yasir Şafak*, M. Emrah Karadere*, Dr.Bengü Yücens*, M.Hakan Türkçapar* *Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Amaç: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) yapılan ilk epidemiyolojik araştırmalarda, nadir rastlanan bir bozukluk olduğu düşünülmekteyken, son dönemde yapılan çalışmalar sanılanın aksine OKB’nin yaygınlığının sık (%2,5-3) olduğunu göstermektedir. Bizim bu çalışmadaki amacımız da OKB tanısı almış hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Çalışmaya, Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği’ne Ocak 2011 ile Kasım 2011 tarihleri arasında başvuran; DSM-IV TR tanı ölçütlerine göre OKB tanısı almış 82 hasta alınmıştır. Hastalara SCID-I, Sosyodemografik veri formu, Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği-Semptom listesi (YBOC-SC) uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan 82 hastanın %23,2 (19)’si erkek, %76,8 (63)’i kadındı. Hastaların yaş ortalaması 32,29±10,24 iken; %36,6(30)’sı bekar, %61(50)’i evli, %2,4(2)’ü boşanmıştı. Hastaların ortalama eğitim süresi 10,39±3,78 yıldı. Ortalama hastalık süresi 7,96±7,45 yıl iken ortalama başlangıç yaşı 24,32±8,05’ti. Hastaların obsesyon tiplerinin dağılımı; %52,4( 43)’ü bulaş-kirlilik tipi, %18,3(15)’ü şüphe tipi, %9,8(8)’i dini, %2,4 (2)’ü cinsel obsesyon şeklindeydi. Kompülsiyon tipleri açısından ise dağılım; %52,4 (43)’ü temizlik-yıkanma tipi , %22 (18)’si kontrol tipi, %13,4 (11)’si tekrarlama tipi, %6,1(5)’i dua-tövbe etme tipi kompülsiyon şeklindeydi. Hastaların %36,6 (30)’sında tek başına OKB görülürken, diğer hastalarda (%63,4) komorbid başka ruhsal rahatsızlıklar vardı. Sırasıyla en sık görülen ektanılar; Major Depresyon %28(23), Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) %14,6(12), Sosyal Anksiyete Bozukluğu %7,3(6) olarak tespit edildi. Hastaların %70,7(58)’sinde aile öyküsü yokken, %26,8(22)’inde birinci derece akrabalarında OKB mevcut idi. Tartışma ve Sonuçlar: Hastalığın başlangıç yaşı, medeni durum, eğitim düzeyi literatürle benzerlik göstermekle birlikte cinsiyet dağılımında belirgin olarak literatürden farklılık tespit edilmiştir. Klinik özelliklere baktığımızda en sık görülen bulaş-kirlilik tipi obsesyon ve temizlik-yıkanma tipi kompülsiyon literatürle uyumlu bulunmuştur. Komorbidite oranlarıda literatürle uyumludur ve en sık major depresyon olarak tespit edilmiştir. Hastaların birinci derece akrabalarında OKB tanısı bulunduğu belirlenmiştirki, buda literatürle uyumlu gözükmektedir. PB 81 Obsesif Kompulsif Bozukluklu Hastaların Bechara Kumar Oynama Testi Performansları Selim Tümkaya*, Filiz Karadağ*, Shane T. Mueller**, Gülfizar Varma*, Osman Özdel*, Figen Ateşçi*, Nalan K.Oğuzhanoğlu* *Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Denizli **Michigan Üniversitesi Psikoloji AD, USA Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) hastalarında karar verme süreçlerinde bozukluklarının olduğu bilinmektedir. OKB li hastaların bu bozuklukları ölçtüğü düşünülen Bechara kumar oynama testinde kötü performanslar gösterdiği bildirilmesine rağmen, tersi sonuç bildiren çalışmalar da mevcuttur. Bu çalışmanın örneklemi 40 OKB hastası ve 39 kontrolden oluşuyordu. Tüm katılımcılara Hamilton Depresyon ölçeği (HAM-D), Hamilton anksiyete ölçeği (HAM-A), Yale-Brown obsesyon kompulsiyon ölçeği, Maudsley obsesif kompulsif belirti ölçeği ve PEBL-BKT(Psychology Experiment Building Language- Bechara kumar oynama testi) uygulanmıştır. Gruplar yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi açısından birbirlerinden anlamlı farklılık göstermiyorlardı (tümü p>0.05). BKT1 (F=0,091, p=0,764), BKT2 (F=1,149,p=0,287), BKT3 (F=3,249, p=0,075),BKT4 (F=0,330, p=0,567),BKT5 (F=2,566, p=0,113) seviyelerinden hiçbirinde gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmadı. Bulgularımız genel olarak OKB hastalarının BKT performanslarının kontrollerden farklı olmadığını göstermiştir. OKB hastalarının bu testte bozuk performansa sahip olduğunu bildiren birçok çalışma olmasına rağmen, bizim bulduğumuz gibi bozuk performans göstermediğini bildiren çalışmalar da mevcuttur. Çalışmalar arasındaki farklılık yöntemsel farklılıklardan kaynaklanıyor olabilir. PB 82 Obsesif Kompulsif Bozukluklu Hastalarda Üstbiliş İşlevleri Selim Tümkaya, Filiz Karadağ, Gülfizar Varma, Osman Özdel, Figen Ateşçi, Nalan K.Oğuzhanoğlu Pamukkale Universitesi Psikiyatri AD. Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) hastalarında bilişsel bozuklukların yanı sıra üstbiliş bozukluklarının da görüldüğü bildirilmiştir. Üstelik bu bozuklukların obsesyon ve kompulsiyonların gelişiminde rolü olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı OKB hastalarını üstbiliş işlevleri açısından sağlıklı kişilerle karşılaştırmaktır. Bu çalışmanın örneklemi 51 OKB hastası ve 46 kontrolden oluşuyordu. Tüm katılımcılara Hamilton Depresyon ölçeği (HAM-D), Hamilton anksiyete ölçeği (HAM-A), Yale-Brown obsesyon kompulsiyon ölçeği, Maudsley obsesif kompulsif belirti ölçeği ve Üstbiliş ölçeği (ÜBÖ) uygulanmıştır. Yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi açısından gruplar birbirlerinden farklılık göstermiyorlardı (P>0.05). OKB hastaları ÜBÖ nün olumlu inançlar (t= -,067, p=0.946) ve bilişsel farkındalık (t= - 1,392, p= 0.167) alt ölçeklerinde kontrollerden farklılık göstermezken, kontrol edilmezlik/tehlike (t= -6,098, p= 0.000), bilişsel güven (t= -2,234, p= 0.028), düşünceleri kontrol ihitiyarcı (t= - 5,152, p= 0.000)alt ölçeklerinde anlamlı farklılıklar gösteriyorlardı. Bulgularımız OKB hastalarının bozulmuş üstbiliş fonksiyonlarına sahip olduğunu göstermiştir. PB 83 Yaygın Anksiyete Bozukluğu Olan Hastalarda Uygun Olmayan Tanı ve Tedavi Nedeniyle Meydana Gelen Hasta Yükünün Değerlendirilmesi Nesrin DİLBAZ, Oğuz KARAMUSTAFALIOĞLU Üsküdar Üniversitesi Psikoloji Bölümü Amaç: Birincil amacı, Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) olan hastalarda uygunsuz tanı ve tedavi oranlarının saptanması olan çalışmamızda ayrıca uygunsuz tanı ve tedavi nedeni ile oluşan maliyet yükü, Sheehan Yetiyitimi Değerlendirmesi puanındaki değişim ve hastanın mesleki etkinliği, sosyal yaşam ile boş zaman uğraşıları ve aile yaşamında görülen yeti yitimi üzerine katkısı ve hastanın hastalık şiddeti ile ilişkili yaşam kalitesi değerlendirilecektir. Yöntem ve Gereçler: 2011 yili son 6 ayi ve 2012 ilk 6 ayi arasinda yapılan ve prospektif müdahalesiz anket çalışması olarak tasarlanan çalışmaya Ankara Numune ve Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastaneleri Psikiyatri Kliniklerine başvuran 18 yaşından büyük, DSM-IV tanı kriterlerine göre YAB teşhisi almış olan, çalışmaya katılmaya olur veren bireyler alınmış ve geçmişe yönelik bilgilerinin sorulduğu çalışma anketi uygulanmıştır. Anket sorularını anlamaya veya açık ve net cevaplar vermeye engel olacak düzeyde kognitif bozukluğu bulunanlar hariç tutulmuştur. Sonuçlar: Çalışmaya ortalama yaşları 44,86±12,32 yıl olan 97 hasta (%73,2’si kadın) alındı. YAB dışında başka bir psikiyatrik bozukluğu olanların oranı %72,2’ydi, bunların %55,7’sinde majör depresyon, %18,6’sında panik bozukluk, %14,3’ünde obsesif kompulsif bozukluk, %7,1’inde bipolar bozukluk mevcuttu. Hastaların %55,7’sinde psikiyatrik hastalık harici eşlik eden bir hastalık mevcuttu; %25,9 mide/sindirim sistemi hastalığı, %20,4 hipertansiyon, %11 hipertansiyon+diyabet, % 5,6 kalp hastalığı. Hastaların %86,6’sı son 6 ay içinde YAB için tedavi almakta, %5,2’si YAB tedavisi dışında bir tedavi almakta, %8,2’si ise herhangi bir tedavi almamaktaydı. YAB tedavisi alanların %36,9’u yalnız SSRI, %25’i SSRI+benzodiazepin, %9,5’u yalnız SNRI ve %8,3’ü SSRI+antipsikotik almaktaydı. Hastaların %42,3’ü herhangi bir sebep ile acil servise başvurmuş, bu hastaların %53,7’sinde tetkik yapılmıştı. Son 6 ay içinde kalp çarpıntısı, yüksek tansiyon gibi şikayetlerle hastaneye ayaktan başvuran hastaların oranı % 77,3’tü, bunların %86,7’sinde tetkik yapılmıştı. Son 6 ay içinde hastaların %9,3’ü hastaneye yatırılmıştı, çeşitli sebepler ile başka bir uzmana konsültasyona gönderilen hasta oranı ise %46,4 idi. Tartışma ve Sonuçlar: Literatürlere göre Türkiye’de herhangi bir somatik problemle birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran kişilerin %22,4’ünde YAB olduğu ortaya çıkmaktadır. YAB olan hastalar hem komorbid psikiyatrik hastalıkların sıklığı hem de yeterli tanı ve tedavi olamamaları nedeniye sağlık sistemini çok fazla kullanıyor olabileceği düşüncesiyle yapılan bu çalışmada literatüre uygun biçimde eştanılı psikiyatrik hastalıkların yüzdesi yüksek bulunmuştur (%72.2) Bu hastaların % 50‛sinin tanı aldığı ve tanı alanların da %50‛sinin gerekli tedaviyi alabildiği düşünülmektedir. Anksiyete bozuklukları için özgün tanı konma oranları %35-65, YAB için %34, Sosyal fobi için % 24’tür. Bu yazıda YAB olan hastalarda uygunsuz tanı ve tedavi oranlarının saptanması amacı ile yapılmış olan çalışmanın ön sonuçları verilmektedir. PB 84 Obsesif Kompulsif Bozukluklu Hastaların Sosyal İşaretleri İstemsiz Dikkat ile Farketme Düzeyleri Selim Tümkaya*, Filiz Karadağ*, Tjeerd jellema**, Osman Özdel*, Figen Ateşçi*, Gülfizar Varma*, Nalan Kalkan Oğuzhanoğlu* * Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD **Hull Üniversitesi Psikoloji AD. Obsesif kompulsif bozukluklu (OKB) hastaların sosyal fonksiyonlarında bozuklukların olduğu düşünülmekte, fakat bu bozuklukların mekanizması bilinmemektedir. Bu konuda, bugüne kadar OKB hastaları ile yapılmış olan çalışmalarda birbirleri ile çelişen sonuçlar bulunmuştur. Fakat tüm bu çalışmalarda kullanılan yöntemler, vakaların sosyal işaretleri değerlendirmesi için istemli dikkatlerini kullanmalarını yeterli kılmaktadır. Oysaki günlük hayatta, başarılı sosyal ilişkiler kurmak hızla değişen sosyal işaretlerin istemli bir çaba sarfetmeden tanınmasını gerektirir. Bu nedenle istemsiz dikkat sosyal işlemlemede önemle bir role sahiptir. Bu bilgilerin ışığında biz Obsesif kompulsif bozukluk hastalarında sosyal işaretlerin istemsiz/spontan olarak tanınınma süreçlerini araştırmayı amaçladık. Bu amaçla sosyal işaretlerin istemsiz/spontan olarak tanınmasını ölçmek için özel olarak geliştirilmiş olan Sosyal mesafe muhakeme etme testinin bir versiyonunu kullandık (SMMT). Bu test karikatürlerin birbirlerine baktıkları pozisyonlarda karikatürler arasındaki mesafelerin, birbirlerine bakmadıkları pozisyonlardaki mesafelere göre daha kısa algılanması esasına dayanmaktadır. Daha dikkat çekici olan bakış yönünün postüre zıt olduğu pozisyonda, bu illüzyon daha şiddetli görülebilecektir. Çalışma gruplarımız yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi açısından anlamlı farklılık göstermeyen 25 OKB hastası ve 26 kontrolden oluşmaktaydı. 2x2x2 ANOVA 3 yönlü (Postur-bakış zıtlığı x bakış yönü x grup) bir ilişkinin varlığını gösterdi (F [1, 49] = 5.71, p = 0.021, ηp2 = .104). Postür ve bakış aynı yönde olduğunda, bakış yönünün etkisi anlamlı değildi (F(1, 49) = 1.61, p = .21, ηp2 = .032). Bakış yönü OKB ve kontrol gruplarının mesafe algılaması değiştirmiyordu. Bakışın postüre zıt yönde olduğu pozisyonda bakış yönünün etkisi anlamlıydı (F(1, 49) = 34.35, p < .0001, ηp2 = .41). Ayrıca anlamlı bakış x grup ilişkisi bulundu (F (1, 49) = 4.24, p = .045, ηp2 = .080). T- test hem OKB hastalarının hem de kontrollerin karikatürlerin birbirine baktığı pozisyondaki mesafeleri daha yakın algıladıklarını gösterdi (Kontroller: t(25 ) = -5.38, p < .0001; OKB: t(24) = -2.82, p = .009). Fakat bu etki OKB hastalarında kontrollere göre anlamlı olarak daha zayıftı. Bulgularımız bakışın postüre zıt yönde olduğu pozisyonda OKB hastalarının bakış etkisine kontrollerden daha az hassas olduğunu göstermektedir. Bu bulgular OKB hastalarının sosyal işaretleri istemsiz/spontan dikkat ile fark etme bozukluklarının olduğunu düşündürmektedir. PB 85 Dental Fobisi Olan Hastalarda Psikiyatrik Bozuklukları Eştanısı Süleyman Gündüz*, Yüksel Kıvrak**, Şeref Özer, Latif Ruhşat Alpkan *Kars Devlet Hastanesi, ** Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Amaç: Epidemiyolojik çalışmalar popülasyonun %4 ile %16’sinde dental tedavi konusunda sorun olarak kabul edilebilecek düzeyde korku ve anksiyete olduğunu düşündürmektedir(1,2). Diş hekimi korkusu geçmişten günümüze uzanan ve gelecekte de hastaların diş tedavisinden faydalanmalarına engel teşkil edeceği düşünülen bir olgudur. Yapılan çalışmalarda diş hekimi korkusunun %4-16 arasında değiştiği bildirilmiştir3. Dental anksiyete, diş tedavisini ve dişhekimlerinin rahat çalışmasını engelleyen önemli bir sorundur. Dental fobi birçok ülkede ağız ve diş sağlığının korunmasında büyük bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya Bahçelievler Ağız ve Diş Sağlığı Merkezinde çalışma hakkında bilgilendirilip katılmayı kabul eden 600 hasta alındı. Bu hastalara sosyodemografik veri formu ve Dental korku skalası verildi. Kesme puanı 55 ve üstü olan hastalara; DSM-IV kriterlerine göre düzenlenmiş olan yapılandırılmış görüşme formu SCID-I kullanılarak Dental Fobi tanısı kondu. Kontrol grubuna DFS ölçeğinden 54 ve altında olanlar alındı. Aynı evrenden gelişigüzel seçilen bu kişilere SCID-I uygulanarak diğer anksiyete bozuklukları eştanısı araştırıldı, Bulgular: Anksiyete bozuklukları açısından eştanı olarak karşılaştırıldığında; örneklem grubunda 40(%48,2)sinde, dental fobisi olan kişilerin 63(%82,9)’unda başka bir anksiyete bozukluğuna rastlandı(p<0,001). Anksiyete bozukluklarının dağılımı incelendiğinde; 11(%14,5) panik bozukluk, 21(%27,6) yaygın anksiyete bozukluğu, 2(%2,6) panik bozukluğu olmadan agorafobi, 2(2,6) agorafobi ile birlikte panik bozukluk, 5(%6,6) sosyal anksiyete bozukluğu, 1(%1,3)obsesif kompulsif bozukluk, 3(%3,9)posttravmatik stres bozukluğu, 42(%55,3) özgül fobi hayvan tipi, 37(%48,7) özgül fobi doğal-çevre tipi, 43(%56,6) özgül fobi kan-enjeksiyon-yara tipi ve 24(%31,6) özgül fobi durumsal tipte şeklnde saptandı. Dental fobisi olan 76 hastadan 32(%42,1)’inde (major depresyon tanısı kondu. Dental fobisi olmayan grupta ise 14(%16,9)’unda major depresyon tanısı kondu. Distimi tanısı dental fobik grupta 2 hasta, fobik olmayan grupta ise 1 hastada saptandı. Gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı(P>0,05). Tartışma ve Sonuçlar: Yaptığımız çalışmada dental fobisi olanlarda olmayanlara göre ikinci bir psikiyatrik eş tanı olma olasılığının daha fazla olduğunu bulduk. Anksiyete bozukluğu başta gelirken bunu duygudurum boukluğu izlemektedir. Sonuçlarımız literatürle uyumludur. Yaygın görülen bu durumun tesbit ve tedavi edilmesinin koruyucu ve tedavi edici diş sağlığı hizmetlerini olumlu etkileyebileceğini düşünmekteyiz. Dental anksiyetesi olanlarda bir ya da daha fazla psikiyatrik bozukluk tanısı konması ihtimali anksiyetesi olmayanlara göre daha fazladır(44). Diş hekimi korkusunun sık rastlanan bir sağlık sorunu olduğu düşünülürse diş hekimi fobisi tedavilerinin etkinliğini optimize etmenin kişisel ve sosyoekonomik yararlar sağlayacağı düşünülebilir(4). 1.Lundgren J, Berggren U,Carlsson SG. Psychophysiological reactions in dental phobic patients during video stimulation. Eur J Oral Sci 2001; 109: 172-177. 2.Locker D, Poulton R, Thomson WM. Psychological disorders and dental anxiety in a young adult population. Community Dent Oral Epidemiol 2001; 29: 456-463. 3.Stabholz A, Peretz B. Dental anxiety among patients prior to different dental treatments. Int Dent J. 1999;49: 90-94. 4.Lundgren J, Berggren U, Carlsson SG. Psychophysiological reactions in dental phobic patients with direct vs. indirect fear acquisition. Journol of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry 2004; 35: 3-12. PB 86 Ambulans Çalışanlarında İkincil Travmatik Stres Belirtileri Aslı YEŞİL, A. Tamer AKER Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğü Ruh Sağlığı Programları Tütün ve Bağımlılık Yapıcı Maddeler Birimi. Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD. & SBE Ruhsal Travma ve Afet Çalışmaları Birimi. Amaç: Travmatik olaylar insanın yaşamsal bütünlüğüne yönelik tehdit içeren olaylardır. Bu tür olayları yaşamak kadar, bu yaşantılara tanık olmak da kişileri etkileyebilir. Ambulans çalışanları, işleri nedeniyle sürekli zor durumda olan hastalara hizmet vermekte, doğal afet, felaket gibi kriz durumlarında aktif görev almaktadırlar. Bu nedenle bu çalışmada ambulans çalışanlarının iş ve toplumsal yaşantılarından kaynaklanan travmatik stres belirtilerini saptamak amaçlanmıştır. Yöntem VeGereçler: 112 Acil Sağlık Hizmetleri Sağlık Çalışanı Soru Formu ve Travmatik Stres Belirti Ölçeği (Başoğlu ve ark., 2001), Çalışanlar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (Yeşil ve ark., 2010) ambulanslarda görev yapan 41 doktor, 170 ebe/hemşire/sağlık memuru/acil tıp teknikeri, 39 paremedik ve 74 ambulans sürücüsü olmak üzere toplam 324 sağlık çalışanına uygulanmıştır. Bulgular: Elde edilen sonuçlarda, sağlık çalışanlarında belirgin tükenmişlik belirtileri saptanırken (12.56±6.30) travmatik stres ve depresyon belirtileri düşük düzeyde saptanmıştır( 6.85±7.58; 1.76±2.74). Kadınlarda travmatik stres ve depresyon belirtilerinin erkeklere göre daha yüksek olduğu bulunmuştur (p< 0.01; p<0.05). Tartışma Ve Sonuç: Ambulans çalışanları görevleri nedeniyle başta tükenmişlik olmak üzere ruhsal açıdan sıkıntı yaşamaktadırlar. Bu nedenle ambulans çalışanlarının psikoeğitsel çalışmalarla desteklenmeleri,bu süreçte özellikle tükenmişliğe yönelik önlem alınması görev sırasında ve sonrasında yaşayacakları sıkıntıları aza indirmede etkili olabilir. Anahtar Kelimeler: Sağlık Çalışanı, İkincil Travmatik Stres, Depresyon, Tükenmişlik. PB 87 OKB Semptom Şiddeti ve Tedaviye Direnç’te Dissosiyatif Bozukluk Birlikteliğinin Rolü: Dizigot Olgular Adem Aydın,Yavuz Selvi,Mesut Işık,Ekrem Yılmaz Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri, Van Giriş: OKB ve dissosiyatif bozukluklar ayrı bir durum olarak görülse de OKB hastaları sık dissosiyatif belirtiler gösterirler. OKB hastalarındaki dissosiasyonun çocukluk çağı travmalarından kaynaklandığını gösteren çalışmalar vardır (1). Bu yazında OKB tanısı konulan dizigot ikiz hastaların semptom şiddeti ve prognoz açısından ayrışmalarında dissosiyatif belirtiler ve çocukluk çağı travmasının belirleyici rolü üzerinde durulacaktır. Olgular: 20 yaşında bekâr, dizigot kadın hastalar. İlk tedavi başvuruları 3 yıl önce olan ve başlangıçta kirlilik, kuşku, simetri obsesyonları ve temizlik, kontrol, düzen kompülsiyonları olan hastalar sertralin (150 mgr/gün) ile tedavi ediliyorken yapılan kontrol muayenelerinde olgulardan birinde cinsel içerikli ve saldırganlık-zarar verme obsesyonlarının da olduğu anlaşıldı. Bu olgu ikizine göre SSRI tedavisine dirençliydi. Hastanın amnezi ve depersonalizasyon gibi dissosiyatif belirtiler göstermesi üzerine hastaya ve karşılaştırma amacıyla ikizine DES uygulandı (sırasıyla 55 ve 22). Kaçınma davranışları ve anksiyete belirtilerine ikizine göre daha fazla sahip olan hastada yapılan görüşmelerde bir travma öyküsü olduğu anlaşıldı. Tedavilerinin 18. ayında dissosiyatif belirtileri olan olgu’nun depresyon ve YBOCS skorları daha yüksekti. Tedavi bu aşamadan sonra ayrıldı ve ilk olguya aripiprazol 10 mgr/gün eklendi. Bu olgu halen kısmi düzelme ve ikinci olgu ise belirgin düzelme ile takip edilmektedir. Tartışma: OKB’de kognitif modeller obsesif düşünce ve eylemlerin, metakognisyonlar ve istenmeyen düşüncelerin süpresyonu ile ilişkisine dikkat çeker ve bunun travmatik yaşantılar ve dissosiasyonla ilişkili olduğunu iddia eder (1). Ayrıca yüksek dissosiasyon düzeyleri OKB hastalarında direnci ve BDT’ye düşük cevabı predikte edebilir (2). Dizigot olgularımızdan dissosiasyon düzeyi yüksek ve çocukluk çağı travması olan hastada obsesyonların ayrı niteliğinin olması, tedaviye dirençli olması, OKB hastalarında yukarıda bahsedilen durumların tespiti ve tedavinin bu yönde devamının gerektiğini hatırlatmaktadır. Kaynaklar: 1.Selvi Y, Beşiroğlu L, Aydın A, Güleç M, Atli A, Boysan M, Çelik C. Relations between childhood traumatic experiences, dissociation, and cognitive models in obsessive compulsive disorder. Int J Psychiatry in Clin Pract, 2011; 1–7. 2.Rufer M, Held D, Cremer J, Fricke S, Moritz S, Peter H,sHand I. Dissociation as a predictor of cognitive behavior therapy outcome in patients with OCD. Psychother Psychosom 2006;75:40–6. PB 88 Firomiyalji Sendromu Olan Hastalarda Bedensel Belirtileri Abartma, Aleksitimi ve Ağrı İle İlişkisi Aylin Ağırman*, Nuran Erden**,Yarkın Özenli*, Seçil Uysal*** *Adana Numune Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Adana **Özel Median Hastanesi Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Kliniği,İstanbul ***Diyarbakır Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Diyarbakır Amaç: Fibromiyalji sendromu (FMS), bedensel ve psişik semptomların birlikte görüldüğü bir hastalıktır. Bu çalışmada fibromiyalji sendromunda görülen diğer bedensel belirtiler ve bu belirtilerin ağrı skorları ve aleksitimi ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmaya Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon polikliniğine başvuran, Amerikan Romatoloji Birliği tarafından geliştirilen ölçütlere göre FMS tanısı konan ve çalışma ölçütlerini karşılayan ardaşık 50 kadın hasta, kontrol grubu olarak yaş, cinsiyet, eğitim durumu açısından uyumlu 29 sağlıklı gönüllü alınmıştır. Hasta ve kontol gruplarına sosyodemografik veri formu, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Toronto Aleksitimi Ölçeğİ (TAÖ-20), Bedensel Duyumları Abartma Ölçeği (BDAÖ), hasta grubuna ek olarak vizuel analog skalası (VAS) uygulanmıştır. Bulgular: Her iki grup arasında BDAÖ skorları açısından anlamlı farklılık bulunmamakla birlikte (p>0.05), FMS olan grupta BDÖ, TAÖ skorları kontrol grubundan anlamlı yüksek saptanmıştır (p<0.005). FMS grubunda VAS skorları ile BDÖ, TAÖ, BDAÖ skorları arasında pozitif ilişki bulunmuştur (p<0.05). SONUÇ: FMS grubunda bedensel duyumları abartma kontrol grubundan farklı bulunmamıştır. FMS'da depresyon ve aleksitimi önemli oranda tabloya eşlik etmektedir. Yüksek ağrı skorlarının bedenselleştirme , aleksitimi ve depresyon ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. PB 89 Konversiyon Bozukluğunda İntihar Girişiminin Yordayıcıları Medine Yazıcı Güleç*, Ömer Yanartaş**, Leman İnanç* * Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul **Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul Giriş İntihar, psikiyatri ve halk sağlığının en önemli konularından biri olmaya devam etmektedir. Konversiyon bozukluğunda (KB) intihar düşünceleri ve girişimlerinin sıkça görüldüğü bildirilmesine rağmen bu konuda yeterince çalışma bulunmamaktadır. Yöntem ve Gereçler Çalışmaya Erenköy RSEAH Polikliniklerine başvuran ve DSM-IV’e göre KB tanısı konan ardışık 90 hasta alındı. Hasta grubu intihar girişimi hikâyesine göre iki gruba ayrıldı. Testleri anlayacak düzeyde okuma yazması olmayan, kognitif yetersizliği ya da psikotik bozukluğu olanlar çalışmaya alınmadı. Çalışmaya 1865 yaş arası kişiler dâhil edildi. Tüm katılımcılara Mizaç Karakter Envanteri (MKE), Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği (DES), Toronto Aleksitimi Skalası (TAS), Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği (CTQ-28) ve sosyodemografik veri toplama formu verildi. Aydınlatılmış onamları alındı. Bulgular İntihar girişimi olan (n=33) ve olmayan (n=57) grup karşılaştırıldığında iki grup arasında demografik ve klinik değişkenlerden, cinsiyet, yaş, eğitim süresi, göç etmiş olma, yalnız yaşama, ailede psikiyatrik hastalık, KB’nin tipi ve madde kullanımı açısından anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Boşanmış ya da dul olmak, kötü ekonomik durum, yatış sayısı ise intihar girişimi olan grupta anlamlı olarak yüksek bulundu (Sırasıyla; Kikare=6.71, p=0.04; Kikare=2.44, p=0.04; t=-3.83, p<0.001). İntihar girişimi olan grupta, BAÖ, BDÖ, TAS-A, DES, DES-taxon, duygusal istismar ve CTQ- 28 toplam puanları anlamlı olarak yüksekti (Sırasıyla; t=-3.02, p=0.003; t=-2.93, p=0.004; t=-2.01, p=0.05; t=-2.78, p=0.007; t=-2.85, p=0.005; t=3.85, p<0.001; t=-2.58, p=0.01). Kendini yönetme ve işbirliği yapma puanları ise intihar girişimi olan grupta düşük bulundu (Sırasıyla; t=2.15, p=0.03; t=3.04, p=0.003). Alkol kullanımı, duygusal istismar, DES ve yatış sayısının intihar varlığını yordadığı tespit edildi (Sırasıyla; B=1.91, Wald=5.71; B=0.12, Wald=5.43; B=0.03, Wald=3.97; B=1.27, Wald=6.36). Tartışma KB’de intihar girişimlerini, alkol kullanımı en yüksek oranda olmak üzere, duygusal istismar ve dissosiasyonun şiddeti ile daha önceki hastane yatışlarının yordadığı görülmektedir. KB’li hastaların stresle baş etmede dissosiasyonu ya da alkolün sağladığı kimyasal dissosiasyonu kullandıkları düşünülebilir. Duygusal istismar da konversiyon bozukluğundaki dissosiayonun yordayıcılarından biridir. Bulgularımız, dissosiyatif boyutun ve alkol kullanımının KB’de intiharın hatırlanmasını ve bu hastalara yaklaşımda duygusal istismarın dikkate alınmasını desteklemektedir. PB 90 Konversiyon Bozukluğunda Mizaç ve Karakter Medine Yazıcı Güleç*, Ömer Yanartaş**, Leman İnanç*, Ahmet Üzer* *Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul **Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul Giriş Konversiyon bozukluğu (KB) ile kişilik bozuklukları sıklıkla bir arada bulunmaktadır ve KB’nin klinik görünümüyle ilişkisi gösterilmiştir. Kişilik araştırmalarında güncel yaklaşım, kişiliği boyutsal olarak da değerlendirmeyi önermektedir. Mizaç Karakter Envanteri (MKE) kişiliği boyutsal olarak değerlendiren ve psikobiyolojik olarak modelleyen bir yaklaşım sunmaktadır. Yöntem ve Gereçler Çalışmaya Erenköy RSHEAH Polikliniklerine başvuran ve DSM-IV’e göre KB tanısı konan ardışık 94 hasta ve 57 sağlıklı kontrol alındı. Testleri anlayacak düzeyde okuma yazması olmayan, kognitif yetersizliği ya da psikotik bozukluğu olanlar çalışmaya alınmadı. Çalışmaya 18-65 yaş arası kişiler dâhil edildi. Tüm katılımcılara MKE ve sosyodemografik veri toplama formu verildi. Aydınlatılmış onamları alındı. Bulgular Hasta ve kontrol grubu arasında yaş (t=1.42, p=0.16), cinsiyet (ki kare=2.98, p=0.08), eğitim durumu (t=1.42, p=0.16) açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu. KB olan hastalarda mizaç boyutlarından yenilik arayışı ve zarardan kaçınma kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek, karakter boyutlarından ise kendini yönetme ve işbirliği yapma anlamlı olarak düşük bulundu. (sırasıyla; t=-2.30, p=0.02; t=-6.93, p<0.001; t=8.02, p<0.001; t=5.00, p<0.001). Yenilik arayışı, zarardan kaçınma, sebatkarlık ve kendini yönetmenin KB varlığını yordadığı görüldü (Sırasıyla; B=0.11, Wald=4.66; B=0.15, Wald=10.35; B=0.46, Wald=7.60; B=-0.10, Wald=4.99). Tartışma Bulgularımız KB’de yenilik arayışı (heyecan arama, dürtü sellik.) ve zarardan kaçınma (endişe, karamsarlık, belirsizlik korkuları, çabuk yorulma..) boyutlarının yüksek olduğunu göstermektedir. Karakter boyutlarına bakıldığında ise kendini yönetmenin (sorumluluk alma, kendini kabul, amaçlılık, olumlu alışkanlıklar.) ve işbirliği yapmanın (sosyal hoşgörü, empati, yardımseverlik, merhametlilik, ilkeli olma.) düşük olduğu görülmektedir. Bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde borderline kişilik bozukluğu görünümüyle uyuşmaktadır. Mizaç boyutlarından yenilik arayışı, düşük dopaminerjik aktivite, zarardan kaçınma ise yüksek serotonerjik aktiviteyle ilişkilidir. Mizaç boyutlarından yenilik arayışı, zarardan kaçınma ve sebatkarlık, karakter boyutlarından ise kendini yönetmenin konversiyon bozukluğunu yordadığı görülmüştür. PB 91 Yanan Ağız Sendromu: Somatoform bozukluk mu? Evrim Özkorumak*, Esra Ercan**, Deniz Aksu Arıca***, Ahmet Tiryaki* *Karadeniz Teknik Üniversite Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı **Karadeniz Teknik Üniversite Diş hekimliği Fakültesi, Periodontoloji Anabilim Dalı ***Karadeniz Teknik Üniversite Tıp Fakültesi, Dermatoloji Anabilim Dalı Amaç: Yanan Ağız Sendromu(YAS), altta yatan herhangi bir lokal veya sistemik neden bulunmamasına rağmen ağızda yanma ve karıncalanmayla giden kronik bir hastalıktır(1,2). Etyopatolojisi ile ilgili birçok faktör öne sürülmekle birlikte, net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Psikolojik faktörlerin hastalığı ortaya çıkarabileceğine dair hipotezlerin yanında birçok çalışmada bu hastalarda komorbid psikiyatrik durumların da yüksek olduğu gösterilmiştir. Depresyon en sık görülen hastalık olmakla birlikte, anksiyete, kanser fobisi, hipokondriyazis en yaygın belirtilerdir (3,4,5). Olgu: Kırkdokuz yaşında, kadın, evli hasta Periodontoloji Kliniğinden sebebi bulunamayan ağızda yanma şikayeti nedeniyle KTÜ Tıp Fakültesi Psikiyatri kliniğine konsülte edilmiştir. Hastanın şikayetleri ilk olarak 5 yıl önce dudaktaki kabarıklık nedeniyle dış merkezde alınan biyopsi sonrası başlamış. O dönemde alınan biyopsi sonucu fibroepitelyal papillom olarak değerlendirilip eksize edilmiş. Son 5 yıldır ağızda özellikle dilinde ve dudaklarının iç kısmında yanma, karıncalanma ve acıma hissediyormuş. Bu şikayetle çok kez periodontoloji ve dermatoloji kliniklerine başvurduğu fakat önerilenlerden fayda görmemiş. Ağızdaki yanma ve karıncalanma şikayetleri 5 yıl içinde artarak devam etmiş. 1 yıl önce anksiyete belirtileri, aile sorunları nedeniyle psikiyatriye başvuran hastaya essitolopram 10 mg\gün, venlafaksin 75 mg\gün başlanmış ve bedensel anksiyete belirtilerinde azalma olmasına rağmen ağızdaki yanma ve karıncalanma şikayetinde değişiklik olmamış. Yapılan ruhsal muayenede affekt çökkün, düşünce içeriğinde bedensel yakınmalar ve hipokondriyak uğraşlar belirgindi. Beck depresyon ölçeği 20, Beck Anksiyete Ölçeği 25 puan, Klinik global izlenim ölçeğinde şiddet alt ölçeği: 5 idi. Yapılan Dermatoloji konsultasyonunda oral mukozanın dermatolojik fizik muayenesinde herhangi bir patolojik bulgu saptanmayan hasta ağız yanması sendromu olarak kabul edildi. Tartışma ve Sonuç: Fizyolojik ya da organik bulguların bulunmadığı tekrarlayan kronik bedensel yakınmalar, yineleyici tıbbi başvurular, hekimlerin hastanın yakınmaları konusunda çaresiz hissetmeleri, bedensel belirtilerin yoğun, zararlı ve rahatsız edici olarak tanımlanması bedenselleştirmeye işaret edebilir. DSM-IV tanı sistemine göre, “Somatoform Bozukluk” tanı ölçütlerini doldurmayan bu vakalar, fiziksel bir hastalığa atfettikleri bedensel belirtileri nedeniyle yoğun sıkıntı yaşarlar, bu belirtilere bir açıklama ve çare bulabilmek umuduyla sık sık sağlık hizmeti talebinde bulunurlar, sağlık hizmetleri açısından maddi ve manevi yük oluştururlar (6,7). Bu olgudan yola çıkılarak daha fazla sayıda olgularla yapılacak ileri çalışmalarla YAS’ın etyopatogenezine katkıda bulunulabilir. PB 92 Mastalji Hastalarında Bilgilendirme ve Psiko-Eğitimin Yaşam Kalitesine Etkisi Yarkın Özenli*, Agah Bahadır Öztürk** *Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Adana ** Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Kliniği, Adana Giriş: Mastalji, günlük yaşamı oldukça engelleyen ve önemli tıbbi maliyetlere yol açan bir durum olarak kabul edilmektedir. Yapılan çalışmalarda mastaljinin fiziksel, ruhsal, sosyal ve iş-okul aktivitelerinin önemli derecede engellendiği sonuçları elde edilmiştir (1, 2, 3) Bu çalışmada amaç organik etiyolojisi olmayan bir grup mastaljili hastada bilgilendirme ve psiko-eğitimin yaşam kalitesine etkisini araştırmaktır. Metod: Çalışmaya organik etiyoloji bulunmayan 95 mastaljili hasta dahil edilmiştir. Sosyo- demogrofik form ve SF-36 yaşam kalitesi ölçeği tüm hastalara uygulanmıştır. Rastgele seçilen 57 hastaya bilgilendirme ve psikoeğitim verilmiş geriye kalan 38 hasta bilgilendirme ve psiko-eğitim almamıştır. Bilgilendirme ve psiko-eğitimden 1 ay sonra SF -36 yaşam kalitesi ölçeği tekrar uygulanmıştır. Bulgular: Bilgilendirme ve psiko- eğitim verilen grupta bilgilendirme ve psiko-eğitim verilmeyen gruba göre fizik sağlık, fiziksel rol güçlüğü, ağrı, genel sağlık, vitalite, sosyal fonksiyon, emosyonel rol güçlüğü, mental sağlık yaşam kalitesi alt ölçek sonuçları için istatistiksel olarak anlamlı düzelme bulunmuştur. ( tüm sonuçlar: p<0.000) Sonuç: Mastalji hastalarında verilen bilgilendirme ve psiko-eğitimin yaşam kalitesinin yükselmesinde faydalı bir seçenek olduğu düşünülmektedir. Kaynaklar: 1. Ader DN, Shriver CD, Browne MW. Relationship of cyclical mastalgia. Premenstrual syndrome or recurrent pain disorder. Am J Obstetric and Gynecology 1997;20:198- 200. 2. Faiz O, Fentiman IS. Management of Breast Pain. J Clin Pract 2000;54:228-32. 3. Rosolowich V, Saettler E, Szuck B, Lea RH. Mastalgia. J Obstet Gynaecol Can.2006,28(1):49-71 PB 93 Organik Etiyolojisi Olmayan Mastalji Hastalarında Somatizasyon; Kontrollü Bir Çalışma Agah Bahadır Öztürk* Yarkın Özenli** *Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Kliniği, Adana *Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Adana Amaç: Somatizasyon en basit anlamıyla fizik bulgularla ve tetkiklerle açıklanamayan bedensel yakınmalar ve belirtiler olarak tanımlanabilir (1,2). Mastalji gibi ağrının ön planda olduğu hastalıklarda duyguların sembolik beden diliyle dışa vurumu somatizasyonu doğurabilir (3). Bu çalışmanın amacı organik etiyoloji olmayan mastalji hastalarında somatizasyon semptomlarının varlığını araştırmaktır. Metot: Çalışmaya Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Cerrahi kliniğine meme ağrısı yakınmasıyla gelen yapılan tetkikler sonucunda organik bir pataloji saptanmayan 58 mastalji hastası ve yaş, eğitim düzeyi, medeni durum açısından uyumlu sağlıklı gönüllü 35 kişi katılmıştır. Çalışma ve kontrol grubuna somatizasyon semptomları varlığını tanımlamada SCL-90 somatizasyon alt ölçeği ve somatizasyon düzeyini belirlemede Somatizasyon Disosiyasyon Ölçeği (SDQ) uygulanmıştır. Bulgular: SCL-90 somatiasyon alt ölçeği mastalji hastalarında 2.12±0.87, kontrol grubunun 0.91±0.55 olarak bulunmuştur. Gruplar arasında SCL-90 somatizasyon alt ölçeği için fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p<0.001). Çalışma grubunun SDQ ölçeği çalışma grubunun 30.10±8.54, kontrol grubunun 20.94±1.62 olarak bulunmuş olup fark istatistiksel olarak bulunmuştur (p<0.001) Sonuç: Organik etiyoloji saptanmayan mastalji hastalarında somatizasyon bulguları ve düzeyi normallere göre yüksek bulunmuştur. Bu bulgular mastalji hastalarının psikiyatrik tedavinin içinde bulunduğu multi-disipliner bir yaklaşıma ihtiyaç gösterdiğine işaret edebilir. Kaynaklar 1. Merskey H, Mai F. Somatazation and conversion disorder. Somatoform Disorder (WPA Series Evidence and experience in psychiatry, Vol. 9), Hoboken NJ, John Wiley&Sons, 2006,p.23-65. 2. 2.Tere L, Ghiselli W. Do somatic comlaints mask negative affect in youth. J Am Coll Health 1995; 44:9195. 3. Özenli Y, Yoldaşcan E, Topal K. Prevelence and associated risk factors of somatization disorder among Turkish students. Anatolian J of Psychiatry 2009; 10: 131-136. PB 94 Nörolojik Olarak Sağlam Orak Hücreli Erişkinlerde Nörokognitif Bozulma Asena Akdemir, İsmet Melek, Banu Cangöz, Serkan Yılmazer, Bahar Sarı Narğis *Selçuk Üniversitesi, Selçuklu Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Konya **Mustafa Kemal Üniversitesi, Tıp Fakültesi Nöroloji AD, Hatay ***Harran Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, Şanlıurfa ****Silopi Devlet Hastanesi, Şırnak *****Mustafa Kemal Üniversitesi, Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Hatay Amaç: Orak Hücreli Anemi (OHA) Hb A’nın Hb S’e mutasyonu sonucu oluşan genetik bir hastalıktır. Kronik, ilerleyici, yaşam süresini ve kalitesini azaltıcı bir hastalık olan OHA’nin önemli komplikasyonlarından olan kognitif yetersizlik üzerinde yeterince çalışma yapılmamıştır. Akdeniz ülkelerinde sık görülen hastalığın ülkemizde en sık görüldüğü şehir Antakya’dır. Hastalıkta kognitif ve akademik yetersizlikler olabilmektedir. Ancak bu konuda yeterli çalışma olmadığından hastalığın doğasını anlamak açısından bu çalışma yapılmıştır. Yöntem: Çalışmaya 65 orak hücre anemili ve 58 normal kontrol hastası alınmıştır. Tüm katılımcıların psikiyatrik ve nörolojik değerlendirmeleri yapılmıştır. Hastaların kranial MR’ları çekilmiştir. Katılımcılılara nöropsikolojik işlevlerini değerlendirmek amacıyla 3Kelime-3Şekil Testi (3K-3S), Saat Çizme Testi (SÇT), İptal Etme Testi (İET) ve İz Sürme Testi (İST) uygulanmıştır. Bulgular: OHA grubunun bazı bellek işlevlerinin kontrol grubundan anlamlı düzeyde farklı olduğu görülmektedir. OHA grubunun şekil kopyalama (görsel bellek) ve şekiller için kazanım puanı ile hem görsel (şekiller) hem de sözel bellek (kelimeler) için anlık ve gecikmeli hatırlama (15 dk.) puanları arasında anlamlı fark vardır. Hasta ve kontrol grupları, İptal Etme Testinde (İET) doğru işaretlenen harf sayısı, atlanan harf sayısı ve yanlış işaretlenen şekil sayısı puanları açısından farklılık göstermiştir. İki grup, İz Sürme Testi (İST) puanları açısından incelendiğinde, İST A Süresi, B Süresi, A Hatası ve B Hatası puanları açısından anlamlı fark olduğu gözlenmiştir. Tartışma: Sonuç olarak OHA’li hastaların beyinde görünür bir hasar olup olmadığından bağımsız olarak kognitif işlevleri bozulmaktadır Bu hastalardaki yetersizlik ayrıntılı kognitif muayene sonucu saptanabildiğinden klinik olarak özel öneme sahiptir. PB 95 Kronik Pruritus Hastalarında Psikiyatrik Profil Oğuz Akman*, Fatma Özlem Orhan*, Perihan Öztürk**, Ali Özer***, Yasemin Akman**, Mehmet Fatih Karaaslan**Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Kahramanmaraş **Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Dermatoloji AD, Kahramanmaraş ***İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı AD, Malatya Amaç: Kaşıntı ya da pruritus, kaşıma isteğine neden olan rahatsızlık verici duyu olup, deri hastalıkları içinde en sık görülen semptomdur. Kronik pruritus, birçok deri ve sistemik hastalıklarda görülebildiği gibi psikiyatrik bozukluklarda da görülebilmektedir. Bu çalışmadaki amaç; birincil deri hastalıkları ve kaşıntıya sebep olabilecek sistemik hastalıklar hariç tutulan kronik prurituslu hastaların sosyodemografik verilerini incelemek; kaşıntının özelliklerini, varsa psikiyatrik bozukluklarını ve depresif belirtilerini ve bunlar arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmamıza 126 kronik prurituslu hasta alındı. Hastaların sosyodemografik verilerini ve hastalığıyla ilgili özelliklerini içeren form dolduruldu. DSM-IV-TR (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders-IV-Text Revision) tanı ve değerlendirme sistemine göre psikiyatr tarafından SCID-I/CV (Structered Clinical Interview for DSM-IV, Clinical Version) uygulanarak psikiyatrik tanılar araştırıldı. Beck Depresyon Envanteri (BDE) uygulandı. Bulgular: Kronik prurituslu hastaların %70,6’sında 1-3 arası değişen sayılarda psikiyatrik bozukluklar saptandı. En sık görülen psikiyatrik bozukluklar ise %34,1 ile depresif bozukluklar olarak tespit edilmiştir. Kronik prurituslu hastalarda, psikiyatrik tanı alan grupla almayan grubun her ikisinde de kadınların oranı fazlaydı. Psikiyatrik tanı alan grupta jeneralize kaşıntı ve BDE puanları, psikiyatrik tanı almayan gruba göre anlamlı derecede yüksek saptandı (p<0.05). Tüm kronik prurituslu hastaların %62'sinde hafiften şiddetliye değişen oranlarda depresif belirtiler saptandı. Psikiyatrik bozukluk saptanan hastaların %57,3’ünde deride herhangi bir lezyon saptanmazken, %42,7’sinde ekskoriyasyon, liken simpleks kronikus ve prurigo nodülaris şeklinde kaşımaya sekonder deri lezyonları saptandı. Tartışma ve Sonuçlar: Bizim çalışmamızda hastaların %34,1’inde depresif bozukluklar, %32,5’inde farklılaşmamış somatoform bozukluk, %28,6’sında anksiyete bozuklukları tespit edilmiştir. Çalışmamızda depresif bozukluklar içinde en sık major depresif bozukluk (%25,3), anksiyete bozuklukları içinde de en sık yaygın anksiyete bozukluğu (%10,3) ve obsesif kompulsif bozukluk (%7,9) tespit edilmiştir. Buna rağmen hastaların sadece %16,7’sinin daha öncesinde psikiyatrik başvuruları mevcuttu. Pruritusta psikiyatrik bozuklukların görülme oranı, ülkemizdeki psikiyatrik bozuklukların yaygınlığı (%17,2) ile karşılaştırıldığında yüksek oranlardadır. Birincil deri ve sistemik hastalığı saptanamayan kronik prurituslu hastalarda yüksek oranda psikiyatrik bozuklukların görülmesi ve özellikle depresif belirtilerin eşlik etmesi, bu hastalarda psikiyatrik değerlendirmenin önemine işaret etmektedir. PB 96 Hemodiyaliz Tedavisi Almakta Olan Hastalarda Psikiyatrik Hastalık Sıklığı Elif Karaahmet*, Özge Şimşekyılmaz Saraçlı**, Yüksel Kıvrak***, Ülkem Öztürk****, Kürşat Altınbaş* * Çanakkale Onsekizmart Üniversitesi Psikiyatri AD ** Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD *** Kafkas niversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD ****Süreyyepaşa Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Giriş: Kronik böbrek yetmezliği (KBY) yaşamı tehdit eden, önemli ölçüde iş gücü kaybına ve çeşitli komplikasyonlara yol açan, her yaş grubunu etkileyen bir hastalıktır (1). Hemodiyaliz programına alınan hastalarda, diğer birçok kronik hastalıkta olduğu gibi birçok ruhsal ve sosyal sorunun da eşlik ettiği görülmektedir. KBY hastalarında depresyon ve anksiyete en sık görülen psikiyatrik hastalıklardır ve morbiditeyi artırmaktadır (2). Yapılan bir çalışmada diyaliz tedavisi alan hastaların % 70’inin psikiyatrik hastalıklarının farkında olmadıkları gösterilmiştir (3). Amaç: Bu çalışmanın amacı Türkiye’nin sosyokültürel açıdan farklı iki farklı bölgesinde hemodiyaliz tedavisi gören hastaların psikiyatrik hastalık düzeylerinin araştırılmasıdır. Metod: Çalışma Siverek Devlet Hastanesi ve Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde hemodiyaliz tedavisi almakta olan toplam 69 kişi üzerindeyürütülmüştür. Hastalara Hamilton anksiyete ve depresyon ölçekleri, sosyodemografik veri formu uygulanmış ve tamamıyla SCID-I görüşme yapılmıştır. Bulgular: hastaların % 68,1’i erkek, % 31,9’u kadındı. Hastaların % 34,8’i okuryazar değildi. % 43.5’i çalışmıyordu. Hastaların % 49,3’ünde en az bir psikiyatrik hastalık varken % 11,4’ünde iki psikiyatrik hastalık bulunuyordu. Psikiyatrik hastalıkların dağılımına baktığımızda % 29 ile en sık oranda depresyon görülmekteydi. İkinci sırada % 7,2 ile uyum bozukluğu ve % 5,8 ile yaygın anksiyete bozukluğu vardı. Sonuç: Hemodiyaliz hastalarında depresyon başta olmak üzere psikiyatrik hastalıklar sıklıkla eşlik etmektedir. Bu nedenle bu hasta grubunun düzenli olarak psikiyatrik değerlendirmeye alınması gerekmektedir. Kaynaklar: 1-Şentürk A, Tamam L. Hemodiyalize giren kronik böbrek yetmezliği olan hastalarda psikopatoloji. Ondokuz Mayıs Ü. Tıp Dergisi 2000; 17.163-172. 2-Bahar A, Savaş H, Yıldızgördü E, Barlıoğlu H. Hemodiyaliz hastalarında anksiyete, depresyon ve cinsel yaşam. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2007; 8:287-292. 3-Johnson S, Dwyer A. Patient perceived barriers to treatment of depression and anxiety in hemodialysis patients. Clin Nephrol. 2008;69:201-6. PB 97 Helicobacter Pylori Psikiyatrik Semptom Gelişimine Neden Olur mu? Yuksel Kivrak*, Yusuf Günerhan*, Mustafa Ari**, Yelda Yenilmez*, Elif Karaahmet*** *Kafkas Üniversitesi **Musta KemalÜniversitesi *** Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Amaç: Psikolojik faktörlerin(1) ve h pylorinin(2) gis i etkilediği bilinmekle beraber dispeptik yakınmaları olan kişilerde hp ile psikolojik faktör ilişkisi yeterince aydınlatılmamıştır. Biz bu çalışmamızda hpli olan ve olmayan kişilerdeki ruhsal belirtileri incelemeyi ve hp nin ruhsal belirtilere neden olup olmayacağını araştırmayı amaçladık. Yöntem ve Gereçler: Dispeptik şikâyetleri nedeniyle endoskopi ünitesinde üst endoskopi uygulanan 150 hasta çalışmaya alındı. 118 hasta ile araştırma tamamlandı. Helicobacter (H) Pylori doku testi uygulanan hastalar dâhil edildi. SCL 90 ölçeği uygulandı. Endoskopik işlem sırasında antrumdan ve pilordan üçer doku alındı. Alınan dokuya üreaz test uygulanarak H.Pylori varlığı incelendi. Ayrıca yine bu bölgelerden alınan doku örnekleri histopatolojik inceleme ile HP varlığı doğrulandı. Bulgular: H pylorili olan ve olmayan 118 kişinin sonuçları değerlendirmeye alındı. Hpylorili olanların 16(%34,0) sı erkek, 31(%66,0)’i kadındı. Hpyloi olmayanlar ise 25(%53,2)’i erkek, 22(%46,8)’si kadındı. Aralarında fark olmasına rağmen bu fark anlamlı değildi(x2=0,070, p=0,079). Scl 90 değerleri ve alt ölçekleri açısından her iki grup arasındaki puan farklarının anlamlı olmadığı görüldü. Hpylorili grup anksiyete, obsesyon, depresyon, kişiler arası duyarlılık, psikotik, paranoid ve gsi endeksi alt gruplarından yüksek puan almışken hylori olmayan grubun somatizasyon, öfke, ve ek alt skalalarından yüksek puan almışlardı. Her iki grupta somatizasyon alt skalasında aldıkları puan kesme puanı olan1’in üzerinde olmakla beraber, hp+li grup ayrıca anksiyete, obsesyon, depresyon, kişiler arası duyarlılık alt skalalarından aldıkları puan 1’in üzerinde tesbit edildi. Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda dispepsi etiolojisi amacı ile endoskopi için başvuran kişilerde hp enfeksiyonu ile ruhsal belirtileri arasında ilişki olmadığını bulduk. Dispepsili hastalarda hem hp ile psikolojik belirtiler arasında ilişki olmadığını hem de hplilerin bile ayrıca psikiyatrik yönden değerlendirilmesinin önemli olduğunu gösteren ilk çalışma olmasından dolayı araştırmamızın önemli olduğunu düşünmekteyiz. 1.Stanghellini V. Relationship between upper gastrointestinal symptoms and lifestyle, psychosocial factors and comorbidity in the general population: results from the Domestic/International Gastroenterology Surveillance Study (DIGEST). Scand. J. Gastroenterol. Suppl. 1999; 231:29–37. 2.Tack J, Bisschops R, Sarnelli G. Pathophysiology and treatment of functional dyspepsia. Gastroenterology. 2004 Eki; 127(4):1239–55. PB 98 Vajinismusu Olan Kadınlarda Depresyon, Anksiyete Düzeyi ve Cinsel İşlevler Evrim Özkorumak* ,Elif Şimşek Kaygusuz*, Filiz Civil Arslan**, Ahmet Tiryaki*, Mehmet Armağan Osmanağaoğlu*** Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı **Çaykara Ataköy Ruh VE Sinir Hastalıkları Hastanesi ***Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kadın Doğum Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Vajinismus, vajinanın dış üçte birindeki kaslarda cinsel birleşmeyi engelleyecek biçimde, yineleyici ya da sürekli olarak istem dışı spazm olarak tanımlanan bir cinsel ağrı bozukluğudur. Birinci basamak ve cinsel işlev bozukluğu polikliniğine başvuran kadın hastalarda da en sık rastlanan cinsel işlev bozukluğudur(1-3). Bu çalışmanın amacı vajinismus tanısı konulan hastaları sosyodemografik özellikler, cinsel işlev ve anksiyete, depresyon düzeyleri açısından sağlıklı kontrollerle karşılaştırmaktır. Yöntem ve Gereçler: Bu çalışmaya KTÜ Tıp Fakültesi psikiyatri polikliniğine cinsel birleşmede bulunamama nedeniyle başvuran DSM-IV’e göre vajinismus-yaşamboyu sürekli tip tanısı alan 25 kadın hasta alınmıştır. Hastaların tümü organik nedenli vajinismusun ekarte edilmesi amacıyla Kadın Hastalıkları ve Doğum uzmanı tarafından değerlendirilmiştir. Yapılan jinekolojik değerlendirme sonrasında herhangi bir patolojik bulgu saptanmayanlar hasta grubunu oluşturmuştur. Hasta grubuna yaş ve eğitim açısından eşleştirilmiş 25 cinsel birleşme sorunu olmayan sağlıklı kontrol alınmıştır. Tüm katılımcılara sosyodemografik veri formu, Golombok Rust Cinsel Doyum Ölçeği(GRCDÖ), Beck depresyon Ölçeği(BDÖ) ve Beck anksiyete Ölçeği(BAÖ) uygulanmıştır. Bulgular: Vajinismusu olan 25 kadından 2’sine (% 8) spekulum muayenesi yapılabilmiştir. Diğerlerine sadece unimanuel muayene yapılmıştır (n=23, % 92). Hasta ve kontrol grubu arasında yaş, eğitim, meslek, çalışma durumu açısından fark yoktur. Cinsel bilgi düzeyi hasta grubunda sağlıklı gruba göre anlamlı olarak daha kısıtlı ve yanlıştır. Hasta grubu evlilik uyumlarını sağlıklı hastalara göre anlamlı olarak daha kötü olduğunu bildirmişlerdir. İlişki sıklığı açısından hasta ve sağlıklı kontroller arasında fark yoktur. Cinsel travma hiçbir hastada bildirilmemiştir. BDÖ, BAÖ ve GRCDÖ- toplam puan ve doyum, kaçınma, vajinismus, orgazm alt puanları hasta grubunda anlamlı yüksek bulunmuştur(Tablo1). Tartışma ve Sonuçlar: Vajinismus etyolojisinde yer alan etmenlerden biri olan cinsel bilgi yetersizliği bu çalışmada gösterilirken, diğer bir etmen olan cinsel travma öyküsü hiçbir hastada bildirilmemiştir(4). GRCDÖ’de vajinismus dışında diğer alt puanların sağlıklı kontrollere göre yüksek olması vajinismusta birleşmede zorluk dışında cinsel cevap döngüsünün diğer basamaklarında da sorun olabileceğini işaret edebilir. Depresyon ve anksiyete düzeyleriin vajinısmus etyolojisindeki yeri ile değerlendirilmelidir. Bu tanımlayıcı veriler vajinismus etyolojisinde farklı etmenlerin çalışılacağı ileri çalışmalara ışık tutacaktır PB 99 Araştırma Görevlilerinde Cinsel İşlevin Tükenmişlik, İşe Bağlı Gerginlik ve İş Doyum Düzeyleri İle İlişkisi Derya Güliz Mert, Önder Kavakcı, Nesim Kuğu Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilimdalı Amaç: Tükenme ve işe bağlı gerginlik daha çok hekimlik, hemşirelik gibi insanlarla yoğun ve süreğen ilişkide olan mesleklerde görülmektedir(1).Meslek dışı yaşamı doğrudan etkileyen, sürekli özveri gerektiren hekimlik mesleğinde, iş doyumu da büyük önem taşımaktadır(2). Tükenmişlik çok çeşitli belirtilerle ortaya çıktığı görülmektedir. Aile sorunları biçiminde ortaya çıkan belirtilerinden biri de cinsel işlevlerde anormallikler olarak ifade edilebilir (3).Bu çalışmada, kadın araştırma görevlilerinde cinsel işlevin; tükenme, işe bağlı gerginlik ve iş doyumu düzeyleri ile ilişkisini araştırmak amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya katılmayı kabul eden üniversite hastanesinde görev yapan en az bir yıllık evli 41 kadın araştırma görevlisi sosyodemografik veri formu, Kadın Cinsel İşlev İndeksi Türkçe formu (KCİİ), İşe Bağlı Gerginlik Ölçeği (İBGÖ), Maslach Tükenmişlik Ölçeği (MTÖ), İş Doyumu Ölçeği(İDÖ) formlarını doldurdu. Bulgular: Çalışmaya katılan araştırma görevlilerinin yaş ortalaması 32.8+-3.5 yıl, evlilik yılı 6.7+-4.2 yıl idi. Ölçeklerin ortalama puanları tablo 1’de gösterilmiştir. KCİİ ve alt ölçek (istek, uyarılma, ıslanma, orgazm,tatmin, ağrı) puanları ile işe bağlı gerginlik, doyum, duyarsızlaşma, kişisel başarı ve duygusal tükenme arasında anlamlı korelasyon bulunmadı.Logistik regresyon analizi yapıldığında işe bağlı gerginlik, iş doyumu ve tükenmişlik ölçek puanlarının kadın cinsel işlev bozukluğunu öngörmediği bulundu. Sonuç: Bu kadın örnekleminde, tükenme, işe bağlı gerginlik ve iş doyumu düzeylerinin cinsel yaşamlarının herhangi bir alanını etkilemediği bulunmuştur. Kaynaklar: (1) Düzyürek S, Ünlüoğlu G. Hekimde tükenmişlik sendromu. Psikiyatri Bülteni 1992; 1:108-13. (2)Musal B, Elçi ÖÇ, Ergin S. Uzman hekimlerde mesleki doyum. Toplum ve Hekim, 1995;10:2-7. (3) Vızlı C. Görme Engelliler İlköğretim Okullarında Çalışan Öğretmenlerle Normal İlköğretim Okullarında Çalışan Öğretmenlerin Tükenmişlik Düzeylerin Karşılaştırılması Üsküdar İlçesi Örneği. Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2005. Tablo1. Ölçeklerin Ortalama Puanları Ortalama SD Ölçek MTÖ-DT 18.8 9.6 MTÖ-KB 19.8 4.7 MTÖ-DYS 6.2 3.9 İBGÖ 40 7.3 İDÖ 35.4 9.1 KCİİ 25.1 5.2 KCİİ-istek 3.3 0.9 KCİİ-uyarılma 4.0 1.3 KCİİıslanma 4.6 1.2 KCİİ-orgazm 4.4 1.0 KCİİ-tatmin 4.5 1.1 KCİİ-ağrı 4.4 1.1 MTÖ-DT:Maslach Tükenmişlik ÖlçeğiDuygusal Tükenme MTÖ-KB:Maslach Tükenmişlik Ölçeği- Kişisel Başarı MTÖ-DYS:Maslach Tükenmişlik ÖlçeğiDuyarsızlaşma PB 100 Medikal Kurtarma Ekiplerinde Travmatik Stres Ve İlişkili Bilişsel Özellikler Aslı Yeşil, Oya Karaali Aktaş, A. Tamer Aker Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğü Ruh Sağlığı Programları Tütün Ve Bağımlılık Yapıcı Maddeler Birimi. Psk. Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğüruh Sağlığı Programları Tütün Ve Bağımlılık Yapıcı Maddeler Birimi. Prof. Dr., Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ad. & Sbe Ruhsal Travma Ve Afet Çalışmaları Birimi. Amaç: Travmatik olaylar insanın yaşamsal bütünlüğüne yönelik tehdit içeren olaylardır. Sağlık çalışanları, polisler, itfaiye çalışanları, sivil savunma ekipleri ve diğer meslek grupları meslekleri gereği travmatik olaylarla karşılaşan meslek gruplarıdır. Çalışanların görev sırasında karşılaştıkları travmatik olaylar eşduyum yorgunluğuna( compassion fatigue), tükenmişliğe (burnout) ve çeşitli ruhsal sorunlara neden olabilir. Bu nedenle bu çalışmada, Ulusal Medikal Kurtarma Ekiplerinin (UMKE) iş ve toplumsal yaşantılarından kaynaklanan ikincil travmatik stres, tükenmişlik belirtilerini ve travma sonrasında gelişen bilişlerini saptamak amaçlanmıştır. Yöntem Ve Gereçler: UMKE Soru Formu, Çalışanlar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (Yeşil ve ark, 2010), Travma Sonrası Biliş Ölçeği (Yetkiner, 2010) medikal kurtarma ekiplerinde görev yapan 36 doktor, 63 ebe/hemşire/sağlık memuru, 48 acil tıp teknikeri ve paramedik, 17 ambulans sürücüsü olmak üzere toplam 164 sağlık çalışanına uygulanmıştır. Tartışma Ve Sonuç: Elde edilen sonuçlarda medikal kurtarma ekiplerinin dünyayla ilgili olumsuz bilişlerinin, kendisiyle ilgili olumsuz bilişlerine göre daha ön planda olduğu saptanmıştır (38.41±11.62). Tükenmişlik ve eşduyum yorgunluğu belirtilerinin düşük olduğu bulunurken, mesleki tatmin yüksek bulunmuştur (12.65±5.10; 9.79±6.46; 36.08±7.08). Medikal kurtarma ekiplerinin kendileriyle ilgili olumsuz bilişleri yükseldikçe dünyaya ilişkin olumsuz bilişleri, tükenmişlik belirtileri ve eşduyum yorgunluğu belirtileri de yükselmektedir(r=0.50; p<0.01; r=0.37; p<0.01; r=0.48; p<0.01). Tartışma: UMKE çalışanlarında ruhsal sorunlar belirgin bir sağlık sorunudur. Çalışanların desteklenmesi açısından bireysel ve toplumsal özellikleri kadar bilişsel işlevlerini de değerlendirmek önemlidir. Oluşturulacak destek programlarında, özellikle travmatik stres ve tükenmişliğin belirtilerinin sağaltımı gibi konularda psikososyal ve psikoeğitsel yaklaşımları bilişsel uygulamalarla da desteklemek yararlı olabilir. Anahtar Kelimeler: Medikal Kurtarma Ekipleri, İkincil Travmatik Stres, Depresyon, Bilişsel Özellikler. PB 101 Acil Servis Güvenlik Görevlilerinin Kaygı, Tükenmişlik ve Depresyon Düzeylerinin İncelenmesi Irmak Polat*, Mustafa Alican Dirican*, Hakan Coşkunol** *Araştırma Görevlisi Dr, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD **Profesör Dr, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD Amaç: Sağlık personeline yönelik sözel ve/veya fiziksel şiddet olayları yaşanmaktadır. Hastane acil servislerinde çalışan personele yönelik şiddetin önüne geçebilmede güvenlik görevlilerine pay düşmekte, onlardan olası tehlikelere karşı tetikte olmaları, sorun çıktığı durumda müdahale etmeleri ve sağlık ekibi ile çevredeki diğer kişileri korumaları beklenmektedir. Bu çalışmanın amacı acil serviste çalışan güvenlik görevlilerinin karşılaştıkları olumsuz davranışlar nedeniyle geliştirdikleri kaygı, tükenmişlik ve olası depresyon düzeyinin araştırılmasıdır. Yöntem ve Gereç: Çalışmada acil servis çalışanlarından 10-15’er kişilik grup görüşmeleri yapılarak karşılaşılan olumsuz olaylar konusunda bilgi alınmıştır. Daha sonra her gönüllüye araştırmacılar tarafından hazırlananan sosyo-demografik veri formu, Durumluluk- Sürekli Kaygı Envanteri (STAI), Maslach Tükenmişlik Ölçeği ve Beck Depresyon Envanteri (BDE) uygulanmıştır. Elde edilen tüm veriler SPSS- 18 programına aktarılmış ve analizler yapılmıştır. Bulgular: Çalışmaya acil servis ve acil servis dışı hastane bölgelerinde çalışan toplam 44 erkek ve 7 kadın güvenlik görevlisi alınmıştır. Acil serviste çalışanlar, 17 erkek ve 3 kadın; ortalama yaş 28,7 ± 4,7 olarak tespit edilmiştir. Acil servis çalışanlarının 9’u bekar, 11’i evli; %85’i lise, %10’u üniversite, %5’i ortaokul mezunudur. Toplam STAI, Maslach ve Beck puanlarının çalışma yerlerine göre analizinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Öğrenim düzeyi ile Beck puanları arasında ortaokul mezunları ve üniversite mezunları arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki çıkmıştır. (p:0.029) Üniversite mezunlarının Beck puanları ortaokul mezunlarından daha düşüktür. Yaşa bağlı olarak Maslach duygusal tükenmişlik alt ölçeği (p: 0.012), duyarsızlaşma alt ölçeği (p:0.029), toplam Maslach puanlarında (p:0.028) ve toplam Beck puanlarında (p: 0.040) anlamlı farklılık görülmüştür. Tartışma ve Sonuç: Çalışmamızda toplam kaygı, tükenmişlik ve depresyon ölçeklerinin puanlarında çalışma yerine göre farklılık tespit edilmemiştir. Ortaokul mezunlarının depresyon değerlerinin üniversite mezunlarından anlamlı olarak daha fazla çıkması düşük eğitim seviyesinde depresyon bulgularının daha fazla olduğunu göstermektedir. Yaşa göre kaygı, tükenmişlik ve depresyon düzeylerine bakıldığında, ileri yaşlarda bu puanların daha az olması ve aralarında anlamlı bir farklılık görülmesi bu kişilerin ileri yaşta daha fazla mesleki tecrübe edinerek yaşadıkları olumsuz davranışların onlar üzerine daha az etki yaratacağını düşündürmektedir. PB 102 Obezite Cerrahisi İçin Onay Almış Olgularda Yeme Tutumları ve Beden Algısı Serkan Zincir*, Gökçe Özer*, Selma Bozkurt Zincir**, Mehmet Ak*, Ali Bozkurt*** * Gatf Psikiyatri Abd, Ankara ** Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, İstanbul *** Yakın Doğu Üniversitesi Psikiyatri AD, Kıbrıs Amaç: Obezite; alınan enerjinin, harcanan enerjiden fazla olmasından kaynaklanan ve beden yağ dokusunun artması ile karakterize olan kronik bir hastalıktır. Obezitenin tanımında yaygın olarak kullanılan parametre beden kitle indeksidir (BKİ). BKİ> 30 kg/m² eriskin obezitesi morbitide ve mortalite artısı ile iliskilidir. Obeziteyi, psikosomatik bir hastalık olarak değerlendirip, tedavisinde çok boyutlu bir terapi yaklaşımının gerekli olduğu belirtilmektedir. Bu çalısma ile obezite cerrahisi için başvuran hastalarda basta beden algısı, yeme bozuklugu, depresyon ve anksiyete olmak üzere psikopatolojinin belirlenmesi ve bu bireylerde psikopatolojiyi etkileyen özelliklerin ayrımlastırılması amaçlanmıstır. Yöntem: Çalışmaya son bir yıl içinde GATF Genel Cerrahi Polikliniğine obezite cerrahisi için müracaat eden ve durumları obezite cerrahisi için uygun olan 29 hasta alındı. Kontrol grubu olarak psikiyatrik herhangi bir tanısı olmayan sağlıklı 30 kişi dahil edildi. Süreçte 14 hasta obezite nedeniyle opere edildi. Tüm katılımcılara yeme tutumları ölçeği, beden algısı ölçeği, beck depresyon ile STAI I-II ölçekleri uygulandı. Bulgular: Obezite cerrahisi için onay almış hastaların yaş ortalaması 39,9±8,3 yıl olarak bulunmuştur. Hasta grubun yeme tutumu ölçeği puanı ortalama 23,3±9,1, beden algısı ölçeği puanı ortalama 130,5±22,5, beck depresyon ölçeği puanı ortalama 14,4±7,7, STAI-I ve STAI-II ölçek puanları ortalaması ise sırasıyla 39,3±10,8 ve 43,5±7,9 olarak saptanmıştır. Kontrol grubunun yaş ortalaması 36,7±7,6 yıl, beden algısı ölçeği puanı ortalama 146,4±16,5, beck depresyon ölçeği puanı ortalama 13,5±5,9, STAI-I ve STAI-II ölçek puanları ortalaması ise sırasıyla 33,7±12,8 ve 36,9±8,7 olarak bulunmuştur. Tartışma: Obezite cerrahisi için onay alan hastalar kontrol grubuyla kıyaslandığında, beklenen şekilde istatistiksel açıdan anlamlı oranda bedenlerinden hoşnutsuz oldukları gözlendi. Ayrıca hasta grubun sürekli kaygı düzeyleri kontrol grubuna göre yüksek olduğu ve yeme tutumları ölçeğinden daha yüksek skorlar aldıkları tespit edildi. İki grup arasında depresif semptomlar açısından anlamlı bir fark saptanmadı. PB 103 Konversiyon Bozukluğu Olgularında Savunma Biçimleri Serkan Zincir, Cihad Yükselir, Mustafa Alper, Bülent Karaahmetoğlu, Mehmet Ak Gatf Psikiyatri Abd, Ankara Amaç: Konversiyonun etiyolojisinde çeşitli psikodinamik görüşler, nörobiyolojik ve genetik etmenler, sosyokültürel görüşler üzerinde durulmuş; ancak çalışmalar sonucunda genellikle çok etkenli bir bozukluk olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmada DSM-IV tanı ölçütlerine göre konversiyon bozukluğu tanısı konan erkek hasta grubunda etiyolojik bir etken olarak savunma düzeneklerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Çalışmaya Haziran 2010 - Şubat 2011 tarihleri arasında çeşitli bedensel yakınmalar ile gelen ve yapılan muayene sonrasında herhangi bir organik patolojiye rastlanmayan ve DSM-IV tanı ölçütlerine göre konversiyon bozukluğu tanısı konan 40 hasta ile 30 sağlıklı gönüllü alındı. Tüm olgulara savunma biçimleri testi verildi. Sosyodemografik veriler yarı yapılandırılmış görüşme formuyla sorgulandı. Tartışma: Egonun temel işlevlerinden birisi kişinin psikolojik denge durumunu korumak için savunmalar kullanmasıdır. Savunma mekanizmaları kişiliğin gelişiminde ve kişinin çevreye uyumunda önemli rol oynarlar ve kişiyi içsel çatışma ve duygusal sıkıntıdan korurlar. Bu bakımdan savunma mekanizmaları, ego gelişimi ve psikopatoloji ile yakın ilişki içerisindedir. Bu çalışmada konversiyon bozukluğu tanısı almış hasta grubunda savunma mekanizmaları, savunma biçimleri testi kullanılarak araştırıldı. Konversiyon bozukluğu tanısı almış hastaların kontrollerden daha az olgun, daha çok immatür ve nevrotik savunma düzenekleri kullandıkları bulundu. İmmatür ve nevrotik savunmaların sık, olgun savunmaların ise görece az kullanılması stres altında konversif semptomların gelişmesine yatkınlık oluşturabilir. PB 104 Ankilozan Spondilitli Hastalarda Benlik Saygısı ve Aleksitimi Mustafa Solmaz*, Zerrin Binbay*, Muharrem Çiğdem**, Selim Sağır*, İlhan Karacan** *Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul **Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Kliniği, İstanbul Amaç: Ankilozan Spondilit (AS) etyolojisi tam olarak bilinmeyen, spinal eklemlerde ve komşu yapılarda belirgin inflamasyonla karakterize, omurgada progresif ve asendan kemik füzyona yol açan inflamatuar bir hastalıktır. İlerleyici olarak omurganın tutulması ile sonuçlanabilen sakroileit hastalığın en karakteristik ve en erken bulgusudur. Diğer romatizmal hastalıkların psikiyatrik durumu ve yaşam kalitesi ile ilgili oldukça fazla sayıda araştırma yapılmışken, AS hastaları ile ilgili araştırmalar sınırlı sayıdadır. AS hastaların ruhsal durumu ile ilgili yapılan araştırmalarda, normal populasyondan daha yüksek düzeyde belirti düzeyi bildirilmiştir. Bu hastalarda en sık ortaya çıkan psikiyatrik belirtiler depresyon ve anksiyete belirtileridir. Ruhsal durumla AS kliniği ve seyri arasında da karşılıklı etkileşim olduğu bilinmektedir. Psikiyatrik durumun kötüleşmesi AS'in klinik olarak daha da kötüleşmesine neden olmaktadır. Bu çalışmanın amacı, ankilozan spondilitli hastalarda benlik saygısı, aleksitimi, depresyon ve anksiyete düzeylerini belirlemektir. Yöntem: Bu çalışmaya, fizik tedavi kliniğinde ankilozan spondilit tanısıyla takip edilmekte olan 50 hastayla, sağlıklı 50 gönüllü alınmıştır. Hastalara ve kontrol grubuna Toronto aleksitimi ölçeği, Beck Depresyon ölçeği, Rosenberg Benlik Saygısı ölçeği, Durumluk ve Sürekli Kaygı Envanteri (STAI-I ve STAI-II) uygulanmıştır. Bulgular: Kontrol grubuna göre hasta grubunda kaygı düzeyleri anlamlı olarak yüksek bulunuştur (p<0.05), ayrıca depresyon puanlarında da anlamlı düzeyde farklılık saptanmıştır. Benlik saygısı puanları, kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde düşük çıkmıştır (p<0.005). Sonuç: Ankilozan spondilitli hastalarda, benlik saygısı, aleksitimi, depresyon gözden kaçırılmamalıdır. Bu konuda daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: Ankilozan spondilit, benlik saygısı, aleksitimi, depresyon PB 105 Simav Depremi Sonrası Yakınması Olan Olgularda Ruhsal Durum Değerlendirmesi Burcu Yücetürk1, Ece Durmuşoğlu1, Cem Çınar1, Demet Havaçeliği2, Hakan Coşkunol1 1Ege Universitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İzmir 2 Ege Universitesi Madde Bağımlılığı, Toksikolojji Ve İlaç Bilimleri Enstitüsü, İzmir Giriş ve Amaç: Ölüm, ölüm tehdidi, ağır yaralanma ya da beden bütünlüğüne yönelik bir tehdidin ortaya çıktığı ve kişinin kendisinin yaşadığı ya da tanık olduğu olaylar travmatik yaşantılar olarak tanımlanmaktadır (1). Bu çalışmada 19 Mayıs 2011 tarihinde Kütahya-Simav’ da meydana gelen deprem sonrasında ruhsal yakınması olan olgularda hangi oranda akut stres bozukluğu(ASB) geliştiğini değerlendirmek ve ASB gelişen olguların sosyodemografik özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Method: Kütahya’nın Simav merkezli depremden en çok hasar gören Beyce, Eğirler ve Gökçeler köylerine gidilmiştir. Burada yakınması olan 46 olguya ayrıntılı psikiyatrik değerlendirme yapılmıştır. Stresle Başaçıkma Tarzları Ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Örneklemin büyük çoğunluğu ilkokul mezunu (%60.9), evli (%76.6) kadınlardan (%80.4) oluşuyordu. Otuz olgu (%65.2) ASB’nin DSM-IV tanı ölçütlerini karşıladı. Kalan olguların 15’inde (%32.6) eşik altı anksiyete belirtileri saptandı. ASB tanısı alan 30 olgunun 12’si (%26.1) herhangi bir somatizasyon bozukluğuna veya depresif bozukluğa sahipti ve 19’unun (%63.3) geçmişte bir psikiyatrik yakınması vardı. ASB saptanan olgularda SBTÖ’de boyun eğici yaklaşım ve çaresiz yaklaşım puanları diğer alt ölçek puanlarından daha yüksekti. Tartışma ve Sonuç: Travma sonrası stres bozukluğunun meydana gelmesinde tek etken maruz kalınan travmatik olay değildir (2). Travmatik olayın beklenebilirliği, etkilediği toplumun özelllikleri, etki alanı genişliği, bireylerin çeşitli özellikleri ve ruhsal yapıları travmatik olay sonrası gelişen ruhsal bozukluklarda rol oynamaktadır (3). Kaynaklar 1)Amerikan Psikiyatri Birligi, 1994, Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, dördüncü baskı (DSM-IV). Çeviren E. Köroglu, Ankara: Hekimler Yayın Birligi 2)Özçetin A, Maraş A, Ataoğlu A, İçmeli C. Deprem sonrası gelişen travma sonrası stres bozukluğu ile kişilik bozuklukları arasındaki ilişki. Düzce Tıp Dergisi 2008; 2:8-18 3)Aker T. 1999 Marmara depremleri: Epidemiyolojik bulgular ve toplum ruh sağlığı uygulamaları üzerine bir gözden geçirme. Türk Psikiyatri Dergisi 2006;17(3):204-212 PB 106 Lise Öğrencisi Ergenlerde Ayrılma Bireyleşme, Depresyon, Ebeveyn Tutumları ve Sosyodemografik Faktörler Arasındaki İlişki İlke Yeşer Erensoy, Burcu Yavuz, Oğuz Karamustafalıoğlu, Bahadır Bakım *Beşiktaş Sait Çiftçi Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul **Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul ***Üsküdar Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul ****Çanakkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Çanakkale Amaç: Bu çalışmada orta ergenlik dönemindeki lise öğrencilerinde çeşitli sosyodemografik veriler ışığında, anne baba tutumları, ayrılma- bireyleşme özellikleri ve depresyon arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Metod: Çalışmaya Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin alınarak Şişli ilçesinde yer alan Devlet Lisesi ve Meslek Lisesi lise 2. sınıf ve 3. sınıf öğrencilerinden toplam 391 öğrenci dâhil edildi. Çalışmada Sosyodemografik Soru formu, Anne-Babaya Bağlanma Ölçeği ( ABBÖ), Adolesan Ayrılma Bireyleşme Testi (AABT), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) kullanıldı. Bulgular: Alışmaya katılan öğrencilerinden %25,6’ sında (n=100) depresyon ortalama puanı istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuş olup cinsiyetler açısından, kız öğrencilerde depresyonun varlığına işaret eden BDÖ puan ortalamaları erkeklerden anlamlı bir şekilde yüksek bulunmuştur (p= 0,001). Depresyonu olan ergenlerde anne aşırı koruma puanı depresyonu olmayan ergenlerden anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur ( p=0,019). Ayrıca depresyonu olan ergenlerin hem anne hem de babalarının ilgi/kontrol puanları ise depresyonu olmayanlara istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur (p=0,019 ve p=0,034). İntihar girişimi ve kendine zarar verici davranışların ise ayrılma bireyleşme özelliklerinden reddedilme beklentisi ve yutulma anksiyetesi ile ilişkili bulunmuştur (p<0,05). Alkol, madde, sigara kullanımı olan ve intihar girişiminde bulunmuş olduklarını belirten öğrencilerin depresyon ortalama puanları intihar girişiminde bulunmayanlara ve sigara- madde kullanımı olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (p<0,05). Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda ergenlik döneminde depresyon gelişimi ayrılma bireyleşme süreci ve ebeveyn tutumları ile ilişkili bulunmuştur. Depresyon gelişimi bağımsızlığı, özerkliği desteklemeyen ebeveyn tutumunun ile ilişkili bulunmuştur. Aynı şekilde ayrılma bireyleşme sorunları olan ergenlerde depresyona daha sık bulunmuştur. Cinsiyetler açısından ayrılma bireyleşme döneminde sorun yaşayan ergenlerin geliştirdikleri uyum süreci açısından farklılıklar vardır. Erkekler bu dönemdeki ayrılma bireyleşme sorunlarını aşmak için bağımlılık gereksinimlerini inkâr ederek, sigara, alkol, madde gibi bağımlılık yapıcı maddeleri daha sık kullanmaktadır. Sonuç olarak ebeveynle kurulan ilişki de ayrılma bireyleşme sürecini doğrudan etkilemektedir. Özerkliği engelleyen aşırı koruyucu ebeveyn tutumu ayrılma bireyleşme sürecini olumsuz etkilemektedir. Ergenleri daha iyi anlamak ve bu dönemde ortaya çıkacak sorunların çözümü için ebeveyn tutumları ve ayrılma bireyleşme süreçlerinin de göz önünde bulundurulması büyük önem taşımaktadır. PB 109 Aile İçi Şiddete Maruz Kalan Evli Kadınların Psikiyatrik Değerlendirilmesi *Hasibe Ebru Kaymaz, ** Ahmet Öztürk *Tuzla Devlet Hastanesi Psikiyatri Polikliniği, İstanbul ** Erzurum Bölge Hastanesi Psikiyatri Polikliniği, Erzurum Amaç: Aile toplumla ilgili en küçük sosyal birimdir. Sosyolojinin kurucularından Le Play de aileyi toplumun en küçük birimi, sosyal hücresi olarak görür(1). Aile olarak tanımlanan bir grupta zorlama, hor görme, fiziksel güç kullanma, cezalandırma, öfke patlamalarıyla eslerden birine yöneltilen her turlu fiziksel ve / veya psikolojik şiddet davranışına aile içi şiddet” denir(2). Bu çalışmada psikiyatri polikliniğine başvurmuş, hikâyesinde aile içi şiddete uğrayan evli kadınların maruz kaldığı şiddetin özelliği ve bazı psikiyatrik parametreler yönünden incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Psikiyatri polikliniğine başvurmuş aile içi şiddete maruz kalmış 30 evli kadın katılımcı ile yaş, cinsiyet ve eğitim açısından eşleştirilmiş sağlıklı aile içi şiddete uğramayan 30 evli kadın çalışmaya dahil edilmiştir. Katılımcılara Sosyodemografik veri formu, Beck Depresyon Ölçeği (BDE), Beck Anksiyete Ölçeği(BAÖ), Durumluk –Süreklik Kaygı Ölçeği (STAI1-STAI2) ve Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği (DES) uygulanmıştır. Bulgular: Aile içi şiddete hastalardan 29 u tokatlanmaya, 21 i yumruklanmaya, 13 ü bıçaklanmaya, 29 u küfre, 16 sı cinsel zorlanmaya maruz bırakılmıştı. Hastalarda kontrol grubuna göre BDE, BAE ve DES skorları anlamlı olarak daha yüksek çıkarken() p<0.05). STAI ölçeğine göre iki grup arasında anlamlı bir farklılık saptanmadı. Tartışma ve Sonuç: Bu çalışmada aile içi şiddete uğrayan evli kadınların sağlıklı kontrollere göre sosyodemografik olarak incelendiğinde; kadınların şiddet türü olarak tokatlanma başta olmak üzere yumruklanma, küfür yeme, bıçaklanma hatta cinsel tacize maruz bırakılma gibi değişik türlerde durumlarla baş başa kaldığı buna bağlı olarak bu hastalarda psikiyatrik ölçeklerle yapılan değerlendirmede; anksiyete, depresyon ve travmanın ruhsal etkilerinin göstergesi olarak değerlendirilebilecek dissosiasyon oranlarının sağlıklı kontrollere göre bariz olarak yüksek olduğu görülmüştür. Bu çalışmanın sonuçlarına göre psikiyatri polikliniğine başvuran hastalarda aile içi şiddet mutlaka değerlendirilmeli, sosyal destek mekanizmaları harekete geçirilmeli, hastanın tüm boyutlarıyla ele alınmasında fayda görülmektedir. Kaynaklar: 1- Bağlı M, Sever A, “Tabulaştırılan/Tabulaşan Kurumun (Ailenin) Kurbanlıklar Edinme Pratiği”: Levirat ve Sororat Aile ve Toplum Dergisi 2005 Cilt 2 Sayı 8 S: 9-22. 2- Aslantürk Zeki, Amman Tayfun, “Kavramlar Kurumlar Süreçler Teoriler”, Sosyoloji 363-365. PB 110 Kozmetik Rinoplasti Talebinde Bulunan Hastalarda Psikopatolojik Belirtiler Ve Eksen 1, Eksen 2 Tanıları Hasan BELLI, MD1 , Mahir Akbudak , MD1,Cenk URAL, MD1 1 Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul,Türkiye. Giriş ve Amaç: Çoğu insan psikolojik olarak daha iyi hissetmek için kozmetik cerrahi işlemler yaptırmak isteyebilir. Bazı çalışmalar bu işlemlerden hastaların gerçekten memnun kaldığını göstermektedir. Bununla birlikte, bazı hastalar için sonuç bekledikleri gibi olmayabilir. Sonuçta tekrarlayan ameliyatlar, depresyon, sosyal izolasyon, aile içi sorunlar, sağlık personeline karşı öfke ve saldırganlığa varan sonuçlar ortaya çıkabilir. Kozmetik cerrahi yaptıran hastalarda bedensel görünümlerinden en çok memnun olmayanlar rinoplasti yaptıran hastalardır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya KBB polikliniğine rinoplasti yaptırmak için ilk kez başvuran 18 yaş üstü 50 hasta ve kontrol grubu için cinsiyet ve yaş eşleştirmesi yapılan 50 hasta alındı. Tüm katılımcılara DSM IV için yapılandırılmış klinik görüşme klavuzları SCID-I ve SCID-II uygulandı. Ayrıca hastalara Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Beck Anksiyete Envanteri (BAE), Belirti Tarama listesi - 90 (revize edilmiş şekli) (SCL-90-R) uygulandı. Bulgular ve Sonuç: Çalışmaya alınan rinoplasti hasta grubunda en az bir psikiyatrik tanı alan hasta sayısı 13 (%26), kontrol grubunda ise 3 (%6) olarak bulundu. İki grup arasında anlamlı bir fark vardı (p = 0.006). Hastalarda SCL-90-R genel belirti düzeyi skoru, BDÖ ve BAE toplam puanları kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.0046). Rinoplasti yaptıran hastalarda en sık görülen SCID-I tanıları somatoform bozukluk, anksiyete bozuklukları ve duygudurum bozukluklarıydı. Somatoform bozukluklardan Body dismorfik bozukluk (BDD) 6 hasta(%12) ile en sık görülen somatoform bozukluktu. Anksiyete bozukluklukları arasında 4 hasta ile (%8) özgül fobi ensık görülen anksiyete bozukluğuydu. Duygudurum bozukluğu olarak ise ensık distimik bozukluk 2 hastada (%4) bulundu. SCID-II tanılarına bakıldığında 3 çekingen kişilik bozukluğu(%6), 3 narsistik kişilik bozukluğu(% 6), 2 borderline kişilik bozukluğu(%4), 2 obsesif kompulsif kişilik bozukluğu(%4), 1 histriyonik kişilik bozukluğu(%2), 1 kişidede bağımlı kişilik bozukluğu(%2) saptandı. Tartışma: Bizim çalışmamızdaki sonuçlara bakıldığında kozmetik rinoplasti yaptıran hastalarda psikiyatrik eştanı oranı yüksektir. En çok görülen ve rinoplasti sonrası memnuniyet açısından en riskli bozukluk BDD’dir. Yapılan çalışmalarda kozmetik operasyon için başvuran hastalarda BDD %6-15 arasında bulunmuştur. Diğer bir çalışmada BDD tanısı alan hastalarda kozmetik operasyon sonrası %84 oranında memnuniyetsizlik bildirilmiştir. Sonuçta BDD ve diğer psikiyatrik komorbidite bulunan hastaların önceden tespiti operasyonun başarısı için önemlidir. PB 111 Genç Hekimlerde Hudson&Ricketts Homofobi Ölçeği ve Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği’nin Psikometrik Özelliklerinin Değerlendirilmesi Umut Altunöz*, Özge Altıntaş*, Koray Başar**, Ayşegül Yılmaz Özpolat*, Bilge Bilgin* *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Eşcinsel bireylerin aldığı sağlık hizmetinin kalitesi hekimlerin bu bireylere ilişkin tutumlarıyla yakından ilişkilidir. Yapılan çalışmalar Türkiye’de hekimlerin eşcinsellik konusunda bilgi eksikliklerinin olduğunu ve eşcinsel bireylerin sıklıkla homofobik/heteroseksist yaklaşımlarla karşılaştıklarını göstermektedir. Bu çalışmanın amacı yurtdışındaki çalışmalarda çok sık kullanılan ve ülkemizde geçerlik-güvenilirlik çalışmaları yapılmış olan Hudson & Ricketts Homofobi Ölçeği (HRHÖ) ile Lezbiyen ve Geylere Yönelik Tutum Ölçeği’nin (LGYT) genç hekimlerden oluşan bir örneklemde psikometrik özelliklerinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Araştırmanın örneklemini 2010 Eylül ayında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanelerinde çalışmakta olup araştırmaya katılmaya gönüllü olan ve heteroseksüel olduğunu beyan eden 132 araştırma görevlisi oluşturmuştur. Katılımcılara sosyodemografik veri formu, HRHÖ ve LGYT verilmiştir. Ölçeklerin faktör yapısını belirlemek için ana bileşen analizi ve varimaks rotasyonu kullanılmıştır. Ölçeklerin iç tutarlılığı için Cronbach α değerleri hesaplanmıştır. İki ölçek arasındaki ilişki için ise korelasyon analizi yapılmıştır. Bulgular: Katılımcıların 65’i kadın, 67’si erkektir. Yaşlarının ortalaması 28.3’tür (SS=2.75). HRHÖ için ana bileşen analizi özdeğeri 1’in üstünde olan 4 faktör olduğunu ortaya koymuştur. Ancak 4. faktör sadece madde 19’dan oluşmaktadır. Faktör sayısı 3 ile sınırlandığında Kaiser-Mayer-Olkin değeri 0.913 olup, toplam varyansın %60.5’i açıklanmıştır. Elde edilen faktörler; F1 (eşcinsellerle sosyal ilişki kurma; madde 1, 6, 8, 9, 10, 14, 15, 16, 18, 20, 21, 22, 23), F2 (eşcinsellerle olası aile bağları; madde 3, 4, 12, 19), F3’tür (eşcinsel olma ihtimali; madde 2, 5, 7, 11, 13, 17, 24). Cronbach α değeri 0.947 olarak bulunmuştur. LGYT için Kaiser-Mayer-Olkin değeri 0.762’dir. Özdeğeri 1’in üzerinde, toplam varyansın %73.55’ini karşılayan 2 faktör mevcuttur. Bunlar; F1 (eşcinselliğe ilişkin olumsuz yargılar; madde 1, 2, 4, 5, 6, 7, 9, 10) ve F2’dir (eşcinselliğin doğasına yönelik fikirler; madde 3, 8). Cronbach alpha değeri 0.917’dir. HRHÖ ile LGYT toplam puanları arasında anlamlı negatif ilişki vardır (r=-748, p<0.0001). Sonuç ve Tartışma: Bu çalışmada her iki ölçek için ortaya çıkan faktörler, maddelerin faktörlere dağılımı, ülkemizde başka örneklemlerde yapılmış çalışmalarla aynıdır. Ölçeklerin birbirleri ile güçlü, anlamlı korelasyon gösterdikleri, iç tutarlılıklarının yüksek olduğu saptanmıştır. Bu bulgular sayesinde eşcinsellere ilişkin tutum araştırmalarında hekimlerden oluşan örneklemlerde de bu iki ölçeğin güvenle kullanılabileceği söylenebilir. PB 112 Otizm Spektrum Bozukluklarının Taranması İçin Üç Gözlem Maddesi Özgür Öner*, Pınar Öner*, Kerim Munir** *Dr Sami Ulus EAH, Çocuk Ergen Psikiyatrisi, Ankara **Harvard Medical School, Children's Hospital, Boston Amaç: Otizm spektrum bozukluklarının (OSB) erken tanınması tedavi açısıdan önemlidir. Ancak, OSB'nun sıklığının yüksek olmaması, özellikle hafif olgularda kesin tanının güçlüğü ve yeterli duyarlılık ve özgüllükte tarama araçlarının olmaması taramayı zorlaştırmaktadır. Tarama çalışmalarında daha çok anne baba tarafından doldurulan ölçekler kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı, 18-60 ay arası çocuklarda OSB, OSB olmadan gelişim geriliği (GG)ya da tipik gelişim (TG) gösteren olguların ayrımında üç gözlem maddesi ve Sosyal İletişim Ölçeği'nin (SİÖ) karşılaştırılmasıdır. Yöntem: 86 DSM-IV-TR OSB (62 otistik bozukluk, 24 başka türlü adlandırılmayan yaygın gelişimsel bozukluk [YGB-BTA]), 76 GG ve 97 TG olgusu çalışmaya dahil edilmiştir. Üç gözlem maddesi ortak dikkat (gözlemcinin hareketlerinin ve nesnelerin direk bakış ya da işaret etme hareketi ile izlenmesi), göz teması ve isme yanıt vermedir(gözlemcinin çocuğun ismini dört kez çağırması). Ek olarak tüm olgular Vineland Uyum Davranış Ölçeği ve SİÖ ile değerlendirilmiştir. Sonuçlar: SİÖ, OSB tanısı için 0.73 duyarlılık ve 0.70 özgüllük göstermektedir. Gözlem maddelerinden ortak dikkat 0.82 duyarlılık ve 0.90 özgüllük, göz teması 0.89 duyarlılık ve 0.91 özgüllük ve isme yanıt verme 0.67 duyarlılık ve 0.87 özgüllük göstermektedir. En az bir maddenin pozitif olmasının duyarlılığı 0.95 ve özgüllüğü 0.85'tir. SİÖ puanının kesim noktasının üzerinde olması(>14)ve aynı zamanda en az bir gözlem maddesinin pozitif olmasının duyarlılığı 0.69 ve özgüllüğü 0.94 olarak saptanmıştır. Tartışma: Sonuçlar 18-60 ay arası çocuklarda, eğitilmiş profesyoneller kullandığında, üç gözlem maddesinin (ortak dikkat, göz teması ve isme yanıt) OSB için etkin bir tarama aracı olabileceğini düşündürmektedir. Sonuçlar populasyon çalışmaları ile desteklenirse, OSB taramasında önemli bir aşama kaydedilmiş olacaktır. PB 114 Örtülü Kadından Transerkek Olmaya Geçişte Yaşanan Zorluklar Bilge Togay, Berna Özata, Şahika Yüksel İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Amaç: Kendi inançları ve yaşadıkları ortamda dini baskılar yoğun olan transseksüel kişiler değişim sürecinde ağır çelişkiler yaşamaktadır. Bu sunuda amaç dini inançları ile uyumlu şekilde kadın cinsiyetine uygun islami yaşam tarzlarını benimsemiş trans erkeklerin yaşadığı zorluklar ve eşlik ettiğimiz değişim sürecini aktarmaktır. Yıllar süren dönüşüm sürecinde kendileri ve aileleri ile yapılan çalışma modeli aktarılacaktır. Olgu1: S.33 yaşında, biyolojik kadın, çarşaflı. Kliniğimize kendini erkek gibi hissetme yakınmasıyla başvurdu. 20 yaşında bir rüyasından etkilenerek tesettür şeklinde kapanmayı ve medreseye yerleşip çarşaf giymeyi seçtiğini, bu tercihlerini ailesinin onaylamadığını belirtti. İslam ilminde durumunu ‘hünsai müşkil’ (Hünsa: erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan kimse ) olarak adlandırdıklarını ve danışmış olduğu dini yetkililerin kendisinde bir erkek hücresi tespit edilirse ameliyat olmasına izin vereceğini belirtti. Halen izlenmekte. Olgu2: B.25 yaşında biyolojik kadın, Acil Dâhiliye biriminden intihar girişimi sonrası gönderildi. Sevgilisinin cinsiyetinin kadın olduğunu ailesi öğrenince önceden kapalı giyim tarzını benimsemesi konusunda baskı yapılmazken, kapanmaya ve evlendirilmeye zorlandığı ve bu nedenle intihar girişiminin olduğu öğrenildi. Transseksüel bireylerden oluşan grup terapisine üç yıl devam etti ve raporunu aldı. Olgu3: G.32 yaşında, biyolojik kadın, bekar, 9.5 yaşında bir oğlu var, tesettür şeklinde örtülü. Cinsiyet değişim operasyonu raporu için başvurdu. G. Kliniğimizdeki grup psikoterapisine iki yıl devam etti. Önceleri İstanbul’da erkek görünümünde ama yaşadığı kentte örtülü bir kadın olarak ikili bir hayat sürüyordu. Tedavi sürecinde tam zamanlı erkek görünümünde yaşamaya başladı ve rapor verildi. Tartışma: Biyolojik kadınlar için uygun görülen İslamik giyinme biçiminin ikincil cinsiyet özelliklerini gizleyen ve yaşam tarzının cinselliği yasaklayan yapısı kişinin hem cinsiyet disforisinden hem cinsel yöneliminden duyduğu sıkıntıyı azaltması muhtemeldir. Bu vakalar ışığında ailelerin ve toplumun tutumu, dini inanışları nedeniyle transseksüel bireylerin yaşadığı zorluklar, diğer islam ülkelerinden örnekler ve diğer dinlerin transseksüel bireylere tutumları ele alınmıştır. Kaynaklar: (1)A. Polat, MD, Ş. Yüksel, MD2, A. Genç Dişçigil,MD3,H. Meteris,MD3: Famıly attıtudes toward transgendered people ın turkey: experıence from a secular ıslamıc country (2)BBC NEWS Middle East Iran's 'diagnosed transsexuals' Story from BBC NEWS: http://news.bbc.co.uk/go/pr/fr/-/2/hi/middle_east/7259057.stm PB 115 Farklı Suçlardan Hükümlü Olanların Çocukluk Çağı Travma Yaşantıları Ve Kişilik Özelliklerinin Karşılaştırılması A. Ender Altıntoprak 1, S. Berrin İnci 2, Sinem Torun 2,3 Azmi Varan 4 1 Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı AD; İzmir 2 Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı AD, İzmir 3 Uşak E Tipi Kapalı ve Açık Ceza İnfaz Kurumu, Uşak 4 Ege Üniversitesi Amaç: Farklı suçlar(cinsel şiddet, cana yönelik şiddet ve mala yönelik şiddet)nedeniyle hükümlü olanlar arasında çocukluk çağı travmatik yaşantılarının ve kişilik özelliklerinin saptanması ve işlenen suç türüyle bu özelliklerin ilişkisinin araştırılmasıdır. YÖNTEM VE Gereçler: Çalışma Uşak E-Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda Temmuz-Eylül 2012 tarihleri arasında çalışma kapsamındaki suçlar nedeniyle hükümlü/hükümözlü/tutuklu olan ve çalışmaya gönüllü katılan 69 kişi arasında yapılmıştır. Katılımcılara Demografik Bilgi Toplama Formu, Yetişkin Kişilik Değerlendirme Ölçeği(YKİDÖ) ve Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeği(CTQ-28)uygulanmıştır. Toplanan veriler Chi-Square, Kruskall-wallis analiz yöntemleriyle değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya katılanların yaş ortalaması 34,75±9,48’dir.Gruplar arasında yaş, eğitim düzeyi, medeni durumda anlamlı fark bulunamamıştır. Tüm örneklemde alkol-madde bağımlılığı, depresyon, kişilik bozukluğu %4,3, anksiyete bozukluğu %1,4 yaygınlıkta saptanmıştır. Çalışmaya katılan bireylerin ilk kez suça karıştıkları yaş ortalama 22,86±7,9’dir; gruplar arasında farklılık saptanmamıştır. Örneklemin ilk kez alkol/madde denedikleri yaş 14,17±7,18’dir; gruplar arasında farklılık yoktur. Çocukluk çağı travmatik yaşantılarının varlığı mala yönelik şiddet suçlularında %76,2, cana yönelik şiddet suçları örnekleminde %51,3, cinsel suç işleyenlerde ise %66,7 oranındadır. Alt ölçeklere bakıldığında özellikle fiziksel ve duygusal istismar yüksek oranlarda bulunmuştur. Fiziksel, cinsel, duygusal istismar ve fiziksel, duygusal ihmal açısından gruplar arası karşılaştırma yapıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunamamıştır(p>.05). Örneklemler kişilik özellikleri açısından değerlendirildiklerinde; mala yönelik şiddet cana yönelik şiddet cinsel suçlar Düşmanlık/saldırganlık %35,21 %34,55 %36,44 Bağımlılık %38,69 %34,68 %27,78 Olumsuz öz saygı %35,86 %35,21 %32,11 Olumsuz öz yeterlilik %34,07 %36,79 %29,39 Duygusal tepkisizlik %35,31 %37,18 %24,83 Duygusal tutarsızlık %39,19 %33,90 %30 Olumsuz dünya görüşü %36,76 %33,36 %38 Gruplararası karşılaştırma yapıldığında anlamlı fark bulunamamıştır(p>.05). Tartışma: Bu pilot çalışmanın bulgularına göre, ilk suça karışma 11-18 yaşları, ilk alkol/madde deneme ise 13-18 yaşları arasında olmaktadır. Bu sonuçlar suç, şiddete eğilim ve madde kullanımı gibi davranışların 15-17 yaş grubunda ortaya çıktığını bildiren çalışmalarla paralellik göstermektedir (9). Literatürde çocuklukta en fazla fiziksel şiddete maruz kalındığı bildirilmektedir(7,11), bu çalışmada da benzer bulgular elde edilmiştir. Ayrıca çalışmamızda yer alan hükümlülerin en çok fiziksel şiddet suçu işlediği (cinayet, yaralama, vb)saptanmıştır. Bu bulgu, diğer araştırmalarla paralellik göstermektedir ve rehabilitasyon programlarında dikkate alınması gerektiği düşünülmektedir. Çalışmamızda çocukluk çağı ihmal ve istismarının yetişkinlikte bazı psikiyatrik rahatsızlıklara neden olduğu bulunmuştur, bu bulgu İşeri ve arkadaşlarının (2008) çalışmasıyla benzerlik göstermektedir. Bu pilot çalışmanın sonucunda farklı suçlardan hükümlü olan bireylerde çocukluk çağı travma yaşantısı açısından anlamlı bir farklılığın bulunamayışı, örneklemin küçük olmasına bağlanmaktadır. Çalışmamız örneklem sayısı arttırılarak devam etmektedir. PB 116 Erken Yaş (18 Yaş Altı) Evlilikleri: Diyarbakır Örneği Mahmut Bulut,¹ Mehmet Cemal Kaya,¹ Mehmet Güneş,¹ Abdullah Atli,¹ Cem Uysal,²Aytekin Sır,¹ 1. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D, Diyarbakır 2. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Adi Tıp AD, Diyarbakır Giriş: 18 yaşın altında yapılan evliliklere erken yaşta evlilik (EYE) denmektedir. EYE çoğunlukla erken ve sık gebeliklere yol açmakta ve anne ve çocuk ölüm riskini artırmaktadır (1,2). Bu çalışmada Diyarbakır’da yaşamakta olan evli kadınların aile özellikleri, evlilik ile ilişkili sosyokültürel faktörleri, erken yaşta (18 yaşından önce) evlenme sıklığını ortaya koymak ve erken yaşta evlenme ile ilişkili faktörleri tespit etmeyi amaçladık. Yöntem ve Gereçler: Çalışma Diyarbakır kent merkezinde ikamet eden, 17-65 yaş arası 500 kadına uygulanan bir anket ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmada kotalı örnekleme yöntemi kullanılmıştır. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre kotalar belirlenip bu kotalara göre nüfusun yaş ve cinsiyet yapısı tutturulmaya çalışılmıştır. Yapılan anketle ilgili veriler bilgisayara girilerek istatistikleri SPSS 18,0 programı kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Araştırmaya katılanların yaş ortalaması 38,1±11,6’di. Kadınların %37’si (n=166) 18 yaşından önce evlenmişti. Bildirilen en düşük evlenme yaşı 10, en düşük gebelik yaşı ise 13 olmuştur. 18 yaşından önce 18 yaşından sonra evlenen kadınlara göre evlenmeden önce fakirliğin (χ2=15.778, p<0.001) ve fiziksel ve sözel istismara maruziyetin (χ2=4.479, p=0.040) daha yüksek oranda olduğu, evlilikle ilgili kadının görüşüne daha seyrek başvurulduğu (χ2=21.272, p<0.001), başlık parası (χ2=17.902, p<0.001), berdel ve beşik kertmesi adetlerinin daha sık uygulandığı (χ2=10.295, p<0.001), akraba evliliğinin daha yüksek oranda gerçekleştiği (χ2=16.235, p<0.001), ortalama çocuk sayısının (t=8.36, p<0.001) ve düşük sayısının (t=2.79, p=0.05) daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Erken yaşta evlenenlerde herhangi bir hastalıklarının olduğunu belirtme oranları daha yüksekti (sırasıyla %49.7, %26, χ2=25.232, p<0.001 ). Bununla birlikte somatizasyonun bir işareti olan nedeni dobulunamayan ağrılar erken yaşta evlenenlerde çok daha yüksek oranda mevcuttu (sırasıyla %46,2, %26,1,χ2=12.254, p<0.001). Tartışma ve Sonuçlar: Diyarbakır’da EYE oranı Türkiye’nin batı bölgelerine göre daha yüksek olup, bunda başlık parası, beşik kertmesi, berdel gibi kültüre özgü özellikler, akraba evliliği ve kadının onayı olmadan evlendirme gibi sosyal faktörler önemli rol oynamaktadır (2). EYE’lerde düşük sayısının daha fazla olması, herhangi bir hastalık ve nedeni olmayan ağrıları daha fazla bildirmeleri EYE’in kadın sağlığını kötü yönde etkilediğini göstermektedir. Kaynaklar: 1.http://www.unicef.org/progressforchildren/2007n6/index_41848.htm 2. Ertem M, Saka G, Ceylan A ve ark. The factors associated with adolescent marriages and outcomes of adolescent pregnancies in Mardin Turkey PB 117 Öğrencilerin Eşcinsellik Hakkındaki Görüşleri Sevil Yılmaz*, Leyla Küçük*, Funda Camuz*, Sevim Buzlu*, Emre Çiydem**, Elif Açıkgöz** *İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale Hemşirelik Fakültesi, **İstanbul Üniversitesi Florence Nightingale Hemşirelik Yüksekokulu, Amaç: Hemşirelik öğrencilerinin eşcinselliğe yönelik görüşlerinin belirlenmesi amacıyla planlanmış bir araştırmadır. Yöntem: Çalışma bir Hemşirelik Fakültesinde okuyan ve araştırmaya katılmayı kabul eden 237 öğrenciyle gerçekleştirilmiştir. Araştırmada literatür doğrultusunda hazırlanan katılımcıların demografik özelliklerin yanı sıra, bakıma ilişkin hissettiklerine temellenen açık uçlu sorulardan oluşan görüşme formu kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan toplam 237 öğrencinin yaş ortalaması 20,25±2,39 olup, % 83,1’i (n=197) kadın, % 16,9’si (n=40) erkektir. Katılımcıların “Eşcinsellik size göre nedir?” sorusuna verdikleri cevaplar “anlam” teması altında 4 kategori (varoluşsal çatışma n=20, % 8.43), [farklılık-(hastalık n=61, % 25.73 ) /(tercih n=31,% 13.08)], (literatürsel tanım n=51,% 21.51), (stigma n=21, % 8.86) ile ortaya çıkmıştır. Katılımcıların “En iyi arkadaşınızın eşcinsel olduğunu bilmek size neler hissettirir?” sorusuna verdikleri yanıtlar “ikilem” teması altında “stigma” ve “destek” olarak iki kategoriye ayrılmıştır. Stigma kategorisi altında davranışsal (n=64, % 27) reaksiyon (arkadaşlığını kesme, reddetme ve zarar verme isteği) ve duygusal (n=43,% 18.14) reaksiyon (kendini kötü hissetme, korku ve üzülme) ön plana çıkmaktadır. Destek kategorisi altında kabullenme (n=15, % 6.32), nötr kalma (n=34, % 14.34), saygı duyma (n=34, %14.34) ön plana çıkmaktadır. Katılımcıların “Eşcinselliğin oluşum sebebi size göre nedir?” sorusuna verdikleri yanıtlar “çeşitlilik” teması altında 4 kategoriye (hastalık n=111, % 46.83, çevresel n=45 %18.98, dinsel n=8, % 3.37, tercih n=31, % 13.08) ayrılmıştır. “Hasta olarak hastaneye yatsanız eşcinsel olduğunu bildiğiniz bir hemşirenin size bakım vermesi neler hissettirir?” sorusuna, katılımcılar bakım almak zorunda kaldıklarında rahatsızlık duymayacaklarını (n=106, % 44.72) ancak öncelikle eşcinsel bir hemşireden bakım almak istemediklerini (n=45, % 18.98) belirtmişlerdir. “Hemşire olarak çalışmaya başladığınızda eşcinsel birine bakım vermek size neler hissettirir” sorusuna katılımcıların çoğunluğu (n=151, % 63.71) bakım vermekten çekinmeyeceklerini ancak üzüntü, kendini kötü hissetme, güvensizlik hissi, öfke, tedirginlik gibi duyguları yaşayabileceklerini ifade etmişlerdir. Sonuç ve Öneri: Hemşirelik bakımının etkin bir şekilde verilmesinde öğrencilerin eşcinselliğe yönelik görüşlerinin bilinmesi ve eğitim sürecinde konunun ele alınması önerilir. PB 118 Psikodermatolojik Hastalıklarda Tip D Kişilik, Stres ve Psikiyatrik Semptomatoloji: Ruhum mu Hasta Derim mi? Esra Etyemez* , Başak Şahin** , Behçet Coşar*** * Şırnak Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Şırnak ** Çanakkale Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Çanakkkale *** Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Ankara Koo ve Lee sınıflamasına göre psikiyatrik semptoma yol açan dermatolojik hastalıklar ve psikofizyolojik/stresle oluşan ya da artan hastalıklarda Tip D kişilik prevalansının belirlenmesi ve tip D olan ile olmayanların demografik özellikler, stresli yaşam olayları, stresle baş etme tarzları ve psikiyatrik komorbidite açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Kliniği’ne ayaktan başvuran ya da yatarak tedavi gören, Koo ve Lee sınıflamasına göre psikodermatolojik hastalık tanısı almış, okuryazar olup yaşları 18- 65 arası 181 hasta ve 57 sağlıklı kontrol çalışmaya alınmıştır. Olgulara sosyodemografik veri formu, DS 14 Ölçeği, Stresli Yaşam Olaylarını Tarama Formu, Stres İle Başetme Tarzı Ölçeği, Kısa Semptom Envanteri, Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği uygulanmıştır. Psikodermatoloji hastaları ile sağlıklı kontroller arasında yapılan karşılaştırmalarda, stresli yaşam olayları sayısı, stresle baş etme tarzları, HADÖ ve KSE alt ölçek puanları arasında anlamlı fark bulunmuştur. Psikodermatoloji hastalarında Tip D kişilik prevelansı %34,8 bulunmuştur. Psikodermatolojik hastalık tanısı alan Tip D kişiliği olan ve olmayanlar arasında hastalığın başladığı dönemde psikososyal stresör varlığı, stresli yaşam olayları sayısı ve bundan subjektif etkilenme oranları, stresle baş etme tarzları, algılanan sosyal destek, HADÖ ve KSE alt ölçek puanları arasında anlamlı fark saptanmıştır. Psikiyatriye yönlendirilmiş olan psikodermatolojik hastalık tanılı hastaların psikiyatrik değerlendirmesinde Tip D kişilik özelliklerinin öncelikli olarak saptanmasının bu hastalardaki psikiyatrik değerlendirmeyi daha da kolaylaştırabileceğini ve bu grup hastaların psikiyatrik değerlendirilmesinin daha detaylı yapılması gerekliliğini göstermektedir. PB 119 Bir Dayanışma Örneği: Van ve Erciş Depremleri Ardından TPD ve APHB Çalışmaları Feyza Çelik TPD Vandep Çalışma Grubu Amaç: Afetler insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğurarak, normal yaşamı ve insan faaliyetlerini durdurarak veya kesintiye uğratarak toplulukları etkilemektedirler. 23 Ekim 2011’de Erciş’te ve 9 Kasım 2011’de Van’da meydana gelen 7.2 ve 5.6 büyüklüğündeki depremlerde 644 kişi hayatını kaybetmiş, 252 kişi enkazdan sağ olarak kurtarılmış, 4152 kişi yaralanmış, çok sayıda ev ve iş yeri hasar görmüş ve yaklaşık bir milyon kişi bu depremlerden olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu çalışmada, Türkiye Psikiyatri Derneği’nin(TPD) üyesi olduğu Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği(APHB) ile depremin kişilerin ruh sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmek amacı ile Van, Erciş ve Van dışındaki depremzedelere yönelik yürüttüğü psikososyal müdahalelerin aktarılması ve genel bir değerlendirmesinin yapılması amaçlanmaktadır. Yöntem: Psikososyal müdahaleler TPD’ye ve APHB’ye üye gönüllüler tarafından yürütülmüştür. Bu etkinliklerde Van, Erciş ve Van dışına göç eden depremzedelere ulaşılması hedeflenmiştir. Uygulanacak psikososyal müdahaleler kısa, orta ve uzun vadeli olarak planlanmıştır. Uygulamalar; i. Değerlendirme, ii. Psikososyal girişimler, iii. Eğitim ve yeterlilik artırma çalışmaları, iv. Epidemiyolojik değerlendirme ve bölgesel afet ruh sağlığı politikası geliştirme olmak üzere temel olarak dört aşamada yürütülmüştür. Ulusal ve yerel resmi kurum ve kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası yardım kuruluşları ile eşgüdüm sağlanarak ortak çalışmalar yürütülmüştür. Sonuç: Psikososyal müdahalelerde Van ve Erciş’te toplam 14603, Van dışında ise 2207 depremzedeye ulaşılmıştır. Van’a görevlendirilen, Van’da görev yapan ruh sağlığı çalışanları ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik Temel ve İleri Düzey Ruhsal Travma Eğitimi verilmiş, ‘Temel Sağlık Hizmetlerinde Ruhsal Travmaya Yaklaşım’ kitabı genişletilerek ve güncellenerek hazırlanmış ve Van depremi sonrasında kazanılan deneyim kitap haline getirilmiş, Van ve Erciş’te 1500 afetzedenin katıldığı bir epidemiyolojik çalışma yapılmıştır. Tartışma: TPD ve APHB tarafından ülke sınırları içinde bugüne kadar olan en geniş çaplı psikososyal destek hizmetini gerçekleştirilmiştir. Ancak uygulamada karşılaşılan güçlükler ile afetlerle mücadelede hazırlıklı olmanın önemi bir kez daha hatırlanmış olup bundan sonraki afetler için geniş kapsamlı bir eylem planına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. Kaynaklar: 1-Akman P, Altınel G(2012) Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği Van Depremi Psikososyal Destek Çalışmaları Sonuç Raporu. 12 Mart 2012’de http://www.manevisosyalhizmet.com/wpcontent/uploads/2012/04/van_psikososyal_deg_sonuc_rap.pdf adresinden indirildi. 2-T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı(2011) AFAD Deprem Dairesi Van Depremi Raporu. 10 Mart 2012’de http://www.deprem.gov.tr/Sarbis/Shared/WebBelge. aspx?param=105 adresinden indirildi. PB 120 Uyku Yoksunluğunun Duygudurum Profili ve Dissosiasyon Üzerine Etkisi ve Biyokimyasal Değişimlerle İlişkisi Adem Aydın,Sultan Kılıç,Yavuz Selvi,Lütfullah Beşiroğlu 1Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Van 2Kahramanmaraş Afşin Devlet Hastanesi, Psikiyatri Birimi, Kahramanmaraş. 3Kâtip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, İzmir Amaç: Uyku yoksunluğu hem uykunun fonksiyonlarının anlaşılması için sağlıklı bireylerde hem de depresif hastalarda tedavi amacıyla uzun yıllardır uygulanan bir yöntemdir (1). Vardiyalı sistemde çalışma uyku yoksunluğu’na sebep olmaktadır ve günümüz modern dünyasında sağlıklı bireyler sosyal aktiviteler nedeniyle kısıtlanmış bir uykuya sahiptirler Bu durum kronik uyku yoksunluğu olarak nitelendirilmektedir. Çalışmamız, bir gecelik uykusuzluk sonrası bireylerde oluşabilecek duygudurum ve düşünce süreçlerindeki değişimler ile biyokimyasal değişimler arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçlamaktadır. Yöntem: Çalışmaya katılım şartlarını taşıyan 16’sı erkek 16’sı da kadın olan 32 bireye bir gecelik total uyku yoksunluğu uygulandı. Bireyler gece 22.00 ile sabah 07.00 arası uykusuz bırakıldılar. Bireylerden uykusuzluk öncesi ve sonrası kortizol, DHEA-S ve tiroid fonksiyon testleri için kan örnekleri alındı. Uyku yoksunluğunun duyguduruma etkisinin değerlendirilmesi için Duygudurumları Profili (DDP), dissosiyatif belirtiler için DES ve düşünce süpresyonunun değerlendirilmesi için Beyaz Ayı Supresyon Testi (WBSI) uygulandı. Bulgular: Uyku yoksunluğu uygulanan bireylerde DDP’nin depresif şikâyetleri sorgulayan depresyon alt ölçeğinde ve dinçlik-aktivite skorlarında düşme, yorgunluk skorlarında yükselme gözlenmiştir. DES skorları uyku yoksunluğu sonrası istatistiksel olarak önemli derecede artarken WBSI skorlarında anlamlı bir azalma tespit edildi. Uyku yoksunluğu sonrası kortizol seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı bir değişim elde edilememişse de; TSH, sT3, sT4 ve DHEA-S seviyelerinde anlamlı derecede artış tespit edilmiştir. DDP depresyon alt ölçeğinde azalma ve yorgunluk alt ölçeğinde artma uyku yoksunluğu sonrası sT4 seviyesi artan bireylerde istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Tartışma: Uyku yoksunluğuyla T4 seviyelerindeki artış depresif duygudurumu yordayan alt ölçeklerdeki düşme ile korele bulunmuştur. Uyku yoksunluğu ile dissosiyasyon düzeylerinde artış, normalden sapan uyku deneyimlerinin dissosiyatif semptomlarla ilişkili olduğu yönündeki bilgilerle uyumludur (2). Uyku yoksunluğu sonrası DHEA-S seviyeleri artan bireylerde daha düşük depresyon puanlarının elde edilmesinin yüksek DHEA-S seviyelerinin stresin negatif etkisine karşı koruyucu etkisi ve kognisyonu düzeltmesinden kaynaklanıyor olabileceği sonucuna varılmıştır. Kaynaklar: 1. Selvi Y, Gulec M, Agargun MY, Besiroglu L. Mood changes after sleep deprivation in morningness– eveningness chronotypes in healthy individuals. J Sleep Res 2007;16: 241-244. 2. Giesbrecht T, Smeets T, Lepping J, Jelicic M, Merekelbach H. Acute dissociation after 1 night of sleep loss. J Abn Psychol 2007; 3.599-606. PB 121 Psikiyatrik Hastalığı Olan Kadınlar ve Kürtaj Aslıhan Polat, Hatice Sodan Turan Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kocaeli Amaç: Türkiye’de istemli kürtajın sınırları 1983 yılında Türk Ceza Kanunu (TCK) ile belirlenmiştir. Kanunun ilgili maddesine göre; “gebeliğin ilk on haftası dolana kadar herhangi bir neden aranmaksızın istek üzerine rahim tahliye edilir.” denilmektedir (1). Türkiye’de ne yazık ki kürtaj konusu her zaman sular altındaki bir denizaltı gibidir. Oradadır, hareket eder, yetkililerce izlenir, kontrol edilir, kısıtlanır, yasaklanır, serbest bırakılır (2). Son günlerde tekrar tartışma konusu olan istemli kürtaj, yasal değişiklikler yapılmadan ortaya çıkan düzenlemeler ve bu durumun kadın ruh sağlığı üzerindeki etkileri tartışılacaktır. Olgu I: NK, 40 yaşında, ilkokul mezunu, evli, üç çocuklu, satış elemanı olarak çalışan kadın hasta, altı ay önce psikiyatriste başvurmuş. “Majör Depresif Bozukluk” ön tanısıyla venlafaksin başlanmış. NK bir hafta önce beş haftalık gebe olduğunu öğrenmiş. Plansız gebeliğini öğrendiğinde çok üzülmüş, gebeliğini sonlandırma kararı almış. Bunun için Kocaeli’nde bulunan bir dal hastanesinin kadın hastalıkları ve doğum (KHD) polikliniğine başvurmuş, kürtaj yapılmamış. NK kürtaj için ilacın kategorisi ile ilgili rapor alması gerektiğini söyleyerek haziran – 2012’de polikliğimize başvurdu. KHD hekimi kürtaj yasasının çıktığını, rapor olmadan kürtaj yapamayacağını söylemiş. Kürtaj kararı alan hasta, KOÜ KHD polikliniğine yönlendirildi. NK aynı sorunla karşılaştığını söyleyerek tekrar geldi. KHD bölümünden hekime telefonla ulaşıldı ve tarafımıza kürtaj yapılacağı söylendi. Hastaya ise venlafaksinin X kategorisi bir ilaç olmadığı, gebeliğin altı haftalık olduğu, anne ve fetüs sağlığını etkileyecek bir durum olmadığı için kürtajın yapılamayacağı söylenmiş. Hasta bunun üzerine kürtaj kararından vazgeçti. Depresif yakınmaları devam eden hastanın ilaçsız olarak, haftada bir psikiyatri poliklinik kontrolü ile takibi planlandı. Olgu II: FD, 42 yaşında, evli, dört çocuklu, bipolar bozukluk tanısıyla takipli kadın hasta, valproik asit 1000 mg kullanıyor. İlaç tedavisine yanıtı iyi olan, her ilaç kesiminde şiddetli duygudurum atağı geçiren FD, rahim içi araç kullanırken gebe kalmış. Gebeliği sonlandırmak için KOÜ KHD polikliniğine başvuran hasta, kullandığı ilaç X kategorisinde olmadığı için kürtaj yapılamayacağı söylenerek gönderilmiş. Üç defa KHD polikliniğine giden hastaya çeşitli nedenlerle kürtaj yapılamayacağı söylenmiş. FD ve eşi bunun “Allah’ın istediği bir şey olduğunu” düşünerek kürtaj kararlarından vazgeçmişler. Şu an hasta ilaçsız olarak polikliğimizde takip edilmektedir. Sonuç: Bu olgularda kadınların kendi bedenleriyle ilgili karar verme haklarının yok sayılmasının yanı sıra, gebelikteki ve doğum sonrası ortaya çıkması kuvvetle muhtemel ruh sağlığı problemleri de görmezden gelinmiştir. Yasal bir gereklilik “henüz” olmamasına rağmen, hekimlerin çeşitli rapor talepleriyle hastalar oyalanmış ve sistemli bir yıldırma sonrası kürtaj kararından vazgeçmek zorunda bırakılmışlardır. Yeni gündeme getirilen “vicdani red” uygulamasıyla birlikte, kürtajla ilgili ortaya çıkan bu durumun psikiyatrik hasta grubu açısından ayrı bir önemi olacağı açıktır. Kaynaklar: 1.Tek GS, “Türk Hukukunda Kadının Vücudu Üzerindeki Tasarruf Hakkını Sınırlayan Düzenlemeler”, Sağlık Hukuku Makaleleri- II, İstanbul Barosu Yayınları, 2012; 1.Basım:103-130, İstanbul. 2.Komut S, Türkiye'de Kadın, Cinsellik ve Kürtaj, http://khas.academia.edu/sultankomut/Papers/587884/Turkiyede_Kadin_Cinsellik_ve_Kurtaj adresinden 22.08.2012 tarihinde indirildi. PB 122 "Bağımlılığı Reddet, Hayata Evet!" (Sosyal Sorumluluk Projesi) Yıldız Akvardar, Ekin Sönmez, Dilay Tunca, Anıl Gündüz, Gülhan Karaer, Güler Kandemir, Cengiz Çelebi, Bulut Güç* Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 5 öğrencisi Giriş: Sosyal norm yaklaşımı riskli davranış oranlarını azaltmak için bir müdahale stratejisidir. Öğrencilerin, akranlarının alkol ve madde kötüye kullanımını abartmaya ne kadar yatkın olduklarını gösteren araştırmalardan kaynaklanan bu yaklaşım, alkol ve madde kötüye kullanımıyla ilgili yanlış algılar düzeltilirse, bireyin o davranışına neden olan sosyal baskının azalacağı ve böylece kullanımın azalacağı görüşüne dayanmaktadır. Amaç: Çalışmanın amacı lise öğrencilerinde sigara, alkol, esrar kullanımı sıklığının ve öğrencilerde bu maddelerin kullanımıyla ilgili sosyal normların belirlenmesi ve sosyal normlar üzerinden hazırlanacak geri bildirimlerin ve sorunla ilgili farkındalık düzeyini artırmaya yönelik faaliyetlerin etkinliğinin araştırılmasıdır. Yöntem: Pendik ilçesinde rasgele yöntemle seçilen bir lisede öğretmenlerin ve öğrencilerin katılımıyla okulun kendi kaynakları ve Pendik Belediye’sinin olanaklarıyla “Bağımlılığı Reddet!” konulu bir program hazırlanmıştır. Programın başında madde kullanımı ve sosyal normlarla ilgili anket uygulanmıştır. Öğrencilerin yanıtlarıyla sosyal normları içeren ve yanlış algıları içeren posterler hazırlanarak okulda görülür yerlere asılmış, 2 ay sonunda anket ikinci kez uygulanmıştır. Bulgular: Yaşam boyu sigara ve alkol kullanma sıklığı sırasıyla %29.7 ve %32.7’dir. Öğrencilerin %81.8’i sigara kullanımının yanlış olduğunu, %74.2’si 18 yaşından küçüklerin içki içmesinin doğru bir davranış olmadığını, %86.4’ü deneme amaçlı, bir-iki kez esrar kullanmanın bile tehlikeli olduğunu, %87.4’ü öğrencilerin sigara, alkol ve diğer maddelerin zararları hakkında bilinçlendirilmeleri gerektiğini düşünmektedir. Öğrencilerin sadece, %47.2’si okulundaki çoğu öğrencinin (en az %51’inin) sigara içmenin yanlış olduğunu düşündüğünü, %36.1’i okulundaki çoğu öğrencinin 18 yaşından küçüklerin içki içmesinin doğru bir davranış olmadığına inandığını, % 59.3’ü, okulundaki öğrencilerin çoğunun deneme amaçlı, bir-iki kez esrar kullanmanın bile tehlikeli olduğunu inandığını, %54.9’u okulundaki öğrencilerin çoğunun sigara, alkol ve diğer maddelerin zararlarının anlatılmasını gerektiğine inandığını belirtmiştir. İkinci ankete katılan öğrencilerin çoğu afişleri (%72.6), geribildirim afişlerini (%70.2), festivali etkili bulduklarını (%76.6) ve görüşlerinin olumlu (%73.4) etkilendiğini bildirmişlerdir. Sonuç: Öğrencilerin kendi ve arkadaşlarının tutumları hakkında düşündükleri arasında fark belirgindir; arkadaşlarının tutumlarına yönelik yanlış algı içinde oldukları görülmektedir. Bu yanlış algı düzeltilmelidir; çünkü madde kullanımının akranlarınca kabul gördüğü düşüncesi gencin o grubun içinde olmak amacıyla madde kullanımına zemin hazırlayabilir. PB 123 Alkol Bağımlıları ve Eşlerinde Evlilik Uyumu ve Bağlanma Biçimi Arasındaki İlişki * Başak Şahin, ** Esra Etyemez, *** Zehra Arıkan *Çanakkale Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Çanakkale **Şırnak Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Şırnak ***Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Ankara Alkol bağımlılığı olan kişi alkol kullanımı nedeniyle sosyal ve mesleki alanda bozulma yaşar. Alkol bağımlılığı sadece rahatsızlığa sahip bireyi değil sosyal çevresini de etkilemektedir. Etkilenen bu çevrenin başında da aile ve evlilik kurumu gelmektedir. Karşılıklı etkileşebilen, evlilik ve aileyi ilgilendiren konularda fikir birliği yapabilen ve sorunlarını olumlu bir şekilde çözebilen çiftlerin evliliği uyumlu evlilik olarak tanımlanmaktadır. Evli çiftler için evlilik uyumlarında önemli sorunlar yarattığı görülen durumlardan biri eşlerden birinin ya da her ikisinin alkol bağımlılığının bulunmasıdır. Bağımlıların sıklıkla kişilerarası ilişkilerde sıkıntı yaşaması bunlarda da bir bağlanma bozukluğu olduğunu düşündürmektedir. Bu araştırmada alkol bağımlıları ve eşlerindeki bağlanma biçimi ve evlilik uyumu arasındaki ilişkinin kontrol grubu ile karşılaştırılarak incelenmesi amaçlanmıştır. Bu araştırma, Nisan 2011 ile Ağustos 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya T.C Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Alkol Ünitesinde ayaktan ve yatarak tedavi ve takip edilen ICD-10 Madde bağımlılığı tanı ölçütlerini karşılayan alkol bağımlılığı tanısı almış erkek hastalar ve sağlıklı eşleri (49 çift) alınmıştır. Çalışmanın kontrol grubu da 48 çiftten oluşmaktadır. Katılımcıların tamamına yaş, cinsiyet, medeni durum, eğitim düzeyi, meslek vb soruları içeren sosyodemografik veri formu, evlilik uyumunu değerlendirmek için “Çiftler Uyum ölçeği” ve bağlanma biçimini değerlendirmek için “Erişkin Bağlanma Biçimi Ölçeği” verilmiştir. Çift Uyum Ölçeği tüm alt test ve toplam puanları açısından gruplar arasında anlamlı bir fark olduğu gözlenmiştir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=52.76), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=59.62) göre daha az çiftler arası anlaşma göstermektedir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=62.78), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=75,2) göre daha az çiftler arası doyuma sahiptir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=87.03), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=100,97) göre daha az sevgi göstermektedir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=80.94), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=91.32) göre daha az eşler arası bağlılık göstermektedir. Alkol bağımlısı hastaların eşleri (Ort.=287,91), kontrol grubunun eşlerine (Ort.=327,65) göre daha az çiftler arası uyum sergilemektedir. Alkol bağımlısı olan hastalara uygulanan Bağlanma Ölçeği ile Çift Uyum Ölçeği arasındaki korelasyon analizi sonucu ikircikli bağlanma arttıkça, çift anlaşması, çift doyumu, sevgi gösterme, çiftlerin bağlılığı ve çiftler uyumu ölçek puanlarının azaldığı saptanmıştır. Alkol bağımlılığı, hem hastanın kendisi hem de yakınları için önemli bir psikososyal sorundur. PB 124 SNIPE: Social Norms Intervention for the Prevention of Polydrug Use Üniversite Öğrencilerinde Madde Kullanımıyla İlgili Sosyal Normlar, Türkiye Sonuçları Yıldız Akvardar*, Anıl Gündüz*, Bulut Güç**, Cengiz Çelebi*, Kaan Kora*, Sibel Kalaca***, Hüseyin Yüce**** *Marmara Üniversitesi Tıp FakültesiPsikiyatri AD, İstanbul **Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD; İstanbul ***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD, İstanbul ****Marmara Üniversitesi Rektörlüğü Bilişim Merkezi, İstanbul Amaç: Öğrencilerin, akranlarının alkol ve madde kullanımını abartmaya ne kadar yatkın olduklarını gösteren araştırmalardan kaynaklanan sosyal norm yaklaşımı, alkol ve madde kötüye kullanımıyla ilgili yanlış algılar düzeltilirse, bireyin o davranışına neden olan sosyal baskının azalacağı, böylece kullanımın azalacağı görüşüne dayanmaktadır. SNIPE üniversite öğrencileri için sosyal normlara dayalı bir müdahale programını içeren, altı Avrupa Birliği ülkesinde ve Türkiye’de uygulanan, Avrupa Birliği tarafından desteklenen web tabanlı bir projedir. Projenin ilk aşaması olarak müdahale öncesi durum değerlendirmesi yapılmış ve öğrencilerin madde kullanım davranışları, tutum ve algıları belirlenmiştir. Yöntem: Madde kullanım davranışlarını, tutum ve algıları içeren, madde kullanımıyla ilgili sosyal normları belirlemeye yönelik e-anket hazırlandı. Marmara Üniversitesi Göztepe Kampusu öğrencileri çalışmayla ilgili eposta gönderilerek kayıt olmaları için projenin web sitesine davet edildi. Anket Şubat 2012'de çevrimiçi oldu, web sitesine kayıt olan öğrencilere projenin web sitesinde online olarak bulunan çalışma anketini tamamlamaları için e-posta gönderildi. Katılımı artırmak üzere tüm öğrencilere Marmara Üniversitesi Rektörlüğü aracılığıyla iki kez, web sitesine kayıt olan öğrencilere SPIN web aracığıyla üç kez hatırlatıcı mail gönderildi. Bulgular: Öğrencilerde akranlarının madde kullanımıyla ilgili yanlış algıların belirgin olduğu görülmektedir; örn: Göztepe kampüsündeki erkek öğrencilerin çoğu (%53,8’i), kampüslerindeki erkek öğrencilerin çoğunun en az iki haftada bir alkol kullandığını düşünmektedir. Aslında, Göztepe kampüsündeki erkek öğrencilerin çoğu (%56,0’sı) son iki ayda hiç alkol kullanmamıştır. Erkek öğrencilerin çoğu (% 67.5) kampus arkadaşlarının eğer okulu etkilemezse alkol kullanımını onaylayacağını düşünürken, Göztepe kampusundeki erkek öğrencilerin çoğu (%51.8) alkol kullanımını onaylamamaktadır. Göztepe kampüsündeki kız öğrencilerin çoğu (%61.0), kampus arkadaşlarının son iki ay içinde iki kez alkol kullandığını düşünmektedir. Aslında, Göztepe kampüsündeki kız öğrencilerin çoğu (% 60,9’u) son iki ay içinde alkol kullanmamıştır. Kız öğrencilerin çoğu arkadaşlarının son iki ay içinde en az bir kez sarhoş olduğunu düşünürken, Göztepe kampüsündeki kız öğrencilerin çoğu (% 66’sı) hayatında hiç sarhoş olmadığını belirtmiştir. Tartışma ve Sonuç: Akranlarının davranışlarından etkilenen bu yaş grubunda, arkadaşlarının madde kullanımyla PB 126 Alkol Bağımlılığı Olan Erkeklerin Evliliği ve Eşlerinin Kadınlık Halleri Salime Tarihçi*, İnci Özgür İlhan**, Hatice Demirbaş***, Fatma Yıldırım****, Yıldırım Beyatlı Doğan** *Ankara Çankaya Belediyesi Kadın Sığınma Evi Sorumlusu **Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Alkol-Madde Bağımlılığı Tedavi Birimi ***Gazi Üniversitesi fen ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bl ****Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bl Amaç: Ev içinde kadına yönelen şiddet olgularında sayısal bilgilerde artış olmasına karşın, olguların sistematiği ile ilgili bilimsel bilgi sınırlı sayıdadır. Alkol bağımlılığı ve bağımlı eş ile kurulan ilişkinin özellikleri konulu niteliksel çalışmalar bu nedenle öğretici, dolayısıyla önleyici çabalarda yol gösterici olacaktır. Bu çalışmada alkol bağımlılığı tedavisi gören kişilerle eşlerinin ilişkilerini sürdürürken kullandıkları anlamlar ve dayanaklar, “razı” olma gerekçeleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Yöntem: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Alkol-Madde Bağımlılığı Tedavi Birimi’nde tedavi gören erkek hastaların eşleriyle yapılan derinlemesine görüşmelerde elde edilen metinlerin söylem analizi yapılmıştır. Tüm görüşmeler içinde 50 görüşmenin metin içeriğinin göreli olarak tutarlı olduğunu düşünülerek değerlendirmeye alınmıştır. Bu görüşmelerde ortak yaşantı süreci genellikle 5 yılın üstündedir ve kadınların yaş aralığının 30-60 yaş arasındadır. Bulgular: Alkol bağımlılığı sorunu yaşayan erkeklerin birlikte yaşadığı kadınların genel olarak görüşme süresince “üzgün” olduğu gözlemlenmiştir. Bağımlıyı değil, maddeyi sorumlu tutma söylemi, başka hayat kurmak imkânının sınırlılığı, tek eşli olmaya inanç, çocukların varlığı ortak yaşama “razı” olma gerekçeleri olarak önde sıralanmıştır. “Bağımlı koca” kadınlar için derin yalnızlık duygusu yaratmış, sevseler bile o sevginin getirisi olan mutluluk ve tatmin beklentisi yok olmuş izlenimi edinilmiştir. Duygusal ve cinsel yaşam anlatıları “eksik” anlatımlardan, parçalardan oluşmaktadır. Anlatılamayan ve sır olanın söylem yoğunluğu, kadınların söylemenin yaralı olabileceğine dair umutsuzluklarının keskin olduğu her görüşmede kendini göstermiştir. Ancak, kadınlar genel olarak ilişkilerinde “merhamet”, “acıma”, “sabır”, “iyi insanlık” gibi olumlu değer yükü taşıyan kavramları kendi nitelikleri olarak belirtmişlerdir. İlişkilerinin olumsuz tüm nedenleri bağımlıya ait, olumlu nedenleri kendilerine aittir. Mağdur ve masum kişiler olduklarına inanmakta ya da inandırmak istemektedirler. Tüm ilişkilerde çeşitli yoğunluk ve biçimlerde şiddetin var olduğu görüşmelerde ortaya çıkmıştır Tartışma: Madde bağımlılığı olan erkeklerin birlikte olduğu kadınların bağlılığının taşıdığı nitelikler ilişkinin sağlıklı olmadığını düşündürmüştür. Kadınların bağımlılık konusunda tanışıklıkları birinci aileden geliyorsa kabulleri, olumsuz durumlara katlanma, görmezden gelme becerileri daha yüksek gibi görünmektedir. Kendilerini iyi ve mağdur olarak tanımlayan kadınların durumla yüzleşme, çözüm arama davranışından kaçınmakta oldukları, bu davranışında bağımlılığı sürdürmekte dolaylı nedenlerden olabileceği görülmüştür PB 127 SNIPE: Social Norms Intervention for the prevention of Polydrug usE Üniversite öğrencilerinde çoğul madde kullanımını önlemek için sosyal norm müdahalesi Yıldız Akvardar*, Anıl Gündüz*, Hüseyin Yüce**, Cengiz Çelebi*, Bulut Güç***, Kaan Kora*, Sibel Kalaca**** *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD **Marmara Üniversitesi Rektörlüğü ***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 5 Öğrencisi ****Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı AD Amaç: Çok merkezli,web tabanlı SNIPE projesinin tanıtımı amaçlanmaktadır. SNIPE üniversite öğrencileri için sosyal normlara dayalı bir müdahale programını içeren, Avrupa Birliği tarafından desteklenen bir projedir. SNIPE iki yıl sürecek ve e-sağlık müdahalesinin etkinliği altı Avrupa Birliği ülkesinde ve Türkiye’de değerlendirilecektir. Üniversite öğrencileri için akranları en önemli sosyal başvuru kaynağıdır ve akranlarının madde kullanımının yüksek olduğu düşüncesi bireyin kendi kullanımında artışa yol açabilir. Öğrencilerin, akranlarının alkol ve madde kullanımını abartmaya ne kadar yatkın olduklarını gösteren araştırmalardan kaynaklanan bu yaklaşım, alkol ve madde kötüye kullanımıyla ilgili yanlış algılar düzeltilirse, bireyin o davranışına neden olan sosyal baskının azalacağı, böylece kullanımın azalacağı görüşüne dayanmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde ve Avustralya’da, öğrencilere internet üzerinden akran davranışı hakkında doğru bilgi vermenin ve geri bildirimde bulunmanın madde kullanımını önleme açısından yararlı bir araç olduğu gösterilmiştir. Bu yöntem Avrupa’da madde kullanımını önleme programlarında yaygın denenmemiştir. SNIPE projesinin amaçları; • Alkol ve sigara kullanımını azaltmak, • Esrar, kokain ve sentetik maddelerin kullanımını önlemek, • Çoğul madde kullanımını önlemek için bir e-sağlık müdahalesi geliştirmek, uygulamak ve etkinliğini ölçmektir Yöntem: Müdahale ve kontrol gruplarında müdahale öncesi durum değerlendirmesi • E-sağlık müdahalesinin uygulanması • Müdahale ve kontrol gruplarında müdahale sonrası ve izlemde durum değerlendirmesi • SNIPE ve e-sağlık müdahalesinin kullanımı hakkında bilgi sağlamak üzere birçok dilde hizmet veren web sayfasının hazırlanması amaçlanmıştır. Süreç: Tüm ülkelerde müdahale ve kontrol grupları oluşturulmuştur. Proje ekibi tarafından madde kullanım davranışlarını, tutum ve algıları içeren, madde kullanımıyla ilgili sosyal normları belirlemeye yönelik e-anket hazırlanmıştır. Ankette cinsiyet, yaş, ikamet, akademik başarı, dinsel inanış gibi kişisel bilgilerde yer almıştır. Web sayfasının hazırlığı yapılmış, durum saptamasına yönelik birinci anket uygulaması tamamlanmış, yaklaşık 7000 öğrenciye ulaşılmıştır. Veri analizi yapılmış, müdahale web sayfaları hazırlanmıştır. Anketi tamamlayan müdahale grubundaki öğrenciler kişisel sosyal norm geribildirimi verilen web sayfasına ulaşmaktadır. Temmuz-Ekim 2012 arasında müdahale çalışmasının tamamlanması planlanmıştır. Müdahale sonrası izlem anketi tüm gruplarda Eylül 2012- Ocak 2013'te uygulanacaktır. SNIPE katılımcıları Universität Bremen, Almanya Universiteit Antwerpen, Belçika University of Bradford, İngiltere Syddansk Universitet, Danimarka Univerisdad de Navarra, İspanya University of Leeds, İngiltere Univerzita Pavla Jozefa Šafárika v Košiciach, Slovakya Marmara Üniversitesi, Türkiye PB 128 Alkol Bağımlısı Erkeklerde Saldırganlık ve Eşlerinin Toplumsal Cinsiyet Özellikleri İnci Özgür İlhan*, Salime Tarihçi**, Fatma Yıldırım***, Hatice Demirbaş****, Yıldırım Beyatlı Doğan* *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Alkol-Madde Bağımlılığı Tedavi Birimi **Ankara Çankaya Belediyesi Kadın Sığınma Evi Sorumlusu ***Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bl ****Gazi Üniversitesi fen ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bl Amaç: Alkol kullanımı sıklıkla şiddet ve saldırganlıkla ilişkilendirilmiştir. Alkol bağımlılığı/kullanımı davranışının da, şiddet davranışının da erkek tarafından kadın üzerinde kontrol ve güç sağlama aracı olarak kullanıldığı ileri sürülmüştür. Bu iki davranışın sosyokültürel bağlamda ele alınması gerektiği vurgulanmıştır. Bu çalışmada alkol bağımlılığı olan erkeklerde saldırganlık/şiddete eğilim ve alkol bağımlısı erkekler ve eşlerinin toplumsal cinsiyet özellikleri arasındaki ilişki incelenmiştir. Yöntem ve Gereçler: Alkol bağımlılığı tanısı konan 32 erkek ve eşleri çalışma grubunu, alkol bağımlılığı tanısı konmamış 48 erkek ve eşleri ise kontrol grubunu oluşturmuştur. Grupların şiddet ve saldırganlık özelliklerinin karşılaştırılmasında Saldırganlık Ölçeği, toplumsal cinsiyet özelliklerinin karşılaştırılmasında BEM Cinsiyet Rolü Envanteri kullanılmıştır. Karşılaştırmalar önce tek değişkenli analiz yöntemleriyle, ardından lojistik regresyon analizi ile yapılmıştır. Bulgular: Tek değişkenli analizlerde Saldırganlık Ölçeği’ne göre hasta grubundaki erkeklerin Fiziksel Saldırganlık alt ölçeği puan ortalaması kontrollerle istatistiksel olarak anlamlı bir fark göstermezken, alkol bağımlılığı grubundaki erkeklerin Sözel Saldırganlık, Öfke, Düşmanlık ve Dolaylı Saldırganlık ortalama puanları kontrol grubundaki erkeklerinkine göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Alkol bağımlılığı olan erkeklerin eşlerinin BEM Cinsiyet Rolü Envanterine göre belirlenen Erkeksilik puanları ise kontrol grubundaki kadın eşlerinkine göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Çok değişkenli analizde anılan tüm alt ölçek puanları bağımsız değişkenler olarak alındığında, her iki gruptaki erkeklerin saldırganlık puanları arasındaki fark ortadan kalkmış ve alkol bağımlısı erkeklerin eşlerinin ve kontrol grubundaki kadın eşlerin Erkeksilik puanları arasındaki anlamlı farkın sürdüğü görülmüştür. Tartışma ve Sonuçlar: Alkol bağımlılığının eşlere yönelik saldırganlık düzeyinin, fiziksel saldırganlık dışında, bağımlılığı olmayanlara göre yüksek çıkması, alkol bağımlılığının eşlere yönelik saldırganlığı arttırdığını düşündürmektedir. Alkol bağımlılığı ve şiddet-saldırganlık arasındaki ilişkide toplumsal cinsiyet etmeni bir ara değişken olarak görünmektedir. Kaynaklar Can S (2002) “Aggression questionnaire” adlı ölçeğin Türk popülasyonunda geçerlilik ve güvenilirlik çalışması. Genel Kurmay Başkanlığı, Gülhane Askeri Tıp Akademisi Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Servis Şefliği, uzmanlık tezi, İstanbul. Guille L (2004) Men who batter and their children: an integrated review. Aggression and Violent Behavior 9: 129–163. Smith JW (2000) Addiction medicine and domestic violence. Journal of Substance Abuse Treatment 19:329-338. Yaşın Dökmen Z (1996) BEM Cinsiyet Rolü Envanteri Kadınsılık ve Erkeksilik Ölçekleri Türkçe formunun psikometrik özellikleri. Kriz Dergisi, 7(1): 27-40. PB 129 Demans Hastalarında Ajitasyonun Boyutlarının Değerlendirilmesi Umut Altunöz*, Erguvan Tuğba Özel Kızıl*, Sevinç Kırıcı*, Gülbahar Baştuğ**, Bilgen Biçer Kanat*, Ayşegül Sakarya*,Okan Er*, Engin Turan*Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Geriyatrik Psikiyatri Birimi **Çankaya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü Giriş: Ajitasyon demans hastalarında sık görülmekte olup, amaca yönelik olmayan ve konfüzyondan kaynaklanmayan uygunsuz sözel, vokal ve motor aktivite olarak tanımlanmaktadır. Cohen Mansfield Ajitasyon Envanteri (CMAE) demans hastalarında ajitasyon davranışlarının şiddetini değerlendiren bir ölçektir. Bu çalışmanın amacı demans hastalarında CMAE’nin Türkçe formunun faktör yapısını, ajitasyonun boyutlarını ve bu boyutların ilişkili olduğu etmenleri ortaya koymaktır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Geriyatrik Psikiyatri polikliniğine başvuran, DSM-IV-TR’ye göre demans tanısı alan, ≥65 yaşında, 100 hasta alınmıştır. Hastalara Standardize Mini Mental Test (SMMT), bakımverenlerine; CMAE, Cornell Demansta Depresyon Envanteri (CDDE), İşlevsel Faaliyetler Anketi (İFA) uygulanmıştır. CMAE’nin faktör yapısını belirlemek için ana bileşen analizi ve varimaks rotasyonu kullanılmıştır. Ölçek maddeleri faktör yüklerinin en yüksek olduğu faktörlere dahil edilmiş ve elde edilen faktörler içeriklerine göre adlandırılmıştır. Bulgular: CMAE ile değerlendirilen belirtilerden en sık görülenleri sırasıyla tekrarlayan cümle ya da sorular (madde 6-%65), genel huzursuzluk (madde 29-%57), karşı gelme eğilimi/negativizm (madde 19-%55) ve küfürlü konuşma ya da sözel saldırganlıktır (madde 4-%47). Ölçekte 1’in üzerinde puanlanma sıklığı %10’un altında olan 7 madde (14, 17, 20, 21, 25, 27, 28. maddeler) elenerek faktör analizi yapıldığında toplam varyansın %70.5’ini açıklayan, Kaiser-Meyer-Olkin değeri 0.86 olan, özdeğeri 1’den büyük 6 faktör elde edilmiştir. Bunlar sözel-fiziksel agresyon, iritabilite/huzursuzluk, negativizim/saklama-istifçilik, sözel-fiziksel agresif olmayan davranış, amaçsız el hareketleri, uygunsuz davranıştır. CMAE toplam puanı CDDÖ ve İFA toplam puanları ile ilişkilidir (ikisi için p<.0001). Sonuç ve Tartışma: Bu çalışma CMAE’nin demans hastalarında ajitasyon belirtilerinin ve bu belirtilerin sıklığının belirlenmesinde iç tutarlılığı yüksek/güvenilir bir ölçek olduğunu ortaya koymuştur. En sık bildirilen belirtiler ölçeğin kullanıldığı diğer çalışmalarla benzerdir. Orijinal ölçeğin faktör analizi çalışmaları bakımevlerinde yaşayan demanslı yaşlılarda yapılmış olup dört faktör önermektedir. Bu çalışmanın örneklemini bir psikiyatri Kliniğine başvuran ve orta evre demansı olan hastalar oluşturmuştur. Ajitasyon belirtilerinin bulunma sıklığının ve dağıldıkları faktör sayısının farklı olması örneklem farklılığından kaynaklanmış olabilir. Önceki çalışmalarla uyumlu olarak depresyon arttıkça ve işlevsellik azaldıkça demans hastalarında ajitasyon belirtilerinin sıklığının arttığı saptanmıştır. İleride yapılacak çalışmalar ajitasyonun boyutlarının farklı demans türlerinde ortaya konmasını ve uygun tedavi seçeneklerinin değerlendirilmesini hedeflemelidir. PB 130 Alzheimer Hastalarının Bakımverenlerinde Marwit Meuser Bakımveren Yas Ölçeği’nin Türkçe Formunun Psikometrik Özellikleri Ayşegül Sakarya*, Direnç Sakarya**, Bilgen Biçer Kanat*, Umut Altunöz*, Okan Er*, Sevinç Kırıcı*, Erguvan Tuğba Özel Kızıl*, Engin Turan* *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Geriyatrik Psikiyatri Birimi, Ankara ** Gazi Mustafa Kemal Devlet Hastanesi, Psikiyatri Servisi, Ankara Giriş ve Amaç: Alzheimer hastalığı bilişsel işlevlerde yıkımla seyreden kronik bir tablodur. Yakın bellek bozukluğu ile başlar, orta ve ileri evrelerde günlük yaşam aktivitelerinde bozulmaya yol açar (1). Alzheimer hastalarına bakımverenlerin yaşadıkları sorunlar literatürde “bakımveren stresi, yükü, iyi olma hali” biçiminde ele alınmıştır. Ancak son dönemde yapılan araştırmalar bakımverenin akrabası olması halinde birincil duygusal yaşantının “yas yaşantısı” olduğu görüşündedir (2). Çünkü Alzheimer hastalığında kişi ilerleyen dönemlerde kendi kimliğini yitirmekte, hatta yakınlarını bile anımsayamamaktadır. Böylece, kendiliğinin ölümünü fiziksel varlığının kaybından önce yaşantılanmaktadır. Ülkemizde Alzheimer hastalarına bakımveren yakınlarında yas yaşantısını araştıran bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışmada Marwit Meuser Bakımveren Yas Ölçeği’nin (MMBYÖ) Türkçe formunun psikometrik özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: A.Ü.T.F. Psikiyatri A.D. Geriyatrik Psikiyatri Polikliniği’ne birinci derece yakını ile beraber başvuran, DSM-IV TR’ye göre Alzheimer tipi demans tanısı almış 32 hasta ve bakımverenleri alınmıştır. Bakımverenlere MMBYÖ, Zarit Bakıcı Yükünü Değerlendirme Ölçeği (ZBYDÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), DurumlulukSüreklilik Kaygı Ölçekleri(STAI-I ve II) uygulanmıştır. MMBYÖ’nün geçerlik ölçütü olarak ZBYDÖ, BDÖ ve STAI-I ve II ile korelasyonuna bakılmıştır, güvenirliği için Cronbach α hesaplanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 77.9±8.6, bakımverenlerin ise 61.6±14.2’dir. Bakımverenlerin ort. Eğitim süresi 8.6±4.9 olup, 56.7’si (n=17) kadındır. Bakımverenlerin %53.3’ü (n=16) eşi, geri kalanı ise çocuk, kardeş veya gelin/damatlarıydı. MMBYÖ’nün Cronbach α değeri 0.98 bulunmuştur. MMBYÖ toplam puanı ve altölçeklerinin (kendini adama-KA, derinden üzüntü ve özlem-DÜÖ, endişe ve kendini yalnız hissetme-EY) Zarit Bakıcı Yükünü Değerlendirme Ölçeği (ZBYDÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), DurumlulukSüreklilik Kaygı Ölçekleri (STAI-I ve II) ile korelasyonları incelenmiş ve hem MMBYÖ toplam puanı hem de alt ölçek puanlarının sözü edilen ölçeklerle korelasyonları anlamlı bulunmuştur (Tüm ölçekler için p< o.o5). Tartışma: MMBYÖ’nün Türkçe formu Alzheimer hastalarına bakımverenlerde yas yaşantısını değerlendiren geçerli ve güvenilir bir ölçektir. Bakımverenlerde yas yaşantısı, bakımveren yükü, depresyon ve anksiyete düzeyleri ile ilişkili bulunmuştur. İleride yapılacak çalışmalarda daha geniş örneklemlerde yas yaşantısını etkileyen etmenler ve ölçeğin Türkçe formunun faktör yapısı araştırılmalıdır. PB 131 Bir Üniversitesi Hastanesinde Tıpta Uzmanlık Öğrencilerinde Deliryumda Bilgi Düzeyinin ve Tutumunun Değerlendirilmesi *Elif Onur Aysevener, **Ahmet Topuzoğlu, **Burcu Ünal, **Taha Selim Bilgin , **Onur Küçükçoban , ***Can Cimilli* Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD *** Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Giriş: Deliryum genel hastane içerisinde yaygın görülen ve tedavi edilmediğinde klinik gidişi olumsuz etkileyen akut klinik bir sendromdur. Ancak deliryum olgularının önemli bir kısmına tanı koyulamamakta ve tedavi edilememektedir. Deliryum için geliştirilen birçok değerlendirme aracı ve tedavi rehberleri bulunmakla birlikte bu alanda yapılan çalışmalar pratik uygulama içerisinde sıklıkla tanısal araçların değerlendirme ve izlemde kullanılmadığını, tedavi rehberlerinin uygulanmadığını göstermektedir(1,2). Çalışmada amacımız üniversitemizde tıpta uzmanlık öğrencileri arasında bilgi ve tutum düzeyinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Çalışma Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi acil servisi, cerrahi servisleri ve psikiyatri servisi dışındaki dâhili servislerinde çalışan tıpta uzmanlık öğrencileri içerisinde gönüllü olmayı kabul edenler ile yapılmıştır. Bilgi ve tutum düzeyinin değerlendirilmesinde 13 başlık altında bilgi ve tutum düzeyini değerlendiren soruların yer aldığı anket formu kullanılmıştır. Niteliksel veriler için sayı yüzde şeklinde, ölçümsel veriler içinse ortamla ve standart sapma alınmıştır Bulgular: Araştırmaya toplan 74 kişi katılmıştır. Katılımcıların deliryum tanı kriterleri ve deliryum muayene bulguları ile ilgili bilgi düzeyleri değerlendirildiğinde, yer vezaman oryantasyonunun kaybı en çok bilinen deliryum özellikleri iken (%94,6, %91,9) akut başlangıçlı konfüzyonun varlığı (%59,5) ve konfüzyona eşlik eden letarjiden komaya kadar seyreden bilinç durumu değişikliği durumu (%53,4) en az bilinen tanı kriteri özelllikleriydi. Katılımcıların %79,7’si deliryumun tanısal kriterleri ile ilgili bilgisini yetersiz olarak değerlendirmekte olup deliryum ile ilgili %89’u yeterli eğitim almadığını düşünmekteydi. Çeşitli klinik branşlardan katılımcıların yatan hastalari çin deliryum sıklığı tahmini ortalaması %7,3’tü. Deliryumun bağımsız bir prognostik faktör olduğunu düşünenler katılımcıların yalnızca %32,9’uydu. Katılımcıların % 22.2’si deliryum değerlendirmesinde ölçek kullandığını bildirdi. Tartışma: Çalışmamızda deliryum ile ilgili bilgi düzeyinin sınırlı - orta düzeyde olduğu görülmüştür. Deliryumda bilgi düzeyini değerlendiren çalışmalarda benzer şekilde yoğun bakım, geriyatri gibi klinik ortamlarda dahi bilgi düzeyinin yeterli olmadığını göstermektedir. Önceki çalışmalarda bildirilen deliryum sıklığını tahmin edebilme oranlarının düşük olması çalışmamızda da benzerdir. Çalışmamızda katılımcıların %22,2 si ölçek kullandığını bildirmiştir, deliryum ile ilgili temel bilgi düzeyinin yüksek bulunduğu kliniklerde dahi değerlendirme araçlarının kullanımı sınırlıdır. Çalışmamızda katılımcıların kendi bilgi düzeylerini ve eğitimlerini yeterli bulmamaları dikkat çekicidir. Çalışmamızın bulguları deliryum ile ilgili temel eğitimlerin tüm klinik alanlarda verilmesinin ve devamlılığın sağlanmasının önemini vurgulamaktadır. PB 132 Bir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Sürdürülen Sigara Bırakma Polikliniğinin Sonuçları Şükriye Boşgelmez Psikiyatri Uzmanı Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Derince Kocaeli Amaç: Sigara Bırakma Polikliniğine başvuran kişilerin tedavi sonuçları ve bunlarla ilişkili etkenleri belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: 2 Mayıs 2011-31 Temmuz 2011 tarihleri arasında sigara bırakma polikliniğine başvuran 92 hasta çalışmaya dahil edilmiş, sosyodemografik bilgileri ve Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi kullanılarak veriler toplanmıştır. Hastaların bir yıllık geriye dönük kayıtları incelenerek hastaların kontrole devamı ve sigarayı bırakıp bırakmadıkları belirlenmiştir. Sonuçlar tanımlayıcı istatistiklerin yanı sıra ki-kare testi ve nonparametrik testlerle (Mann-Whitney U testi) kullanılarak değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Başvuran 92 kişinin % 52.2’si (n=48) kadın, %47.8’i (n=44) erkekti. Yaş ortalaması 40.67±11.18 (aralık 21-67), çoğunluğu ilkokul düzeyinde eğitim almıştı (n=35, %38). % 78.3’ ü evliydi (n=72). Günlük içilen sigara sayısı 21.8±10.3 (aralık 1-60), Fagerström nikotin bağımlığı ortalama puanı 5.23±1.76 idi (aralık 1-8). Başvuranların % 66.3’ü (n=61) daha önce psikiyatrik tedavi görmemişti. % 18.5’inin (n=17) geçmiş psikiyatrik tedavi öyküsü vardı. % 15.2’si (n=14) halen tedaviye devam ediyordu. Başvuranların %77’sine (n=71) farmakoterapi ve bilişsel davranışçı terapi; %22’sine (n=20) yalnızca bilişsel davranışçı terapi; %1’ine (n=1) yalnızca farmakoterapi uygulandı. Başvuranların %33’ü (n=22) tekrar kontrole geldi. Kontrole gelenlerle gelmeyenler arasında ortalama yaş, günlük sigara sayısı, Fagerström puanları açısından anlamlı fark yoktu. Cinsiyet ve psikiyatrik tedavi öyküsü açısından da fark saptanmadı. Kontrole gelen 20 kişiye farmakoterapi ve bilişsel davranışçı terapi, 2 kişiye yalnızca bilişsel davranışçı terapi uygulandı. Kontrole devam edenlerden 7 kişi (% 32) en fazla 5 hafta içinde sigarayı bırakırken 9 kişi (yalnızca yalnız bilişsel davranışçı terapi uygulanan 2 kişi de dahil olmak üzere) (%41) içtiği miktarı %50 ve daha fazla azalttı. 6 kişide (%27) değişim olmadı. Bırakanlarla bırakamayanlar arasında cinsiyet ve psikiyatrik tedavi öyküsü, ortalama yaş, eğitim süresi, içilen günlük sigara miktarı ve Fagerström puanları açısından anlamlı fark saptanmadı. Tartışma: Sigara bağımlılığı tedavisinde motivasyon önemlidir. Çalışmamızda psikiyatrik tedavi öyküsünün kontrollere devam etme ve sigarayı bırakmada olumsuz bir etkisinin olmadığı görülmüştür. PB 133 Pineal Bölgede Araknoid Kist ve Dissosiatif Füg Abdullah Akpınar(1),Gözde Bacık Yaman (2), Arif Demirdaş (3), İnci Meltem Atay (4),Ömer Yılmaz (5) 1. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta 2. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta 3. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta 4. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Isparta 5. Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji AD, Isparta Giriş: Beyinde araknoid kist konjenital, travmatik ya da inflamatuar nedenlere bağlı olarak görülmektedir. Kafa içi boşlukları tutan lezyonların sadece %1’ini kapsar (1). Klinik görünümüne mental bozuklukların eşlik etmesi ender olarak görülmekte, çoğu olgu ise bulgu dahi vermemektedir (2). Bu olguda dissosiatif füg ve pineal bölgede saptanan araknoit kist sunulmaktadır. Olgu: Bay S, 50 yaşında, evli, ilkokul mezunu, esnaftır. İki yıl öncesinde başlayan dalgınlık, öfkesellik, gerginlik, yaygın kaygılar ve iç sıkıntısının olduğu anlaşılmaktadır. Bir gün sabah evden işe gidiyorum diyerek çıktığında, akşam eve gelmemesi ile ailesi polise başvurmuşlardır. Polisler tarafından üç gün sonrasında başka uzak bir şehirde kişisel kimliği ile ilgili kafa karışıklığı içerisinde iken bulunmuştur. Diğer bir şehir ile herhangi bir bağlantısının olmadığını ve oraya neden ve nasıl gittiğini hatırlamamaktadır. Ailesi ile birlikte psikiyatri polikliniğinde değerlendirilmiştir. Ruhsal durum muayenesinde duygulanımı apatik, duygudurumu; anhedonik, konuşma miktarı azalmış, monoton ve çevresel, düşünce süreci yavaşlamış, sistemik ve nörolojik muayenesi doğal, yapılan laboratuar testleri normal sınırlardaydı. Kraniel Bilgisayarlı Tomografide Pineal bölgede Araknoid Kisti saptandı. Tartışma: Araknoid kistin psikiyatrik bozukluklar ile ilişkisi hakkında bilgiler az sayıda olgu bildirimleri ile sınırlıdır. Psikiyatrik bozukluğa eşlik eden birkaç araknoid kist olgusu bildirilmiştir (3). Sonuç: Pineal bölge yerleşimli olan ve dissosiyatif füg tablosu görülen bu olgu sebebiyle dissosiatif bozuklukta organik bozukluğun araştırılmasının önemi tekrar gözlenmiştir. Bununla birlikte pineal bölge ve dissosiatif bozukluk ilişkisi ile ilgili çalışmalara ihtiyaç vardır. Kaynaklar: 1.Bahk WM, Pae CU, Chae JH, Jun TY, Kim KS: A case of brief psychosis associated with an arachnoidcyst. Psychiatry and Clin Neurosci 2002; 56:203-5. 2.Sommer IEC, Smit LME: Congenital supratentorial arachnoidal and giant cysts in children: a clinical study with argumants for a conservative approach. Child's Nerv Syst 1997; 13:8-12. 3.Turner R, Schiavetto A: The cerebellum in schizophrenia: A case of intermittent ataxia and psychosis clinical, cognitive and neuroanatomical correlates. J Neuropsychiatry Clin Neurosci 2004; 16:400-8. PB 134 Mental Retardasyon Tanılı Hastalarda Komorbidite Ayşe Sakallı Kani, Özge Kılıç, Hacı Murat Emül İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Amaç: PİKA yenilebilir olmayan maddelerin en az 1 ay süre ile yenmesi ile karakterize; boğulma, zehirlenme, enfeksiyon ve intestinal obstrüksiyon ile sonuçlanabilen tehlikeli bir yeme bozukluğudur. PİKA ile mental retardasyon birlikteliği sık görülmektedir. Burada mental retardasyon tanısı ile 20 yıldır psikiyatri polikliniğinden takip edilen fakat araştırıldığında kronik atrofik gastrit ile ilişkili B12, folik asit ve demir eksikliği anemisi saptanan olguyu sunmak amaçlanmıştır. Olgu: 27 yaşında kadın hasta psikiyatri polikliniğine yakını tarafından 20 yıldır devam eden sinirlilik; peçete yeme, plastik ambalaj çiğneme, kağıtlarla oynama ve ağzına boncuk koyma şikayetleri ile getirildi. Hastanın öyküsünde 1 yaşında geçirilmiş tüberküloz menenjit,3 yaşında geçirilmiş shunt operasyonu mevcuttu. Hasta yaklaşık 7 yaşından beri mental retardasyona bağlı davranış problemleri nedeni ile takipliydi. Başvuru esnasında karbamazepin 800 mg/gün, risperidon 2 mg/gün, ketiyapin 200 mg/gün tedavisi almaktaydı. Ruhsal durum muayenesinde kooperasyonu kısıtlıydı oryantasyonu kısmen korunmuştu. Duygudurumu irritabl duygulanımı uygundu. Motor aktivitesi artmıştı. Görüşme esnasında elindeki patlak balon ve jelatinleri çiğniyordu. Hastanın mevcut yakınmasının nutrisyonel bir eksiklik ile ilişkili olabileceği ve PİKA tanısı düşünülerek hemogram ve biyokimya tetkikleri istendi. Tetkik sonuçlarında Hgb:4.7 (13.6-17.2) HCT:16.4 (39.5-50.3) MCV:59.6 (80.7-95.5) MCHC:28.5 (32.7-35.6) B12:128 (180-914) demir:9 (60-180) TDBK:357 (250-450) ferritin:1,5 (11.0-306.8) folat:4.27 (>6.59) olarak saptandı. Hasta dahiliye polikliniğine yönlendirildi. Hastanın mevcut karbamazepin tedavisi azaltılarak kesildi. B12, folat ve demir eksikliği etyolojisini araştırmak amacıyla endoskopik mide biyopsisi yapıldı. Biyopsi materyali kronik atrofik gastrit ile uyumlu saptandı. Replasman tedavisi sonrası kan değerleri normal düzeylere gelen hastanın mevcut pika davranışında azalma gözlendi. Hastanın takibi halen devam etmektedir. Sonuç: Literatürde B12, folik asit, demir eksikliğine bağlı pika olguları bildirilmiştir. Mental retardasyon varlığında görülen uygunsuz yeme davranışları pika olguları ile karışabilmektedir. Psikiyatrik tanı konulan kişinin hayatı bir statik duruma kavuşmamakta aksine yaşayan her organizma gibi dinamik seyretmektedir. Bu nedenle mental retardasyon tanılı hastaların prognozundaki yakınmalarında tıbbi komorbiditenin göz önünde bulundurularak gerekli incelemelerin yapılması oldukça önemlidir. PB 135 İnternal ve Eksternal Steroidlerin İndüklediği Manik Atak Müge YAŞAR, Yasemin GÖRGÜLÜ, Didem MANAY ÇAKIR, Okan ÇALIYURT Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları,Van Başkale Devlet Hastanesi, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Glukokortikoidlerin tetiklediği nöropsikiyatrik bozuklukların prevalans oranları %1-%50 arasındadır. Glukokortikoide internal veya external maruz kalan hastalarda intihar, depresyon, deliryum/konfüzyon/dezoryantasyon, mani, panik bozukluk gibi nöropsikiyatrik bozukluklar saptanmıştır. Glukokortikoidlerle tedavinin özellikle ilk 3 ayında nöropsikiyatrik hastalıklarda yüksek bir insidans görülmektedir. Kliniğimizde takip edilen internal ve eksternal glukokortikoid maruziyeti sonrası manik atak gelişmiş iki hasta konunun önemini hatırlatmak ve dikkat çekmek için sunulmaya layık bulunmuştur. 1.olgu: 50 yaşında kadın hasta, 2 ay önce başlayan son 20 gün içinde artan şüphecilik, hayaller görme, uykusuzluk, zehirlendiğini düşünme ve garip davranışlar yakınmalarıyla getirilmişti. Bacaklarında geniş ekimozlar, obesite, saç dökülmesi, buffalo hump, hirsitusmus, amenore ve hipertansiyonu mevcuttu. Genel durum muayenesinde özbakımı ve impuls denetimi azalmış, konuşma hız ve miktarı artmıştı. Psikomotor ajitasyonu olan hastanın uyku ihtiyacı ve süresi azalmıştı. Ruhsal durum muayenesinde bilinci açık, kooperasyonu tam işitsel ve görsel halusinasyonları mevcuttu. Duygulanımı eleve, duygudurumu disforikti. Muhakemesi ve soyut düşüncesi bozulmuştu. Düşünce akışında düşünce hızı artmıştı çağrışımları dağınıktı, konuşması amacına kısmen ulaşıyordu. Düşünce içeriğinde referans, perseküsyon ve mistik hezeyanları vardı. Yapılan laboratuvar tetkiklerinde, ACTH/HPA aksında bozulma vardı. Tetkikler sonucunda Hipofiz MRI görüntülemesinde adenohipofizde solid mikroadenom izlendi. Cushing sendromu tanısıyla endokrinoloji servisine transfer edildi . Opere edilen hastanın semptomları geriledi. 2. Olgu: 6 gün önce göz hastalıkları servisinde sol gözde glob perforasyonu sebebiyle opere edilmiş 36 yaşında, erkek hasta etrafı kırıp dökme, kendi kendine konuşma, saldırganlık yakınmalarıyla getirildi. Taburcu edildikten 1 gün sonra uyumama ve konuşmada artma şikayetleri başlamıştı. Konuşma miktar ve hızı artmıştı. Duygulanımı eleve, duygudurumu disforikti. Düşünce akışında çağrışımları dağınıktı, konuşması amacına kısmen ulaşabiliyordu. Düşünce içeriği grandiyöz ve mistik hezeyanları bulunan hastanın, işitsel ve görsel halüsinasyonları mevcuttu. Hastanın göz hastalıkları servisinde postoperatif sistemik iv dexametazon 8mg/gün tedavisi aldığı öğrenildi. Her iki hastanın da manik atağı glukokortikoidlerle tetiklenmişti ve glukokortikoid kan seviyesinin düşmesiyle gerilemişti. Özel bir nöropsikiyatrik bozukluğa eğilim glukokortikoidlere maruz kalındığında aynı bozukluğu geliştirmeye eğilimli hale getirmektedir. Glukokortikoid reçetelemek gerektiğinde ilişkili ciddi nöropsikiyatrik yan etkiler hastalar, aileleri ve onları tedavi eden hekimleri tarafından takip edilmelidir, bu yan etkilerin görüldüğü hastalarda ilacın kesilmesi ya da dozun azaltılması düşünülmelidir. PB 136 Bir Eğitim Hastanesinde İstenen Psikiyatri Konsultasyonlarının Değerlendirilmesi Nursemin ÜNAL, Nermin GÜRHAN, Gonca GÜNAKAN GATA Ortopedi ve Travmatoloji AD, Ankara Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Psikiyatri Hemşireliği BD, Ankara Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji AD, Ankara Amaç: Son yıllarda psikiyatri uygulamaları içerisinde önemli bir yere sahip olan Konsültasyon- Liyezon Psikiyatrisi; emosyonel stres yaşayan fiziksel hastalığa sahip hastalarda psikiyatrik bozuklukların teşhisi, tedavisi, izlenmesi ve önlenmesi üzerine odaklanmıştır. Bu çalışmanın amacı, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Konsultasyon Liyezon Psikiyatrisi (KLP)Polikliniği ’ nce verilen konsultasyon hizmetinin hastaların sosyodemografik özelliklerine, konsultasyon isteyen kliniklere, konsultasyon istenme nedenlerine, konulan tanı ve tedavilerine göre incelemektir. Yöntem ve Gereçler: Mayıs 2012 tarihinde Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Konsultasyon Liyezon Psikiyatrisi (KLP)Polikliniği ’nce konsultasyon hizmeti verilen hastalar alınmıştır. Çalışmaya katılmayı kabul eden ve iletişim kurulabilen 44 hasta örnekleme alınmış, hasta bilgi formu ve KLP polikliğince konsültasyonda elde edilen veriler toplanmıştır. Bulgular: Çalışmaya 27’si (%61,4) kadın, 17’si (% 38,6) erkek olmak üzere 44 hasta katılmıştır. Konsultasyonların %34,1’i dâhili branşlardan istenmiştir. Konsultasyon istenen hastaların fiziksel tanılarına bakıldığında % 20,5’i kanser, % 13,6’sı ise kesinleşmemiş tanıydı. Hastalardan konsultasyon istenme nedenlerine bakıldığına, %52,3 ile psikiyatrik değerlendirme istemi, %22,7’si depresif belirtiler ve % 9,1’i organik etyoloji bulunamamasıdır. Yapılan psikiyatrik değerlendirme sonucunda hastaların %75’ine psikiyatrik bozukluk tanısı konmuştur. En sık konulan tanılar % 40,9 depresyon, %13,6 anksiyete, % 6,8 uyku bozukluğudur. Konsultasyonların %79,5’i yazılı olarak istenmiş ve % 63,6’sına aynı gün içinde gidilmiştir. Hastaların %68,2’sine ilaç tedavisi başlanmıştır. İlaçların % 47,7’sini antidepresan grubu oluşturmaktadır. Hastaların %72,7’si ‘Nereden geldiğimizi biliyor musunuz?’ sorusuna evet cevabı vermiştir. Bu grubun tamamına bilgi doktoru tarafından verilmiştir. % 70.5’i konsultasyon istenme nedeni hakkında bilgi sahibiydi. Tartışma ve Sonuç: Yatarak tedavi gören hastalarda, depresyon başta olmak üzere psikiyatrik bozukluklar sık görülmektedir. Bu sebeple giderek önem kazanan KLP birimi hasta bireyin bütüncül yaklaşımla ele alınmasında; psikiyatrik hastalıkların ve ölümlerin önlenmesinde, hastalığın daha çabuk iyileşmesinde, hastanede yatma süresinin kısalmasında ve hastane maliyetinin düşmesinde etkin bir rolü vardır. PB 137 Alzheimer Hastalığı Tanısında Karboksipeptidaz E Bağlantısı Gizem Kurt*, Niamh Cawley**, Peng Loh**, Tulin Yanik* * ODTÜ Biyolojik Bilimler, Ankara, Türkiye; ** NICHD, NIH, Bethesda, MD; USA Amaç : Dünya genelinde 35 milyon insan Alzheimer hastalığından muzdariptir. Amiloid öncül proteininde olduğu gibi birçok gendeki mutasyonların Alzheimer’a sebep olduğu gösterilmiş olsa da vakaların yaklaşık %95inin sebebi bilinmemektedir. Öncül hormon işleyen bir enzim olan Karboksipepdidaz E (CPE)’nin, erişkin fare beyninde hipokampüsün CA3 bölgesindeki nöronların hücre yapılarını korumalarında (nöroproteksiyon) önemli bir rol oynadığı gösterilmiştir. Bu çalışmadaki amacımız, CPE’nin nörodejenerasyondaki rolünü belirleyip Alzheimer hastalığına neden olabilme olasılığını açıklayarak hastalığın erken teşhisine ve/ya tedavisine yönelik katkıda bulunmaktır. Yöntem ve Gereçler : İnsan CPE genindeki nörodejenerasyonla bağlantılı olabilecek muhtemel mutasyonları araştırmak için, yinelenmeyen nükleotit sekansı veribankasında insan CPE nükleotit sekansıyla GeneBank EST veribankasına karşı yapılan veribankası araştırması yapılmıştır. Nörodejenerasyonla bağlantılı olabileceği düşünülen bir mutasyon için oluşturulan konstraktla mutant CPE’nin biyosentezi, işlenmesi ve trafiği üzerine fare nöroblastoma hücrelerinde (N2A) çalışılmıştır. Mutant ve yabanıl tür proteinlerin görüntülenmesi ve analizi Western Blot methoduyla uygun antikorlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Daha sonraki aşamalarda, ER stresi ve mutant CPE’nin agregasyonu N2A hücre hattında incelenecektir. Bulgular : Veri bankası araştırmaları sonucunda, Alzheimer’lı korteks dokusunda bulunan, sekansa 3 adenozin eklemesinin görüldüğü bir girdi bulunmuştur. Mutasyonun, CPE’nin amino ucundaki sekansa 9 yeni amino asit eklenmesine neden olduğu görülmüştür. Mutant CPE üzerine N2A hücre hattında yapılan araştırmalar, mutant proteinin yapıldığını fakat normal şekilde salınamadığını göstermiştir. Dikkat çekici olan, salınımla ilgili çalışmalar sonucu, mutant proteinin aynı zamanda yabanıl tür CPE’yi yanlış yönlendirerek, konstütatif salınım yolağına girmesine neden olduğu tespit edilmiştir. Bu bulgu, CPE’deki mutasyon tek bir alelde bulunsa bile, mutant proteinin yabanıl türün hücre içi trafiğini ve salınımını etkileyeceğine; dolayısıyla yabanıl tür CPE’inin nöronları koruma özelliğini göstermesi için yetersiz kalabileceğine işaret etmektedir. Tartışma ve Sonuçlar : Yabanıl tür CPE nöronların nöroproteksiyonunu sağlamaktadır. Elde edilen bulgularımıza dayanarak, yaşlanmış nöronlarda CPE mutasyonunun nörodejenerasyona, dolayısıyla Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıklara sebep olabileceğini düşünüyoruz. Nöron hücre hattında halen devam eden diğer çalışmalarımızla CPE mutasyonunun hangi hücresel mekanizmalarla nörodejenerasyona neden olduğunu aydınlatmayı hedeflemekteyiz. Araştırmamızın sonuçlarının, Alzheimer hastalığının yeni bir genetik sebebinin tayin edilmesine ve böylece erken tanısına ve etkin tedavi yöntemlerinin oluşumuna katkı sağlayacağını ön görmekteyiz. PB 138 Venlafaksin Kullanımına Bağlı Gelişen Akselere Hipertansiyon Yüksel Kıvrak*, Tolga Sinan Güvenç**, Nurcihan Akbulut*, İbrahim Yağcı*, , Yelda Yenilmez*, Süleyman Gündüz***, Bahattin Balcı** * Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı ** Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı *** Kars Devlet Hastanesi, Psikiyatri Bölümü Giriş ve Amaç: Venlafaksin, major depresif hastalık tedavisinde kullanılan bir seratonin-norepinefrin geri alım inhibitörüdür. Venlafaksine bağlı hipertansiyon, özellikle 150 mg/gün üzerinde dozlarla görülebilmekle birlikte, kan basıncındaki yükselme hafif ve geçicidir. Bu raporda, genç bir hastada günde 150 mg/gün venlafaksin kullanımına bağlı gelişen akselere hipertansiyon vakası bildirmekteyiz. Vaka Sunumu: Major depresif hastalık tanısı mevcut olan 23 yaşında erkek hasta, antidepresan tedaviye rağmen devam eden semptomlar nedeni ile kliniğimize başvurdu. Başvuru anında TA: 120/70 mmHg ve nabzı 76 vuru/dakika olan hastanın fizik muayenesi normaldi. Özgeçmişinde veya soygeçmişinde hipertansiyon veya kronik renal hastalık bulunmayan hastaya, SCID-1 kriterlerine göre major depresyon tanısı konularak venlafaksin 75 mg/gün başlandı. Tedavinin beşinci ayında kontrole gelen hastada semptomların sebat etmesi üzerine venlafaksin dozu 150 mg/gün’e yükseltildi. Düzenli kontrollere gelmeyen hastanın, tedavi başlangıcından sonraki 10. aydaki muayenesinde zaman zaman başağrısının ve burun kanamasının olduğunu söylemesi üzerine ölçülen kan basıncı 210/170 mmHg olarak saptandı ve hasta hospitalize edildi. Venlafaksinin kesilmesinden sonra yapılan takiplerinde kan basıncı 140/90’ın altında ölçülen hastada sekonder hipertansiyonun dışlanması amacıyla serum sodyum ve potasyum ölçümü, idrarda protein ölçümü, ekokardiyografi, renal ultrasonografi ve 24 saatlik idrarda vanil mandelik asit ölçümü istendi. Yapılan tetkikleri normal sınırda saptanan hastada hipertansiyonun venlafaksin kullanımına bağlı geliştiği düşünüldü ve hasta taburcu edildi. Tartışma ve Sonuç: Diastolik kan basıncının 120 mmHg’yi aştığı durumlarda, hipertansiyona bağlı akut komplikasyonlar (akut kalp yetmezliği, stroke, aort diseksiyonu vb.) görülebilir. Venlafaksin ile ilgili yapılan bir çalışmada, bu ilacın kan basıncını arttırabileceği ancak bu artışın ortalama 7 mmHg olduğu gösterilmiştir. Bu vaka, venlafaksin ile nisbeten düşük dozlarda bile akselere hipertansiyon gelişebileceğini göstermektedir. Bu nedenle, venlafaksin başlanan hastaların kan basıncı takibinin düzenli yapılması bu gibi komplikasyonların erkenden fark edilmesinde önemlidir. PB 139 Psikiyatri Eğitiminde Grup Terapisinin Rolü: Bir Üniversite Kliniğinin Deneyimi Ekin Sönmez, Hülya Kervan*, Ömer Yanartaş, Ender Atabay, Güler Özkan**, Kemal Kuşçu Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı *Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Başhemşiresi **Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Psikoloğu Amaç: Asistan eğitimi, psikiyatrideki güncel tartışma alanlarından biridir. Medikalizasyonun, diğer branşlarda olduğu gibi psikiyatride de hakim paradigma olduğu görülmektedir. Bunun bir yansıması olarak, sinirbilim ve psikofarmakolojideki gelişmeler, psikiyatri eğitiminde dengeyi psikoterapi aleyhine bozmuş ve biyopsikososyal model üzerinden eğitim ve pratiğe verilen önem azalmıştır. Ruh sağlığı çalışanlarına yönelik birçok eğitim programı bireysel terapi modeline dayalıdır ve grup terapisi eğitimini programın bir eklentisi olarak sunmaktadır. Bu çalışmada grup terapisi deneyimine psikiyatri eğitimi alan kişilerin bakışının belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nde Temmuz-Ağustos 2012 tarihlerinde yatan hastalarla yapılan grup terapisi süreci incelenmiştir. Özellikle grup terapisinin tedavi edici ekibin profesyonel gelişimine ve kişilerarası klinik becerilerinin gelişimine etkileri gözden geçirilmiştir. Bu dönemde grup terapisine katılan klinik çalışanlarına araştırmacılar tarafından hazırlanan bir anket uygulanmış ve yarı yapılandırılmış bir görüşme yapılmıştır. Bulgular: Katılımcıların grup terapisi hakkındaki görüş ve tutumları; hastalarla ilişkileri, klinikteki diğer çalışanlarla ilişkileri ve bir psikiyatri çalışanı olarak kendileri hakkındaki fikir üzerine etkileri başlıklarında incelenmiştir. Ayrıca katılımcıların grup terapisi etkinliği sırasında zorlandıkları noktalar ve geliştiğini düşündükleri becerileri üzerine öznel ifadeleri yorumlanmıştır. Katılımcıların çoğu, grup terapisini etkin bir terapötik yöntem olarak görmekte; fakat eğitimlerinde grup terapisine yeterince ağırlık verilmediğini düşünmektedir. Klinik çalışanları, hastalarının grup terapisinden en çok içgörü kazanma, empati becerilerinin gelişmesi, tedaviye uyumlarının kolaylaşması noktalarında fayda gördüklerini düşünmektedir. Kendi kazandıkları becerileri, gözlem gücünün artması, ilişkilerinde önyargının azalması, olumsuz eleştirilere toleransın artması olarak ifade etmişlerdir. Grup terapisinin klinik çalışanlarının birbirleriyle ilişkilerinde saygıyı ve uyumu artırdığı görüşü vurgulanmıştır. Tartışma ve Sonuç: Grup terapisi, belirli sürede çok sayıda hastayı ilişkileri üzerinden tartışma imkanı vermekte, özellikle terapötik ilişkide hastaların gerçek kimliklerini, hekimlerin de terapötik kimliklerini ortaya koymalarını sağlamaktadır. Tedavi boyunca hastalar ve klinik çalışanlarının hem kendi aralarında hem de birbirlerine karşı gelişen yabancılaşmayı minimalize edebilme olanağı sunmaktadır. Bu bağlamda grup terapisi daha çok hastaya daha doğrudan bir ruh sağlığı hizmeti verilebilme ve bunun için uygun terapötik alanı yaratma potansiyeli taşımaktadır. Grup terapisi bütünlüklü bir psikiyatri eğitiminin temel bileşenlerinden biri olmalıdır. PB 140 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ ndeki Psikiyatri Konsültasyonu Uygulamaları Şevin Hun, Mevhibe İrem Yıldız Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Giriş: Konsültasyon liyezon psikiyatrisi fiziksel hastalığı olan ya da cerrahi girişim uygulanan hastalarda görülen ruhsal kriz ve hastalıkların araştırılması, tanısı, tedavisi, izlenmesi ve önlenmesine yönelik hizmet sunan özelleşmiş bir psikiyatri disiplinidir. Tıbbi hastalığı olanlarda genel popülasyona göre daha fazla psikiyatrik bozukluk rastlanmaktadır. Deliryum, depresyon, panik ve somatizasyon bozukluğu hastanede yatan hastalarda daha sık olarak gözlenmektedir. Ek tanılı durumların hastanede yatış süresi ve yeniden hastaneye yatışlar için bir risk etmeni olduğu kabul edilmektedir. Amaç ve Yöntem: Bu çalışmada Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi yataklı servislerinde, yoğun bakım ünitelerinde ve büyük acil serviste Ocak-Şubat 2012 tarihlerini kapsayan dönemde izlenmekte olan ve psikiyatri bölümüne konsülte edilmiş 176 vakanın genel özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Veriler Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi hasta veritabanında bulunan psikiyatri bölümü konsültasyon notları ve hasta dosyalarından elde edilmiştir. Bulgular: İki aylık dönemde en fazla psikiyatri konsültasyonu isteyen bölümler sırasıyla iç hastalıkları (%25), acil servis (%17), yoğun bakım üniteleri (%10) ve genel cerrahi (%8) olmuştur. Psikiyatriye hastaların danışılma nedeni ise sıklık sırasıyla depresyon (%30), ajitasyon/deliryum (% 16), cerrahi öncesi psikiyatrik değerlendirme ve ilaç düzenlenmesi (%15), özkıyım girişimi (%10), anksiyete (%6), uyku problemi (%3) ve alkol, madde kullanımı (%2) olarak saptanmıştır. İki aylık zaman diliminde en çok konulan tanılar duygudurum bozuklukları (%31), deliryum (%12) ve bunaltı bozuklukları (%9) olmuştur. Deliryum tanısı konan hastaların %50’si sonraki altı aylık dönem içerisinde ex olmuş olup bu hastaların büyük çoğunluğu kanser nedeniyle hastanede yatmaktadır. Özkıyım girişimlerinin 11’i dürtüsel özellikte olup 4 hastada duygudurum bozukluğu tespit edilmiştir. İki aylık dönem boyunca konsülte edilen vakaların 28’i tekrar konsülte edilmiştir ve tedavileri düzenlenmiştir. 30 hasta ise ilgili bölümden taburculuğu sonrası psikiyatri polikliniğine başvurmuştur. Sonuç: Hem kriz durumlarına müdahalede hem de tıbbi hastalığa eşlik eden psikiyatrik durumların ortaya çıkarılması için konsültasyon liyezon psikiyatrisi büyük önem taşımaktadır. Hastanede yatmakta olan hastalarda sık görülen psikiyatrik ek tanılar konusunda tedavi ekibinin iyi eğitimli olması ve zamanında psikiyatri bölümüyle temasa geçip ortak bir tedavi stratejisi belirlenmesi büyük önem taşımaktadır PB 141 İçe Bakış ve İçgörü Ölçeğinin Türkçe Uyarlamasının Güvenirlik ve Geçerliği Ön Çalışması İshak Sayğılı, Hüseyin Güleç, Ayşe Şafak Ayvazoğlu Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Daha çok psikodinamik yaklaşımda yer bulan içe bakış ve içgörü değişkenlerinin klinik görünümlerdeki etkinliği hakkında bilgilerimiz sınırlı durumdadır. Bu alanı değerlendirmeye yönelik geliştirilen araçlardan birisi de İçe bakış ve İçgörü ölçeği'dir (Self-reflection and Insight Scale, SRIS). Ölçek "içe bakış", "içe-bakışa ihtiyaç" ve "içgörü" olmak üzere üç alt faktörden oluşmaktadır. Bu çalışmada, ruhsal süreçlerdeki etkinliğinin araştırılmasına olanak sağlaması için İçe bakış ve İçgörü Ölçeği’nin Türkçe uyarlamasının psikometrik özellikleri incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya ruhsal ve fiziksel bir hastalığı olmayan 101 kişi dahil edildi. Demografik ve klinik veriler kişilerin beyanına göre elde edildi ve tüm katılımcılardan yazılı onam alındı. Bulgular: Yapılan faktör analizi sonucunda üç faktörlü yapının ölçeği en iyi temsil ettiği görüldü. Ölçeğin iç tutarlık katsayısının 0.71 olduğu görüldü. Alt ölçeklerin iç tutarlığı 0.56-0.70 arasında olduğu görüldü. Sonuç: Üçüncü boyut için bulguların değerlendirilmesinde dikkatli olunması önerisi ile ölçeğin Türk örnekleminde kullanılmasında psikometrik özelliklerin yeterli olduğu görülmektedir. Bazı maddelerin tekrar gözden geçirilmesi ve kültüre özgü değişikliklerin de yapılması sonrasında ölçeğin başka klinik örneklemlerle de araştırılması gerekmektedir. PB 142 Penguen ve Uykusuz Mizah Dergilerindeki Psikoterapi Konulu Karikatürlerin Üstünlük Kuramı ile Çözümlenmesi Serpil Aygün Cengiz, Elif Odabaş Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi (Ankara), Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Hastanesi (Ankara) Amaç: Çalışmanın amacı, günümüz mizah dergilerinde karikatüristlerin gözüyle psikoterapi/psikoterapistin temsilini değerlendirebilmek amacıyla Charles Gruner’in geliştirdiği bir mizah teorisi olan üstünlük kuramı bağlamında psikoterapi/psikoterapistin temsilinin neliğine ilişkin saptayımlarda bulunmaktır. Yöntem ve gereçler: Araştırmada, haftalık olarak yayımlanan Penguen ve Uykusuz mizah dergilerinin 20092010 yıllarında yayımlanan tüm sayıları incelenmiş ve psikoterapi konulu toplam 21 karikatür saptanmıştır. Bu karikatürlerden 14’ü Penguen, 7’si ise Uykusuz Dergisi’nde bulunmaktadır. Söz konusu karikatürlerde terapi/terapistin temsili önemli bir mizah kuramı olan üstünlük kuramı ile irdelenmektedir. Bulgular: Araştırmada incelenen 21 karikatürde terapistin mesleki kimliğinin anlaşılmasını sağlayan öğeler beyaz önlük, duvarda asılı diploma, “Dr.” yazılı tabela, odanın içindeki divan ya da konuşma balonlarında kullanılan ifadelerdir. Aristoteles’in gülmenin aslında alayın bir türü olduğu konusundaki görüşlerini geliştirerek mizahta üstünlük kuramını geliştiren Charles Gruner’e göre mizah, gerçek bir saldırıdan farklı olarak şakacı saldırıdır. Üstünlük kuramı açısından bakıldığında karikatüristin terapiye/terapiste yönelik eleştirileri iki başlık altında toplabilmektedir. Eleştirilerden ilki, psikoterapide var olduğu düşünülen, kişinin kendi sorunlarını kendisinin çözemeyeceği fikrine yöneliktir. Örneğin, divanda uzanmış bir hastasına “Çocukluğunuza dönelim… Bana çocukluğunuzu anlatın lütfen” diyen terapiste elindeki Andersen masalları kitabını uzatan hasta, “Hay yaşa, şurdan bir masal okusana” demektedir [Penguen Dergisi, 2010, Sayı 38, No 417]). İkinci temel eleştiri ise terapistin normal/olağan olanı anormal/patolojik şeklinde gösterdiğine duyulan inançtan kaynaklanmaktadır. Örneğin, divana uzanmış bir hasta, “Kapal[ı] alan korkusu var sizde” diyen terapiste “Sen de yok sanki gudik” diye yanıt vermektedir (Penguen Dergisi, 2009, Sayı 30, No 357). Sonuç: Karikatür, abartılılı biçim bozmalar ve dilsel ifadeler dolayımıyla bir mizah yapma sanatı olarak kendi içinde çok yoğun toplumsal eleştiri gücünü de barındırmaktadır. Güncel mizah dergilerinde yer alan psikoterapi konulu karikatürlerde ifade edilen terapiye yönelik eleştiriler (terapinin gerekli olmadığı ve ayrıca etiketlediği/stigmatize ettiği fikri) terapinin toplum tarafından nasıl alımlandığı üzerine tartışılmaya değer önemli bilgiler sunmaktadır. B 143 Pisa Sendromu: Bir Olgu Sunumu *Murat Açar, **Abdurrahman Şeref Gülseren,***Dursun Hakan Delibaş, * İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İzmir ** İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İzmir ***İzmir Bozyaka Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İzmir Giriş: Pisa sendromu (pleurothotonus ), ilk kez 1972 yılında Ekbom ve arkadaşları tarafından, gövdede gelişen bir geç distoni türü olarak tanımlanmış olup, gövdenin laterale deviasyonu ve sagital eksende hafif arkaya rotasyonu şeklinde tanımlanmıştır. Sendromun en sık sebebi antipsikotik ilaç kullanımı olup, nörolojik patolojilerle birlikte ve idiopatik olgular şeklinde de görülebilmektedir (1). Olgu: M.Ç. 34 yaşında erkek hasta. Yaklaşık 15 yıl önce şizofreni tanısı konulan ve uzun dönem haloperidol kullanan hastanın ilk şikâyetleri 8 yıl önce risperidon dozunun 4 mg/gün'den 8 mg/gün'e çıkılmasıyla, bel ve boyun bölgesinde kasılmalar şeklinde başlamış. Çeşitli psikiyatri kliniklerinde değerlendirilen hastanın tedavisine 5 yıl önce biperiden 6 mg/gün ile ketiapin 900 mg/gün eklenmiş ve risperidon kademeli olarak azaltılarak kesilmiş. Ancak psikotik bulguların tekrarlaması üzerine risperidon tedavisine yeniden başlanmış. İzlemde şikâyetleri ilerleyen ve yürüme güçlüğü gelişen hasta kapalı servise yatırıldı. Ruhsal durum muayenesinde anhedoni, anerji ve avolusyon tanımlanan hastanın fizik muayenesinde lomber ve servikal bölgede artmış kas tonusu ile gövdede antevert fleksiyon ile laterale deviasyon şeklinde postür anomalisi saptandı. Hastanın rutin tahlilleri B12 vitamini eksikliği dışında olağandı. Organisite ekartasyonu açısından yapılan kranial ve spinal kanal MR çalışmaları, EEG ve EMG tetkikleri, tüberküloz, viral ve romatolojik marker sonuçları normal olarak sonuçlandı. Hastanın kullandığı antipsikotikler ve biperiden tedavisi kademeli olarak kesilerek klozapin tedavisi başlandı. Nöroloji bölümüne danışılan hastanın tedavisine baklofen 20 mg/gün eklendi. Yatışında “Ekstrapiramidal belirtileri değerlendirme ölçeği” (EPBDÖ) puanı 6 (çok ağır) olan hastanın izlemde puanı 4'e (orta şiddetli) geriledi. Yürüme güçlüğünde belirgin iyileşme gözlendi. Anhedoni ve avolusyon şikâyetinde de gerileme oldu. Fizik tedavi egzersizleri de önerilen hasta klozapin 500 mg/gün ve baklofen 20 mg/gün ile taburcu edildi. Hastanın poliklinik izlemi devam ediyor. Tartışma: Pisa sendromu özellikle D2 reseptörlerine etkin antipsikotiklerin uzun süreli ve yüksek dozda kullanımında görülmektedir (2). Sendrom gelişirse kullanılan antipsikotik tedavisi kesilmeli, ekstrapiramidal sistem yan etki profili düşük antipsikotiklere geçilmeli, ayrıca tetrabenazin, baklofen gibi miyorölaksan ilaçlar tedaviye eklenmelidir (3). Nitekim olgumuz da yüksek potensli antipsikotikleri uzun süre yüksek dozda kullanmış; klozapin ve baklofen tedavisinden fayda görmüştür. Kaynaklar: (1) Suzuki, Matsuaka CNS Drugs 2002; 16 (3): 165-174. (2) Güzey C, Scordo MG, Spina E, Landsem VM, Spigset O. Antipsychotic-induced extrapyramidal symptoms in patients with schizophrenia: associations with dopamine and serotonin receptor and transporter polymorphisms. Eur J Clin Pharmacol.2007 Mar;63(3):233-41. Epub 2007 Jan 17 (3) Öztürk, Türk, Oral. İlaca Bağlı Geç Başlangıçlı Hareket Bozuklukları Klinik Psikofarmakoloji Bülteni, Cilt: 16, Sayı: 4, 2006 PB 144 Fluoksetin Kullanımına Bağlı Saç Dökülmesi: Olgu Sunumu Birmay Çam*, Aslı Bilgin** *Balıkesir Atatürk Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Balıkkesir **Zonguldak Atatürk Devlet Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Zonguldak Psikotrop ilaçlar ürtiker, alopesi yanısıra anjioödem, vaskülit gibi ciddi dermatolojik yan etkilere yol açabilir. Yapılan bir araştırmada SSGI’lere bağlı tüm yan etkilerin %11,4’ünün dermatolojik yan etkiler olduğu, en fazla fluoksetin’e bağlı olduğu ve en sık olarak raş görüldüğü belirtilmiştir(1). Daha çok lityum, vaproatla ilişkilendirilen saç dökülmesi SSGI ile de olgu sunumları şeklinde ve en fazla fluoksetinle bildirilmiştir(2). Psikotrop ilaçların özellikle saç gelişim döngüsünün telojen dönemini etkileyerek saç dökülmesine neden olduğu kabul edilmektedir. Saç dökülmesi ilacın alımını takiben birkaç ayda ortaya çıkmakta, ilaç kesildikten 3-5 ay sonra saçlar normale dönmektedir(3). Olgu: 40 yaşında kadın hasta. Moralsizlik, tahammülsüzlük, sinirlilik, uyku artışı yakınmaları ile psikiyatri polikliniğine başvuran hastanın özgeçmişinde astım bronşit tanısı mevcut. Hastanın öyküsünden iki yıl önce de benzer şikâyetlerle essitalopram 10mg başlandığı, 6 ay kullandığı ancak kilo alımından şikâyetçi olduğu öğrenildi. Hastaya depresif bozukluk tanısıyla fluoksetin 20mg/gün başlandı. Birinci ayın sonunda depresif semptomları gerileyen hastanın saç dökülmesi başladı. Dermatoloji tarafından değerlendirilen tiroid hormonları başta olmak üzere diğer hormon tetkikleri, karaciğer böbrek fonksiyon testleri, hemogramı, demir, çinko, bakır, B12, folik asit düzeyleri normal olan, menopozda yada gebe olmayan hastanın uzun zamandır sadece astım bronşit tedavisi gördüğü, saç dökülmesine neden olabilecek başka yeni herhangi bir ilaç kullanmadığı öğrenildi. Hastanın saç dökülmesi fluoksetin kullanımına bağlandı, tedavi kesildi. Tedavinin kesilmesinin ardından saç dökülmesinin durduğu gözlendi. Hastada duloksetin tedavisine geçildi, herhangi bir yan etki gözlenmeyen hastanın tedavisi kısmi düzelme ile deam etmektedir. Sonuç: Tedavi öncesi hastaların ilaçlara bağlı dermatolojik yan etki öyküsü alınmalı, olası dermatolojik reaksiyonlar açısından hasta izlenmelidir. Kaynaklar: 1- Spigset O. Adverse reactions of selective serotonin reuptake inhibitors: reports from a spontaneous reporting system. Drug Saf 1999; 20:277-287. 2- 2- Gautam M. Alopecia due to psychotropic medications. Ann Parmacother 1999; 33:631-637. 3Blankenship ML. Drugs and alopecia. Australas J Dermatol 1983; 24: 100-4. PB 145 Bir Olgu: Prolaktin Yüksekliğinin Eşlik Etmediği Psikojenik Galaktore Aslıhan Polat (1), Hatice Sodan Turan (1), Uğur Çakır (2) (1) Kocaeli üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kocaeli (2) Kocaeli Derince Eğitim Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Kocaeli Amaç: İki memenin duktal kanallarından, kendiliğinden süt gelmesi galaktore olarak adlandırılır. Birçok genel tıbbi durum, çeşitli ilaç kullanımları galaktoreye neden olabilmektedir (1). Yazında prolaktin yüksekliğinin eşlik etmediği, ilaç kullanımının olmadığı, eşlik eden genel tıbbi durumun saptanmadığı olgular bildirilmiştir (2). Bu tablo Nune’s Sendromu olarak da adlandırılmaktadır (3). Bu yazıda bir olgu özelinde psikojenik galaktore olgusu tartışılacaktır. Olgu: ŞA, 22 yaşında, yüksekokul mezunu, bekâr, öğretmen, geniş ailede yaşayan kadın hasta, memeden süt gelmesi ve adet düzensizliği nedeniyle kadın hastalıkları ve doğum hekimine başvurmuş. Yapılan tetkik ve muayenelerinde her iki memeden de süt geldiği, durumu açıklayacak patoloji olmadığı saptanmış. Psikiyatriye yönlendirilen hastanın öyküsünde ev içi fiziksel ve sözel şiddete maruz kalma, geniş ailede olmakla ilgili yaşadığı güçlükler mevcuttu. Özellikle öfkelendiğinde ya da sorun yaşadığında memeden süt geldiği öğrenildi. Yarım paket/gün sigara kullanımı olan hastanın eşlik eden bir hastalığı mevcut değildi. Ruhsal durum muayenesi, psikometrik incelemeleri, genel tıbbi durumu ile ilgili tetkik ve konsültasyonları yapıldı. DSM IV-TR tanı sınıfandırma sistemine göre eksen I’de tanı almadı, eksen II’de B kümesi kişilik özellikleri, Eksen IV’te ise birincil destek grubu ile sorunlar mevcuttu. Sonuç: Süregen travmatik yaşantıların ve psikojenik etmenlerin bedenselleştirilmesini çarpıcı şekilde ortaya koyan bu olguda da görüldüğü gibi galaktore için altta yatan bir neden bulunamayan durumlar olabilmektedir. Galaktorede prolaktin yüksekliği bizim için önemli bir değer olmakla birlikte prolaktin seviyesi normal iken de galaktore ortaya çıkabilmektedir. Galaktoreyi ortaya çıkarabilecek durumlarla ilgili ayrıntılı araştırmalara ve olgu sunumlarının bildirilmesine ihtiyaç olduğu açıktır. Kaynaklar: 1.Feuchtl A, Bagli M, Stephan R ve ark. (2004), “Pharmacokinetics of M-Cholorophenylpiperazine After İntravenous and Oral Administration in Healthy male Volunteers: Implication fort he Pharmacodynamic Profile”, Pharmacopsychiatry, 37:180-8. 2.Clavero JT, Vallverdu F, Gutierrez N, Redondo G (2001), “Un Caso de Galactorrea Psicogena Sin Hiperprolactinemia o Sindrome de Nunes”, Medifam, 11:619-621. 3.Cepicky P, Podruzek P (1987), “Psychogenic Galactorrhea (Nunes Syndrome)”, Cesk Gynekol, 52:132-3. PB 146 Fluoksetin ile Başarılı Bir Şekilde Tedavi Edilen Siklik Kusma Sendromu: Bir Olgu Sunumu Hatice Altun*, Özlem Gül Eser**, Ali Nuri Öksüz*** *Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Kahramanmaraş ** Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Kahramanramaş *** Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kahramanmaraş Giriş: Siklik kusma sendromu (SKS), daha çok çocuklarda ve adelösanlarda görülen henüz etiyolojisi bilinmeyen, herhangi bir organik sebep olmaksızın, saatlerce veya günlerce bulantı ve kusma ataklarının görüldüğü bir sendromdur. Kusma periyodları arasında hasta normal yaşamına devam etmektedir. SKS’nin tedavisi konusunda tam bir görüş birliği bulunmamaktadır. Bu olguda, SKS tanısı konan, Fluoksetin’le tam remisyon sağlanan bir kız hasta tartışıldı. Olgu: 14.5 yaşında kız hasta. 13 yaşındayken pediatrist tarafından, kusma etyolojisinin açıklanamaması üzerine polikliniğimize yönlendirildi. Hastanın ilk kusma atağı iki yaşında başlamış. Bir yılda 9- 10 kez kusma atağı oluyormuş ve ataklar 3 gün sürüyormuş. Kusma öncesinde birkaç saat süren bulantısı ve atak sırasında hastanede yatmasını gerektirecek şekilde halsizlik, baş ağrısı oluyormuş. Yapılan tetkiklere göre kusmaya neden olabilecek herhangi bir organik neden saptanmamış. Sıvı elektrolit desteği ve antiemetik tedavilerle hastanın atakları kontrol altına alınıyormuş. Atakların koruyucu tedavisi için herhangi bir ilaç kullanmamış. Hasta ataklarının olmadığı dönemlerde günlük işlevine devam ediyormuş. Genellikle stresli durumlarda atakları artma göstermekte birlikte, bazı kusma ataklarının herhangi bir stres faktörüyle ilişkisi yokmuş. Ayrıca hasta kusma nedeniyle hastanede yatmaktan rahatsız olmaktaymış. Özgeçmişinde ve soygeçmişinde özellik yoktu. Yapılan psikiyatrik muayenede, herhangi bir psikiyatrik tanı almamasına rağmen, yapılan ‘Durumluluk-Süreklilik Kaygı Ölçeği’ne göre kaygı düzeyinin yüksek olduğu saptandı. Yapılan tüm tetkikler ve fizik muayene sonucu normal olan hastaya, hastalığın klinik bulgularına göre SKS tanısı konuldu. Tartışma: Hastalığın tedavisi; atağın önlenmesi, atak tedavisi ve atak aralıklarının uzatılması stratejilerini içerir. Antidepresanlar, migren ilaçları ve antiepileptikler SKS'nin koruyucu tedavisinde kullanılmaktadır. Literatürde SKS’li hastalarda Fluoksetin kullanımıyla ilgili yayına rastlanılmamıştır. Hastaya koruyucu tedavi olarak; kaygı düzeyinin yüksek olması ve bazı atakların stresle tetiklenebilmesi nedeniyle Fluoksetin 20 mg/gün başlandı. Tedavinin 3. ayında hafif şiddette, yatarak tedavi gerektirmeyecek şekilde, 1 gün süren kusma atağı oldu. Daha sonraki 15 aylık izlem süresince kusma ataklarında tam düzelme gözlendi. Bu olgunun Fluoksetin’le belirtilerinin düzelmesi, kaygısının azalmasına bağlı olabileceği gibi, bilinmeyen bir mekanizmayla da ilişkili olabileceği düşünüldü. Sonuç: SKS, peryodik kusma ataklarıyla başvuran çocuklarda akılda tutulmalıdır. Ayrıca hastaların psikiyatrik açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Koruyucu tedavisinde antidepresanların etkinliğini ve güvenilirliğini değerlendirmek için klinik çalışmalar yapılmalıdır. PB 147 Cotard Sendromu: Bir Olgu Sunumu *Murat Açar, **Almıla Erol, **Levent Mete *Ass. Dr., **Doç. Dr., İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Giriş: Cotard sendromu ilk kez 1880 yılında Jules Cotard tarafından tanımlanmıştır. Bu sendromda kişi karakteristik olarak organları ve bedeni dahil tüm varlığını, statüsünü ve sahip olduğu her şeyi kaybettiğini düşünür (1). Hastalar bedenlerinin ve organlarının bir bölümünün ya da tamamının ölü olduğuna inanırken, bir yandan da ilginç bir biçimde ölümsüz oldukları sanrılarına sahip olabilirler. Cotard sendromu pek çok psikiyatrik hatta organik bozuklukla birlikte görülebilir (2). Olgu: 32 yaşında bekar, ilkokul mezunu, kardeşleriyle İzmir'de yaşayan, çalışmayan kadın hasta. İlk yakınmaları 2006 yılında iki yakınının arda arda ölümü sonrası suçluluk düşünceleriyle başlamış. Mutsuzluk, anhedoni, avolusyon, anerji, iştahsızlık, suisidal düşünceler ve kollarının kendisine ait olmadığını düşünme eklenmiş. Zamanla ölü olduğunu düşünmeye başlamış. 2008 yılında Olanzapin ve Karbamazepin, 2009'da Sertralin ve Olanzapin, 2010'da Risperidon, Venlafaksin ve Lityum, Ocak 2012'de Aripiprazol ve Lityum ile tedavi görmüş. Her defasında yakınmaları düzelen hasta ilaçları kendiliğinden bırakmış ve yakınmaları tekrarlamış. Kapalı servise yatırılan hastanın ruhsal durum muayenesinde depresif duygulanım, anhedoni, negativist tutum, psikomotor etkinlikte azalma saptandı. “Ben öldüm, bu dünyada değilim, kollarım bende değil” şeklinde nihilistik sanrılar ile kendisini mezarda görme şeklinde görsel varsanılar tanımlandı. “Ben yokum siz sadece elbiselerimi görüyorsunuz” diyor ve uğraşılara katılmıyordu. Hastaya psikotik bulgulu depresyon, Cotard sendromu tanısı konularak izleme alındı. Vitamin B12 eksikliği dışında rutin incelemeleri olağandı. Beyin MRG ve EEG incelemeleri normal sınırlardaydı. Venlafaksin 75 mg/gün ve Aripiprazol 10 mg/gün başlandı ve Aripiprazol dozu 25 mg/güne çıkıldı. Yaklaşık bir ay boyunca yakınmalarında düzelme olmaması, ilaç ve yiyecek alımının hiç olmadığı günlerin olması üzerine hastaya Elektro Konvulzif Tedavi (EKT) başlandı. Aripiprazol 25 mg/gün ile kombine sekiz seans EKT uygulanan hastanın belirtileri tam düzeldi. Tartışma: Cotard sendromu ender görülür. Hastalarda değişik psikiyatrik belirtiler olabilir. En çok görülen belirtiler depresif duygudurum, nihilistik sanrılar, suçluluk ve ölümsüzlük düşünceleridir. Nitekim, bizim hastamızın belirtileri de bu çerçeve içerisindedir. Cotard sendromunun tedavisinde çeşitli ilaçların yanı sıra EKT de önerilmektedir (3). Hastamızda da EKT tedavisi başarıyla sonuçlanmıştır. Kaynaklar: 1) Fochtmann LJ, Mojtabai R, Bromet EJ. Other psychotic disoders. In: Sadock BJ, Sadock VA, Ruiz P editors. Comprehensive Textbook of Psychiatry. 9th Edition. Philadelphia: Lippincott Williams and Wilkins; 2009; p. 1620. 2) Özköse M, Havle N, Sarı İ, Özgen G. Cotard Sendromu: Ender Rastlanan Bir Vak’a New/Yeni Symposium Journal 2010; 48 (2): 129-131. 3) Berrios GE, Luque R. Cotard’s syndrome: analysis of 100 cases. Acta Psychiatr Scand 1995; 91: 185-188. PB 148 Oğul Kaybı: Bir Travmatik Yas Olgusu Nermin Gündüz, Hatice Sodan Turan, Zeynep Yıldız Akbey, Aslıhan Polat Kocaeli Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Kocaeli Giriş: Kayıptan sonra ortaya çıkan ruhsal tepkilerin bütünü “yas” olarak değerlendirilir ve doğal bir sürecin parçasıdır. Kayıp beklenmedik, şiddet içeren ve dehşet uyandıran bir şekilde ise kaybı yaşayan kişinin verdiği tepkiler “travmatik yas” olarak tanımlanır (1). Doğal afetler, kazalar, aile içi-toplumsal şiddet, çatışma ve savaşlar çok sayıda ani ve şiddet içeren kayba neden olabilmektedir (2). Travmatik yas, DSM IV-TR’de “Travma Sonrası Stres Bozukluğu” (TSSB) ölçütü içinde değerlendirilmektedir (3). Travmatik yas nedeniyle ruh sağlığı çalışanlarına başvuru da sınırlı olmaktadır(4). Olgu sayısının sınırlı olması, tanı karmaşası buna bağlı tedavi seçeneklerinin sınırlarının net olmaması bu olgulara yaklaşımı kısıtlayabilmektedir. Bu yazıda travmatik yasla gelen bir olgu tartışılacaktır. Olgu: NY, 52 yaşında, erkek, içe kapanma, cinsel isteksizlik, konuşmama, acı ve huzursuzluk hissi, suçluluk düşünceleri, dünyanın darmadağın olduğunu düşünme şikayetleriyle psikiyatri polikliniğine başvurmuş. Bir yıl önce kendi kullandığı traktörün freni tutmaması neticesinde oğluna çarpmış. Son olarak oğlunun ‘frene bas baba’ sesini hatırlıyormuş. Sonrasında dissosiyatif bir süreci olmuş, kendine geldiğinde oğlunun kaza anında öldüğünü öğrenmiş. Kazadan sonra oğlunun eşinin NY’ye yönelik suçlamaları olmuş ve evi bu nedenle terk etmiş. Torunu ile görüşmesine izin vermemiş. NY’nin halen devam eden depresif belirtileri, bedensel yakınmaları, kaza ile ilgili yoğun suçluluk düşünceleri, kaza haberlerine yönelik kaçınma davranışları, oğluyla ve kaza anı ile ilgili yeniden yaşantılama belirtileri, oğluna yönelik yoğun özlem duyguları mevcuttu. Bu yakınmaları bir yıldır devam etmesine rağmen, normal bir yas süreci gibi değerlendirilip tedavi arayışına gidilmemişti. Ancak son aylarda işlevsellikte ciddi azalma olması üzerine yakınları tarafından polikliniğimize getirilmişti. Tartışma: Jacobs’un (1) travmatik yas için önerdiği dört temel ölçüt göz önüne alındığında NY’nin tanısının travmatik yas olduğu kanaatine varılmıştır. Tedavisi travmatik yas belirtileri göz önüne alınarak düzenlenmiştir. Travmatik yas sonrası ortaya çıkan patolojik belirtiler sıklıkla olağan yas gibi değerlendirilip gözden kaçabilir. Değerlendirmelerin daha sağlıklı yapılabilmesi için genel kabul gören tanım ve ölçütlerin geliştirilmesine, travmatik yasa ilişkin ayırt edici ruhsal sorunların tanımlanmasına ve değerlendirmede yol gösterici ilkelerin geliştirilmesine gereksinim vardır. Kaynaklar: 1. Jacobs S (1999), “Traumatic Grief, Diagnosis, Treatment and Prevention”, Brunner/ Mazel Inc. 2. Olgun-Özpolat T, Yüksel Ş, (2001). “Yakınlarını Kaybeden Kişilerin Ruhsal Durumlarının ve Yas Tepkilerinin Karşılaştırılması”, Toplum ve Bilim, 90:41-69. 3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders i Fourth Edition, Text Revision (DSM-IV-TR). Washington, DC: American Psychiatric Association; 2000 4. Sezgin U, Yüksel Ş, Topçu Z, Dişcigil AG (2004), “Ne Zaman Travmatik Yas Tanısı Konur? Ne Zaman Tedavi Başlar?”, Klinik Psikiyatri 2004;7:167-175. PB 150 Tek Doz Ketiapin Kullanımına Bağlı Yaşlı Hastada Gelişen Ciddi Hipotansiyon: Bir Olgu sunumu Osman Özdemir, Pınar Güzel Özdemir İpekyolu Devlet Hastanesi, Psikiyatri Bölümü, Van Giriş: Baş dönmesi, halsizlik ve senkop gibi belirtilerle seyreden hipotansiyon, yaşlı bireylerde düşme ve kırıklara neden olduğu için tehlike oluşturmaktadır. Ketiapin; ekstrapiramidal semptomlara ve antikolinerjik yan etkilere yol açmaması nedeniyle yaşlılarda tercih edilen atipik antipsikotiklerdendir (1). Burada hipertansiyon öyküsü ve antihipertansif ilaç kullanan ancak tek doz 100 mg ketiapin verildikten sonra hipotansiyon gelişen ve yoğun bakım koşullarında stabilize edilen bir olgu sunumu yapılmıştır. Olgu: H.E, 66 yaşında, kadın, halsizlik, moralsizlik, konuşmama, uykusuzluk iştahsızlık, şikâyetleriyle psikiyatri polikliniğine başvurdu. 10 ay önce benzer şikâyetleri başlayan hasta essitalopram 20 mg/gün ve trazodon 50 mg/gün tedavisinden fayda görmüş. 3–4 aylık iyilik halinden sonra ilaç kullandığı halde rahatsızlığı tekrarlamış. Özgeçmişinde; hipertansiyon nedeniyle antihipertansif ilaç kullanımı vardı. Ruhsal durum muayenesinde; kendine bakımı azalmış, görüşmeye ilgisiz, düşük ses tonuyla kısa cevaplar veriyor, duygulanım depresif, psikomotor aktivite azalmış, uyku- iştah azalmış olarak değerlendirildi. Hastada ‘Depresif bozukluk’ düşünülerek yatışı yapıldı ve sertralin 50 mg/gün ve 100 mg/gün ketiapin başlandı. Akşam 22:00'da tek doz ketiapin alan hastanın saat 22:50 sularında aniden baş dönmesi ve gözlerde kararma hissi olup arteryel tansiyonu 80/60 mmHg, nabız 98 atım/dk olarak ölçüldü. Hasta trendelenburg pozisyonuna getirildi, damar yolu açıldı ve serum fizyolojik (SF) verildi. Hastanın tansiyonu 70/50 mmHg’ ye düştü; bilinç bulanıklığı ve uyku hali gelişti. Hasta yoğun bakıma alınarak monitorize edildi. Takiplerinin dördüncü saatinde tansiyonları 110/70 mmHg’ye kadar çıkan hasta psikiyatri servisine alındı. Tartışma: Antihipertansif kullanan ve tansiyonları normal seyreden hastaya ketiapin verildikten sonra arteriyel tansiyonu 80/60 mmHg’a düşmesi hastada ketiapine bağlı hipotansiyonu düşündürmektedir. Ketiapin sedasyona neden olduğundan yaşlı hastalarda düşük dozlarda hipnotik amaçlı kullanılabilmektedir. Ketiapinin emildikten 2 saat sonra plazma tepe noktasına ulaşması ve yarılanma ömrünün 7 saat olması değerlendirildiğinde; ilaca bağlı hipotansiyon tanısını desteklemektedir(2). Sonuç olarak ketiapinin sık karşılaşılan yan etkileri arasında olan hipotansiyon morbidite ve mortalite sebebi olduğu için özellikle yaşlı hastalarda dikkat edilmelidir. Kaynaklar: 1.Hocaoğlu Ç, Hıdıroğlu H, Kandemir G. Ketiapin kullanımı sırasında ortaya çıkan sinüs taşikardisi: Üç olgu sunumu. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2009;19:55-58. 2.Şenol S. Çocukluk ve Ergenlik Dönemi Şizofrenisinde Tedavi. Klinik Psikiyatri. 2001;4:25-37 PB 151 Konuşma Bozukluğu ile Başlayan Progresif Supranükleer Palsi ve Frontotemporal Demans Olgusu Umut Altunöz, Bilgen Biçer Kanat, Erguvan Tuğba Özel KızılAnkara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Geriyatrik Psikiyatri Birimi Giriş: Progresif Supranükleer Palsi (PSP) simetrik akinetik-rijid parkinsonizm, supranükleer tipte bakış felci, dengesizlik, sık düşme ve subkortikal tipte demans ile karakterize nörodejeneratif bir hastalıktır. Son yıllarda konuşma bozukluğu ile başlayan PSP olguları bildirilmektedir. PSP’nin Frontotemporal Demans (FTD) ile ilişkili olabileceği de bildirilmiştir. Bu bildiride konuşma bozukluğu ile başlayan, bir PSP-FTD olgusu tartışılacaktır. Olgu: İB, 76 yaşında, eğitimsiz, işçi emeklisi erkek hasta, Geriyatrik Psikiyatri polikliniğine beş yıl önce başlayan ilerleyici konuşma bozukluğu ile başvurdu. Duraksayarak, patlayıcı tarzda konuşan hastanın konuşmayı başlatmaktaki zorluğu, artikülasyon hataları, yarım sözcükleri mevcuttu. Son bir yıldır apati, yerinde duramama, dengesizlik, sık düşmelerinin başladığı öğrenildi. Konuşma bozukluğunun başlamasından yaklaşık bir yıl sonra bradikinezi, üst ekstremitede belirginleşen simetrik rijiditesinin oluştuğu, L-Dopa tedavisine yanıt alınamadığı tıbbi kayıtlardan öğrenildi. Bir yıl önce hafif unutkanlığı olan hastanın, son zamanlarda evinin yolunu bulamadığı, soyunup- giyinemediği, saçlarını tarayamadığı, sıvı gıdaları yutmakta güçlük çektiği bildirildi. Nörolojik muayene: Motor disfazi, literal parafaziler, disprozodinin eşlik ettiği hafif duyusal disfazi. Basit komutları anlayabiliyor, karmaşık cümleleri anlamakta güçlük çekiyordu. Vertikal bakış kısıtlılığı mevcuttu. Dört ekstremitede belirgin bradikinezi ve bilateral üst ekstremitelerde rijiditesi mevcuttu. Psikiyatrik muayene: hafif depresif belirtiler, uykusuzluk, apati. Nöropsikolojik Değerlendirme: Standardize Mini Mental Test: 14/30 (<24; bozuk), Saat Çizme Testi: 0/5 (<3; bozuk), İşlevsel Faaliyetler Anketi: 14/30 (>9; bozuk), Bilişsel Kayıp için Bilgilendiriciye Uygulanan Anket: 4.03 (>3.4; bozuk), Frontal Değerlendirme Aracı: 4/18 (<9; bozuk). Beyin MRG: Yaygın kortikal atrofi, orta beyin yapılarında atrofi ve buna bağlı olarak midsaggital kesitlerde ‘’hummingbird bulgusu’’ mevcuttur. Belirgin vasküler patolojiye rastlanmamıştır. Beyin PET: Sağ pariyeto-oksipital bölgede daha belirgin olmak üzere serebral kortekste yaygın metabolizma azalması. Sonuç ve Tartışma: Nöropatolojik ve klinik açıdan PSP ve FTD’nin ilişkili olduğunu bildiren yayınlar artmaktadır. Bu vakada once konuşma bozukluğu başlamış, sonrasında yakın bellek kusuru, apraksi, yürütücü işlevlerde bozukluk ve diğer PSP bulguları eklenmiştir. Bu olgu FTD ya da Alzheimer hastalığının atipik varyantı ve PSP birlikteliği açısından tartışmalı bir olgu olup, kesin tanı için postmortem incelemeye gereksinim vardır. İleride yapılacak çalışmalar geniş vaka serilerinde bu tanıların klinik ve nöropatolojik açıdan aynı spektrumun içinde yer alıp almadığını aydınlatmayı hedeflemelidir. PB 152 Üç Olgu ile Demansta Kompulsif Biriktiricilik Bilgen Biçer KANAT*, Umut ALTUNÖZ*, Sevinç KIRICI *, Gülbahar BAŞTUĞ**, Erguvan Tuğba ÖZEL KIZIL* *Ankara Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Geropsikiyatri Birimi ** Çankaya Üniversitesi, Psikoloji Bölümü Giriş:Kompulsif biriktiricilik yaşlılarda gençlere kıyasla daha sık görülmektedir (1).Eskiden obsesif kompulsif bozukluk bağlamında değerlendirilen bu davranış,günümüzde bağımsız bir bozukluk olarak ele alınmaktadır. Demansta kompulsif biriktiriciliğin yaygınlığının %22 civarında olduğu bildirilmektedir. Bu yazıda kompulsif biriktiriciliği bulunan üç farklı tipte demans olgusu sunulmuştur. Olgu 1:İB, 74 yaşında, eğitimsiz, işçi emeklisi, erkek hasta. Kliniğimize eşiyle kavga etme, çocuklara küfür etme, camide türkü söyleme, kadınlara sözel tacizde bulunmayakınmalarıyla başvurmuştur. Yakınlarından davranış değişiklikleri ortaya çıkmadan önce hastanın eski halı, gazete, kalem, çakmak, bitmiş otobüs kartı biriktirdiği, bu eşyalar nedeniyle evde adım atacak yer kalmadığı öğrenilmiştir. Psikiyatrik muayenesinde depresif belirtiler, düşünce içeriğinde fakirleşme, duygulanımında küntlük ve yürütücü işlevlerde bozukluk saptanmıştır. Kranial BT‘de diffüz serebral kortikal atrofi, Beyin PET görüntülemede frontal loblarda hafif ve temporal loblarda orta derecede hipometabolizma gözlenmiştir.Hasta Frontotemporal demans tanısıyla izleme alınmıştır. Olgu 2: NB, 66 yaşında, lise mezunu, memur emeklisi, erkek hasta. Kliniğimize söylenenleri hatırlayamama, eşyaları koyduğu yerleri unutma yakınmalarıyla başvurmuştur. Psikiyatrik muayenesinde yakın bellek ve dikkat bozukluğu başta olmak üzere, apraksi, lisan bozukluğu ve yürütücü işlevlerde bozukluk, depresif belirtiler, Kraniyel MRG’sinde yaygın kortikal atrofi saptanmıştır. Alzheimer Hastalığı tanısıyla izlenen hastanın evden gitme ve kağıt biriktirme (dolaplar dolusu eski gazete ve kağıt) gibi davranışları olduğu öğrenilmiştir. Olgu 3: CFT, 81 yaşında,lise mezunu, emekli memur,erkek hasta. Kliniğimize iştahsızlık, uyuklama, moral bozukluğu, isteksizlik, unutkanlık ve böcekler görme şikayetleriyle başvurmuştur. Yakınlarından eşyalarını koyduğu yerleri unuttuğu, geceleri kalkıp dolaştığı, uykusunda rüyalara uygun hareket ettiği, balkonunda sokaktan bulduğu plastik şişeleri, saksıları, yiyecek kaplarını biriktirdiği vebalkonun kullanılamayacak hale geldiği öğrenilmiştir. Psikiyatrik muayenesinde depresif belirtiler, yakın bellek ve dikkat bozukluğu ile görsel varsanıları olduğu saptanmıştır. Kranial MRG‘de bilateral temporaparietal atrofi saptanmıştır. HastaLewy Cisimcikli Demans tanısı ile izleme alınmıştır. Tartışma: Üç olguda da depresif belirtilerin bulunduğu ve demansın erken evrelerinde biriktiriciliğin olduğu dikkat çekmektedir. İleri yaşta görülen depresyona eşlik eden kompulsif biriktiriciliğin yürütücü işlevler, sözel bellek ve bilgi işleme bozuklukları ile ilişkili olduğu gösterilmiştir . Yaşlılık çağında başlayanbiriktiriciliğin demans için öncül belirtilerden olabileceği akılda tutulmalıdır. PB 153 Yaşlıda Terapötik Dozda Venlafaksine Bağlı Tekrarlayan Epileptik Nöbetler: Olgu Sunumu Özge Kılıç1, Turan Ertan1, Çiğdem Özkara2 1İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul 2İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Nöroloji AD, İstanbul Giriş: Psikotrop ilaçların, nöbet eşiğini düşürerek epileptik nöbetleri tetikleyebildikleri bilinmektedir. Yaşlılarda antidepresan kullanımına bağlı yan etkiler; yaşa bağlı fizyolojik değişiklikler, komorbidite ve çoklu ilaç kullanımı nedeniyle gençlerden daha sık olabilir. Bu yazıda 80 yaşında, terapötik dozda venlafaksin kullanımına bağlı tekrarlayan epileptik nöbetler geçiren bir olgu sunulacaktır. Olgu sunumu ile venlafaksine bağlı epileptik nöbet ile ilişkili yazının kısaca gözden geçirilmesi ve yaşlıda akılcı ilaç kullanımına dikkat çekmek amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: 80 yaşında, erkek hasta, polikliniğimize kabızlık, idrar yapma güçlüğü, sık doktora gitme, hayattan keyif almama ve içe kapanma yakınmalarıyla başvurdu. Yakınmaları 4 yıl önce kızının lösemi nedeniyle ölmesi ile başlamıştı. Bedensel yakınmaları için yapılan incelemelerinde hiçbir patoloji saptanamamıştı. Psikiyatrik muayenesinde duygudurumu depresif ve anksiyözdü, afekti uygundu. Anhedoni ve anerji tarif etmekteydi. Dikkat, bellek ve yürütücü işlevleri yaşına uygundu. Düşünce içeriğinde hastalıkla ilişkili ve bedensel aşırı uğraşlar, depresif içerik mevcuttu. Psikomotor aktivitesi ve iştahı azalmıştı. İnsomni mevcuttu. Hastada Major Depresyon ve Komplike Yas tanıları düşünüldü. Yatırılarak takip edilen hastanın aldığı paroksetin 20 mg 1x1 ve ketiyapin 100 mg 3x1 azaltılarak kesildi. Venlafaksin 75 mg 1x1, mirtazapin 15 mg 1x1 ve alprazolam 0,5 mg 1x1 başlandı. Venlafaksin, başlanmasının 5.günü 150 mg/gün dozuna çıkıldı. Hastanın bu dozu aldığı 3.gün tonik kasılmalarla başlayan, arkasından klonik atmaların eklendiği, uyaranlara yanıtsız olduğu, 3dk süren, kendiliğinden sonlanan ve sonrasında oryantasyonun olmadığı postiktal konfüzyonun seyrettiği bir nöbet görüldü. Benzer nöbetler, 3 kez daha tekrarladı. Son nöbet, venlafaksinin son dozu alındıktan 20 saat sonra gözlendi. Venlafaksin kesildi. Ayrıntılı metabolik, kardiyolojik, nörogörüntüleme, elektroensefalogram ve lomber ponksiyon incelemeleri sonucunda nöbeti açıklayacak hiçbir patoloji bulunamadı. Tedavisi, sitalopram 20mg 1x1, ketiyapin 125 mg 1x1 ve levatirasetam 250 mg 2x1/2 olarak düzenlendi. Tablo, venlafaksine bağlı akut semptomatik epileptik nöbet olarak değerlendirildi. Levatirasetam, devamına gerek duyulmayarak 2. ayda kesildi. Hastanın bundan sonraki bir yıl boyunca nöbet geçirmediği öğrenildi. Tartışma: Hayvan ve insan çalışmalarında venlafaksinin yüksek dozlarının prokonvülzan etki yaptığı gösterilmiştir. Venlafaksinin terapötik dozda nöbete neden olması olgumuzu ilginç kılmaktadır. Akut ve idame tedavide kullanılan antidepresanların yaşlıdaki en uygun dozlarının belirlenebilmesi için daha fazla kanıta gereksinim vardır. PB 154 Dissosiyatif Semptomlarla Ortaya Çıkan Bir Narkolepsi Olgusu Pınar Güzel Özdemir, Adem Aydın,Yavuz Selvi İpekyolu Devlet Hastanesi Psikiyatri Bölümü VAN,Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD,Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD, VAN. Giriş: Narkolepsi, gün içinde karşı konulamaz derecede şiddetli, kısa süreli uyku ataklarından oluşan, sıklıkla katapleksinin eşlik ettiği bir tablodur. Bu yazıda dissosiyatif belirtiler ve depresif semptomları olan ancak kısa süre sonra aşırı uykululuk, ani düşme atakları ve hipnogojik halüsinasyonlar gibi narkolepsi belirtileri gösteren, klinik ve laboratuar değerlendirmeleri sonucunda narkolepsi tanısı konan ve tedavi edilen bir olgu sunulmuştur. Olgu: 35 yaşında, kadın, iki çocuklu, ailesiyle yaşıyor. 5 yıl önce başlayan uykusuzluk, sinirlilik, yerinde duramama şikâyetleriyle psikiyatri kliniğine başvurusu, yatarak tedavi hikâyesi mevcut. Hastanede yattığı dönemde dissosiyatif semptomlar (amnezi, füg ve depersonalizasyon) tespit edilerek SCID değerlendirmesi ve DES uygulanmış. BTA dissosiyatif bozukluk, depresyon tanıları ve antidepresan tedavi ile taburcu olduktan 2 ay sonra ani dokunmalarda ve gülmelerde yere yığılma şeklinde nöbetleri başlayan hasta, gün içerisinde karşı konulamaz 15–20 dakika süren uyku atakları olunca tekrar psikiyatri polikliniğine başvurdu. Hasta nöroloji görüşü de alınarak epilepsi tanısı ile tedavi edildi, ancak antiepileptik tedaviden fayda görmedi, aksine yakınmaları arttı. O dönemde istirahatte ve uyku yoksunluğu sonrası çekilen EEG ve beyin MR tetkikleri normal olan hastanın uygulanan MSLT sonucunda ortalama uyku latansı 5 dakika olarak saptandı ve uyku başlangıçlı REM epizodları tespit edildi. Hastaya narkolepsi tanısı konularak ‘modafinil’ verildi ve belirgin fayda gördü. Hastanın dissosiyatif belirtileri tedaviden sonra gözlenmedi. Hasta halen modafinil 600 mg/gün ve fluoksetin 20 mg/gün kullanıyor. Tartışma: Narkolepsi, etyolojisi henüz tam belirlenemeyen, semptomların şiddeti yıllar içinde sabit kalmakla birlikte dalgalanmalar görülebilen bir uyku bozukluğudur. Gündüz aşırı uykululuk ve katapleksi narkolepsinin iki önemli semptomudur (1). Ayırıcı tanıda hastalığın başlangıç döneminde, uyku atakları ve katapleksi ile epilepsi özellikle atonik nöbetler düşünülebilir. Ancak epilepside bilinç tümüyle kapalı ve postiktal konfüzyon görülürken narkolepside görülmez ve kişi hemen uyandırılabilir. Olgumuzda olduğu gibi antiepileptiklerden fayda görmez. Narkolepsinin duygudurum bozuklukları ve şizofreni ile belirli semptomlarının örtüştüğü bildirilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla dissosiyatif belirtilerin öncülük ettiği olgu bildirilmemiştir. Tedavisinde; farmakolojik olmayan yaklaşımlarla birlikte MSS uyarıcıları ve modafinil kullanılmaktadır (2). Kaynaklar: 1.Nishino S. Clinical and Neurobiological Aspects of Narcolepsy. Sleep Med, 2007. 2.Akintomide GS, Rickards H.Narcolepsy: a review. Neuropsychiatric Disease and Treatment, 2011:7 507–518. PB 155 Stiff Person Sendromu ve Konversiyon Bozukluğu Ayırıcı Tanısı Yapılan Bir Hasta Meliha ÖZTÜRK*, Başar BİLGİÇ**, Elif KOCASOY ORHAN**,Haşmet HANAĞASI**, Mehmet Barış BASLO**, Doğan ŞAHİN**İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı **İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Giriş : Stiff Person sendromu çizgili kaslarda giderek artan istemsiz kasılma ve kas rijiditesi ile karakterize bir hastalıktır. Sertlik genellikle bel bölgesinden başlayarak aylar içinde sırt, kol ve bacaklara yayılır. Konversiyon bozukluğu organik bir sebeple açıklanamayan motor ve duyu alanında görülen işlev bozukluğudur. Amacımız İTF nöroloji kliniğinde stiff person ön tanısı ile yatırılan ve yatışı sırasında konversiyon bozukluğu ayırıcı tanısı için psikiyatrik değerlendirmesi istenen bir vakayı tartışmaktır. Vaka: 25 yaşında erkek hastanın 13.08.2011 tarihinde psikiyatrik değerlendirilmesi istendi. Hasta, üniversite mezunu ve dini bir cemaatle bağlantılı bir yurtta müdür yardımcısı olarak çalışıyor. Hastada 3 Haziran 2012 de ayağında kasılma ve hareket ettirememe başladığı, 9 Haziranda psikolojik stres sonrasında kollarını çapraz yaptığı, göğsünde kasılma olan, etraftaki söylenenleri duyduğu ancak cevap veremediği bir nöbeti olduğu öğrenildi. Bu kasılmaların son 2 ay içinde hastanın Ankara’ya gittiği 4 gün ve kliniğimizde yattığı 4 gün dışında her gün olduğu, hastaneye yatışından önce 45 dakika süren “Alalh’ın isimlerini” bağırdığı bir nöbet olmaya başladığı ve bu arada bakılan Anti GAD antikorun negatif geldiği öğrenildi. Yatışı sırasında hastanın karın ve boynunda ritmik olmayan, kısa süreli ve tekrarlayıcı kasılmaları gözlemlendi. Ertesi gün hastanın tekrar göğüs ve boyunda kasılması olunca telkinle kasılmalar durdu ve tekrarlamadı. Servis yatışı sırasında bakılan rutin biyokimya, hemogram, EEG, toraks, batın BT; ve üriner sistem USG normal bulundu; bakılan kanser belirteçleri, anti nöronal antikor paneli ve otoimmün ensefalit paneli negatif saptandı. Çekilen EMG de istemsiz kasılmalara eşlik eden motor ünite boşalımları görüldü, fakat söz konusu kaslar telkinle istirahate sevk edilebiliyordu. Tartışma: Hastanın kasılmalarının lokalizasyonu stiff person sendromu ile uyumluydu; ancak kasılmaların telkinle geçmesi, ara vererek dört gün boyunca hiç olmaması, başlangıçtan itibaren paterninde belirgin değişiklikler olması, disosiatif nöbetlerin eşlik etmesi, EMG de kasların telkinle istirahate sevk edilebiliyor olması ve Anti GAD negatif olması stiff person sendromunu dışlayan bulgulardı. Tüm bu bulgular sonucunda hastanın tanısının konversiyon bozukluğu olduğuna karar verildi. PB 156 Sülprid Tedavisine İyi Yanıt Veren Sertraline Dirençli Somatizasyon Bozukluğu Olgusu Mustafa Burak Baykaran Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H. Somatizasyon bozukluğunda genç yaşlarda başlayan ve yıllarca süren çok değişik fizik belirtilerle giden bir rahatsızluık söz konusudur. (2) 25 yaşında evli, çocuğu yok, 2/5 kardeş, çalışmıyan kadın hasta yaklaşık 2 yıldır devam eden karın ağrısı yakınması, geldi. Hasta ile yapılan görüşmede ek olarak sırt ağrısı, mensturasyon sırasında ağrı, göğüs ağrısı yakınmalatı var bu ağerılrdan ve somatizasyon bozukluğu kriterlerini karşılayacak şekilde aralıklı bulantı ve kusmalar, mensturasyon düzensizlikleri, boğazda düğümlenme duygusu yakınmaları olduğu da öğrenildi. Hastanın 2 yıllık süre içinde dahiliye, genel cerrahi, kadın doğum, nöroloji hekimerince takipleri yapılmış, endoskopi ve laparoskopik inceleme, EEG, EMG tekikleri yapımış. Hastada yapılan tetkiklerde belirgin bir patoloji saptanmamış. Yaklaşık 6 ay süreyle psikiyatri takibinde olan hastanın sertralin100mg./gün kullanımı mevcut. Hastanın sertralin tedavisi sonlandırılarak 100mg./gün sülprid tedavisi başlandı. 15 gün sonraki ilk kontrolde hastanın bulantı kusma, karın ağrısı, boğazda düğümlenme şişikinlik yakınmalarının tamamen ortadan kaybolduğu görüldü. Hastanınn takipleri aylık olarak devam edildi. Yaklaşık 4 ay süreyle izlenen hastanın tüm ağrı ve gastointatinal semptomlarınn kaybolduğu gözlendi. Literatürde somatizasyon bozukluğu farmakoterapisine ilişki kontrollü çalışma bulunmamaktadır. (3) Antipsikotik ilaçların somatoform hastalıklarda kullnaımına ilişkin Decoutre ve arkadadaşlarının yapmış olduğu gözden geçirme çalışmasında özellikle fonksiyonel dispepsi tablosunun antipsikotik tedaviye iyi yanıt verdiğine dikkat çekilmektedir. (1) Hastamızda tablonun hızlı ve etkin düzelme gözlenmesi somatizasyon bozukluğu tedavisinde antipsikotiklerin en az antidepresanlar kadar önemli olduğunu göstermesi açısından değerlendirilmelidir. 1.Decoutre L, Van den Eede E, Moorkens G, Sabbe BG, Antipsychotic agents in treatment of somatoform disorders; a review. Tijschr Psychiatr 2011;53:163-173 2.Öztürk O, Uluşahin A. Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 11.Baskı, Ankara: Tuna Matbaacılık, 2008;538 3.Yücel B, Polat A. Somatizasyon bozukluğu ve farklılaşmamış somatoform bozukluk in: Psikiyatri Temel Kitabı. Köroğlu E, Güleç C. (eds), 2. Baskı, Ankara: Hyb Basım Yayın, 2007:369- 376 PB 159 Herpes Ensefaliti Sonrası Gelişen Klüver-Bucy Sendromu: Olgu Sunumu Dursun Hakan Delibaş*, Almıla Erol*,Uğur Demir**, Ahmet Levent Mete* *İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İzmir **İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Kliniği, İzmir Giriş: Herpes ensefaliti (HSE) sporadik, ağır seyirli, fokal ensefalitin en sık etkenidir. Temporal ve frontal lobların inferomedial bölümlerinde nekrotizan lezyonlar yapar(1). Yöntem: Bu yazıda üç yıl önce geçirdiği herpes ensefalitinden sonra Klüver-Bucy Sendromu gelişen bir kadın hastanın tartışılması planlanmıştır. Olgu: 31 yaşında, evli, kadın. Herhangi bir hastalık öyküsü olmayan hasta, 3 yıl önce ateş yüksekliği, baş ağrısı yakınmasıyla başvurduğu doktor tarafından sinüzit tanısıyla, antibiyotik tedavisi başlanmış. Ertesi gün inkontinans, tüm vücut da kasılmanın geliştiği epileptik nöbet sonrasında, tuhaf konuşmaları olan, yakınlarını tanımayan hasta acil servise getirilmiş ve çekilen MR'ında “bilateral temporal hornların medial kesiminin tutan, parankimal doku kaybı ve ensefalomalazik değişiklikler, hipokampal gyruslarda volum kaybı” saptanmış. Beyin omurilik sıvısında Pandy (+), 90 beyazküre, 20 kırmızıküre bulunmuş. HSE tanısıyla antiviral tedavi başlanmış. Sonrasında unutkanlık, geçmişini hatırlamama, aşırı ve uygunsuz yemek yeme, devamlı aynı kelimeleri tekrar etme şeklinde yakınmaları devam etmiş. Nörolojik muayenesinde özellik yok. Ruhsal durum muayenesinde; Bilinç açık, yönelim bozuk, kooperasyon kısıtlıydı. Anksiyöz duygulanım gözlendi. Düşünce içeriği fakir, çağrışımları dağınıktı. Perseverasyonları belirgindi. Anlık, yakın ve uzak bellek, soyut düşünmesi, yargılaması bozulmuştu. Dikkati dağınıktı. Hastaya DSM-IV’e göre “Diğer Genel Tıbbi Durumlara Bağlı Demans” tanısı konuldu. Tartışma: HSE tedavi edilmediği takdirde %40-70 ölümle sonuçlanır. Yaşayan hastaların çoğunda sekel görülür; amnezi, afazi, demans, Klüver-Bucy Sendromu gelişebilir(2). Klüver-Bucy sendromu, kafa travması, Alzheimer hastalığı, HSE gibi durumlar sonrasında oluşabilen postensefalitik bir sendromdur. Görsel agnozi, azalmış vokal ve motor tepki, hipermetamorfoz, hiperoralite, hiperseksüalite ölçütlerinden en az 3’ü olmalıdır. Buna ek olarak afazi, demans, amnezi ve epileptik nöbetleri de içerebileceği ve klinik pratikte bu tür olguların az olduğu bildirilmiştir (3). Olgumuzda hiperoralite, bellek bozukluğu, bilişsel işlevlerde bozulma saptanmış ve Klüver-Bucy sendromu geliştiği düşünülmüştür. Kaynaklar 1. Bangen KJ et al. Dementia Following Herpes Zoster Encephalitis. Clin Neuropsychol. 2010 October; 24(7): 1193–1203 2. 2.Fallon B.A. Diğer Enfeksiyöz Hastalıkların Nöropsikiyatrik Yönü. Comprehensive Textbook of Psychiatry VIII. Sadock BJ, Sadock VA (ed) Güneş Kitapevi, s.455 3. Lilly R et al. The Human Klüver-Bucy syndrome. Neurology. 1983 Sep;33(9):1141- PB 158 Çocukluk Çağında Yineleyici Tecavüz ve Cinsel Taciz Öyküsü Bulunan Bir Vaginismus Olgusunda EMDR’nin Etkinliği Yasemin Hoşgören*, Burhanettin Kaya** * Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara ** Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara Vajinismus vajinanın ön kısmının üçte birindeki kaslarda yineleyici ya da sürekli istem dışı kasılması ve sonucunda cinsel ilişkinin olanaksız olması olarak tanımlanmaktadır1. Cinsel Eğitim Araştırma ve Tedavi Derneğinin (CETAD) 2007 yılında gerçekleştirdiği araştırmanın verilerine göre vajinismus her 10-12 kadından birinde görülmektedir. Cinsel işlev bozuklukları polikliniklerinde yapılan araştırmalarda ise vajinismus sıklığı % 6675,9 bulunmuştur2. Yapılan çalışmalarda cinsel taciz, ağrılı jinekolojik muayene, ilk cinsel ilişkinin ağrılı olması gibi travmatik yaşantılarının etiyolojik bir etken olduğu saptanmıştır. 3 Göz Hareketleri ile Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme (EMDR) tekniği Travma Sonrası Stres Bozukluğunda (TSSB) başta olmak üzere birçok ruhsal bozuklukta kullanılabilmektedir. EMDR’nin cinsel işlev bozukluklarında da etkili olduğu, çocukluk döneminde cinsel travma yaşadığını bildiren erişkin kadınlarda travmaya bağlı semptomlarda azalma veya iyileşme sağladığı bildirilmiştir4. Bu bildiride sekiz aydır cinsel ilişkiye girememe yakınmasıyla başvuran, beş yaşından itibaren yineleyici tecavüze uğradığı saptanan, bu olayı tekrar tekrar hatırladığı, tedirginlik ve uyku bozukluğu bulunan, cinsel terapiye uyum sağlayamayan ve bir seans EMDR uygulaması ile iyileşen bir vajinismus olgusu sunulmuştur. EMDR ile tedavi edilen vaginismus ile ilgili ülkemizde yayımlanmış iki olgu bildirimi bulunmaktadır4. Yapılan çalışmalarda çocukluk döneminde cinsel travma yaşamış kadınlarda, EMDR’nin travma ile ilişkili belirtilerde iyileşme sağladığı bildirilmiştir. Bu olgunun cinsel terapilere yeni bir bakış açışı kazandırdığı, EMDR’nin travma öyküsü bulunan cinsel işlev bozukluklarının tedavisinde terapiye uyumu artırıcı süreci hızlandıran bir tedavi tekniği olarak kullanılabileceği, bu konuda yeni olgu sunumlarına ve araştırmalara gereksinim olduğu düşünülmektedir. PB 159 Deliryum Düşünülen Wilson Hastalığı: Bir Olgu Sunumu Atakan Yücel*, Nermin Yücel**, Elif Oral*, Ünsal Aydınoğlu* * Atatürk Üniversitesi, Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Erzurum. ** Atatürk Üniversitesi, Çocuk Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı, Erzurum. Giriş: Wilson hastalığı (WH) selüler hasarla sonuçlanan bakır toksisitesiyle karakterize genetik zeminli bakır metabolizma bozukluğudur. Hepatik, nörolojik, psikiyatrik semptomlarla kendini gösterebilir. Kriptojenik siroz öyküsü yanında nörolojik, psikiyatrik belirtiler gösteren olgumuzda WH tanısına giden süreç ilginç bulunarak sunulmuştur. Olgu:37 yaşında bayan, 2 ay önce abortus ve küretaj operasyonu sonrası anlamsız konuşmalar, yürümekonuşmada zorluk, halsizlik, amaçsız vücut hareketleri, boyunda ayaklarda kasılmalar, burun kanaması, vajinal kanama, uykusuzluk, yakınlarını tanımama şikayetleriyle polikliniğimize başvurdu. 6 yıldır etiyolojisi açıklanamamış kriptojenik siroz öyküsü mevcuttu. Nörolojik değerlendirmede DTR bilateral hiperaktifti, dizartri, tremor, kollarda bacaklarda distonik postür, yürüme bozukluğu, sürekli anlamsız gülümseme mevcuttu, ruhsal muayenede bilinci açık, kısıtlı kooperasyon, ara ara ortaya çıkan oryantasyon kusuru, anksiyöz duygulanım, depresif duygudurum, anhedoni, insomnia, kilo kaybı bulgularıyla deliryum ve depresif bozukluk öntanıları düşünüldü. Psikometrik değerlendirmede Deliryum Derecelendirme Ölçeği(DDÖ) 18/30, Hamilton Depresyon Ölçeği(HAM-D) 27/51, Beck Depresyon Envanteri (BDE) 33/63, Hamilton Anksiyete Ölçeği(HAM-A) 27/56 olarak bulundu. Hasta kognitif testleri uygulayamadı. Kadın doğum kliniğince tekrar kürete edildi, vajinal kanaması kesildi, birkaç günde oryantasyon kusuru düzeldiyse de hareket bozukluklarında iyileşme minimaldi. Dahiliye konsültasyonunda kompanse kriptojenik siroz düşünüldü. Hastanın kliniğimizde amisülpirid 200mg/gün, milnasipran 100mg/gün, lorazepam 3mg/gün ile tedavisi sürerken hipertansiyon gelişmesiyle milnasipranı kesildi. Beyin MRG’de bilateral bazal ganglionlarda, talamuslarda, nukleus lentiformislerde atrofik değişiklikler, heterojen intensiteler izlendi. Bazal ganglionlardaki simetrik izlenen patolojilere yönelik iskemik problemler düşünülerek nörolojiye konsülte edildi, iskemik patoloji saptanmadı. Metabolik-infiltratif patolojiler yönüyle tetkikleri istendi; seruloplazmin düzeyi 1,46 mg/dl (N:26-63 mg/dl), 24 saatlik idrarda bakır düzeyi 248 μg/24saat (N:<50 μg/24saat) olarak bulundu. Göz muayenesinde bilateral Kayser-Fleischer halkası görüldü. Dahiliyeye rekonsülte edilen hastada WH tanısıyla penisilamin 150-300mg/gün, çinko asetat tedavileri başlandı, amisülpirid 200mg/gün tedavisine devam edildi. Sırayla 15 gün ve 45 gün sonra testlerde; DDÖ 10-4/33, HAM-A 20-10/56, HAM-D 21-5/51 , BDE 21-6/63 şeklinde iyileşme tespit edildi. Sonuç: WH’da hepatik belirtiler akut, kronik hepatit, siroz, fulminan hepatik yetmezlik olarak kliniğe yansırken nörolojik bulgular dizartri, distoni, tremor, koreoatetozis, ataksi gibi ekstrapiramidal etkilerle karakterizedir. Kognitif bozukluk, depresyon da yaygın olarak görülür. Nedeni anlaşılamayan ekstrapiramidal ve serebellar bulgularla birlikte psikiyatrik semptomları olan genç hastalarda ayırıcı tanıda WH akılda tutulmalıdır. PB 160 Psikoz Kliniği ile Ortaya Çıkan Hipotiroidi Olgusu Şule Gündüz*, Bilge Burçak Annagür* * Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği, Konya, Türkiye Giriş Hipotroidizm tiroid hormonun düşüklüğü sonucu oluşan klinik sendromdur. Tiroid hastalıkları her yaşta psikiyatrik semptomlara neden olabilir. Psikiyatrik hastalarda klinik hipotiroidizm görülme oranı %0.5-8 arasında olduğu gösterilmiştir. Bu olguda geç yaşta başlayan ve psikotik depresyonun ön planda göründüğü bir hipotiroidi olgusu sunulmuştur. Hipotiroidinin depresyonla ilişkisi iyi bilinmesine karşın psikotik semptomlarla da ilişkisinin olduğunu göstermesi açısından iyi bir olgu örneği olduğu düşünülerek hazırlanmıştır. Olgu ND, kadın, 56 yaşında, evli, ilkokul mezunu, ev hanımı. Acil servise özkıyım girişimi nedeniyle başvurdu. Öncesinde herhangi bir psikiyatrik öyküsü bulunmayan hastanın son 1 haftadır içe kapanma, komşularının kendisine kötülük edeceği düşüncesi, çocuklarının kendisini zehirleyeceği düşünceleri başlamış. Uykusuzluk ve yemek yememe şikayeti eklenmiş. Farklı ilaçları alarak ve bileğini keserek kendisini öldürmek istemiş. Ailesi tarafından baygın halde bulunan hasta acil servise getirilmiş. İlk ruhsal muayenesi: Bilinç konfüze. Çağrışımlar dağınık. Düşünce içeriğinde etrafındaki kişilerin kendisine zarar vereceklerine yönelik perseküsyon sanrıları mevcut. Duygulanımı disforik. Psikomotor ajitasyonu mevcut. Vital bulguları normaldi. Nörolojik muayenede konfüzyon hali dışında bir patoloji saptanmadı. Kan biyokimya değerleri normal sınırlardaydı. Hastaya Ketiyapin 400 mg/gün başlandı. Hastanın yatışı boyunca ağlamaları ve depresif duygudurumu mevcuttu. Hastanın bakılan tiroid fonksiyon testlerinde freeT3: 2.03 pg/ml(24.4) freeT4:1.45pg/ml (0.93-1.7) TSH:8.52mıu/ml (0.27-4.2) Anti-tg:527 IU/ml (0-115) Anti-tpo: 399.1 IU/ml (0-34) olarak tespit edildi. Tiroid USG: Her iki tiroid parankimi minimal heterojen izlenmiştir. Yapılan endokrinoloji konsültasyonu sonucunda klinik tablo hashimato hipotiroidisi lehine yorumlandı. Hastaya tiroksin 75 mg/gün başlandı. Tiroid hormon replasmanı başlanan hasta tedavinin 2. haftasından itibaren tiroid fonksiyon testlerinde ve psikotik belirtilerinde belirgin düzelme oldu. Duygudurumunda depresif belirtiler devam eden hastaya essitalopram 10 mg/gün başlandı. Tartışma Olgu için geç erişkin yaşta başlaması, psikotik belirtilerin akut başlangıç göstermesi, disforik ve depresif duygudurumun ön planda olması nedeni ile psikotik belirtili depresyon tanısı düşünülmüştür. Hastanın önceki psikiyatrik belirtisinin olmaması nedeni ile de organik bir etyoloji ön planda düşünülmüştür. Nitekim tiroid fonksiyon testlerinde görülen hipotiroidi bulgusu da bu hipotezimizi desteklemektedir. Bu olguda hipotiroidiye bağlı olarak akut psikotik semptomlarla karşımıza çıkan bir olgu sunulmuştur. Klinisyenler özellikle geç yaşta başlayan ve psikotik semptomlarla kendini gösteren hastalarda hipotiroidiyi göz önünde bulundurmalıdırlar. PB 161 Bir Olguda Bipolar Affektif Bozukluk ve İyatrojenik Hipertiroidiye Bağlı Deliryum Eştanısı Fikret Ferzan Ergün, Jülide Güler, Hüseyin Güleç Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Giriş: Hipertiroidi mani, hipomani, anksiyete bozuklukları, deliryum vb psikiyatrik bozukluklarla ilişkilendirilmiştir. Benzer psikiyatrik tablolar tiroid replasman tedavisi sırasında da bildirilmiştir (1,2). Olgu: 30 yıldır bipolar affektif bozukluk tanısı ile düzensiz psikiyatrik tedavi tanımlanan 75 yaşında kadın hasta uykusuzluk, çok konuşma, hayvan şekilleri görme, hareketlilik şikâyetleriyle Erenköy RSHH acil psikiyatri polikliniğine başvurdu ve yatışı yapıldı. Hastanın 15 yıldır tiroid tedavisi gördüğü, tiroksin kullandığı, ancak son bir yıldır kontrole gitmediği, ayrıca beta talasemi ve hipertansiyon tanısı olduğu, üç ay önce katarakt operasyonu geçirdiği öğrenildi. Servisteki ilk psikiyatrik muayenesinde yöneliminin bozuk olduğu, psikomotor aktivitesinin arttığı, duygudurumunun eleve, duygulanımın öforik olduğu, çağrışımlarının dağınık izlenimi verecek kadar hızlandığı, konuşma miktar ve hızının arttığı, istemsiz dikkatinin arttığı, istemli dikkat ve yoğunlaşmasının bozulduğu saptandı. Hasta böcek ve çeşitli hayvanlar görme şeklinde görsel varsanılar ve bu böceklerin vücudunda dolaştığı şeklinde taktil varsanılar saptandı. Hasta perseküsyon ve referans hezeyanları tanımladı. Mini Mental Testten 18 puan aldı. Laboratuarında TSH: 0.00, T3: 2,45, T4: 1,09 olarak bulundu. Bunun dışındaki laboratuar tetkikleri normal sınırlardaydı. Yapılan değerlendirme sonucu Bipolar bozukluk psikotik özellikle manik epizot, demans ve deliryum ön tanıları ile ketiapin 25mg/gün ve risperidon 2mg/gün tedavisi başlandı. Aile hekiminin önerisiyle tiroksin tedavisi kesilen hastada psikotik semptomlar ortadan kalktı, mini mental test puanı normal düzeye ulaştı, yönelimi düzeldi, ancak öforisi tedavinin daha geç döneminde ortadan kalktı. Bir haftanın sonunda valproik asit 500 mg/gün tedaviye eklendi. Hasta poliklinik takibi planlanarak taburcu edildi ve bir hafta sonraki poliklinik kontrolünde remisyon halinin devam ettiği gözlendi. Tartışma: Bu olgunun kontrolsüz tiroksin kullanımının manik epizodu tetiklemesi ve deliryuma yol açması açısından tartışılması önemlidir. Kaynaklar: 1-Irwin R, Ellis PM, Delahunt J: Psychosis followin acute alteration of thyroid status. Aust NZJ Psychiatry 1997 Oct;31(5):762-4. 2-Brownliel BEW, Rae AM, Walshe JWB, Wells JE: Psychoses associated with thyrotoxicosis- ' thyrotoxic psychosis'. A report of 18 cases, with statistical analysis of incidence. European J of Endocrinology 2000; 142:438-444. PB 162 Sol Frontotemporal Tümör Rezeksiyonu Sonrası Gelişen Agresyonun Ön Planda Olduğu Psikoz Vakası Nazife Gamze Usta, Ömer Faruk Demirel, Hacı Murat Emül, Alaattin Duran İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, İstanbul Son yıllarda cerrahi tekniklerdeki gelişmeler sayesinde epilepsi ve tümör cerrahisinde olumlu sonuçlar alınmakla birlikte bu operasyonlar sonrasında organik beyin sendromu başlığı altında değerlendirilen bazı psikiyatrik tablolar geliştiği ve bu tablolarda tedaviye direncin sık görüldüğü gözlenmektedir. Bu olgu ışığında da sol frontotemporal tümör rezeksiyonu sonrası gelişen psikiyatrik semptomatoloji ve bu tablolara psikofarmakolojik yaklaşım basamaklarının ele alınması amaçlanmıştır. Olgumuz, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Polikliniğine sol frontotemporal oligodendroglioma rezeksiyonu sonrası gelişen gün içerisinde ani ağlamalar, ani öfke patlamaları, eşine yönelik kıskançlık hezeyanları ve saldırganlık şikâyetleri nedeni ile başvurduPsikiyatrik muayenesinde emosyonel labilite, spontan ağlamalar ve irritabilite gözlendi. Düşünce içeriğinde eşine karşı kıskançlık hezeyanları ve homisidal düşünceler saptandı. Uygulanan risperidon 6mg/g ve valproat 1500mg/g tedavisi ile şikâyetlerinde gerileme gözlenmeyen hastanın valproat tedavisinin çapraz titrasyon ile 600mg/g karbamazepine değiştirilmesi ile klinik bulgularında gerileme gözlendi. Atipik antipsikotiklerin, duygudurum düzenleyiciler ve lityumun artan kullanımları ile nöropsikiaytrik sendromlarda görülen agresyon etkili olarak tedavi edilebilmektedir. Organik beyin sendromunda davranış kontrolünü sağlamada antipsikotiklere kıyasla GABAerjik sistem üzerinden düzenleme yapan karbamazepin gibi antikonvülsan tedaviler önerilmektedir. Bu hastalardaki kompleks nörobiyolojik patolojiden dolayı birden çok reseptörü hedef alan tedaviler kaçınılmaz olmaktadır. PB 163 Malign Melanom Tanısı Konan ve İkincil Depresyonu Olan Bir Olguda İnterferon Alfa Kullanımına Bağlı Psikoz Gelişimi ve Tedavide EKT’nin Etkisi Melike Küçükkarapınar 1, Burhanettin Kaya 2 1Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 2Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Giriş: Malign Melanoma (MM) %18,2 sıklıkta görülen, erken tanı-tedavi ile beş yıllık sağkalımın %80- 90 olduğu bir deri hastalığıdır(1). Hastalığa ikincil depresyon %23 oranında görülmektedir(2). Hastalığın yinelemesi ve metastazı engellemek amacıyla IFN-a gibi immünomodulatuar ilaçlar kullanılmaktadır. Buna bağlı olarak depresyon, psikoz, intihar düşüncesi, konfüzyon gibi nöropsikiyatrik belirtiler %10 sıklıkta görülebilmektedir. Depresyon %10-40 oranında görülür(3). Psikoz nadir görülür(4). Bu bildiride MM tanısı konan, ikincil depresyonu olan, interferon alfa kullanımına bağlı psikoz gelişen ve EKT ile düzelen bir olgu kaynaklar ışığında tartışılmıştır. Olgu: Kendine güvenmeme, değersizlik düşünceleri, halsizlik, yorgunluk yakınmaları olan 37 yaşında kadın hasta. MM tanısı konduktan sonra IFN-a tedavisi başlamış. Tedaviden 15-20 gün sonra yakınmalarında artış gözlenmiş. Servise yatırıldığında bir haftadır süren uyku hali, beslenme reddi, işitsel-görsel varsanıları vardı. Risperidon 1 mg/gün başlandı, 2 mg/gün’e çıkarıldı. İlaç içmeyi reddettiği için 5mg/gün Haloperidol, 5mg/gün Biperiden IM başlandı. İki hafta sonra belirtilerinde gerilememe olmaması üzerine sekiz seans EKT uygulandı. Yakınmalarında belirgin düzelme gözlendi. Venlafaksin 225 mg/gün, Mirtazapin 15 mg/gün ve Olanzapin 5 mg/gün tedavisi sürdürüldü. Taburculuktan iki ay sonra yapılan izleminde iyilik halinin sürdüğü gözlendi. Tartışma-Sonuç: IFN-a kullanan kanser hastalarında sıklıkla depresyon görülmekte, nadiren psikoz eşlik etmektedir. Literatürde IFN-a kullanımına ikincil gelişen psikotik depresyonun tedavisinde EKT’nin yeri ile ilgili bir çalışma vardır(5). Olgumuz EKT’nin IFN-a kullanımına gelişen psikozun tedavisinde yeri olduğunu düşündürmektedir. MM hastalarında erken dönemde baş etme gücünü arttırmak, ikincil gelişen ruhsal bozuklukları tanıyabilmek, erken tedavi önemlidir. Tedavinin başından itibaren psikiyatrik değerlendirme ve izlem önerilmektedir. Kaynaklar 1.Marsden J, Rajpar J. ABC of Skin Cancer; The Epidemiolgy, Aetiology and Prevention of Melanoma, BMJ Books 2009, USA, s. 75. 2.Brandberg Y, Ringborg U, Sjoden P. Psychological reactions in patients with malignant melanoma. Eur J Cancer 1995, 31(2):157-162. 3.Schwartz RA. Skin Cancer: Recognition and Management. Wiley-Blackwell 2008, USA, s. 537. 4.Kaya N, Zeytinci İ, Şahingöz M. İnterferon alfa kullanan malign melanomlu bir hastada ortaya çıkan mani: Olgu sunumu, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2008; 9.111-115. 5.Zincke MT, Kurani A, Istafanaus R. The successful use of electroconvulsive therapy in a patient with interferoninduced psychotic depression, J ECT 2007, 23(4):291-292. PB 165 Duloksetine Bağlı Retrograt Ejekülasyon: Olgu Sunumu Mahmut Bulut,¹*., Mehmet Cemal Kaya,¹., Keremhan Gözükara, ² 1 Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D, Diyarbakır 2 Palandöken Devlet Hastanesi, Üroloji Kliniği, Erzurum Giriş: Retrograt ejakülasyon (RE) bir cinsel disfonksiyon (CD) olup; boşalma hissi olmasına rağmen dışarı sperm akışı olmaması ve mesaneye doğru geri boşalma olarak tanımlanmaktadır(1). Antidepresanlara bağlı CD sık gözlenmektedir. Yeni bir antidepresan olan duloksetinin cinsel yan etkileri plaseboya eşit düzeydedir(2). Bu yazımızda cinsel yan etkileri çok az görülen bir antidepresan olan duloksetine bağlı gelişen RE olgusunu ilk defa bildirmeyi amaçladık. Olgu: 43 yaşında, evli erkek hasta major depresyon ve yaygın anksiyete bozukluğu tanılarıyla 11 yıldır takip ve tedavi edilmekteydi. Bu süreçte çeşitli antidepresan tedaviler almış; fakat etkisizlik veya yan etki nedeniyle ilaçları değiştirilmişti. Kliniğimize başvurusunda 6 aydır fluoksetin 20mg/gün alan hastada fluoksetine bağlı cinsel isteksizlik ve geç boşalma şikayetleri mevcuttu. Yan etkiler nedeniyle fluoksetin tedavisi kesilip; duloksetin 60mg/gün başlandı. Duloksetin tedavisine başlandıktan bir ay sonra fluoksetine bağlı cinsel yan etkiler düzelmiş; fakat orgazm problemleri başlamıştı. Yapılan üroloji konsultasyonu sonucunda RE tanısı konulan hastada RE’nun duloksetine bağlı olduğu düşünülerek cinsel yan etkisi az olan başka bir antidepresan olan bupropiyon 150mg/gün başlandı. Duloksetin tedavisinin kesilmesinden iki gün sonra hastanın RE şikayetleri sona erdi ve 6 aylık takibinde herhangi bir CD tariflemedi. Tartışma: Antidepresanlara bağlı CD sık gözlenmekte olup; tedaviyi olumsuz etkilemektedir(2). Olgumuzda fluoksetine bağlı CD gelişmesi nedeniyle duloksetin tedavisine geçilmiş fakat başka bir cinsel yan etki olan RE gelişmiştir. Bu durumda yine CD yan etkisi düşük olan başka bir antidepresana geçilmiş ve bu yan etkiler tamamen düzelmiştir. Sonuç olarak antidepresanlara bağlı CD geliştiğinde cinsel yan etkileri daha az olduğu bilinen ajanlara geçmek tedavide yaralı olabilir. Kaynaklar: 1.Au E, Dasgupta R, Dasgupta P. Retrograde ejaculation following open ureteric reimplantation: a case report. J Med Case Rep. 2009;3:7410. 2.Serretti A, Chiesa A. Treatment-emergent sexual dysfunction related to antidepressants: a meta-analysis. J Clin Psychopharmacol. 2009;29(3):259–66. PB 168 Siklopentolat Bağımlılığı: Bir Olgu Sunumu Işıl Ateş Çöl, Yasemin Görgülü, Rugül Köse Çınar, Mehmet Bülent Sönmez Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Antikolinerjik ilaçların medikal kullanımlarıyla birlikte, giderek artan kötüye kullanım ve bağımlılık potansiyelleri son zamanlarda sıkça göze çarpmaktadır. Antikolinerjik ilaçlar daha çok öforizan etkileri nedeniyle kötüye kullanılmaktadırlar. Bu etkiler kullanan kişilerde çok konuşma, özgüvende artış, toplum içinde rahat olma şeklinde tanımlanabilir. Siklopentolat hidroklorid oftalmolojide tanı amacıyla ve ameliyat öncesi değerlendirme amacıyla sık kullanılan topikal midriyatik, sikloplejik bir tersiyer amin muskarinik reseptör antagonistidir. Tanısal oftalmik girişimlerin yanı sıra üveitis ve iritis tedavisinde de kullanılmaktadır. Siklopentolat, ülkemizde siklopentolat hidroklorid %1’lik solüsyon şeklinde ticari olarak satılmaktadır. Kliniğimiz tarafından bipolar bozukluk tanısıyla takip edilen bir hasta siklopentolat bağımlılığının da saptanması üzerine konuya dikkat çekmek amacıyla sunulmuştur. ACG, 28 yaşında bipolar bozukluk tanısıyla takip edilen erkek hasta, kontrol amaçlı polikliniğimize başvurdu. İlk psikiyatrik şikayetleri 2004 yılında başlamış, akut psikotik atak tanısı konmuş. Haziran 2006 ve Mayıs 2011 yıllarında bipolar bozukluk, manik epizod tanısı ile servisimizde yatırılarak uygun medikal tedaviyle takip edilmiştir. Ancak bu atak sonrasında depresif yakınmaları ortaya çıkan hasta, bir arkadaşının önerisiyle siklopentolat kullanmaya başlamış. Asıl olarak göz damlası olarak piyasada bulunan siklopentolatı göz damlası olarak değil de, buruna damlatma yoluyla kullanmaya başlamış. Başlangıçta günde yarım şişe kullanırken son 6 aydır günde 1 şişe bitirmeye başlamış. İlacı kullandığı zamanlar, özgüveninin arttığını, etrafı algılayışının değiştiğini, ortamdan uzaklaştığını, uyku hali, ağız kuruluğu olduğunu, kullanmadığı zamanlarda ise sıkıntı, keyifsizlik, sinirlilik olduğunu ifade ediyor. Hasta bu ilacı depresif yakınmalar olduğu zamanlarda “manik halini özlediği için” kullandığını ifade ediyor. İlacı en uzun 3 haftalık bir dönem bırakabilmiş. Bu ilaç dışında 5 yıldır 1 paket/gün sigara kullanmakta, yaklaşık 5 yıldır bağımlılık düzeyinde olmayan düzensiz esrar kullanımı mevcut. Ruhsal muayenesinde depresif yakınmaları mevcuttu. Hamilton depresyon değerlendirme ölçeği 17 olarak tespit edildi. Siklopentolatı kesmesi önerilerek uygun tedavi düzenlendi. Ülkemizde antikolinerjik ilaçlardan sadece biperiden yeşil reçete ile verilerek kontrole tabi tutulmaktadır. Diğer antikolinerjikler eczanelerden reçetesiz satın alınabilmektedir. Bu olgu da antikolinerjik ilaçların kötüye kullanımları/bağımlılıkları konusunda ilaçların ruhsatlandırılmaları, reçete edilmeleri ve satılmaları konusunda yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğunu göstermektedir. PB 169 Tiyaneptin Kötüye Kullanımına Bağlı Yoksunluk Belirtileri Gelişen Bir Olgu Sunumu Salih GENÇOĞLAN*, Leyla AKGÜÇ**, Mustafa ERKAN*** * Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri AD., Antalya ** Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD., Antalya *** Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri AD., Antalya Giriş: Tiyaneptin trisiklik antidepresanlara yapısal olarak benzeyen yeni jenerasyon bir antidepresandır (Sánchez ve ark. 2003). Tiyaneptin pek çok antidepresanlardan farklı olarak karaciğerde Sitokrom p450 enzim sistemini kullanmadan metabolize olur, bu nedenle ilaç etkileşimi daha az olabilmektedir. Tiyaneptinin major depresyon, bipolar depresion, distimi ve uyum bozukuklarında önerilen günlük dozu 25 - 50 mg/gün dür. Sıklıkla olan yan etkileri bulantı, konstipasyon, karın ağrısı, baş ağrısı, baş dönmesi, uyku bozukluğudur ve bu yan etkilerin zamanla azaldığı bildirilmiştir (Antona J. Ve ark. 2001). Bu olguda depresif şikayetler nedeniyle doktor önerisi olmadan kendi başına Tiyaneptin başlayan ve giderek artan dozda kullanımı olan hastanın yoksunluk belirtilerinin gelişmesi ve Tiyaneptinin kötüye kullanımından söz edilecektir. Olgu: 27 yaşında, üniversite mezunu, bekar, çalışan kadın hasta. Acil servise terleme, yoğun huzursuzluk hissi, çarpıntı ve yerinde duramama şikayetleriyle başvurdu. Yapılan ilk değerlendirilmede yüksek miktarda Tiyaneptin kullanmakta olduğu ve son iki gündür ilacını alamadığı bu nedenle de şikayetlerinin başladığı öğrenildi. Tiyaneptini ilk defa bir yıl önce arkadaşının önerisiyle eczaneden satın alarak kullanmaya başlamış. O dönemde moral bozukluğu, isteksizlik, iş yerindeki sorunlar ve bunlara bağlı kaygıları nedeniyle Tiyaneptine başlamış. İlaca günlük 12,5 mg doz ile başlamış sıkıntıları geçmeyince giderek dozu artırmış. Son alarak 625 mg/güne kadar çıkmıştı. İlacını kullanmadığında yoğun sıkıntı hissiyle birlikte ilacı kullanmak zorunda kaldığı ve ilaçla birlikte rahatladığı öğrenildi. Tiyaneptini eczaneden reçetesiz temin etme imkanı olduğu için bu konuda bir güçlük çekmediği anlaşıldı. Hastanın tıbbi özgeçmişinde herhangi bir özellik saptanmadı. Psikiyatrik öz geçmişinde bir yıl önce var olan depresif şikayetler dışında başka özellik bulunamadı. Nörolojik muayenesi normaldi. Fizik muayenesinde TA:140/80 nabız:97, ateş:36,5 olmakla birlikte başka bir patoloji saptanmadı. Yapılan laboratuar tetkiklerinde hematoloji ve biyokimya sonuçları normal sınırlardaydı. Hastanın bir yıldır sadece Tiyaneptini giderek artan yüksek dozlarda kullanması, kullanmak için çaba göstermesi, kullanmadığında yoksunluk belitileriyle birlikte toplumsal ve mesleki etkinliklerinin azalması nedeniyle ilacı kötüye kullanımı olarak değerlendirildi ve hastada var olan durumu Tiyaneptin kötüye kullanımına bağlı yoksunluk belirtileri olduğu anlaşıldı Hastaya yoksunluk belirtileri nedeniyle diazepam 15 mg/SF İV infüzyonu başlandı. Diazepam infüzyonu sonrası şikayetlerinin gerilemesi ile AMATEM’de takip edilmek üzere acil servisten taburcu edildi. Tartışma Tiyaneptin beyinde seratonin geri alınımını arttıran ve nöronal dentritlerde stresin indüklediği atrofiyi azaltan bir antidepresandır (Antona J. Ve ark. 2001). Kognitif yönden Tiyaneptinin dikkati ve öğrenmeyi artırdığı belirtilmiştir (Labrid C ve ark. 1992). Tiyaneptin yüksek dozda iyi tolere edilebildiği belirtilmiştir. Letterme ve ark. beş olguyla yaptıkları çalışmada Tiyaneptinin psikostimulan etkileri görülmüştür (Leterme ve ark. 2003). Olgumuzda Tiyaneptin uyarıcı etkisi ve aynı etkiyi sağlamak için hasta tarafından dozun sürekli artırılmış olması ve ilacı bulamadığında yoksunluk belirtileri ile acil servise başvurması dikkat çekicidir. Tiyaneptin kötüye kullanımı ile ilgili literatürde olgu sunumları bulunmaktadır. Tiyaneptin ilgili yapılan çalışmalarda güvenli olduğu bildirilmekle birlikte kötüye kullanımının olduğu klinisyenlerin gözden kaçırmaması gereken bir durumdur. Anahtar kelimeler: Tiyaneptin, kötüye kullanım, yoksunluk PB 170 Alkol Kullanımın Yol Açtığı Psikotik Bozukluk-Hallusinasyonlarla Giden: Bir Olgu Çetin Irmak, Elif Tatlıdil Yaylacı, Hamdi Öztürk, Sermin Kesebir Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Bu olgu sunumunun amacı alkol kullanımının yol açtığı psikotik bozukluk tanılı bir olgunun ayırıcı tanı ve tedavisinin tartışılmasıdır. Olgu: 51 y, erkek, lise mezunu, hiç evlenmemiş olgu öldürüleceği korkusu ve kendini öldür diyen sesler duyduğu için getirildiği acil servisten şizofreni ön tanısı ile kliniğimize kabul edildi. Beş yıl önce iflas eden olgu, günümüze dek olan süreçte anne ve babasını kardiovasküler hastalık, ablasını meme kanseri ve yeğenini boğulma sonucu kaybetmiş. Bu dönemde olgu depresif belirtiler tanımlamaktadır ancak başvuru ve tedavi öyküsü bulunmamaktadır. Aile öyküsünde 1995 yılından bu yana kayıp olup, haber alınamamış bir de abi bulunmaktadır. İrritabl mizaç özelliklerine sahip olan olgumuzda yatışından bir hafta kadar önce kız arkadaşıyla olan ilişkisinin ifşa olduğu şeklinde düşünceler ve bu nedenle kendisine şantaj yapılacağı yönünde şüpheler başlamış. Son birkaç yıldır her gün birkaç bira içen olgumuz, izleyen 48 saat içerisinde 205 cc (100’lük, 70’lik ve 35’lik) alkol alımının ardından kendini öldürmesini söyleyen sesler duymaya başlamış. Bunun üzerine getirildiği acil serviste ajitasyon nedeniyle aralıklı olarak üç kez 10 mg im haloperidol uygulanmış. Kliniğimize yatışının olduğu gece gözlük camını kırarak bileklerini kesen olgunun yapılan psikiyatrik bakısında işitsel ve görsel hallusinasyonlar, psikomotor ajitasyon, fizik bakısında otonomik hiperaktivite ve tremor saptanmıştır. Bu sırada gerçeği değerlendirme yetisi de bozuktur. PB 171 Gabapentin Bağımlılığı: Bir Vaka Sunumu *Emine Merve Kalyoncu, **Erol Göka *Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi- Pskiyatri **Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği Eğitim ve İdari Koordinatörü Gabapentin; epilepsi, nöropatik ağrı ayrıca yaygın anksiyete bozukluğu, bipolar afektif bozukluk,migren tedavilerinde kullanılan bir gama-aminobutirik asit (GABA) analoğudur.Gabapentin,Türkiye‘de kontrole tabi ilaçlardan olmamasına karşın kötüye kullanım potansiyeline sahiptir.Bu sunacağımız vaka bağlamında, literatürdeki sınırlı sayıda olan gabapentin bağımlılığı kavramı gözden geçirilecektir. PB 172 Psikiyatrik Belirtilerin Asıl Tanının Gözden Kaçmasına Neden Olduğu Bir Korsakoff Psikozu Olgusu Eda Çetin, Ozan Pazvantoğlu, Ömer Böke Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Korsakoff psikozu sıklıkla tiamin eksikliğine bağlı olarak ortaya çıkan nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Malabsorbsiyona neden olan diğer durumlar dışında özellikle uzun süreli alkol kullanımına bağlı olarak geliştiği bilinmektedir(1). Post mortem çalışmalarda %1.1 oranında saptanırken klinik populasyonda bu vakaların ancak %20’sinin doğru tanı alabildiği bildirilmiştir (2,3). Bunun nedenlerinden biri bozukluğun klinik sunumunun değişken olabilmesi ve başka nörolojik ya da psikiyatrik hastalıklarla karışabilmesidir. Korsakoff psikozunun temel belirtileri bilişsel, özellikle bellek ile ilgili zayıflıklardır(1). Buna karşın daha az sıklıkla bazı vakalarda psikiyatrik belirtiler de ön planda olabilmektedir. Bu belirtiler daha çok ruhsal muayenenin düşünce içeriği alanıyla ilgilidir ve paranoid içerikli hezeyanlar biçimindedir(4). Biz bu bildirimizde, düşünce içeriği bozukluğundan ziyade duygudurum belirtileri (elevasyon, çok ve gereksizce para harcama, grandiyözite, duygudurum labilitesi) gösteren ve yaklaşık 7 yıldır “bipolar bozukluk” tanısı ile takip ve tedavi edilen bir Korsakoff psikozu vakasını sunduk. Klinik takiplerinde şimdiye dek Korsakoff psikozu tanısı konulmamıştı ve duygudurum düzenleyici tedavisi almaktaydı. Ancak yapılan değerlendirmeler sonucunda, psikiyatrik belirtilerinin uzun süreli alkol kullanımına bağlı olduğu, önemli derecede bellek kusurları olduğu anlaşıldı. Korsakoff psikozunun temel belirtileri, özellikle bellek zayıflıklarının ön planda olduğu bilişsel sorunlar olsa da, olgumuzda olduğu gibi bazı durumlarda psikiyatrik belirtiler-hezeyanların yanı sıra duygudurum belirtileri- ön planda olabilir ve Korsakoff psikozu tanısı gözden kaçabilir. Kaynaklar: 1-Sadock BJ and Sadock VA. Kaplan and Sadock’s Comprehensive Textbook of Psychiatry. 8. Baskı, 1. Cilt, 10. Bölüm, sayfa 1094-5. 2-Graham D, Lantos P (eds). Nutritional and metabolic disorders, Chapter 10. In: Greenfield's Neuropathology. Seventh edition. The Oxford University Press, 2002; 607-641. 3-Azim W, Walker R. Wernicke’s encephalopathy: a frequently missed problem. Hosp Med 2003;64:326-7. 4-Iga JI, Araki M, Ishimoto Y and Ohmori T. A case of Kosakoff’s Syndrome improved by high doses of donepezil. Alcohol & Alcoholism 2001;36:553-5. PB 173 Fentanil ile Kronik Ağrı Tedavisi Gören Bir Hastada Gelişen Bağımlılığa Multidisipliner Yaklaşım İsmail Özel*, Ender Altıntoprak*, **Can Eyigör***, Meltem Uyar*** *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İzmir ** Ege Üniversitesi Madde bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç bilimleri Enstitüsü, İzmir *** Ege Üniversitesi Anestezi ve Reanimasyon AD, Algoloji BD, İzmir Giriş ve Amaç: Fentanil, standart ağrı tedavisine yanıt alınamayan kronik ağrı hastalarında daha yaygın kullanılmaya başlanan bir opioid analjeziktir. Tıbbi tedavi gerekçesi dışında kullanıldığında kötüye kullanım ve bağımlılık geliştirdiğine ilişkin olgu bildirimleri hızla artmaktadır. Aile hekimliğinin yaygınlaştığı ülkemizde bu grup ilaç tedavilerinin standardize edilmesi ve kontrol altında tutulmasının önemine dikkat çekmek istenmiştir Olgu: 24 yaşında, erkek hasta. 2009 yılında ABD’de yaşadığı dönemde, sırt ağrısı yakınmasıyla başvurduğu doktor tarafından Schearman sendromu tanısı konularak oksikodon 30 mg/g ve diazepam 20 mg/G kullanması önerilmiş. Ağrıları geçmeyen hasta –yasal olmayan yollardan- kullanmakta olduğu oksikodon dozunu giderek arttırarak 80 mg/G dozuna çıkarmış. 2010 yılında kullanmakta olduğu oksikodon, diazepam ve tüm diğer maddeleri bırakarak yine yasal olmayan yollardan elde ettiği Buprenorfin/Nalokson kombinasyonu (Suboxone) 24 mg/G kullanmaya başlamış. Suboxone temin etmekte zorlanan hasta, yeniden ağrılarının artması nedeniyle bir ağrı kliniğini tarafından Fentanil (Durogesic) 12mg/G tedavisi başlanmış. Hasta süreç içinde kullanmakta olduğu fentanil preparatını kendi kendine 200 mg/G doza yükseltmiş. Yüksek doz ilaç reçete edilmesi talebiyle başvurduğu algoloji uzmanı tarafından bağımlılık gelişmiş olabileceği düşünülerek Madde Bağımlığı Polikliniği’ne yönlendirilen hasta kliniğimize yatırılarak tedavisi düzenlendi. Tartışma: Opioidler şiddetli sırt ağrısını azaltmada çok etkindir(1,2). Birçok klinisyen yan etkilerinden, tolerans gelişmesinden ve bağımlılık geliştirme potansiyelinden dolayı opioidleri kronik ağrı tedavisinde kullanmaktan çekinmektedir(3). Opioid kullanımı sırasında bağımlılık oranını belirleyebilmek için değişik risk skalaları kullanılsa da hangi hastaların bağımlılık geliştirebileceğini tahmin etmek güçtür. Sonuç olarak kronik ağrı için opioid kullanan hastalarda geniş bir değerlendirme ve izlem gerekmektedir. Aile hekimliği uygulamasının giderek yaygınlaşmakta olduğu ülkemizde, özellikle rapor ile kullanılan opioidlerin kontrolsüzce birden çok hekim tarafından reçetelenmesinin, yurt dışında olduğu gibi ülkemizde de, opioid analjezik kötüye kullanımı/bağımlılığı sorununu arttırabileceği göz önünde tutulmalıdır. Kaynaklar: 1.Schofferman J. Long-term opioid analgesic therapy for severe refractory lumbar spine pain. Clin J Pain 1999; 15(2):136-40. 2.Watson CP, Babul N. Efficacy of oxycodone in neuropathic pain: a randomized trial in postherpetic neuralgia. Neurology 1998; 50(6):1837-41. 3.R. Chou, G. J. Fanciullo, P. Fine, Adler JA, Ballantyne JC, Davies P et al. Clinical guidelines for the use of chronic opioid therapy in chronic noncancer pain. J. Pain 2009; 10(2):113-30. PB 174 Psikiyatrik Kadın Hastada Şiddet: Olgu Sunumu Semra Enginkaya, Münevver Akın, Melahat Akbaş Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul Şiddetin ülkemizde önemli bir toplumsal sorun olduğu bilinmektedir. Son 15-20 yılda, dünyanın her yerinde, şiddetle ilgili çok sayıda araştırma yapılmıştır. Tüm dünya nüfusunu temel alan 48 çalışmanın verilerine göre, Dünya Sağlık Örgütü kadınların eşleri ya da partnerleri tarafından şiddete uğrama oranını % 10-69 arasında bildirmiştir. Bu oranların kişilik bozukluğu, bipolar bozukluk, anksiyete bozuklukları ve şizofreni tanısı olan kişilerde toplum genelinden daha yüksek olduğu belirtilmektedir. Bu olguda; şiddet uygulanan gebe psikiyatrik hastada, tedavi süreci, şiddete maruz kalma sonrası baş etme yöntemleri, gebelik-lohusalık dönemine, bebeğin bakımına ve sosyal yaşama uyum sağlama ve iletişim kurmaya yönelik yaklaşım anlatılmıştır. Kaynaklar Temiz M. Psikiyatrik hastalığı olan kadınlarda aile içi şiddete maruz kalma. T.C. Sağlık Bakanlığı, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Uzmanlık Tezi, İstanbul. Vahip I, Doğanavşargil Ö. Aile içi fiziksel şiddet ve kadın hastalarımız. Türk Psikiyatri Dergisi 2006; 17(2):107-114. PB 175 Postpartum Depresyon Olgusunda Başarılı Elektrokonvülsif Tedavi: Olgu Sunumu Cihad YÜKSELİR, Serkan ZİNCİR, A.Gazi ÜNLÜ, Mehmet KOÇER, Adem BALIKCI, Mehmet AK, Ali DORUK GATA Psikiyatri A.D Ankara/TÜRKİYE Doğum esnasında oluşan dramatik biyolojik değişikliklerden dolayı postpartum mizaç bozukluklarının biyokimyasal ya da hormonal bir dengesizlik sonucu olduğu düşünülmektedir. Biyolojik değişiklikleri ölçmek amacıyla az sayıda çalışma yapılmış ve bunlarda da gonadal hormonlar ve prolaktine odaklanılmıştır. Doğum sonrası depresyonunda ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı zıt duygular daha ön plandadır. Bununla birlikte depresif diğer belirtiler görülür. Bu makalede postpartum depresyon tedavisinde EKT nin başarısı tartışılacaktır. A.O. 38 yaşında, bayan hasta. Postpartum 10.gününde depresif belirtiler ile ailesi refakatinde kliniğe başvurdu. Son 2 gündür yoğun intihar düşünceleri mevcutmuş. Yapılan değerlendirmeler sonucunda DSM-IV kriterlerine göre pospartum depresyon tanısı alan hastanın başka bir psikiyatrik bozukluk ve hastalığı olmadığına karar verildi. Hasta ve yakını ile yapılan görüşme sonrası, intihar düşüncelerinin yoğun olması ve bebeği emzirmesi de göz önünde bulundurularak EKT tedavisi uygulanmaya karar verildi.8 kür EKT uygulandı. İlk 3 kür EKT sonrası semptomlarda kısmen azalma, 8.EKT sonrası tam remisyon sağlandı. İzlem sürecinde üç hafta sonra hastanın premorbidine döndüğü gözlendi. Postpartum depresyon olgularında, yoğun intihar düşünceleri mevcut ise, kısa sürede tedaviye yanıt alınması isteniyorsa ve bebeğin gelişiminde anne sütünün önemi düşünüldüğünde, EKT başarı ile uygulanmakta olan ve emziren annelerde bebeğe herhangi bir risk oluşturmadığından tercih edilebilecek bir seçenektir. PB 176 Bipolar Affektif Bozukluk ve Psikojenik Polidipsi Birlikteliği Olan Bir Olgu Sunumu *Meral Elçi, *Fatma Özlem Orhan, *Şule Şirin Berk, **Kamile Gül *Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD **Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Bilim Dalı Amaç: Psikojenik polidipsi, psikiyatrik hastalığı olanlarda sık rastlanan bir durumdur. Polidipsi ile giden psikiyatri hastalarında %69-83 oranları ile şizofreni en sık konulan tanıdır (1,2). Duygudurum bozukluğu olan ve nörotik hastalarda sıvı-elektrolit dengesi problemleri nadir olarak bildirilmiştir (3). Bu sunumda psikojenik polidipsi öyküsü olan bir Bipolar Affektif Bozukluk (BAB) vakası tartışılacaktır. Olgu: 29 yaşında erkek hasta uykusuzluk, sinirlilik, aşırı hayal kurma şikayeti ile polikliniğimize başvurdu. 11 yıldır BAB tanısıyla takip edilen hasta dönem dönem hastanede yatarak dönem dönem de ayaktan duygudurum düzenleyiciler ve antipsikotikler kullanarak tedavi görmüş. Hasta polikliniğimize başvurduğunda 48 saat uykusuzluğa rağmen aşırı enerji hali ve fazla konuşması mevcuttu. Konuşma akışı hızlı ve hedefine ulaşmıyordu. Hastanın yapılan rutin tetkiklerinde kan sodyum (126) ve üre (3.4) düzeyi düşük olarak tespit edildi. Bunun üzerine hasta psikojenik polidipsi açısından tekrar değerlendirildi ve alınan anamnez sonucu hastanın günde 6070 bardak su içtiği, diğer çay vs. içeceklerle günlük sıvı alımının 100 bardağı bulduğu tespit edildi. Hastadan endokrinoloji konsültasyonu istendi ve psikojenik polidipsi teşhisi doğrulandı. Hasta endokrinoloji polikliniği ile işbirliği kurularak yakın takibe alındı. Sıvı kısıtlaması yapıldı. İlaç tedavisi olarak amisülpirid 600 mg/gün, valproik asit 1000 mg/gün ve lorazepam 2 mg/gün başlandı. Daha sonraki kontrol muayenelerinde hastanın kan sodyum (133) düzeyinin normale döndüğü, günlük sıvı alımının azaldığı tespit edildi. Tartışma: Sonuç olarak; polidipsi psikiyatrik hastalıklarda ortaya çıkabilmekte ve bu durum bazen morbidite ve mortalite riski olan hiponatremik ensefalopatiye yol açmaktadır. Bu açıdan psikiyatri polikliniğine başvuran hastalar polidipsi açısından sorgulanmalıdır. Psikojenik polidipsi tedavisinde amaç su içme davranışının değiştirilmesidir. Yanlış tedavi uygulandığında hayati komplikasyonlara neden olabilen bu hastalık, altta yatan psikiyatrik hastalığın tedavisi ve sıvı alımının kontrolüyle kolaylıkla tedavi edilebilmektedir. Kaynaklar: 1-Jose CJ, Barton JL, Perez-Cruet J. Hyponatremic seizures in psychiatric patients. Biol Psychiatry 1979;14:839843 2- Leadbetter RA, Shutty MS Jr, Higgins PB, Pavalonis D. Multidisciplinary approach to psychosis, intermittent hyponatremia and polydipsia. Schizophr Bull 1994;20:375-385 3-Zubenko GS, Altesman RI, Cassidy JW, Barreira PJ. Disturbances of thirst and water homeostasis in patients with affective illness. Am J Psychiatry 1984;141:436-437 PB 177 Aripiprazol Kullanımına Bağlı Gelişen Parkinsonizm: Bir Olgu Sunumu Buğra Çetin *, Jülide Güler*, Gönül Yıldırım*, Mustafa Bilici** *Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi **İstanbul Medipol Üniversitesi Psikiyatri A.B.D Giriş: Aripiprazol diğer atipik antipsikotiklerden farklı bir farmakolojik profile sahip bir atipik antipsikotiktir. D2 ve 5HT1A reseptörlerinin yüksek affiniteli parsiyel agonisti ve 5-HT2 reseptörünün de antagonistidir. Bu farmakolojik profilinden dolayı aripiprazole bağlı parkinsonizm beklenen bir yan etki değildir ve literatürde bildirilmiş az sayıda olgu vardır. (1,2) Bu yazıda aripiprazol kullanımı sonrası gelişen şiddetli parkinsonizm olgusu sunulmuştur. Olgu: 56 yaşında, 10 yıldır bipolar affektif bozukluk tanısı ile izlenen ve mükerrer hastane yatışları olan kadın hasta son beş gündür olan kasılma, titreme, hareketlerde yavaşlama şikayeti ile Erenköy RSHH acil polikliniğine başvurmuş, bipolar affektif bozukluk (depresif epizot) ve nöroleptiğe bağlı parkinsonizm tanılarıyla yatışı yapılmıştır. Yaklaşık bir ay önce kilo aldığı gerekçesi ile lityum ve valproat sodyum tedavisi kesilmiş ve aripiprazol 30 mg/gün ve venlafaksin 75 mg/gün şeklinde tedavisi yeniden düzenlenmiştir. Hastanın yoğun rijiditesi nedeniyle hareket edememesinden dolayı yatağında yapılan muayenesinde öz bakımı azalmış, psikomotor aktivitesi azalmış duygudurumu depresif, duygulanımı anksiyöz, konuşma miktarı ve tonlaması azalmış olarak değerlendirildi. Hasta aktif psikotik bulgu ve suisid/ homisid fikri tanımlamadı. Hastanın rijidite, tremor ve bradikinezisi mevcuttu. Hastanın takiplerinde lökositoz olmaması ve ateşinin en fazla 37,5 derece olarak saptanması dolayısı ile nöroleptik malign sendrom dışlandı. Kullandığı antipsikotik ilaca bağlı parkinsonizm olduğu düşünülen hasta düzenlenen biperiden ve diazepam tedavisine yanıt vermediğinden, immobilizasyona bağlı dekübitüs ülserleri geliştiğinden ve yatışının 17. gününde suisid fikri bildirdiğinden dolayı 5 seans EKT uygulandı, remisyona giren hasta yatışının 34.gününde valproat sodyum 500 mg/gün tedavisi ile taburcu edildi. Tartışma: Aripiprazol ile parkinsonizm oluşumu sık gözlenen bir durum değildir ve bu olguda bildirilen şiddette aripiprazole bağlı parkinsonizm tablosuna literatürde rastlanmamıştır. Kaynak: 1-Lannah L Lua ve Lin Zhang: Development of Parkinsonism following exposure to aripiprazole: two case reports. J of Medical case reports 2009,3:6448. 2-Saddichha S, Kumar R, Babu GN, Chandra P: Aripiprazole associated with acute dystonia, akathisia and parkinsonism in asingle patient. Clin Pharmacol 2011 Sep 8. PB 178 Aripiprazole Venlafaksin Eklenmesi İle Meydana Gelen Ekstrapiramidal Sendrom: Olgu Sunumu Abdullah Atli, Mahmut Bulut, Hasan Akçalı,Mehmet Güneş, Mehmet Cemal Kaya. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Diyarbakır Giriş: Aripiprazol “dopaminerjik sistem stabilizatorü” olarak tanımlanan ilk yeni nesil antipsikotik ajandır. Şizofreni, bipolar bozukluk, depresyon gibi birçok psikiyatrik rahatsızlığın tedavisinde 2002 yılından beri tüm dünyada yaygın olarak kullanılmaktadır (1).Biz de burada aripipazol ile ilişkili bir ekstrapiramidal olgusunu sunmayı amaçladık. Olgu Sunumu: I.L., 30 yaşında, ilkokul mezunu, evli 4 çocuk annesi hastada 3 aydır süren hayattan zevk almama, kendini mutsuz hissetme, yoğun ölüm düşünceleri ve uyku-iştah düzensizliği mevcuttu. Yaklaşık 6 ay önce hasta psikotik belirtilerle hastaya aripiprazol başlanmış ve psikotik belirtiler bir aydan önce sonlandığı ifade edilmiş olup halen aripiprazol alımı devam etmektedir. Soy geçmişinde anne ve kuzeninde depresyon olduğu öğrenildi. Hasta major depresif bozukluk tanısı ile psikiyatri servisimize yatırıldı. 2 aydır sertralin 100 mg/gün ve 6 aydır aripiprazol kullanan hastada yeterli düzelme olmaması nedeniyle sertralin sonlandırılıp venlafaksin başlandı ve aripiprazol devam edildi. Ayrıca yoğun intihar düşüncelerinden dolayı elektrokonvulzif terapi (EKT) başlandı. Tedavinin üçüncü haftasında hastada ekstrapramidal sendrom ortaya çıktı (dişli çark, hareketlerde yavaşlama, tremor ve parkinsonyal postur şeklinde). EKT ve venlafaksin-aripiprazol tedavisine biperiden 4 mg/gün eklendi. Toplam 9 EKT alan hasta, tedavinin 35. gününde klinik durumunun düzelmesi ve yapılan norolojik değerlendirmesinde ekstrapiramidal sendrom belirtilerinin son 4 gündür olmaması üzerine venlafaksin, aripiprazol ve biperiden ile taburcu edildi. Tartışma: EPS özellikle tipik antipsikotiklerle beraber sık görülen bir yan etkidir. Akatizi, distoni ve parkinsonizm akut; tardiv distoni ve tardiv diskinezi kronik nitelikteki ekstrapiramidal yan etkilerdir. Aripiprazolle kullanımıyla EPS az görülmekle beraber literatürde EPS vakaları bildirilmiştir. Biz burada aripiprazol venlafaksin kombinasyonu ile beraber EKT tedavisi altında iken EPS ortaya çıkaran ve biperidenle düzelen bir vaka sunduk. Bu vakada EPS’nin sadece aripiprazolle ilişkilendirilmesi eksik bir yoruma neden olabilir. Çünkü vakamız daha önce de aripiprazol almasına rağmen EPS ortaya çıkarmamıştı. Aripiprazole venlafaksin eklenmesi daha önce de literatürde bu kombinasyonu kullanan bir vakada parkinsonizm ortaya çıkması venlafaksinnin aripiprazolün EPS yapma riskini artırdığını düşündürtebilir (2). Kaynaklar: 1. Gupta S, Masand P (2004). Aripiprazole: review of its pharmacology and therapeutic use in psychiatric disorders. Ann Clin Psychiatry 16: 155–166. 2.Aripiprazole-induced parkinsonism. Sharma A, Sorrell JH. Int Clin Psychopharmacol. 2006 Mar;21(2):127-9. PB 179 Karbamazepin’e Bağlı Hiponatremi Olgusu Gönül Yıldırım, Özgür Süner, Buğra Çetin, Doç Dr Ümit Başar Semiz Kurum: Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Giriş ve Amaç: Hiponatremi; serum sodyum konsantrasyonunun 135 mmol/l altına düşmesidir. Kliniğe yorgunluk, baş ağrısı, vertigo şeklinde yansıyabildiği gibi asemptomatik de seyredebilir(1). Karbamazepine bağlı hiponatremi insidansı %1.8-%40 arasında değişmektedir(2). Okskarbamazepin ve karbamazepin kullanımının karşılaştırıldığı bir çalışmada okskarbamazepine bağlı hiponatremi görülme oranı daha fazla bulunmuştur(3). Bu sunumda karbamazepine bağlı bir hiponatremi olgusunun tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: 43 yaşında, erkek, evli, üniversite mezunu, turizmci. Unutkanlık, sinirlilik, çok konuşma, tahammülsüzlük, hareketlilik şikayetleriyle başvurdu. İlk psikiyatrik başvurusu 10 gün önce olan, olanzapin 2.5 mg/gün başlanan, ancak tedaviden fayda görmeyen hastanın yatışı yapıldı. Psikiyatrik muayene: Bilinç açık, koopere, oryante, psikomotor aktivite artmış, duygudurum hipertimik, duygulanım irritabl, konuşma miktarı artmış, psikotik bulgu saptanmadı. Hastanın yatışını takiben 30.05.2012’deki kan tetkikleri normaldi. Duygudurum düzenleyici olarak karbamazepin 400 mg/gün başlandı. Çekilen EEG ve kranial MR normal olarak değerlendirildi. 04.06.2012'de tedavisine risperidon 1 mg/gün eklendi. 11.06.2012’de tekrarlanan tetkiklerinde sodyum düzeyi 126 mmol/L idi. Sıvı replasmanına rağmen günlük takiplerde hiponatremisi süren hastanın yatıştaki sodyumunun normal değerlerde olması nedeniyle hiponatreminin karbamazepin kullanımına bağlı gelişmiş olabileceği düşünüldü. Karbamazepin, doz azaltılarak kesildi. Valproat 500 mg/gün başlandı. 18.06.2012’de sodyum düzeyi normal değerlere dönmüş şekilde 137 mmol/L olarak saptandı. Sıvı replasmanı kesildi. Sonrasındaki günlük takiplerde sodyum değerlerinin normal sınırlarda seyrettiği izlendi. Hasta; afektif semptomlarının gerilemesi üzerine 29.06.2012’de taburcu edildi. Tartışma: Hiponatremi karbamazepin başlanmasının ardından 48 saat içinde ortaya çıkabilir(1). 40 yaş üzerinde olmak, menstruasyon, psikiyatrik koşullar, polidipsi, kadın cinsiyet, polifarmasi hiponatremi riskini arttırmaktadır(4). Olgumuzun 40 yaş üzeri risk grubunda yer alması ve karbamazepin kullanımına başlanmasından kısa süre sonra hiponatremi gözlenmesi bu bilgiyle uyumludur. Literatüre bakıldığında vakaların coğunun asemptomatik olduğu belirtilmekte olup karbamazepine bağlı hiponatremi gelişme olasılığının okskarbamazepine bağlı hiponatremiye göre daha az gözönünde bulundurulduğu ve asemptomatik olduğunda hiponatreminin ihmal edilebildiği varsayılabilir. Karbamazepin başlanan hastalarda, özellikle risk faktorlerinin varlığında serum sodyum seviyesinin yakından izlenmesi gerekmektedir. Kaynakalar: 1)Dedinska I: Hyponatremia-carbamazepine medication complications. Vnitr Lek. 2012; 58(1):72-75 2)Kuz GM: Carbamazepine-induced hyponatremia:assessment of risk factors. Ann Pharmacother. 2005; 39(11):1943-1946 3)Dong X: Hyponatremia from oxcarbazepine and carbamazepine. Neurology. 2005; 65(12):1976-1978 4)Salawu A: Hyponatremia during low-dose carbamazepine therapy. Ann Afr Med. 2007; 6(4):207-208 PB 180 Opere İntrakranial Anevrizmalı Hastada Elektrokonvülzif Tedavi: Bir Olgu Sunumu İbrahim Karakaya, Koray Başar, Ş.Özlem Erden Aki, Suzan Özer Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara Giriş: Elektrokonvülzif tedavi tedaviye dirençli depresyonda iyi bir seçenektir. Elektrokonvülzif tedavinin kesin bir kontrendikasyonu olmamakla birlikte Amerikan Psikiyatri Birliği (APA) rehberine göre artmış kafaiçi basıncıyla rüptüre olabilecek anevrizma ya da vasküler malformasyon eletrokonvülzif tedavinin komplikasyon riskini arttırırlar.(1) Literatürde çeşitli yöntemlerle onarılmış ya da onarılmamış intrakranial anevrizması olan hastalara uygulanan elektrokonvülzif tedavi olguları bulunmakla birlikte, ülkemizde bu konuda yapılan bir yayına rastlanmamıştır.(2,3,4) Bu olgu sunumunda geçmişte intrakranial anevrizma operasyonu yapılmış olan bir hastaya tedaviye dirençli majör depresyon nedeniyle uygulanan elektrokonvülzif tedavi tartışılacaktır. Olgu: Son 15 yıldır çökkünlük şikâyetleri olan 53 yaşında kadın hasta, 2007 yılında rüptüre olmuş sağ MCA (Orta serebral arter) anevrizması nedeniyle opere edilmiş ve anevrizma kliplenmiş. Sağ MCA sulama alanında yaygın laminer nekroz ve kistik ensefalomalazik değişiklikler olduğu tespit edilmiş. Operasyon sonrası hastanın çökkünlük şikâyetlerinde belirgin bir artış olmuş, işlevselliği azalmış. Majör depresyon tanısı konularak birçok farklı antidepresan ve güçlendirme tedavileri kullanmış fakat hastanın şikâyetlerinde bir değişiklik saptanmamış. 2012 yılında 3. kez psikiyatri servisine yatırılan hastaya tedaviye dirençli majör depresyon tanısı konularak elektrokonvülzif tedavi planı yapıldı. Tedavi öncesinde beyin cerrahisi bölümü tarafından değerlendirilen hastanın kliplenmiş olan anevrizmasının tedavi sırasında rekanalize olabileceği, bu nedenle hastanın elektrokonvülzif tedavi açısından düşük- orta risk grubunda yer aldığı bildirildi. Yapılan literatür taramasında intrakranial anevrizması olan hastalarda EKT uygulamasıyla ilgili olgu sunumlarına rastlandı. Literatür önerileri göz önüne alınarak hastaya genel anestezi altında ve ilk 3 seansı ameliyathanede olmak üzere 20 seans EKT uygulandı. İşlem öncesinde ve sırasında bazal tansiyon değerlerinin düşük olması sağlandı, yaşamsal bulguları yakın takip edildi ve arteriyel tansiyonu sabit tutuldu. Bu tedaviden kısmen fayda gördüğü düşünülen hastada tedaviye bağlı herhangi bir komplikasyona rastlanmadı. Sonuç: İntrakranial anevrizması olan hastaların elektrokonvülzif tedavi işlemi sırasında yaşamsal bulgularının yakın takibi, özellikle işlem sırasında arteriyel tansiyon kontrolü, işlem öncesinde bazal tansiyon değerlerinin düşük tutulması ile elektrokonvülzif tedavi güvenli bir şekilde uygulanabilir. PB 181 Valproat Kullanımına Bağlı Gelişen Trombositopeni: Bir Olgu Sunumu Neşe Yorguner, Kaan Kora Kurum: Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Giriş: Valproat, bipolar bozukluklarda akut mani sağaltımı ve koruyucu sağaltımında, ayrıca kompleks parsiyel epileptik nöbetlerde ve migren profilaksisinde kullanılan bir ajandır. Benzer birçok ilaç gibi valproatın da doz bağımlı yan etkileri mevcuttur. Doz bağımlı yan etkilerden olan trombositopeni çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. Olgu: 24 yaşında, ilkokul mezunu, bekâr, hafif mental retardasyonu olan kadın hasta. Ocak 2012'de hastanenin psikiyatri polikliniğine başvuran hastanın ailesinden alınan öyküden, hastanın ilk kez üç yıl önce uykusuzluk, sinirlilik, insanlardan kuşkulanma, saldırgan davranışlarda bulunma, aşırı makyaj yapma, çok konuşma, cinsel istek artışı yakınmaları sebebiyle başka bir hastanenin psikiyatri polikliniğine götürüldüğü, bu belirtilerin başlanan olanzapin 10mg/g, karbamazepin 400 mg/g tedavisiyle gerilediği ancak belirtilerin zaman zaman yinelediği öğrenildi. Aynı zamanda, hastanın tamamen içe kapandığı ve kimseyle konuşmadığı, depresif belirtilerinin olduğu dönemler tariflendi. Gelişim öyküsünde mental ve motor gelişim basamaklarında gerilik olduğu öğrenildi. Muayene sırasında hastanın paranoid sanrıları, kendi kendine konuşması, cinsel istek artışı, çok konuşma ve uykusuzluk yakınmaları mevcuttu. Duygudurumu irritabldı, duygulanımı uygundu. İstenen IQ testi sonucu IQ:65 saptandı. Klinik gözleme ve alınan öyküye göre hastaya bipolar bozukluk ve hafif mental retardasyon tanısı kondu. Takipleri sırasında hastanın olanzapin 10mg/g tedavisi kesilerek, risperidon 3 mg ve valproat 1000 mg tedavisi başlandı. Tedaviyle psikotik belirtileri gerileyen hastada tedavinin üçüncü ayında adet düzensizliği, hirsutizm, kilo artışı ve halsizlik gibi yakınmalar başladı. İstenen kan tetkiklerinde hastanın trombosit değerinin 60.000/mm3, hemoglobin değerinin 9.4g/dl ve prolaktin değerinin 64,9 olduğu, diğer değerlerinde patoloji olmadığı saptandı. Geçmiş tetkikleriyle kıyaslandığında hastanın daha önceden de demir eksikliği anemisinin olduğu, bu sebeple replasman tedavisi aldığı; ancak trombosit değerlerinin normal aralığın alt sınırına yakın olduğu öğrenildi. Mevcut trombositopenisi tedavilerin yan etkisi olarak yorumlandığından valproatı azaltılarak kesildi. İki haftada bir yapılan tetkiklerde hastanın trombosit değerlerinin sırasıyla 85.000-114.000-118.000-130.000/mm3 şeklinde arttığı saptandı. Sonuç: Valproat kullanımına bağlı trombositopeni gelişimi için tanımlanan risk faktörleri yüksek kan valproat düzeyi, kadın cinsiyet ve düşük bazal trombosit düzeyidir. Seyrek rastlanan ancak ölümcül komplikasyonlara yol açabilecek bu yan etki açısından kan değerlerinin kısa aralıklarla takibi valproat kullanımı için sıklıkla üstünde durulan bir konu olmadığından klinisyenlerin bu konudaki farkındalığının arttırılması önem taşımaktadır. PB 182 Enerji İçeceği Tüketimi Sonrası Gelişen Bir Akut Psikoz Olgusu Öznur Taşdelen, Yasemin Görgülü, Bülent Sönmez, Rugül Köse Çınar Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı,Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Enerji içeceklerinin popularitesi ve kullanımı hızla artmaktadır. Enerji içeceklerinin içeriğindeki asıl etken madde kafein olmakla birlikte taurin, inostol, riboflavin, pridoksin, nikotinamid, diğer B vitaminleri ve başka bitkisel türevler de vardır. Enerji içecekleri stimulan etkilerini dikkati ve performansı arttırarak gösterirler. Enerji içeceklerindeki maddelerin yalnız ve kafeinle birlikte kombinasyonuyla aşırı miktarda veya kronik tüketiminin akut ve uzun süreli etkisi tam olarak bilinmemektedir. Enerji içeceklerinin popularitesinin gittikçe arttığının fark edilmesiyle yaratacağı istenmeyen olası sağlık sorunları dikkat çekilmektedir. Yazımızda kafein ve aminoasit içerikli enerji içeceğinin yoğun tüketimi sonrası ortaya çıkmış bir akut psikoz olgusunu anlattık. E.D. 21 yaşında erkek. Daha önce herhangi bir psikiyatrik yakınması olmayan ve daha önce hiç enerji içeceği içmemiş olan hasta, polikliniğimize durgunluk, içe kapanma, ağlama yakınmalarıyla başvurdu. Yatışından önce 1 ay boyunca her gün düzenli olarak bir iki adet toplamda 60-70 adet enerji içeceği içtiği, sonrasında unutkanlık, içe kapanma, durgunluk, ağlama şikayetlerinin başladığı; daha önce alkol ya da enerji içeceği kullanmadığı öğrenildi. Başvuru şikayetlerine kendi kendine konuşma, gülme ve saldırgan hareketlerinin eklenmesi üzerine hasta takip ve tedavisi amacıyla servisimize yatırıldı. Yapılan ilk psikiyatrik muayenesinde bilinç açık, kooperasyon kısıtlı, sözel uyaranlara karşı ilgisiz ve lakayt bir tutum içindeydi. Yönelim kooperasyondaki kısıtlılık nedeniyle değerlendirilemedi. Affekt künttü. Özbakım, uyku, beslenme, hekimle işbirliği ve dürtü kontrolü azalmıştı. Sorulara tek kelimelik cevaplar veriyordu. Cevapları perseveratifti. Psikomotor aktiviteler azalmıştı ancak zaman zaman dezorganize hareketleri oluyordu. Çağrışımlar yavaşlamış ve amaca varmıyordu. Yakın bellek bozuk, uzak belleği normaldi. Dikkati azalmıştı. Hezeyan ve halüsinasyonları için dissimülatif tavırdaydı. Servisteki gözlemlerde işitsel ve görsel hallüsinasyonları; grandiyöz, perseküsyon ve mistik hezeyanları olduğu tespit edildi. Hastanın sistemik ve nörolojik muayenesi doğaldı. Yapılan tetkiklerinde patoloji saptanmadı. Hasta düzenlenen tedaviyle semptomlarının düzelmesi üzerine amisülpirid 1200 mg ve olanzapin 10 mg tedavisiyle “Enerji içeceği kullanımına bağlı psikotik bozukluk” tanısıyla taburcu edildi. Yurdumuzda enerji içeceklerinin tüketiminin artması dolayısıyla ve bizim olgumuzda daha önce herhangi bir psikiyatrik yakınması olmadığı halde yoğun enerji içeceği tüketimi sonrası ortaya çıkan ve amisülpiride yanıt veren psikotik tablo saptanması nedeniyle sunulmaya layık görülüp enerji içeceklerinin risklerine dikkat çekilmek istenmiştir. PB 183 Cavum Septum Pellucidum Et Vergae ile Şizofreni Arasındaki İlişki: Bir Olgu Sunumu Kadir Aşçıbaşı, Orkun Aydın, Duygu Kuzu, Artuner Deveci Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hafsa Sultan Hastanesi Psikiyatri Anabilim Dalı Şizofreni, etiyolojisi hala tam olarak aydınlatılamamış bir ruhsal bozukluk olmasına rağmen, çevresel ve biyolojik(genetik,fizyolojik,biyokimyasal ve gelişimsel) faktörlerin bu hastalığın ortaya çıkmasında önemli rol oynadığı kabul edilmektedir. Nörogelişimsel model,şizofreni etiyolojisine yönelik birçok hipotez arasında en önde gelenlerden biridir.Şizofreni hastalarının sayıca önemli bir kısmında korpus kallosun agenezisi,araknoid kistler ve diğer anormallikler gibi beynin gelişimsel bozuklukları birçok post-mortem inceleme ve nörogörüntüleme yöntemleriyle gösterilmiştir. KSP’un ruhsal bozukluklar ile ilişkisi en çok şizofreni alanında çalışılmıştır.Şizofreni hastalarında sağlıklılardan daha yüksek oranlarda “geniş KSP” görülmesinin, şizofreni etiyolojisi için öne sürülen nörogelişimsel varsayımı destekleyen bir anatomik bulgu olduğu belirtilmiştir. Bu yazıda şizofreni hastalığı olan bir olguda saptanan “geniş KSP” ve KV’nin, hastanın klinik görünümü ve nörobilişsel yeti yitimi açısından öneminin tartışılması amaçlanmıştır.Bizim olgumuzda da Nopoulos kriterlerine göre (Nopoulos et al.,1998) KSP uzunluğunun 6 mm’nin üzerinde (1,5 mm ara ile alınan en az 4 koronal kesitte görülmesi) olmasından ötürü ,”geniş KSP” olarak kabul edilmektedir.Bizim hastamız gerek semptomların şiddeti açısından gerek nöropsikolojik testlerdeki başarısızlık açısından literatürde mevcut olan bilgilerle uyuşmaktadır.Hastamızın tedaviye dirençli olması klinik takibi açısından önem arz etmekte olup,bu konu üzerinde yoğunlaşılması gerekmektedir. Şizofreni ile anormal genişlikteki kavum septum pellusidum arasındaki ilişki incelenmesine karşın literatürde tedaviye yanıt oranlarının karşılaştırıldığı bir çalışmaya rastlanmamıştır.Gelecek dönemdeki çalışmalarda bu konu hem hastaların işlevselliği hem de hekimlerin,nörogelişimsel patolojilerin psikiyatrik hastalıkların tedavisi üzerine olan etkilerini değerlendirmeleri açısından önem arz etmektedir. PB 184 Lethal Katatoni: Bir Olgu Sunumu Mine Ergelen, Buğra Çetin, Sermin Kesebir Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Giriş ve Amaç: Katatoni psikiyatrik, tıbbi, nörolojik ve ilaca bağlı gelişebilen nöropsikiyatrik bir sendromdur. Antipsikotiklerin D2 reseptör antagonist etkisi olarak katatonik sendromu indükleyebilir. DSM-IV’e göre ‘’Başka türlü adlandırılamayan ilaca bağlı hareket bozukluğu’’ olarak sınıflandırabileceğimiz, klasik kitaplarda ise letal katatoni olarak adlandırılan ve nadir göazlenen bu tablo, uzun yıllar antipsikotik tedavi almış hastalarda ortaya çıkabilmektedir. Prodrom haftalardan aylara uzayabileceği gibi akut olarak da başlayabilir. Mental ve fizik ajitasyon, yüksek anksiyete düzeyi, yıkıcı davranış, stupor, koma ve ölümle sonlanabilir. Tedavide antipsikotiklerin kesilmesi, yaşamsal fonksiyonların takibi (ani ölüm olabilir) ve yüksek doz lorazepam önerilmektedir. Letal (malign) katatoni ve nöroleptik malign sendrom (NMS) arasında, i) NMS bir katatoni formudur, ii) NMS bir malign katatoni formudur, iii) İkisi aynı ve tek bir sendromdur, iv) Katatoni NMS için bir risk etkenidir, v) NMS katatonik ve katatonik olmayan tipte olabilir şeklinde görüşler mevcuttur. Letal katatoni NMS’dan EPS rijiditesinin ve involanter hareketlerin olmayışı ile ayrılır. Ateş, taşikardi, akrosiyanoz ve hipotansiyon da sıklıkla bulunmaz. Bu sunumun amacı antipsikotik kullanımına bağlı gelişen bir letal katatoni olgusunun paylaşılmasıdır. Olgu: 29 yaşında erkek hasta, yemek yememe, konuşmama, uygunsuz hareketlerde bulunma şikayetleri ve şizofreni ön tanısıyla servisimize kabul edildi. Psikiyatrik bakısında kooperasyonu kısıtlı, oryantasyonu bozuk ve hallusine olan, ateşi ve lökositozu bulunmayan olguda CK yüksekliği ve hipoproteinemi saptanmıştır. Olgu sekiz seans anestezili EKT ve olanzapin 20 mg/gün ile tedavi edilmiştir. O tarihe kadar Klozapin 700 mg/gün, risperidon 2 mg/gün ve risperidon consta 37,5 mg/14 gün, aripiprazol 30 mg/gün, lamotrijin 200 mg/gün kullanmakta olan olguda, 2 hafta öncesinde 55 adet 30 mg aripiprazol ile özkıyım girişimi mevcuttur. Oniki yıllık hastalık öyküsünde katatoninin eşlik ettiği herhangi bir başka psikotik alevlenme dönemi tanımlanmamaktadır. PB 185 Genital Self Mutilasyon: Bir Olgu Sunumu Nermin YÜCEL*, Atakan YÜCEL**, Elif ORAL**, Hatice YÜCE** *Atatürk Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ana Bilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi, Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Erzurum Giriş: Genital self-mutilasyon (GSM) nadir rastlanan ciddi bir kendini yaralama davranışıdır. Self- mutilasyon depresyon, kişilik bozuklukları, transeksüalite, vücut dismorfik bozukluk, yapay bozukluk ayrıca halüsinasyon ve hezeyanların bir sonucu olarak psikotik bozukluklarda görülür. Somatik hezeyanları ve vulvar görsel halüsinasyonları sonucu GSM ile gelen bir olgu sunulmuştur. Olgu: 24 yaşında bayan, baş dönmesi ve bayılma şikayeti sonrası genital kesi ve yoğun kanamasının farkedilmesi üzerine yakınlarının ısrarıyla acil servise başvurmuş. Yapılan jinekolojik muayenede her iki labium majusu içine alan, posterior perineal cisime ulaşan, labium majorda doku defekti oluşturmuş kesi (WHO genital mutilasyon sınıflamasına göre Tip III) tespit edilmiş, suture edilerek kanama kontrolü sağlandıktan sonra Psikiyatri konsultasyonu istenmiş. Öyküsünde 7 yıl önce başlayan evde kameraların olduğu, izlendiği, düşüncelerinin okunduğu, komşularının hakkında konuştuğu fikirleri, yorum yapan sesler duyma, kalabalıktan kaçınma, uykusuzluk şikayetleriyle psikiyatri hekimine başvurduğu ve Olanzapin 10mg/gün tedavisi önerildiği, bu tedaviye 5 yıl önce Bipolar Affektif Bozukluk tanısı düşünülerek Lityum 600mg/gün eklendiği öğrenildi. Tedavi sonucu düşünce okunması, referans fikirler ve insomnia bulgularında kısmi azalma olmuş. Son iki yıldır genital bölgesinde, uzayıp şekil değiştiren siyah baloncuklar olduğunu, bu durumun iki yıldır hiç değişmediğini ve duyduğu rahatsızlıktan kurtulmak için de siyah bölgeleri keserek çıkarttığını ifade eden hastanın ruhsal muayenesinde yüzeyel affekt, irritabl duygudurum, somatik hezeyan, referans fikirler, görsel halusinasyon, sosyal izolasyon bulguları mevcuttu. İşlevselliğin birden çok alanda bozulmuş olması, hastalığın ara dönemlerinde tam iyilik hali olmaması ve fiziksel görünümü dışında da var olan hezeyanları nedeniyle paranoid şizofreni öntanısıyla tedavisine Olanzapin 20 mg/g olarak devam edilmesi uygun bulundu. Yapılan psikometrik değerlendirmede tedavinin 1. ve 4. Haftalarında sırasıyla Pozitif Semptomları Değerlendirme Ölçeğinde 41-11/170, Negatif Semptomları Değerlendirme Ölçeğinde 67-29/125 ve Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeğinde 13-6/51 şeklinde iyileşme tespit edildi. Sonuç: GSM’un temelinde seksüel çatışmalar, beden imajında bozulma, içselleştirilmiş agresyonun ifadesi veya suicidal amaç bulunabilir. Çoğunluğu şizofreni olmak üzere affektif psikoz, alkol intoksikasyonu ve kişilik bozukluklarında ayrıca bazı dini ve kültürel inanışlarda görülür. GSM’un risk faktörleri arasında halusinasyonlar, delüzyonlar, madde bağımlılığı ve sosyal izolasyon bulunur. Ağrı ve kanama en yaygın komplikasyonudur, acil müdahalenin ardından psikiyatrik ayırıcı tanı ve tedavi önem taşır. PB 186 Prodromal Belirtileri Konversiyon Olan Katatonik Psikoz Olgusunda Elektrokonvulsif Tedavi: Olgu Sunumu Özgür Maden, Beyazıt Garip, Adem Balıkcı, Süleyman Özselek, Mahmoud Almbhaideen, Mehmet Ak, Murat Erdem GATA Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara Giriş: Katatoni psikomotor belirtilerin ön planda olduğu, ya azalmış motor belirtiler ya da artmış psikomotor etkinlik veya bu iki özelliğin birbiri ardında değişimi ile kendini gösteren, “sendrom” olarak değerlendirilen bir klinik tablodur. (1,2). Konversiyon bozukluğu tarihsel olarak tanı yönünden nevrotik spektrumda değerlendirilmektedir. (3) Bu yazıda, uzun süre psikotik belirtiler gözlenmeden konversif belirtilerin ön planda olduğu, klinik takip sürecinde katotonik psikotik bir tabloya ilerleyen ve bu bulguların EKT tedavisi ile remisyonunun sağlandığı bir vaka sunulmuştur. Olgu: O.Ş. 23 yaşında, erkek, ortaokul mezunu, bekar hasta. Öncesinde herhangi bir psikiyatrik bozukluk öyküsü olmayan hasta, bayılma ve titreme atakları, sıkıntı ve iç daralması, keyifsizlik, uykusuzluk şeklinde yakınmalarının olması nedeniyle hastaneye başvurmuş. Konversiyon ve anksiyete Bozukluğu tanılarıyla uyumlu düşünülen hastaya tedavi başlanmış. Bulguların kısmen gerilemesi sonrası taburcu edilen hasta taburculuk sonrası altıncı günde, kullandığı ilaçların tamamını içerek suisid girişiminde bulunmuş. Sonrasında Depresif Nöbet tanısıyla yatarak tedavisi tekrar düzenlenmiş. Yaklaşık iki aylık takip sürecinde bulgularında kısmi gerileme olmuş. Sonrasında psikomotor aktivitede azalma, yememe, içmeme, mutizm bulgularının tabloya eklenmesi üzerine tekrar merkezimize yatışı yapıldı. Bu takip süreci içerisinde hastanın nöroloji, dahiliye ve enfeksiyon hastalıkları konsültasyonları alınmış, herhangi bir organik bozukluk tespit edilmemiştir. Hastanın progresif olarak ilerleyen katotonik tablosunun tedavisi maksadıyla EKT uygulanmasına başlanmıştır. 10 seans EKT sonrası bulgularda anlamlı düzelme olması neticesinde hasta antipsikotik tedavi ile taburcu edilmiştir. Sonraki takip sürecinde bulguların ilerleyici şekilde düzeldiği görülmüştür. Tartışma: Vakanın EKT uygulaması sonrası progresif olarak düzeldiği izlenmiştir. Katatonik vakalarda EKT’nin etkili bir seçenek olduğunu belirtilmektedir (1). Vakanın konversiyon bulgularının psikotik bozuklukların prodromal döneminde de baskın bulgu olabileceğini göstermesi ve bu tür vakalarda EKT' nin etkinliğini göstermesi açısından da önemli olduğu düşünülmüştür. Sonuç olarak; “atipik psikiyatrik” bulgular ile seyreden Konversif Bozukluk vakalarının ayırıcı tanısında Katatonik Psikoz da göz önünde bulundurulmalıdır. Referanslar: 1.ECT for prolonged catatonia. Malur C, Pasol E, Francis A. J ECT. 2001 Mar;17(1):55-9. 2.Case report: electroconvulsive therapy in a 33-year-old man with hysterical quadriplegia]. Encephale. Gaillard A, Gaillard R, Mouaffak F, Radtchenko A, Lôo H. 2012 Feb;38(1):104-9. 3. Abdülkadir ÇEVİK, Psikiyatri Dünyası 1999;1:11-14 PB 187 Gebelikte Antipsikotik İlaç Kullanımı: Bir Olgu Sunumu Çağdaş Hünkar Yeloğlu*, Fatmagül Helvacı Çelik*, Selim Polat*, Meltem Puşuroğlu*, Gökhan Kandemir**, Çiçek Hocaoğlu*** * Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Rize ** Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Rize *** Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri Anabilim Dalı, Rize Psikotrop ilaçların güvenliği ve gebelikte psikiyatrik bozuklukların tedavisinde kullanılmaları ile ilgili çelişkili bulgular vardır. Gebelikte psikofarmakolojik tedavinin yararları ve riskleri dikkate alınmalıdır. Gebelere ilaç verildiğinde, bu ilaçlar anne ve plasenta kanı arasında hiçbir engel olmadığından rahatlıkla fetüsa ulaşırlar. Bundan dolayı gebelikte ilaç kullanımına karar verilirken neonatal toksisite, prematüre ve ölü doğum ile morfolojik ve davranışsal teratojenite risklerinin dikkate alınması gerekmektedir Şizofrenik popülasyonda doğum oranının normalden fazla olması gebelikte ilaç kullanımının önemini giderek arttırmıştır. Gebelikte şizofrenik belirtilerde artış veya azalma olup olmadığı ve şizofrenik annelerin çocuklarında ilaç kullanmasalar bile konjenital anomali riskinin artıp artmadığı konusu tartışmalıdır. Antipsikotik ilaçlar plasentadan serbestçe geçerler. Klasik antipsikotikler fetüs için görece daha güvenlidirler. Klorpromazin, haloperidol, perfenazin ile yapılan çalışmalarda malformasyon riskinin artmadığı ileri sürülmüştür. Birçok atipik antipsikotiğin gestasyonel diyabeti tetikleyerek fetal malformasyon oranında artış yaptıklarına ilişkin anlamlı veriler mevcuttur. Bu nedenle gebelikten önce atipik antipsikotik kullanımını sürdüren anne adaylarında gebelik başladığında klasik antipsikotiklere geçiş yapılması önerilmektedir. Ancak mevcut bilgiler ışığında gebelik sırasında kullanılmak zorunda kalınan hiçbir psikotrop ilacın tam emniyetli olmadığı açıktır. Öte yandan ağır ruhsal bozuklukları olup gebe kalmış kadınların tedavi edilmedikleri takdirde hem kendileri hem bebek, hem de çevreleri açısından birçok ciddi sorunlar ile karşı karşıya kalabildikleri de bilinmektedir. Bu nedenle, klinisyenler güvenli seçenekleri seçmeli ve kişiye özgü tedavi planları ve hasta takibi yapacak stratejiler izlemelidirler. Biz de bu çalışmada son 1 aydır anlamsız konuşma ve davranışlar, şüpheler, kulağına sesler gelmesi uykusuzluk, saldırganlık yakınmaları ile yakınları, güvenlik elemanları tarafından kliniğimize zorla getirilen ve yatırılarak düşük doz haloperidol tedavisi başlanan 15 yıldır şizofreni tanısı ile farklı sağlık kuruluşlarında yatarak ve ayaktan tedavi görme öyküsü ile gebelik öncesi olanzapin 20mg/g tedavisi izlenen, gebelik sırasında ilacını bırakan 8 aylık gebe 29 yaşındaki kadın hastayı literatür bilgileri eşliğinde sunmayı amaçladık. Kaynaklar: 1Altıntoprak AE, Erol A, Koturoğlu G, Gönü AS. Atipik Antipsikotiklerin Kadın Fertilitesi ve Gebelik Üzerine Etkileri: Olgu Sunumu Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2005;15(4):182-186 2. Çetin M. Gebelikte psikotrop ilaç kullanımı: Bir güncelleme Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2011;21(2):161-173 3.Kulkarni J, McCauley-Elsom K, Marston N, Gilbert H, Gurvich C, de Castella A, Fitzgerald P. Preliminary findings from the National Register of antipsychotic medication in pregnancy. Aust NZJ Psychiatry 2008; 42:3844. PB 188 Klozapine Bağlı Geç Başlangıçlı Nötropeni Olgusunda Klozapin Tedavisine Devam Edilmesi Gökhan Öz, Koray Başar, Yavuz Ayhan, Suzan Özer Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, Ankara Giriş: Klozapin tedaviye dirençli şizofrenide etkinliği kanıtlanmış bir antipsikotiktir. Nötropeni ve agranülositoz klozapinin doza bağlı olmayan, idiosenkratik, klozapin kesilmesi ile geri dönüşlü olabilecek yan etkilerindendir. Ancak klozapinin etkili olduğu tedaviye dirençli hasta grubunda ilacı kesme kararını vermek güçtür. Bu olgu sunumunda dokuz yıldan uzun süre klozapin kullanımı sonrasında ağır nötropeni gelişmesine rağmen klozapine devam edilen bir şizofreni hastasında, yineleyen nötropeniye tedavi yaklaşımı tartışılacaktır. Olgu: Yaklaşık otuz yıldır şizofreni tanısıyla izlenen 47 yaşındaki kadın hastaya, tedaviye direnç ve EPS yan etkilerine duyarlılık nedeniyle dokuz sene önce klozapin başlanmış. İlaçtan fayda gören hasta tıbbi kayıtlara göre bu süre zarfında klozapini 200-700mg/gün aralığında kullanmış. Klozapine başlandıktan yaklaşık dokuz sene sonra, 2012’de nötrofil sayısının 510/ul saptanması üzerine, tedavisinin düzenlendiği merkezde klozapin kesilmesi ve ketiapin başlanması planlanmış. İki ay sonra klozapin 100mg/gün ve ketiapin 100mg/gün alır iken şizofreni belirtilerinin alevlenmesi üzerine ketiapin dozu 600mg’a çıkılmış. Davranış belirtilerinin yatışmaması üzerine hastanemize başvuran hasta servise kabul edildi. Anemi ve iki ay önceki tetkiklerinde saptanan nötropeni nedeniyle Hematoloji Bölümü’nce istenen periferik yayma, viral belirteçler, demir parametrelerinde nötropeni ile ilişkili olduğu düşünülen bir anormallik saptanmadı. Hastanemize başvuru esnasında nötrofil sayısı 2700/ul olan hastanın geçmiş tedavi yanıtı göz önünde bulundurularak klozapin tedavisinin devam edilmesi ve klozapin etkin düzeye gelinceye kadar ketiapin 900mg/güne devam edilmesine karar verildi. Klozapin 400mg/güne çıkılan hastada günlük tam kan sayımı yapıldı. Bir ay sonra nötrofil değerinin 1000/ul saptanması üzerine lityum karbonat 600mg/gün ve beta glukan 20mg/gün başlandı. Nötrofil düzeyi 1900e yükselen ve tekrar düşme saptanmayan hasta, davranış belirtilerinin yatışması üzerine taburcu edildi. Hastanın iki aylık ayaktan takibinde nötropeni tekrarlamadı. Sonuç ve Tartışma: Klozapin nötropeniye direkt toksik etki ve immun mekanizmalar aracılığı ile yol açmaktadır. Bu yan etki genellikle erken dönemde görülse de, daha nadiren yıllar sonra gelişen vakalar da bildirilmiştir. Klozapin tedavisine devam edilmesi veya yeniden başlanması ile, olgumuzda olduğu gibi, nötropeni yineleyebilir. Klozapin ile nötropeni gelişen olgularda lityum karbonat ve beta-glukan eklenmesi nötropeniyi engelleyebilir. PB 189 Şizofreni mi, Erken Başlangıçlı Demans mı? Ağır Psikotik Belirtilerle Seyreden Bir Olgu Nefise Kayka, Osman Yıldırım Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikiyatri AD, Bolu Giriş: Şizofreni ve frontotemporal demans arasındaki benzerlikler ve ayırıcı tanı ile ilgili sorunlar birçok araştırmacı tarafından vurgulanmıştır. Özellikle genç hastalarda bu iki tanı arasındaki ayrım daha da zorlaşmaktadır.Burada, otuzlu yaşlarının sonlarında ortaya çıkan şiddetli bilişsel ve psikotik bulguları mevcut olan bir kadın olgu sunulacaktır. Olgu: Bayan Z,40yaşında, ilkokul mezunu, 5çocuklu bir ev hanımıydı. Kliniğimize, aynı ildeki bir ruh sağlığı hastanesinde 1 ay izlendikten sonra sevk edilmişti. Ailesinden alınan öyküde, 2-3 yıla kadar bilinen herhangi bir rahatsızlığı olmayan hastanın kendi kendine anlamsız mırıldanmaları başladığı, en küçük çocuğunun zarar göreceği korkusuyla eve kimseyi istemediği ve sürekli dezorganize davranışlar sergilediği öğrenildi. Hastanın son bir yılda idrar ve gaita inkontinansı da ortaya çıkmış ve yemek de dahil olarak öz bakımı tamamen kaybolmuştu. Daha önce birkaç kez psikiyatri başvuruları olmuş ve ismi hatırlanmayan ilçalar da kullanmıştı. Aile öyküsünde en büyük erkek kardeşinin de psikiyatrik tedavi aldığı, hastamıza benzer yakınmaları olduğu, bu şekilde ağırlaşarak birkaç yıl içinde bilinmeyen bir nedenle öldüğü tespit edildi. Ruhsal durum muayenesinde duygulanım ötimikti, düşünce içeriğiçağrışımları değerlendirilemedi, öyküsünde işitsel varsanısı olan hastadan varsanıya dair belirti gözlenmedi. Davranış planlaması yetersizdi. Yer ve kişi yönelimi vardı; zaman yönelimi azalmıştı. Anlık ve yakın bellek yetersizdi. Manyerizmi de mevcut olan hasta, yapılan MMT’de 15 puan aldı. Lab. tetkikleri sonucunda anemisi ve B12 eksikliği saptanan hastaya bunlara yönelik tedavi başlandı. Hasta aşırı hareketli olduğu için EEG çekilemedi, anestezi ile çekilen MR’ında hafif derece serebral atrofi saptandı. Tanı netleştirilmesi amacıyla yapılan Nöroloji konsültasyonu yönlendirici olmadı. Hastanın aile öyküsünde de erken başlangıçlı benzer bir tablonun olması, genetik değerlendirilmenin de gerekli olduğunu düşündürdü. Merkezimizde yeterli altyapı olmadığı için hasta, genetik değerlendirilmenin başka merkezde yapılmasına karar verilerek taburcu edildi. Tartışma: Bu hastada frontotemporal demans ve şizofreni tanısından hangisinin konulacağı tartışmalıdır. Dezorganize davranış, manyerizm, varsanılar gibi psikotik bulgular ve başlangıç yaşı düşünüldüğünde hastada şizofreni olduğu kanaatine varılabilir. Ancak bunlar frontotemporal demansı dışlamaya yetmez. Bellek bozukluğu, entelektüel fonksiyonlarda kayıp ve yürütücü işlevlerde bozulma ile birlikte beyin görüntülemesinde anormallikler de frontotemporal demans lehine bulgular olmakla birlikte şizofrenide de görülebilir. Hastanın kardeşinde benzer öykünün mevcut olması, kalıtımsal bir bozukluğun da söz konusu olabileceğini akla getirmektedir. Psikiyatri pratiğinde, özellikle psikotik bozuıkluklarda, aslında hiç de nadir olmayan tanısal sorunlar bu olgu ile yeniden vurgulanmıştır. PB 190 Levonorgestrelli RIA Uygulaması Sonrası Psikotik Atak: Olgu Sunumu Cihad Yükselir, Serkan Zincir, A.Gazi Ünlü, Recai Kösem, Adem Balıkcı, Mehmet Ak, Ali Doruk Gata Psikiyatri A.D Ankara/Türkiye Seks hormonlarının birçok psikiyatrik semptomatolojinin ortaya çıkması ve ağırlaşmasında rol aldığına dair veriler literatürde yer almaktadır. Levonorgestrel 19 nortestosteron, bir sentetik progesteron türevidir. En önemli kullanım alanlarından biri, kontrosepsiyon yöntemi olan levonorgestrelli rahim içi araç uygulamasıdır. Mirena uygulanması sonrası psikotik atak geçiren olgu örneği sunulacaktır. S.E. 33 yaşında, bayan hastanın yakınmalarının 1 yıl önce doğum kontrol ve menorajiyi önleme amaçlı Mirena uygulamasından sonra depresif beliriler olarak başlamış,2.kez Mirena uygulanmasından sonra eşine ve kardeşine karşı referans fikirleri gelişmiş.Fikirlerinin hezeyan boyutuna ulaşması ve sosyal işlevselliğinin bozulması üzerine hasta ailesi tarafından kliniğe getirildi.DSM IV kriterlerine göre psikotik bozukluk tanısı kondu. , BPRS, SANS VE SAPS ölçekleri uygulandı.(BPRS:46, SANS:18, SAPS:26).Kan seks horman profili istendi.Hasta isteği üzerine Mirena çıkartıldı.Risperidon 2 mg/gün tedavisi başlandı.7 gün sonra ölçek sonuçları BPRS: 7, SANS: 0, SAPS: 3 idi.Kan seks hormaon profilinde özellikle progesteron değerinde düşme vardı. 1 ay sonra kontrolde BPRS: 1, SANS: 0, SAPS: 3 olarak değerlendirildi. Levonorgestrelli RIA( LNG-RIA) ; güvenli, etkili, uzun süreli bir kontraseptif araçtır. Seks hormonlarının mental bir takım değişikliklere neden olması, kadınlarda menstrüel döngü ile ilişkili olarak ortaya çıkan psikiyatrik semptomlara yönelik araştırılmalarda ortaya konmuştur. RIA nın çıkarılması sonrası semptomların yatışması buna bağlı SANS, SAPS ve BPRS skorlarının düşmesi azalan kan progesteron düzeyi ile ilişkili olabileceği değerlendirilmiştir. PB 191 Asperger Sendromu ile Şizofreni Arasındaki Süreçte D Vitamini Eksikliği: Bir Olgu Ahsen Eratalay, Uğur Öner, Elif Tatlıdil Yaylacı, Sermin Kesebir Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Nutrisyonel Ricketts güneş ışığından yoksun kalma ya da besinsel eksiklik sonucu ortaya çıkar. Bu sunumunun amacı d vitamini eksikliğinin psikotik bulgulara aracılık ettiğini düşündüğümüz bir olgunun paylaşılmasıdır. Olgu: 16 yaşında erkek olgu, kliniğimize odasına kapanma, öz bakımını yapmak istememe, insanlardan ve sudan korkma şikayetleri ile güçlükle ikna edilerek birlikte yaşadığı annesi tarafından getirildi. Yakınmaları 12 yaşındayken arkadaş çevresinden kopma, nedensiz okula gitmeme ile başlamış. Orta ikinci sınıfta okulu tamamen bırakmış. Kendini eve kapatmış, panjurları ve perdeleri kapalı tutuyormuş. Odasında internet üzerinden felsefe, tarih ve dilbilgisi konularında yazışmalar yapmaya ve tüm vaktini bilgisayar başında geçirmeye başlamış. Eve kapanmasından 1 yıl kadar sonra internet üzerinden Çin’den kıyafet satın almış ve bir yıl boyunca sadece bu kıyafeti giymiş. Son 8 aydır kimyasal madde içerdiğini söyleyerek süt ve süt ürünlerini yememeye başlamış. 2 ay kadar önce de saçları dökülmüş. Annesinin stresli bir gebelik döneminin ardından dünyaya gelen olgumuz gelişim dönemlerini olağan bir şekilde geçen çekingen bir çocukmuş. Dört yaşında iken annesinden boşanan babasını bir daha görmemiştir. Babada alkol ve kannabis bağımlılığı ve antisosyal kişilik özellikleri mevcuttur. Okul ortamını düzeysiz olarak tanımlayan, tarih ve dilbilgisine özel ilgisi olan olgumuz Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinde Asperger sendromu olarak tanılandırılmıştır. Total alopesili, yaşından büyük gösteren olguda ruhsal gelişim ve reankarnasyon ilgili aşırı zihinsel uğraşılar mevcuttu ve içinde bulunduğu durumla ilgili iç görüye sahip değildi. Anormal ALP, Ca, P ve PTH değerleri nutrisyonel Ricketts olarak değerlendirildi. Klinik izlem sürecinde risperidon 3mg/gün, olanzapin 10mg/gün, risperidon consta 37.5 mg IM, calcitriol 0.5 mcg/gün, calcium carbonate 5000mg/gun, vitamin D3 1760 IU/gün tedavisi ile hastanın dış dünya ile ilişkilerinin düzeldiği, açık öğretimden okula devam etmek istediği ve tedaviye katılımının iyi olduğu gözlemlendi. PB 192 İsoretionin Kullanımına Bağlı Psikotik Bozukluk: Bir Olgunun Ayırıcı Tanısı Zeliha Ulaşlı, Ahsen Eratalay, Elif Tatlıdil Yaylacı, Sermin Kesebir Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Bu sunumun amacı babası şizofreni tanılı bir ergende isoretionin kullanımını izleyen akut psikotik tablonun paylaşılması ve ayırıcı tanının tartışılmasıdır. Olgu: 18 yaşında erkek olgu babasının gerçek babası olmadığı, amcasının kendisini öldüreceği şüphesi ile polisi araması üzerine getirildiği acil servisi takiben kliniğimize yatırıldı. Psikiyatrik bakısında paranoid ve persekütif tarzda çok sayıda sanrı bulunan olguda yargılama ve iç görü önemli ölçüde azalmıştı. Antipsikotik tedavinin başlanmasının ardından bir hafta içerisinde pozitif psikotik bulguları gerileyen olgu içine kapandı, platonik olarak hoşlandığı kızı düşündüğünü söylüyor, kimseyle konuşmuyordu. Olgu kısa psikotik bozukluk, ilaç kullanımına bağlı psikotik bozukluk ve şizofreniform bozukluk ayırıcı tanıları ile poliklinik kontrollerini sürdürmek üzere taburcu edildi. 35 haftalık doğan olguda atrial septum defekti ve L1-3 sinostoz mevcuttur. Babanın hastalığı nedeniyle ailenin görüştüğü kimseler bulunmamaktadır. İlkokulda sakin sessiz bir öğrenci olan olgumuzun lisede okul başarısı azalmıştır. Son bir buçuk yıldır bir cemaat evinde kalmakta ve harp akademisi sınavlarına hazırlanmaktadır. Beş ay önce çok sevdiği dedesini kaybetmiştir. İsoretionini son 3 ayda kullanmaya başlamıştır. Psikotik bulgular sınav için Ankara’ya gidişi, sınav ve dönüşü sürecinde şekillenmiştir. PB 193 Nöroleptik Malign Sendrom: Bir Olgu Sunumu Salih GENÇOĞLAN* ,Leyla AKGÜÇ** ,Mustafa ERKAN*** * Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri AD., Antalya ** Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD., Antalya *** Arş.Gör.Dr, Akdeniz Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri AD., Antalya Giriş: Nöroleptik maling sendrom (NMS) antipsikotik kullanımına bağlı rijidite, akinezi, diskinezi gibi nörolojik belirtilerle başlayan, beraberinde yüksek ateşin de eşlik ettiği ölümcül ve acil tedavi gerektiren tıbbi bir durumdur (Kaplan ve ark. 1994) . Tipik belirtileri kaslarda sertleşme ve beden ısısında artış, bilinç bozukluğu, titreme, terleme, yutma güçlüğü, idrar kaçırma, yüksek ya da değişken kan basıncı, taşikardi, lökositoz, karaciğer enzimlerinde yükselme ve kas zedelenmesine ilişkin laboratuvar bulguları eşlik edebilir (Janicak ve Beedle 2009) . Bu yazıda, acil servise akatizi nedeniyle başvuran ve yaklaşık 6-7 saatlik takip sonrası NMS belirtileri ortaya çıkmaya başlayan ve ikinci günde tüm NMS belirtilerini gösteren olgu sunulacaktır. Olgu: 37 yaşında erkek hasta 19 yıldır şizofreni tanısı ile takip edilmektedir. Acil servise huzursuzluk, yerinde duramama nedeniyle başvurdu. Değerlendirilen hastanın on yıldır klozapin 300 mg/gün, 200 mg/gün ketiapin kullandığı saptandı. Beş gün önce kontrole giden hastaya eksitasyon nedeniyle 5 mg haloperidol intramuskuler enjeksiyonu yapılmış, üç gün sonra hastada akatizi benzeri şikayatleri gelişmesi üzerine propranolol, diazepam ve biperiden eklenmiş, ancak ilaçlardan fayda görmemesi nedeniyle acil servise yönlendirilmiş. Acil serviste görülen hastanın tüm ilaçları kesildi. Hasta acil serviste takip altına alındı. Takiplerde yaklaşık 6-7 saat sonra idrar inkontinansı gelişti, terleme ve bilinç bulanıklığı gelişti. Fizik muayenede, ateş: 37 °C, nabız: 125/ dk, T.A: 140/90 mmHg idi. Nörolojik muayenede bilinç letarjik olup üst ekstremitelerde hafif rijidite mevcuttu. Laboratuvar bulguları, lökosit:12,480/mm3, kreatin kinaz:1180,000 U/L(38-190U/L), miyoglobin:389,600 ng/mL (25-72 ng/mL), SGOT: 42,000 U/L (0-40 U/L), SGPT: 26,000 U/L (0-41 U/L), BUN: 8 mg/dL (6-20 mg/dL), kreatin: 0,870 mg/dL (0,7-1,2 mg/dL), idrarda serbest hemoglobin: +++ idi. İdrar sedimentinde 7 lökosit, 27,00 eritrositler görüldü. Ekg: Normal, ekokardiyografi: normal, batın ultrasonografisi: normal, bilgisayarlı beyin tomografisi normalidi. Hasta nöroloji kliniği ile konsülte edildi, NMS tanısı kondu. Hasta psikiyatri kliniği yoğun bakım odasına alındı. Hastaya soğuk uygulama yapıldı ve i.v. hidrasyon ile birlikte bromokriptin 2,5 mg 3x1 tedricen artırılmak üzere başlandı. Hastanın sedasyonu için lorazepam 2,5 mg 2x1 başlandı. Hastanın ikinci gün takiplerinde tüm ekstremitelerde ciddi düzeyde kas rijiditesi gelişti, idrar inkontinansı devam etti, terlemesi devam etti, total kreatin kinaz: 2057 U/L, lökosit:15,530 BIN/mm3 olarak sonuçlandı. Hastanın üçüncü gününde kas rijiditesinde ileri derecede artış oldu, bilincinin tamamen kapanması üzerine hasta anestezi yoğun bakım ünitesine alındı. Hastanın yoğun bakım takiplerinde bromokriptin dozu 30-40 mg/gün’e kadar artırıldı. Bir hafta sonra hastanın NMS bulguları geriledi, rijiditesi azaldı. Taşikardi ve hipertansiyonu düzeldi, ancak yoğun bakımda muhtemel sekonder komplikasyonlar gelişmesi nedeniyle yaklaşık 25 gün sonra exitus oldu. Tartışma: Antipsikotik tedavinin önemli ve ciddi yan etkilerinden biri olan NMS her yaşta olabileceği gibi genelde genç erişkinlik döneminde sık görülmektedir (APA 1994) . Tedavi edilmediği zaman ölüm oranı %10-20 olup, depo antipsikotik kullananlarda bu oran %20 30'lara kadar yükselebilmektedir (Kaplan ve ark. 1994). NMS’nin patofizyolojisinde santral dopaminerjik sistem, kas membran disfonksiyonu ve sempatik sinir sistemi rol oynar. Dopaminerjik D2 reseptör blokajı en çok kabul edilen mekanizma olup, bu olay rijidite ve tremora neden olmaktadır. Hipotalamik D2 reseptör blokajı ısı merkezinde bozukluğuna, periferde sarkoplazmik retikulumdan kalsiyum salınımında artışla hipertermi, kas rijiditesini ve kaslardaki yıkımı artırmaktadır (Gurrera RJ. 1999). NMS tedavisinde ilk adım antipsikotiklerin kesilmesidir. Hasta destekleyici tedavi için hospitalize edilmeli ve semptomatik tedaviye hemen başlanmalıdır (Caroff 1890) . İlaç tedavisi olarak kas rijiditesini azaltmak amacıyla dopamin agonisti olan bromokriptinin (7,5-45 mg/gün) etkili olduğu bildirilmektedir (Zubenko ve Pope 1983). Hastada çoklu antipsikotik kullanımı ve haloperidol enjeksiyonu sonrasında akatizi benzeri tablo gelişmiş olup, yaklaşık olarak ikici günde NMS semptomlarının tamamı ortaya çıkmıştır. Hasta tüm destekleyici tedaviye rağmen sekonder gelişen komplikasyonlar nedeniyle kaybedilmiştir. Bu nedenle NMS acil yoğun bakım ihtiyacı gerektiren ve tedavisinin dikkatle sürdürülmesi gereken bir tablodur. Anahtar Kelimeler: nöroleptik malign sendrom, antipsikotik, yan etki PB 194 Psikiyatrik Semptomların Eşlik Ettiği Frontal Lob Epilepsisi: Olgu Sunumu *Esra Aydın Sünbül, *Fatma Fariha Cengiz, **Özgür Bilgin Topçuoğlu*Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Eğitim Ve Araştırma Hastanesi **Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Ve Göğüs Cerrahisi Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Giriş: Frontal lob epilepsisi primer olarak uykuda başlayan garip, stereotipik davranışlar, amaçlı gibi algılanan şiddet eylemleri ile seyreden ve aniden sonlanan bir klinik tablo sergilemektedir(1). Klinik tablonun söz edilen belirtilerle seyretmesi sıklıkla psödö-nöbet ve uyku bozuklukları ile karışmasına yol açmaktadır(2). Bu yazıda frontal lob epilepsisi saptanan bir olgu sunulacaktır. Olgu: 47 yaşında kadın hasta, 25 senedir olan bayılma nöbetleri şikayetiyle hastanemize başvurdu. Hastanın nöbetleri klinik açıdan çeşitlilik gösteriyordu. Hastada bazen bir anda donup kalma, çevresindekilere cevap verememe, sağa sola bakma, bir şeyler arıyor gibi davranışlarda bulunma , bazen atoni şeklinde yere düşme, bazen de ellerde ve ayaklarda kasılma, anlamsız hareketler tarifleniyordu. Aile hikayesinde marital problemleri olduğu görülen hasta çeşitli hastanelere başvurmuştu. Çekilen EEG lerde patoloji saptanmayan hastada pseudo epileptik nöbet olduğu düşünülmüştü. Hasta, bayılma nöbetlerinin sıklaşması üzerine bize başvurmuş; tanı ve tedavi amacıyla yatırılmıştır. Hastanın gerekli tetkikleri yapılmıştır ve uyku EEG sinde sol frontal odak saptanan hastaya antiepileptik tedavi başlanmıştır. Tartışma: Frontal epileptik nöbetlerin gerçek sıklığı tam olarak bilinmemektedir. Bunun nedeni olarak görülen tanı koyulmasındaki güçlükler son 15 yıllık literatüre yansımış olup, gerek iktal ve interiktal fenomenolojisi ve çabuk yayılım göstermesine bağlı olarak sergilediği polimorf klinik özellikler, gerek EEG bulgularının yorumlanmasındaki farklılıklar, frontal lob epilepsisi ile ilgili çalışmaların sayısındaki kısıtlılığı açıklamaktadır(1-3). Bu vakada görülen psikiyatrik semptomatoloji, psikiyatrik olgularda organik etiyolojinin göz ardı edilmemesi gerektiğini ve multidisipliner olarak yaklaşılması gerektiğini göstermektedir. Kaynaklar: 1. Williamson P.D: Frontal lob seizures Problems of diagnosis and classification Adv. Neurol 1992; 57 : 289-309 2. Saygı S., Katz A., Marks D.A., Spencer S.S.: Frontal lob partial seizures and psychogenic seizures: Neurology 1992, 42: 1274-127 3. Frontal lob epilepsisinde görülen psikiyatrik semptomatoloji: Olgu sunumu. Klinik psikofarmakoloji Bülteni, Cilt 9, sayı 4,1999. PB 195 Bir Ergende Künt Kafa Travmasına Bağlı Bileşik Tip Kişilik Değişikliği: Uzun Etkili Metilfenidat Ve Pirasetam Tedavisine Kısmen Yanıt Veren Frontal Lob Sendromu Zehra Topal*, Çiğdrem Karakılıç**, Cafer Alhan**, Nuran Demir*, Ali Evren Tufan* * Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ** Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi,Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Genel Tıbbi Duruma Bağlı Kişilik Değişikliği (GTDBKD), tıbbi bir nedenle, kişinin daha önceki, kişilik örüntüsünün değişmesidir. Çocuk ve ergenlerde bu bozukluğun olağan gelişimden belirgin bir sapmayı ya da en az 1 yıl süreli olarak önceki davranış örüntülerinde belirgin bir değişiklik olmasını kapsadığı belirtilmektedir (1). GTDBKD tanısı Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi yazını içerisinde şimdiye kadar görece ihmal edilmiştir (2). Bu çalışmada bir ergende GTDBKD’ nin oluşumu, klinik görünümü ve tedavisinin tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: On yedi yaşındaki lise ikinci sınıf öğrencisi erkek ergen polikliniğimize “unutkanlık” yakınması nedeniyle gelmişti. Öyküden; on beş yaşında geçirdiği araç dışı trafik kazası sırasında künt kafa travması geçirdiği ve birkaç gün kadar süren bilinç kaybı olduğu, bu olay sonrasında yakınmalarının başladığı, derslerine konsantre olamadığı, halsizlik, öfke kontrolünde güçlük şikayetlerinin olduğu öğrenildi. Daha önce herhangi bir merkezden yardım almamıştı. Geçmiş öyküden geçirdiği kaza sonrası travmatik sub araknoid kanama, talamus kontüzyonu ve beyin ödemi geliştiği öğrenildi. Aile öyküsünde özellik saptanmadı. Ergenin ruhsal değerlendirilmesinde; sol üst ve alt ekstremite hemiparezikti. Yönelim tüm eksenlere tamdı. Spontan ve iradi dikkat ve konsantrasyon azalmıştı. Duygulanım lakayt ve labil, duygudurum irritabl olarak değerlendirildi. Konuşma dizartrik ve yavaş, düşünce akışı ayrıntıcı ve persevereydi. İçeriğe bedensel yakınmalar, akademik başarısızlık ile ilgili temalar hakimdi. Hesaplama ve soyut düşünce bozuktu. Psikomotor aktivite azalmış, uyku ve iştah artmıştı. Rutin biyokimya ve hemogram sonuçlarında patoloji saptanmadı. Nörolojik muayenede sol spastik hemiparezi ve dizartri saptandı. EEG normaldi. Beyin MRG ile peri-ventriküler derin beyaz cevherde hiperintens belirsiz sinyal artışı saptandı. WISC-R test sonucunda; sözel Z.B. 79, performans Z.B. 42, toplam Z.B. 57 olarak saptandı. Nöropsikolojik testlerde; akıcılıkta azalma, dizinhibisyon, perseverasyonlar saptandı. Bulgular GTDBKD lehine değerlendirildi. Uzun etkili metilfenidat 36 mg/ gün ve pirasetam 1600 mg/ gün tedavisi başlanarak metilfenidat dozu tedricen 54 mg/ güne çıkıldı. Belirtilerinde kısmen gerileme olan hasta halen polikliniğimizde takip edilmektedir. Tartışma: GTDBKD için kesin bir tedavi bulunmamakta ve semptom örüntülerine göre ilaç seçimi yapılabileceği ancak sonuçların tatmin edici olmadığı belirtilmektedir. Çocuk ve ergenlerde travma öyküsü varlığında görülen ani başlangıçlı davranış bozuklukları ve akademik problemlerde bu tanı akılda tutulmalıdır. PB 196 Üç Kuşağında Huntington Koresi Görülen Bir Ailenin Çocuğunda Huntington Koresine Bağlı Demans Ve Yas Tablosu: Bir Olgu Sunumu Nuran Demir*, Zehra Topal*, Cafer Alhan**, Ali Evren Tufan* * Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD ** Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD Giriş: Huntington Koresi (HK), otozomal dominant geçen ilerleyici bir nöropsikiyatrik hastalıktır. Yaygınlığı 4- 7/ 100.000 olarak bildirilmektedir (1, 2). Klinik tablo genellikle 30 -50 yaşları arasında başlasa da, çocukluktan yaşlılığa kadar geniş bir aralıkta görülebilmektedir. Bu yazıda üç kuşağında da HK görülen bir ailenin çocuğunda HK’ne bağlı Demans (Davranış Bozuklukları Olan) üzerine Yas tablosu eklenen bir çocuk olgunun değerlendirilme ve tedavisi sunulmuştur. Olgu: On yaşındaki erkek hasta “ağlamalar ve sinirlilik” yakınmaları nedeniyle yatırılmakta olduğu Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları servisinde değerlendirilmiştir. Öyküden hastanın yakınmalarının dört yaşında aşırı hareketlilik ile başladığı, 5 yaşındayken denge kaybı, düşme yakınmaları olması üzerine başvurdukları merkezde HK tanısı konulduğu, 8 yaşındayken geceleri tonik- klonik kasılmalarla nöbet geçirmeye başladığı, son bir yıldır unutkanlık, beceriksizlik, konuşmada azalma ve kelimeleri karıştırma yakınmalarının olduğu öğrenilmiştir. Annesi hastanın babasının vefatından sonra sık sık onun hakkında konuşma, kendisinin de ölüp ölmeyeceğini sorma, babasını rüyada görme, zaman zaman ölmemiş olduğunu, sesini duyar gibi olduğunu söylemenin eklendiğini belirtmiştir. Geçmiş tıbbi öyküden hastanın değişken süre ve dozlarda risperidon, valproat, levatirasetam, okskarbazepin, klonazepam, olanzapin, alprazolam kullandığı ve tedaviden kısmen fayda gördüğü öğrenilmiştir. Aile öyküsünden baba ve dedesinin HK tanısı aldığı, dedesinin 5 yıl önce, babasının ise 2 ay önce vefat ettiği, annesinin Major Depresif Bozukluk tanısı ile fluoksetin kullandığı saptanmıştır. Yönelim bozukluğu ve belirtilerde gün içerisinde değişim saptanmayan hastanın HK’ne Bağlı Demans (Davranışsal Bozukluk Olan) ve Yas ölçütlerini karşıladığı düşünülerek risperidon 0.5 mg/ gün başlanmış ve anneye önerilerde bulunulmuştur. Tartışma: HK 20 yaş öncesinde başladığında Juvenil HK olarak adlandırılmakta ve ilk olaraK davranım sorunları ve akademik problemlerle kendini göstermektedir. Tedavi bireysel ve semptomlara yönelik olarak düzenlense de risperidon Juvenil HK’nde bir tedavi seçeneği olabilir (1-3). Kaynaklar: 1. Adams RD, Victor M, Ropper A. Principles of Neurology. 6th ed. New York: McGraw-Hill; 1998. p.1060-1064. 2. Bradley W, Daroff RB, Fenichel G, Marsden CD. Neurology in Clinical Practice. 3rd ed. In: Walter G, ed. Boston: 1985. p.1914-1915. 3. Roos RAC. Huntington’s Disease: a clinical review. Orphanet J Rare Dis. 2010; 5: 40. PB 197 Malign Katatoni: Bir Vaka Sunumu Esat Fahri Aydın, Erol Ozan, Mustafa Güleç Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Amaç: Katatoni kavramı düşünce, duygudurum ve uyanıklılıktaki değişimlerin eşlik ettiği motor anormallikleri kapsamaktadır. En yaygın belirtileri mutism, posturing, negativizm, staring ve rigiditedir(Taylor ve Fink 2003). Katatoninin retarde, eksite, periodik formları gibi malign formu da mevcuttur(Fink ve Taylor 2009). Malign katatoni(MK) katatonik bulguların yanında otonomik instabilite olması ile karekterizedir(Hayashi ve ark. 2005). Yöntem ve Gereçler: MK tanısı koyduğumuz bir vaka yoluyla MK’nin tanı ve tedavisini tartışmak. Bulgular: 82 yaşında Bipolar Affektif Bozukluk tanılı hasta Sodyum Valproate, olanzapin, lorazepam kullanırken şifa sebebiyle 2012 yılı mayıs ayının ortasında lorazepam tedavisi devam ettirilmemiş. Sonrasında olanzapin ve sodyum valproate tedavilerini hasta reddetmiş. 7 Haziran günü konuşması artan hastanın bir sonraki gecede ''Allah birdir ben öldüm'' içerikli bağırması olup, üç saat uyumuş. 9 Haziran sabahı çıplak dolaşması, etrafına boş bakışı, terlemesi, sinirliliği ve evden dışarı çıkma isteği mevcutmuş. Acil polikliniğinden ateş, rijidite bulgularıyla, Malign Nöroleptik Sendrom(MNS) ön tanısıyla sevk edilen hasta nöroloji kliniğinde bromokriptin tedavisi alırken yapılan yatak başı değerlendirmesinde hastaya ilave nöroleptik önerilmedi. Yedi gün sonraki değerlendirmede konuşmasında artış tespit edilen hastaya sodyum valproate 250 mg/gün ve lorazepam 0,75 mg/gün başlandı. Rijiditesi artan, tekrar değerlendirilen, katalepsi, manyerizm, rijidite, balmumu esnekliği, staring, verbigerasyon, negativizm ve withdrawal bulguları olan hastada ilk başvurudaki otonomik instabilite bulgularıda düşünülerek malign katatoni tanısıyla lorazepam 5 mg/günden 12,5 mg/güne çıkacak şekilde başlandı. Lorazepam tedavisiyle bulgularında azalma olan hastaya EKT yapılması planlanırken aspirasyon sonrası genel durumu kötüleşen hasta vefat etti. Tartışma: Katatoni altta yatan bir nörolojik, psikiyatrik veya medikal rahatsızlıkla ilişkili olup ayırıcı tanısı akinetik mutizm, koma, abuli ve hipoaktif tip deliryumdan yapılmalıdır(Daniels 2009). Tedavisinde öncelikle mortaliteyi azaltıcı, destekleyici bakımlar( beslenme, yara yeri bakımı) uygulanmalıdır. Vakamızda yara yeri enfeksiyonu ve hastanın genel bakımı olumsuz faktörler olarak karşımıza çıkmıştır. MK tedavisinde lorazepam ilk seçenek olup gereği halindeyse EKT yapılmalıdır. (Fink ve Taylor 2006). PB 198 Fahr Hastalığı: Olgu Sunumu Yüksel Kıvrak*, Süleyman Gündüz**, Esra Nigar Erkoç Ataoğlu** * Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi, * *Kars Devlet Hastanesi Giriş ve Amaç: Fahr hastalığı; bilateral striopallidodentat kalsinozis olarak da isimlendirilir. Bazal ganglionlar, serebellar, dentat nükleus ve sentrum semiovalede idiopatik kalsifikasyon görülmesi ile karakterizedir(1,2). Bu kalsifikasyonların nasıl oluştuğu kesin olarak bilinmemekle beraber enfeksiyon, metabolik ve genetik bozukluklarla ilişkili olabileceği belirtilmektedir. Burada nöropsikiyatrik semptomlarla gelen hastada ayırıcı tanıda Fahr Hastalığı’nın da dikkate alınması gerektiğini vurgulamak için bir olgu sunulmuştur. Olgu Sunumu: 26 yaşında erkek hasta, işsiz, bekâr, yaklaşık 3 aydır sıkıntı, moral bozukluğu, ağlama hali, çabuk sinirlenme, dikkat dağınıklığı, unutkanlık ve baş ağrısı şikâyetlerinin olduğunu söyledi. Daha önceden psikiyatri başvurusu olmayan hastanın soy geçmişinde nöropsikiyatrik hastalık tesbit edilmedi. Hastaya unipolar depresyon öntanısı ile sertralin 50 mg/gün tedavi başlandı. Yaklaşık iki hafta sonraki kontrol muayenesinde depresif belirtilerinde (HAM-D:13) azalma görüldü. Baş ağrıları devam eden hastanın nörolojik muayenesinde herhangi bir patolojik bulgu görülmedi. Bilgisayarlı beyin tomografisinde (BBT) subkotikal alanda, bazal ganglionlarda, serebellar hemisferlerde belirgin, simetrik kalsifikasyonlarla uyumlu görünümler izlendi Fahr hastalığı ilk defa 1930 yılında tanımlanmıştır. Hastalığın tanımlanması uzun zaman önce yapılmasına rağmen etyolojisi net olarak aydınlatılmamıştır(3). Klinik bulgular oldukça değişken olmasına rağmen nöropsikiyatrik, ekstrapiramidal ve serebellar semptomlar sıklıkla izlenir. Kişilik değişiklikleri, konuşma bozuklukları, mental ve zihinsel işlevlerde bozulma, demans ve duygudurum bozuklukları gibi davranışsal bozukluklarının yanısıra rijidite, hipokinezi, tremor,ve ataksi gibi hareket bozuklukları da yer alır. Tanıda en sık kullanılan yöntem BBT dir. Bizim olgumuzda da hasta ilk olarak nöropsikiyatrik belirtiler( sıkıntı, moral bozukluğu, ağlama, baş ağrıları, dikkat dağınıklığı) ile başvurmuştur. Tartışma ve Sonuç: Sonuç olarak BBT’de görülen ve hiç bir nedene bağlanamayan çok sayıda bazal ganglion ve serebellar kalsifikasyon varlığında Fahr Hastalığı düşünülmeli, çok değişik nöropsikiyatrik bulgulara neden olabileceği unutulmamalıdır. 1.Ang L.C, Rozdilshky B.,Alport E.C., Tchong S. Fahr’s Disease Associated with Astrocytic Proliferation and Astrocytoma Surg. Neurol 1993; 39:365-9. 2. Modrego PJ, Mojonero J, Serrano M, Fayed N. Fahr’s syndrome presenting with pure and progressive presenile demantia. Neurol Sci, 2005; 26: 367–369. 3.Fahr T. Von. Idiopathische verkalkung der hirngefasse. Zentrabl. Allg. athol, 1930; 50:129-33. PB 199 İki Olgu Özelinde Uyku Terörü ve Tedavi Yaklaşımı Hatice Sodan Turan, Nermin Gündüz, Aslıhan Polat, Ümit Tural Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Kocaeli Amaç: Uyku terörü, uykunun ilk saatlerinde, delta uykusu sırasında meydana gelen, ağlama ya da yüksek sesli çığlıkla başlayan, aşırı korku, otonomik belirtilerde artışla karakterize ani terör ataklarıdır (1). Erişkinlerde yaygınlığı %1’in altındadır (1). Bu yazıda erişkin dönemde nadir görülen “uyku terörü” bozukluğunu ve bu bozukluğun tedavisini iki olgu özelinde tartışacağız. 1. Olgu: KE, 58 yaşında, kadın, kabus görme, uykuda bağırma ve bu sırada uyanamama hissi, bağırma şikayetleriyle polikliniğimize başvurmuş. Uykuda bağırma, yatak içerisinde artmış hareketlilik oluyormuş. KE 6-7 ay içerisinde çeşitli antidepresan ve antipsikotikler kullanmış. DSM IV-TR’ye (3) göre “uyku terörü” tanısı konuldu. Klomipramin 75mg, lorazepam 1mg başlandı. Şikayetleri devam eden hastada klonazepam damla 1mg’a geçildi. Şikayetleri üçüncü günden itibaren azaldı. Birinci ayın sonunda şikayetleri tamamen düzeldi. Klonazepam damla 1mg tedavisi ile ayda bir polikliğimizde takipleri devam eden hastanın 9.ayın sonunda ilaç tedavisi azaltılarak sonlandırıldı. Hastanın uyku terör ataklarında yineleme olmadı. 2. Olgu: EÇ, 70 yaşında, erkek, sekiz aydır devam eden korkunç rüyalar görme, uykuda kendine zarar veren davranışların olması, uyku sırasında terleme, yüzde kızarma, bağırma şikayetiyle polikliniğimize başvurdu. Uyuyup uyumadığını anlayamama, korkunç rüyalar görme fakat rüya içeriğini hatırlayamama, uyku sırasında bağırma, kendine vurma, el ve kollarda istemsiz hareketler, yataktan düşme, başını çarpma gibi şikayetleri mevcuttu. Sosyal, mesleki ve ailevi işlevselliği ileri derecede bozulmuştu. Hastanın 6 ay önce aynı şikayetlerle bir psikiyatri kliniğine başvurduğu, çeşitli antidepresan ve antipsikotikler kullandığı fayda görmediği öğrenildi. Hastaya DSM IV TR’ye (3) göre “uyku terörü” tanısı konuldu ve klonazepam 1mg başlandı. Hasta tedaviden belirgin fayda gördü. Halen polikliniğimizde kontrolleri sürmektedir. Sonuç: Erişkinlik döneminde nadiren görülmesine rağmen uyku terörü olguları psikiyatri polikliniklerinde karşımıza çıkmaktadır. Tedavileri ile ilgili bilgiler net olmadığı için farklı tedavileri kullanılmaktadır. Tedavinin ilk basamağı koruma önlemleridir (Yatak odası güvenliği, alkol madde kullanımının kısıtlanması, uyku saatlerinin düzenlenmesi). Ataklar sık ortaya çıkıyorsa trisiklik antidepresanlar, seçici serotonin geri alım inhibitörleri, benzodiazapinler kullanılabilir. Benzodiazepinlerin kesilmesinden sonra daha şiddetli ataklar görülebileceği için tercih ederken dikkat etmek gereklidir (2). Uyku terörü bozukluklarında benzodiazepin kullanımı ile ilgili endişeler olmasına rağmen SSGİ ve TCA kullanımına yanıt vermeyen iki olgumuzda kullandığımız klonazepam tedavisinin etkili olduğu görülmüştür. Kaynaklar: 1. Kales JD, Kales A, Soldatos CR, Caldwell AB, Charney DS, Martin ED (1980), “Night Terrors. Clinical Characteristic and Personality Patterns”, Arch Gen Psychiatry 1980; 37: 1413-7. 2. Szcus A, Janszky J (2005), “Treatment of Sleep Disorders”, Orv Hetil 2005;146: 659-64. 3. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders i Fourth Edition, Text Revision (DSM-IV-TR). Washington, DC: American Psychiatric Association; 2000. PB 200 Posttraumatic Stress Disorder and Comorbid Psychosis: Electroconvulsive Therapy Response in Two Patients Barbaros Özdemir*, Beyazıt Garip*, Taner Öznur*, Süleyman Akarsu* *Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Psikiyatri AD İntroduction: Treatment methods are often not enough for decrease of all the PTSD symptoms, especially in cases where PTSD is comorbid with psychosis. We reported two men with combat related PTSD and comorbid psychosis who were successfully treated with electroconvulsive therapy (ECT). Case Report 1 A 40-year-old white man had experienced combat related traumatic life events and demonstrated auditory and visual hallucinations, persecutory delusions, recurring nightmares, hyperarousal and insomnia. According to the our clinical interview, he clearly fulfilled the DSM-IV-TR criteria for PTSD and psychotic disorder not otherwise specified. He was started on antipsychotic and antidepressant but didn’t show significant improvement after six weeks. 10 sessions ECT was performed during the course of the treatment. After the ECT, some of the psychotic features significantly improved. BPRS and CAPS scores decreased by mean of %33.6 and 37.3%. Case Report 2 The second case is 42 years old patient diagnosed with PTSD with psychotic features according DSM- IV criteria. He was admitted to the hospital but psychometric and clinical assessment showed insignificant improvement after the antipsychotic and antidepressant treatments so we decided to perform ECT and medication together. After the 8 sessions ECT treatment, psychotic features of the patient got better. BPRS score decreased by a mean of % 35.2. PTSD symptoms decreased by a mean of 37.2%. After ECT treatment the dose of antipsychotic reduced. BPRS and CAPS scores decreased by 65.1% and 44.5 % compared to baseline scores respectively for two months. DISCUSSION PTSD with severe depression is well documented about using the ECT but the ECT treatment in PSTD patients with psychotic features has not been well understood yet. We suggest that ECT be considered as a reasonable treatment alternative for relevant cases. Key Words: ECT, post traumatic stress disorder, comorbidity, psychosis PB 202 Mazi Kalbimde Yaradır: Travma Tedavisi İle Düzelen İki Obsesif Kompulsif Bozukluk Olgusu Önder Kavakcı Cumhuryet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ad Travmatik yaşantılarla ilişkili obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ya da obsesyonlar, yaygınlığı yüksek olmasına rağmen üzerinde az çalışılmış bir durumdur (1). Bazı çalışmalarda travma sonrası stres bozukluğu(TSSB) ile birlikte olan OKB’nin tedaviye kötü yanıt verdiği bildirilmiştir(2). Bu çalışmada travma tedavisi ile obsesyonları düzelen iki olgu sunulacaktır. Olgu 1 Bayan A, 42 yaşında memur, evli ve iki çocuk sahibi bir yıldır çocuklarına zarar vereceği şeklinde obsesyonları var, baş etmek için çocuklarından uzak durma, başka şeyler düşünmeye çalışma, evden uzaklaşmaya çalışma şeklinde davranışlar geliştirmiş. Uyanık olduğu her an bu düşüncelerin kendisini rahatsız ettiğini bildiriyor. Uzun yıllardır çocukluğu ile ilgili kâbuslar gördüğünü ve bunlardan çok rahatsızlık yaşadığını bildiriyor. 10 yaşındayken annesinin penisilin enjeksiyonu sonrası ölümüne tanık olmuş. Babasının alkol sorunu varmış. Ekonomik güçlükler nedeni ile eğitimini zorlukla sürdürmüş. Tedavi sürecinde öncelikle annesinin ölümü başta olmak üzere çocukluk travmaları EMDR uygulanarak çalışıldı. Tedavi sonunda obsesyonları yok denecek düzeye geldi, kabusları kayboldu. Olgu 2 Bayan B, 37 yaşında evli, yüksek düzeyde memur, çocuğu yok. İkinci evliliğindeki sorunlar nedeni ile başvurdu. Belirtileri Major depresyon ölçütlerini karşılıyordu. Yakınmalarının başlangıcına odaklanıldığında 12 yıl önce trafik kazası geçirdiği belirlendi. TSSB açısından değerlendirildiğinde bozukluğun ölçütlerini de karşılıyordu ve Olayların Etkisi Ölçeği puanı 51 olarak bulundu. Trafik kazası EMDR ile çalışıldıktan sonra TSSB ve depresyon belirtileri kayboldu. Travma tedavisinden sonra hasta daha önce yakınma olarak getirmediği birçok kontrol etme kompulsiyonunun ve temizlik obsesyonu ve kompulsiyonunun kaybolduğunu bildirdi. Tedavinin ardından meslek yaşamında ve özel yaşamında önemli iyileşmeler gösterdi. Tartışma ve sonuç: Bazı OKB olgularında hastalık başlangıcı travmatik yaşantılar ile bağlantılı olabilir ve bu olgularda travma terapisi uygulamak, hem OKB belirtilerinde hem de yaşamlarının diğer alanlarında iyileşmelere yol açabilir. Kaynaklar 1-Nacasch N, Fostick L, Zohar J. High prevalence of obsessive-compulsive disorder among posttraumatic stress disorder patients. Eur Neuropsychopharmacol. 2011 Dec;21(12):876-9 2-Gershuny BS, Baer L, Parker H, Gentes EL, Infield AL, Jenike MA. Trauma and posttraumatic stress disorder in treatment-resistant obsessive-compulsive disorder. Depress Anxiety. 2008;25:69- 71 PB 201 Travma Sonrası Stres Bozukluğunun Kognitif Yıkım ve Psikotik Belirtiler ile Giden Yeni Bir Alt Grubu Mu ? Olgu Sunumu Ali Emrah Bilgen*, Mehmet Ak*, Beyazıt Garip*, Kamil Nahit Özmenler*, Aytekin Özşahin* *Gata Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlığı. Giriş: Travma sonrası stres bozukluğu; kişinin travmatik bir stresöre maruz kalması sonucu yeniden yaşantılama, kaçınma, duygulanımda küntlük, otonomik, disforik ve bilişsel bulguların değişik derecelerde bulunduğu bir bozukluktur. Biz bu yazıda savaş travmasına maruz kalmış olup kliniğimizce TSSB tanısı konulan, süreçte başka merkezlerde şizofreni tanısı ile takip edilen ve kognitif yıkımla seyreden bir olgudan yola çıkarak TSSB’ da yeni bir alt grubun tanımlanıp tanımlanamayacağı konusunu tartışmayı amaçladık. Olgu: 43 yaşında emekli erkek hastanın 2011 Ağustos ayındaki başvuru yakınmaları; uykusuzluk, zaman zaman öfke patlamaları, travmatik olayı yeniden yaşantılama, kalabalık içine girmekten kaçınma, unutkanlık, insanlara güvenememe, kendisini değersiz hissetme şeklindedir. Hasta 1990-1999 yılları arasında birçok silahlı çatışmaya girmiş, ilk başvurusu 2001 yılında olmuştur. TSSB olarak değerlendirilen hastanın 2001-2006 yılları arasında 6 kez hospitalize edildiği, çeşitli antidepresan, anksiyolitik, düşük doz antipsikotik tedaviler aldığı anlaşılmaktadır. Hastanın ruhsal muayenesinde; düşünce içeriğinde referans ve perseküsyon hezeyanları, algıda işitme halüsinasyonları, duygulanımında kısıtlılık, mimik ve jestlerinin silik ve sosyabilitesinin uzak ve soğuk olduğu tespit edilmiştir. Sürdürülen tedavilere rağmen birçok kez gece rüyasında teröristlerle çatıştığını görerek birlikte uyuduğu eşinin boğazına sarılma, bazı dönemlerde kulağına operasyonla ilgili bilgileri içeren komutların gelmesiyle başlayan operasyon planı yapma, sonraki süreçte polis karakolunda elinde bıçağı ve komando teçhizatı ile sonlanan hatırlamadığı dissosiyatif dönemleri içeren belirtilerinin olduğu anlaşılmaktadır. Kognitif alanı değerlendirmek amacıyla uygulanan organisite testlerinde görsel algı motor koordinasyon, görsel bellek ve yürütücü işlevler alanında bozulma olabileceğine ilişkin bulgular saptanmıştır. CAPS ve İES testlerinde TSSB tanısına yönelik sonuçlar elde edilmiştir. Tartışma Hastanın öyküsünde ve ruhsal muayenesinde tanımlanan, başka bir merkezde şizofreni tanısı konulmasına neden olan belirtilerin başında dissosiyasyonlar gelmektedir. Hastanın travmaya uyum sürecinde sergilediği referans hezeyanlar, işitme halüsinasyonları, yeniden yaşantılama ve kaçınma belirtileri negatif belirtiler şeklinde yorumlanmış olup tanımlayıcı anlamda şizofreni tanısı almış olduğu düşünülmektedir. Ancak klasik bir TSSB’a göre kognitif yıkımın çok belirgin olması, dönem dönem realiteye uyumun ciddi derecede bozulması, düşünce içeriğindeki somutluk, akıştaki perseverasyonların varlığı, sembolizasyonun sık kullanılması bu vakaların tipik TSSB’a uymayan yanlarıdır. Anahtar kelimeler: Psikotik özellikler, Bilişsel bozukluk, Travma sonrası stres bozukluğu PB 203 Bakım Verende Travma Sonrası Stres Bozukluğu: Paylaşılmış Travma, Olgu Sunumu Seher YAĞMUR BİLEN, Mehmet Alper ÇINAR TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi, Bilkent, Ankara Bu olgu sunumunda, fiziksel ve ruhsal travma mağduru olan hastaya refakat eden ve bakım veren eşinin sergilediği travmatik stres bozukluğu semptomlarına dikkat çekilerek, travma çalışmalarında paylaşılan travmatik yaşantılarının da en az doğrudan travma yaşantısı kadar etkili olduğuna dikkat çekmek amaçlanmıştır. Bayan Y.K. yaklaşık bir yıl önce travmatik olayda yaralanma sonrası bileteral görme kaybı ve sol kalça dezartükülasyon ampütasyonu olan eşine refakat etmektedir. Bakım veren eş için, travmaya ve sürece ilişkin bilgilendirme yapılmış, sosyal destek sistemlerinden faydalanması için ilgili birimlere yönlendirilmiştir. Bayan Y.K.’nın yaralı eşinin travmatik yaşantılarını içeren tekrar eden kâbuslarının olması, uykusuzluk, kilo kaybı ve çabuk sinirlenme yakınmaları olması nedeniyle psikiyatrik değerlendirilmeye alınmıştır. Psikiyatrik muayenesi ve psikometrik incelemesi sonrasında; travmatik olayı tekrar yaşaması, travmatik olayın hatırlatıcılarından kaçınma davranışı sergilemesi ve artmış uyarılmışlık semptomları sergilediği saptanmış, travma sonrası stres bozukluğu olarak değerlendirilmiştir. Tedavisine; venlafaksin 75mg/gün, mirtazapin 15mg/gün, travma odaklı psikoterapi haftada iki seans olarak başlanmıştır. Travma mağdurlarının yakınlarının/bakım verenlerinin, doğrudan travmatik yaşantısı olan birey gibi travmatik süreçten etkilenebileceği ve hastalık tablosunun gelişebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Travma sonrası değerlendirmenin travmaya doğrudan maruz kalan birey kadar travmaya dolaylı olarak maruz kalan bireyleri de kapsaması, aynı travmatik süreçten etkilenen tüm bireylerin etkin yardım almalarına olanak sağlayacaktır. PB 204 Kardeşinin Cinsel İstismarı İle İlişkili Dolaylı Travma Sonrası Stres Bozukluğu Gelişen Bir Olgu Hatice Altun*, Ali Nuri Öksüz** *Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD, Kahramanmaraş **Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kahramanmaraş Giriş Kişinin yaşamını ya da beden bütünlüğünü tehdit eden her türlü durum kişi üzerinde travmatik etki oluşturabilmektedir. Travmatik olayların ardından, olaya doğrudan maruz kalanların yanı sıra, tanık olanlar, mağdurların yakınları ve yardım çalışmalarında görev alan kişiler de travmatik stres belirtisi gösterebilir. Bu grupların gösterdiği tepkiler, ikincil travmatik stres ya da dolaylı travmatizasyon olarak ifade edilmektedir. Bu olguda kardeşine karşı yapılan cinsel istismarı kendi yaşamış gibi travma sonrası stres bozukluğu gelişen bir hasta tartışıldı. Olgu 15 yaşında kız hasta. Kız kardeşi 4 yıl önce cinsel istismara uğramış. Kardeşinin çocuk şubede verdiği ifadelerini okumuş. İfadede yer alan taciz olaylarını, sanki kendi başına gelmiş gibi hissediyormuş. Olayı sürekli yeniden yaşantılaması ve olayı hatırlatıcı durumlardan kaçınması varmış. Gelecekle ilgili herhangi bir beklentisi ve evlenme düşüncesi yokmuş. Uykusuzluk, öfke patlaması, mutsuzluk, keyifsizlik şikâyeti varmış. 1 kez suicid girişiminde bulunmuş. Olay şubat ayında olduğu için, 4 yıldır her şubat ayında sıkıntısı artıyormuş. O gün kardeşini dışarıya gönderdiği için kendini olayların sorumlusu olarak görüyormuş. Kendisini suçlu hissediyormuş. Kendisine bir kez sözlü tacizde bulunulmuş. Baba bu olay için sürekli anneyi suçluyormuş. Olaydan sonra anne depresyon tanısı ile tedavi görmekteymiş. Hastada psikotik bulgu saptanmamıştır. Mental durum muayenesinde; duygulanımı anksiyöz, duygudurumu depresif, düşünce içeriğinde stresörü ile ilgili sıkıntıları mevcuttu. Tartışma Cinsel istismar sonrasında çocuk ve ailesinde birçok psikiyatrik semptom gelişebilmektedir. Travmaya dolaylı olarak maruz kalmanın ardından yaşanan psikolojik sürecin, travmaya doğrudan maruz kalanların yaşantılarına benzer olduğu belirtilmektedir. Bu hasta kardeşinin travmasına tanık olmasa da, kendi yaşadığı bir travma gibi algılamış ve hastada bununla ilişkili psikiyatrik hastalık gelişmiştir. Bu hastada travma sonrası stres bozukluğu gelişmesinde; hastanın kendisini olayın sorumlusu olarak hissetmesi, annenin ciddi psikiyatrik probleminin olması, babanın sürekli olaydan dolayı anneyi suçlaması, anne baba arasında sürekli tartışmaların olması, babanın kendisine karşı ilgisizliği, daha önceden kendisine sözlü tacizde bulunulması gibi faktörlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Sonuç Cinsel istismar tüm aileyi etkilediği için aile bireylerinin de psikiyatrik muayenesi göz ardı edilmemelidir. PB 205 Olfaktör Referans Sendromu: Bir Olgu Sunumu Zerrin Binbay*,Selim Sağır*, Mustafa Solmaz* *Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul Olfaktör referans Sendromu (ORS) , kişinin çevresine katlanılmaz ölçüde kötü bir koku yaydığına inandığı psikiyatrik bir bozukluktur. Bu durumdan dolayı hastalar, oldukça yoğun sıkıntı duyar ve daha çok kendilerini suçlama eğilimindedir, toplum içine çıkmaktan kaçınırlar, bu da sosyal ve mesleki anlamda geri kalmalarına yol açabilir. ORS, sıklıkla erken yaşta başlar ve bekâr erkeklerde daha fazla görülür. Pryse-Philips, hastalığı tanımlamış ve belirtileri temporal lop epilepsisi, depresyon ve şizofrenide görülen olfaktör belirtilerden ayırmıştır. ORS, DSM-IV’te; sanrısal bozukluk, somatik alt tipinde yer almaktayken, son dönemlerde DSM-V ile ilgili yapılan çalışmalarda Obsesif Kompulsif Bozukluk spektrumunda bulunan hastalıklar içinde yer alması planlanmaktadır. Bu olguda, kötü koku yaydığını düşünen 26 yaşında bekâr bir kadın hasta sunulmaktadır. Klinisyenlerin bu sendromu etkin bir şekilde değerlendirebilmesi, hastaların daha iyi bir şekilde tedavi olmalarını sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: Olfaktör Referans Sendromu, Sanrılı Bozukluk, Major Depresyon PB 206 Sosyal Fobinin Bilişsel Davranışçı Yöntemle Tedavisi: Bir Olgu Sunumu Gökce Gürdil Bilkent Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Gelişim Merkezi Giriş Sosyal fobi, bireyin utanç verici davranışlarda bulunma korkusuyla sosyal ortamlara ya da performans göstermesi gereken durumlara girmekten kaçınması şeklinde tanımlamaktadır. Sosyal fobi tanısını alan bireyler, söz konusu kaçınma davranışlarından dolayı iş ya da sosyal yaşamlarında belirgin bir kısıtlanma yaşarlar (1). Bu çalışmada sosyal fobi + depresyon tanısı alan bir hastanın bilişsel-davranışçı tedavi formülasyonunun açıklanması amaçlanmıştır. Olgu sunumu 24 yaşında, erkek, bekâr hasta, moleküler biyoloji bölümü 1. sınıf öğrencisi, yurtta kalıyor. Derslerde sunum yapamama, kendisine soru sorulduğunda gerginlik yaşama, insanların karşısında sesinin ve elinin titremesi, çarpıntı yaşama, heyecanının belli olmasından kaygılanma, arkadaş edinmede zorlanma, uykuya dalamama ve konsantrasyonda düşüş şikâyetleriyle merkezimize başvurdu. Söz konusu şikâyetleri yaklaşık 16 yaşından beri yaşadığı ve daha önce NLP ve hipnoz gibi tedavi yöntemlerini denediği belirlendi. Tartışma: Hastamızın çocukluğunda yoğun bir biçimde aile içi şiddete maruz kaldığı belirlenmiştir. Ayrıca, çocukluğunda sosyal çevreden izole bir yaşam süren hastamızın ailesinde en ufak hataların bile şiddetle cezalandırıldığı bilinmektedir. Sonuçta hastamız kendisini ifade etmesinin cezalandırılma ve reddedilmeyle sonuçlandığını öğrenmiştir. Bu durumla bağlantılı olarak hastamızın, “arkadaşımdan bir şey istersem alay konusu olurum”, “sunum sırasında hiç kaygılanmamalıyım” ve “insanlar benim heyecanlandığımı fark edip benimle alay edecek” gibi düşüncelere sahip olduğu belirlenmiştir. Çocuklukta akranlarla yeterli düzeyde ilişki kurma olanağının bulunmaması ve yargılayıcı aile ortamı gibi faktörlerin hastamızda sosyal fobi gelişimine katkıda bulunduğu düşünülmektedir. Bilişsel model açısından incelendiğinde söz konusu faktörlerin benlik saygısında düşüşe neden olduğu ve değersizlikle ilişkili temel inançların gelişimine yol açtığı görülmektedir (2). Bu tür temel inançlar bireyin sosyal ortamlarda beceriksizce veya kabul görmeyecek biçimde davranacakları ve bu nedenle olumsuz değerlendirilecekleri yönünde beklentiler geliştirmeleriyle sonuçlanmaktadır (3). Bu beklentilerin neden olduğu kaçınma davranışları ise sosyal fobinin ilerleyişine katkıda bulunan bir kısır döngüyü ortaya çıkarmaktadır (1). Bu model göz önünde bulundurulduğunda hastamızın bilişsel-davranışçı terapi yönteminden fayda sağlayacağı düşünülmüş ve bu doğrultuda terapiye başlanmıştır. Terapi sürecinde hastamızın sosyal ortamlarda kendini ifade etmekle ilgili işlevsel olmayan inançlarının işlevsel olanlarla değiştirilmesi ve davranışsal denemelerle sosyal becerilerinin geliştirilmesi planlanmaktadır. Hafta 1 kere, 50 dakikalık görüşmelerle takip edilen hastamızın terapi süreci devam etmektedir. Kaynaklar: 1 – Sungur, M. Z. (2000). Bilişsel-davranışçı yaklaşımlar ve sosyal fobi. Klinik Psikiyatri, ek 2: 27–32. 2 – Türkçapar, M. H. (1999). Sosyal fobinin psikolojik kuramı. Klinik Psikiyatri, 2: 247–253. 3 – Dilbaz, N. (1997). Sosyal fobi. Psikiyatri Dünyası, 1: 18–2. PB 207 Adli Yönüyle Dikkat Çeken Bir Capgras Olgusu Ali Aşkar, Ali Nuri Öksüz, Fatma Özlem Orhan Kahramanmaraş SÜtçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Giriş: Capgras sendromu, hastanın genellikle kendisine yakın olan diğer kişilerin ya da nesnelerin, bazen kendisinin onlara tıpatıp benzeyen ikizleri ile değiştirildikleri şeklinde sanrılarla karakterize bir sendromdur (1,2). İlk olarak 1923 yılında Capgras ve Reboul-Lachaux tarafından tanımlanmıştır (3). Burada adli yönüyle dikkat çeken bir Capgras olgusu tartışılacaktır. Vaka: 51 yaşında, kadın, ilkokul mezunu, evli, 5 çocuklu, ev hanımı. 18.04.2011 tarihinde evinin altında sığınak olduğu, orada ateş yakıldığı, çocuklarına işkence yapıldığı ve yanındakilerin yer altındaki çocuklarının ikiz eşleri olduğu düşüncesi ile yakınları tarafından polikliniğimize getirildi. Hasta, bastığı yerin sıcak olduğunu ve burnuna yanık kokusu geldiğini, yer altından çığlık sesleri duyduğunu iddia ediyordu. Eşini, çocuklarını kabul etmiyor; onların ikiz eşleri ile değiştirildiklerini düşünüyordu. Bilgisayarla vücuduna girildiğini ve bu yöntemle kızlarına da tecavüz edildiğini düşünüyordu. Bu düşüncelerin 6 yıldan beri olduğu yakınlarından öğrenildi. 2006 yılında çocuklarının devlet kurumlarında saklı tutulduğunu düşündüğü için defalarca polis karakollarına başvurmuş, çocuklarının verilmesini istemiş yine aynı yıl içinde yaşadıklarından devletin kurumlarını sorumlu tuttuğu için tepki olarak Türk bayrağını indirmiş. Adli süreçteki psikiyatrik değerlendirmesinde “psikotik bozukluk” tanısıyla cezai ehliyetinin olmadığı şeklinde rapor düzenlenmiş. 2006 yılında 6 ay boyunca ketiapin 200mg/gün; 2011 yılında da 1 ay boyunca olanzapin 20mg/gün kullanmış, ancak fayda görmemiş. Polikliniğimizdeki ruhsal durum muayenesinde; düşünce sürecinde bloklar mevcuttu, çağrışımları düzensizdi, çevresel ve teğetsel konuşmaları vardı. Düşünce içeriğinde paranoid persekütif sanrıları vardı. Algılamada taktil, işitsel, görsel ve koku halüsinasyonları mevcuttu. Davranışlarında psikomotor ajitasyon belirgindi. Fiziksel ve nörolojik muayenede özellik saptanmadı. Hastanın laboratuvar testleri normal sınırlarda bulundu. Kranial MR ve EEG’de özellik saptanmadı. Risperidon consta 37.5mg 14 günde bir başlanan hastanın, sanrı ve halüsinasyonları tedavinin 4. haftasında azalmaya başladı ve tedavinin 7. ayındaki poliklinik kontrolünde Capgras sanrılarında tamamen düzelme sağlanmıştır. Sonuç: Bu Capgras sendromu olgusu Risperidon Constaya cevap vermesi ve adli olaylarla ilişkisi nedeniyle dikkat çekicidir. Kaynaklar: 1.Edelstyn NM, Oyebode F. A review of the phenomenology and cognitive neuropsychological origins of the Capgras syndrome. Int J Geriatr Psychiatry. 1999; 14:48-59 2.Hirstein W.The misidentification syndromes as mindreadind disorders. Cogn Neuropsychiatry. 2009;15:1-28 3. Berson RJ. Capgras syndrome. Am J Psychiatry. 1983;140:969-978 PB 208 Adli Olgu: De Clerambault Sendromu Hira Selma Kalkan*, Hayriye Pınar Çağlar Nazalı** *Diyarbakır Ergani Devlet Hastanesi **Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Giriş: De Clerambault Sendromu olarak ta adlandırılan erotomani, kişide daha yüksek statüde birinin kendisine âşık olduğuna ilişkin sanrılarla giden bir bozukluktur. Karşısındaki kişinin reddedici davranışlarını rasyonalize ederek aslında kendisine âşık olduğunu ama her hangi bir sebepten dolayı böyle davrandığını düşünür. Genellikle kadınlarda görülür. (1) Biz bu makalede, adli makamlar tarafından hastanemize gönderilmiş olan, erotomanik hezeyanlarla seyreden bir erkek olguyu tartışacağız. Olgu: 34 yaşında erkek, ilkokul mezunu, 2 yıl önce boşanmış, 4 çocuğu var, şuan köyde, anne babasıyla yaşıyor, mevsimlik işler yapıyor, düzenli geliri yok, 2 yıldır çalışmıyor. Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gönderilen kişi, işlediği öne sürülen “Tehdit, sesli yazılı veya görüntülü bir ileti ile cinsel taciz, kişilerin huzur ve sükûnunu bozma ” suçu nedeniyle ceza sorumluluğunun belirlenmesi istemiyle hastanemiz adli birimine yatırıldı. Kendisinin baş ağrısı ve yorgunluktan başka tarif ettiği bir şikâyeti bulunmamaktaydı. Kişinin yaşadığı yerden başka bir ilde avukatlık yapmakta olan halasının kızının da kendisini sevdiğini, ama kendisini denemek ve ruh sağlığı yerinde mi kontrol ettirmek için hastaneye yatırılmasını sağlamak üzere davacı olduğunu düşünüyor. 2 yıl boyunca halakızına birçok kez telefonla tacizde bulunduğu, 3 kez şikâyet edildiği, 2 ay süreyle cezaevinde kaldığı ancak eylemlerine devam ettiği öğrenildi. Tartışma: Hastaların hezeyanlarıyla ilgili iç görüleri olmadığından ve hezeyanı dışında işlevselliği bozulmadığından, çevre tarafından da fark edilemediğinden psikiyatri kliniğine başvuru çoğunlukla hastamızda olduğu gibi adli makamlarla başları dertte olduğunda mahkeme kanalı yoluyla olur. (2,3) Bu olguyu, sendromun nadir rastlanması, daha çok kadınlarda görülmesine ve olgumuzun erkek olması, adli mevzularla karşımıza çıkması ve hastanın yaşamının ne derece etkilenebileceği, bu etkilenmeye karşın kişide hezeyanların ısrarcı olması nedeniyle sunmayı amaçladık Kaynaklar: 1. David Enoch ve Hadrian Ball: Uncommon Psychiatric Syndromes. Fourth Ed. Great Britain, 2001 2. Fennig S, Fochtmann LJ, Bromet EJ. Sanrılı Bozukluk ve Paylaşılmış Psikotik Bozukluk. Kaplan & Sadock’s Comrehensive Textbook of Psychiatry. Aydın H- Bozkurt A (Çeviri Eds). Sekizinci Baskı. Güneş Kitabevi. 2007; 1525-1533. 3. Taylor PJ. Delusional disorder and delusions: is there a risk of violence in social interactions about the core symptom? Behav Sci Law. 2006;24(3):313-31.) PB 209 Keratokonus ve Psikoz Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu Bilge Bilgin, Umut Altunöz, İnci Özgür İlhan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Giriş: Keratokonus bilateral, ilerleyici, enflamatuvar olmayan, stromada incelme ve yüzey tahribatı ile seyreden bir kornea hastalığıdır. Keratokonus hastalarının normal populasyona göre daha sık paranoid, anksiyeteli, kompulsif, bizar, güvensiz, kaçıngan kişilik özellikleri gösterdiğine dair yayınlar mevcuttur. Psikoz ile keratokonus birlikteliği literatürde tek bir vakada bildirilmiş olup, bu iki tablonun tesadüften öte ortak bir etiylojik kökenden kaynaklanabileceği vurgulanmıştır. Bu bildiride keratokonus ile şizofreni komorbiditesi olan bir hasta sunulacak ve olası ortak etiyolojik faktörler tartışılacaktır. Olgu: 21 yaşında lise 2’ye giden erkek hasta ilk olarak üç yıl önce Ergen Psikiyatrisi polikliniğine devamlı aynaya bakma, kulakları ve gözleriyle oynama, kendi kendine konuşma yakınmaları ile getirilmiş. Alınganlık, paranoid sanrılar, işitsel varsanıları mevcut olan hasta psikotik atak tanısı ile yatırılmış ve ketiyapin 600 mg/gün başlanmış. İki hafta sonra psikotik bulguları yatışmış. Bize ilk başvurusundan yaklaşık iki yıl önce başlayan, giderek ilerleyen bulanık ve çift görmesi mevcutmuş. Göz Hastalıkları bölümünde hastaya keratokonus tanısı konmuş ve sert lens önerilmiş. İlerleyen dönemde gözlerinin düzeleceğini düşünerek gözlerini her gün dakikalarca yıkamış ve bu durum keratokunus tablosunu kötüleştirmiş. Sonrasında avolüsyonu belirginleşmiş, okulu bırakıp açık liseye yazılmış. Bir yıl önce paranoid sanrılar, işitsel varsanıların eşlik ettiği bir psikotik atağı daha olmuş, kliniğimize şizofreni tanısıyla yatırılmış. Aripiprazol 30mg/gün ile belirgin düzelme gözlenmiş. Hastanın son kontrolünde aripiprazol 10 mg/gün ile aktif psikotik bulgusu yoktu, belirgin negatif belirtileri mevcuttu. Göz Hastalıkları bölümünde yapılan son kontrolünde ise keratokonusun çok ilerlediği, sert lensleri kullanmayı reddeden hastaya kornea nakli düşünüldüğü not edilmiş. Özgeçmişinde belirgin özellik yok. Soygeçmişinde major bir psikiyatrik rahatsızlık ya da keratokonus öyküsü yok. Sonuç ve Tartışma: Keratokonusun etiyolojisine yönelik genetik bağlantı çalışmaları alfa-1 proteinaz inhibitörü, alfa-2 makroglobulin, metalloproteinazlar, SFRP1, bir çok genetik sendrom ve özel gen bölgeleri ile ilişki bulmuşlardır. Ayrıca çevresel etmenlerin (gözü kaşıma gibi) varolan bir genetik yatkınlığın üstüne hastalığı alevlendirebileceği bildirilmiştir. Şizofreni de genetik ve çevresel etmenlerin etiyolojisinde rol oynadığı ve benzer patofizyolojik mekanizmalarla oluşabilecek sendromların eşlik edebildiği bir hastalıktır (ör. Velokardiyofasiyal sendrom). Mevcut çalışmalar psikoz ve keratokonus için ortak bir patofizyolojik bağlantıya henüz işaret etmemiş olsa da ileride yapılacak çalışmalar böyle bir bağlantı olasılığını aydınlatmayı amaçlamalıdır. PB 210 Asperger Sendromu Bir Hemisferler Arası Bağlantısızlık Sendromu Olabilir mi? Bir Olgu Sunumu Alper BAŞ, Burç Çağrı POYRAZ, Cana Aksoy POYRAZ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD Son fonksiyonel görüntüleme çalışmaları otistik spektrum bozukluklarında beyin işlevleri ile ilgili devrelerde anormallikler olduğunu göstermiştir. Otistik spektrum bozuklukları hastalarında frontal lobun beynin yüksek kortikal merkezleri (örn. 'fusiform face area') ile olan bağlantı işlevlerinde azalma ve desenkronizasyonu dikkati çekmektedir. Bu sunumda, yeni ortaya çıkan kompleks parsiyel tipteki epilepsi nöbetleri için Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji polikliniğinde takip edilen ve davranım sorunları sebebiyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi polikliniğimize yönlendirilmiş olan 17 yaşındaki erkek hasta tartışılacaktır. Ailesi tarafından sosyal içe kapanıklık, uyumsuzluk, sinirlilik ve garip davranışlarda bulunma şikayetleri tariflenen hastanın ruhsal durum muayenesinde göz kontağında azalma, disprozodi, sözel ve sözel olmayan iletişimde azalma göze çarpan muayene bulgularını oluşturmaktaydı. Alınan anmanez ve yapılan klinik değerlendirme sonucunda DSM IV-TR ye göre Asperger sendromu tanısı konulan hastanın kraniyal MR görüntülemesinde korpus kallozum lipomu ve disgenezisi saptanmıştır. Genelde asemptomatik seyreden ve insidental olarak tespit edilebileceği bildirilen bu konjenital anomaliye Asperger sendromu düşündüğümüz bir olguda rastlamış olmamız, otistik spektrum bozukluklarının beyindeki bağlantı işlevlerinde azalmaya bağlı oluşabileceği hipotezini destekler niteliktedir. PB 211 Şiddet İçerikli Televizyon Programı Sonrası Suicidal Girişim ve Deliryum: Bir Olgu Sunumu Atakan YÜCEL*, Nermin YÜCEL**,Mustafa GÜLEÇ* *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatrisi AD, Erzurum Giriş: Yaşama önemli katkıları olan medya araçlarının uygun olmayan şekil ve sürelerde kullanımının beden ve ruh sağlığı üzerine olumsuz etkileri olduğu gösterilmiştir. Medya ve ruhsal hastalıklar arasında; medya çalışanlarının karşılaştıkları olaylar sonrası belirtiler göstermesi veya izleyicinin bir intihar olayının televizyonda ele alınış şeklinden etkilenmesi yönüyle karmaşık bir ilişki vardır. Terör olaylarını konu alan, karakterlerden birinin asıyla intihar girişiminin anlatıldığı bir filmi izledikten sonra asıyla intihar girişiminde bulunan sonrasında deliryum gelişen bir olgu sunulmuştur. Olgu: 10 yaşında kız hasta; şidddet içerikli bir filmde karakterlerden birinin kendini asarak intihar edişini izledikten sonra annesi tarafından evin bir odasında tavandan iple asılı halde bulunmuş. Olay yerindeki acil tıbbı müdahalenin ardından hastaneye götürülerek yoğun bakım ünitesine (YBÜ) alınan ve bu transfer sırasında üç kez arrest olan hastaya kardiyopulmoner resusitasyon yapılarak hayata döndürülmüş, YBÜ ihtiyacı buradaki tedavisinin üçüncü günü spontan solunumunun başlaması ve bilincinin açılması ile ortadan kalkmış. Beyin BT’de hipoksiye bağlı beyin ödemi tespit edilmiş ve buna yönelik tedavi verilmiş, oryantasyon kusuru nedeniyle de Çocuk Psikiyatrisi konsültasyonu istenmiş. Anlamsız konuşmalar, yakınlarını tanımama, nerde olduğunu bilmeme, uykusuzluk, çevrede film oyuncularını gördüğünü söyleyerek onlarla konuşma şikayetleri olan ve bu şikayetlerinin ara ara artıp azalan özellikte olduğu öğrenilen hastanın yapılan ruhsal muayenesinde gün içinde dalgalanma gösteren bilinç ve oryantasyon bozukluğu, işitsel-görsel halüsinasyonlar, bellek ve hafızada zayıflama, insomnia, eksitasyon muayene bulguları tespit edildi. Beyin MRG ve EEG’de patoloji saptanmayan hastada ası ile suicidal girişim sonrası hipoksiye sekonder Deliryum düşünüldü ve risperidon 0,51mg/gün ilaç tedavisi düzenlendi. Tedavinin 3.gününde oryantasyon kusuru düzelen hastanın tedavi öncesi ve 3 hafta sonrası sırasıyla Deliryum Derecelendirme Ölçeği 20-4/30, Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği 19-5/51 olarak iyileşme saptandı. Sonuç: Uygun olmayan TV programlarının etkilerinin çocuk ve ergen yaş grubu üzerinde daha belirgin olmak üzere duygudurum bozuklukları, yıkıcı davranım bozuklukları, kaygı bozuklukları, uyku bozuklukları, beslenme bozuklukları, epileptik nöbetler ve şiddet eğiliminde artışla ilişkili olduğu gösterilmiştir. Çocukların medya araçlarını zarar görmeden kullanmasının sağlanmasında ebeveynlerin çocuklarıyla birlikte televizyon izlemesi etkili olabilir bu nedenle ailenin yeri ve önemi büyüktür. Ayrıca alınacak yasal önlemlerin ve hazırlanacak eğitim programlarının da faydalı olacağını düşünmekteyiz. PB 212 Essitalopram Kullanımı Sonrası Ortaya Çıkan Distoni: Olgu Sunumu Mahir Akbudak, MD1, Hasan Belli,MD1, Cenk Ural, MD1 1 Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği, İstanbul,Türkiye Giriş: Seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SGİ) yan etkilerinin azlığı nedeniyle diğer antidepresan gruplarına göre sık kullanılan ilaçlardır. SGİ kullanımı sonrası gelişen hareket bozuklukları sık görülmese de literatürde sitalopram, fluoksetin, paroksetin, sertralin ve fluoksamine bağlı hareket bozuklukları tanımlanmıştır(1) Bu olguda essitalopram doz arttırımı sonrası gelişen bir distoni tablosu sunulacaktır. Olgu: E.Y 32 yaşında kadın hasta. Yaklaşık iki aydır süren mutsuzluk, keyifsizlik, isteksizlik, iştahsızlık, halsizlik, baş ağrısı, ev işlerini yapamama şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Hastanın ruhsal durum muayenesinde depresif duygudurum hakimdi ve psikomotor aktivitesi azalmıştı. Soy geçmişinde annede m. depresyon olduğu öğrenildi. Hastanın öz geçmişinde herhangi bir tıbbi hastalık öyküsü yoktu. Hastaya m.depresif bozukluk tanısı konularak essitalopram 10 mg/gün başlandı. bir ay sonra kontrolde essitalopram dozu 20 mg/güne çıkıldı. Hasta essitalopram dozunun 20 mg/güne çıkılmasının ikinci günü çenede ve ağız çevresinde kasılma, özellikle bacaklarda olmak üzere gerginlik huzursuzluk ve kasılma şikayetleri ile eşi eşliğinde tekrar polikliniğimize başvurdu. Hastadan alınan bilgiye göre essitalopram 20 mg/gün tedavisine geçilen ilk gün kısa süreli ağız kenarı ve çenede kasılma olduğu ama şikayetlerinin bir süre sonra kendiliğinden geçmesi üzerine doktora baş vurmadığı öğrenildi. İkinci gün ilaç kullanımından bir süre sonra bacaklarda ve çenede kasılma ve ağrı olması üzerine polikliniğimize başvurduğu öğrenildi. . Hastanın yapılan muayenesinde bacak ve kol kaslarında rilidite ve kol kaslarında dişli çark belirtisi tespit edildi. Hasta başka herhangi bir ilaç kullanımı veya hastalık tanımlamıyordu. Bu bilgiler ışığında hastada essitaloprama bağlı distoni düşünüldü. Tartışma: Antidepresan, özellikle SGİ kullanımı sonrası gelişen hareket bozukluklarının mekanizması tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu olayda serotonerjik ve dopaminerjik yolaklar arasındaki etkileşim Serotonerjik ve dopaminerjik çekirdekler arasındaki yaygın bağlantılar suçlanmaktadır. Bu konuda yapılan bir çalışma da sitokrom P450 enzim sistemi, serotonin-dopamin taşıyıcıları ve reseptör polimorfizmlerinin SGİ kullananlarda hareket bozukluğu olusumu için risk faktörü olduğu ileri sürmektedir. Literatürde SGİ sonrası gelişen hareket bozuklukları incelendiğinde en sık akatizi, ikinci sırada ise distoni bildirilmiştir. Psikiyatride pratiğinde sık kullanılan bir antidepresan olan essitalopram kullanımı sonrası gelişen distoni nadir ve essitalopram kullanırken akılda tutulması gereken bir durumdur. PB 213 Konversiyon Bozukluğu Öyküsünde Gelişen Bir Gerstmann Sendromu: Olgu Sunumu Hasan Kenarlı, Almila Erol, Levent Mete İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği Giriş: Gerstmann sendromu ilk kez Josef Gerstmann tarafından tanımlanmıştır (1). Yazma bozukluğu, hesap bozukluğu, sağ sol yöneliminde bozukluk ve parmak agnozisi ile karakterize bir sendromdur. Dominant paryetal lob lezyonlarında görülür (2). Bu yazıda Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) tanısıyla izlenmekte iken ektanı konversiyon bozukluğu şüphesi ile incelenen, sonrasında Gerstmann sendromu tanısı alan bir hastanın sunumu amaçlanmıştır. Olgu: 61 yaşında, ev kadını. 30 yıldır obsesif kompulsif bozukluk tanısıyla izlenmekte. Aniden başlayan sağ el ve kolda uyuşma, sabunu tutamama, sağını solunu karıştırma, yürürken sendeleme, insanlara çarpma ve okuyup yazamama yakınmaları ile Nöroloji polikliniğine başvurmuş. Nöroloji tarafından psikiyatri konsultasyonu istenmiş. Hastanın öyküsünde geçmiş yıllarda konversiyon doğasında bayılmalar ve yine konversiyon doğasında el ve kol uyuşmaları vardı. Ruhsal durum muayenesinde yönelimi tamdı, anksiyöz duygulanım, bulaşma obsesyonları, temizlik kompulsyonları vardı. Basit hesapları yapamadığı, paraları tanımadığı, bedenin sağ ve solu ile ilgili komutları yerine getiremediği, parmaklarını ayırt edemediği ve kullanamadığı saptandı. Rutin incelemelerinde özellik yoktu. Kısa kognitif muayene (KKM) puanı 26/59 idi. Beyin Manyetik Rezonans Görüntülemesinde (MRG) sol parietooksipital ve frontalde korteks ve beyaz cevheri içine alan erken evre infarktlar izlendi. Difüzyon MRG’de sol frontal ve parietalde kortikomedüller bileşke yerleşimli erken evre infarktlar ve sol parietookspitalde daha geç evre iskemiler izlendi. Gerstmann sendromu tanısı kondu ve nörolojiye yönlendirildi. Tartışma: Organik hastalıkların ender olmayarak yanlışlıkla konversiyon bozukluğu tanısı alabildikleri bilinmektedir (3). Bizim hastamızın da önceden konversiyon bozukluğu tanısı almış olması bu tanıyı akla getirmekle birlikte kesin tanı konmadan önce gerekli incelemeler sürdürülmüş ve hastaya ilginç ve patogenezi üzerinde tartışmaların sürmekte olduğu Gerstmann sendromu tanısı konulmuştur (4). Psikiyatristlerin konversiyon bozukluğunun ayırıcı tanısında etkin rol alması gerekliliği açıkça sürmektedir. Kaynaklar: 1) Gerstmann J. Syndrome of finger agnosia, disorientation for right and left, agraphia and acalculia. Arch Neurol Psychiatry 1940; 44: 398–407. 2) Sadock BJ, Sadock VA. The Brain and Behavior, In: Kaplan & Sadock’s Synopsis of Psychiatry. 10th edition, Philadelphia: Lippincott Williams and Wilkins, 2007, s. 75. 3) Özer S, Özcan H, Dinç GŞ ve ark. Katı İnsan Sendromunda Konversiyon Bozukluğu Yanlış Tanısı İki Olgu. Türk Psikiyatri Derg 2009; 20(4):392-397 4) Rusconi E, Pinel P, Dehaene S, Kleinschmidt A. The enigma of Gerstmann’s syndrome revisited: a telling tale of the vicissitudes of neuropsychology. Brain 2010; 133: 320-32. PB 214 Bir Paradoks Olarak Risperidon Kullanıma Bağlı Kekemelik Olgusu Dr. İnci Meltem ATAY, Dr. Bilal TANRITANIR, Dr. Abdullah AKPINAR, Dr. Arif DEMİRDAŞ Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Kekemeliğin temel özelliği, bireyin konuşmasının gerek akıcılık, gerekse zamanlama yönünden yaşına uygun olmayan biçimde bozukluk olmasıdır. Bu bozukluk seslerin ve hecelerin sık sık yinelemeleri ve uzatılmaları ile belirlidir. Kekemeliğin iki tipi mevcut olup bunlar edinsel ve gelişimsel olarak ayrılmaktadır. Edinsel kekemelik ise herhangi yaşta aniden başlayabilir. İlaç yan etkilerine bağlı olarak nadir de olsa edinsel kekemelik görülmektedir. Antipsikotiklerin kekemelik yan etkisi çok nadir görülmektedir. Risperidon D₂ ve 5 HT₂A reseptörlerinin güçlü antagonisti olup α₁ ile α₂ reseptörlerine yüksek afinite göstererek etki etmekte ve psikotik bozukluklar, duygudurum bozuklukları ve davranım bozuklukları hatta kekemelik tedavisi olmak üzere geniş bir spektrumda kullanılmaktadır. Risperidon; D₂ reseptör antagonizmasıyla striatal metabolizmayı artırarak kekemelik semptomlarını iyileştirmektedir. Literatürde psikotik bozukluğu olan kısa süreli yüksek doz risperidon kullanımına bağlı gelişen iki kekemelik olgusu dışında başka vaka sunumuna rastlanılmamıştır. Olgumuzda ise kronik düşük doz risperidon kullanımı sonrası gelişen kekemelik yan etkisi dikkat çekici olup ilk kez ayrıntılarıyla tartışılmıştır. Bununla birlikte çalışmalarda risperidonun kekemelik tedavisinde kullanılmasının yanı sıra kekemelik yan etkisinin bulunması bir paradoks olarak ilginç görünmektedir. PB 216 Mirtazapine Bağlı Periferik Ödem:2 Olgu Sunumu Çiğdem Hazal Bezgin, Leman İnanç, Mahir Yeşildal, Yeliz Banu Gülşen, Elif Tatlıdil Yaylacı Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Mirtazapin, serotonin ve noradrenaline spesifik ilk antidepresandır. Mirtazapinin yan etkileri arasında en sık görülen halsizlik ve sedasyon iken, en az rastlanan yan etkiler senkop, davranış problemleri, görme bozukluğudur. Ciddi yan etkileri fasiyal ödem, allerji, kemik iliği toksisitesi olarak tanımlanmıştır(1). Bu yan etkiler içerisinde çok sık rastlanmayan periferik ödem yan etkisinin görüldüğü iki olgudan söz edeceğiz. Olgu 1: O.Ö., 55 yaşında, erkek. Major depresyon tanısıyla risperidon 1mg/gün, sertralin 100mg/gün kullanan hastanın yakınmalarında gerileme olmaması nedeniyle tedavisi sertralin 100mg/gün, mirtazapin 15mg/gün şeklinde düzenlendi. Tedavinin 4. gününde yüzde ve bacaklarda belirgin ödem gelişti.Dahili ve kardiyolojik patoloji saptanmadı. Tedavinin 5. gününde mirtazapin kesildi. Olgu 2: H.Y., 56 yaşında, kadın hasta. Anksiyete bozukluğu tanısıyla sitalopram 20mg/gün kullanıyordu. Kaşektik olan ve uykusuzluk yaşayan hastanın tedavisine mirtazapin 15mg/gün eklendi. Tedavinin 3. gününde periorbital, fasial bölgede yaygın ödem gelişti.Tedavinin 4. gününde mirtazapin kesildi. Sonuç: Periferik ödem sıklıkla kalp, böbrek hastalıkları, hipoproteinemi ile giden diğer hastalıklar, antihipertansiflerin kullanımı gibi nedenlerle ortaya çıkar. Mirtazapine bağlı ödem yaklaşık %1 oranında görülmektedir.(2). Literatürde sınırlı sayıda mirtazapinle ilişkili periferik ödem olgusuna rastlanmıştır. 31 yaşında depresyon tedavisi gören erkek hastada mirtazapinin başlanmasını takip eden 10. günde ateş, boğaz ağrısı ve alt ekstremide ödemi ortaya çıkmıştır. Hematoloji ve biyokimya tetkiklerinin normal olduğu bu olguda ilacın kesilmesini takip eden 5. günde ödem ortadan kalkmıştır.(3) Migren ve depresyon tedavisi için mirtazapin kullanan 30 yaşında kadın hastada ilacın başlanmasından 3 gün sonra pretibial ödem gelişmiş ve tedavinin kesilmesi ile 2 gün içinde ödemin gerilediği görülmüş(4) İlk vakamızda yüz ve bacakta ödem gelişirken, 2. olgumuzda sadece fasiyal ödem görülmüştür. Literatürde daha çok alt ekstremite ödeminden bahsedilirken, her iki olgumuzda da fasiyal ödemin görülmesi dikkat çekicidir. 1) Biswas PN, Wilton LV, Shakir SA. The pharmacovigilance of mirtazapine: results of a prescription event monitoring study on 13554 patients in England. J Psychopharmacol 2003;17(1):121-6. 2)Sarısoy G, Yazıcı N. Olanzapin ve mirtazapinin birlikte kullanımıyla ilişkili periferik ödem : olgu sunumu. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2011; 21(3):249-52. 3)Dhungana K, Shankar PR, Das R1. Mirtazapine induced lower limb oedema. Journal of Pharmacy Practice and Research, 2005; vol35, issue 4. 4)Yücel Y, Uzar E. Mirtazapine induced edema. New Journal of Medicine 2011; 28(3):191. PB 218 Jeneralize Pruritis Olgularında Psikiyatrik Değerlendirme-Olgu Sunumu Fatma Fariha Cengiz, Esra Aydın Sünbül, Çiğdem Hazal Bezgin, Sermin Kesebir Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Giriş: Psikososyal etmenlerin bazı fiziksel hastalıkların oluşu ve gidişi üzerindeki etkileri uzun zamandır bilinmektedir.Alexander’ın nörodermatitleri psikosomatik hastalık sınıfı içinde ele almasından sonra bu konuyla ilgili araştırmalar artmıştır(1).Atopik hastalıkların immunolojik kökenli olduğu bilinmekle birlikte,altta yatan mental durumun önemli olduğu son yıllarda yaygın olarak ifade edilmektedir(2).Bunun yanında deri hastalıkları nedeniyle oluşan görünür değişiklikler ve hastalığın sonucunda oluşan ruhsal sıkıntılar kişinin hayat kalitesinde kötüleşmeyi de beraberinde getirir. Etkin bir tedavi için ayırıcı tanı iyi yapılmalı, belirtiler arasındaki etkileşim iyi bilinmelidir. Olgu: H.Ş. 48 yaşında kadın hasta, evli, çalışıyor. Dermatoloji kliniğine 6 aydır devam eden yaygın kaşıntı ve tüm vücutta yaygın ekskaryasyonlar şikayetiyle başvurmuş. Ayrıntılı öykü alınmış, herhangi bir sistemik neden, dermatolojik ve immünolojik patoloji olmadığı kanısıyla yoğun emosyonel strese bağlı psikojenik ekskaryasyon olduğu düşünülerek psikiyatri polikliniğine yönlendirilmiş. Fizik muayenede bedeninde, her iki kol ve bacakta yaygın noktasal skarlaşmış lezyonlar ve hiperpigmente alanlar mevcuttu. Ruhsal muayenede duygulanımın sıkıntılı ve depresif olduğu saptandı. Hastanın uykusuzluk, iştahsızlık, sık ağlama, geleceğe yönelik ümitsizlik yakınmaları mevcuttu. Lezyonların kaşınma sonrası oluştuğunu daha sonra psikiyatrik tablonun eklendiğini belirtti. Psikiyatri polikliniğine başvurduğu sırada 25 mg hidroksizin ve 5 mg levosetrizin dihidroklorür tedavisinden fayda görmemişti. HAM-D25, HAM-A21 olarak skorlandı, Karışık Anksiyete ve Depresif Bozukluk tanısı kondu. Hastaya Fluoksetin 20mg/gün, Olanzapin 5mg/gün tedavisi başlandı. İkinci haftanın sonunda hastanın kaşınma yakınmasında azalma görüldü, HAM-D16 HAM-A12 idi. Ancak stresörlerle birlikte kaşıntı şikayeti nüksetti. Huzursuzluğa neden olacak durumlarda kaşıntı uyaranı/kaşınma davranışı ilişkisi hakkında bilgi verildi. Kaşınma davranışını başlatabilecek olumsuz emosyonlar ve davranışlar tespit edilerek hastanın hastalık üzerindeki kontrol duygusu artırılmaya çalışıldı. Yedinci haftadaki kontrolde hastanın kaşıntı yakınması kayboldu. Tartışma: Jeneralize pruritusun en önemli nedenlerinden biri, Psikojen Pruritistir. Bu duruma en çok yol açan nedenler arasında anksiyete bozukluğu, depresif bozukluk ve nevrotik kişilik yapısı vardır.İlaç tedavisi yanında verilen psikoedükasyon,bilişsel ve davranışsal teknikler hastayı kaşınma davranışı konusunda duyarlılaştırarak hafif kaşıntı uyaranını uzaklaştırmasına yardımcı olabilmektedir(3).İçsel olarak hastalık üzerindeki kontrol duygusu hastalığın gidişine olumlu katkıda bulunduğu düşünülmektedir. 1.Alexander F.Psychosomatic medicine. New York: Norton;1950. 2.Chida Y,Hamer M,Steptoe A.A bidirectional relationship between psychosocial factors and atopic disorders: a systematicreview and meta-analysis,Psychosom Med.2008 Jan;70(1):102-16. 3.Hasanoğlu A,İşçimen A.Psikokutanöz hastalıklarda Psikoterapötik Destek: Bilişsel Davranışçı Teknikler Yeni Symposium 2008;46(3):235-244 PB 219 Fluoksetin Kullanımı Sırasında Gelişen Bir Galaktore Olgusu Aslıhan Polat, Hatice Sodan Turan Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Kocaeli. Amaç: Seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSGİ) psikiyatrik ve psikosomatik bozuklukların tedavisinde önemli bir yere sahiptir. SSGİ’lerin sık görülen yan etkileri arasında iştah değişiklikleri, huzursuzluk, cinsel işlev bozuklukları ve gastrointestinal yan etkiler bulunmaktadır (1). Galaktore ise SSGİ kullanımında nadiren görülen bir yan etkidir (2,3). Bu yazıda fluoksetin kullanımı sonrası gelişen prolaktin seviyesinin artmadığı, galaktore olgusu tartışılmıştır. Olgu: SK, 35 yaşında, üniversite mezunu, evli, tek çocuklu kadın, polikliniğimize yetersizlik, çocuğuna bakım vermekte güçlük, dikkat ve konsantrasyon eksikliği, cinsel istekte azalma, ilgi- istek kaybı, hayattan zevk alamama şikayetleri ile başvurdu. Son altı aydır dikkat ve konsantrasyonda azalma, ilgi-istek kaybı, alkol kullanımında artış, cinsel istekte azalma ve işlevselliğinde bozulma şikayetlerinin de eklenmesi üzerine, hasta polikliniğe başvurmuş. Ruhsal durum muayenesi sonucunda DSM-IV TR’ ye göre majör depresif bozukluk tanısı konuldu ve fluoksetin 20mg tedavisi başlandı. Tedavinin 9. ayında hasta, memesinden süt gelmesi şikayetiyle polikliniğimize tekrar başvurdu, genel cerrahi konsultasyonu istendi. Yapılan muayenesi ve testleri sonucunda tıbbi bir neden tespit edilemedi. Bunun üzerine galaktorenin ilaç yan etkisi olabileceği düşünülerek fluoksetin kesildi ve hasta on beş gün sonra kontrole çağırıldı. Kontrolde hastanın galaktoresinin 5. günde sonlandığı ve tekrarlamadığı öğrenildi. Hastaya galaktorenin ilaç yan etkisi olabileceği ile ilgili bilgi verildikten sonra fluoksetin 20mg tekrar başlandı. Fluoksetin kullanımının 3. ayında iki memeden süt gelme şikayeti tekrarladı ve fluoksetin tedavisi tekrar sonlandırıldı. Fluoksetin tedavisi sonlandırılan hastanın galaktore belirtisi sonlandı. Sonuç: Bu vakada her iki memede meydana gelen galaktoreyi açıklayacak genel tıbbi durum tespit edilmemiştir. Fluoksetin kullanımına bağlı yan etki olabileceği düşünüldü ve hastaya “NARANJO Adverse Drug Probability Scale” (4) uygulandı. Toplam 13 puan üzerinden 10 puan aldı. Fluoksetin kullanımı esnasında, prolaktin yüksekliği tespit edilememiş olsa dahi bu vakalarda yan etki olarak galaktore ortaya çıkabileceği konusunda dikkatli olunması gerektiği ve SSGİ’lerde galaktore mekanizmasının incelenmesi için yeni araştırmalar gerektiği sonucuna varılmıştır. Kaynaklar: 1. Baghai TC, Volz HP, Moller HJ, Drug Treatment of Depression in the 2000s”, An Biol Psychiatry, 2006; 7: 198222 2. Bonin B, Vandel P, Vandel S , “Fluvoxamine and Galactorrhea. A Case Report”, Therapie 1994; 49:149-51. 3. Bronzo MR, Stahl SM “Galactorrhea Induced by Sertraline”, Am J Psychiatry, 1993;150:1269-70. 4. Naranjo CA, Busto U, Sellers EM, et al. “A Method for Estimating The Probability of Adverse Drug Reactions”, Clin Pharmacol ther 1981; 30: 239- 45 PB 220 Mirtazapinin İndüklediği Bruksizm: Olgu Sunumu Yazarlar: Özgür MADEN(*), Beyazıt GARİP(*), Adem BALIKCI(*), Bülent KARAAHMETOĞLU(*), Ali Emrah BİLGEN(*) (*)GATA Askeri Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Bruksizm fizyopatolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte, etyolojisinde stres ve anksiyetenin risk faktörleri olabileceği düşünülmektedir. Prevalansı % 8 olarak bildirilen Sleep Bruksizm, motor hareket bozukluğu olarak tanımlanmaktadır. Birçok motor hareket bozukluğu SSRI, SNRI ve antipsikotik kullanımı sonrasında ortaya çıkmaktadır. Bazı vakalarda antipsikotik kullanımının sonlandırılmasından sonraki yıllarda da bu tip motor hareket bozuklukları görülebilmektedir. Bu vaka bildiriminin amacı literatürde daha önce hiç yayımlanmamış olan ve mirtazapine bağlı olarak uykuda ortaya çıkan bruksizm olgusunu sunmaktır. Olgu Sunumu: S.B. 41 yaşında hasta. Yakınmaları ilk kez 3-4 yıl önce isteksizlik, çevresine ilgide azalma, nefes darlığı, göğüste sıkışma hissi, vücutta uyuşmalar, uykusuzluk şeklinde başlamıştır. Anksiyete Bozukluğu (Panik Bozukluk) ve Depresif Bozukluk tanılarıyla takip edilmiş, essitalopram 10 mg./gün şeklinde tedavi düzenlenmiştir. Hasta yaklaşık 1,5 yıl boyunca essitalopram tedavisi kullandıktan sonra uykuya dalmakta güçlük ve sık sık uyanma şeklinde yakınmalarının olması üzerine mevcut tedavisine mirtazapin eklenmiştir. Tedavinin ikinci ayında çeşitli yayınlarda motor hareket bozukluğu ya da fokal distoni olarak tanımlanan ve uykuda ortaya çıkan bruksizm tablosu gelişmiştir. Hastanın premorbidinde motor hareket bozukluğunu açıklayabilecek ailesel veya metabolik bir öyküsünün olmadığı, biyokimyasal ve metabolik testlerinde bruksizme neden olabilecek bir bozukluk tespit edilmemiştir. Mirtazapin tedavisinin bruksizm etyolojisinde rol oynayıp oynamadığının aydınlatılması amacıyla mirtazapin tedavisine son verilmiştir. Tedavinin kesilmesinin dördüncü gününde bruksizm yakınmasının gerilediği, ikinci haftasında da tamamen ortadan kalktığı tespit edilmiştir. Hastanın uykuya dalmak ve sık sık uyanma şeklinde yakınmalarının devam etmesi üzerine, mirtazapin tedavisinin kesilmesinin ardından ketiapin 25 mg/gün tedaviye eklenmiştir. Tartışma Ve Bulgular: Bruksizm etyopatogenezinde çeşitli ajanlar suçlanmakla birlikte literatürde dopamin, serotonin, noradrenalin yolaklarına yönelik kullanılan ajanların bruksizm etiyolojisinde rol oynadığına yönelik çalışmalar bulunmaktadır. Mirtazapinin bruksizm etiyolojisinde rol oynadığına dair daha önce herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Mirtazapinin bu vakada ya doğrudan etyolojik ajan olarak bruksizim tablosunun gelişmesine neden olabileceği ya da essitalopram ile additif etkileşime girerek tablonun ortaya çıkmasına katkı sağlamış olabileceği düşünülmektedir. Ketiapin ekleme tedavisinin mirtazapin nedeniyle gelişen bruksizm tablosunun düzelmesine katkı sağlayıp sağlamadığının açıklanması için ileriye dönük çalışma yapılmalıdır. Anahtar kelimeler: Mirtazapin, bruksizm, fokal distoni, serotonin, uyku PB 221 Frontal Lob Sendromu; Olgu Sunumu Nükhet Yiğitbaşı, Fatma Özlem Orhan, Oğuz Akman Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Giriş: Frontal lob sendromu (FLS); kişilik ve davranış bozuklukları ile kendini gösteren tümör, serebrovasküler hastalık, epilepsi, enfeksiyon veya kafa travması gibi etyolojik faktörlere sekonder prefrontal korteksin hasarlandığı bir klinik tablodur (1,2). Bu hastalar bir takım duygusal ve davranışsal değişiklikler nedeniyle psikiyatriye başvurmaktadır. Burada iş kazası sonrası kafa travmasına ikincil frontal lob sendromu gelişen bir olgu tartışılacaktır. Olgu: 18 yaşında erkek hasta 2010 ekim ayında fabrikada geçirdiği iş kazası sonrası çökme kırığı olan hastada daha sonra gelişen beyin absesi nedeniyle nöroloji ve nöroşirurji servislerinde takip edilmiş. Kaza sonrası gelişen motor defisiti için 20 gün fizik tedavi görmüş. Hastanın geçirdiği kazadan 3 hafta sonra başlayan uygunsuz gülmeler, sık sık kavgaya karışma, sürekli dolaşma isteği, kız ve erkek çocuklara cinsel istismarda bulunma ve evdeki eşyalara zarar vermesi varmış. Hastanın psikiyatrik muayenesinde öz bakımı azalmış, affekt labil ve uygunsuzdu. Davranışları dezorganizeydi. Dikkati ve aritmetik becerileri orta, muhakeme ve yorumlaması zayıftı. Nörolojik muayenesinde sol üst ekstremitesinde paralizisi vardı. Tandem yürüyüşü her iki tarafa ataksikti. Rutin tetkiklerinde patoloji saptanmadı. EEG normaldi. Kranial MR’da sağ frontalde 2cmlik defekt ve frontal parankimde kortikal-subkortikal kistik ensefelomalazik değişiklikler saptandı. Hastaya olanzapin 10mg/gün ve karbamazepin 400 mg/gün başlandı, fayda göremeyince karbamazepin 800mg/gün risperidon consta 37.5mg im, risperidon 2mg/gün, lorazepam 2.5 mg/gün olarak düzenlendi. Hastanın sinirlilik eşyalara zarar vermesi çocuklara cinsel istismar davranışları ve yakınlarına şiddet göstermesi azaldı. Sonuç: Hastamızda disinhibisyon, azalmış sosyal içgörü, uygunsuz davranışların varlığı gibi frontal bölge tutulum bulguları gözlenmekte ve bu durumu hastanın günlük aktivitesini son derece kötü etkilemektedir. FLS kalıcı beyin hasarına bağlı süregen bir sendrom olması nedeniyle davranışsal bozukluklar bir takım antipsikotiklerle kontrol altına alınsa da yüz güldürücü bir tedavi henüz oluşturulmamıştır. Bu yüzden hekim bu konuda aile üyelerini bilgilendirmelidir. Aynı zamanda karar verme gibi kognitif fonksiyonlarda bozulma nedeniyle bu vakaların adli yönleri açısından dikkatle muayene edilmelidir. Kaynaklar: 1. Aydın N. Frontal lob sendromu. Türkiye Klinikleri Psiki-yatri Özel Dergisi 2009; 2:47-55.2. 2. Cansel N, Yalç ın F, Savaş HA, Özovacı A, Selek S.Büyüsel düşüncenin eşlik ettiği frontal lob sendromu: Olgu sunumu. Klinik Psikofarmakoloji Bülteni 2008; 18:309-312. PB 222 Tianeptin Kötüye Kullanımı: Bir Olgu Sunumu Çağdaş H. Yeloğlu1, Gökhan İlhan2, Bülent Bahçeci3, Ahmet Şen4, Çiçek Hocaoğlu5 1 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, Rize. 2 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Kalp Damar Cerrahisi AD, Rize. 3 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Rize. 4 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anestezi ve Reanimasyon AD, Rize. 5 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Rize. Tianeptin, dibenzotiazepin türünde atipik bir trisiklik antidepresandır. Serotonin geri alım engelleyicilerine (SSRI) benzer etki potansiyeline sahiptir. Anksiyolitik etki profili açısından trisiklik ve tetrasikliklere benzerlik göstermektedir. Biyokimyasal olarak, tianeptinin tek ya da yineleyen dozlarda verildikten sonra, beyinde ve trombositlerde serotoninin presinaptik geri alınımını artırdığı gösterilmiştir. Tianeptin strese verilen hipotalamo-pituiter-adrenal eksen yanıtını azaltır ve stresin yol açtığı davranışsal sorunları düzenler. Kognitif yönden tianeptinin dikkati ve öğrenmeyi artırdığı belirtilmektedir. Antidepresanlara karşı bağımlılık gelişimesi tartışmalı ve literatürde az değinilmiş bir konudur. Tianeptinin aşırı miktarda alınması konusunda çok az vaka bildirilmiştir. Yüksek doz tianeptin kullanımı ile ilgili yapılan birçok çalışmanın sonuçlarına uymamakla birlikte tianeptin, kötüye kullanımı ile ilgili olgu sunumlarında özellikle uyarıcı etki vurgulanmıştır. Bazı olgu sunumlarında tianeptine tolerans geliştiği, güçlü hissetme hali olduğu ve yeniden alınmaması durumunda fiziksel yoksunluk işaretlerinin görüldüğü belirtilmiştir. Bu nedenle tianeptin tedavisi, yüksek doz kullanma ve tolerabilite yönünden bağımlı hastalarda risk oluşturabilmektedir. Literatürde konu ile ilgili sunumlarda tianeptinin oral yolla yüksek dozda alımı ile bilgiler mevcuttur. Bu olgu sunumunda ise, geçmişte eroin, esrar ve kokain kullanımı olan ve son bir yıldır yurtdışında öğrendiği bir yöntem olarak yüksek doz tianeptinin eritilerek toz haline getirilip daha sonra femoral arter yolu ile vücuda enjekte etmek sureti kullanan 29 yaşında erkek hastada tianeptinin etkisi, kötüye kullanımı ve bağımlılık riski tartışılmıştır. Kaynaklar: 1.Tuğlu C, Şahin ÖÖ. Antidepresanlar bağımlılık yapar mı? Tianeptin kullanan bir olgu Anadolu Psikiyatri Dergisi 2010;11(2):190-193. 2.Saatçioğlu Ö, Erim R, Çakmak D. Tiyaneptin Kötüye Kullanımı: Bir Olgu Sunumu. Türk Psikiyatri Dergisi 2006; 17(1):72-75 . 3.Ansseau M, Wauthy J, von Freckell R ve ark. (1992) Gradually increased doses of tianeptine: maximal tolerated dose and linearity of the pharmacokinetics. Ann Psiquiatria, 8(suppl.1):56. PB 223 Sesini Duymadığımız Üç Kadın: 70 Yaş Üstü Cinsel Saldırı Şahika Yüksel * Atike Çıta * İlker Taşdemir * Gülzade Urazbekova* *İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İstanbul, Giriş: Yaşlıların fiziksel ve ekonomik istismar ve ihmali son yıllarda tartışılmala birlikte cinsel istismarları hakkında az çalışma vardır. Bu yazıda, yok sayılan bir travma türü olan yaşlı cinsel istismarına dikkat çekmeyi amaçladık. Vaka1: Hatice Hanım 74 yaşında kadın, dul, iki çocuklu, okuryazar değil, oğluyla kalıyor, saldırıdan önce Anadolu’da küçük bir kentin köyünde yalnız yaşıyormuş. Mahkeme’den ruh sağlığı değerlendirilmesi isteği ile başvurdu. 2010 yılında, köyde yalnız yaşadığı evine gece pencereden giren, yirmili yaşlardaki amcasının torunu tarafından bıçakla tehdit edildiğini ve kuvveti yetmediğinden karşı koyamadığını, anal yoldan tecavüze uğradığını ifade etti. Şikayetçi olduğu karakolda, saldırganın “yaşlı, aklı yerinde değil, ne dediğini bilmiyor” şeklindeki itirazı ile BRSHH’de bilişsel yeterliliğinin değerlemdirilmesi amacıyla 12 gün yattığı ve Akut Stres Bozukluğu (ASB) tanısı aldığı öğrenildi. İki yıl sonra yapılan değerlendirmesinde Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanısı aldı. Vaka2: Elmas Hanım 73 yaşında, dul, iki çocuklu, ilkokul mezunu, kızıyla yaşıyor. İTF Adli Tıp A.D tarafından ruh sağlığının değerlendirilmesi amacıyla yönlendirilmişti. İç Anadolu’da bir ilçede yalnız yaşadığı öğrenildi. Ocak 2012’de, üvey oğlunun ismini kullanarak evine gelen yirmili yaşlarda bir genç tarafından cinsel ve fiziksel saldırıya maruz kaldığını ifade etti. Major Depresyon (MD) ve TSSB tanıları aldı. Vaka3: Kamile Hanım 82 yaşında, okuryazar değil, dul, dört çocuklu, çalışmıyor. Bir yıl önce eşi ve kızının mezarlarını ziyaretinde, gündüz genç bir adam tarafından saldırıya uğradığını, ölümle tehdit edildiğini, saldırganın tecavüz etmeye çalıştığını, yoldan geçen bir kişi tarafından kurtarıldığını ifade etti. MD ve TSSB tanıları aldı. Sonuç ve Tartışma: 70 yaş üstünde cinsel saldırı yaşayan üç dul kadında yalnız yaşarken çocuklarının yanına taşınmaları gerekmiş. Saldırganlar onların fiziksel mücadele edemeyecekleri genç ve kuvvetli erkekler. Üçünde de cinsel travmaya bağlı ciddi sorunlar olmasına karşın tedavi talepleri olmamış. Yaşlıların ihmal ve istismarı konusundaki çalışmalar gelişmiş ülkelerde. Yaşlıların cinsel istismarıyla ilgili bilgi azdır. Özellikle kurumlarda yaşayan ve mental kısıtlılığı olan yaşlıların aktardıkları olaylara ilişkin bilginin doğruluğuyla ilgili şüpheler, travmanın farkedilmesi ve alınacak önlemler tartışılmalıdır PB 224 Risperidon Kullanımına Bağlı Pulmoner Emboli: Olgu Sunumu Ebru Altıntaş*, Nazan Şen**, Nilgün Taşkıntuna*** *Başkent Ünv. Tıp Fak. Adana Uygulama ve Araştırma Merkezi Psikiyatri Bölümü **Başkent Ünv. Tıp Fak. Adana Uygulama ve Araştırma Merkezi Göğüs Hastalıkları Bölümü ***Başkent Ünv. Tıp Fak. Ankara Uygulama ve Araştırma Merkezi Psikiyatri Bölümü Atipik antipsikotikler dopaminerjik- seratonejik reseptör blokajı yaparak etki gösteren, konvansiyonel AP ilaçlara göre ekstrapiramidal yan etkileri daha düşük olan , son yıllarda başta şizofreni olmak üzere birçok psikiyatrik hastalıkta kullanımları artan ilaçlardır(1). VTE gelişiminde İleri yaş, sigara kullanımı, travma, immobilizasyon gibi bazı kazanılmış ve protein C, S ve antitrombin III eksikliği, disfibrinojenemi gibi kalıtımsal risk faktörleri rol oynamaktadır (2,3). Konvansiyonel AP kullanımı ile VTE gelişme riskinin art tığına ilişkin bazı çalışmalar ve olgu sunumları yayınlanmıştır. Özellikle düşük potanslı antipsikotiklerin kullanımına bağlı venöz tromboemboli geliştiği bilinmektedir(4). FDA kayıtlarına göre 1990-9 yılları arasında Atipik AP lerden klozapin kullanımına bağlı VTE gelişen 99 olgu bildirilmiştir. (3) Günümüze kadar VTE gelişimi için risk klozapin ile sınırlıyken, günümüzde olanzapin ve risperidon ile VTE ilişkisi olgu sunumları ile bildirilmiştir (5,6). Atipik AP’lerin kullanımına bağlı gelişen VTE’nin sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte, bu ilaçların kullanımına bağlı gelişen kilo artışı, yüksek beden kitle indeksi (BKİ), sedatif yaşam biçiminin VTE için risk faktörü olabileceği düşünülmüştür(7). Bu bildiride risperidon kullanımı dışında bilinen herhangi bir risk faktörü olmayan, 29 yaşında, konversiyon bozukluğu tanısı ile değerlendirilen, yaklaşık 3 aylık risperidon kullanımı öyküsü olan ve pulmoner tromboembolinin risperidon kullanımına bağlı olarak geliştiği düşünülen bir olgu sunulacaktır. Bu olgu sunumu ile son yıllarda başta şizofreni olmak üzere birçok psikiyatrik hastalıkta kullanımı hızla artan atipik AP’ler ile, kimi zaman ani ölüme yol açabilen VTE arasındaki ilişkiye dikkat çekmek ve VTE açısından erken tanı ve tedavi için bu ilaçları kullananlarda VTE’nin gelişebileceğinin akılda bulundurulması gerektiğinin önemini vurgulamak istedik. SÖZEL BİLDİRİLER S 01 Şizofreni Hastalarının Birinci Dereceden Sağlıklı Akrabalarında Şizotipinin Üç Alt Tipiyle İlişkili Kognitif Bozuklukların İncelenmesi Handan Noyan*, Alp Üçok** *İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü Sinirbilim AD, İstanbul **İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İstanbul Bu çalışmada; şizotipinin üç alt tipine özgü kognitif bozuklukları nöropsikolojik testler ile incelemek ve şizofreni hastalarının birinci dereceden sağlıklı akrabalarında şizotipal kişilik özelliklerinin şiddetini ve sıklığını tespit etmek amaçlandı. Çalışma 32’si şizofreni hastasının birinci dereceden sağlıklı akrabası ve 30 sağlıklı kontrol grubu olmak üzere yaş, eğitim ve cinsiyet değişkenleri açısında eşleştirilmiş 62 katılımcı ile yürütülmüştür. Katılımcılara Şizotipal Kişilik Ölçeği’nin Kısa Formu, Büyüsel Düşünceler Ölçeği ve Algılamada Sapmalar Ölçeği uygulanmıştır. Bilişsel işlevler; Wisconsin Kart Eşleme Testi, Sayı Dizini Testi, Londra Kulesi Testi, Sözel Akıcılığın Semantik ve Fonetik Akıcılık Testleri, IOWA Kumar Testi, WAIS-R’ın ikili benzerlikler alt testi, Stroop Testi, Piramit ve Palmiye Ağaçları Testi ile değerlendirilmiştir. Yapılan istatistiksel analiz sonucunda, şizofreni hastası yakınları ile sağlıklı kontrol grubu arasında yürütücü işlevlerin değerlendirildiği Wisconsin Kart Eşleme Testi perseveratif hata, perseveratif hata yüzdesi ve toplam cevap sayısı skorları; Londra Kulesi Testi’nin toplam doğru yanıtı, hamle sayısı, kural hatası ve zaman skorları ve sözel akıcılığın fonetik akıcılık alt testinde anlamlı bir fark bulunurken diğer nöropsikolojik testlerde iki grup arasında anlamlı bir fark bulunmadı. Ayrıca grupların şizotipinin üç alt tipine göre de farklılaşmadığı görülmüştür. Ancak yapılan ileri istatistiksel analiz sonucunda; Wiskonsin Kart Eşleme Testi’nin perseveratif hata skoru, Londra Kulesi Tesi’nin hamle sayısı ve negatif şizotipi skorlarının iki grup arasındaki farklılığı yordadığı bulunmuştur. Bu çalışma, Türk popülasyonunda ilk defa, şizofreni hastası yakınları arasında şizotipal özellikleri ve bilişsel işlev bozukluklarını incelemesi ve şizofrenide ailesel yatkınlığın olası etkilerini göstermesi açısından önem taşımaktadır. Anahtar Kelimler: Şizotipal özellikler, Yürütücü işlevler, Kognitif bozukluklar S 02 Sepsis ile İnduklenen Sistemik İnflamasyon ve Endotoksemi Modeli Geliştirilen Sıçanlarda Artan Psikoz Yatkınlığının Gösterilmesi ve Bu Etkinin Plazmada Ölçülen TNF-Alfa ve Total Oksidan Düzeyi ile Korelasyonu *Oytun Erbaş, *İlkay Kalkanlı, **Burcu Efe, **Kübra Erçalışkan, *Gözde Gökten, *Dilek Taşkıran *Ege Üni. Tıp Fak., **Fırat Üni. Biyomühendislik Fak., Amaç :Psikotik hastalarda düşük dereceli bir inflamasyon bulunmaktadır. Şizofreni hastalarında sağlıklı kişilere göre TNF-alfa, IL-6 gibi temel inflamatuar sitokinler ve akut faz proteinleri artmıştır. Prenatal infeksiyonların (viral, bakteriyel) kortikal gelişimi etkilediği gösterilmiş olmakla birlikte,inflamatuar sitokinler ve psikiyatrik hastalıklar (psikoz, bipolar disorder, depresyon, deliryum) arasındaki ilişki araştırma konusudur. Bizim çalışmamızda amaç TNF-alfa ve oksidan stres artışı ile giden organik sebepli inflamatuar patolojilerin psikotik süreçler üzerine etkisini ortaya koymaktır. Materyal – Metod:Sistemik inflamasyon ve endotoksemi için sıçanlarda sepsis modeli oluşturuldu. Sepsis modeli geliştirmek için 7 sıçana anestezi altında çekumu bağlama ve perfore etme modeli uygulandı.(CLP). Bunun için çekum ileoçekal valvin distalinden pasaja izin verecek şekilde 3/0 ipekle bağlanıp 22 G iğne ile delindi. Minimal fekal çıkış gösterilmesinden sonra intestinal anslar batın içine yerleştirilip, batın 4/0 poliglikan sütür ile kapatıldı. Bu modelde sıçanlarda 5 saat sonra sepsis oluşmaktadır. 7 sıçan sham grubu olarak çalışmaya alındı. Bu sıçanlara laparotomi uygulandı ancak çekum perforasyonu yapılmadan tekrar 4/0 poligilan sütür ile batın kapatıldı. Cerrahi işlemden 24 saat sonra sham ve sepsis grubu sıçanlara psikoz yatkınlığını değerlendirmek için apomorfin ile induklenen sterotipi testleri yapıldı.Bu test için 14 cm çapında,13 cm yüksekliğinde, 3 mm lik gözenekleri olan tel kafes kullanıldı.Sıçanlara öncelikle 10 dakikalık kafese alışma periyodunun ardından 1,5 mg/kg intraperitoneal(askorbik-asitte çözülerek) verildi. Apomorfin verildikten 10 dakika sonra her sıçan için 15 dakika gözlem yapıldı. Her dakika stereotipi hareketleri skorlandı:0=Yok; 1=Nadiren koklama;2= Nadiren koklama ve nadiren kafes kemirme;3= Sık kafes kemirme; 4=Sürekli kafes kemirme;5= Aynı noktayı kemirme. Sham ve sepsis grubu sıçanlara apomorfin ile induklenen sterotipi testleri yapıldı ve sonuçlar karşılaştırıldı. Bulgular: Sepsisli sıçanlarda sterotipi skoru (3.74±0.56,sham grubu (2.32±0.47) ile karşılaştırıldığında anlamlı artmış(p<0.05) olarak bulundu. Sepsisli sıçanlarda plazma TNF düzeyi (232.58±35.3 pg/ml),sham grubu (24.54±11.28 pg/ml) ile karşılaştırıldığında anlamlı artmış(p<0.0005) olarak bulundu. Sepsisli sıçanlarda plazma total oksidan kapasite seviyesi sham grubuna göre anlamlı artmış (p<0.0001) olarak bulundu. Sonuç: Sepsis sonucu gelişen inflamasyon ve endotoksemi,sham grubu ile karşılaştırıldığında sterotipik davranışlarda artma oluşturmuş ve dopaminerjik etkiyi güçlendirmiştir.Ayrıca sepsis sonucu temel inflamatuar sitokin olan TNF-alfa plazma düzeyi ve oksidan stres artmıştır.TNF ve oksidan stres bağımlı dopaminerjik ve glutamaterjik modulasyon bu etkilere sebep olmuş olabilir.Devam eden çalışmamızda sözkonusu etkilerin nöronal alt yolakları açıklanmaya çalışılacaktır. S 03 Şizofreni Tanısı Konan Hastalarda Bir İşte Çalışmanın ve Derneğe Üye Olmanın İşlevsel İyileşme, Tedaviye Uyum ve Stresli Durumlarla Baş Etme Üzerine Etkisi Neşe Uğurlu 1,Nermin Gürhan 2, Burhanettin Kaya 3 1 Gata Hemşirelik Bölümü, Ankara 2 Gazi Üniversitesi Sağlık Eğitim Fakültesi Hemşirelik Bölümü, Ankara 3 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Ankara Giriş ve Amaç: Şizofreni hastasının işinin olması, ekonomik bağımsızlığını kazanması giderek zorlaşmaktadır1. Mesleki rehabilitasyon ve desteklenmiş istihdam son derece önemlidir. Bu yöntem hastalığın gidişini olumlu yönde etkilemekte, yinelemelerin azalmasını sağlamaktadır. Derneğe üye olan hastaların dış dünyaya olan uyumlarında artma sağlanabilir2. Bu araştırma şizofrenide işte çalışmanın ve derneğe üye olmanın işlevsellik, tedaviye uyum ve stresle baş etme üzerine etkisini değerlendirmeyi amaçlamıştır. Yöntem: Çalışmaya Şizofreni Hastaları ve Yakınları Dayanışma Derneğine üye olan, bir işte çalışan 15, derneğe üye ve çalışmayan 15 hasta alınmıştır. Kontrol grubu derneğe üye olmayıp bir işte çalışan 15 ve çalışmayan 15 hastadan oluşmuştur. Olgulara Sosyodemografik bilgi formu, Şizofrenide İşlevsellik Ölçeği(ŞİLO), Tedavi uyum Ölçeği(MARS) ve Stresle Başa Çıkma Tarzları Ölçeği(SBÇT) uygulanmıştır. Bulgular: Derneğe üye olmanın ve aynı zamanda bir işte çalışmanın bireylerin sosyal ve mesleki işlevsellik alanlarını olumlu yönde etkilediği görülmüştür. Bir işte çalışan hastaların çalışmayan hastalara göre mesleki işlevsellik alanı, derneğe üye olan bireylerin sosyallik, sağlık ve tedavi işlevsellik alanları daha iyi bulunmuştur. 59 yıl tedavi gören bireylerin sosyal işlevsellik alanı ve tedaviye uyumları daha iyi bulunmuştur. Uygulanan tedaviye bağlı ilaç yan etkisi yaşamayan bireylerin sosyal destek arama yöntemi ile stresle daha etkili baş ettikleri görülmüştür. Sonuç: Derneğe üye olan çalışan bireylerin sosyallik ve mesleki işlevsellik alanları diğer gruplara göre daha iyi bulunması, sağlık ve tedavi işlevsellik alanlarında daha iyi olması sosyalleşme ve çalışmanın olumlu etkilerini göstermektedir. Antipsikotik türüne göre hastaların iyimser yaklaşım, kendine güvenli yaklaşım yöntemlerini etkili kullanmaları ilaç seçiminin önemli olduğunu düşündürmektedir. Hastalık süresi uzun olanların olumlu başaçıkma becerilerini kullanmaları, tedavi uyumlarının daha iyi olması hastalık konusunda bilgi ve deneyim kazanma ile ilişkili olabilir. Stresle başa çıkmak için sosyal destek arayanların da ilaç yan etkisi göstermemeleri stresle başa çıkmanın tedavideki önemini göstermektedir. Kaynaklar 1- Yıldız M. Şizoreni Ruhsal Ve Toplumsal Tedavi Girişimleri. İçinde: Ceylan E, Çetin M, editörler. Şizofreni. 4 Baskı. İstanbu: İncekara Kağıt Matbaası; 2009.1403-1413. 2- 2- Olfson M, Mechanic D, Hansell S, Boyer AC, Walkup J, Weiden JP. Predicting Medication Noncompliance After Hospital Discharge Among Patients With Schizophrenia. Psychiatric Services 2000; 1:216–222. S 04 Eşlerinden Şiddet Gören Kadınların Eşlerindeki Alkol ve Madde Kullanım Özellikleri: İzmir Kadın Sığınmaevleri Çalışması Demet Havaçeliği*, Alev Aktaş*, Dilek Gürbüz*, Nevin Yıldırım Koyuncu**, Hakan Coşkunol* *Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri Enstitüsü (BATI), İzmir **Ege Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi (EKAM), İzmir Amaç: İzmir ilinde sığınma evinde barınan, eşlerinden şiddet gören kadınların şiddet yaşama durumları ile eşlerindeki alkol, madde kullanımı yaygınlığı ve özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmanın örneklemini İzmir ilindeki kadın sığınma evlerine Kasım 2011-Haziran 2012 döneminde barınma amaçlı ya da aile içi şiddet sebebiyle başvuran 67 kadın olgu oluşturmaktır. Uygulama, araştırmacılar tarafından hazırlanan anket formu ile ölçekler kullanılarak birebir görüşme yöntemiyle yapılmıştır. Bu çalışmada eşinden şiddet görme sebebiyle başvuran 51 kadın olgunun ifadesine göre eşlerine ilişkin bilgiler değerlendirilmiştir. Verilerin analizinde ki-kare testleri kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan sığınma evinde barınan 67 kadın olgudan %76’sı (n=51) eşinden şiddet görme sebebiyle kadın sığınma evine başvurmuştur. Kadınların %41,2’si sözel, fiziksel, ekonomik ve cinsel şiddet türlerinin hepsini bir arada görmüştür. Eşlerine şiddete gösteren erkeklerin %66,6’sı ilkokul mezunudur, %19,6’sı herhangi bir işte çalışmamaktadır, %24,4’ünün aylık geliri yoktur, %70,6’sı hukuki bir sorun yaşamış, %45’i cezaevinde yatmıştır. Tüm şiddet türlerini birarada gösteren erkeklerin % 63,7’si alkol ve madde ; %33,3’ü sadece alkol kullanmaktadır. Uygulanan şiddet türleri ile eşlerdeki alkol kullanımı arasında anlamlı bir farklılık bulunurken madde kullanımı arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Şiddet uygulayan eşlerin şiddet uyguladığı dönemde alkol ve madde kullanımı yüksek orandadır. Bu oran, alkol ve madde kullanım sıklığı ile ilişki göstermektedir. Alkol, esrar ve uyarıcı(ekstazi vb.) kullanım sıklığı arttıkça şiddet artmaktadır. Kadınlar, şiddet görme sebeplerinden biri olarak %35,3 oranında alkol- madde kullanımını ifade etmiştir. Tartışma ve Sonuç: Şiddetin oluşmasında önemli faktörlerden biri alkol-madde kullanımıdır. Yeniocak’ın (2011) sığınmaevi çalışmasında şiddet gören kadınlar şiddetin nedenlerinden biri olarak %35,8 alkol-madde kullanımını belirtmiştir. Bu oran, çalışmamızla paralellik göstermektedir. Kadınların %100’ü fiziksel şiddet, %92,2’si sözel şiddet gördüğünü belirtmiştir. Sözel şiddetin daha az belirtilmesinin nedeni kadının sözel şiddeti bir şiddet olarak değerlendirmemesi olabilir. Kadınların aile içi şiddet ve türleri konusunda bilgilendirilmeleri ve şiddet sorununa alkol ve madde kullanımı üzerinden de çözüm üretilmesi gerekmektedir S 05 İzmir Liselerinde Riskli Alet Taşıyan ve Taşımayan Öğrencilerin Madde Kullanım ve Semt Özellikleri Umut Yıldız*, Demet Havaçeliği*, Ender Altıntoprak*, Zeki Yüncü**, Hakan Coşkunol* *Ege Üniversitesi Madde Bağımlılığı, Toksikoloji ve İlaç Bilimleri (BATI)Enstitüsü İzmir **Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD İzmir Amaç: İzmir ilindeki 9. Sınıf ve 12.sınıf öğrencilerinden okulda riskli alet (silah, bıçak vb. kesici aletlerin) taşıyan ve taşımayan öğrencilerin; sigara, alkol, madde kullanım yaygınlığı ile kullanım özellikleri arasındaki farklılığı saptamaktır. Yöntem ve Gereçler: Çalışma epidemiyolojik, kesitsel alan araştırmasıdır. 2010-2011 Eğitim-Öğretim yılında, İzmir Liselerinde eğitim gören 9.sınıf 4415, 12.sınıf 4276 toplam 8457öğrencinin verileri değerlendirilmiştir. Bulgular: 9.sınıflardaki 4415 öğrenciden 430’u (% 9,7) ; 12.sınıflardaki 4276 öğrenciden 481’i (%11,6) riskli aletleri taşımaktadır. 9.sınıflardaki kızların %3, 3,9’u, erkeklerin %14’ü 15,7’si; 12.sınıflardaki kızların %4,2, erkeklerin %22,5’i riskli aletleri taşımaktadır. Bu öğrencilerin verileri karşılaştırıldığında; Her iki sınıfta riskli alet taşıyan öğrencilerin ateşli silahlara anlamlı düzeyde kolay ulaştığı bulunmuştur. Her iki sınıfta riskli alet taşıyan öğrencilerin yaşam boyu en az bir kez madde kullanımı; anlamlı düzeyde fazla bulunmuştur Riskli aletleri taşıyan öğrencilerin sigara, alkol ve tüm maddelere başlama yaşları daha erken ve son 1 yıl içindeki madde kullanım sıklığı ve arkadaşlarındaki madde kullanım yaygınlığı anlamlı düzeyde fazla bulunmuştur. Riskli alet taşıyan 9.sınıf öğrencilerinin anne baba boşanma oranı taşımayan gruptan anlamlı düzeyde fazladır. Sınıflarda kendi yaş grubunun üzerinde olan öğrencilerin riskli aletleri taşıma oranları yüksektir. Riskli aletleri taşıyan öğrencilerin yaşadıkları semtlerde güvenliğin yeterli düzeyde olmadığı, çete yapılanması, madde satışı ve kullanımı, bıçak ve silah taşıma, hırsızlık vb suça yönelik faaliyetler gibi risk faktörleri anlamlı düzeyde fazla olduğu bulunmuştur. Semt özelliklerine bağlı olarak öğrencilerin maddelere ulaşmaları farklılık göstermektedir, risk faktörleri arttıkça maddeye ulaşmaları artmaktadır. Tartışma ve Sonuçlar: 12.sınıf öğrencilerinde silah, bıçak vb. aletleri taşıma, 9.sınıf öğrencilerine göre daha yüksek orandadır. Bu artış erkeklerin yaş ilerledikçe, riskli aletlere daha rahat ulaşmasından kaynaklanmaktadır. Bu sonuç Aras’ın bildirdiği ile paralellik göstermektedir. Riskli alet taşıyan öğrencilerde madde kullanım yaygınlığı, sıklığı, başlama yaşı, arkadaş çevrelerinde kullanım oranı bu aletleri taşımayan öğrencilere göre yüksektir. Semt özellikleri öğrencilerin maddeye kolay ulaşmalarını etkileyen bir faktördür. Bu çalışma sonuçlarına göre, madde kullanımı ile riskli alet taşıma, dolayısıyla suça eğilim arasında yüksek oranda ilişki olduğu söylenebilir. Ancak bu ilişkinin neden-sonuç bağlamında anlaşılması için kontrollü, deneysel çalışmalara ihtiyaç vardır. S 06 Türkiye’de Psikiyatri Hastanelerinde Çalışan Hemşirelerin Adli Psikiyatri Hastalarına Yönelik Tutumlarını Etkileyen Faktörler Leyla Baysan Arabacı*, Mahire Olcay Çam** * İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü Ruh Sağlığı ve Psikiyatri Hemşireliği AD, İzmir ** Ege Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Psikiyatri Hemşireliği AD, İzmir Amaç: Ruh sağlığı ve hastalıkları hastanelerinde çalışan hemşirelerin, adli psikiyatri hastalarına yönelik tutumlarını ve bunu etkileyen faktörleri belirlemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Kesitsel tipteki araştırma, Türkiye’deki 8 Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde çalışan (N=910) ve araştırmaya katılmayı kabul eden ve ölçeğin %80’ini dolduran 620 hemşire ile yürütülmüştür. Araştırmada, “Tanıtıcı Bilgi Formu”, “Adli Psikiyatri Hastalarına Yönelik Hemşire Tutum Ölçeği (APHHTÖ)” kullanılmıştır. Verilerin değerlendirmesinde, sayı-yüzde dağılımları yapılmış ve değişkenler arasındaki ilişki t-testi, varyans analizi ve korelasyon analiziyle incelenmiştir. Bulgular: Hemşirelerin %79.4’ü kadın ve yaş ortalamaları 34.37±7.48’dir. Hemşirelerin APHHTÖ toplam ve alt ölçek puan ortalamaları sırasıyla, xtoplam = 69.07 ± 12.46 (max:125); Xtehlikeligörme = 15.98 ± 3.61 (max:30); Xgüven = 20.49 ± 5.24 (max:20); xsosyalmesafe = 10.45 ± 3.33 (max:20) ve Xbakımvermedeisteklilik = 22.31 ± 4.25 (max:40) bulunmuştur. Hemşirelerin cinsiyeti, çalıştıkları hastane, göreve başlama şekli, kadro durumu, görevi, psikiyatri hastanesinde çalışmaktan memnun olma durumu, adli psikiyatri hastanesine bakım verme durumu ve süresi, adli psikiyatri hastasını etkileyen yasal süreci bilme durumu ve adli psikiyatri biriminde hemşire çalışmasına ilişkin görüşleri adli psikiyatri hastalarına yönelik tutumlarını etkilerken (P< .05); yaşı, medeni durumu, en uzun süre yaşadığı yerleşim birimi, eğitim durumu, mesleki ve kurumdaki toplam çalışma süresi adli psikiyatri hastasına yönelik tutumlarını etkilememektedir (P> .05). Sonuç: Ülkemizde bölge ruh sağlığı hastanelerinde çalışan hemşirelerin, adli psikiyatri hastalarını tehlikeli olarak gördüğü, onlara güvenmediği ve sosyal olarak mesafeli davranma eğilimi gösterirken; bu hastaların bakımını yürütme konusunda orta düzeyde istekli olduğu saptanmıştır. 1.Coram J. (2004) “Forensic Psychiatric Nursing”, Contemporary Psychiatric- Mental Health Nursing, Ed: Kneisl CR, Wilson HS., Trigoboff, E., Chapter 35, First Edition, Pearson Prentice Hall, New Jersey, 819-834. 2.Martin T. (2001) Something Special: Forensic Psychiatric Nursing. Journal of Psychiatric and Mental Health Nursing, 8 (1): 25-32. 3.Bowring-Lossock E. (2006) The Forensic Mental Health Nurse-A Literature review. Journal of Psychiatric and Mental Health Nursing, 13 (6): 780-785. 4.Ançel G. (2005) Adli Psikiyatri Hemşireliği. Adli Psikiyatri Dergisi (Turkish Journal of Forensic Psychiatry) 2(4): 29-34. 5.Baysan-Arabacı L, Çam O. (2011) Adli Psikiyatri Hastalarına Yönelik Hemşire Tutum Ölçeği. Nöropsikiyatri Arşivi Dergisi 48 (3): 175-183. S 07 Psikiyatri Kliniğinde Yatarak Tedavi Gören Bir Grup Kadın Hastada Yaşam Boyu Aile İçi Şiddet Yaygınlığı: Ön Çalışma Verileri Aslı Tuğba Özboduç, Çiğdem Çolak Kalaycı, Leyla Gülseren İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ülkemizde psikiyatri polikliniğine başvuran kadın hastalarla yapılan çalışmalarda aile içi fiziksel şiddet yaygınlığı %62 bulunmuştur1. Karakoç ve arkadaşları, psikiyatri polikliniğine başvuran ve depresyon tanısı konan kadınlarda aile içi fiziksel şiddet yaygınlığını %64 olarak bildirmişlerdir2. Şizofreni gibi kronik ruhsal hastalığı olan kadınlar cinsel ve fiziksel şiddet açısından erkeklerden daha fazla risk altındadır3. Yatan hastalarda aile içi şiddet yaygınlığı ve klinik özelliklerle ilişkisi yeterince araştırılmamıştır. Amaç: Bu çalışmanın amacı, yatarak tedavi gören kadın hastalarda aile içi şiddet yaygınlığını araştırmaktır. Çalışmanın 1 Mayıs 2012-1 Mayıs 2013 tarihleri arasında yatarak tedavi gören kadın hastalarla yürütülmesi planlanmıştır. Şiddet gören ve görmeyen kadınlar arasında yatış süresi, toplam yatış sayısı, hastalık şiddeti, işlevsellik yönünden farklılık olup olmadığı araştırılacaktır. Hastalara tanılarına göre Hamilton Depresyon ve Anksiyete Derecelendirme Ölçeği, Young-Mani Ölçeği, Kısa Psikiyatrik Değerlendirme Ölçeği, Klinik Global İzlenim Ölçeği ve Aile İçi Şiddet Araştırma Formu verilecektir. Bulgular: Halen devam etmekte olan çalışmanın üç aylık dönemine ilişkin bulgular şu şekildedir. Hastaların yaş ortalaması %39.1 ±13.9 yıl; tanı dağılımı major depresif bozukluk 10 kişi (%43.5), bipolar bozukluk 4 kişi (%17.4), anksiyete bozukluğu 6 kişi (%26.1), şizofreni 3 kişi (%13.0). Hastaların 17’si (%74) yaşamlarının bir döneminde fiziksel şiddet görmüştü. Duygusal şiddet gören kadın sayısı 17 (%74), ekonomik şiddet gören kadın sayısı 11 (%47.8), cinsel şiddet gören kadın sayısı ise 8 (%34.7) idi. Çocukluk döneminde fiziksel şiddet görme ile erişkinlikte fiziksel şiddet (ki kare=10.6, p=0.002) ve ekonomik şiddet yaşama (ki kare=5.2, p=0.05) arasında anlamlı ilişki vardı. Tanı grupları arasında şiddet görme açısından fark yoktu. Tartışma: Ön çalışma verileri yatan hastalarda aile içi şiddet yaygınlığının yüksek olduğunu göstermektedir. Ruh sağlığı çalışanlarının yatan hastaların tedavisinde söz konusu durumu dikkate almaları önemlidir. Kaynaklar: 1.Vahip I, Doğanavşargil Ö (2006) Aile içi fiziksel şiddet ve kadın hastalarımız. Türk Psikiyatri Dergisi, 17:107114. 2.Karakoç B, Gülseren L, Çam B ve ark. (2012) Depresyon tanısıyla ayaktan tedavi görmekte olan kadın hastalarda aile içi fiziksel şiddet yaygınlığı. (Değerlendirmede) 3.Mueser KT, Goodman L, Trumbetta S ve ark. (1998) Trauma and posttraumatic stress disorder in severe mental illness. J Consult Clin Psychol, 66: 493-499. S 08 Psikiyatri Polikliniğine Başvuran Kadın Hastalarda Aile İçi Şiddet Yaşantısı Emel Buyraz Kurt, Neşe Yorguner, Ekin Sönmez, Serkut Bulut, Yıldız Akvardar Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul Amaç: Aile içi şiddet tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çoğu kadının sıklıkla karşılaştığı toplumsal bir sorundur. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlarda ruh sağlığı sorunlarının arttığı birçok çalışmada gösterilmiştir. Bu çalışmada psikiyatri polikliniğine başvuran kadın hastaların 1. Maruz kaldıkları aile içi şiddetin boyutunun ve ilişkili olabilecek sosyodemografik özelliklerin, 2. Aile içi şiddet ile psikiyatrik belirtileri arasındaki ilişkinin, 3. Aile içi şiddete yönelik tutumlarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniği'ne 15 Haziran – 15 Ağustos 2012 tarihleri arasında başvuran kadın hastalarla (n=452) yapılan tanımlayıcı araştırmada Aile İçi Yaşantı Anketi ve SCL-90-R semptom envanteri uygulanmıştır. Aile İçi Yaşantı Anketi, Vahip ve Doğanavşargil (2007) tarafından hazırlanan fiziksel eş şiddetini belirlemeye yönelik görüşme formundan yararlanılarak düzenlenmiştir. Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 36.24±10.88’dir, çoğu (%75,7) evlidir. Evlenme yaşı ortalaması 20.72±4,16 (13-36 yaş arası), ortalama evlilik süresi 16.79±10.65 yıldır. Çocuk sahibi olma oranı %82,2’dir. Katılımcılar arasında sözel şiddet görme sıklığı %70,1, fiziksel şiddet oranı %49,0’dır. Sözel şiddet gören kadınların çoğu (%65,3), fiziksel şiddet gördüğünü de belirtmiştir; şiddet görmeme oranı %26,1’dir. Her gün sözel şiddet görme oranı %21,0, her gün fiziksel şiddet görme oranı ise %1,2’dir. Katılımcıların %11,4’ü kendilerine uygulanan kaba kuvveti hak ettiğini, %12,9’u başkalarına uygulanan kaba kuvvetin hak edildiğini düşünmektedir. Katılımcıların ortalama SCL-90-R puanı 1.40±0.68’dir. Alt gruplar arasında en yüksek puan ortalaması depresyon boyutunda (1.68±0.82) saptanmıştır. Eşik üstü puanlar değerlendirildiğinde sözel şiddetle somatizasyon, obsesyon kompulsiyon, depresyon puanları arasında pozitif anlamlı korelasyon saptanmıştır. Sözel şiddet görenlerde fobik anksiyete dışında, fiziksel şiddet görenlerde öfke düşmanlık ve fobik anksiyete dışında, çocukluk çağında şiddet görenlerde somatizasyon ve anksiyete dışındaki tüm boyutlarda şiddet görenlerin puanları görmeyenlere göre daha yüksek bulunmuştur. Tartışma ve Sonuçlar: Aile içi şiddetle depresif belirtiler ağırlıklı olmak üzere psikiyatrik belirti şiddetinin arttığı görülmüştür. Şiddet gören kadın hastaların bu durumu hekimleriyle paylaşmak konusunda istekli olmalarına karşın bu konuda bilgi verme oranlarının düşük kalması, şiddetin kadınlar tarafından dile getirilmediğini ve ruh sağlığı çalışanlarına bu konuda önemli görev düştüğünü göstermektedir. Şiddet bireylerde psikiyatrik yardım gereksiniminin önemli nedenlerinden biridir. Psikiyatri poliklinik görüşmelerinde şiddetin varlığı sorgulanmalıdır. S 09 Bipolar ve Unipolar Depresyonda Serum Lipid Düzeyleri: Yatan Hasta Grubunda Gözlemsel Bir Çalışma Nefize Yalın* **, Yaprak Çilem Yalçın Arslan*, Zeliha Tunca*, Ayşegül Özerdem* ** *Dokuz Eylül Üniversitesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları AD **Dokuz Eylül Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Temel Sinirbilimler AD Giriş: Kalp damar hastalığı olan bireylerde unipolar depresif bozukluk ve bipolar bozukluk daha fazla görülürken, duygudurum bozukluğu tanısı olan bireylerde kalp damar hastalığı riskinin arttığı gösterilmiştir. Dislipidemiler kalp damar hastalıkları için bağımsız risk faktörüdür. Bu çalışmanın amacı bipolar bozukluk depresif dönem içindeki hastalarda dislipidemi sıklığının unipolar depresif dönem içindeki hastalardakinden farklılık gösterip göstermediğinin incelenmesidir. Yöntem: Bu geriye dönük çalışmada son beş yıl içinde bipolar(n=68) ve unipolar(n=250) depresif dönem tanısı ile yatarak tedavi edilmiş 19-82 yaşları arasındaki 318 hasta alınmıştır. Kontrol grubu Temmuz 2007-Temmuz 2008 tarihleri arasında Dermatoloji Polikliniği’ne başvuran 18-64 yaşları arasındaki 447 hastadan oluşturulmuştur. Çalışmada bu üç grubun belirtilen süre içindeki ilk kez bakılmış serum lipid düzeyleri (total kolesterol, trigliserid (TG), yüksek ağırlıklı lipoprotein (HDL), düşük ağırlıklı lipoprotein(LDL)) karşılaştırılmıştır. Sonuçlar: Gruplar arasında yaş açısından anlamlı fark bulunmamıştır. (p=0,108) Gruplar cinsiyet açısından karşılaştırıldığında ise anlamlı fark bulunmuştur (p>0,05). Lipid değerleri gruplar arasında yaş ve cinsiyet kontrol edilmeksizin karşılaştırıldığında HDL, LDL ve trigliserid istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). LDL değerleri cinsiyet açısından kontrol edildiğinde gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p=0,8). Serum HDL ve TG değerleri cinsiyet açısından kontrol edildiğinde bipolar (HDL:43,22±12,62, TG:161,82±93,58), unipolar (HDL:45,88±13,80, TG: 152,52± 89,11) ve kontrol (HDL: 43,92± 12,98, TG:134,65±87,86) grupları arasında kadın cinsiyet açısından anlamlı farklılık bulunmuştur (p<0,05). Bipolar depresif dönem tanılı kadın hastaların %41.9 unun trigliserid düzeylerinormalin üstündeyken, bu oran unipolar depresif dönem tanılı kadınlarda % 38.5, kontrol grubundaki kadınlarda %21.5 olarak saptanmıştır(p<0,0001). HDL düzeylerine bakıldığında bipolar depresif dönem tanılı kadın hastaların %41.9 u düşük HDL düzeylerine sahipken, bu oran unipolar depresif dönem tanılı kadın hastalar için %23.5, kontrol grubundaki kadınlar için %17.3 olarak saptanmıştır(p=0,003). Tartışma: Kalp damar hastalıkları için önemli bir yordayıcı olan metabolik sendrom tanı kriterleri HDL ve TG değerlerini kapsar. Bu çalışmanın sonuçları depresif bozukluk tanısı olan kadın hastaların dislipidemi ve kalp damar hastalıkları açısından daha yüksek riske sahip olabileceğini göstermektedir. Bipolar depresif dönem riski daha fazla arttırmaktadır. S 10 Bipolar Bozukluk Polikliniğinde İzlenen Hastalarda Psikotrop İlaç kullanımının Tiroid İşlevleri ve Lipid Profillerine Etkileri Başak Bağcı, Hidayet Ece Arat, Onur Ulaş Ağdanlı, Havva Afşaroğlu, Ebru Onrat, Ayşegül Özerdem, Zeliha Tunca Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, İzmir Amaç: Bipolar Bozukluk(BB) yaşam boyu yineleyici bir hastalıktır. Hastaların uygun koruyucu tedavi alarak düzenli izlenmeleri; hastalık epizodlarının yinelemelerini önlemede, işlevselliği artırmada önem taşırken, hasta ve yakınlarının tedaviye katılımlarını artırmakta, ilaç yan etkilerinin yönetilmesine katkıda bulunmaktadır. Bu çalışmada Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi( DEÜTF ) Psikiyatri Bölümünün BB Polikliniğinde izlenen hastaların kayıtlarının dökümü yapılarak, lityum kullanımının TSH düzeylerine etkisi; lityum ve T3 hormonu arasındaki ilişki; lityum, valproat ve atipik antipsikotiklerin lipid profiline etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 1 Ocak 2011 ile 15 Ağustos 2012 tarihleri arasında DEÜTF Psikiyatri Bölümü, BB Polikliniğine başvuran 367 hasta alınmıştır. BB Polikliniği dosyaları ve hastanenin veri tabanı incelenmiştir. Veriler SPSS 15.0 ile, kategorik değişkenler için Ki-Kare, sürekli değişkenler için nonparametrik Kruskal Wallis ve Mann Whitney testleriyle analiz edilmiştir. Bulgular: Lityum kullananların %20.5’i T3 hormonu alırken, lityum kullanmayan grupta T3 hormonu kullanım oranı %12,1 idi (p =0,03). TSH değeri, lityum kullanan ve kullanmayanlarda farklı değildi (p=0.69). TSH değerleri ile Lityum düzeyleri arasında korelasyon bulunmadı. Atipik antipsikotik kullananların trigliserid düzeyleri kullanmayanlardan yüksekti (p=0.007). Ancak, total kolesterol, LDL, HDL düzeyleri atipik antipsikotik kullanan ve kullanmayanlarda farklı bulunmadı. (p=0.88; p=0.88; p=0.15). Valproat kullanımının da total kolesterol, trigliserid, LDL, HDL düzeylerini etkilemediği saptandı. Lityum monoterapisi alan hastaların total kolesterol ve LDL düzeyleri ortalamaları, valproat monoterapisi alan hastalardan daha yüksekti. Trigliserid ve HDL düzeyleri ortalamaları ise lityum ve valproat monoterapisinde farksız bulundu. Sonuç: Bu çalışmada, lityum serum düzeyleri ile TSH düzeyleri arasında korelasyon olmaması ve lityum kullanımının TSH düzeylerine etkisine ilişkin istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamasına karşın, lityum kullanan hastaların daha fazla T3 hormonu kullandıklarının saptanmış olması Bipolar Bozukluk tanılı hastalarda yüksek hipotirodi riskini desteklemiştir. Antipsikotik kullanan hastaların trigliserid düzeylerinin daha yüksek saptanması, antipsikotiklerin lipid profiline olumsuz etkisi açısından literatürle uyumludur. Lityum monoterapisi, valproat monoterapisine göre lipid profilini daha olumsuz etkilemektedir. S 11 Mani, Depresyon ve İyilikte Artmış Ürik Asit Düzeyleri: Kontrollu Bir Çalışma Özgür Süner, Sermin Kesebir, Arzu Bayrak, Çetin Turan Erenköy RSHEAH Amaç: Pürinerjik sistem işleyişindeki bozulmanın iki uçlu bozukluk (İUB) patofizyolojisinde ve tedavisinde rolü olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı ürik asit düzeylerinin İUB’un hastalık dönemleri, iyilik ve sağlıklı bireyler arasında karşılaştırılmasıdır. İkinci olarak ürik asit düzeylerinin dönem şiddeti ve hastalık süresi ile ilişkili olup olmadığının incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Bu amaçla yaş ortalamaları ve cinsiyet dağılımları benzer 43 İUB manik dönem, 20 İUB depresif dönem, 41 İUB tanılı iyilik dönemindeki hasta ve 43 sağlıklı bireyde ürik asit düzeyleri karşılaştırılmıştır. Hastalığa ilişkin bilgiler SKIP-TURK ile kaydedilmiş, hastalık dönemlerinin şiddeti YMDÖ ve HDDÖ ile ölçülmüştür. Plazma ürik asit düzeyleri 3000 devirli santrifüjde 15 dakika çevrilerek, -80 santigrat derecede, mg/dl cinsinden kaydedilmiştir. Bulgular: Mani, depresyon ve iyilik dönemindeki iki uçlu hastalarda ürik asit düzeyleri sağlıklı bireylerdekinden yüksek bulunmuştur (F= 4.035, p= 0.043). Manik dönemde 1. ve 2. hafta YMDÖ puanları ile ürik asit düzeyleri arasında orta, depresif dönemde 1. ve 2. hafta HDDÖ puanları ile ürik asit düzeyleri arasında güçlü bir ilişki saptanmıştır (sırasıyla r= 0.41, 0.39, 0.51 ve 0.52). Hastalığın başlangıç yaşı ile ürik asit düzeyleri arasında manik dönemdeki olgularda zayıf bir ilişki, depresif dönemdeki ve iyilik dönemindeki olgularda orta derecede bir ilişki gösterilmiştir (sırasıyla r= 0.26, 0.41 ve 0.38). Manik dönem sayısı ürik asit düzeyi ile ilişkisiz bulunurken depresif dönem sayısı ile ürik asit düzeyleri arasında orta derecede bir ilişki vardır (r= 0.43). Sonuç: Bulgularımız İUB’un her döneminde pürinerjik işlevdeki bozulmaya dikkat çekmektedir. Bu bozulma İUB’un klinik özellikleri ile ilişkili görünmektedir. S 12 İUB’ta OİP ve Bilişsel İşlev: Dönem Şiddeti İle İlişkisi Esra Kaymak*, Sermin Kesebir*, Ayşe Akpınar**, Fisun Mayda Domaç** **Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul ** Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nöroloji, İstanbul Amaç: Bu çalışmanın amacı, depresif, manik ve iyilik dönemindeki iki uçlu bozukluk olgularında ve sağlıklı kontrollerde P50, N100, N200, P200 ve P300 uyarılmış potansiyellerinin genlik ve latanslarını, Frontal Değerlendirme Bataryası (FDB) ve Stroop Testi puanlarını karşılaştırmak, OİP ve bilişsel test performansı ile duygu durum bozukluğunun şiddeti arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır. Yöntem: Araştırma 2011 Mayıs ve Kasım ayları arasında Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri polikliniklerine başvuran ya da servislerinde yatarak tedavi görmekte olan DSM-IV-TR (Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders, fourth edition text revision) tanı ölçütlerine göre İUB tanısı almış olan hastalar ve sağlıklı bireyler (s= 20) üzerinde yapıldı. Bilgilendirilmiş onam veren 100 İUB tanılı olgu ardışık olarak, SCID-I, SKIP-TURK, HDDÖ, YMDÖ, Stroop testi ve FDB ile değerlendirildi. Uyarılmış potansiyeller işitsel ‘‘oddball iki ton ayırım ödevi‘’ metodu kullanılarak kaydedildi. Bulgular: Posthoc analizlerde (Bonferroni düzeltmesi ile) manik ve depresif dönemdeki olgularda FDB toplam puanı daha düşük (p= 0.018), manik dönemdeki olgularda Stroop interferansı daha yüksek (p= 0.045), depresif dönemdeki olgularda Stroop toplam süresi daha uzundur (p= 0.049). Sağlıklı bireylerde Fz, Cz ve Pz P300 latansı iyilik, depresyon ve mani dönemindeki olgulardan daha kısa (p< 0.001, 0.001 ve 0.006), Cz P200 latansı mani dönemindeki olgularda daha uzun (p= 0.033), Pz N200 genliği depresif dönemdeki olgularda daha düşük (p= 0.053) bulunmuştur. YMDÖ ile Stroop interferansı arasında güçlü, Fz ve Cz P300 latansı arasında orta derecede bir ilişki, HDDÖ ile FDB puanı arasında güçlü ve ters, Fz N100 latansı arasında orta derecede bir ilişki bulunmuştur. Sonuç: İUB’ta bilişsel test performansı ve OİP her üç hastalık dönemi ve sağlıklı bireyler arasında farklılaşmaktadır. OİP değerleri ve bilişsel test puanları ile duygu durum bozukluğunun şiddeti arasında bir ilişki bulunmaktadır. S 13 Mani, Depresyon ve İyilik Döneminde OİP ve Bilişsel İşlev Arasındaki İlişki: Kontrollü Bir Çalışma Sermin Kesebir*, Esra Kaymak*, Ayşe Akpınar**, Fisun Mayda Domaç** * Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, İstanbul ** Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Nöroloji Kliniği, İstanbul Amaç: Bu çalışmanın amacı, depresif, manik ve iyilik dönemindeki iki uçlu bozukluk tanılı olgularda ve sağlıklı kontrollerde P50, N100, N200, P200 ve P300 uyarılmış potansiyellerinin genlik ve latanslarını, Frontal Değerlendirme Bataryası (FDB) ve Stroop Testi puanlarını karşılaştırmak, OİP ile bilişsel test performansı arasında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır. Yöntem: Araştırma 2011 Mayıs ve Kasım ayları arasında Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri polikliniklerine başvuran ya da servislerinde yatarak tedavi görmekte olan DSM-IV-TR (Diagnostic and Statistical Manuel of Mental Disorders, fourth edition text revision) tanı ölçütlerine göre İUB tanısı almış olan hastalar ve sağlıklı bireyler (s= 20) üzerinde yapıldı. Bilgilendirilmiş onam veren 100 İUB tanılı olgu ardışık olarak, SCID-I, SKIP-TURK, HDDÖ, YMDÖ, Stroop testi ve FDB ile değerlendirildi. Uyarılmış potansiyeller işitsel ‘‘oddball iki ton ayırım ödevi‘’ metodu kullanılarak kaydedildi. Bulgular: Manik dönemde bilişsel test performansı ile OİP arasında herhangi bir ilişki saptanmamıştır. Depresif dönemde FDB puanı ile Fz, Cz ve Pz N100 latans ve genlikleri arasında güçlü bir ters ilişki, iyilik döneminde ise Fz N200 latansı ve Cz N200 genliği arasında orta derecede bir ilişki mevcuttur. Depresif dönemde Stroop interferansı ile Cz N200 latansı arasında güçlü, Fz ve Pz N200 genliği arasında orta derecede bir ilişki, Stroop toplam süresi ile Cz N200 latansı ve Pz N200 genliği arasında orta derecede ve güçlü ters bir ilişki bulunmuştur. İyilik döneminde Stroop interferansı ile Fz, Cz ve Pz N100 latansı arasında orta derecede bir ilişki, Stroop toplam süresi ile Pz’de daha güçlü olmak üzere, Cz ve Pz P50 ve N100 latansı arasında orta derecede ve Pz N200 genliği ile ters bir ilişki bulunmuştur. Sağlıklı bireylerde FDB puanı ile Pz P300 genliği arasında bir ilişki vardır. Stroop interferansı ile Pz N200 latansı arasında ters ve güçlü, Pz N200 genliği arasında güçlü ve doğrusal bir ilişki sözkonusudur. Stroop toplam süresi ile Fz P300 genliği arasında ters, Cz N200 genliği arasında güçlü bir ilişki gösterilmiştir. Sonuç: İUB’ta OİP ve bilişsel test performansı arasında her üç hastalık dönemi ve sağlıklı bireylerde farklılaşan ilişkiler bulunmaktadır. S 14 Ürik Asit Düzeyleri İUB ve Şizofrenide Birbirinden Farklı Mıdır? Erkek Cinsiyette Dönem Şiddeti ile İlişkisi Bülent Kadri Gültekin, Sermin Kesebir, Sevgi Gül Kabak, Ferzan Fikret Ergün, Elif Tatlıdil Yaylacı Erenköy RSHEAH Amaç: Pürinerjik sistem işleyişindeki bozulma hem iki uçlu bozukluk (İUB), hem Şizofreni (S) tanılı olgularda gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı İUB ve S tanılı erkek olgularda manik dönem ve psikotik alevlenme sırasındaki ürik asit düzeylerinin sağlıklı erkeklerden farklılaşıp farklılaşmadığının araştırılmasıdır. İkinci olarak her iki tanı grubunda ürik asit düzeylerindeki azalmanın klinik iyileşme ile ilişki gösterip göstermediğinin incelenmesidir. Yöntem: Bu amaçla 55 İUB, 59 S tanılı olgu manik dönem ve psikotik alevlenme döneminin başında, 1., 2. ve 3. haftada YMDÖ ve PANSS ile değerlendirilmiş, plazma ürik asit düzeyleri ölçülmüştür. Kontrol grubu diğer iki grupla yaş ortalaması benzer, önceki tanı ve tedavi öyküsü olmayan ve şimdiki psikiyatrik yakınması bulunmayan 30 sağlıklı erkektir. Plazma ürik asit düzeyleri 3000 devirli santrifüjde 15 dakika çevrilerek, -80 santigrat derecede, mg/dl cinsinden kaydedilmiştir. Bulgular: Hem İUB hem S tanılı erkek olgularda manik dönem ve psikotik alevlenme sırasındaki ürik asit düzeyleri sağlıklı erkeklerden yüksek bulunmuştur (F= 6.122, p= 0.027). benzerdir (p= 0.108). İUB tanılı erkeklerde yinelenen ölçümler arasındaki fark (Boferroni düzeltmesi ile) başlangıç ve 1. hafta ürik asit düzeyleri arasında saptanmıştır (p< 0.01). Her iki grup ve her dört ölçüm için YMDÖ ve PANNS puanları ile ürik asit düzeyleri arasında bir ilişki gösterilmemiştir. Sonuç: İUB ve S tanılı erkek olgularda manik dönem ve psikotik alevlenme sırasındaki ürik asit düzeyleri birbiri ile benzer olup, sağlıklı erkeklerden yüksektir. Her iki grupta ürik asit düzeyleri ile dönem şiddeti arasında bir ilişki bulunmamıştır. S 15 Ötimik Bipolar Afektif Bozukluğu Olan Hastalarda Suç ve Kronobiyoloji Arasında İlişki Akif Taşdemir, Abdullah Genç, Tevfik Kalelioglu, Husrev Demirel, Sedat Demirbuga, Erhan Yüksek, Murat Emül 1 Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi 2 TC Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu, 4.ATİK 3 İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul Amaç: Duygudurumdaki diurnal varyasyonların varlığı ve uykudaki rahatsız edici ve dirençli bozulma afektif bozuklukta biyolojik ritimlerin primer olarak bozuk olabileceğini düşündürmektedir. Sirkadien ritimlerdeki bozulmanın hem bipolar afektif bozukluğun(BAB) hem de agresyon ve suç işleme davranışının patofizyolojisinde yer alabileceği ileri sürülmektedir. Bu çalışmada ötimik suç işleyen ve işlemeyen bipolar afektif bozukluğu hastasında kronobiyolojik özellikleri araştırma planladık. Yöntem: Çalışmada hastalardan kronotipiyi değerlendiren sabahlılık-akşamlılık (SAÖ) ve HARE psikopati ölçeklerini doldurmaları istendi. SAÖ, 19 itemden oluşan uyanma ve yatma alışkanlıklarını, fiziksel ve mental performansları için tercih edilen zaman dilimini ve canlılık halini değerlendiren bir ölçektir. Skorları 16-86 arasında değişmekte, yüksek skor aldıkça sabahçı, düşük skor aldıkça akşamcı tipe yakınlaşılmaktadır. Ölçekte alınan puanlara göre, sabahçı, hiçbir tipe uymayan ya da akşamcı tip olarak sınıflama yapılabilmektedir. Bulgular: Örneklem 43 suç işlemiş ve 55 suç işlememiş ötimik BAB hastasından oluşmaktaydı. Suç işleyen grupta ortalama yaş 35.53±8.54 ve suç işlemeyen grupta 37.927±10.55 idi (p=0.382). Hastalık süresi suç işleyen grupta anlamlı olarak daha kısaydı (p=0,012). Gruplar arasında cinsiyet, medeni durum, eğitim, ailede psikiyatrik öykü ve alışkanlıkları açısından bir fark yoktu. Kronotip olarak suç işleyen grupta 10 akşamcı, 9 sabahçı ve 16 hiçbir gruba girmeyen var iken; suç işlemeyen grupta bu rakamlar sırasıyla 12, 6 ve 32 idi (X2=4,28 ve p=0,232). Tartışma: Birçok çalışmada uyku özellikleri ile duygudurum semptomları arasındaki ilişkiyi en az intihar girişimi ve duygudurum arasındaki ilişki kadar araştırılmıştır. Bununla birlikte duygudurum bozukluklarında suç işleme davranışı ve kronotipi arasındaki ilişki hiç araştırılmamıştır. Önceki çalışmalarda sabahçı kronotipine sahip kişilerin akşamcı tiplere göre daha sağlıklı yaşam stili, daha güçlü iç kontrol, daha vicdanlı ve kendine daha fazla güvendikleri bulunmuştur. Çok yeni yapılan bir çalışmada depresif hastalarda akşamcı kronotip olmanın daha yüksek impulsiviteye neden olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bununla birlikte bizim başlangıç varsayımımıza ters olarak suç işleyen BAB hastalarında daha fazla akşamcı tip olabileceği ve daha impulsif olabileceğini bu çalışmada gösteremedik. Çalışmanın görece örneklem sayısının azlığı bu duruma neden olmuş olabilir. Ayrıca suç işlemeyen BAB hastalarının daha sonra suç işleyebilme potansiyelleri de kronotiple ilişki bulunamamasına yol açmış olabileceği düşünülmüştür. S 16 Erenköy Nesne İlişkileri Niteliği Ölçeği’nin Faktör Yapısı, Güvenirliği ve Geçerliği İshak Sayğılı, Yücel Yılmaz, Dicle Bilge, Nurdan Eren Bodur, Selvinaz Çınar Parlak, Sera Elbaşoğlu, Medine Yazıcı Güleç, Hülya Akar Özmen, Arzu Sancak Bayrak, Hüseyin Güleç Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nesne ilişkileri kuramı psikodinamik psikoterapi uygulamalarında geniş kabul gören bir teoridir. Bu çerçevede hastaların nesne ilişkileri ve kişilik örgütlenmeleri hakkında izlenim sahibi olmak, klinisyenler için tedavinin tasarlanmasında ve yürütülmesinde kolaylıklar sağlamaktadır. Bu amaçla hazırlanmış birçok yöntem vardır. Nesne İlişkileri Niteliği Ölçeği (NİNÖ) bu yönüyle bilinen bir ölçektir (Azim ve ark. 1991). Ölçekte kast edilen “nitelik”, tasarımlarının psikodinamik kuram içerisinde kabul gören kişilik örgütlenmesi ile eşleştirilebilir. Ölçek içerisinde 5 düzeyin (ilkel, araştırıcı, kontrolcü, üçgen, olgun) ayrı ayrı puanlanması istenmekte ve böylece bir bireydeki her düzeyin ne seviyede olduğu hakkında fikir edinilmesi sağlanmaktadır. Bu çalışmada klinisyen ve/veya araştırmacıların kullanımı için ölçeğin Türkçe standardizasyonu planlandı. Ölçeğin Türkçe uyarlamasının güvenirliği amacıyla iç tutarlılık, madde toplam ilişkisi ve görüşmeciler arası tutarlığa bakıldı. Geçerlik analizleri olarak, açımlayıcı faktör analizi uygulandı ve yakınsak geçerliği amacıyla, Klinisyen için Kişilik Özelliklerini Derecelendirme Formu (ErKİKÖDF; Clinician Trait Rating Form) ve İGD ölçeği uygulandı. ErKİKÖDF, DSM 5 hazırlık çalışmaları içerisinde kişiliğe dair boyutsal modelin gözden geçirilmesine izin veren ve "temsil özelliği taşıyan" toplam 25 özgül kişilik özelliği görünümünün, beş alanda fasetler olarak değerlendirildiği bir formdur (APA, 2010). Her iki ölçeğin de mevcut durumun monitorizasyonunda ve psikoterapi sürecini yordayıcı olabileceği beklenmekte olup, takip çalışmalarında iyileşmenin derecelendirilmesi, dolayısıyla süreç takibinde kullanımına imkan sağlayacaktır. Çalışmaya DSM IV-TR’a göre eksen I ve/veya II tanısı alan ve çalışmaya katılmaya onay vermiş 50 hasta dahil edilmiştir. Hastalara ErNİNÖ ve ErKİKÖDF'nin değerlendirildiği bir görüşme yapıldı. Aynı oturumda işlevselliğin genel değerlendirmesi formu (İGD) da görüşmeci tarafından dolduruldu. Her görüşme görüntü kaydı ile kaydedildi. Ayrı bir oturumda hastalara diğer araştırmacılara kör bir araştırmacı tarafından Rorschach testi uygulandı ve elde edilen bulgular bu çalışma için geliştirilmiş “Rorschach nesne ilişkileri form”una kaydedildi. Görüşmeciler arası tutarlılığı değerlendirebilmek için 30 görüşme videosu aynı anda iki ayrı kör araştırmacı tarafından izlenerek ayrı ayrı puanlandı. Bulgularımız, bir ön çalışma bulgusu olarak, ErNİNÖ’nun hem geçerlik hem de güvenirlik analiz sonuçlarının Türk örnekleminde uygulanmasında yeterli olduğunu göstermektedir. S 17 Erenköy Kişilik Örgütlenmesi Tanısal Formu Faktör Yapısı, Güvenirliği ve Geçerliği Yücel Yılmaz, İshak Sayğılı, Dicle Bilge, Selvinaz Çınar, Nurdan Eren Bodur, Arzu Bayrak, Medine Yazıcı Güleç, Hülya Akar, Sera Elbaşoğlu, Hüseyin Güleç Erenköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Eğitim Ve Araştırma Hastanesi Kişilik örgütlenmesi kavramı ilk olarak Kernberg tarafından geliştirilmiştir. Kernberg, kişilik örgütlenmesini stabil, büyük ölçüde bilinçdışı ve erken deneyimlerin etkisi ile oluşan dinamik bir yapı olarak tanımlar. Kişilik örgütlenmesi kavramı ile aynı zamanda nesne ilişkileri, savunma mekanizmaları, nesne ve kendilik tasarımları gibi birçok bilinçdışı içerik ve süreç ifade edilmektedir. Bu model temel olarak üç kişilik örgütlenmesi düzeyi (psikotik, borderline ve nörotik) tanımlamakta ve nesne ilişkileri teorisine dayanmaktadır. Son yıllarda kişilik örgütlenmesinin ölçülmesi için değişik ölçekler geliştirilmiştir. Kişilik örgütlenmesi tanısal formu (KÖTF) bunlardan bir tanesidir (Diguer ve ark, 2001). KÖTF, geniş bir klinik olanağa sahiptir ve içerdiği madde ve boyutları ile olguların hem formülasyonu hem de tedavinin planlanması aşamasında kolaylıklar sağlar. Bu yönüyle hastaların sağaltım süreçlerinin monitorizasyonunu sağlarken bunun yanında değişime hassas özelliğinin gösterilmesi nedeniyle tedavinin bir sonucu olarak ortaya çıkan yapısal değişimin değerlendirilmesinde kullanılabilir. KÖTF’ü benzerlerinden ayıran en önemli özelliği kolay uygulanabilirliği ile kullanıcı dostu olmasıdır. KÖTF, 21 maddeli bir ölçektir ve beş farklı kişilik örgütlenmesi boyutunu değerlendirir: kimlik, ilkel savunma mekanizmaları, olgun savunma mekanizmaları, gerçeği değerlendirme ve nesne ilişkileri. Bu çalışmada ölçeğin Türkçeye uyarlama çalışması planlanmaktadır. Güvenirlik için iç tutarlılığına, madde-toplam ilişkisine ve görüşmeciler arası güvenirliğe bakıldı. Geçerlik için ise açımlayıcı faktör analizi uygulandı ve yakınsak geçerliği amacıyla, Kişilik İşlevselliği Düzeyleri (ErKİD; Level of personality functioning) ve İGD kullanıldı. Çalışmaya DSM IV-TR’a göre eksen I ve eksen II tanıları alan ve onam veren 50 hasta alındı. Hastalara ErKÖTF, ErKİD ve İGD uygulandı. Ayrı bir oturumda hastalara, diğer araştırmacılara kör bir araştırmacı tarafından Rorschach testi uygulandı ve elde edilen bulgular bu çalışma için geliştirilmiş “Rorschach nesne ilişkileri form”una kaydedildi. Görüşmeciler arası tutarlılığı değerlendirebilmek amacıyla 30 görüşme videosu aynı anda iki (kör) araştırmacı tarafından izlenerek ayrı ayrı puanlandı. Bulgularımız, bir ön çalışma bulgusu olarak, KÖTF’ün hem geçerlik hem de güvenirlik analiz sonuçlarının Türk örnekleminde uygulanmasında yeterli olduğunu göstermektedir. S 18 Yaygın Anksiyete Bozukluğunda Azalmış Sülfidril Düzeyi: Trait Marker (Yatkınlık Belirleyici) Olmaya Aday Bir Tetkik Mehmet Cemal Kaya(1), Yasin Bez(1), İbrahim Fatih Karababa(2), Ali Emhan Uzman(2), Nurten Aksoy(3), Mahmut Bulut(1), Mehmet Güneş(1), Abdullah Atli(1), Salih Selek (4) (1) Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Diyarbakır (2) Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, Şanlıurfa (3) Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya AD, Şanlıurfa (4) Medeniyet Üniversitesi Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD, İstanbul Amaç: Son yıllarda psikiyatrik hastalıklar ve oksidan/antioksidan mekanizmalar arasındaki ilişkiyi inceleyen birçok makale yayınlanmıştır (1). Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) çoğu zaman psikiyatrik bozukluklara ek hastalık olarak görülen, yaşam boyu yaygınlığı %5 gibi yüksek olan fakat hakkında çok az araştırma yapılan bir bozukluktur (2). Biz bu çalışmamızda antioksidan mekanizmanın önemli bir elemanı olan serum serbest sülfidril (–SH) düzeylerini ek hastalığı olmayan YAB hastalarında incelemeyi amaçladık. YÖNTEM DSM-IV’e göre ek hastalığı olmayan YAB tanısı almış 35 (23 kadın, 12 erkek) hasta ve 35 (23 kadın, 12 erkek) sağlıklı kişi kontrol grubu olarak çalışmamıza alındı. Hastalara Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği (HAM-A) uygulandı. Hastaların ve kontrol grubunun venöz yolla alınan kanlarından uygun yöntem kullanılarak serum –SH düzeyi ölçüldü. Bulgular: Çalışmamızda hasta grubu ve kontrol grubu arasında yaş ve BMI arası anlamlı fark yoktu. Hastaların 15'i SSRI, 12’si SNRI kullanırken 8’i ilaç kullanmamaktaydı. Bu gruplar arasında –SH düzeyleri açısından fark saptanmadı (F=0.71, p=0.664). Hastaların –SH düzeyleri kontrol grubundan anlamlı olarak daha düşük bulundu (p <0.001). HAM-A ve –SH düzeyleri arasında ilişki bulunmadı (r0=–126, p=0.487, N= 35). Hastalık süresi ve serum –SH düzeyleri arasında negatif bağıntı bulundu (r0=– 0.487, p=0.003, N=35). Tartışma ve Sonuç: YAB’da oksidatif denge ile ilgili parametreler çok az incelenmiş olup çalışmamız YAB'da SH düzeylerini inceleyen ilk araştırmadır. Hastalarda –SH düzeylerinin kontrol grubundan anlamlı olarak düşük olması oksidatif stresin dolaylı bir göstergesi olabilir(3). Hastalık süresi ve –SH düzeyleri arasında negatif korelasyon bulunması YAB’da –SH düzeylerinin bir trait marker (yatkınlık belirleyici) olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir. Kaynaklar 1- Ng F, Berk M, Dean O, Bush AI. Oxidative stress in psychiatric disorders: evidence base and therapeutic implications. Int J Neuropsychopharmacol. 2008, 11, 851-76. 2- 2-Wittchen H-U. Generalized anxiety disorder: prevalence, burden, and cost to society. Depress Anxiety. 2002, 16: 162–171. 3- 3- Collier A, Wilson R, Bradley H, Thomson JA, Small M. Free radical activity in type 2 diabetes. Diabet Med 1990, 7: 27–30. S 19 Psikiyatri Hekimleri Travma Deneyimlerini Ne Kadar Değerlendiriyor? Önder Kavakcı, Derya Güliz Mert, Gözde Yontar Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Amaç: Travmatik deneyimlerin psikiyatrik bozuklukların gelişmesi ve seyri üzerinde önemli etkileri olduğu, travma sonrası stres bozukluğunun (TSSB) en yaygın görülen anksiyete bozukluğu olduğu bildirilmektedir. Bu araştırmada Türkiye’de psikiyatri hekimlerinin günlük uygulamalarında hastalarının travmatik deneyimlerini ne oranda değerlendirdikleri, TSSB tanısını ne sıklıkta koydukları ve TSSB terapisine yönelik bir eğitim alıp almadıklarını değerlendirmek amaçlanmıştır. Yöntem: Çeşitli illerden psikiyatri uzmanlarına en son iş günlerinde ne kadar hasta gördükleri, son bir ayda ne kadar TSSB tanısını koydukları ile hastalarında travmatik deneyimler arayıp aramadıklarını, TSSB hastalarını nasıl tedavi ettiklerini sorgulayan anket dağıtıldı. Bulgular: 159 psikiyatri uzmanı anketleri doldurdu. Uzmanların % 65’i son iş gününde TSSB tanısı olan hastalarının olmadığını bildirirken, %35’i TSSB tanısı olan hastalarının bulunduğunu bildirmiştir. Katılımcılara son ay içinde kaç TSSB tanısı alan hastaları olduğu sorulduğunda; %20.4’ü 0-1 %36,9’u 2-5 %14,1’i 6-9 %4,7’si 1220 TSSB olan hasta gördüklerini bildirmişlerdir. Katılımcılara hastalarında A) Son bir yıldaki örseleyici/stresör olayları, B) Yaşam boyu travmatik deneyimleri, C) Yaşam boyu kayıplar ve yas deneyimlerini D) Çocukluk çağı travmatik yaşantılarını ne oranda aradıkları sorulmuştur. %27’si dört seçenekten sadece birini %40,1’i iki seçeneği %16.4’ü üç seçeneği %8.8’i tüm seçenekleri aradıklarını bildirmiştir. TSSB tanısı bulunan hastalarına uzmanların %82.4 sadece ilaç tedavisi uyguladıklarını, %3.8’i sadece psikoterapi uyguladıklarını, %11.5’i terapi ve ilaç tedavisini birlikte kullandığını, %6.1’i herhangi bir tedavi uygulamadıklarını ifade etmiştir. Uzmanların %29.6’sı travma tedavisine yönelik bir terapi eğitimi aldığını, %70.4’ü bu tür bir terapi eğitimi almadığını bildirmiştir. Örneklemin bildirdiği günlük görülen hasta sayısı ile ya da terapi eğitimi alınmış olması ile hastalarda travma öyküsü aranması arasında bir ilişki bulunmamıştır. Sonuç: Bu sonuçlar psikiyatri uzmanlarının önemli bir kısmının epidemiyolojik çalışmaların bildirdiği oranların altında TSSB tanısı olan hasta gördüklerine, travma deneyimlerini yeterince aramadıklarına ve travma terapisine yönelik eğitim almadıklarına işaret etmektedir. S 20 Otojen ve Reaktif Alttip OKBlilerde Yürütücü İşlevler ve Bellek Pınar Çetinay Aydın, Gülperi Putgül Köybaşı, Engin Sert, Levent Mete Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Menemen Devlet Hastanesi, Hakkâri Devlet Hastanesi İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: OKB’de bilişsel teori bağlamında obsesyonların otojen ve reaktif obsesyonlar olarak iki farklı gruba ayrılabileceği önerilmiştir. Çok sayıda çalışmada bu iki alttipteki OKBli hastalar arasında birçok önemli alanda anlamlı farklılıklar olduğu saptanmıştır. 1) Bilişsel değerlendirmeler ve nötralizasyon stratejileri 2) ilişkili OKB semptomları, 3) ilgili disfonksiyonel inançlar, 4) ilişkili kişilik özellikleri. Bu çalışmada bu iki alttipteki OKB hastalarının yürütücü işlev ve sözel belleklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: 30 reaktif, 18 karışık, 14 otojen tipte toplam 62 OKB tanılı hasta, 42 sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alındı. Hastalara SCID 1 görüşmesi ile tanı kondu. Beck Depresyon Envanterinden 17 altında puan alan hastalar çalışmaya dâhil edildi. Sosyodemografik Bilgi Formu, dolduruldu, Yale Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği ile hastalık şiddeti belirlendi. Stroop Test, Wisconsin Kart Eşleme Testi, Rey Sözel Öğrenme ve Bellek Testi, Sayı Dizisi Testi, İşitsel Üçlü Sessiz Harf Sıralaması Testi hastalara ve sağlıklı kontrol grubuna uygulandı. Bulgular: OKB tanılı hastalarda sağlıklılara göre wisconsin kart eşleme testi ve stroop testte (süre) anlamlı olarak daha düşük performans saptanmıştır. Otojen, reaktif ve karışık tipteki OKB hastaları arasında yürütücü işlevler ve sözel bellek yönünden anlamlı farklılık saptanmamıştır. Tartışma ve Sonuçlar: OKB’ de primer bilişsel işlev bozukluğunun, yürütücü işlev bozukluğu olduğu birçok çalışmada gösterilmiştir. Bizim çalışma sonuçlarımız da bunu desteklemektedir. Bazı özellikleri açısından reaktif obsesyonların, saf kaygı ile otojen obsesyonlar arasında bir yerde durduğu söylenmektedir. Otojen obsesyonu olan hastalarda ise daha fazla düşünce bozukluğu olduğu öne sürülmekte bu obsesyon türüne sahip hastalarda büyüsel düşünce ve anormal algısal yaşantılar gibi şizotipal özellikler bulunmaktadır. Buna rağmen bizim çalışmamızda yürütücü işlevler ve sözel bellek alanlarında bu iki alttipteki hastalar arasında anlamlı fark saptanmamıştır. S 21 Sivas İl Merkezinde Yeme Bozukluklarının Yaygınlığı ve Eşlik Eden Psikiyatrik Tanılar Murat Semiz, Önder Kavakcı, Ayşegül Yağız Kartal, Gözde Yontar, Nesim Kuğu Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Sivas Amaç: Ülkemizde yeme bozukluklarının epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar sıklıkla çocuklar ve ergenlerde yapılmış olup erişkinler ile ilgili yeterli veri yoktur. Bu çalışmada, Sivas il merkezindeki yeme bozukluklarının (YB) yaygınlığının saptanması ve bozukluğu olanların sosyodemografik özelliklerinin ve eşlik eden eksen-I ve eksen-II tanı sıklığının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmada 18–44 yaş aralığındaki 1122 kişiye yeme tutum testi (YTT) uygulanarak kesme puanının üzerinde puan alanlar ile klinik görüşme yapılmıştır. Kontrol grubu, yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş, YB tanısı olmayan, YTT skoru 30’un altında olan bireylerden oluşturulmuştur. Klinik görüşme sonrasında yeme bozukluğu tanısı konulan bireylere ve kontrol grubuna eşlik eden I. eksen ve II. eksen tanılarını saptamak amacıyla SCID-I (Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis-I Disorders) ve SCID-II (Structured Clinical Interview for DSM-III-R Personamy Disorders) uygulanmıştır. Bulgular: YTT ile yapılan tarama sonucunda bu örneklemin % 5.25’inde yeme bozukluğu olabileceği saptanmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasında, yapılandırılmış klinik görüşmeler sonrası, YB yaygınlığının %1.52 olduğu bulunmuştur. Bulimiya nervoza yaygınlığı %0.63, tıkanırcasına yeme bozukluğu yaygınlığı %0.81 olarak bulunmuştur. YB tanısı kadınlarda (%88,2) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha sıktır. Çalışmada YB tanısı konulanların konulmayanlara göre daha fazla oranda orta düzeyde gelire sahip oldukları, ailelerinde psikiyatrik tanıların daha fazla olduğu ve daha fazla ruhsal travmaya maruz kaldıkları saptanmıştır. Hasta grubunda I. ve II. eksen eş tanı oranı kontrol grubundan anlamlı düzeyde daha fazla saptanmıştır. Hastaların % 47’sinde (8/17) eşlik eden I. eksen tanısı saptanmıştır. En sık konulan eş tanı majör depresif bozukluk olmuştur. Hastaların %41’inde II. eksen tanısı saptanmıştır. En sık her biri %11,8 oranında obsesif kompulsif kişilik bozukluğu, kaçıngan kişilik bozukluğu tanıları bulunmuştur. Sonuç: Bu çalışmada, YB nokta yaygınlığı %1.52 olarak saptanmıştır.Tıkınırcasına yeme bozukluğunun en sık görülen YB olduğu saptanmıştır. YB’de psikiyatrik eş tanılar yaygındır. YB farklı yaş gruplarında ve sosoyoekonomik düzeylerde görülebilen bir hastalıktır. Ülkenin farklı bölgeleri ve değişik yaş gruplarını içeren, toplum genelinin tarandığı, geniş örneklemli ve tanıların klinik görüşmeler ile doğrulandığı çalışmalara ihtiyaç vardır. S 22 Agomelatin' in Nosiseptif Sistem Üzerine Etkileri Yuksel Kivrak*, Basaran Karademir*, Hayati Aygun*,Mustafa Ari**, Ibrahim Yagci, Yelda Yenilmez*, Elif Karaahmet*** *Kafkas Üniversitesi **Musta KemalÜniversitesi ***Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Amaç: Bu çalışmada antidepresan olan Agomelatin’in nosiseptif sistem üzerinde etkisi olup olmadığının araştırılması amaçlandı. Yöntem ve Gereçler: 4 aylık 24 Swiss cinsi fare kullanıldı. Fareler kontrol, grup a ve grup b olmak üzere üç gruba ayrıldı. Üçer ml olmak üzere a grubuna 12,5mg/kg, b grubuna 25 mg/kg Agomelatin, kontrol grubuna serumfizyolojik intraperitıneal olarak verildi. 50 santigrad derece olarak ayarlanmış hot plate platformunda 30. ve 60. Dakikalarda değerlendirildi. Zıplama ya da ayağını yalama zamanları ölçüldü. 30, ve 60 dakikalardaki gruplardaki karşılaştırma için bağımsız örneklem tek yönlü varyans analizive sonrasında Tukey testi kullanıldı. Üç ayrı zamandaki denek ve kontrol gruplarını karşılaştırmak için ilişkili örneklem iki yönlü varyans analizi uygulandı. Zıplama ya da ayağını yalama zamanları ölçüldü. 45. Saniyeye kadar reaksiyon gösterilmediyse o fare için ölçüm sonlandırıldı ve reaksiyon zamanı 45 sn kabul edildi. Bulgular: Kontrol grubunun, 12,5 mg/kg Agomelatin alan A grubunun, 25 mg/kg Agomelatin alan B grubunun 30 dk değerleri sırası ile 13,25 saniye, 16,87 saniye, 29,37 saniye ve 60 dakika değerleri 15,37 saniye, 25,62 saniye, 19 saniye olarak tesbit edildi. Agomelatin gruplarında ağrı eşiği kontrol grubuna göre hem 30.dakika hem de 60. Dakikalarda artmıştı. 30. Dakikada b grubunun ağrı eşiği a grubuna göre yükselmişti(P=0.007). 30. ve 60. Dakikalardaki reaksiyon zamanları ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı idi(P=0.036). Tartışma ve Sonuçlar: Agomelatin hem 30. hem de 60. Dakikada hem 12,5 hem de 25 mg/kg dozlarında analjezik etki göstermiştir. S 23 Cinsiyet, Yaş, Kilo, Depresyon, Anksiyete, Vücud Duyularını Abartma Değişkenlerin Ağrı Algılaması Üzerindeki Etkileri İbrahim Yağcı, Yüksel Kıvrak Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Amaç: Cinsiyet farklılığının ağrı üzerine etkileri araştırmacıların ilgisi artarak devam etmektedir. 90 lı yıllarla kıyaslandığında bu konudaki yayın sayısında %2000 kadar artış olmuştur(1). Biz de bu çalışmamızda en çok yapılan invaziv işlemlerden biri olan kan alma işlemi sırasında algılanan ağrı ile cinsiyet arasında anlamlı bir ilişki olup olmadığını, bu ilişkiye depresyon, anksiyete, bedeni duyuları abartmanın, yaşın ve kilonun etkisi var mıdır sorularını cevaplamayı amaçladık. Yöntem ve Gereçler: Bu çalışma Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesine ocak-haziran 2012 tarihleri arasında labaratuar tetkiki için kan alma merkezine ayaktan başvuran hastalarla yürütüldü. Çalışma olgu-kontrol çalışması şeklinde yapılmıştır. Sosyodemografik veri formu, ağrı değerlendirilmesi için Görsel Eşdeğerlik Ölçeği (GEÖ), Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Vücut Duyularını Abartma Ölçeği (VDAÖ) olan test bataryası çalışmaya katılanlar tarafından dolduruldu Bulgular: Kadınların GEÖ değer ortalaması (4,28±2,05), erkeklere (3,76±1,95)göre fazla olmakla beraber anlamlı farklılık tesbit edilemedi(p=0,133). BDBÖ açısından kadınların puanları 24,68±6,3 3 iken erkeklerden 21,67±5,daha fazla olarak ölçüldü(F=1,41, p=0,004). Anksiyete puanları açısından cinsiyet farklılığı varken (kadın 20,48±9,87, erkek 14,46±8,80, F-1,187, p=0,002), depresyon puanları kadınlarda (4,96±7,27) erkeklere (4,32±5,44) göre daha fazla olmakla beraber farklılık önemli değildi (F=2,610, p=0,57). Korelasyon açısından değerlendirdiğimizde VAS ile VKİ(r=-1,79, p=0,034) ve BAÖ (r=0,250, p=0,003) puanları arasında korelasyon vardı. Cinsiyeti göz önüne alarak yaptığımız korelasyon incelemesinde ise VAS ile BAÖ(r=0,227, p=0,007) ve VKİ(r=017, p=0,045) arasında ilişki bulduk. Erkeklerde VAS değerlerinin yaş(r=0,299, p=0,021) ve VKİ(r=-0,37, p=0,003)ile kadınlarda ise sadece BAÖ ile anlamlı korelasyonları olduğunu tespit ettik. BDBÖ ile VAS, VKİ, BAÖ, BDÖ arasındaki korelasyonları sırası ile (r=0,083, p=0,331), (r=-0,131, p=0,122), (r=0,227, p=0,007), (r=0,273, p=0,001), (r=0,300, p=0,000) olarak ölçtük. Tartışma ve Sonuçlar: Çalışmamızda ağrının algılanması açısından cinsiyetler arasında fark olmadığını, kadınlardaki anksiyetenin ve bedensel duyularını büyütme özelliklerinin erkeklere göre daha fazla olduğunu bulduk. Ağrının anksiyete ve VKİ ile ilişkili olduğunu, cinsiyeti göz önüne alındığında da bu ilişkinin devam ettiğini gördük. Erkeklerdeki ağrının yaş ve VKİ ile kadınlarda ise BAÖ ile ilişki olduğunu tesbit ettik. 1.Fillingim RB, King CD, Ribeiro-Dasilva MC, Rahim-Williams B, Riley III JL. Sex, gender, and pain: a review of recent clinical and experimental findings. The Journal of Pain. 2009;10(5):447–485. S 24 Geri Bildirimler Karar Vermeyi Nasıl Etkiliyor? Teknolojik Geri Bildiriminin İnsan Geri Bildirimi ile Karşılaştırılması Melis Atlamaz*', Alpaslan Yılmaz**', Onur Uğurlu***', Mustafa Melih Bilgi*', Ali Saffet Gönül*'****' *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri AD **Erciyes Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu ***Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü ****ABD Mercer Üniversitesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümü Amaç: Davranış bilimlerinin ve Psikiyatri’nin temel ilgi alanlarından bir tanesi insanların çevreleri ile olan ilişkisidir. Bu ilişki karşılıklı geri bildirimler ile şekillenmektedir. Pek çok psikiyatrik bozukluk insan ilişkilerindeki geri bildirimlerin yorumlanması ile ilişkili belirtiler göstermektedir(kişilik bozuklukları, sanrı gelişimi).Son yıllarda teknolojik gelişmelere paralel olarak davranışlarımıza geri bildirim aldığımız veya verdiğimiz canlı olmayan arayüzler ortaya çıkmıştır. Bilgisayar yönetimli karar verme süreçleri (Navigasyon, uçakların yönetimi gibi arayüzler) etkili olmaya başlamıştır. Bu çalışmada iki yanıt alternatifi olan bir oyun kullanılarak bireylerin insandan ve bilgisayardan gelen geri bildirimler ile uzun dönemli davranışların nasıl etkilendiği araştırıldı. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya yarı yapılandırılmış bir görüşme ile değerlendirilen, psikiyatrik ve diğer dahili hastalığı olmayan 20-30 yaş arasında 39 kişi alındı. Gönüllüler 2 seçimli bir karar verme ödevini bir bilgisayar programında gerçekleştirdiler. Program, bilgisayar ve insana karşı olmak üzere 2 ödevden ve her bir ödevdeki 500 diziden oluşmaktadır. Verilerin analizi her bir kişi için “karşılıklı bilgi işlevi” ile “logaritmik azalma oranı” hesaplanarak gerçekleştirildi. Değerler varyans analizi kullanılarak analiz edildi. Bulgular: Bu çalışmada, bilgisayara karşı yapılan seçimlerde grup bozulma katsayısı (0,3198), anlamlı olarak insana karşı yapılan seçimlerden (-0,0554) daha büyük bulunmuştur(F=7.83 df=1,38 p=0.008). Böylece, insanla karşılaşmada geri bildirimden etkilenme, karar verme ve buna göre bir yanıtta bulunma diğer bilgisayara oranla daha yüksek oranda olacak şekilde anlamlı farklılık göstermektedir, başka bir deyişle önceki yapılan seçimler sonraki gelen seçimler üzerinde daha büyük ve daha uzun süren etkiyi ortaya koymaktadır. “Karşılıklı bilgi işlevinin maximum gecikme değeri'', insana karşı yapılan seçimlerde diğer gruba göre daha büyük bulunmuştur. Tartışma ve Sonuçlar: Sağlıklı bireyler, her 2 ödev de birbirinden bağımsız ve ilişkisiz karar dizilerinden oluşmasına rağmen, insanın belirlediği seçimlere göre tahminde bulunurken, bilgisayara göre yapılan tahminlerine göre, bir önceki tahminlerinin geribildirimden daha çok etkilenen bir strateji göstermektedirler. Bu bulgular insan davranışını makinelere göre, diğer insanların daha fazla değiştirdiğini göstermektedir. İnsanlar, makinelerin özellikle sonucun matematiksel olarak önceden tahmin edilemez durumlarda, davranışlarını öngörememektedir. Bunun nedeni insan-insan etkileşiminde rol oynayan empati gibi kabiliyetlerin kullanılamaması olabilir. Bu sonuçtan yola çıkılarak psikoterapi gibi hasta – terapist etkileşiminin yoğun olduğu durumlarda ileri teknolojik arayüzlerin kullanımının henüz erken olacağını düşünmekteyiz. S 25 Psikiyatri Stajı Tamamlamış Tıp Fakültesi Öğrencilerinin Staj Eğitimi Hakkındaki Görüşleri Mihriban DalkıranVarkal, Erhan Yüksek, Ömer Faruk Demirel, Murat Emül İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri ABD, İstanbul Amaç: Tıp fakültelerinde psikiyatri eğitimine az önem verilmiş ve müfredata çok iyi entegre edilmemiş gibidir. Bu çalışmada psikiyatri stajını bitirmiş öğrencilerin stajın hemen bütün safhaları hakkında düşüncelerini geri bildirimle bize aktarmalarını amaçladık. Yöntem: Bu çalışmaya fakültemizde okuyan, psikiyatri stajını bitiren ve çalışmaya katılmayı kabul eden tıp öğrencilerin bilgilendirilmiş onamı alındıktan sonra, sosyo-demografik özellik anketinin ardından, ekibimizin hazırladığı 31 sorudan oluşan, psikiyatri stajına öğrencilerin bakışını araştıran bir anket verildi. Bulgular: Çalışmaya 208 öğrenci katılmayı kabul etmiştir. Bu öğrencilerin 114’ü kadın iken 94’ü erkekti ve ortalama yaşları 22.7±1.02 idi. Öğrenciler, en yüksek oranda eğitimcilerden saldırgan hasta karşısında neler yapabileceğinin öğretilmesini beklemekteydi (%89). Yüzde 76 öğrenci psikiyatrik belirtilerin genel tıbbi durumlarda da görülebileceğine inandığı için eğitimde konsültasyon ve liyezona ağırlık verilmesi gerektiğini belirtmişti. Yüzde 70 öğrenci standart hasta video kayıtlarını izlemek ve tartışmak istediklerini bildirmişti. Yüzde 50 -53 öğrenci psikiyatri sınavının yalnızca bilgiyi ölçtüğüne ve beceriyi ölçmediğine vurgu yapmıştı. Öğrencilerin %78’i araştırma görevlisi ile ve %64’ü bir hocayla hasta takip etmek istediğini söylemişti. Ayrıca, %54 öğrenci daha önceki sınıflarda iken psikiyatri ile ilgili (nöroimmünoloji, nöroanatomi, psikoendokrinoloji gibi) seminer/araştırma projelerine katılmayı doğru bulmuştu. Sonuç: Psikiyatri stajer eğitiminde ilgiyi ve verimi artırma çabaları giderek önem kazanmaktadır. Bu çalışma ülkemizde bu amaçla yapılan ilk çalışma olması nedeniyle önemlidir. Ancak eğiticiler eğitimde verim almak için öğrencilerin görüşünü göz önünde bulundururken, deneyimli bir klinisyen olarak da öğretilmesi gerekenler arasında dengeyi gözetmelidir. S 26 Bir Travma Modeli Olarak Meme Kanseri Hastalarında Travma Sonrası Büyüme Sibel Koçbıyık, Haldun Soygür Ersin Hatice Karslıoğlu Sedat Batmaz Ali Çayköylü *Ankara Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi **Serbest Hekim ***Ankara Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi ****Mersin Devlet Hastanesi Giriş ve Amaç: Son yıllarda pek çok klinisyen ve bilim insanı, travmatik olayların ardından gelişen patolojik tepkilerin yanı sıra olumlu değişimler de yaşanabileceği üzerinde durmuştur. Travma sonrası büyüme olarak adlandırılan bu değişim, travmaya ya da ağır bir hayat krizine bağlı, bireyin kendine bakışında, kişiler arasında ilişkilerinde, hayat felsefesinde olumlu yönde değişiklik olması anlamına gelmektedir. Büyümeyi etkileyen, değiştirilebilecek veya geliştirilebilecek etmenlerin belirlenmesinin, travmaya maruz kalan bireylerin rehabilitasyonunda önemli olacağı düşünülmektedir. Kesitsel bir ön çalışma olan bu çalışmada, meme kanseri bir travma modeli olarak ele alındığında, travma sonrası büyüme gösteren hastalarda büyümenin sosyo-demografik verilerle ilişkisini incelemek; büyümenin stres düzeyi ile ilişkisini belirlemek; büyümenin TSSB ve Major Depresif Bozukluk gibi ruhsal bozukluklarla ve bu bozuklukları oluşturan belirtilerin şiddeti arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma Ankara Dr. Abdurahman Yurtarslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi polikliniğine ayaktan başvuran 150 meme kanseri hastası ile yapılmıştır. Hastalara Yapılandırılmış MINI Görüşme, Stres Temometresi, Hamilton Depresyon Ölçeği Travma Sonrası Stres Bozukluğu Kontrol ListesiCivilian Versiyonu, Travma Sonrası Büyüme ölçeği Ölçeği uygulanmıştır. Bulguların istatiksel analizinde Student’s t, Mann Whitney U, Pearson’un Ki-Kare, Fisher’in Kesin Sonuçlu KiKare testi kullanılmıştır. Bulgular Örneklem grubunda %75.3 oranında Travma Sonrası Büyüme saptanmıştır. TSB gösteren ve göstermeyen gruplar arasında yaş ortalamaları benzer bulunmuştur. Büyüme gösteren ve göstermeyen gruplar arasında, öğrenim düzeyi, medeni durum, çalışma durumu bakımından istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır. Travma sonrası büyüme gösteren ve göstermeyen gruplar arasında, TSB toplam puanı ve alt ölçekler yönünden stres termometresi, PCL-C ve depresyon düzeyleri yönünden anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0,05). Tartışma ve Sonuç: TSB açısından travma yaşayan hastalarımıza koyduğumuz psikiyatrik tanıların ve hastalarımızda saptadığımız psikiyatrik belirtilerin şiddetinin TSB’yi doğrudan etkilemediği görülmektedir. Bu bakış açısı altında, TSB ile gelecekte gerçekleştirilecek araştırmaların mesleğimizin geleneksel tanımlayıcı ya da kategorize edici dar sınırlarının ötesine geçerek, her bir hasta için söz konusu olan terapötik süreçleri anlamaya yönelik olması ya da TSB’yi etkileyebilecek dinamik, bilişsel, varolşuşsal etmenlerin derinlemesine araştırılmasını hedeflemesi daha yarar sağlayacak gibi görünmektedir. ÖDÜLE ADAY SÖZEL BİLDİRİLER SÖ 01 Şizofreni Hastalarında İç Görünün Bireysel ve Sosyal Performans İle İlişkisi Dursun Hakan Delibaş*, Almila Erol**, Özlem Bora**, Levent Mete** *Kars Devlet Hastanesi, Psikiyatri Kliniği, **İzmir Atatürk Eğitim Ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri Kliniği Amaç: Şizofreni hastalarında işlevselliğin düzelmesi hastalar ve aileler için önemli bir tedavi alanıdır (1). İçgörünün işlevsellik üzerine olan etkisini araştıran daha önceki çalışmaların sonuçları tutarsızlık göstermekte ve hastalık belirtilerinin etkisini gözden kaçırmaktadır (2, 3). Bu çalışmada içgörünün ve alt boyutlarının hastalık belirtilerinden bağımsız olarak işlevsellik üzerine olan etkisininin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya 18-65 yaş arasında 170 şizofreni tanılı hasta alındı. Tüm olgularla DSM-IV için yapılandırılmış klinik görüşme (SCID-I) ile görüşüldü. Akıl Hastalığına İçgörüsüzlük Ölçeği (SUMD), Pozitif ve Negatif Sendrom ölçeği (PANSS), Kişisel ve Sosyal Performans Ölçeği (PSP) uygulandı. Hastalar SUMD puanlarına göre içgörüsü olan ve olmayan iki gruba ayrılarak işlevsellik düzeyleri karşılaştırıldı. İşlevselliğin yordayıcıları regresyon analizi ile araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya katılan 170 şizofreni tanılı hastanın %39.4’ü kadın (s=67), %60.6’si (s=103) erkek iken yaş ortalaması 36.74 ± 11.2 idi. Hastaların meslek durumuna bakıldığında %55.9’ un (s=95) işsiz, %16.5’ nin (s=28) evhanımı, %6.5’ in (s=11) yakınıyla çalışan, %15.3’ ün (s=26) bağımsız bir işte çalıştığı (öğrenci, işçi, serbest meslek, memur), % 5.9’ u (s=10) emekli idi. Hastalar içgörüsü bozulmuş ve bozulmamış olarak iki grupta incelendiğinde içgörüsü bozulmamış grupta 84 kişi, içgörüsü bozulmuş grupta 86 kişi olduğu saptandı. Cinsiyet, yaş, eğitim süresi, hastalık süresi, hastane yatış sayısı, PANSS toplam ve alt puanları açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu. İçgörüsü bozulmuş grupta işlevsellik düzeyinin istatistiksel olarak anlamlı biçimde daha düşük olduğu saptandı. İşlevselliğin anlamlı yordayıcılarının negatif belirtiler, tedaviye olan içgörü ve anhedoniye olan içgörü olduğu saptandı. Tartışma Ve Sonuç: Geçmiş araştırmalara benzer biçimde (4, 5) bizim çalışmamız da içgörü ile sosyal işlevsellik arasındaki ilişkiyi bir kez daha orta koymuştur. Çalışmamızın önceki araştırmalardan üstünlüğü hastalık belirtilerinin işlevsellik üzerine olan etkisinin de göz önünde bulundurulmasıdır. Çalışmamızın sonucunda; şizofreni hastalarında işlevselliğin arttırılması için içgörü artırıcı girişimlerin, psikososyal rehabilitasyon programlarının önemli olduğu söylenebilir. Kaynaklar 1-Stefanopoulou E. Psychiatr Q. 80(3):155-65, 2009. 2-Dickerson FB. Psychiatr Serv. 48(2):195-9, 1997. 3-Mutsatsa SH. Eur Arch Psychiatry Clin Neurosci. 256(6):356-63, 2006. 4-Amador XF. Arch Gen Psychiatry. 51(10):826-36, 1994. 5-Lysaker PH. J Nerv Ment Dis. 190(3):142-6, 2002. SÖ 02 Mizaç ve Karakter Envanteri İle Değerlendirilen Mizaç Bileşenlerinin Beyindeki Yapısal İzdüşümleri Mustafa Melih Bilgi*, Fatma Şimşek*, Şebnem Tunay*, Ali Saffet Gönül*,* *Ege Üniversitesi Psikiyatri AD **Mercer Üniversitesi Psikiyatri ve Davranış Bilimleri Bölümü Amaç: Cloninger tanımladığı psikobiyolojik kuram doğrultusunda kişiliği incelemek için Mizaç ve Karakter Envanterini (MKE) geliştirmiştir. MKE ile yapılan çalışmalarda mizaç bileşenlerinin büyük oranda genetik geçişli olduğu, hayat boyunca değişmediği tanımlanmıştır. Ayrıca mizaç bileşenlerinde alınan puanların çeşitli nörotransmitter sistemleriyle ilişkili olduğu iddia edilmiştir. Çalışmamızda sağlıklı insanların MKE’nin mizaç bileşenlerinde aldıkları puanlarla, çeşitli beyin bölgelerinin gri madde hacimleriyle olası ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya tıbbi öykü ve SCID ile değerlendirilmiş, ruhsal ve tıbbi hastalığı olmayan, folliküler fazda olan 50 sağ elini kullanan kadın gönüllü alınmıştır. Gönüllülerin aynı gün içinde MKE doldurması ve beyin MR’larının çekilmesi sağlanmıştır. Görüntülerin analizi SPM 8 Programı yardımıyla VBM-DARTEL metoduyla yapıldı. İstatiksel analizler yaş ve toplam beyin hacimleri karıştırıcı faktörler alınarak çoklu lineer regresyon algoritmasıyla gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmamızda mizaç bileşenleri puanlarına göre istatiksel olarak anlamlı korelasyon bulunan gri madde hacimleri aşağıdaki gibidir: Zarardan kaçınma puanlarıyla sağ orta frontal girus, sağ singulat girus pozitif ilişki gösterirken, sol parahippokampal girus, sağ inferior frontal girus, sol orta temporal girus hacimleri negatif ilişkili bulundu. Ödül bağımlılığı puanlarıyla bilateral paryetal postsentral girus, sağ orta temporal girus, sol prekuneus hacimleri arasında pozitif ilişki saptandı. Sol insula, sağ süperiyor paryetal lobül, sol fusiform girus, sol mediyal frontal girus hacimleri ile ödül bağımlılığı puanları arasında negatif ilişki belirlendi. Sebatkârlık puanlarıyla sağ parahippokampal girus hacmi pozitif ilişki gösterirken, sağ frontal girus, sol orta temporal girus hacimleri ile negatif ilişkili olduğu tespit edildi. Tartışma ve Sonuçlar: Bu çalışmada sağlıklı kontrollerde mizaç bileşenleri puanları ile beyindeki bazı bölgelerin gri madde hacimleri arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Beyinde davranışları, düşünceleri değerlendiren limbik sistem alanlarıyla zarardan kaçınma puanları arasında bağlantı saptanmıştır. Ödül bağımlılığı puanlarıyla beyinde uyaranın tanımının ve değerlendirilmesinin yapıldığı paryetal lob ve insula hacimleri ilişkili çıkmıştır. Sebatkârlık puanlarıyla anlamlı bağlantılı olan bölgeler ise beyinde yürütücü işlevlerin düzenlendiği frontal bölge hacimleri olarak tespit edilmiştir. Bu bulgular ışığında beynin belirli yapısal özelliklerinin mizacı belirlediği söylenebilir. SÖ 03 Alkol Bağımlılarında Diffüzyon Tensor Görüntüleme ve Karar-Verme Nabi Zorlu*, Fazıl Gelal**, Ali Kuserli***, Ebuzer Cenik****, Ercan Durmaz*, Şeref Gülseren* * İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniği **İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği *** Yüksekova Devlet Hastanesi **** Torbalı Devlet Hastanesi Amaç: Son yıllarda Diffüzyon Tensor Görüntüleme (DTG) çeşitli psikiyatrik hastalıklardaki beyaz cevher (BC) bütünlüğünün değerlendirilmesinde artan sıklıkta kullanılmaktadır. Karar-verme (KV) kavramı ile bağımlılığın tanımı içinde yer alan ‘olumsuz sonuçlarına rağmen madde kullanımının devam etmesi’ arasındaki benzerlik nedeniyle bağımlılarda KV davranışı birçok çalışmada araştırılmıştır. Bu çalışmada faklı bir analiz tekniği olan Tract Based Spatial Statistics (TBSS) yöntemi kullanılarak alkol bağımlıları (AB) ve sağlıklı kontrollerin BC değişiklikleri açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. Aynı zaman da BC bütünlüğü ile Iowa Kumar Testi (IKT) sonuçlarının arasındaki ilişki de araştırılmıştır. Yöntem ve Gereçler: Çalışmaya DSM-IV tanı ölçütlerine göre AB tanısı almış, görüntüleme ve IKT öncesinde en az 2 haftadır alkol kullanımı olmayan 17 erkek hasta alınmıştır. Kontrol grubu yaş ve eğitim düzeyi açısından eşleştirilmiş 16 erkek gönüllüden oluşturulmuştur. Hastalar ve kontrol grubuna SCID-I uygulandı. Çalışmaya alınma kriterlerini karşılayan hastalara ve kontrol grubuna KV için IKT uygulanmıştır. DTG verileri FSL (FMRIB's Software Library) program paketinin bir parçası olan FMRIB’s (Oxford Centre for Functional MRI of the Brain) Diffusion Toolbox yazılımı ile analiz edilmiştir. Bulgular: IKT sonuçlarının değerlendirilmesi sonucunda çalışmaya alınan tüm örneklemin kart çektikçe avantajlı destelere yönelmedikleri (F= 1.108, p= 0.356) ancak kontrol grubunun AB grubuna göre anlamlı olarak daha fazla avantajlı kart çektiği saptanmıştır (F=3.247, p= 0,014). AB grup ile kontrol grubu karşılaştırıldığında AB grupta 4 farklı BC kümesinde anlamlı Fraksiyonel anizotropi (FA) düşüklüğü saptanmıştır. Kontrol grubunun anlamlı olarak FA düşüklüğü gösterdiği herhangi bir BC kümesi saptanmamıştır. AB grupta kontrol grubuna göre anlamlı fark saptanan kümelerin FA değerleri ile IKT skorları arasında anlamlı bağıntı saptanmıştır (küme 1 için r=0.444, p=0.006; küme 2 için r=0.386, p=0.026; küme 3 için r=0.435, p=0.011; küme 4 için r=0.513, p=0.002). Tartışma ve Sonuçlar: Bildiğimiz kadarıyla çalışmamız literatürde AB hastalarda TBSS analizi kullanılarak KV süreci ile BC bütünlüğü arasındaki ilişkinin araştırıldığı ilk çalışmadır. AB hastalarda sağlıklı kontrollere göre BC'de yaygın FA düşüklüğü saptanmış ve FA değerleri ile IKT skorları arasında da anlamlı bağıntı saptanmıştır. SÖ 04 Bipolar Bozukluğu Olan Lityum, Valproik Asit veya Atipik Antipsikotik (Olanzapin, Ketiapin, Risperidon, Aripiprazol) Monoterapisi ile İzlemde Olan Ötimik Dönemdeki Hastaların Bilişsel İşlevlerinin Değerlendirilmesi: Bir İzlem Çalışması Vesile Şentürk Cankorur (1) ,Hilal Demirel(2),E.Cem Atbaşoğlu (1) (1)Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı (2)Serbest Bu çalışma TÜBİTAK tarafından desteklenmiştir. Amaç: Bipolar bozukluğu olan hastalarda bilişsel işlev bozukluklarının var olduğu bildirilmektedir. Son dönemde araştırmalar bilişsel işlev bozukluklarının türü ve olası nedenleri üzerine odaklanmış ve farklı bulgular bildirilmiştir. Ancak araştırmalardaki ortak yargı izlem çalışmalarına ihtiyaç olduğu yönündedir. Bu çalışmanın amacı, izlemsel desenle monoterapi ile takipte olan ötimik durumdaki hastaların bilişsel işlevlerinin lityum, valproik asit ve atipik antipsikotik tedavi gruplarında incelenmesidir. Literatürde böyle bir çalışmaya rastlanmamıştır. Yöntem: Çalışmanın örneklemini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi (AÜTF) Psikiyatri Anabilim Dalı Erişkin Polikliniği’nde Bipolar I veya II tanısı ile izlenen, en az bir aydır remisyonda olan, lityum, valproik asit veya atipik antipsikotik tedavisi alan 17-68 yaşları arasındaki toplam 30 ötimik hasta oluşturmaktadır. İzlemsel olarak yapılan nöropsikolojik değerlendirmeler belleği, dikkati, psikomotor hızı, görsel uzaysal becerileri ve yürütücü işlevleri kapsamaktadır. Bulgular: Hastaların yaş ortalamaları ilk değerlendirmede 36.6 (SD±12.17); izlemde 38.53 (SD±11.58)’dir. Ortalama eğitim seviyesi 12.4 (SD±3.9) yıldır. HAM-D puanları 3.31 (SD±3.67), 3.93 (SD±3.37); YMRS puanları 1.31 (SD±2.43), 1.6 (SD±2.03)’dir (sırasıyla ilk değerlendirme ve izlem). İlk değerlendirme grubunda monoterapi süresi ortalama 10.25 (SD±18.93) ay iken izlem grubunda bu süre 56.05 (SD± 51.01) aydır. Ortalama izlem süresi 2.53 (SD±1.99) yıldır. Bilişsel işlevlerde ilk değerlendirme ve izlem sonuçlarında yürütücü işlevlerden tepki ketleme ve kategori değiştirme becerilerinde[İz Sürme Testi-B süre puanı(81.56+30.33 ve 69.44+26.52) (p 0.03)] anlamlı fark bulunmuştur. Tartışma: Monoterapi ile izlemde olan ötimik dönemdeki bipolar bozukluğu olan hastaların bilişsel işlevlerinde süreç içerisinde belirgin bir değişiklik olmamaktadır. Bu durum, iyi seyirli bipolar bozuklukta bilişsel işlevlerin görece korunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bu bulgular, bipolar bozukluğun bir spektrum içinde değerlendirilebileceğini ve bu spekturuma bağlı olarak da klinik seyrin ve bilişsel işlevlerin değişebileceğini düşündürtmektedir. Bu çalışma bipolar bozukluğu bulunan ötimik dönemdeki hastaların bilişsel işlevlerini uzun bir izlem sürecinde her üç farmakoterapi grubunu kapsayarak değerlendiren ilk çalışmadır. Anahtar Kelimeler: Bipolar bozukluk, nöropsikoloji, ötimi, monoterapi, boylamsaldesen SÖ 05 Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB ) Olan ve Olmayan Antisosyal kişilik bozukluğu( ASKB) Olgularında Yüz İfadesinden Duygu Tanıma Erman Bagcioglu*, Hasmet Işıklı*, Esat Şahin***, Eyüp Kandemir***, Murat Emül****, *Afyonkocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, **Serbest, ***TC Adalet Bakanlığı, Adli Tıp Kurumu , **** İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri AD Amaç: Bir süreklilik arz eden dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), erişkinde sıklıkla tutuklanma, yargılanma ve antisosyal davranışlar gibi sıklıkla ciddi yaşam sonuçları olabilmektedir. Yüz ifadesinden duyguları tanıma normal sosyalleşme ve kişiler arası iletişim için olmazsa olmazdır. Antisosyal davranışlar ve agresyonun, öteki insanların sergilediği sosyal ipuçlarını yanlış değerlendirmenin bir sonucu olabileceği düşündürmektedir. Korku ve üzgün yüz gibi stres ifade eden yüz ifadelerini tanımanın antisosyal davranışı söndürmede önemli bir rolü olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada DEHB olan ve antisosyal eylemlerde bulunan bireylerin yüz ifadesinden duygu tanıma özellikleri araştırılmıştır. Metod: Katılımcılar klinik görüşme ve Wender Utah DEHB değerlendirme ölçeği uygulanması sonrası DEHB+ASKB, ASKB ve sağlıklı grup olarak üçe ayrılmıştır. Ekman ve Friesen tarafından hazırlanan ve mutlu, üzgün, korkmuş, kızgın, şaşırmış, iğrenmiş olmak üzere toplum tarafından sıklıkla kabul görmüş 7 yüz duygu ifadesinin bulunduğu A4 kartlara siyah beyaz olarak bastırılmış fotoğraflar kullanılmıştır. Fotoğraflardaki duygu ifadelerini 45 cm mesafeden doğru şekilde ve en kısa sürede tanımaları istenmiştir. Bulgular: Çalışmada 34 ASKB+DEHB, 21 ASKB, 39 kontrol grubu alınmıştır. Üç grup arasında yüz ifadelerini doğru tanıma açısından anlamlı bir fark saptanmadı: nötral (p=0.301), mutlu (p=0.553), üzgün (p=0.731), korkmuş (p=0.535), şaşkın (p=0.498), kızgın (p=0.998), iğrenmiş (p=0.158). Her iki grup da hastalardan nötral (p=0.02 ve 0.04), iğrenme (p=0.001 ve 0.045) yüz ifadesini sağlıklı gruba oranla daha uzun sürede tanımıştı. Şaşkın (p=0.012), üzgün (p=0.029), korku (p=0.002) ve mutlu (p=0.004) yüz ifadeleri ise yalnızca ASKB-DEHB olan grupta sağlıklılardan daha uzun iken hasta grupları kendi içinde anlamlı bir fark göstermemiştir. Tartışma: DEHB çocukluk çağında başlayıp erişkinlik döneminde %25-68 oranında ASKB olarak sürebilmektedir. DEHB olgularının dikkat eksikliği tipinde affekti tanımanın daha zor olduğu üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmada DEHB olanlarda impulsiviteve hiperaktivitenin ön planda olduğu antisosyal semptomlar daha baskındı ve DEHBASKB, ASKB ve sağlıklılar arasında yüz ifadesinden duygu tanıma oranları benzerdi. Çalışmalarda bu iki özelliğin ön planda olduğu DEHB olgularının sosyal ilişkilere daha sık girdiği, başkalarından gelen ipuçlarına çok erkenden dikkat etmeye başlayarak sosyal durumlardaki güçsüzlüklerini kompanse edebildikleri düşünülmektedir. SÖ 06 Antisosyal Kişilik Bozukluğu’nda Manyetik Rezonans Spektroskopi Değerlendirmesinde Yetişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Belirtilerinin Etkisi Cengiz Başoğlu*, Özgür Öner**, Onat Yılmaz***, Ayhan Algül*, M. Alpay Ateş*, Servet Ebrinç*, Mesut Çetin*, Ali Kemal Sivrioğlu****,Güner Sönmez*****, Hakan Mutlu***** * Haydarpaşa GATA Psikiyatri AD, İstanbul , ** Sami Ulus Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Ankara, *** Gölcük Asker Hastanesi Psikiyatri Kliniği, Kocaeli, **** Aksaz Asker Hastanesi Radyoloji Servisi, ***** GATA Haydarpaşa Eğitim Hastanesi Radyoloji Servisi, Ankara Amaç: Antisosyal kişilik bozukluğu (ASKB) ve ilişkili ancak farklı bir durum olan psikopatide beyin manyetik rezonans spektroskopi çalışmaları kısıtlıdır. Şimdiye kadar bu konuda gerçekleştirilen çok az sayıda çalışmada anterior singulat korteks (ACC) N-asetil aspartat (NAA)/ Kreatinin (Cr) oranının, psikopatinin şiddetini gösteren Psychopathy Checklist-Revised (PCL-R) toplam puanı ile ters korelasyon gösterdiği tarafımızdan gösetrilmişti. Ancak, şu ana kadar yapılan gerek işlevsel, gerekse yapısal beyin görüntüleme çalışmalarında, ASKB olan olgularda sıklıkla bulunan yetişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) bulgularının etkileri incelenmemiştir. Bu çalışmada bu boşluk doldurulmaya çalışılmaktadır. Yöntem: Örneklem 23 erkek ASKB olgusunu ve 21 yaş ve cinsiyet açısından benzer kontrol olgusunu içermektedir. Tüm olgular PCL-R, Adult ADHD Self Rating Scale (ASRS), ve Wender Utah Derecelendirme Ölçeği (WUDÖ) ile değerlendirilmiştir. Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET) de yürütücü işlevlerin değerlendirilmesi amacıyla uygulanmıştır. Manyetik rezonans spektroskopi ile bilateral ACC, dorsolateral prefrontal korteks (DLPFC), ve ventromedial prefrontal korteks (VMPFC) NAA/Cre ve Kolin (Cho) /Cre oranları hesaplanmıştır. Grupların karşılaştırılmasının yanı sıra, klinik ve nöropsikolojik değerlendirmelerle MRS değerlerinin ilişkisi incelenmiştir. Sonuçlar: ASKB grubu hem PCL-R hem de DEHB değerlendirmelerinde anlamlı olarak yüksek ve puanlar almıştır (p<.001). WKET performansı ise bu grupta düşüktür (p<.001). ASKB olgularının bilateral ACC Cho/Cre, bilateral DLPFC NAA/Cre ve Cho/Cre ve sol VMPFC Cho/Cre değerleri anlamlı olarak daha düşüktür (tüm karşılaştırmalar için en azından p<.02). Öte yandan, ASKB olgularında bilateral VMPFC NAA/Cre daha yüksek bulunmuştur. WUDÖ, ASRS toplam ve PCL-R toplam puanları bilateral ACC Cho/Cre, sağ DLPFC NAA/Cre ve sol VMPFC Cho/Cre değerleri ile ters orantılıdır. Aynı bölgelerdeki ölçümler ile WKET Tamamlanan Kategori puanı ise doğru orantılıdır. Bilateral VMPFC NAA/Cre değerleri ise sadece psikopatinin şiddeti ile ilişklidir. Tartışma: Sonuçlar ASKB olgularının kontrol grubuna göre hem nöronal bütünlük hem de membran dönüşümü ve metabolizma açısından farklılıklar gösterdiğini düşündürmektedir. Yetişkin DEHB belirtilerinin şiddeti artıkça ACC ve VMPFC Cho/Cre değerleri düşmektedir. Bilateral VMPFC NAA/Cre değeri ise psikopatinin şiddeti ile ilişkilidir. Bu bulgular, 1- yetişkin DEHB belirtilerinin, psikopati ile olan ilişkisi de göz önüne alınarak, ASKB’nun nörobiyolojisinde önemli yer tutabileceği, 2-psikopati ile VMPFC nöronal bütünlüğünün daha özgül bir ilişkisi olabileceğini düşündürmektedir. SÖ 07 Sosyal Anksiyete Bozukluğu Hastalarında Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Eştanısının Sıklığı, Klinik Özellikleri ve İlişkili Değişkenler : Ahmet Koyuncu, Erhan Ertekin, Çağrı Yüksel, Zerrin Binbay Bahat Sağlık Grubu, İ. Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği, Kanuni Sultan Süleyman Hastanesi Psikiyatri Kliniği Sosyal Anksiyete bozukluğu (SAB) hastalarında yüksek oranlarda eştanı varlığı bildirilmesine rağmen bu çalışmalarda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ( DEHB ) eştanısına bakılmamıştır. Bunun nedeni ise uzun dönem boyunca DEHB’ nin bir çocukluk dönemi hastalığı olarak görülmesi olabilir. Oysa yapılan prospektif çalışmalarda DEHB’ nin sıklıkla erişkinliktede devam ettiği görülmüştür. Çalışmaya primer tanısı SAB olan, 130 hasta ardışık olarak alınmış ve DSM-IV (SCID-I) uygulanmıştır. Ardından DEHB eştanısını değerlendirmek için hastalara K-SADS-PL (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Age Children—Present and Lifetime Version) DEHB modulü uygulanmıştır. Hastalara LSAÖ (Liebowitz Sosyal Anksiyete Ölçeği), BDÖ (Beck Depresyon Ölçeği), İşlevselliğin Genel Değerlendirilmesi ( IGD ) , Sheehan Yetiyitimi Ölçeği ( SYÖ) uygulanmıştır. Yaşamboyu DEHB eştanısı alan 89 hasta ile ( SAB- DEHB grubu), yaşam boyu DEHB eştanısı olmayan 36 hasta ( SAB grubu) sosyodemografik ve klinik özellikler ve eştanı oranları açısından karşılaştırılmıştır ( BTA DEHB hastaları karşılaştırmaya alınmamıştır.). Bunlara ek olarak yaşamboyu DEHB ile ilişkili değişkenler logistik regresyon ile değerlendirilmiştir. Toplam 94 hasta ( % 72.3) yaşamboyu DEHB eştanı ktiterlerini karşılamıştır. 74 hastada dikkat eksikliği baskın tip, 14 hastada bileşik tip, 1 hastada hiperaktif/ impulsif tip ve 5 hastada ise BTA DEHB almaktaydı. SAB- DEHB grubunun yaş, ilk başvuru yaşı, SAB başlangıç yaşı ve ilk depresif epizod yaşı SAB grubundan daha düşüktü, depresyonda atipik özellik, antidepresana bağlı hipomani öyküsü, suisid girişimi, yaşamboyu Major depresif bozukluk ve bipolar bozukluk eştanıları daha yüksekti. Bunlara ek olarak SAB- DEHB grubunun LSAÖ kaygı, kaçınma, BDÖ, SYÖ iş, sosyal yaşam ve ev skorları daha yüksek, IGD şimdi ve geçen yıl skor ortalamaları daha düşüktü. SAB hastalarında yaşamboyu DEHB varlığı ile yaş, ilk başvuru yaşı, SAB başlangıç yaşı ve ilk depresif epizod yaşı düşmesi, LSAÖ kaygı, kaçınma, BDÖ, SYÖ iş, sosyal yaşam ve ev skorları artması, IGD şimdi ve geçen yıl skor düşmesi ilişkili bulunmuştur. SAB hastalarında yaşamboyu DEHB eştanısı yüksek oranlardadır ( özellikle dikkat eksikliği baskın tip). Yaşamboyu DEHB varlığında SAB şiddeti artmakta, işlevsellik düşmekte ve klinik seyir etkilenmektedir. DEHB varlığı ve hipomanik switch arasında bir ilişki olabilir. Bu konuda yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. SÖ 08 Saldırgan Hayvan Kokusu ile Oluşturulmuş Travmatik Stres Modelinde D-Sikloserinin Korku Sönmesi ve NRζ1tipi NMDA Reseptör Ekspresyonu Üzerine Etkisi: Gökçe Elif Sarıdoğan*, Aslı Aykaç**, Zafer Gören***, Cem Cerit****, Hülya Cabadak**, Mecit Çalışkan* * Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Psikiyatri, İstanbul **Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik AD, İstanbul ***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Klinik Farmakoloji AD, İstanbul **** Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD, Kocaeli Amaç: Son dönemlerde korku cevaplarının sönmesini hedef alan araştırmalar bazı farmakoterapötik ajanların bilişsel davranışçı terapiyi kolaylaştırıp kolaylaştıramayacağı sorusunu gündeme getirmiştir (1). Bu durum araştırmacıların ilgisini öğrenmeyi güçlendirebilecek ajanlara ve ilgili beyin mekanizmalarına yöneltmiştir. Fluoksetinin travmatik stresteki etkinliğinin öğrenme işlevlerinde önemli rol oynayan muskarinik reseptörler aracılığıyla gerçekleşebileceğini bildiren son dönemlerde yayınlanmış bir çalışma mevcuttur(2). D-sikloserin NMetil-D-Aspartat reseptörünün glisin bağlanma bölgesinin parsiyel agonistidir. Etki mekanizması tam olarak bilinmese de NR1 altünitesi üzerinden etkili olduğunu ve bu etkinliğin NR2 aracılığıyla düzenlendiğini bildiren bir çalışma mevcuttur (3).D-sikloserinin TSSB’deki etkinliği ve nörobiyolojik etki mekanizmalarıyla ilişkili yeni çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmada kedi kokusu modelinde D-sikloserin’in kronik uygulamada farklı sürelerde korku sönmesi üzerine olan etkinliği ve NRζ1 tipi NMDA reseptör ekspresyonları üzerinde oluşturduğu değişikliklerin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada, Wistar suşu sıçanlarda habitüasyon sonrası kedi tüyü kokusu modeliyle travmatik stres oluşturulmuştur. Aynı deney ortamında sönme alıştırmasıyla birlikte 2 gruba sırasıyla 3 ve 5 gün günde bir kez 15 mg/kg D-sikloserin uygulanmıştır. Bu gruplar hiç travma oluşturulmamış sıçanlar, sadece travmatik stres oluşturulmuş sıçanlar ve tedavi olarak 3 gün sadece sönme alıştırması uygulanan sıçanlarla karşılaştırılmıştır. Sıçanlar dekapitasyonla öldürüldükten sonra beyinleri Paxinos-Watson Sıçan Beyin Atlası’ndaki koordinatlara göre amigdala, hipokampüs ve frontal korteks bölümlerine ayrılmıştır. Beynin farklı bölgelerindeki protein ekspresyonları, NRζ1 reseptör alt tiplerine özgün antikorlar kullanılarak Western Blot Tekniği ile belirlenmiştir. Sonuç: Kaçınma ve risk değerlendirme davranışlarının, sönme uygulamasına D-sikloserin eklendiğinde daha hızlı biçimde azaldığı, koşullu uyaranla temasın ise arttığı gözlemlenmiştir. D-sikloserin uygulamasının NR1 ekspresyonlarını hipokampüs, amigdala ve prefrontal korteksin her üçünde de değiştirdiği izlenmiştir. Kaynaklar: 1. Ganasen KA, Ipser JC, Stein DJ. Augmentation of Cognitive Behavioral Therapy with Pharmacotherapy. Psychiatr Clin North Am. 2010;33:687-99. 2. Aykaç A, Aydın B, Cabadak H, Gören MZ. The change in muscarinic receptor subtypes in different brain regions of rats treated with fluoxetine or propranolol in a model of post-traumatic stress disorder. Behav Brain Res. 2012 ;232(1):124-9. 3. Dravid SM, Burger PB, Prakash A, Geballe MT, Yadav R, Le P et al. Structural determinants of D-cycloserine efficacy at the NR1/NR2C NMDA receptors. J Neurosci. 2010;30(7):2741-54 SÖ 09 Ergenlerde (13-18 yaş) Cinsel İstismar Sonrası İmmün Sistem Değişikliklerinin Değerlendirilmesi Hamza Ayaydın*, Osman Abalı*, Nilgün Okumuş Akdeniz**, Günnur Deniz** * İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, İstanbul ** İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Arastırma Enstitüsü (DETAE), İmmünoloji Anabilim Dalı, İstanbul Bu proje İstanbul Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu Tarafından Desteklenmiştir. Proje No: 16431 Amaç: Travma ve sonrasında gelişen bir çok psikiyatrik hastalığın (örn;TSSB,MDB,DKB) yanında son zamanlarda travmanın biyolojik etkileride araştırılmaya başlanmış ve akut/kronik stres döneminde immünolojik değişikliklerin olduğu gösterilmiştir.Romatoid artrit ve Multible Skleroz gibi kronik hastalıklarda belirlenen immünolojik değişikliklerle TSSB geliştiren erişkinlerdeki immünolojik değişiklikler benzer bulunmuştur.Ancak ergenlerde cinsel istismar(Cİ) sonrası immünolojik değişikliklerin araştırıldığı bir literatüre rastlanmamıştır.Bu çalışmada Cİ mağduru ergenlerde ruhsal travmanın biyolojik sonuçları değerlendirilecektir. Yöntem ve Gereçler: Olgu grubunu(OG), cinsel istismara(Cİ) uğrama nedeniyle adli makamlarca polikliniğimize yönlendirilen,DSM-IV tanı ölçütlerine göre TSSB tanısı alan ve herhangi bir tedavi almamış 13-18 yaş arası 33 olgu oluşturmuştur.Kontrol grubunu(KG),benzer sosyoekonomik düzeyde olan, istismara uğramamış, afektif/psikotik bozukluğu olmayan 10 ergen oluşturmuştur.Olgu ve kontrol grubu KSADS-PL kullanılarak şimdiki ve geçirilmiş psikiyatrik hastalıkları değerlendirilmiştir.Rutin kan tetkiki örneklemi kullanılarak,DETAE immünoloji laboratuvarında periferik mononükleer hücre sayısı ve oranları, uyarılmış hücre içi sitokin seviyesi ve NK hücresi Sitotoksik aktivitesi(NKCC) değerlendirilmiştir. Bulgular: Geçirilmiş TSSB(TSSB-G)tanılı(n=6)ve Şimdi TSSB(TSSB-Ş) tanılı olgu grubundaki ergenlerde (n:33) kontrol grubuna(n:10) göre eozonofil sayısı anlamlı şekilde yüksek(p:0.046),uyarılmış IFN- gamma seviyeleri ise anlamlı şekilde düşük(p:0.030)çıkmıştır.Tekrarlayan cinsel istismara(TCİ) maruz kalan TSSB-Ş tanılı olgularda(n:18) aktif T Hücreyi gösteren CD3+DR+T Lenfosit sayısında (p:0.05) ve uyarılmış IFN-gamma seviyesinde(p:0.024) KG'na göre anlamlı şekilde düşüklük saptanmıştır.Fiziksel istismara uğramamış TSSB-Ş tanılı olgularda(n:15), uyarılmış IFN-gamma seviyesi KG'ye göre anlamlı şekilde düşük saptanmıştır(p:0.010). MDB-Ş tanısının eşlik etmediği TSSB-Ş tanılı olgularda(n:6)eozonofil sayısı(p:0.013)ile oranı(p:0.009)ve NKCC(p:0.025)yüzdesi KG'ye göre artmışken,uyarılmış IFN-gamma seviyesinde(p:0.017)düşüklük saptanmıştır.TCİ maruz kalan TSSB-Ş tanılı olgularda(n:18) CD3+DR+ T Lenfosit sayısı cinsel istismarı tekrarlamayan TSSB-Ş tanılı olgulara(n:8)göre düşük(p:0.037) saptanmıştır.Cİ'ye ek olarak fiziksel istismarada(Fİ) uğrayan TSSB-Ş tanılı olgularda(n:11),Total Lenfosit(p:0.027),B Lenfosit(p:0.04) ve T Lenfosit (p:0.05) sayısı Fİ'ye uğramamış TSSB-Ş tanılı olgulara(n:15)göre düşük saptanmıştır.TSSB-Ş tanılı olgularda(n:26) penetrasyona maruz kalanlarda(n:18), kalmayanlara göre(n:8) eozonofil yüzdesi (p:0.046)yüksek çıkmıştır. Tartışma: Olgu grubunda,hücresel immünitede önemli rolü olan ve antiviral etkili IFN-gamma düşüklüğü;CD4+T Helper,TH1 alt tipinde ve immünregülatör etkili CD56+NK hücre alt tipinde azalmayı ve hücresel immünitede bir baskılanmayı düşündürtmüştür.OG'da eozonofil sayısında artış ise;IL-5 salgılayan CD4+TH2 hücre alt tipinde ve NK2 hücre alt tipinde artış olduğunu düşündürtmüştür. CD4+TH2 sitokinlerindeki artışın alerji,psorizis,SLE gibi hastalıklarda etkili olduğu bilinmektedir.OG'da NKCC artışı azalmış hücresel immüniteye karşı bir kompansasyon nedeniyle olabilir.OG'da olayın şiddeti arttıkça(tekrarlama penetrasyon-Fİ)kazanılmış immünitede baskılanma belirginleşmiştir.Cİ'ye bağlı(ergenlerde)immünolojik denge bozulmuştur. SÖ 10 Sosyal İyi Olma Hali Ölçeğinin Geliştirilmesi ve Geçerlilik ve Güvenilirlik Çalışması İnci Özgür İlhan*, Fatma Yıldırım**, Duru Gündoğar***, Mehmet Çolak****, Sıla Yüce*, Nail Dertli**, Yıldırım Beyatlı Doğan* *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD **Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü ***Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ****Sağlık Bakanlığı Mardin Devlet Hastanesi Amaç: Bireysel-ruhsal iyi olma hali ile sosyal iyi olma halinin kesişim alanı büyük olsa da, toplum ruh sağlığı söz konusu olduğunda bireysel-ruhsal iyi olma hali tanımı yetersiz kalmaktadır. “Sosyal iyi olma hali” kavramı ile birey ve içinde yaşadığı toplumun karşılıklı bir bütün olarak sağlıklı yaşamasının tanımı kapsamlı olarak yapılmaya çalışılmıştır. Sosyal iyi olma hali üzerine özgün bir ölçek geliştirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve Gereçler: İlgili yazın ve kültürel özellikler gözetilerek 73 maddelik bir taslak oluşturulmuştur. Taslak ölçek çeşitli sosyoekonomik düzeylerdeki 415 gönüllü erişkinde uygulanmıştır. Faktör analizi yapılmış, ölçüt geçerliliğini belirlemek amacıyla UCLA Yalnızlık Ölçeği, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği ve Yaşam Doyumu Ölçeği kullanılmıştır. Test tekrar test güvenilirliği için ölçek ortalama iki hafta arayla 171 kişide ikinci kez uygulanmıştır. Bulgular: Güvenilirlik ve açımlayıcı faktor analizinin sonucunda bazı maddeler elenerek taslağa 43 maddelik son hali verilmiştir. Ölçeğin bu son haliyle dört faktörlü yapının varyansın % 48,1’ini açıkladığı görülmüştür. Sosyal İyi Olma Hali Ölçeği ve diğer ölçekler arasındaki korelasyonlar istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Tüm ölçeğin iç tutarlılık katsayısı (Cronbach alfa) 0,95 ve ikinci kez ulaşılabilen toplam 171 kişiden elde edilen veriler üzerinden elde edilen test tekrar test güvenilirlik katsayısı 0,78 olarak bulunmuştur. Tartışma ve Sonuçlar: Sosyal İyi Olma Hali Ölçeği 18 yaş ve üstü kişilerde uygulanabilen, sosyal iyi olma halini ve dolayısıyla toplum ruh sağlığı düzeyini ölçmede kullanılabilecek geçerli ve güvenilir bir araçtır. Kaynaklar Demir A. (1989) UCLA yalnızlık ölçeğinin geçerlik ve güvenirliği. Türk Psikoloji Dergisi,7 (23): 4– 18. Durak M, Senol-Durak E, Gencoz T (2010) Psychometric Properties of the Satisfaction with Life Scale among Turkish University Students, Correctional Officers, and Elderly Adults. Social Indicators Research, 99:413–429. Eker D, Arkar H, Yaldız H (2001) Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği’nin Gözden Geçirilmiş Formunun Faktör Yapısı, Geçerlik ve Güvenirliği. Türk Psikiyatri Dergisi, 12(1): 17-25. Keyes CLM (1998) Social well-being. Social Psychology Quarterly, 61(2): 121-140. Keyes CLM, Shapiro AD (2004) Social well-being in the United States: a descriptive epidemiology. SÖ 11 Bipolar Bozukluklukta Beyinde Hastalıktan Koruyucu ve Hastalık Açısından Riskli Bölgeler: Bipolar Tip 1 Bozukluklu Bireyler, Sağlıklı Kardeşleri ve Sağlıklı Kontrol Grubunun Karşılaştırıldığı Voksel Tabanlı Bir Magnetik Rezonans Görüntüleme Çalışması Fatma Şimşek*, Mehmet Çağdaş Eker*, Serhan Işıklı**, Cem Çınar*, Mustafa Melih Bilgi*, Ömer Kitiş***, Ali Saffet Gönül*,**** *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD **Van Erciş Devlet Hastanesi Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Birimi ***Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD, Nöroradyoloji Birimi ****Mercer Üniversitesi, Pskiyatri ve Kognitif Bilimler Anablim Dalı, Georgia, AD Amaç: Bipolar bozuklukta hastalıktan koruyucu ve hastalıkla ilişkili yapısal endofenotipleri belirleme. Yöntem ve Gereçler: 28 ötimik Bipolar tip 1 bozukluklu Hasta, bu hastaların sağlıklı kardeşleri ve 30 sağlıklı kontrol grubu bireyin 3 Tesla Magnetik Rezonas (MR) Cihazı ile yapısal beyin görüntüleri elde edilmiştir. Elde edilen T1 görüntülerinden voksel tabanlı ölçümlerde gri madde hacim farklılıklarını belirleyebilmek için SPM-8 ( Statistical Parametric Mapping) kullanılmıştır. Sonuçlar: Gri madde analizlerinde Bipolar Bozukluklu bireyler (t=5.39, p < 0.001, 516 mm3) ve bunların sağlıklı kardeşlerinin (t=4.08, p < 0.001, 99 mm3) sol orbitofrontal korteks hacimlerinin sağlıklı kontrollerden daha küçük olduğu diğer taraftan ise sağlıklı kardeşlerin sol dorsolateral prefrontal korteks hacimlerinin bipolar bozukluklu bireyler (t= 4.28, p < 0.001, 368 mm3) ve sağlıklı kontrol grubundan (t=4.36, p < 0.001, 252 mm3) daha fazla olduğu gösterildi. İkincil analizlerde sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırıldığında bipolar bozukluklu bireyler (t=4.13, p < 0.001, 287 mm3) ve sağlıklı kardeşlerinde (t= 4.23, p < 0.001, 591 mm3) sağ serebellumda hacim kaybı ve Bipolar bozukluklu bireylerde sol presantral girusta hacimkaybı (t= 3.61, p < 0.001, 140 mm3) olduğu belirlendi. Tartışma ve Sonuç : Bu çalışmanın sonuçları ventral limbik yolağın bir parçası olan orbitofrontal korteksteki hacim azalmasının Bipolar bozuklukta kalıtsallıkla ilişkili olabileceği diğer taraftan bozulmuş ventral-limbik sistem etkilerini düzenleyen kortikal-kognitif yolağın bir parçası olan dorsolateral prefrontal korteks hacmindeki artışın ise hastalıktan koruyucu bir nöral marker olabileceğini ileri sürmektedir. 1. Merikangas KR, Akiskal HS, Angst J, Greenberg PE, Hirschfeld RM, Petukhova M, et al. Lifetime and 12month prevalence of bipolar spectrum disorder in the National Comorbidity Survey replication. Arch Gen Psychiatry. 2007;64:543-52. 2. Murray CJL, Lopez AD, Harvard School of Public Health., World Health Organization., World Bank. The global burden of disease : a comprehensive assessment of mortality and disability from diseases, injuries, and risk factors in 1990 and projected to 2020. Cambridge, MA: Published by the Harvard School of Public Health on behalf of the World Health Organization and the World Bank ; Distributed by Harvard University Press; 1996. SÖ 12 Üst Bilişler ve Duygusal Şemalar: Unipolar ve Bipolar Depresyon Ayrımı İçin Farklı Bir Bakış Sedat Batmaz1, Semra Ulusoy Kaymak2, Arif Haldun Soygür3, Sibel Koçbıyık4, Mehmet Hakan Türkçapar5 1Mersin Devlet Hastanesi, 2A. Y. Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 3Serbest Hekim, 4Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 5Y. B. Dış kapı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Unipolar ve bipolar depresyonun ayrımında kullanılabilecek farklı bir bakış açısı olarak üst bilişler ve duygusal şemaların karşılaştırılması Yöntem ve Gereçler: Ağustos 2009 – Ocak 2012 arasında bir eğitim araştırma hastanesinin psikiyatri kliniğine başvuran 189 unipolar depresyon, 70 bipolar depresyon hastası ve 70 sağlıklı kişiden oluşan gönüllü grupları araştırmaya dahil edildi. Hastalarla MINI tanısal görüşmesi yapıldı. En az bir aile üyesi ile görüşme, WHIPLASHED Kısaltması ve DBÖ ile tarama sonrasında bipolarite düşünülenler ve YMDÖ puanları ile karma dönem düşünülenler çalışmadan dışlandı. Depresif belirtilerin şiddetini saptamak amacıyla BDÖ ve MADDÖ, grupların ayırt edilmesinde kullanılmak üzere ÜBÖ-30 ve LDŞSF uygulandı. Veriler SPSS programı kullanılarak analiz edildi. Bulgular: Duygusal şemaları yönünden incelendiğinde, depresif grupların sadece duyguları inkâr alt ölçeğinde birbirlerinden istatistiksel olarak anlamlı şekilde ayırt edilebildiği görüldü. Üst bilişler yönünden incelendiğinde, depresif gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı. Tartışma ve Sonuçlar: Unipolar ve bipolar depresyon arasında üst bilişler ve duygusal şemaları kıyaslayan herhangi bir yayın yoktur. Üst bilişler açısından gruplar arasında bir fark tespit edilmemesi, her iki durumda benzer üst bilişsel süreçlerin işlediğini gösteriyor olabileceği gibi, kullanılan ölçeğin anksiyete bozuklukları açısından daha kullanışlı olabilmesi ile de açıklanabilir. Metakognitif modelin depresyonda ruminasyonlara daha fazla vurgu yapıyor olması ve karşılaştırılan gruplar arasında bu yönden bir fark olmamasına da dolaylı yönden işaret ediyor olabilir. Bu nedenle sonraki çalışmalarda depresyona özgü üst bilişleri taramaya odaklanan ölçeklerin kullanılması yol gösterici olacaktır. Duygusal şemalar açısından, duyguları inkâr alt ölçeğinde unipolar depresif grubun daha yüksek puan alıyor olması, ölçek maddelerinde görüldüğü üzere kişinin duygulara atfettiği önem ve bu duyguları inkâr ederek onlardan uzak durma isteğinin bipolar hastalarda kendini iyi gösterme çabasının yansıması olabileceğini düşündürmektedir. Alanyazında depresif grupları birbirinden ayırt etmeye yarayacak yeni bakış açılarına ihtiyaç vardır. Bipolar depresyon için giderek daha fazla psikososyal tedavi girişimlerine yer verilmektedir. Terapötik müdahale yöntemlerinin uygulanmasında bilişsel yapı farklılıkları önem kazanmakta ve gündeme alınacak konuların tespitinde devreye girebilmektedir. SÖ 13 İlk Psikotik Atak ve Kronik Şizofreni Hastalarında Manyetik Rezonans Spektroskopi Bulgularının Karşılaştırılması *Filiz Karadağ,*Yılmaz kıroğlu,*Duygu Kırtaş, *Gülfizar Varma,**Ceyhan Balcı,**Taner Değirmenci *Pamukkale üniversitesi Tıp Fak. Psikiyatri AD **Denizli Devlet Hastanesi Amaç: Çalışmamızda, ilk psikotik atak hastaları, kronik şizofreni hastaları ve sağlıklı kontrollerden oluşan grupların Manyetik Rezonans Spektroskopi (MRS) yöntemi ile dorsolateral prefrontal korteks (DLPK), talamus, hipokampus ve anterior singulat korteks (ASK) bölgelerindeki metabolit seviyeleri karşılaştırılmış, serebral metabolit düzeylerinin gruplar arasında farklılık gösterip göstermediği araştırılmıştır. Gereç-yöntem: Çalışmanın örneklemini DSM-IV ölçütlerine göre şizofreni tanısı olan 30 hasta, daha önce ilaç tedavisi almamış veya minimal düzeyde antipsikotik tedavi görmüş 19 ilk atak psikoz hastası ve 30 sağlıklı kontrol vakası oluşturmuştur. DLPFK, ASK, talamus ve hipokampus bölgelerindeki N-asetilaspartat (N-AA), kreatin (Cre), kolin (Cho), miyoinositol (myo-I) metabolit düzeyleri ölçülmüştür. Hasta grubunda psikiyatrik belirti şiddeti Negatif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SANS), Pozitif Belirtileri Değerlendirme Ölçeği (SAPS), Klinik Genel İzlenim Ölçeği (KGİ) ile değerlendirilmiştir. Bulgular:Çalışmamızda kronik şizofreni hastalarında sağlıklı kontrollere göre DLPFK Cho düzeyinde anlamlı artış, hipokampus N-AA ve Cho düzeylerinde ise anlamlı azalma tespit edildi. Diğer bölge ve metabolit değerlerinde ise gruplar arasında anlamlı farklılık saptanmadı. İlk atak yaşayan erkek ve kadın hastalarda DLPFK myo-I/Cre ve hipokampal N-AA/Cre oranları anlamlı farklılık gösterdi, erkeklerde DLPFK myo-I/Cre oranı yüksek, hipokampal NAA/Cre ise düşük olarak bulgulandı. Kronik şizofreni hastalarında DLPFK Cho düzeyi negatif belirtiler ile pozitif korelasyon, N-AA düzeyi KGİ puanı ile negatif korelasyon gösterdi. Hipokampal bölgede ise ilk atak psikoz hastalarında SAPS puanı ile myo-I/Cre arasında pozitif korelasyon bulundu. Tartışma:Bu bulgular kronik şizofreni olgularında DLPFK ve hipokampal bölgede nörodejeneratif bir süreci desteklemektedir. İlk atak erkek hastalarda ise hastalığın başlangıcından itibaren nöronal bütünlüğün bozulmuş olabileceğini düşündürmektedir. SÖ 14 Şizofreni ve Şizoaffektif Bozukluk Hastalarında Çoklu Antipsikotik İlaç Tedavisinin Etkileri Deniz Ceylan, Sinem Yeşilyurt,Berna Binnur Akdede, Ahmet Topuzoğlu, Zeliha Ersoy Sayın, Meliha Diriöz, Köksal Alptekin Dokuz Eylül Üniversitesi Psikiyatri AD Giriş: Çoklu antipsikotik kullanımı, tek bir hastada iki ya da daha fazla antipsikotiğin bir arada kulla-nılmasını ifade etmektedir. Çoklu antipsikotik uygulamasının hastalığın kliniğine etkilerinin değerlen-dirilmesi için yeni araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu araştırmada, DEÜTF Psikotik Bozukluklar Polikliniği’nde çoklu antipsikotik uygulama sıklığının değerlendirilmesi, çoklu antipsikotik tedavisinin, yaşam kalitesine, bilişsel işlevlere ve yan etki profi-line etkisininin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem ve gereçler: Şizofreni veya şizoaffektif bozukluk tanılı hastalar aldıkları antipsikotik tedavilere göre grup-landırılarak, yaşam kalitesi, yan etki oranı, hastalık şiddeti, klinik parametreler ve nörobilişsel işlevler açısından karşılaştırıldı. Klinik ölçümlerde, PANSS (Pozitif ve negatif semptom skalası), Klinik Genel İzlenim Şiddet Ölçeği (CGI-S), İşlevselliğin Genel Değerlendirmesi Ölçeği (İGD), Şizofreni Hastaları için Yaşam Niteliği Ölçeği (QLSS), UKU Yan Etki Değerlendirme Ölçeği (UKU-SERS) ve nörobilişsel testler kullanıldı. Bulgular: Çoklu antipsikotik kullanımı %60,2 saptanmıştır. Çoklu antipsikotik kullanan grup (n= 59) ile tek antipsikotik kullanan grup (n=39) arasında çalışabilirlik (p=0,02), semptomatik remisyon (p=0,01), antikolinerjik (p=0,04) ve depo antipsikotik ilaç (p=0,01) kullanımı açısından anlamlı farklı-lıklar bulunmuştur. Çoklu antipsikotik kullanan grubun PANNS skoru tek antipsikotik kullanan gruba göre yüksek (p=0,02), QLSS skoru düşük saptanmıştır (p=0,01). UKU psikolojik, nörolojik ve otonomik belirtiler alt ölçek puanları çoklu antipsikotik kullanan grupta yüksektir (sırasıyla, p=0,04, p=0,05, p=0,01). Çoklu antipsikotik tedavisi alan grupta yürütücü işlevleri, işleyen belleği, sözel öğrenme ve belleği değerlendiren testlerde bozulmada artış istatistiki olarak anlamlıdır. Tartışma ve sonuçlar: Çoklu antipsikotik tedavisi alan hastalarda yaşam kalitesi düşük saptanırken, psikopatoloji daha ağır, yan etki oranları daha yüksek saptanmıştır. Şizofreni tedavisinde çoklu antipsikotik ilaç kullanımının yararlı olduğuna ilişkin veriler sınırlıdır ancak yaratabileceği ek sorunlara ilişkin çok sayıda kanıt bulunmaktadır. Bu nedenle klinisyenlerin, iyileşmeyen ve tedavilerinde zorluklar yaşanan şizofreni hastalarında, çoklu antipsikotik tedaviler kullanırken daha dikkatli davranmaları gerekmektedir. Anahtar kelimeler: çoklu antipsikotik tedavisi, polifarmasi, bilişsel işlevler, yaşam kalitesi PANEL ÖZETLERİ 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 01 Türkiye'de Şiddetin Toplumsal Haritası Çatışmanın Çözdüğü Oturum Başkanı Panelist : Can Cimilli : Altan Eşsizoğlu Şiddet; kişinin bedensel ve/veya ruhsal bütünlüğüne zarar veren davranış olarak tanımlanmaktadır. Kullanılan yöntem açısından; fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddet şeklinde, davranışın yöneldiği kişiler açısından; çocuğa, kadına, yaşlıya yönelik şiddet, uygulandığı mekan bakımından; ev içinde, iş yerinde, sokakta şiddet şeklinde sınıflandırılır. Silahlı çatışmaların yaşandığı coğrafyalar, şiddetin her biçimi bakımından uygun bir vasat sağlar. Bu bölgelerde yukarıda sınıflandırıldığı şekli ile şiddetin bütün biçimlerinin uygulandığı görülür. Şiddetin silahlı çatışmaların yaşandığı bölgelerde kendisini yeniden ve yeniden üretiyor olması, mağdur ve zaman zaman fail konumundaki kişilerin oluşturduğu sosyalliğin ilişkileri ve değer yargıları üzerinde etkilere neden olur. Bu sunumda, yapılan araştırmaların verileri üzerinden ülkemizin silahlı çatışma yaşanan bölgelerinde, özellikle zorla yerinde edilme sırasında yaşanan şiddet ve mağdur olan sosyallik üzerine etkileri üzerinde durulacaktır. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 01 Türkiye'de Şiddetin Toplumsal Haritası Bir Türkiye sorunu olarak ülke içinde yerinden edilme Oturum Başkanı Panelist : Can Cimilli : A. Tamer Aker 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 01 Türkiye'de Şiddetin Toplumsal Haritası Kayıplarla yaşamak Oturum Başkanı Panelist : Can Cimilli : Ümit Biçer 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 02 Psikoterapide Bir Araç Olarak Rüyalar Bilişsel Davranışçı Terapi Açısından Rüyalar Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Bilici : Hakan Türkçapar 1959 yılında Aaron Beck’in psikanalizle ilgili şüpheleri ortadan kaldırmak ve psikanalitik kuramın geçerliliğini bilimsel açıdan göstermek için giriştiği rüya çalışmasının sonuçlarının psikanalitik varsayımları yanlışlaması onun yeni bir kuram olan bilişsel kuramı ortaya koymasında en önemli etken oldu. Beck’in ilk kuramı psikopatolojideki bilişsel etkenleri iki ana kavramla açıklar: 1) zihindeki anlık düşünce ve imgelerden oluşan ve duygularla yakından ilişkili olan otomatik düşünceler ve 2)Bunların oluşumuna yol açan ya da kaynağı olan örtük bilişsel yapılar (şemalar). Rüya çalışmaların sonuçlarına dayalı olarak Beck’in geliştirdiği bilişsel rüya kuramı, rüyaları da bu iki kavramla ilişkili görür. Bilişsel rüya kuramı, rüyaların içerikleri açısından otomatik düşüncelerin akrabası olduğu ve irrasyonel bilişlerle bir başka deyişle şemalarla ilişkili oldukları ve her ruhsal rahatsızlık için o duruma özgü bir örüntü gösterdikleri biçimindedir (1). Beck, bilinçliliğin kıyısında yer alan ve kendisini otomatik düşünceler ve gündüz rüyaları biçiminde ortaya koyan uyanık yaşamdaki kişiye özel bilişsel örüntüyle, uykudaki rüyalardaki içerik ve akış arasında bir süreklilik benzerlik olduğuna inanıyordu. Bilişsel kuram rüyaların da otomatik düşüncelerin üretimine yol açan sürecin ürünü olduğundan hastanın psikolojik süreçlerini anlamak için çok uygun bir materyal olarak görür. Bilişsel kuram rüyalara bu bakışı ile psikanalizin savunduğu biçimde rüyaların uykunun gardiyanı olmak gibi herhangi bir ruhsal işlevi olmadığını, anlaşılmaları için karmaşık yorumlara gereksinim olmadığını öne sürmüştür. Bilişsel kuram içerisinde rüyalarla ikinci bir yaklaşım türü ise günümüz bilişsel terapistleri içinde yapımcı (constructivist) ekole yakın duran terapistlerin yaklaşımıdır. Bu kuramcılar, danışanların rüyanın öznel ve metaforik yanlarının araştırılmasından daha çok yararlanacaklarını öne sürmektedirler. Rüyaların oldukça sade ve öz metaforlar olarak işlev gördüklerine hatta modern psikodinamik rüya kuramının bu amaçla kullanılmasıyla danışanın kendisine özel bilişsel örüntülerinin ve anlamlarının açığa çıkarılabileceğini savunurlar. Bilişsel kuram içinde birbirinden rüyalara farklı açılardan yaklaşan bilişsel kuramcılar olmakla beraber sonuçta bütün bilişsel kuramlar rüyaların bilinçli uyanık yaşamımızdaki kaygılar, endişeler, ve arzuları yansıttığı, rüyaların bireyin otomatik düşünce içeriği ve şemaları konusunda zengin bir kaynak olduğu konusunda hemfikirdirler. Kaynaklar 1. Rosner RI (2002) Aaron T. Beck’s Dream Theory in Context: An Introduction to his 1971 Article on Cognitive Patterns in Dreams and Daydreams. Journal of Cognitive Psychotherapy: An International Quarterly, 16, 7-21 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 02 Psikoterapide Bır Araç Olarak Rüyalar Psikoterapide Rüyalarla Çalışmak: Yeni Bir Yaklaşım Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Bilici : Hayrettin Kara Rüyalar önemlidir. Öyle önemlidir ki, rüyalar ele alınmaksızın tamamlanan bir terapi ‘eksik kalmış bir terapi’dir. Bir terapist rüyaların önemini kuramsal tartışmalarla değil ancak onlarla çalışarak kavrayabilir. Bunca önemine karşın uygulamalarında rüyalara gereğince yer veren terapist sayısı şaşılacak düzeyde azdır. Nedenleri ne olursa olsun bu durum rüyalara ilişkin geçerli ve işe yarar bir kavrayış geliştiremediğimizi gösterir. Bazı klinisyenler rüyaları biyolojik bir artefakt ya da zihinsel işleyişin atıkları gibi görme eğilimindedir. Kimi klinisyenler de bir taraftan indirgeyici bir tutumla rüyaların anlamını daraltırken diğer taraftan da rüyaları ancak özel yöntemlerle çözümlenebilecek bir gize dönüştürmektedirler. Doğal olarak her iki yaklaşım da klinisyenlerin rüyalara karşı mesafeli durmasına yol açmaktadır. Kanımca bütün bu yanılgılı yaklaşımlar benliğin (kendiliğin), uykuda da etkin biçimde varlığını sürdürdüğünü göremememizden kaynaklanmaktadır. Nasıl uyanıklık yaşantımızın merkezinde bilinçli bir benlik varsa uykudaki rüya yaşantılarımızın merkezinde de bilinçli bir benlik vardır. Rüyaların büyük kısmı uykuda da etkinliğini sürdüren bu benliğin görsel, metaforik bir dille kendi kendine konuşmasından başka bir şey değildir. Bunu kavradığımız zaman terapide rüyalarla çalışmak yararlı ve nispeten kolay bir uğraşa dönüşecektir. Gün içinde tam farkında olmasak da sürekli kendi kendimize konuşup dururuz. Uykuda bu iç konuşmalarımız tümüyle kesintiye uğramaz, sürüp gider ama farklı bir dille; simgesel, nedenselliğin baskın olmadığı, uzay zaman bağlantılarının önemini kaybettiği metaforik bir dil. Bir tür konuşma olan rüyalar, kendine özgü dili göz ardı edilip uyanıklık dil yapısı üzerinden çözümlenmeye çalışıldığında anlaşılmaz kalırlar. Ama rüyalara ulaşmamızı engelleyen asıl yanılgı onların bir benliğin eylemi olduğunu göremeyişimizdir. Anlayamadığını saçma olarak nitelendirip göz ardı edilebilir kılmak uyanıklık zihninin çalışma ilkelerinden biridir. Rüyalar sıklıkla bu ilkenin kurbanı olur. Oysa hiç kimse rüyanın içindeyken yaşadıklarına saçma demez. Çünkü rüyadaki kendilik ne konuştuğunu bilmekte ve kendi konuşmasını anlamaktadır. Uyanıklık düzeyinde benliğin kendi kendine konuşmalarının içerik ve biçim olarak farklı kategorileri vardır; duyguların betimlenmesi, duyguları verbal imajlara yükleyip onlara akışkanlık kazandırma çabası, kırılmışlıkların incinmişliklerin azaltılma çabası, problem çözme çabası, planlama, istek doyurma gibi. Aynı şekilde rüya düzeyindeki benliğin kendi kendine konuşmalarının da farklı kategorileri vardır. Belli bir deneyimden sonra bu iç konuşmaların içeriklerini ayırt etmek hiç de zor değildir. Benliğin kendi kendine konuşmalarının (hem uyanıklıkta hem uykuda) anlaşılmasının terapi için ne denli önemli olduğu açıktır. Terapinin ana malzemesi bu iç konuşmaların içeriğidir. Rüyaların göz ardı edilmesi bu iç konuşmaların bir bölümünün hatta daha zengin ve yaratıcı olan bölümünün ihmal edilmesi anlamına gelir. Rüyalarla daha etkin çalışabilmek için yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Bu sunuda rüya merkezli sürdürdüğüm terapötik çalışmalara dayanarak oluşturduğum kendi yaklaşımımı paylaşacağım. Bu yaklaşımın iki temel kabulü vardır; 1-Benlik uykuda da varlığını etkin biçimde sürdürür. 2-Rüyalar uykudaki benliğin metaforik ve sembolik bir dille kendi kendine konuşmasıdır. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 02 Psikoterapide Bir Araç Olarak Rüyalar Rüya bilinci Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Bilici : Mehmet Yücel Ağargün Rüyaların problem çözme, hafızanın restorasyonu, emosyon regülasyonu, öğrenme gibi çok sayıda işlevi tanımlanmıştır. Depresyonlu hastalarda rüya hatırlama sıklığının artışının depresyondaki düzelmeyle ilişkili olması, melankolik depresyonda sabah erken uyanmalarının negatif rüya affektinin giderilmesine yönelik olduğunun ortaya konulması, travmatik olaylar sonrasında ve akut ve post travmatik stres bozukluğu ve disosiyatif bozukluklarda travmatik olayla ilişkili kabusların sık olarak ortaya çıkması ve bunların flashbacklerle ilişkili olması, boşanmış bireylerde yapılan izleme çalışmalarında önceki eşin rüya içeriğinde hakim oluşunun depresyondaki remisyon oranlarıyla korelasyon göstermesi rüya bilincinin uyanıklık bilinciyle bağlantılı olduğunun klinik kanıtlarıdır. Beyin görüntüleme çalışmalarında gösterilen ve elektrofizyolojik olarak REM uykusu ve uyanıklık bilinci sırasındaki patern benzerlikleri de bu ilişkinin göstergeleridir. Psikoterapide rüyaların kullanımı bu bakış açısıyla bakıldığında oldukça anlamlıdır. REM uykusu bölünmeleriyle elde edilen rüya içerik analizleri terapinin seyrinde yol gösterici olabilir. Negatif rüya affekti ve REM özelliklerinin depresyonda klinik değişkenlerle ilişkili olduğu gösterilmiştir. Depresyona özgü REM uykusu değişiklikleri (REM latensinde kısalma, REM yoğunluğunda artma gibi) suicidal davranışla ilişkili bulunmuştur. Bunun ötesinde, gecenin ikinci yarısında REM bölünmeleriyle elde edilen içerik analizlerinde, mazokistik karakter ve negatif affektin varlığı suicide eğilimi ile korelasyon göstermektedir. Travma ve duydudurum bozukluğu hastalarında kabuslar ve suicid davranışı arasındaki ilişki kayda değerdir. Bu bulgular suicidal hasta da dahil, rüyaların terapide gündeme getirilmesi gerektiğini ve rüyaların terapide kullanılabileceğini göstermektedir. Metakognitif süreçlerin uyanıklıkta olduğu kadar rüyalarda da söz konusu edilmesi gerektiğine ilişkin kanıtlar da giderek artmaktadır. Rüyalarda metakognisyonun rüya-terapi ilişkisine nasıl yansıtılabileceği konusu, üzerinde tartışmaya değer. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3 P 03 Araştırma Verileri Işığında Şiddet, Suç Davranışı Ve DEHB Tedavi Edilmeyen DEHB İle Gençlik Dönemi Suç Ve Davranım Bozukluğu İlişkisi Oturum Başkanı Panelist : Ercan Abay : Bengi Semerci DEHB tedavisine erken başlanması prognoz açısından önemlidir. İlaç tedavisi, aile terapisi, bireysel koçluk DEHB bulgularıyla baş etmenin yanı ısıra, davranım bozukluğu gelişimini engelleme için de önemlidir. Tedavi edilmeyen DEHB %25-50 oranlarında davranım bozukluğu gelişmektedir. Davranım Bozukluğunun olumsuz yönleri son derece zararlı olabilir. Her iki bozukluk birlikte görüldüğünde bulgular ağırlaşmakta ve daha erken yaşta başlamaktadır. Fiziksel saldırganlık ve şiddet her iki sorunda da görülmekte ancak birlikte olduklarında artar. Tedavi edilmeyen DEHB de akademik başarı düşer. Eğitimden uzaklaşma, davranım sorunları, aile ve yaşlılarla problemler, kazalar, madde ve alkol kullanımı ile yasalarla başa girme sık görülür. DEHB olan erkek çocuklarda %1-18,kız çocuklarda %6-%34 suça karışma oranları saptanmıştır. Madde kullanımı, alkol kullanımı, agresyon, tedavi edilmemiş DEHB de sık görülür ve bu bulgular suç ile bağlantılıdır. Ayrıca DEHB nöro-kognitif defisitler ve suç araştırılması gereken konulardan biridir. Suça sürüklenmiş 52 çocuk ve ergende yapılan değerlendirmede %40.4 oranında DEHB saptanmıştır. Yapılan bir çok araştırma bu &4 ile %72 arasında değişen oranlar bildirmiştir. Komorbidite ve tedavi edilip edilmediği bu oranları etkilemektedir. Ayrıca çocuk yaş grubunda DEHB tanısı konulmuş ancak ailelerinin istememsi nedeni ile tedavi edilememiş 15 çocuk, tanı konulmasından 5-8 yıl sonra aynı klinisyen tarafından yeniden değerlendirilmiştir.Bu çocuklarda alkol kullanımı,sık kavgaya karışma,yalan söyleme,yasallarla sorun yaşama,silah kullanma,hırsızlık, cinsel suçlar gibi sorunlar saptanmıştır. Bu sonuçlar,davranım bozukluğundan sonra dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun da suçu önleme çalışmalarında dikkate alınması gereken bir sorun olduğunu göstermektedir. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3 P 03 Araştırma Verileri Işığında Şiddet, Suç Davranışı Ve DEHB Farklı Örneklemlerde Şiddet Ve Suç Davranışına DEHB’nin Etkisi Oturum Başkanı Panelist : Ercan Abay : Cengiz Tuğlu Hem genel popülasyonda hem de gençlerde görülen şiddet davranışı ölüm veya yaralanmalarla sonuçlanan önemli bir toplum sağlığı sorunudur. Şiddet davranışı sergileyen ve buna maruz kalan kişi profilleri incelendiğinde birçok risk faktörünün varlığı ve benzerliği göze çarpmaktadır. Yine de unutulmaması gereken risk faktörlerinin şiddet davranışının bire bir nedeni olmayıp, eğilimi artıran göstergeleri olduğudur. Bu risk faktörleri; geçmişte şiddete maruz kalma veya dahil olma, DEHB, öğrenme güçlüğü, küçük yaşlarda saldırgan davranış öyküsü bulunması, madde, alkol veya sigara kullanımı, düşük IQ, davranış/dürtü kontrolünde güçlük, sosyal bilişsel veya bilgi işlem süreçlerinde yetersizlikler, duygusal stresin fazla oluşu, psikiyatrik tedavi öyküsü, antisosyal inançlar ve tutumlar, aile içinde çatışma ve şiddete maruz kalmadır(1). Tüm bunlara rağmen suç davranışı ve yasal sorunlar yaşamanın, DEHB olgularında normal kontrollere göre daha sık olduğu bilinmektedir. Çocukluktan itibaren DEHB ile birlikte davranım bozukluğu olan olgular yasalarla sorun yaşama açısından daha fazla riske sahip iken, DEHB’nin “Dikkatsizliğin Önde Geldiği Tip” inde ise bu durum kontrollerden farklılık göstermemektedir. Saldırganlık, antisosyal davranış ve şiddet davranışı; DEHB, davranım bozukluğu ve antisosyal kişilik bozukluğu ile ilişkili görünmektedir. İzlanda’da tutuklular üzerinde yapılan bir çalışmada, tutukluların %52,2’sinin çocukluklarında Wender Utah Ölçütlerini, bunların %62,5’inin de erişkinlikte DEHB tanı ölçütlerini karşıladıkları belirlenmiştir (2). Tutuklular üzerinde yapılan bir diğer çalışmada , DEHB semptomlarına sahip mahkumların, semptomu olmayan mahkumlara göre hapishanede disiplinini bozan davranışlarının daha fazla olduğu belirlenmiştir (3). Daha çok tutuklular üzerine odaklı bu çalışmalar kadar genel toplumsal yaşam içerisinde DEHB’lilerin şiddet ve suç davranışları açısından değerlendirilmeleri de oldukça önemlidir. Örneklemek gerekirse son yıllarda DEHB’li olguların yaptıkları motorlu araç kazaları üzerinde önemle durulmaktadır. Bu konuda yapılan çalışmalarda, aşırı hız, trafik ışıklarında bekleyememe, dürtüsellik, geç kalma, zamanı ayarlamama, yolunu kaybetme ve telaşlı dönüşler yapma gibi nedenlerden dolayı bu olguların sürücülük kalitelerinin düştüğü görülmüştür (4). Veriler, DEHB olgularının daha kötü sürücü davranışları gösterdikleri, kontrol grubuna göre, daha saldırgan bir şekilde araç kullandıkları, daha fazla araç kazası ve bedensel yaralanma riskine sahip olduklarına işaret etmektedir. Bu sunumda iki farklı örneklem grubunda (biri “DEHB tanısı alan üniversite öğrencileri üzerinde” diğeri “DEHB tanısı almış olan çocukların yine DEHB tanısına sahip ebeveynleri üzerinde”) gerçekleştirdiğimiz araştırmaların verileri ışığında şiddet ve suç davranışı ele alınacaktır. Kaynaklar 1. Rudatsikira E, Adamson S Muula, Seter Siziya. Variables associated with physical fighting among US high-school students. Clinical Practice and Epidemiology in Mental Health 2008, 4:16-24. 2. Gudjonsson GH, Sigurdsson JF, Young S, Newton AK, Peersen M. Attention deficit hyperactivity disorder (ADHD). How do ADHD symptoms relate to personality among prisoners? Pers Individ Dif 2009; 47(1):64-8. 3. Gordon V, Williams DJ, Donnelly PD. Exploring the relationship between ADHD symptoms and prison breaches of discipline amongst youths in four Scottish prisons. Public Health 2012; 126(4):343-8. 4. Turgay A. Tedavi edilmeyen dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğunun bedeli ve tedavide yenilikler,1. Baskı. Ankara: Türkiye Klinikleri; 2009. s.8-48. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3 P 03 Araştırma Verileri Işığında Şiddet, Suç Davranışı Ve DEHB Adli Olgularda DEHB:Bir Toplumsal Sağlık Sorunu Ve Koruyucu Hekimlik İlkeleri Açısından DEHB ‘Yi İyi Tanımak Ve Tedavi Etmek Oturum Başkanı Panelist : Ercan Abay : Umut Mert Aksoy Toplum genelinde erişkin yaşamdaki tüm psikiyatrik bozukluklar göz önüne alındığında önemli bir yaygınlık oranı (%4.4 ) bulunan DEHB ‘nin fenomenolojik özellikleri adli olgular açısından önemli yansımalara sahiptir. Suç işlemiş bireylerde yapılan büyük çalışmalar, DEHB ‘nin yaygınlık oranının bu kişilerde %14-19 aralığında olduğunu tespit etmektedir, buna karşılık Almanya ‘da tutuklu ergenler ile yapılan bir çalışmada bu oran DSM IV ölçütleri kullanıldığında %45 oranında saptamıştır. Kadın olgularda da DEHB ‘nin adli olgularda daha sık gözlendiği belirtilmiştir.(%10) Tutuklu kişilerde yapılan çalışmalarda varılan ortak nokta DEHB tanısı ve eşik altı DEHB belirtilerinin tutuklu kişilerde normal populasyona göre anlamlı derecede daha yüksek oranda %15-41 oranında saptanmıştır. (Retz, Retz-Junginger, Hengesch, 2004,Siponmaa ve ark., 2001; Vitelli, 1996). Çocukluk çağında DEHB tanısı alan bireylerin takip çalışmalarında bu kişilerin tanı almayan kişilere göre daha fazla adli olaya karıştıkları, toplum genelinde %1 olan tutuklanma oranlarının DEHB tanısı bulunan erişkin bireylerde %21 olarak tespit edildiği bildirilmektedir. Benzer bir diğer veriş ise herhangi bir nedenle tutuklanan bireylerin toplumda %2.1 yaygınlık göstermesine karşılık DEHB öyküsü bulunan bireuylerde bu oarn %47 gibi yüksek bir rakamdır. (Satterfield & Schell, 1997) Ergenlerde yapılan çalışmalar özellikle aşırı hareketli-dürüsel alt tip’in ilerideki tutuklanma oranları ile korelasyon gösterdiğini, erişkin bireylerin kendi bildirimleri ile yapılan suç eylemleri ile yine aşırı hareketli ve dürtüsel belirtilerin doğru orantılı olduğu gösterilmektedir. (Babinski,Hartsough, & Lambert, 1999). Suç işlemiş bireylerde yapılan çalışmalarda %4-%72 arasında geniş bir yaygınlık aralığı tespit edilmesinin nedenleri çalışmanın yapıldığı örneklemin farklılığı, farklı ceza hukuk sistemlerinin varlığı, olguların yaş ortalamalarındaki farklılık ve tanı için kullanılan araçlardaki farklılıklara bağlanabilir. Ancak her koşulda adli olgularda DEHB yaygınlılığının toplum geneline göre daha yüksek olduğu sonucuna varılabilir. DEHB tanısının suç işleme açısından öngörücü bir gücü olup olmadığının araştırıldığı bir çalışmada DEHB ‘nin işlenen suçun niteliği ve biçimi ile ilgili öngörücü bir gücünün bulunmadığı ancak suçun niceliği-eylem sayısı ile ilgili olduğu öne sürülmektedir. Tüm bu verilerin ışığında çocukluk çağında olduğu gibi erişkin yaşamında DEHB’yi tanımak ve etkili bir biçimde tedavi etmek toplum sağlığı açısından ve koruyucu hekimlik açısından önem taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Kısa Kaynakça: 1) Retz, W., Retz-Junginger, P., Hengesch, G., Schneider, M.,Thome, J., Pajonk, F. G., et al. (2004). Psychometric and psychopathological characterization of young male prison inmates with and without attention deficit/hyperactivity disorder. European Archives of Psychiatry and Clinical Neuroscience, 254, 201-208. 2) Siponmaa, L., Kristiansson, M., Jonson, C , Nyden, A., &Gillberg, C. (2001). Juvenile and young adultmentally disordered offenders: The role of child neuropsychiatric disorders. Journal of the American Academy of Psychiatry and the Law, 29, 420-426. 3) Vitelli, R. (1996). Prevalence of childhood conduct and attention-deficit hyperactivity disorders in adult maximum-security inmates. International Journal of Offender Therapy and Comparative Criminology, 40, 263-271.. 4) Satterfield, J. H., & Schell, A. (1997). A prospective study of hyperactive boys with conduct problems and normal boys: Adolescent and adult criminality.Journal of the American Academy of Child & Adolescent Psychiatry, 36, 1726-1735. 5) Babinski, L. M., Hartsough, C. S., & Lambert, N. M. (1999).Childhood conduct problems, hyperactivityimpulsivity,and inattention as predictors of adult criminal activity. Journal of Child Psychology and Psychiatry,40, 347-355. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 04 Bipolar Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karar Verme Mekanizmaları: Benzerlikler Ve Farklılıklar Bipolar Bozuklukta ''Karar Verme, Dürtüsellik ve Risk Alma'' Oturum Başkanı Panelist : Ayşegül Özerdem : Ceren Hıdıroğlu Bipolar bozukluk, nörobilişsel işlevlerde bozulmanın belirgin olarak göze çarptığı bir hastalıktır. Önceki çalışmalar bipolar bozukluk tanılı hastalarda dikkat, yürütücü işlevler ve bellek alanlarındaki bozulmaya odaklanırken, son zamanlarda ötimi döneminde de devam eden dürtüsellik, risk alma, karar verme mekanizmaları ile ilgili bozulmalara dikkat çekmektedirler. Dürtüsellik davranışsal, bilişsel ve nörofizyolojik yönleri olan bir kavramdır. Bekleme, alınacak hazzı erteleme ve uygunsuz davranışı baskılamada güçlük, ileriyi düşünmeden harekete geçme eğilimi, yapılan eylemin sonuçlarına karşı duyarsızlık olarak tanımlanabilir. Dürtüsellik ve risk alma davranışı birbirine benzer özellikler gibi olsa da farklılaşmaktadırlar. Risk alma davranışı, seçilmiş stratejik cevap olarak varsayılırken, dürtüsellik bir eğilim ve davranış paternidir. Karar verme ise; tercihleri sıralama, eylemleri seçme ve düzenleme, sonuçları değerlendirme süreci anlamına gelmektedir. Bipolar bozuklukta dürtüsellik, mani, depresyon ve ötimi döneminde de artmaktadır. Dürtüsellik düzeyinin hastalığın semptom şiddetinden ve hastalık dönemlerinden bağımsız olması dürtüselliğin bipolar bozukluk için çekirdek özelliklerden biri olduğu görüşünü desteklemektedir. Bipolar bozuklukta artmış dürtüsellik, ailesellik özelliği taşıyan aday bir endofenotiptir. Barratt Dürtüsellik Ölçeği (BDÖ–11) dürtüsellik düzeyini ölçmede kullanılan en yaygın kişisel bildirim ölçeğidir. Bipolar tanılı hastaların BDÖ–11 skorları, ötimi de iken bile yüksek bulunmaktadır. Dürtüsellik ile ilgili çalışmalar genelde kendini bildirim ölçekleri ile yürütülürken risk alma eğilimi ve karar verme ile ilgili çalışmalar laboratuar temelli davranış testleri ile yürütülmektedir. Balon Analog Risk Testi (BART) kendini bildirim ölçeklerinden farklı olarak risk almayı davranışsal olarak değerlendiren laboratuar temelli bir ölçümdür. Davranış testleri ile BDÖ–11 ile ölçülen dürtüsellik düzeyinden farklı olarak, dürtüselliğin farklı alt tiplerini ve kendini bildirim ölçeklerinin kaçırmış olduğu endofenotip özellikleri değerlendirmek mümkün olmaktadır. Bizim çalışmamızda bipolar tanılı ötimik hastalar ve hastalıktan etkilenmemiş birinci derece akrabalarının BART testinde başarısız denemelerden sonra davranışlarını düzenlemede sağlıklı kontrollere göre daha başarısız oldukları görülmüştür. Bipolar bozuklukta dürtüsellik karar vermedeki zayıflama ile de ilişkili görülmektedir. Bipolar tanılı hastalarda karar vermede bozulma, bellek ve geriye dönük öğrenme ile ilişkili görülen bir endofenotiptir. BART testinde olduğu gibi riskli karar verme ile öğrenme (davranışı geçmiş deneyimlere göre düzenleme) ilişkili görülmektedir. Bipolar tanılı hastalar geçmiş deneyimlerinden elde ettikleri bilgiyi, kendilerine rehber ya da uzun zamanlı strateji olarak kullanmada güçlük yaşamaktadırlar. Dürtüselliğin bipolar bozukluğun psikopatolojisindeki çekirdek rolünün kalıtılabilen bir özellik olarak anlaşılması; risk taşıyan bireylerde erken tanı sağlanması, hastaların özkıyım girişimlerinin önüne geçilmesi ve tedavide yeni yaklaşımların geliştirilmesi için yol gösterici olacaktır. Bu sunumda konuyla ilgili literatürün ölçme yöntemleriyle birlikte kritik olarak sunumu yanı sıra grubumuz tarafından gerçekleştirilmiş dürtüsellik ve risk alma davranışı üzerine bipolar ötimik hastalar, hastalıktan etkilenmemiş birinci derece akrabaları ve sağlıklı kontrollerde yapılmış iki ayrı çalışmaya ait veriler sunulacaktır. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 04 Bipolar Bozukluk Ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karar Verme Mekanizmaları: Benzerlikler Ve Farklılıklar DEHB'de ''karar verme, dürtüsellik ve risk alma'' Oturum Başkanı Panelist : Ayşegü Özerdem : Devran Tan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu'nda (DEHB) ''karar verme ve içeriğinde dürtüsellik ile risk alma'' nın nöropsikolojik test ve beyin görüntüleme çalışmalarıyla değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Yapılan bazı çalışmalarda, DEHB’si olan grupta kontrollere göre risk alma davranışında artış bulunmuştur. Bu davranış hem kazanma hem de kaybetme ile ilgili karar verme mekanizmalarının bozulmasına bağlı olabilir. DEHB’de karar vermenin yürütücü fonksiyonlarla ilişkisi desteklenirken, metakognitif yargılamalarda etkili olmayacağı düşünülmüştür. Karar vermeyle birlikte risk almadaki değişmeler DEHB için trait özellik gösteren bir bozulmayı işaret edebilir. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 04 Bipolar Bozukluk ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Karar Verme Mekanizmaları: Benzerlikler Ve Farklılıklar Karar Vermede “Kognitif Model” Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Murat İlhan Atagün Karar verme birçok alternatif durum ya da senaryo içinde seçim yapmak ile sonuçlanan mental süreçleri içerir. Bu nedenle birçok kognitif faaliyette yer alan temel bir bileşendir. Amacın ve önem sırasının belirlenmesi, bilgi toplama, alternatiflerin yolların saptanması, artıların ve eksilerin belirlenip değerlendirilmesi, kararın verilmesi, sonuçların değerlendirilmesi ve ders alma gibi basamaklardan geçildiği düşünülmektedir. Psikiyatrik bozuklukların başka kognitif bozukluklar, dürtüsellik, risk alma davranışı gibi özellikleri nedeni ile bu basamaklar ve algoritma yeterince dikkate alınamayabilmektedir ve dolayısıyla bu basamaklar yeterince uygulanmadan, eksik değerlendirmelerle karar verilebilmektedir. Bu konuşmada karar vermeyle ilgili kognitif süreçler ve karar vermenin incelenebileceği kumar testleri gibi nörokognitif testler ele alınacaktır. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 05 Şiddet Davranışının Evrimsel Kökenleri Çocuk Psikiyatrisinde Şiddet Davranışının Öne Çıktığı Durumlara Evrimsel Bakış Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Kerem Doksat :Ayten Erdoğan Son yıllarda çocuk ve gençlerde şiddet davranışının ortaya çıkmasında rol oynayan faktörleri belirlemeye yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. Daha önceden yapılan çalışmalar şiddet davranışı ortaya çıkmasında rol oynayabileceği düşünülen sosyal ve çevresel konular üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalar şiddet ve suç davranışının oluşması için başlıca risk faktörlerinin sosyal eşitsizlik, fakirlik gibi çevresel faktörler olduğunu belirttiler1. Ancak son yapılan çalışmalarda şiddet ve suç davranışının oluşmasına neden olan biyolojik, genetik ve nörofizyolojik faktörlerin de belirlenmesi ile sosyal ve çevresel faktörlerin tek belirleyici olmadığı gösterildi. Toplanan veriler birlikte değerlendirildiğinde şiddet ve suç davranışının biyolojik, sosyoekonomik faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıktığı kabûl edilmektedir2. Bu panelde çocuklarda şiddet ve suç davranışının ortaya çıkmasında rol oynadığı belirlenen biyolojik ve sosyoekonomik faktörler açıklanarak, bu faktörlerin etkileşimi üzerinde durulacaktır. Kaynaklar 1-Stevens A, Price J (2000) Evolutionary Psychiatry, a New Beginning, Second Edition. London: Routledge. 2-Solomon J, George C (2011) Disorganized Attachment and Caregiving, New York: The Guilford Press. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 05 Şiddet Davranışının Evrimsel Kökenleri Yetişkinlerde şiddet davranışının ortaya çıktığı durumlara evrimsel bakış Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Kerem Doksat : Mehmet Kerem Doksat Saldırganlık (agresyon), sadece insan doğasının özelliği değil, hayatın kaçınılmaz bir özelliğidir. Evrimsel skalada, yemek bulmak için avcı agresyonu, cinselliğe ve üremeye yönelik interseksüel agresyon önemli yer tutar. Ruhsal hastalıkla ilişkili agresif davranışın en belli başlı özelliği ahlâkî değerler açısından uygun olmayıp, başkalarının hakkını zedelemesi, şiddetinin yüksek olması ve içerik açısından makûl ve mantıklı olmamasıdır. Testosteron, P maddesi, norepinefrin saldırganlıkta artışla, östrojen, serotonin ve oksitosin ise agresif eğilimleri azaltmakla ilişkili bulunmuştur. Saldırganlık insanlarda serotonerjik aktiviteyle paralel olarak değişkenlik gösterir. Toplumsal mertebede aşağı sırada olan primatlarda serotonin düzeyi düşük, saldırganlık düzeyi yüksektir. Mertebe yükseldikçe serotonin düzeyi artar, saldırganlık ise azalır. Dolayısıyla, insan davranışı açısından “normal” agresyonla, patolojik değişkenleri arasında kesin bir çizgi yoktur. İnsanlarda, “normal” agresyon ve suç davranışı bir süreklilik içindedir.1 Bowlby, parçalanmış ailelerde “şefkat eksikliğiyle alâkalı psikopati” kavramını ileri sürmüştür. Bir kere “güvensiz bağlanma” gelişince, empati yeteneği bozulur. Kötü muameleye mâruz kalan çocuklar, öfkeye karşı aşırı tepkisellik gösterir. Hayvan çalışmaları, ihmâl ve diğer zorlayıcıların, çocuklarda, tehdit edici uyaranlara karşı, amigdala cevabını arttırarak, duygusal tepkileri arttırdığını göstermiştir. Psikopati gelişen bireylerde de fiziksel/cinsel istismar ve ihmâl oranlarının yüksel olduğu bulunmuştur. Bu travmaların fazla olması, saldırganlık davranışında artışla ilişkili bulunmuştur.2 Yetiştirme yurtlarında barınıp, uzun süreli olarak terk edilme ve istenmeme duygusunu yaşamış çocuklar, anksiyete, korku ve öfkeyi bir arada yaşarlar. Bu belirsizliğin uzun sürmesi, özgüven, empati yeteneği ve özsaygıda geriye dönüşü zor olacak şekilde hasara yol açar. Yetişkin bakım verenden mahrum kalarak büyütülen bebek rhesus maymunlarının korkutucu davranışlar ve kontrolsüz öfke sergilediği tespit edilmiştir. İnsanlarda ise, güvenli bağlanma geliştiren ergenlerin başa çıkma stratejilerinde daha az yersiz öfke davranışı sergiledikleri ve sorundan kaçmak yerine çözmeye çalıştıkları görülmüştür.3 Temel güven eksikliği, feodalite, göç, terör gibi stresörler en sağlıklı psişik organizasyona sâhip olan bireylerde dahi regresyona ve en hafifinden sekterliğe, en vahiminden de şiddete yol açar. Bunun psişik, sosyal, hâttâ ontolojik olduğu kadar, evrimsel kökenleri de vardır.4 Bâzı demanslı hastalardaki dezinhibisyon da böyle izah edilebilir.5, Şiddetin ve vahşetin ortaya çıkışı, bütün Homo sapiens sapiens birikiminin kaybı gibi görünse de, dünyanın ve ülkemizin içinde bulunduğu hâl maalesef bunun bir vakıa olarak karşımızda durduğunu göstermektedir; dezinhibisyon, anlamsızlık ve değerlerin kaybının kaçınılmaz sonucu şiddettir. 6,7 Kaynaklar 1-Brüne M (2008) Textbook of Evolutionary Psychiatry The Origins of Psychopathology. New York: Oxford University Press. 2-Decety J, Cacioppo J (2011) The Oxford Handbook of Social Neuroscience. New York: Oxford University Press. 3-Solomon J, George C (2011) Disorganized Attachment and Caregiving, New York: The Guilford Press. 4-Plavcan JM (2012) Sexual size dimorphism, canine dimorphism, and male-male competition in primates: where do humans fit in? Hum Nat;23(1):45-67. 5-Enmarker I, Olsen R, Hellzen O (2011) Management of person with dementia with aggressive and violent behaviour: a systematic literature review. Int J Older People Nurs;6(2):153-162. 6-Rebollo-Mesa I, Polderman T, Moya-Albiol L (2010) [The genetics of human violence][Article in Spanish] Rev Neurol;50(9):533-540. 7-Patrick CJ, Fowles DC, Krueger RF (2009) Triarchic conceptualization of psychopathy: developmental origins of disinhibition, boldness, and meanness. Dev Psychopathol;21(3):913-938. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 05 Şiddet Davranışının Evrimsel Kökenleri Anne Çocuk Arasındaki Bağlanmanın Niteliğinin Şiddetle İlişkisine Evrimsel Bakış Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Kerem Doksat : Neslim G. Doksat Saldırganlık (agresyon), sadece insan doğasının özelliği değil, hayatın kaçınılmaz bir özelliğidir. Evrimsel skalada, yemek bulmak için avcı agresyonu, cinselliğe ve üremeye yönelik interseksüel agresyon önemli yer tutar. Ruhsal hastalıkla ilişkili agresif davranışın en belli başlı özelliği ahlâkî değerler açısından uygun olmayıp, başkalarının hakkını zedelemesi, şiddetinin yüksek olması ve içerik açısından makûl ve mantıklı olmamasıdır.1 Testosteron, P maddesi, norepinefrin saldırganlıkta artışla, östrojen, serotonin ve oksitosin ise agresif eğilimleri azaltmakla ilişkili bulunmuştur.1 Saldırganlık insanlarda serotonerjik aktiviteyle paralel olarak değişkenlik gösterir. Toplumsal mertebede aşağı sırada olan primatlarda serotonin düzeyi düşük, saldırganlık düzeyi yüksektir. Mertebe yükseldikçe serotonin düzeyi artar, saldırganlık ise azalır. Dolayısıyla, insan davranışı açısından “normal” agresyonla, patolojik değişkenleri arasında kesin bir çizgi yoktur. İnsanlarda, “normal” agresyon ve suç davranışı bir süreklilik içindedir.1 Bowlby, parçalanmış ailelerde “şefkat eksikliğiyle alâkalı psikopati” kavramını ileri sürmüştür. Anne sevgisinden mahrum yetişmiş çocuklarda, tipik olarak “güvensiz bağlanma” gelişince, empati yeteneği bozulur. Kötü muameleye mâruz kalan çocuklar, öfkeye karşı aşırı tepkisellik gösterir. Hayvan çalışmaları, ihmâl ve diğer zorlayıcıların, çocuklarda, tehdit edici uyaranlara karşı, amigdala cevabını arttırarak, duygusal tepkileri arttırdığını göstermiştir. Psikopati gelişen bireylerde de fiziksel/cinsel istismar ve ihmâl oranlarının yüksel olduğu bulunmuştur. Bu travmaların fazla olması, saldırganlık davranışında artışla ilişkili bulunmuştur.2 Yetiştirme yurtlarında barınıp, uzun süreli olarak terk edilme ve istenmeme duygusunu yaşamış çocuklar, anksiyete, korku ve öfkeyi bir arada yaşarlar. Bu belirsizliğin uzun sürmesi, özgüven, empati yeteneği ve özsaygıda geriye dönüşü zor olacak şekilde hasara yol açar.3 Yetişkin bakım verenden mahrum kalarak büyütülen bebek rhesus maymunlarının korkutucu davranışlar ve kontrolsüz öfke sergilediği tespit edilmiştir. İnsanlarda ise, güvenli bağlanma geliştiren ergenlerin başa çıkma stratejilerinde daha az yersiz öfke davranışı sergiledikleri ve sorundan kaçmak yerine çözmeye çalıştıkları görülmüştür.3 Kaynaklar 1-Brüne M (2008) Textbook of Evolutionary Psychiatry The Origins of Psychopathology. New York: Oxford University Press. 2-Decety J, Cacioppo J (2011) The Oxford Handbook of Social Neuroscience. New York: Oxford University Press. 3-Solomon J, George C (2011) Disorganized Attachment and Caregiving, New York: The Guilford Press. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 06 Nöropeptidler; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar Bipolar bozukluk tedavisinde nöropeptidler Oturum Başkanı Panelist : Nevzat Yüksel : Aslıhan Sayın Hipotalamik-pitüiter-tiroid (HPT) ve/veya hipotalamik-pitüiter-adrenal (HPA) beyin sistemleri nöroendokrin stres yanıtlarında önemlidir ve bu nedenle duygudurum bozukluklarının patofizyolojisinde devreye girdikleri düşünülmektedir. Bipolar bozuklukta HPT ve HPA döngülerinde bozukluk olduğu bilinmektedir. Bipolar hastalarda rastlanan hiperkortizolemi ve deksametazon baskılanmaması korteksi glukokortikoid reseptörler aracılığıyla etkileyebilir ve hipokampusda nörogenezin down-regulasyonuna neden olabilir. Bipolar hastalarda vazopressin, somatostatin, endorfin ve diğer nöropeptidlerin değiştiğine dair bildirimler vardır. Bu sunumun amacı bipolar bozukluk tedavisinde nöropeptidlerin rolünü tartışmaktır. Nöropeptidler aktivitelerinin ve davranış modulasyonu etkilerinin klasik nörotransmitterlere göre uzun olması nedeniyle afektif bozuklukların tedavisinde ümit vadeden terapötik hedeflerdir. Koritkotropin releasing hormon (CRH) antagonistleri tirotropin releasing hormonun (TRH) duygudurum dengeleyici etkisi olabileceği düşünülmektedir. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 06 Nöropeptidler; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar Şizofreni Tedavisinde Nöropeptidler Oturum Başkanı Panelist : Nevzat Yüksel : Cem Cerit Nöropeptidler sindirim, dolaşım ve sinir sistemlerinde yaygın olarak bulunan ve nörotransmitter, nöromodülatör ve hormon olarak işlev görebilen özel moleküllerdir. Nöropeptidlerin merkezi sinir sisteminin (MSS) normal işleyişinde önemli görevlerinin olduğunun keşfi, nöropeptid reseptörlerini çeşitli MSS hastalıkları için önemli bir tedavi hedefi haline getirmiştir. Nöropeptidlerin kimyasal açıdan in vivo ortamda kararsız olmaları, uygulama biçimindeki zorluklar, kan beyin bariyerini geçişlerindeki zorluklar gibi bazı teknik sorunlar ilaç olarak kullanıma girmelerini zorlaştırmıştır. Buna karşın hedef reseptörlerine yüksek oranda özgüllük göstermeleri, güçlü etkinliğe sahip olmaları, çapraz reaksiyon ve ilaç etkileşimi açısından güvenilir olmaları, dokularda birikmemeleri, yan etkilerinin düşük düzeyde olması bu moleküllerin “ilaç” olarak avantajlarıdır. Şizofreni tedavisinde üzerinde durulan bazı önemli nöropeptidler şunlardır; Kolesistokinin, kortikotropin serbestleştirici faktör, interlökinler, nörotensin, nöropeptid Y, opioid peptidler (endorfinler, dinorfin, enkefalinler), sekretin, somatostatin, vazoaktif intestinal peptid, taşikininler, tirotropin serbestleştirici hormon. Nörotensin MSS’de özellikle amigdala, lateral septum, substansia nigra ve ventral tegmental alanda yüksek konsantrasyonlarda bulunmaktadır. MSS’de nörotensin sistemiyle mezokortikal ve nigrostriatal dopamin sistemleri arasındaki yakın ilişki ve ventral tegmental alan ile substansia nigradaki dopaminerjik nöronların %80’inde nörotensin reseptörlerinin bulunması nörotensinin şizofrenideki rolünü araştırma gereğini ortaya koymaktadır. Preklinik çalışmalar nörotensin uygulamasının antipsikotiklere benzer davranışsal etkiler ortaya çıkardığını göstermektedir. Bu nedenle nörotensin agonistleri şizofreni tedavisinde umut verici olarak görülmektedir. Benzer şekilde beyinde korteks hipokampus, amigdala, nukleus akkumbens, striatum ve substansia nigrada yoğun olarak bulunan kolesistokininin dopaminerjik sistem ile yakın ilişkisi olduğu gösterilmiştir. Bunun yanında kolesistokinin reseptörlerinden CCKR1 polimorfizmi ile şizofreni arasında ilişki olduğu gösterilmiştir. Taşikininler MSS’de nörotransmitter ve nöromodülatör görevler üstlenen bir başka nöropeptid grubu olarak son yıllarda dikkat çekmektedir. Bunlardan ligandı nörokinin B olan NK3 reseptörlerinin uyarılması lokus seroleus’taki noradrenalin ve ventral tegmental alandan dopamin nöronlarının ateşlenmesine neden olmaktadır. Buna karşın NK3 reseptör antagonisti talnetant’ın sistemik olarak uygulanması prefrontal kortekste dopamin ve hipokampüste noradrenalin seviyesinin yükselmesine neden olmaktadır. Bu nedenlerle NK3 reseptör antagonistlerinin şizofreni tedavisindeki etkinliği ilgi çekmektedir. Bu sunumda nöropeptidlerin “ilaç” olarak özellikleri, yukarıda bazı örnekleri verilen nöropeptidlerin olası “antipsikotik” etkinlikleri ve şizofreni tedavisinde neler vaat ettikleri tartışılacaktır. 10 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 06 Nöropeptidler; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar Anksiyete ve depresyon tedavisinde nöropeptidler Oturum Başkanı Panelist : Nevzat Yüksel : Nurper Erberk Özen 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 07 Spor Ve Şiddet Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Bağış Erten Türkiye’de şiddetin üretildiği, körüklendiği, hatta yaratıldığı alanlardan biri futbol. Bunun spora özgü olduğunu söylemek zor. Çünkü diğer sporlara ‘sıçrayan’ şiddet de futbol kökenli. Bu sunum temel olarak bunun nedenlerini hep beraber düşünmeye, spor sahalarındaki şiddetin ardındaki psiko-sosyal etkiyi hep beraber araştırmaya yönelik hazırlanmıştır. Nedenleri aranan sorulardan öne çıkanlar şunlar: - Sporun, özel olarak futbolun özünde bir şiddet var mı? Futbol/spor, şiddeti ‘ontolojik’ olarak mı yaratıyor, yoksa kültürel bir şeyden mi bahsediyoruz? - Sporda şiddetle futbolda şiddet farklı şeyler mi? - Futbol global bir şiddet yatağı mı? Yoksa yerel farklılıklar genelleme yapılamayacak kadar belirleyici mi? - Türkiye’de şiddetin kökenleri dünyadaki şiddetin kökenleriyle eşleşiyor mu? Nerelerde ayrılıyor? - Kamu gücünün ve kamuoyunun bu şiddet karşısında konumu ne? Şiddete bakışın genel hatları ne, siyasi ve hukuksal referanslar neler? - Bir psiko-sosyolojik alan olarak futbolsever tipolojisi nedir? Zaman içinde nereye evrildi? - Türkiye’de taraftar stereotipi çıkarılabilir mi? Bölgesel/takımsal farklılıklar neler? - Şiddeti doğuran temel mağduriyet kavramları neler? - Medya şiddeti yansıtıyor mu, besliyor mu? - Cinsiyetçi dilin eleştirisi mümkün mü? Yoksa sporun dili evrensel olarak problemli mi? - Son bir yılda yaşananların yarattığı özel bir travma var mı? Travma sonrası bozukluklarla baş etmek mümkün mü? Amaç bu soruların muhtemel cevaplarını aramak ve sporda, ama özel ve ‘biricik’ bir örnek olarak futbolda şiddetin psikolojik haritasını çıkarmak.‘Savaşın dili’, ‘sosyal patlamaları önleyici işlev’, ‘Bölgesel mağduriyetler’, ‘adalet eksikliği’, ‘kitle psikolojisi’, ‘linç kültürü’, ‘hukuki açıdan dokunulmaz bir alan’, ‘yönetenlerin şiddet politikaları’, ‘manipulasyon’, ‘örgütlü şiddet’, ‘insiyaki’, ‘bireysel şiddet’, ‘medya terörü’, ‘cinsiyetçilik’, ‘homofobi’, ‘nefret suçları’, ‘travma sonrası stres bozukluğu’ gibi kavramlar bu sunumda ele alınacak temel konuların çerçevesini belirliyor. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 07 Spor Ve Şiddet Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Itır Erhat 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 07 Spor Ve Şiddet Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Kaan Arslanoğlu 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2 P 08 Her Yönüyle İnternet Bağımlılığı Sanal Bağımlılığın Fenomenolojisi Oturum Başkanı Panelist : Cüneyt Evren : Elif Mutlu İnternet 20. yüzyılın en önemli atılımlarından biridir. Çoğu kullanıcı için internet önemli bir iletişim aracı, hareketli bir iş alanı ve eğlenceli bir aktivitedir. Hızlı veri paylaşımı ve transferi sayesinde iş hayatında merkezi bir konumdadır. Bilgiye ulaşmayı ve evden dünyaya açılmayı sağlayan internet günümüzde bir milyardan fazla insanın günlük yaşamında vazgeçilmez bir araçtır. Internet sözcüğü 1982’de ortaya çıkmış, 90’larda topluma ulaşmış, iletişimin ve bilgi paylaşımının neredeyse sınırsız seçeneğini sunmasıyla git gide popülerleşmiştir. Teknoloji, özellikle de bilgisayarlar ve internet bazı özellikleri nedeniyle kolayca bağımlık yapan araçlar gibi gözükmektedir. İnternetin sunduğu uyarıcı içerik, ulaşımın kolay olması, pratiklik, düşük fiyat, görsel uyaran, otonomi ve anonimi (gizlilik) kombinasyonu adeta psikoaktif bir deneyim yaratır. Psikoaktif deneyim, moodu değiştiren, davranışları etkilenme potansiyeli olan yaşantılardır. Başka bir deyişle, bu teknolojiler aslında içinde yaşadığımız ve sevdiğimiz “hal”i etkiler ve olumsuz psikolojik etkilere yol açabilir(1). İnternet bağımlığı yeni bir kavramdır ve halen tartışmalıdır. Bununla birlikte uzmanların büyük bölümü internet kullanıcılarının %6-8’inin bağımlı olduğunu tahmin etmektedir (2). Sanal bağımlılığın kimyasal bağımlılıklardakine benzer şekilde bir bağımlılık mı, yoksa davranışsal bağımlıklar (kumar,seks,vb) gibi bir dürtü kontrol sorunu mu olduğu konusu tartışılmaktadır. Bunların dışında bir görüşse, internetin değişen teknolojiyle birlikte çağımızın norm yaşam biçimi olduğu, internet kullanımının kendi başına sorun olamayacağı, ancak başka sorunların ortaya çıkmasına aracılık ettiğidir. Örneğin bu görüşe göre, sorun internet bağımlılığı değil, internetten kumar oynamak; yani kumar bağımlılığıdır (3). Araştırmalar internet kullanımının hem sosyal psikolojik hem psikopatolojik boyutlarına odaklanmaktadır. Kişilerin psikolojik profilleri, bağlanma stilleri, kişilik tipleriyle internet kullanımları arasında anlamlı ilişkiler tanımlanmaktadır. İnternetle ortaya çıkan yeni yaşam biçimi, kendilik ve ilişkiler algısı araştırılmaktadır. (4,5). Patolojik internet kullanımı araştırmaları sonucunda internet bağımlılığı için alt tipler, risk faktörleri ve tedavi önerileri belirlenmektedir (6).Klinik araştırmalarda karşılaşılan temel zorluk ise internet normal ya da sorunlu kullanımıyla ilgili standart kriterlerin olmayışıdır. Bireylerin teknolojinin etkisiyle dönüşen kendilik yapılarına dair kavrayışımızın artması klinik tanımlarımıza da iyileştirecektir. Kaynaklar 1. Greenfield D. (1999)“Virtual Addiction: Sometimes new technology can create new problems”. 2. Gresle C ve ark. “Phenomenology of internet addiction” Internet Addiction Ed. H. O. Price ch 6. p:85-94 3. Byun ve ark (2008). “Internet addiction: Metasynthesis of 1996-2006 Quantitative research.” Cyberpsychology and Behavior 12:1-5. 4. Tosun L.P. ve ark (2010) “Does internet reflect your personality? Relationship between Eysenc’s personality dimensions and internet use.” Computer in Human Behaviors 26(2):162-167 5. Drouin M ve ark. (2012) Texting, sexting and attachment in college students’ romantic relationships” Computer in Human Behaviors 28(2):444-449. 6. Ögel K (2012) “İnternet Bağımlılığı: İnternetin psikolojisini anlamak ve bağımlılıkla başa çıkmak” İş Bankası Kültür Yayınları. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2 P 08 Her Yönüyle İnternet Bağımlılığı İnternet bağımlılığında kişilik ve dürtüsellik Oturum Başkanı Panelist : Cüneyt Evren : Ercan Dalbudak Young’a göre internet tıpkı kumar gibi bağımlılık yaratmakta ve internet bağımlıları çeșitli dürtü kontrol bozukluğu belirtileri göstermektedir. Ancak DSM IV’te tanımlanan bağımlılık ölçütleri sadece kimyasal maddeler için belirlendiğinden ve davranıșsal bağımlılıkları içermediğinden ve kimyasal olmayan davranıșsal bağımlılıklar DSM IV’te “dürtü kontrol bozuklukları” olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle herhangi bir madde kötüye kullanımını içermeyen internet bağımlılığına en yakın bozukluğun DSM IV’te dürtü kontrol bozuklukları bașlığı altında yer alan “patolojik kumar oynama” olması nedeni ile tanı kriterlerine buna uygun olarak uyarlamıştır. Shapira ve arkadaşları, internet bağımlılığının genel yapısının dürtü kontrol bozukluğu ile benzerlik gösterdiğini ve tanının DSM-IV-TR dürtü kontrol bozuklukları ölçütlerini temel alarak yapılması gerektiğini ileri sürmüştür. Anderson, DSM-IV madde bağımlılığı ölçütlerine göre internet bağımlılığını tanımlamıştır. Ancak günümüze kadar internet bağımlılığı kavramı henüz resmi sınıflama sistemleri içerisinde tanımlanmamıştır. Bununla birlikte bu konuda çok sayıda literatür bulunmaktadır. Çalışmalarda internet kullanımına bağlı davranış problemleri; patolojik internet kullanımı, problemli internet kullanımı ve internet bağımlılığı olarak adlandırılmaktadır. Sonuç olarak internet bağımlılığı, bir çok komorbid psikiyatrik hastalığın eşlik edebildiği bir fenomen ve genel olarak bir davranışsal bağımlılık olarak tanımlanmaktadır. Cloninger ve arkadaşları, kişiliğin iki temel bileşeni olan mizaç ve karakteri açıklayan boyutsal psikobiyolojik bir kişilik modeli geliştirmiş ve tanımlamıştır. Cloninger’in kişilik modelinde ölçülen 4 mizaç boyutu (yenilik arayışı, zarardan kaçınma, ödül bağımlılığı, sebat etme) ve üç karakter boyutu (kendi kendini yönetme, işbirliği yapma, kendi kendini aşma) tanımlanmıştır. Madde bağımlılığı olanlarda alkol bağımlılığı olanlara göre daha yüksek yenilik arayışı puanı, daha düşük ödül bağımlılığı, kendi kendini yönetme ve iş birliği yapma puanları bildirilmiştir. İnternet bağımlılığı ile kişilik arasındaki ilişkiyi araştıran az sayıda çalışma yapılmıştır. Yüksek yenilik arayışı, zarardan kaçınma, ve düşük ödül bağımlılığının ergenlerde internet bağımlılığı önemli bir yordayıcısı olarak saptanmıştır. İnternet bağımlılığı olan üniversite öğrencilerinde ise, yüksek yenilik arayışı ve düşük ödül bağımlılığı olduğu bildirilmiştir. Yüksek zarardan kaçınma, kendini aşma, düşük kendi kendini yönetme ve işbirliği internet bağımlılığının şiddeti ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. Riskli internet kullanıcılarında ise normal internet kullanıcılarına göre ödül bağımlılığı, kendi kendini yönetme ve işbirliği puanları düşük bulunmuştur. Son olarak Montag ve arkadaşları, problemli internet kullanımını kendi kendini yönetmenin nörotisizmden daha iyi bir belirleyicisi olduğunu belirtmiştir. Alkol bağımlılığının başlaması, sürmesi ve relapsında etken olduğu düşünülen yüksek yenilik arayışı, bir davranışsal bağımlılık olarak tanımlanan internet bağımlılığında da mizaç boyutu olarak öne çıkmıştır. Bağımlılık ve kişilik bozukluğu ile ilişkilendirilen düşük kendi kendini yönetme ve işbirliği yapmanın da benzer bir şekilde internet bağımlılığında da önemli karakter boyutları olarak dikkat çektiği söylenebilir. Her ne kadar bu kişilik özellikleri internet bağımlılığı ile ilişkilendirilse de bunun bir neden mi sonuç mu olduğunu söylemek zordur. Yinede alkol/madde bağımlılığında olduğu gibi bu kişilik özelliklerinin bu hastaların tanınmasında ve tedavisinde önemli bir rolü olabileceği akılda tutulmalıdır. Sonuç olarak internet bağımlılığı olanlarda dürtüsellik ve kişilik özelliklerinin belirlenmesi farklı tedavi yaklaşımlarının uygulanması ve tedavi sonuçlarının değerlendirilmesinde yararlı olabilir. Ayrıca dürtüsellik ve kişilik özelliklerine ilişkin bilgiler yüksek riskli hastaları tedavide kalmaya teşvik edecek tedavi planlarının geliştirilmesinde yardımcı olabilir. Anahtar Kelimeler: İnternet Bağımlılığı, Kişilik ve Dürtüsellik 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2 P 08 Her Yönüyle İnternet Bağımlılığı İnternet Bağımlılığında Yaklaşım Ve Tedavi Oturum Başkanı Panelist : Cüneyt Evren : Kültegin Ögel İnternet bağımlılığı tam bir tanı kategorisi olarak tanımlanmamış olmakla birlikte, günlük klinik pratikte ruh sağlığı çalışanlarının karşısına bir sorun olarak çıkmaktadır. Yeterince tanımlanmamış bu bozukluğun tedavisinde de kabul edilmiş, etkinliği araştırılmış, kanıta dayalı henüz yöntemler yoktur. Bugüne kadar farklı yöntemler denenmekle birlikte en çok bilişsel davranışçı terapinin uygulandığı gözlenmektedir. Ancak tek başına bilişsel davranışçı terapinin yeterli olmadığı da araştırmalarda bildirilmiştir. Bu panelde, konuyla ilgili literatür bilgisi sunulacak ve bugüne kadar yaşadığımız deneyimler paylaşılacaktır. Tedaviye aşamalı bir bakış açısının yararlı olacağı gözükmektedir. Tedavinin birinci aşaması motivasyonel görüşmedir. İkinci aşamada bilişsel davranışçı terapi, aile terapisi ve farmakoterapi yer almaktadır. Son aşama ise re-entegrasyondur. Farklı boyutları olan bu sorunun çözümü de farklı paradigmaların birlikte kullanımıyla mümkün olmaktadır. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 09 Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi Antisosyallik mi Şiddeti Doğuruyor? Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Adem Balıkçı Şiddet, fiziksel (dövme,yaralama,sakatlama,cinsel taciz,tecavüz ve hatta öldürme) şeklinde olabileceği gibi, tespit edilmesi son derece zor olabilen sözel, duygusal, ekonomik şiddet eylemlerine kadar uzanabilen geniş bir kavramdır. Antisosyal kişilik bozukluğu ise 15 yaşından beri süregelen, başkasının hakkını saymama ve haklarına saldırma örüntüsü, adli sorunlar, sorumsuzluk, vicdansızlık, yalan söyleme ile karakterize sık görülen bir bozukluktur. Halk arasında görülme sıklığı, erkeklerde toplam nüfusun %3’ü ve kadınlarda %1’i olarak saptanmıştır. Bozuklukta dürtüsellik ve yineleyen kavga, dövüşler ya da saldırılarla belirlenmiş sinirlilik ve saldırganlık tanı kriterleri arasında bulunmaktadır. Bu da bozuklukla şiddetin ne kadar iç içe olduğunu açıkça göstermektedir. Bozukluğun farklı bir yanı tanı koymak için 18 yaş sınırının getirilmiş olmasıdır. Bununla birlikte 15 yaşından önce de davranım bozukluğunun izlenmiş olması gereklidir. Doğumsal genetik yapı üzerinde, bireyin tehlikeden kaçınma, uyarı arayışı, ödül davranışı ve amaca yönelik devamlılığındaki çeşitlemelerin bir bileşkesi olarak kişilik yaşamın ilk 2-3 yılı içerisinde şekillenmeye başlar. Bir görüşe göre kişilik bozukluğu “süregen hastalıktır”. Psikiyatride en çok tartışmaya açık konu belki de nedensellik ilişkisidir. ASKB ile ilgili yapılan çalışmaların çoğunun bozukluğun nedenini saptamaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu durum genel olarak kabul edilmekle birlikte hastalığın genetik, çevresel veya biyolojik olarak hangi nedenle oluştuğu ile ilgili net bir bulgu elde edilmesi bu hastaların suç sorumluluğunu da tartışmaya açacaktır. Suç sorumluluğu açısından eylemin işlendiği sırada mantık hatası içinde olma ve bunun akıl hastalığına bağlı olması, gerçekleştirilecek işlemin doğası ve niteliğini bilmeme ya da yaptığının yanlış olduğunu bilmeme şeklinde tanımlanmaktadır. ASKB vakalarının suç sorumluluğu tam olarak kabul edilir. Ruhsal bir hastalık olarak kabul etsek bile cezayı hafifleten bir mazeret oluşturmamaktadır. Bu durum dolaylı olarak antisosyalin şiddeti doğurduğunun kabulü anlamına da gelmektedir. Bu durumda antisosyal tarafından yapılan şiddetin niteliği, amacı ve nesnesinin ne olduğu da önem kazanmaktadır. Doğrudan öfkeye ve dürtüselliğe bağlı olan şiddet ile bir menfaat temini, haz olmaması, cezadan kaçma ve başkasının hakkının gaspı gibi özelliklerin ayırt edilmesi ve tartışılması faydalı olacaktır. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 09 Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi Antisosyal kişilik bozukluğu temelinde şiddetle nasıl başedilir? Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Ayhan Algül 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 09 Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi Şiddet Antisosyal Bireyleri Mi Doğuruyor? Antisosyal Davranış Örüntülerinde Şiddetin Yeri: Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Recep Tütüncü Şiddet ve antisosyal özellikler nedensellik bağlamında ele alındığında; antisosyal davranışın içerisinde şiddet hemen her zaman mevcuttur. Ancak şiddete maruz kalma ile antisosyal özellikler arasındaki doğrusal nedensellik tartışma konusudur. Çünkü antisosyal davranışlarda çevresel etkenler kadar nörobiyolojik faktörlerde oldukça önemli rol oynar. Ancak şiddetin, heterojen etyolojide çevresel etkenler içerisinde sayılabilecek önemli bir kavram olduğu unutulmamalıdır. İlk olarak şiddetin ne anlama geldiği üzerinde genel olarak anlaşmak gerekir. Dünya Sağlık Örgütü şiddeti kişiye yönlendirilmiş, kişilerarası ve kolektif olarak üçe ayırmıştır. Şiddet kategorilerini de fiziksel, cinsel, psikolojik, mahrumiyet ve ihmalkarlık olarak ayırt etmiştir. Tüm diğer türlerde olduğu gibi erkekler kadınlardan daha fazla şiddete eğilimlidir. Bu da bize erkeği farklı kılan biyolojik faktörlerin şiddetin ortaya çıkışında rol aldığını düşündürmektedir. Cinsiyetin yanında yapılan genetik çalışmalar saldırganlığın kalıtsal boyutu olabileceği üzerinde durmaktadır. İnsanın doğuştan getirdiği özellikleri yanında, çevresiyle olan etkileşiminin ve geliştirdiği sosyal adaptasyonun kişilik gelişimi üzerine çok önemli etkileri vardır. Çocuğun intrauterin yaşamdan erişkinlik dönemine kadar her safha da karşılaştığı şiddetin maladaptif tutumlara yol açtığı bir çok çalışmada gösterilmiştir. Örneğin yapılan hayvan çalışmalarında anne ve babaları tarafından büyütülen farelerin yalnız annelerince büyütülenlere göre daha saldırgan olduğu; kritik dönemde izolasyonun iyi huylu denekleri saldırganlaştırdığı; iyi huylu hayvanların çiftleştirilmesinden doğan yavrular saldırgan dişilerce büyütüldüğünde saldırgan oldukları gösterilmiştir. Bağlanma çalışmalarında şefkat ve temel bakım ihtiyaçlarını karşılayamayan, öfkelerini bebeğe yansıtan annelerin çocuklarında ileri dönemde özellikle erkeklerde saldırgan davranışlar daha fazla saptanmıştır. Beyin gelişiminin ergenlik sonrasına kadar devam ettiği göz önünde bulundurulacak olursa çevresel etmenlerin, özellikle maruz kalınan şiddetin çocuğun kişilik gelişimine biyolojik anlamda olumsuz etkilerinin olacağı açıktır. Dendrit ve akson dallanmaları, miyelinizasyon, sinaptik bağlantıların yapısı ve sayısı çevresel uyaranlar ile de yakından ilişkilidir. Şiddete maruz kalan çocuklar aşırı uyarılmış, çevrelerini yanlış anlayabilen ve zararsız bir takım uyaranları tehlikeli olarak algılayabilmektedirler. Gözlenen bu paranoid kavrayış en sık görülen ve onları akranlarından ayıran en önemli özelliktir. Şiddet sonucu, çocukta kendini ifade etme becerileri, olumsuz duygularını sözelleştirme ve empati yeteneği azalmaktadır. Zamanında müdahale edilemeyen ve tekrarlanan bu davranış örüntüleri ileride karşımıza antisosyal özellikler olarak çıkabilmektedir. Saldırgan davranışlar modelleme ve destek yoluyla da öğrenilebilmektedir. Şiddetli cezalandırma ve tekrarlayan şiddet, insanlardaki şiddet davranışının en temel öncülüdür. Medya ve bilgisayar oyunların da yer alan şiddet şekillendirme, inhibisyonu önleme, duyarsızlaştırma, agresif hisleri uyarma, risk almayı teşvik yoluyla davranışı etkileyebilir.Sonuç olarak yapılan çalışmalar ve gözlemler şiddet ve davranış örüntülerinin sıkı bir ilişki içerisinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla beyin gelişiminin devam ettiği çocukluk ve ergenlik döneminde yapılacak akıllı müdahaleler ve şiddetin önlenmesi ileride ortaya çıkması muhtemel antisosyal davranışları azaltacaktır. Erişkinlikte alınacak önlemlerin antisosyal davranışın elimine edilmesinde etkinliği çok daha azdır. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 09 Psikopatın Ölümcül Gizemi: Antisosyal Kişilik Bozukluğu Ve Tedavisi Antisosyal Kişilik Bozukluğu Temelinde Şiddetin Nörobiyolojisi Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Servet Ebrinç Şiddet ülkemizde ve dünyada giderek artış gösterdiği görülen bir halk sağlığı problemidir. Öteden beri şiddet ve antisosyal davranışa nörogelişimsel bir temel hipoteze edilmişse de antisosyal popülasyonda yapılmış, erken nöral bozukluk gelişimini yansıtan yapısal bir beyin anormalliği çalışması yoktur. Her ne kadar antisosyal, agresif ve psikopatik yetişkin bireylerde amigdala, hipokampüs, talamus, hipotalamus, anterior singüulat, posterior singülat, insula ve orbitofrontal korteksi içeren çeşitli limbik ve paralimbik yapılarda anormal yapı/işlev bildirilmişse de beyin bozulmaları bir sebepten ziyade, şiddetle yaşamanın makul bir sonucu olabilir, dolayısıyla kesitsel çalışmalardan nedensel bir sonuca varmak da zordur. Kafa travması yaşamış kişilerde yapılan nörolojik araştırmalar bununla beraber genetik faktörler dışlanamazsa da beyin hasarının psikopati açısından etyolojik veya patofizyolojik önemine işaret etmektedir. Yapılan bir çalışmada kavum septum pellusidum antisosyal kişiler, psikopatlar, tutuklular ve mahkumlar arasında kontrollere göre anlamlı düzeyde daha yüksek düzeylerdeydi (1). Beynin ceo’su olan prefrontal korteksin planlama, dikkat, yargı, kendini kontrol, impuls kontrol, tepkide esneklik, sonuçları öngörme işlevleri agresyon ve şiddet açısından oldukça önem arzeder. Prefrontal korteks ve onun anterior singülat korteksle ve amigdalayla bağlantılarındaki bozulma korku ve öfke artışına, baş etme güçlüğüne ve impuls kontrolü, yargılama ve nezakette bozulmalara yol açar. Erken yaşta ihmal, travma ve kötüye kullanımlar beynin gelişimini etkiler, sonuçta zayıf impuls kontrolü, sosyalizasyon eksikliği ve zayıf empati ortaya çıkar (2). Şiddet ve nörobiyolojik faktörler ile kişilik bozuklukları arasındaki ilişkiler oldukça karmaşıktır. Kişilik bozukluklarında şiddet davranışıyla ilişkili biyolojik faktörler pek çok çalışmada araştırılmıştır. Yapılan çalışmalarda antisosyal suçlularda BOS/serum albumin oranları kontrollere göre daha yüksek bulunmuştur. Şiddet ve serotonin ilişkisi öteden beri bilinen ve araştırılan bir husustur. Antisosyal suçlularda yapılan serotonin 2A reseptör gen polimorfizmi çalışmasında 5-HT2A -1438 GG genotipi antisosyallerde kontrollere göre daha düşük bulunmuştur (3). Suçlulara uygulanan nöropsikolojik testler yürütücü ve düzenleyici davranışta prefrontal lop disfonksiyonuyla ilişkili defisitler tanımlamaktadır. Beyin görüntüleme çalışmalarında şiddet gösteren antisosyal erkeklerde beyin lezyonları olmaksızın, kontrollere göre prefrontal korteks gri madde volümü daha küçük bulunmuştur. Obstetrik, prenatal ve natal komplikasyonlar da şiddetle ilişkili bulunmuştur. Agresyon ve bazı nörotransmitterler, özellikle de serotonin arasında açık bir ilişki vardır. Serotoninin göreceli düşük seviyeleri veya azalmış serotonerjik aktivite impulsivite, antisosyalite ve agresyonla ilişkili bulunmuştur. Diğer monoamin oksidaz (MAO) nörotransmitterlerinin olağan dışı düzeyleri, serotoninki kadar aşikar olmasa da agresyon ve antisosyalite ile ilişkili bulunmuştur. Yanı sıra, bazı hormonlar özellikle adrenalin, prolaktin, kortizol ve testesteronun amprik olarak şiddetle ilişkili olduğu bildirilmiştir (4). Kaynaklar 1. Raine A, Lee L, Yang Y, Colletti P. Neurodevelopmental marker for limbic maldevelopment in antisocial personality disorder and psychopathy. Br J Psychiatry 2010; 197: 186-92. 2. Loeber R, Pardini D. Neurobiology and the development of violence: common assumptions and controversies. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci. 2008; 363: 2491-503. 3. Fountoulakis NK, Leucht S, Kaprinis GS. Personality disorders and violence. Current Opinion in Psychiatry 2008, 21: 84–92. 4. Harris GT, Rice ME, Lalumiere M. Criminal Violence: The Roles of Psychopathy, Neurodevelopmental Insults, and Antisocial Parenting. Criminal Justice and Behavior 2001; 28: 402-426. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 10 Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi Bipolar Bozukluk Genetiği Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Kürşat Altınbaş Bipolar bozukluk klinik olarak iyi bilinen bir hastalık olmasına karşın; etyoloji ve patofizyolojisi halen yeterince anlaşılamamıştır. Son yıllarda bipolar bozukluğun ailesel geçişine ilişkin pek çok araştırmada önemli bulgular saptanmıştır. Yapılan çalışmalarda bipolar bozukluğun kalıtılabilirliği %60-80 aralığında bildirilmiştir. Hastalığın kalıtımı, çoklu genetik ve çevresel etkenler nedeniyle karmaşıktır. İkiz çalışmalarında, bipolar bozukluğun psikiyatrik hastalıklar içinde kalıtılabilirliği en yüksek hastalıklardan olduğu gösterilmiş olmakla birlikte, özellikle son iki dekadda aday gen çalışmaları hız kazanmıştır. Ancak şizofreni, klinik heterojenite ve şizoaffektif bozukluk ve majör depresyon gibi hastalıklarla bazı belirtilerin binişikliği, genetik araştırmalar için en uygun fenotipin nasıl tanımlanacağı sorularını gündeme getirmiştir. Bağlantı ve ilişki çalışmalarında, her ne kadar veriler tutarlı olmasa da, aday genleri içeren bir çok kromozomal bölge tanımlanmıştır. Ancak saptanan aday genlerin etki güçleri göz önünde bulundurulunca sonuçlar umut kırıcı görünmektedir. Günümüzde bipolar bozukluk genetiğinde, küçük ve orta etki gücünde bir çok aday genin sorumlu olduğu görüşü kabul görmektedir. Bu nedenle, teknolojideki hızlı gelişmelere paralel olarak, orta büyüklükte etki gücüne sahip aday genleri saptamada genom boyu ilişki çalışmaları daha da önem kazanmıştır. Günümüzde, sistematik genom-boyu ilişki çalışmalarında bipolar bozukluk ve şizofreni için küçük etki büyüklüğünde ortak aday genlerin varlığı gösterilmiştir. Bunun yanı sıra, şizofreni için tanımlanan nadir büyük yapısal varyantların (copy number variants) hastalığın ortaya çıkışında önemli olduğu düşünülmektedir. Bipolar bozukluk genetiğine ilişkin, yinelenemeyen küçük etki büyüklüğünde bir çok aday gen saptanmakla birlikte, özellikle son dönem tüm genom ilişki çalışmalarında, bipolar bozukluğa özgü daha büyük etki gücünde DGKH, CACNA1C, ANK3, NCAN, ODZ gibi yeni aday genler tanımlanmaktadır. Bu panelde, bipolar bozuklukta bildirilen en güncel genetik bulgular sunularak gelecek çalışma alanları ve beklentiler tartışmaya açılacaktır. Kaynaklar 1. Gershon ES, Alliey-Rodriguez N, Liu C. after GWaS: Searching for Genetic risk for Schizophrenia and Bipolar Disorder. Am J Psychiatry 2011; 168:253–256. 2. Peerbooms OL, van Os J, Drukker M, Kenis G, Hoogveld L; MTHFR in Psychiatry Group, de Hert M, Delespaul P, van Winkel R, Rutten BP. Meta-analysis of MTHFR gene variants in schizophrenia, bipolar disorder and unipolar depressive disorder: evidence for a common genetic vulnerability? Brain Behav Immun. 2011 Nov;25(8):1530-43. 3. Seifuddin F, Mahon PB, Judy J, Pirooznia M, Jancic D, Taylor J, Goes FS, Potash JB, Zandi PP. Metaanalysis of genetic association studies on bipolar disorder. Am J Med Genet B Neuropsychiatr Genet. 2012 Jul;159B(5):508-18. 4. Smith EN, Koller DL, Panganiban C, Szelinger S, Zhang P, Badner JA, Barrett TB, Berrettini WH, Bloss CS, Byerley W, Coryell W, Edenberg HJ, Foroud T, Gershon ES, Greenwood TA, Guo Y, Hipolito M, Keating BJ, Lawson WB, Liu C, Mahon PB, McInnis MG, McMahon FJ, McKinney R, Murray SS, Nievergelt CM, Nurnberger JI Jr, Nwulia EA, Potash JB, Rice J, Schulze TG, Scheftner WA, Shilling PD, Zandi PP, Zöllner S, Craig DW, Schork NJ, Kelsoe JR. Genome-wide association of bipolar disorder suggests an enrichment of replicable associations in regions near genes. PLoS Genet. 2011 Jun;7(6):e1002134. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 10 Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi Bipolar Bozuklukta Nörogörüntüleme Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Mehmet Alper Çınar Bipolar bozukluk %1.5 insidans oranı ile, nüfusun yaklaşık %3’ünü etkileyerek yüksek yeti yitimine neden olmaktadır. Bipolar bozukluk yaygın bir psikiyatrik hastalık olmasına rağmen sıklıkla geç tanınmakta veya yanlış tanı konulmaktadır. Nörobiyolojik araştırma sonuçları tanısal kesinliği artırmaya, tedavi yanıtını kestirmeye ve yatkınlık faktörlerini tanımlamaya yardımcı olacaktır. Yapısal ve işlevsel nörogörüntüleme çalışmaları ile bipolar bozukluğun nörobiyolojik patogenezi hakkında kanıt sağlanmaya çalışılmaktadır. Bipolar bozuklukta yapılmış yapısal görüntüleme çalışmalarında bazı nöroanatomik anormallikler tanımlanmıştır. Yapısal anormallikler işlevsel anormallik olarak tanımlanamasa da işlevsel çalışmalarda yol gösterici olmaktadır. Yapısal manyetik rezonans görüntüleme (yMRG) ve bilgisayarlı tomografi (BT) bipolar bozukluk ile gri madde azlığının ilişkili olduğunu göstermiş ancak prefrontal korteks hacimlerinde değişiklik gösterilmemiştir. Bipoar bozukluğu olan kimselerde striatum ve talamus boyutlarında saptanan artış tüm çalışmalarda tekrarlanamamıştır. Amigdala ve hipokampus da ilgi gösterilen bölgelerdendir; şizofreni hastalığı olan kimselerden farklı olarak normal hipokampus ile artmış amigdala hacimleri bildirilmiştir. Kimyasal görüntüleme manyetik rezonans spektroskopi (MRS) yöntemi ile mümkün olmaktadır. Yapısal ve işlevsel nörokimyasalların tanımlanması bipolar bozukluğun patogenezini aydınlatmada yardımcı olabilir. İşlevsel görüntüleme yöntemleri arasında pozitron emisyon tomografisi (PET), tek foton emisyon bilgisayarlı tomografi (SPECT) ve işlevsel manyetik rezonans (iMRG) görüntüleme sayılabilir. Beyin işlevleri dinlenme sırasında veya özel bir ödev sırasında saptanabilir. Hastalığın değişik safhalarında subgenual ve orbitofrontal kortekste aktivasyon anormallikleri bildirilmiştir. Bipolar bozukluğun seyri ve ilaç etkisi görüntüleme bulgularını etkilemektedir. Anterior limbik ağ içerisindeki özel ilişkileri hedef alan çalışmalardan bipolar bozukluğun nörobiyolojisine dair güçlü kanıtlar sağlanacağı düşünülmektedir. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 10 Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi İki Uçlu Bozuklukta Bilişsel İşlevler Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Murat İlhan Atagün Son yirmi yılla birlikte, şizofrenide görülen araştırma dalgasına benzer biçimde iki uçlu bozuklukta bilişsel işlev bozuklukları ile ciddi biçimde ilgilenilmeye başlanmıştır. Başlıca sözel bellek, yürütücü işlevler, bilgi işleme hızı ve faal bellek gibi alanlarda tutarlı bulgular tespit edilmiştir. Psikiyatrik hastalıkların heterojen olmalarının patogenez ve risk faktörlerinin tespit edilmesinin önünde en büyük engel olduğu düşünülmekteydi. Bu nedenle psikiyatrik hastalıklar için klinik semiyoloji dışı geçerli ve güvenilir ölçüler gerektiği vurgusu yapılmış ve bilişsel işlevler bu bağlamda boyutsal yaklaşım çerçevesinde biyomarkır arayışları içinde farklı olası bir zemin varsayılmıştır. Birinci derece akrabalarda bilişsel işlev bozuklukları görülüyor olması yatkınlık mekanizmalarının hastalıkla birlikte bilişsel işlev bozukluklarına neden olabildiğini, bu nedenle bilişsel işlev bozukluklarının etyopatogenez ile ilişkili olabileceğine işaret etmekte, bu da bu varsayımla yola çıkan araştırmaların haklılığına işaret etmektedir. Bu konuşmada iki uçlu bozuklukta görülen bilişsel işlev bozuklukları özetlenecek, ardından fenotip tanımlamaya olası katkılarından bahsedilecektir. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 10 Bipolar Bozukluğun Nörobiyolojisi İki Uçlu Bozuklukta İnflamasyon Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Sinan Gülöksüz İki uçlu (İU) bozukluk ile ilgili patofizyolojik düzeneklerin halen tam olarak açıklanamaması, ciddi yeti yitimine yol açan bu hastalığın etkin sağaltımını zorlaştırmaktadır. Benzer etki düzeneklerine sahip sağaltım seçeneklerinin çoğu zaman İU bozuklukta yetersiz kalması, araştırmacıları farklı alanlara yönlendirmiştir. İmmün sistem ile İU bozukluk arasındaki ilişkiyi ortaya koyan gözlemler oldukça dikkat çekicidir. Bunlar, 1. İU bozuklukta görülen enerji kaybı, uyku ve iştah bozuklukları gibi somatik belirtilerin immün sistem ile doğrudan ilişkisi 2.İnterferon tedavisinin depresif belirtilere yol açması 3.İU bozukluğa sıklıkla eşlik eden tıbbi hastalıkların (ör. metabolik sendrom, diabet gibi) immün sistem ile ilişkisi 4. Multipl skleroz, romatoid artrit gibi immün sistem hastalıklarında kullanılan immün düzenleyicilerin duygudurum belirtileri üzerinde olumlu etkisi 5.Öncelikli lityum olmak üzere çok sayıda sağaltım seçeneğinin immün sistem üzerindeki etkisidir (1). Bu bilgilerden yola çıkılarak yürütülen çok sayıdaki güncel araştırma manik ve depresif dönemin artmış inflammatuar cevap ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Öte yandan, ötimik dönemde ise immün sistem dengesi kısmen korunmaktadır (2, 3). İmmün sistem ile ilişkisi iyi bilinen lityumun uzunlamasına tedavi yanıt etkinliğinin temel bir pro-inflammatuar sitokin olan tümör nekrotizan faktör alfa (TNF-α) ile ilişkisi gösterilmiştir (4). Halen yürütülmekte olan İU bozukluk sağaltımında minosiklin ve aspirin ekleme çalışmalarının erken sonuçları umut vericidir. Bu sunumda İU bozukluk ile immün sistem arasındaki ilişki incelenerek ileriye dönük araştırmaların öncül sonuçları değerlendirilecektir. Kaynaklar 1- Soczynska JK, Kennedy SH, Goldstein BI, Lachowski A, Woldeyohannes HO, McIntyre RS. The effect of tumor necrosis factor antagonists on mood and mental health-associated quality of life: novel hypothesis-driven treatments for bipolar depression? Neurotoxicology. 2009; 30:497-521. 2-Guloksuz S, Cetin EA, Cetin T, Deniz G, Oral ET, Nutt DJ. Cytokine levels in euthymic bipolar patients. J Affect Disord. 2010; 126:458-62. 3-Cetin T, Guloksuz S, Aktas Cetin E, Gazioglu Bilgic S, Deniz G, Oral ET, van Os J. Plasma concentrations of soluble cytokine receptors in euthymic bipolar patients with and without subsyndromal symptoms. BMC Psychiatry. (in press). 4-Guloksuz S, Altinbas K, Aktas Cetin E, Kenis G, Gazioglu Bilgic S, Deniz G, Oral ET, van Os J. Evidence for an association between tumor necrosis factor-alpha levels and lithium response. J Affect Disord. (in press). 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 11 Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor? Psikiyatrik Bozukluklarda Sosyal Bilişin Near Infrared Spectroskopi (NIRS) ile Görüntülenmesi Oturum Başkanı Panelist : Halise Devrimci Özgüven : Bora Baskak Özellikle son on yılda sosyal bilişsel nöro-bilimin katkılarıyla sosyal biliş (SB) alanında son derece önemli bulgular elde edilmiştir: SB’nin davranışsal çıktısının genel bilişsel işlevlerin bir bileşkesi olmadığı, dahası kendine özgü bir nöro-fizyolojisi olduğu anlaşılmıştır. Şizofreni, sosyal fobi, psikopati ve otizm gibi pek çok bozukluk aslında sosyal bilişsel bozukluklar olarak nitelenebilir ve SB’nin görüntülenmesi bu bozuklukların etiyolojisine dair önemli ipuçları sağlayabilir. Buna karşın, (i) Avrupa psikiyatrisindeki klasik ve güncel kuramların tekil bireyin çevreyle etkileşimini esas alması, (ii) biyolojik psikiyatrinin lokomotifi olan psikofarmakolojideki tedavi algoritmalarının birey tabanlı belirlenmesi ve (iii) teknolojik yetersizlikler SB araştırmalarının da ufkunu daraltmıştır. Non-invaziv bir yöntem olan NIRS, doğal bir ortamda uzun ve duyarlı bir ölçüm sağladığından, SB’yi; kabul edilebilir bir ekolojik geçerlikle ve yeterince ölçünlenmiş görevlerle uygulandığında - kestirimci geçerliği yüksek biçimde ölçebilir. NIRS bu özellikleriyle psikotik bozuklukların etiyolojisinde epidemiyolojik bulgular ışığında ortaya atılan, zihin kuramı bozuklukları, sosyal yenilgi kuramlarının ya da çeşitli özgün sosyal etkileşim modellerinin sınanmasında kullanılabilir. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 11 Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor? Çalışma Belleğinin Prefrontal Korteksteki Bileşenlerinin Fnırs Yöntemiyle Araştırılması Oturum Başkanı Panelist : Halise Devrimci Özgüven : Didem Gökçay Özet Çalışma belleği, kısa dönemli olarak faaliyet gösteren uzamsal ve sözel bilişsel işlevlerde yeralır. Örneğin bir adres tarifi aldığımızda, o adrese varana değin bunu uzamsal olarak kısa dönemli çalışma belleğinde işleriz. Yada bir telefon numarasını akılda tutmak istediğimizde, rakamları sırasıyla içimizden tekrarlayarak çalışma belleğinde depolarız. Çalışma belleğinin bu işlemlerde yeralan alt-bileşenleri şunlardır: yürütücü bileşen, tekrar bileşeni, depolama bileşeni. Bu bileşenlerin tümü sırasıyla dorsolateral prefrontal korteks, sağ/sol inferior frontal girus ve dorsal parietal kortekste lokalize olmuştur. Dolayısıyla yüzeyel olarak korteksten kayıt alabilen fNIRS cihazı ile çalışma belleğinin faaliyetlerini incelemek mümkündür. Bu konuşmada, çalışma belleğinin hasta ve sağlıklı populasyonlardaki faaliyetleri, fNIRS ölçümleri üzerinden aktarılacaktır. Ayrıca fNIRS sinyalinin özellikleri ve veri analizi sırasında karşılaşılabilecek zorluklar elimizdeki veriler üzerinden açıklanacaktır. Kendi elde ettiğimiz sonuçlar üzerinde durulacak, olasılıksal öğrenme sırasında yoğunlukla kullanılan çalışma belleğinin aktivitesinin dinamik olarak nasıl gözlenebileceğine dair örnekler verilecektir. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 11 Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor? "FNIRS Nedir? Çalışma Prensipleri Nelerdir?" Oturum Başkanı Panelist : Halise Devrimci Özgüven : Halise Devrimci Özgüven Fonksiyonel Near-infrared spektroskopi (fNIRS), in vivo koşullarda beyin oksijenasyonunun ölçülmesine olanak sağlayan, invazif olmayan, optik bir yöntemdir. fNIRS, ışığın beyin dokusunda emilimini ölçmektedir. Oksihemoglobin (Oksi-Hb) ve indirgenmiş formu deoksi-hemoglobin (Deoksi-Hb), ışığın özgül dalga boylarında farklı emilim spektrumları ortaya çıkarmaktadır. Beer-Lambert yasasına göre, beyin dokusunda absorbe olan ışığın emilim miktarı ile Oksi-Hb ve Deoksi-Hb seviyeleri hesaplanabilir. Dolayısıyla bu veriler, beyin dokusu oksijenlenmesinin, başka bir deyişle metabolizmasının in vivo belirteci olarak kullanılabilir. Diğer işlevsel görüntüleme yöntemlerine kıyasla ucuz, taşınabilir ve kolay uygulanabilir olması önemli avantajlarındandır. Ayrıca fNIRS, fMRI ve PET gibi diğer işlevsel görüntüleme yöntemlerinden farklı olarak, daha uzun sürede ve daha doğal bir ortamda kayıt alabilme imkânı sağlamakta, bu özellikleri nedeniyle de psikiyatri alanında, özellikle karmaşık düşünce süreçlerinin değerlendirilmesinde ümit vaat etmektedir. Kaynaklar 1. Hoshi, Y., Near-infrared spectroscopy for studying higher cognition. Kraft, E., Gulyas, B., Pöppel, E., (eds.) Neural Correlates of Thinking. Springer-Verlag, Berlin, Heidelberg, 2010. 2. Bunce S, Izzetoglu M, Izzetoglu K, Onaral B, Pourrezaei K, (2006). Functional Near Infrared Spectroscopy: An Emerging Neuroimaging Modality. IEEE Engineering in Medicine and Biology Magazine, Special issue on Clinical Neuroengineering, 25(4):54 - 62. 3. http://www.biomed.drexel.edu/fNIR/CONQUER/Optical_Brain_Imaging.html 4. Ayaz, H. (2010). Functional Near Infrared Spectroscopy based Brain Computer Interface. PhD Thesis, Drexel University, Philadelphia, PA. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 11 Near Infrared Spektroskopi Psikiyatri Alanında Ne Vadediyor? Dikkat İşlevinin Araştırılmasında fNIRS Uygulamaları Oturum Başkanı Panelist : Halise Devrimci Özgüven : Özgür Öner İşlevsel Near Infrared Spektrsopkopi (fNIRS), invaziv olmayan, uzun süreli veri toplanabilen ve nispeten ucuz bir işlevsel beyin görüntülemesi tekniğidir. Özellikle kortikal yapılardaki kan akımının ve oksi-deoksihemoglobin değerlerinin hesaplanmasında kullanılmaktadır. FNIRS yöntemi daha önce Dikkat Eksikliği Hiperkativite Bozukluğu’nda kullanılmıştır. Bu çalışmalarda interferans kontrolü ve yanıt inhibisyonu sırasında DEHB olguları ile kontroller arasında farklar olduğu gösterilmiştir. Ayrıca, metilfenidat yanıtı ve genotip ile beyim kan akımı ve oksi-deoksihemoglobin değerleri arasındaki ilişki de incelenmiştir. Konuşmada, şimdiye kadarki literatür tartışılacak ve FNIRS özelinde dikkat işlevlerinin değerlendirilmesi üzerine görüşler sunulacaktır. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 7 P 12 Psikiyatristler Medyayı Nasıl Okumalı? Nasıl Yer Almalı? Çocuk Psikiyatrı Gözüyle Medyayı Okumak, Medyada Yer Almak Oturum Başkanı Panelist : Burhanettin Kaya : Bengi Semerci Uzun yıllar psikiyatrinin, hastalıkların ve özellikle psikiyatri doktorlarının gizemli olması gerektiği savunuldu. Sonra yavaş yavaş birileri bunun dışına çıkmaya başladı. İnsanların bilgilendirilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Onların ilklerinden biri, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’ydu. Bir çoğumuz onun önerileriyle, verdiği bilgilerle doğru büyüdük, doğru çocuklar yetiştirdik. Onu diğerleri takip etti. Kendi meslektaşları arasında kimi zaman övüldüler, kimi zaman eleştirildiler. Bazen kırıcılığa varan bu eleştirilere rağmen devam ettiler. Onları yenileri izledi. Ama insanlar psikiyatrinin ne olduğunu, ne yapmaya çalıştığını öğrenmeye başladılar. Yaşadıkları ve gizlemeye çalıştıkları bazı sorunların çaresi olduğunu, başkalarının da benzer yakınmaları olabileceğini, gitmeleri gereken yerin bir uzman olduğunu fark ettiler. Bunların hepsi toplum sağlığı açısından önemliydi. Bu arada olumsuzluklar olmadı mı? Oldu, hem de önemli şeyler oldu. Bazı uzmanlar, bu süreci eğitim ve bilgi vermek değil, kendi reklamları olarak gördüler. Çoğu kısa sürede yok oldu, ilk anda ilgi çekseler de, insanlar asıl amacı gördü ve umursamadı. Medya ise bazen ipin ucunu kaçırdı ve psikiyatrinin her kapıyı açan bir anahtar olduğu düşüncesine kapılıp, ilgisiz şeylerde psikiyatriden çözüm istemeye, fark etmeden gereksiz, hatta zarar verici yöntemlerin reklamını yapmaya başladı. Medyada yer almak için sadece işinizi iyi biliyor olmak yeterli değildir. Aynı zamanda iyi bir medya okur-yazarı olmanız gerekir. Psikiyatristlerin medya önünde yaptıkları ortak yanlışlar nedir? Ve hem yazılı hem de görsel basınla iletişimi geliştirmek için neler yapılmalıdır. Gerçekten bilgilenme, psikiyatrinin tanınması, hastalara ve hastalıklara doğru yaklaşım için, medyayla ilişki çok önemli. Ama her ilişkinin olduğu gibi, bu ilişkinin de düzgün ve kurallara uygun yapılması gerekiyor. Bize düşen görevler belli. Bu bir hekimlik çalışmasıdır ve hekimlik uygulamasında uyulması gereken, etik kurallar, doğruluk, zarar vermeme ilkeleri geçerlidir. Bu ilişki de medyaya düşen görev, doğru seçimleri yapmak, kendini şarlatanlıklar için reklam aracı olarak kullandırmamak, hasta ve hastalıkları rencide edici haberler yerine halkı bilgilendirici, uyarıcı bir yayın yapmaktır. Söz konusu çocuklar olduğu zaman tüm bunlar çok daha önem kazanır. Kurallar doğru konmalı ve mesajlar net verilmelidir. 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 7 P 12 Psikiyatristler Medyayı Nasıl Okumalı? Nasıl Yer Almalı? Gazeteci gözüyle medya ve psikiyatri Oturum Başkanı Panelist : Burhanettin Kaya : Faruk Bildirici Biz gazeteciler eleştiriye alışığız. Mesleğimizin doğası gereği yaptığımız ya da yapmadığımız işler nedeniyle hep göz önündeyiz. Bu da kimi zaman övgüleri getirir ama çoğunlukla eleştirileriz. Zaten Türkiye’de kiminle karşılaşsanız gazeteciliği biz gazetecilerden daha iyi bilir, işimiz üzerine her sözü söyleme hakkını kendinde görür. Hatta gazeteciler de birbirini kıyasıya eleştirir. Önemli olan o eleştirilere açık olmak, haklı, yerinde, kayda değer eleştirilerle haksız, subjektif, ilkel eleştirileri ayırt edebilmek. Bunu yapabilmek için de kuşkusuz her söylenene hoşgörüyle, algılama ve anlama çabasıyla yaklaşmak gerek.Ancak böyle davranırsak o eleştirileri kendimiz ve mesleğimiz için artı değere dönüştürebiliriz. Maalesef bunu yeterince başardığımızı söyleyemem. Çünkü eleştiriye alışığız ama açık değiliz. Psikiyatristlerle ortak noktamız insan. Hergün bombaların patladığı, savaş naralarının atıldığı, felaketlerin, skandalların eksik olmadığı, üzerinde kara bulutların dolaştığı bir ülkede yaşayan insanların duygu ve düşünce dünyalarıyla ilgilenen psikiyatristlerin işi de en az biz gazeteciler kadar zorlu. Fakat eleştiri okları kendilerinde yöneldiğinde gazeteciler ve psikiyatristler epeyce farklılaşıyor. Psikiyatristler, gazetecilerden farklı olarak eleştiriye hem alışık değiller, hem de kapalılar. Aslında psikiyatristler de mesleklerin icra ederken diğer hekimler gibi daha öznel alanlarda çalışıyorlar. Gazeteciler kadar göz önünde değiller yani. Bir de mesleki taassuptan dolayı kamuya açık alanlarda ve hatta meslek örgütlerinde kendilerini fazla eleştirmiyorlar. O nedenle gazeteci-hekim ilişkisi sözkonusu olduğunda eleştirilen hep gazeteci tarafı olabiliyor. O daha kolay gelebiliyor. Hürriyet Gazetesi Okur Temsilcisi olarak, bir hekim örgütünün bildirisini hatırlıyorum. Bir gazeteci arkadaşımız bir ameliyata girmiş, röportaj yapmıştı; hekimler gazeteciyi meslek etiğine uygun davranmamakla suçluyordu. Oysa gazeteci doktorlardan izin alarak girmişti ameliyathaneye! Dolayısıyla da mesleki etikten söz edeceksek öncelik tıp etiği olmalıydı bence. Anlaşılan hekimler, medyayı eleştirmeyi doğal görmekle kalmıyor, eleştirdikleri medya aracılığıyla medyatik olmaya çalışmayı da yadırgamıyorlardı. Galiba temel sorunlardan biri bu noktada yatıyor. Kimi hekimlerin medyatik olma çabası içine girmeleri! Medyatik olan kimilerinin de orada tutunabilmek için popüler söylemler geliştirmeleri. Bu hekimler içerisinde psikiyatristlerin hiç de azımsanamayacak düzeyde olduğunu da söyleyebiliriz. Medyayı aklamaya çalışmıyorum. Tersine insan sağlığı ile ilgili bu tür yanlışlara medyanın zemin hazırladığının da farkındayım. Keşke gazeteciler ve psikiyatristleri karşı karşıya getirebilsek ve sadece kendilerini eleştirmelerini isteyebilsek… 10 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 7 P 12 Psikiyatristler Medyayı Nasıl Okumalı? Nasıl Yer Almalı? Psikiyatr Gözüyle Medyayı Okumak Ve Anlamak Oturum Başkanı Panelist : Burhanettin Kaya : Selçuk Candansayar Özellikle yaygın medya ulaştığı toplumun değer yargılarını ve kimlik algısını oluşturur. Bu değer yargıları sanıldığı gibi hakikati temel almaz. Egemen ideolojinin yeniden üretilmesi kitlelerin bu ideolojiyle biçimlenmesi ve tepki vermesi günümüz medyasının temel işlevidir. Medyanın toplumu tektipleştirme süreci geniş kitlelere ulaşabilirliğiyle yakın ilişkilidir. Okunma, maruz kalma oranları (rating, tiraj vb.) iki önemli etkide bulunur. Her medya grubu haberlerini kendi kontrolündeki tüm medya kanallarında hemen hemen aynı şekilde verme eğilimi gösterir. Çok okunmanın yolu ortalamanın altındaki eğitim, bilgi ve olgunluk düzeyine seslenen haber tarzına zorlar. Medya en ilkel, en gerici değer yargılarına seslenir ve bunu en kışkırtıcı şekilde vermeye çabalar. Bu süreç en muhafazakar haberlerin bile pornografik bir dille verilmesinin önünü açar. Medyanın haber inşa süreci Haberdar etmekten çok tek tip düşünce ve tepki üreten medya bu üretimi üç temel yolla gerçekleştirir. Çerçeveleme: (framing) gerçekte olup biten yerine gerçeğin bir bölümünün algılanmasını ya da gerçeği çarpıtarak algılanan gerçeğin var olan gerçekten çok farklı olmasını sağlamak. Hikayeleştirme: haberin inşa edilirken ana fikir ve temasının amaçlanan bilgiyi biçimlendirecek şekilde inşa edilmesi. Sterotip oluşturma: Medya herhangi bir kimlik halini kendi bildiğince şekillendirerek okurun o kimlik hakkındaki bilgi ve değer yargısını inşa eder. Eleştirel medya okurluğunun en güvenli yolu ise medyanın sunduğu ideoloji ve değer yargısına değil okurun kendi ideolojisi ve değer yargılarına güvenmesidir. Tabi bu ideoloji ve değer yargılarının örneğin GLBT bireyler ve hakları konusunda ne kadar eşitlikçi ve özgürlükçü olduğu da belirleyici olacaktır. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 1 P 13 Psikiyatride Saldırgan Davranışın Genetiği Homisid davranışın genetiği Oturum Başkanı Panelist : Kürşat Altınbaş : Erhan Akıncı İnsan davranışını belirleyen etmenler arasında psikososyal gelişim kadar kalıtımsal özellikler de önemli yer tutmaktadır. Son yıllarda psikiyatrik bozuklukların ve insan davranışı ile ilgili kuramların nörobiyolojik sebeplerine yönelik çalışmalarda genetik araştırmalar öne çıkmaktadır. İnsan Genom Projesinin genetik çalışmalara kazandırdığı ivme ile psikiyatrik bozuklukların etyolojisine yönelik moleküler sitogenetik ve moleküler genetik çalışmalar da son yıllarda artmıştır. Şiddet ve agresyonun nedenleri hakkında sosyal öğrenme, psikanalitik ve biyolojik kuramlar öne sürülmekle beraber son yıllarda nörobiyolojik çalışmalar ile genetik etkenlerin şiddet davranışının oluşumundaki rolü ile ilgili veriler mevcuttur. Kromozom anomalileri ve DNA polimorfizmi, dürtüsel şiddet içeren suç davranışında öne çıkmakla beraber gen-çevre etkileşimine dair tutarlı kanıtlar bulunmaktadır. Şiddet ve agresyona yönelik davranış genetik çalışmaları nörotransmiterler üzerine odaklanmakla birlikte dopaminerjik sistem ve serotonerjik sistem üzerine yoğunlaşmaktadır. Dopaminerjik sistemin insan vücudunda haz-ödül sisteminin parçası olması ve dopamin salınımı ile öforik duygular oluşturması nedeni ile davranış genetiği çalışmalarında dopaminerjik genler öne çıkmaktadır. Serotoninin inhibitör özellikleri ile davranışların doğal fren sistemini sağlayan nörotransmiter olduğu bilinmekle beraber şiddet ve agresyona yönelik genetik araştırmalarda serotonerjik sistemde önem kazanmaktadır. Bununla beraber şimdiye kadar yapılan genetik araştırmalar MAO-A aktivitesinde değişikliğe sebep olan genetik varyantların ve Y kromozomunun şiddet davranışına yönelik etkilerine dair tutarlı kanıtlar sunmaktadır. 1993 Yılında ilk kez Brunner ve arkadaşları tarafından tanımlanan X kromozom bağlantılı MAO-A aktivitesinden sorumlu yapısal gen polimorfizminin (Xp 11-22), etkilenen erkeklerde hafif mental retardasyon ile beraber tecavüz, şiddet, kundakçılık ve teşhircilik gibi belirgin davranış problemlerinin nedeni olduğu belirtilmiştir. İnsan davranışına ait biyolojik kuramlar her ne kadar gelişim sürecinde olsa da ileriye yönelik araştırmalar ile bu yönde çözümlemeler daha da kolaylaşacaktır. Bu sunumda elimizde var olan kısıtlı ve kesin yargılara varmak için görece yeni olan ama faydalı olabilecek homisidal davranış nedenlerine yönelik güncel genetik bilgiler paylaşılmaya çalışılacaktır. Kaynaklar 1) Ronal L.Simons. (2011) Social Environment Variation, Plasticity Genes, and Agression: Evidence for the Differential Susceptibility Hypothesis. Am Sociol Rev. , 76(6): 833–912. 2) M.Gottschalk. (2010) Violent Crime: Clinical and Social Implications, Evolutionary and Genetic Explanation of Violent Crime (Chapter IV), SAGE Publications, p: 57-74. 3) H.G.Brunner et al. (1993) X-Linked Borderline Mental Retardation with Prominent Behavioral Disturbance: Phenotype, Genetic Localization,and Evidence for Disturbed Monoamine Metabolism. Am.J. Hum. Genet. 52:1032-1039. 4) Abay E, Tuğlu C. (2000) Şiddet ve Agresyonun Nörobiyolojisi: Klinik Psikiyatri; 3:21-26. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 1 P 13 Psikiyatride Saldırgan Davranışın Genetiği Saldırgan davranışın genetiği Oturum Başkanı Panelist : Kürşat Altınbaş : Serap Özçetinkaya 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 1 P 13 Psikiyatride Saldırgan Davranışın Genetiği Suicid Davranışın Genetiği Oturum Başkanı Panelist : Kürşat Altınbaş : Serhat Tunç İntihar davranışının oluşumunda genetik etkenlerin rolü ile ilgili tutarlı kanıtlar vardır. Bugün için intihar davranışının psikopatolojilerden ve psikolojik stresörlerden bağımsız bir şekilde birden fazla genin birbiriyle etkileşimi ve çevre faktörlerinin de olaya katılmasıyla çok etkenli bir şekilde kuşaklar arası karmaşık kalıtım yoluyla aktarıldığı düşünülmektedir. İntihar ve duygudurum bozuklukları klinik olarak birbirleriyle örtüşen tablolar olmalarına ve hatta intihar riskini en çok psikiyatrik bozukluğun artırdığı bilinmesine rağmen, bazı hastaların intihar girişiminde bulunmamaları intihar davranışı için yapısal yatkınlık ya da genetik eğilimin varlığının önemine ve bunun da psikiyatrik hastalıktan bağımsız olduğuna işaret etmektedir. Öfke, dürtüsellik gibi bazı ara fenotiplerin temelindeki genetik mekanizmaların intihar davranışıyla bağlantılarının gösterilmesi yapısal yatkınlık kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Araştırma sonuçları genetik faktörlerin rolünün, diğer ruhsal hastalıklar ve psikolojik stresörlerden bağımsız olarak %30-50 oranında olduğunu göstermektedir (1, 2). Yani bazı bireylerin yapısal olarak intihar davranışına daha yatkın oldukları ve bu yapısal yatkınlığın dürtüsellik, agresyon gibi kalıtılabilir kişilik özellikleriyle ilişkili olabileceği düşünülmektedir (3). İntihar davranışında genetik etkenlerin rolünü belirlemeye yönelik, ilk olarak; aile, ikiz, evlat edinme çalışmaları yapılmıştır. Daha sonra tıbbın bu alanda gelişmesiyle intihar davranışının hangi kromozom üzerinde yerleştiğinin tahmin edilebildiği gen haritalama işlemi gerçekleştirilmiştir ve ilişkilendirme (association), bağlantı (linkage) analizleri ile intihardan sorumlu olduğu düşünülen aday genler tespit edilmiştir. Bu aday genlerden en önemlileri serotonin taşıyıcı reseptör (SERT), triptofan hidroksilaz (TPH), bazı serotonin reseptörleri (5HT1A, 5HT1B, 5HT2A), katekol- O-metiltransferaz (COMT), monoamin oksidaz A(MAOA), tirozin hidroksilaz (TH) genleridir. Bu sunumda intihar davranışına yönelik güncel genetik bilgiler paylaşılmaya çalışılacaktır. Kaynaklar: 1) Roy A, Segal NL, Sarchiapone M ve ark. (1995) Attempted suicide among living co twins of twin suicide victims. Am J Psychiatry, 152: 1075–1076. 2) McGuffin P, Marusic A, Farmer A ve ark. (2001) What can psychiatric genetics offer suicidology? Crisis, 22: 61–65. 3) Brent DA, Mann JJ (2005) Family genetic studies, suicide, and suicidal behavior. Am J Med Genet C Semin Med Genet, 133C:13–24. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2 P 14 Psikiyatri Eğitimini Asistanlara Sorduk Dünyada Asistanlık Eğitim Modelleri Oturum Başkanı Panelist : Deniz Ceylan : İshak Saygılı Dünya Sağlık Örgütüne göre “psikiyatri eğitimi”, ruh sağlığı uygulayıcısının yeterli psikiyatrik değerlendirme ile nitelikli ruh sağlığı tedavilerini uygulama kapasitelerini geliştirir ve ruh sağlığı sorunu ve bozukluğu olan geniş bir kitleye kapsamlı tedavi yaklaşımları sunmasını sağlar (1). Literatürden elde edilen bilgiler ışığında ülkeler arası uygulama farklılıkları dikkat çekmektedir. Ülkemizdeki durumu daha iyi anlayabilmek ve kültürel farklılıkları da dikkate alan etkin bir model oluşturabilmek için dünyadaki diğer psikiyatri uzmanlık eğitim modelleri incelenmiştir. Birçok ülkede bu eğitimin içeriğini, yöntemini, yerini ve süresini belirleyen kurumlar bulunmaktadır. Bazı ülkelerde eğitim programının hazırlanması ve yeterliliğin değerlendirilmesi ayrı kurumsal yapılar tarafından sürdürülürken, diğerlerinde tek bir yapı bu iki görevi de üstlenmektedir (2). Ülkemizde psikiyatri alanında uzmanların yetiştirilmesinden ve değerlendirilmesinden Tıpta Uzmanlık Kurulu (TUK) sorumludur (3).Ülkemizde uygulanan psikiyatri uzmanlık eğitimi, kurumların olanaklarına ve kurumlardaki eğiticilerin nitelik ve niceliğine göre oldukça değişkenlik göstermektedir. Bunun sonucunda, uygulanan eğitimin temel ürünü olan psikiyatri uzmanlarının donanımı da büyük farklılıklar göstermektedir (4). Psikiyatri uzmanlık eğitimi için gerekli süre ülkeler arasında farklılıklar göstermektedir, bu süre 3 ve 7 yıl arasında değişmektedir. Ülkemizde de yakın zamana dek psikiyatri uzmanlık eğitimi için gerekli toplam süre 5 yıl iken bu süre önce 4 yıla indirilmiştir, ardından kısa süreli değişiklikler yaşansa da son süre 4 yıl olarak belirlenmiştir. Eğitim programının içeriği ve rotasyon süreleri de büyük farklılık göstermektedir. Örneğin Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ülkemizde ayrı bir uzmanlık dalı ve Erişkin Psikiyatri Eğitiminde bir rotasyon programı iken Avrupa ülkelerinin üçte birinde Erişkin Psikiyatri Uzmanlığı içinde yer almaktadır (5). Yine Avrupa ülkelerinin kabaca üçte birinde eğitim öncesinde bir sınav uygulanırken (Fransa, İngiltere, Macaristan, vb.) diğerlerinde uygulanmamaktadır. Ülkemizde uzmanlık eğitimine başlayabilmek için Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS) yapılmaktadır. Kurumda eğitim alacak kişinin seçiciliğini azaltan bu yöntem eğitim programlarının belirlenmesinde uzmanlık öğrencisinin etkinliğini azaltmaktadır. Ülkeler arasında uzmanlık eğitiminin yapılanmasındaki temel farklılıklar, ülkelerin geliştirdiği sağlık politikaları, kurumların tarihsel gelişimi ve yerel ihtiyaçlarla büyük oranda değişmektedir (6). Çoğu ülke bu ihtiyaçlar çerçevesinde çekirdek müfredatlar hazırlamaktadır. Eğitimin etkinliği açısından bu müfredatları hazırlayan kurumlar hem bilimsel gereklilikleri hem de kültürel farklılıkları gözetmeye uğraşmaktadır. Ülkemizde de benzer bir uygulama görülmektedir. Psikiyatrinin sunduğu hizmetlerde niteliği halen uzmanın eğitimi belirlemektedir. Diğer tıp dallarından farklı olarak kurumun teknolojik imkanlarının katkısı sınırlı olmaktadır. Bu sebeple asistan eğitimini bilimsel, çağdaş göstergeler ve yerel ihtiyaçlar ve uzmanlık öğrencilerinin talepleri ile uyumlu hale getirme çabası süren bir uğraş olacaktır. Kaynaklar 1- WHO. (2005) Atlas: Country profiles of mental health resources. Geneva: WHO 2- Scheiber SC, Kramer TAM, Adamowski SE (2003). The implications of core competencies for psychiatric education and practice in the US. Can J Psychiatry 48: 215-221 3- http://www.tuk.saglik.gov.tr/pdfdosyalar/mevzuat/TUEY.pdf 4- Tükel R, Alkın T, Uluşahin A (2009) Psikiyatride Uzmanlık Eğitimi,Yeterlik ve Eğitimin Akreditasyonu. (s.23) Ankara:Tuna 5- Karabekiroğlu K, Doğangün B, Hergüner S (2006). Child and adolescent psychiatry training in Europe: differences and challenges in harmonization. Eur Child Adolesc Psychiatry. 15:467–475 6-Singh B, Ng C (2008). Psychiatric education and training in Asia. International Review Of Psychiatry. 20: 413418 7- http://www.psikiyatri.org.tr/page.aspx?menu=114 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon2 P 14 Psikiyatri Eğitimini Asistanlara Sorduk Türkiye Psikiyatri Asistan Profilinin İncelenmesi Oturum Başkanı Panelist : Deniz Ceylan : Necip Çapraz Türkiye’de psikiyatri uzmanlık eğitimi uzun yıllardan beri verilmektedir ve başarılı sonuçların yanı sıra gerek teorik alanda gerekse de pratik alanda eksiklikler göze çarpmakta ve bunlar tıpta uzmanlık öğrencileri tarafından dile getirilmektedir. Türkiye Psikiyatri Derneği Psikiyatride Asistanlık Çalışma Birimi içinde kurulan bir grup tarafından hazırlanan anket formları, psikiyatri eğitimi veren kurumlardaki gönüllü temsilcilere basılı olarak gönderilmiştir. Bu çalışmada Türkiye’deki psikiyatri asistan hekimlerinin genel bir profilini elde etmeyi, psikiyatri uzmanlık eğitiminin durumunu ortaya koymayı, genel memnuniyeti ölçmeyi amaçladık. Anket sosyodemografik bilgiler, eğitim alınan kurumun yapısal ve eğitim içeriği özellikleri, alınan eğitim kurumundan, genel olarak psikiyatri eğitiminden, Türkiye Psikiyatri Derneği’nden beklentileri değerlendirmeyi, asistanlık özlük hakları konusunda sorunların ortaya çıkarılmasını hedeflemiştir. Sonuçlarda özellikle psikoterapi eğitimlerinde, bireysel süpervizyon alabilmede eksiklikler tanımlanmış, iş yoğunluğu ve eğitici sayısının yetersizliği ise eğitim eksikliğine gösterilen en sık nedenlerin başında gelmiştir. Katılımcıların %95’i de psikoterapi eğitimlerinin Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından desteklenmesi ve verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Katılımcıların %80’i performans sisteminin uzmanlık eğitimini olumsuz etkilediğini söylemiştir. Asistanların %60’ı özlük haklarıyla ilgili sorun yaşarken, %70’i ekonomik zorluk yaşadığını, %85’i ise geleceği planlamada güçlük yaşadığını belirtmiştir. Özlük haklarıyla ilgili yaşanan sorunların başında nöbet ertesi izin, yıllık izin kullanamama, nöbet ücreti ve ek ödemeler gelmiştir. Daha güncel bir sorun olarak ise katılımcıların %72’si sözel şiddete maruz kaldığını söylerken, %21’i fiziksel şiddete maruz kaldığını söylemiştir. Sonuç olarak ülkemizde psikiyatri eğitimi sürecine eğitim alanların, yani asistanların, katılımı konusunda hala eksiklikler mevcuttur. Psikiyatri uygulamasının en önemli ayaklarından biri olan psikoterapi gerek teorik gerekse de pratik olarak verilememektedir. Değişen sağlık sistemi hekimlerin hem hizmet üretiminde zorluklara neden olmakta hem de aldıkları eğitimin niteliğinde belirgin düşüşlere neden olmaktadır. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2 P 14 Psikiyatri Eğitimini Asistanlara Sorduk Tıpta uzmanlık eğitiminin dünü ve bugünü Oturum Başkanı Panelist : Deniz Ceylan : Raşit Tükel 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 15 Şiddet Ve Bağımlılık Bağımlı Kişide Şiddet Davranışının Ele Alınması ve Tedavisi Oturum Başkanı Panelist : Defne Tamar Gürol : Ayhan Kalyoncu Şiddet, aslında toplumumuzda yaşamın her alanında sıkça baş vurulan bir hareket tarzı olmasına rağmen söz konusu uygulayanlar bağımlılar olduğunda biz psikiyatristler dahil herkesin tepkisi ne yazık ki abartılı şekilde olumsuz olmaktadır. Yaklaşık 25 yıldır bağımlı hastalarla çalışan bir meslektaşınız olarak kanıtlara ama özellikle kendi deneyimlerime dayanarak konuşmamı yapacağım. Diğer panelistlerin ve dinleyicilerin katılımı ile konuyu geniş bir şekilde ele alsacağımızı düşünüyor ve sizleri panelimize davet ediyorum. Bağımlılık yapan psikoaktif maddelerin her biri farmakolojik özellikler,neurobiyolojik mekanizmalar, bagımlılık yapma potansiyelleri, yasal ve sosyal kısıtlamalar, kullanıldıklarında oluşan beklentiler ve kültürel gelenekler acısından birbirlerinden farklıdırlar. Hic bir genel prensip bu maddelere uygulanamaz. Bu maddelerin tek başlarına veya alkol ile birlikte kullanıldıklarında oluşan tahripkar davranışlardan hemen bir sonuca varmak yanlış değerlendirme olacaktır. Her bir uyuşturucu madde doğrudan veya dolaylı olarak değişik yollarla agresif ve şiddet içeren davranışları etkilerler. Bu yolları 4 ana başlık altında toplayabiliriz: (1) Maddelerin kullanımı veya yoksunluk durumları beyin mekanizmalarını direkt olarak aktive ederek agresyona neden olurlar. Ancak bu durum özellikle gecmişlerinde agresif davranısları olan insanlar içi geçerlidir. (2) Yoksunluk durumunda olan bağımlıların madde arayışı içerisindeyken gösterdikleri agresif veya şiddet davranışları. Bu durum özellikle yoksunluk bulguları şiddetli olan eroin ve kokain kullanıcıları için geçerlidir. (3) Özellikle halüsünojen ve alkolün intoksikasyon durumlarında ortaya çıkan agresif davranışlar. (4) Ekonomik değerleri yüksek olan eroin ve kokain gibi uyuşturucaların ticaretine bağlı yasadışı süreçlerde ortaya çıkan agresif davranışlar ve şiddet. Şiddet ve agresif davranışların nedenlerine yönelik yapılan çalışmalar araştırmacıların ilgi odağı olmuş ve bazı deneysel çalışmalar yapılmıştır. Ancak gerek insanlarda gerekse hayvanlarda agresyonun araştırılmasına yönelik deneysel çalışmaları yapmak aynı zamanda etik bir ikilemi de beraberinde getirir. Deneysel ortamlarda doğru sonuçlar elde etmek için agresyonun sınırlanmamasının doğuracağı deneklerin zarar görebilme ihtimali bu çalışmalarda oluşan etik ikilemdir. Methodolojik olarak agresyon araştırma modelleri değişik bilimsel yaklaşımlar içermektedir. Bu yaklaşımlar etholojik nörolojik ve çevresel-psikolojik araştırma geleneklerinden kaynaklanır. Geçmişte çevresel şartlar hoş olmayan şekillerde düzenlenerek deneklerde agresif ve defansif davranışlar oluşturularak yapılan bilimsel çalışmalardan elde edilen veriler kullanılıyordu. 1960 lı yıllarda bilimsel araştırmalarda uygulanan agresyon modelleri deneklerin tehlikeli durumlara maruz bırakılmaları, elektrik şok uygulamaları, verilen ödüllerin ellerinden alınması, yemek ve uyaran kısıtlanması gibi major çevresel manipulasyonlar şeklindeydi. Deneysel çalışmalar için karşımıza çıkan bu kısıtlamaları göz önüne aldığımızda uyusturucu ve alkol kötüye kullanım ve bağımlılığı ile insanların agresif ve şiddet içeren davranışların araştırılması için yapılacak olan çalışmaların etiyolojik, nörolojik ve çevresel-psikolojik boyutlarda ele alınması gereği ortaya çıkar. Agresyon ve şiddet davranışları ile ilgili çalışmaları gözden geçirdiğimizde hayvanlarla yapılan sistematik deneysel çalışmaların öncelikli amacının agresif davranışların yakın ve uzak nedenlerini araştırmak olduğunu görürüz. Halbuki insanlarda yapılan araştırmalar çoğunlukla alkol ve uyuşturucu aldıktan sonra ortaya çıkan agresif davranışların sıklığını ölçmek ve nedenleriyle ilişkilendirmeyi hedefleyen çalışmalardır . Konuşmamın kalan bölümünde sıra ile her bir psikoaktif maddenin ayrı ayrı agresyon ve şiddet ile olan ilişkisini değerlendireceğim ve bağımlı hastalarca uygulanan şiddetin tedavisi için etkili yaklaşımlardan bahsedeceğim. Son olarakta günlük meslek pratiğimizde karşılaştığımız bağımlı hastaları özellikle poliklinik şartlarında nasıl yönetebileceğimize dair örnekler üzerinden klinik deneyimime dayalı vereceğim önerilerle konuşmamı sonlandıracağım. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 15 Şiddet Ve Bağımlılık Bağımlı Kişide Şiddetin Öngörülebilmesi Oturum Başkanı Panelist : Defne Tamar Gürol : Figen Karadağ Sağlık çalışanlarının yarıya yakının kariyerleri boyunca şiddette maruz kaldıkları bildirilmektedir. Şiddetin her zaman hastanın bizzat tehdit etmesi kadar açık olmayabilir. Üstü kapalı göstergeleri de ayırt etmek önemlidir. Psikiyatri bozukluklar ve şiddet arasındaki ilişkiyi anlamak için geçmiş şiddet öyküsü, madde kullanımı ve zorlayıcı yaşam olayları ile arasındaki ilişkiyi incelemek gerekir. Yapılan çalışmalar geçmişte şiddete uğramanın gelecek yaşamda da şiddete uğramak niçin risk faktörü olduğunu göstermektedir. Bazı çalışmalarda erken dönemde şiddete maruz kalma, erkek cinsiyeti, madde kullanmak ve şiddet suçu işlemek yeniden şiddete maruz kalmanın göstergesi olarak bulunmuştur. Çocuklarda ve ergenlerde erken emosyonel ve davranışsal problemler hem kabadayılık gösterme, hem de şiddete maruz kalma için risk faktörleri olarak gösterilmektedir. Bu konuşmada madde kullanımı ve şiddet arasındaki ilişkiyi etkileyen faktörler ile şiddete uğrama ve şiddet gösterme arasındaki ilişkiye de değinilecektir. Kaynakça: Hakansson A, Berglund M. Risk factors for criminal recidivism -- a prospective follow-up study in prisoners with substance abuse. BMC Psychiatry. 2012 Aug 15;12(1):111. Teplin LA, McClelland GM, Abram KM, Weiner DA. Crime victimization in adults with severe mental illness: comparison with the National Crime Victimization Survey. Arch Gen Psychiatry. 2005;62:911–921. doi: 10.1001/archpsyc.62.8.911. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 15 Şiddet Ve Bağımlılık Şiddet ve Şiddetin Alkol ve Madde Kullanımıyla İlintisi Oturum Başkanı Panelist : Defne Tamar Gürol : Levent Tokuçoğlu Kişilerarası şiddet ve alkol-madde kullanımı büyük bir toplum sağlığı sorunudur ve kullanıcıların, gerek şiddet faili gerekse kurban olma olasığının, toplum ortalamasından daha yüksek olduğu belirtilmektedir (Atkinson 2009). Şiddetin özgül bir türü olan saldırganlık çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir: saldırganlığın hedefi (kendine dönük veya başkasına yönelik); saldırganlığın türü (fiziksel veya sözel ya da doğrudan veya dolaylı); saldırganlığın nedeni (tıbbi durumlar veya madde etkisi). Ayrıca saldırganlık kasıtlı ya da dürtüsel olarak da sınıflandırılabilir. Dürtüsel olanlarında otonom yanıtın yüksekliği ve beyinde prefrontal bölgeden limbik bölgelere doğru uzanan bir denetim ya da “fren” düzeneğinde, “top-down” denetim düzeneğinde bir bozukluk olabileceği belirtilmektedir (Siever 2008). Dünyada bir yıl içerisinde yaklaşık 1.5 milyon insanın şiddet nedeniyle öldüğü belirtilmektedir (WHO 2007). Bu rakamlara savaşlar, toplum kıyımlardaki ölümler dahil değildir; sadece bireysel şiddeti içeren rakamlardır. Şiddet çok sayıda ve karmaşık nedeni, düzenekleri içeren bir fenomendir. Bireysel, toplumsal, kültürel, biyolojik ve ruhsal-toplumsal nedenlerin hepsi karşılıklı ve önemli bir ilişki, etkileşim içerisindedir (ICAP, 2011). Alkol ve madde kullanımı ile şiddet arasında belirgin ilişkiler olsa da, bu bağlantının çok yüzlü ve karmaşık yanını nedensel olarak araştırmış çok az sayıda çalışma mevcuttur. Örneğin, eşhastalık (comorbidity) bağlamında psikiyatrik hastalıklarla madde kullanımı; kültürel ve toplumsal olarak veya bir topluluğu dahil olma (örneğin, holiganlık, siyasi inançlar) sebebiyle karışılan şiddet davranışları; maddenin ya da ilaçların etkisi altındayken şiddet edimi; maddeyi temin etmek amacıyla şiddet davranışı ve hatta şiddet mağduru olduktan sonra madde kullanımına başlamak gibi çok sayıda karşılıklı ve birbirinin nedeni ve/veya sonucu olabilecek öğe mevcuttur. Şiddetle alkol-madde kullanımı arasındaki bağlantılar karışık olsa da, Athanasiadis’in (1999) bir gözden geçirme çalışmasında, alkolün ana risk etkeni olduğu; ayrıca amfetamin, kokain ve krak kokain, anabolik androjen streoidler, benzodiazepinler ve kannabisin şiddet davranışlarıyla ilintili olduğu bulunmuştur. Ayrıca ülkemizde son zamanlarda çokça karşılaştığımız bir şiddet türüne dikkat çekilmeye çalışılacaktır: Eş/eski eş şiddeti. Ülkemiz İçişleri Bakanlığı’na göre son 7 yılda eşi/eski eşi tarafından öldürülen kadın sayısı yüzde 1400 artmıştır. “Resmi kayıtlara göre” her gün 5 kadından 2'si şiddet görmekte ve günde ortalama 5 kadın hayatını kaybetmektedir. Yabancıların “domestic violence” ve “intimate partner violence” dediği şiddet; bir eşin diğerine karşı şimdide veya geçmişte bir zamanda fiziksel, cinsel, duygusal cürüm işlemesi halidir. Daha geniş bir bakış açısıyla bakıldığında, bu ev içi şiddet, evdeki çocukları ve yaşlıları da kapsayabilir (Zilberman, 2005). Toplantıda şiddetin tanımlamaları yapılarak; toplumsal, ekonomik, biyolojik, ruhsal bakış açılarını da içerecek şekilde, alkol ve madde kullanımıyla karşılıklı bağlantıları üzerinde durulmaya çalışılacaktır. Dr. Levent Tokuçoğlu Kaynaklar Atkinson A, Anderson Z, Hughes K, Bellis MA, Sumnall H, Syed Q (2009). Centre for Public Health Liverpool John Moores University WHO Collaborating Centre for Violence Prevention. 2009. www.chp.org.uk (Son erişim tarihi: 24.08.2012) Siever LJ. Neurobiology of Agression and Violence. Am orld Health Organization: Third Milestones of a Global Campaingn for Violence Prevention Report 2007: Scaling Up. Geneva, Switzerland, WHO, 2007 Zilberman ML, Blume SB. Domestic violence, alcohol and substance abuse. Rev. Bras Psiquiatr. 2005; 27 (Suppll II): S51-5 ICAP, 2011. International Center for Alcohol Policies . ICAP Blue Book, 2011. Washington DC Athanasiadis L. (1999) Drugs, alcohol and violence. Current Opinion in Psychiatry, 12, 281-286 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4 P 16 Psikoterapilerin Sinderellası Psikoterapiler Yelpazesinde Destekleyici Psikoterapi’nin Yeri Oturum Başkanı Panelist : Cem Kaptanoğlu : Halis Ulaş Bireysel psikoterapiler bir ucunda destekleyici psikoterapinin olduğu, diğer ucunda da psikoanalizi içeren açıklayıcı psikoterapinin bulunduğu bir spektrum olarak ele alınabilir. Destekleyici Psikoterapi ile başlayan spektrumdan psikoanalize doğru ilerlenirken bu yelpazede destekleyici-açıklayıcı ve açıklayıcı-destekleyici psikoterapileri içerir. Her ne kadar bu iki psikoterapi spektrumun sınırlarını belirliyor olsa da, zaman zaman birbirlerinin tekniklerinden yararlanabilirler. Herhangi bir psikoterapide kullanılan destek ile destekleyici psikoterapinin arasındaki ayrımın belirlenmesi oldukça önemlidir. Destek; terapistin başvurana karşı düzenliliği, güvenilirliği ve dikkatliliği ile karakterize ve her psikoterapinin temelinde yer alan bir tekniktir. Destekleyici psikoterapi ise belirli bir hasta grubunun tedavisin de kullanılan özgül bir terapi yöntemidir (1). Açıklayıcı psikoterapi terimi hasta ve terapist arasındaki ilişkilerin analizi ve daha önce tanınıp anlaşılmamış duygular, düşünceler, gereksinimler ve çatışmalarla ilgili içgörü gelişimi ve hastanın bilinçli olarak bu çatışmaları çözme ve daha iyi bir şekilde bütünleştirme girişimini izleyen bir süreç yoluyla kişilik değişimini amaçlayan çeşitli yaklaşımlar için kullanılan ortak bir terimdir. Spektrumda sağa doğru ilerledikçe psikoterapiler arasındaki farklar bulanıklaşır ve birbirinden ayırt etmek zorlaşır. Psikoterapinin destekleyici biçimleri de hastanın kendi zihinsel süreçleri hakkında farkındalıklarını genişletebilir ve bu nedenle açıklayıcı tekniklerin unsurlarını kullanmayı gerektirebilir. Hastaların çoğunun tedavisi destekleyici ve açıklayıcı unsurların birlikteliğini gerektirir (2). Kaynaklar 1. Ulaş H, Alptekin K. Destekleyici Psikoterapi. Turkiye Klinikleri J Psychiatry-Special Topics 2009;2(2):3540 2. Winston A, Rosenthal RN, Pinsker H. Introduction to supportive psychotherapy. Washington, DC, American Psychiatric Publishing; 2004. S: 5-6. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4 P 16 Psikoterapilerin Sinderellası Destekleyici Psikoterapinin Temel İlkeleri Oturum Başkanı Panelist : Cem Kaptanoğlu : Leyla Gülseren Gerçekte psikodinamik psikoterapi türlerinden biri olan destekleyici psikoterapi (DP), terapistin girişimlerinin planlı ve özgül bir hedefi başarmaya yönelik olarak tasarlandığı, tanısal değerlendirmeye dayalı bir tedavi yaklaşımıdır. DP, belirtileri düzeltmek, yinelemeyi en aza indirmek, benlik saygısını, ego işlevlerini ve uyum becerilerini geliştirmek, onarmak ya da sürdürmek, görece sağlıklı bir kişinin bir yaşam olayıyla başa çıkmasına yardımcı olmak için doğrudan girişimlerde bulunan bir ikili (dyadic) tedavidir. Aslında içgörüye yönelik psikoterapi ile DP’nin ulaşmayı hedefledikleri amaçları arasında fark yoktur. Ayrıldıkları nokta bu amaçlara ulaşma yolları, yani yöntemleridir. Destekleyici terapist açıklayıcı terapiste göre daha “gerçek”, daha aktif, kendini daha çok açığa vurma eğiliminde ve genellikle daha konuşkandır. DP ile tedavi edilen pek çok hasta, kronik hastalığı olan, yaşam koşulları yetersiz kişilerdir. Terapist, hasta için denge figürü, dış dünyayla kurulan bir bağlantı hatta dış dünyanın temsilcisi anlamına gelir. Hastanın gerçekliği değerlendirmesine yardımcı olur. Gelişimsel kökenlere inmek öncelikli amaç değildir. Destekleyici bakış açısından hasta-terapist arasındaki ilişki, ortak amaçları olan iki erişkinin ilişkisidir ve hastaterapist etkileşimi karşılıklı konuşmaya dayalıdır. Hasta uzun konuşmakta serbest olmakla birlikte, monolog yapması beklenmez. Sessizlik olduğunda da terapist çok beklemez. DP’de bilinçli sorun ve çatışmalar ele alınırken bunların altında yatan bilinçdışı çatışmalar ve kişilik özelliklerine yönelik girişimde bulunulmaz. Savunmalar, yalnızca uyumu bozucu nitelikte ise sorgulanır. Açıklayıcı psikoterapide, aktarım analiziyle hastanın iç dünyası anlaşılır. DP’de de aktarım ortaya çıkar ancak tartışılmaz. Terapist olumlu duyguların gelişimini teşvik eder, ılımlı pozitif aktarımı destekler. İlişkinin aktarımsal unsurları, gerçeklik unsurlarından sonra gelir. Aktarım ister olumlu ister olumsuz olsun, ancak terapiye önemli oranda engel olarak görülürse, hasta yıkıcı eyleme dökmelere girerse ya da terapiyi bırakması söz konusu olursa yorumlanır. Terapist, bir savunmayı destekleyebilir ya da sorgulayabilir, ancak eş zamanlı olarak aynı savunmayı hem destekleyip hem de sorgulayamaz. Hastayla ilgilenme, kabullenme, empati kurma ve bunu gösterme, görüşmeler sırasında hükmedici, yargılayıcı bir dil kullanmaktan kaçınma, olumlu tepkiler ortaya çıkaracak sorular sorma, özgül sorular yerine genel soruları tercih etme, hastanın kişiliğine saygı gösterme ve hastaya bir erişkin olarak hitap etme terapötik işbirliği ve hastanın benlik değerinin artması için özen gösterilmesi gereken konulardır. Aslında DP’de en çok destekleyici olan etken, içgörüye yönelik ya da açıklayıcı terapide de en çok destekleyici olan etkendir: Hastaya duygularının ve açmazının anlaşıldığını göstermek. Hasta, duygulanım ventilasyonuna ve bir yönlendirici teknik olan duygulanım kontrolüyle denge içinde dışavurumuna cesaretlendirilir. DP’de olumsuz duygular tanınıp tartışılırsa, hasta düşmanca duyguları terapistin rahatça ele alabildiğini yaşantılar ve bir anksiyete kaynağı giderilir. Son görüşmeden bu yana hastamın yaşamında ne olup bittiği, aktarım ve karşıaktarımın güncel durumu, hastanın güncel işlevselliğinin ne durumda olduğu, semptomatolojisi, hastanın öyküsü her seanstan önce gözden geçirilmesi gereken konulardır. Kaynaklar Kaptanoğlu C. TPD Destekleyici Psikoterapi Eğitimi Ders Notları, 2012, Ankara. Pinsker H (1997) A Primer of Supportive Psychotherapy. New York, Routledge. Wallace ER (1983) Dinamik Psikiyatri. Kuramı ve Uygulaması (Çev. H. Atalay). İstanbul, Eylül yayınları, 1994. Winston A, Rosenthal RN, Pinsker H (2004) Destekleyici Psikoterapiye Giriş (Çev. C. Kaptanoğlu, G. Güleç, A. Eşsizoğlu, A. Maraş). Ankara, Tuna Matbaacılık, 2011. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4 P 16 Psikoterapilerin Sinderellası Destekleyici Psikoterapinin Kökenleri Oturum Başkanı Panelist : Cem Kaptanoğlu : Volkan Topçuoğlu Psikanalizin ilk uygulayıcıları elde ettikleri tedavi başarılarının telkine dayalı olması suçlaması ile tekrar tekrar karşılaştılar. Bu nedenle psikanalistler psikanalizin ilk yıllarında destekleyici yöntemleri kendi yöntemlerinden ayırmak için büyük bir çaba gösterdiler. O dönemde destekleyici terapi psikanalizin tam karşıtı olarak görülmüştü. Bu dönem psikanalistlerine göre gerçek tedavi sadece psikanalitik yöntemler yoluyla mümkündü; telkinin psikanalitik kurama göre nasıl etki ettiğinin açıklanmasına çalıştılar. Erken dönem psikanalistlerin destekleyici tedavi yöntemlerine karşı olumsuz tavırlarından uzaklaşan ilk analist eksik yorumlamanın etkisi anlamaya odaklanan Glover’dır. 1946’da Alexander’ın içgörüye psikanalizde fazla önem verildiğine dair görüşü ise bir dönüm noktası kabul edilebilir. 1954’de Knight klasik yöntemlerle tedavi edilip kötüleşen hatalardan yola çıkarak bazı hataların destekleyici yöntemin gerekli olduğunu savundu. Aynı yıl Bibring klasik analitik yöntemler olan yüzleştirme, netleştirme ve yorumlamanın dışındaki destekleyici yöntemler olan telkin, manipülasyon ve abreaksiyonu tanımladı. 1960’lı yıllarlın ortalarına gelindiğinde artık yapısal değişim sağlayan tek tedavinin psikanaliz olmadığı yaygın kabul görmekteydi. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 17 Çeşitli Boyutları Ile Şiddet Şiddet ve Çocuk Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Sungur : Behiye Alyanak Şiddet, bilincin yeterince aydınlatmadığı alacakaranlıkta ortaya çıkan, insanı insanlığından çıkaran yok edici eylemlerdir. Eğer sevgi birliğinin çocuğu değilseniz, yalnızlıktan doğan öfkenin, kaygının, mutsuzluğun, şiddetin çocuğu olabilirsiniz. Ülkemizde yaşanan hızlı toplumsal değişimler, hızlı kentleşme, sosyoekonomik güçlükler ile ilişkili olarak çocuk ruh sağlığı ve hastalıkları klinikleri başvurularında aile içi şiddete, ihmale ve istismara, okullarda akran grubunun, çetelerin baskısına, zorbalığa uğrama şikayetleri günden güne artmaktadır. Şiddete uğrayan çocuklarda mutsuzluk, umutsuzluk, gelecek beklentisinde azalma, aşırı hareketlilik gibi belirtiler ortaya çıkmakta, alkol madde kullanımına ve suça yatkınlık görülmektedir. Kendisi şiddete uğrayan çocukların şiddet uygulayıcısı olma olasılığı daha yüksektir. Yapamadığımı yıkarım diyen şiddet, etrafında oluşturduğu karışıklık ve korku ile güç gösterisi yapar. Korkutarak yaptırım uygulama alışkanlığı toplumumuzda maalesef yaygındır. Dünya Sağlık Örgütüne göre şiddet; sorumluluk, güven ve güç ilişkileri bağlamında insan sağlığı, yaşamı, gelişmesi veya onuru açısından fiili veya potansiyel zararla sonuçlanan her tür fiziksel veya duygusal kötü muameleyi, cinsel istismar ve ihmali veya ihmalkar davranışı, ticari veya başka amaçlı sömürüyü kapsar. Çocuklara yönelik şiddetin çoğunluğu çocukların en yakınındaki kişilerden yani anne, baba, öğretmenler, okul arkadaşları, işverenler ve çocuk bakıcılarından kaynaklanmaktadır. Birleşmiş Milletlerin Çocuğa Yönelik Şiddet Araştırma Raporuna göre (2006) (UNVAC), her yıl, dünyada 50.000’den fazla çocuk öldürülmektedir ve şiddet sonucu meydana gelen yaralanmalar nedeniyle hastanede tedavi altına alınan çocuk sayısı 1-2 milyondur. Yine aynı araştırma raporuna göre 2002 yılında tüm dünyada yaklaşık 150 milyon kız ve 73 milyon erkek çocuk, cinsel ilişkiye zorlanmış veya cinsel şiddetin başka biçimlerine maruz kalmıştır. Cinsel istismar çoğu kez gizli kalır. Bildirilen olguların gerçekleşenlerin %15’i olduğu tahmin edilmektedir. Çocuk, istismar edilen cinselliği nedeniyle kendini utanç içinde, bütünüyle kötü, değersiz algıladığında; kendiliğini, özünü kaybedebilir. Ev içi şiddet (domestic violence) durumunda, çocukların ¾’ü anne karnından başlayarak annenin uğradığı şiddete ortak olmaktadır. Şiddet ve istismar üreten aile dış dünyaya kapalıdır. Ailede sevgi ikliminin, bağlılığın olmayışı amaçsız yalnızlığı ve buna bağlı öfkeyi ortaya çıkarır. Öfke kolayca şiddet davranışına dönüşebilir. Aile içinde şiddet ve istismar gördüğü için sokağa kaçan, sokakta karşılaştığı insanlardan kendine yeni aileler oluşturmaya çalışan çocuğu, genci çok çeşitli sorunlar beklemektedir. Suça, cinsel istismara, madde kötüye kullanımına açık durumdadır. Evden kaçan çocuğun durumu acilen değerlendirilmeli, geniş aile ve sosyal kurumlar içinde güvenli yaşam alanı oluşturulmalıdır. Sokakta kalma süreci arttıkça geri dönüşümsüz sorunlar ortaya çıkacaktır. Bunun için evden kaçan gençlerin ve ailelerinin değerlendirilmeleri ve desteklenmeleri amacıyla kullanılabilecek yataklı kurumlara acil ihtiyaç vardır. Bizim için asıl sorun, şiddetin ortadan kaldırılması-kaldırılamaması değil, şiddetin görmezden gelinerek yok sayılması, ortaya çıkmaması, hakkında açık ve dürüst konuşulamaması, ruhları ve yaşamları yok eden şiddete seyirci kalınmasıdır. Bu sunumda şiddetin doğası, çocuk cinsel istismarı ile ilişkisi, töre cinayetlerine varan şiddet boyutu ve şiddetin nasıl çözümlenebileceği ile ilgili bir çerçeve verilecektir. Literatür: -Birleşmiş Milletler Çocuklara Yönelik Araştırması için Bağımsız Uzman Raporu, BM, Genel Kurulu, 61. Oturum, Ağustos 2006. -Lichtwarck-Aschoff A, Hasselman F, Cox R, Pepler D, Granic I: A characteristic destabilization profile in parentchild interactions associated with treatment efficacy for aggressive children. Nonlinear Dynamics Psychol Life Sci.16(3):353-79, 2012. -Röll J, Koglin U, Peterman F:Emotion Regulation and Childhood Aggression: Longitudinal AssociationsChild Psychiatry Hum Dev 10578-612, 2012. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 17 Çeşitli Boyutları İle Şiddet Şiddet Sürecinin İki Tarafı Olarak Kadın Ve Erkek Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Sungur : Hülya Gülbahar Erkeğin kadına karşı şiddeti, her daim “süreklilik” niteliği taşıyan bir eylem, bir süreç… Bu süreci taraflar nasıl algılıyor? Şiddetinin her iki tarafının, bu sürecin uzamasında ortak ya da farklı açılardan etkileri neler? Erkeğin “normal” bir davranış biçimi olarak gördüğü şiddeti, kadınların da “normalleştirme” süreci var mı? Şiddet uygulayan birey açısından, bu şiddeti, dozunun artırarak devam ettirmesini sağlayan; şiddete maruz kalan bireyin ise, şiddete tahammül eşiğini yükselterek boyun eğmeye devam etmesini sağlayan dinamikler var mı? Tüm dünyada ve ülkemizde kadına karşı şiddetin arttığı bir konjonktürde, bu sorular üzerine daha derinleştirilmiş araştırmalar/tartışmalar, bilgi ve deneyim alışverişi yapmak, giderek daha büyük bir önem kazanıyor. Ama bu arayışı oturtacak sağlam bir zemin gerek. Bu zeminin, öncelikle erkek şiddetinin nedenlerine yönelik kimi yaygın önkabulleri sorgulamadan oluşturulabilmesi mümkün mü? Örneğin; - Erkek şiddetini ve kadınların bunu kabullenişini genlerle, hormonlarla açıklayabilir miyiz? - Ya da farklı cinsler olarak “yaratılmış” ve farklı işlevlerle “donatılmış” olmalarıyla? - Ya da o erkeğin ait olduğu kültür, sınıf, ulus, din, gelenek, görenek, alışkanlık vb. ile? - Şiddet, eşini “döven” kocanın, oğullarına/kızlarına bıraktığı uğursuz bir miras mıdır? - Şiddet, güçsüz ya da “güçsüzleştirilmiş” bir erkeğin doğal bir refleksi midir? - Şiddet, erkeğin alkol vb. bağımlılıklarından, ruhsal “sapkınlığı”ndan mı kaynaklanır? - Şiddet, (kendi güçlü ya da güçsüz yönleriyle) aslında son tahlilde eşit olan iki cins arasında, farklı ama görece eşit silahlarla bir çatışma mıdır? İktidar ve kontrol mekanizmalarının, hizmet ve itaat ilişkilerinin bu süreçte rolü var mıdır? Soru çok! 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 17 Çeşitli Boyutları İle Şiddet Meslektaşlara Yönelik Şiddet Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Sungur : Hüsnü Erkmen İnsanlık tarihi boyunca şiddet tüm toplumlara etki yapmış bir davranış biçimidir. Ne yazık ki bu davranış biçimi insanlık geliştikçe azalmamış, artmıştır. Teknik gelişmeler şiddetin daha etkin ve kötü sonuçlar veren bir boyut kazanmasına neden olmuştur. Özellikle savaş teknolojisi ve silahların gelişmesi ile şiddetin sınırı sonsuza kadar uzanmaktadır. Yüzyıl önce yapılan bir savaşta sadece çarpışan askerler ve çarpışma yeri civarının şehirleri etkilenirken bugün tüm dünyayı ve insanlığı yok edebilecek silah ve teknoloji mevcuttur. Bu kötü gidişe son verebilmek için düşünsel olarak şiddete karşı çıkan insanların artması ve hümanistik bir düşünce biçimini yaymağa çalışması ne yazık ki toplumda yeterli karşılık bulamamaktadır. Savaş benzeri kitlesel şiddetin yanı sıra kişisel şiddet de son zamanlarda giderek tırmanmaktadır. İleri ülkelerde gerek insanların şiddete başvurmadan sorun çözmeği öğrenmesi gerekse de devletin kontrolünün daha etkin olması sonucu, bireysel şiddet bazen çok yükselse de nispeten kontrol altına alınmaktadır, ancak geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde durum daha kötüdür. Bu ülkelerde özellikle alt toplum katmanlarında şiddet neredeyse tek iletişim şekli halini almaktadır. Ülkemiz de bu şiddet salgınından nasibini fazlası ile almıştır. Bu artışın nedenleri yoğun ve hızlı göç, yerleşilen şehire ve kültüre uyum sağlayamama, kendisini engellenmiş hissetme, eğitim ve buna bağlı çözüm bulabilme yeteneği eksikleri, devletin gücünü yeterli gösterememesi veya göstermeğe çalışırken kendisinin şiddete başvurması gibi çok farklı olabilmektedir. Ülkemizin geleneksel eğitim ve davranış biçimleri arasında şiddetin belli bir yerinin olması da şiddet davranışını artırmaktadır. Özellikle son zamanlarda ülkemizde değişik bir şiddet şekli olarak hekime yönelik şiddet ortaya çıkmış ve ölüme kadar giden tatsız olaylar olmuştur. Bu olaylar o kadar yoğundur ki bu konuşmayı dinleyen veya okuyan meslektaşlarımız arasında bile şiddete maruz kalanlar mutlaka mevcuttur. Hekime yönelik şiddeti biz psikiyatristler açısından ikiye ayırarak incelemek daha doğru olacaktır. Özellikle psikotik ve antisosyaller olmak üzere hastalarımızın başta biz psikiyatri uzmanları olmak üzere hastalıkları nedeni ile hekimlere yönelttiği şiddet davranışı. Bu tür şiddet çok eskiden beri tüm toplumlarda olmuştur ve özellikle daha yaşlı psikiyatristlerin hatırlayacağı bir çok meslektaşımız bu tür saldırılarla hayatlarını kaybetmiş veya yaralanmışlardır. Bunları psikiyatrik ölçüler içinde ele almak ve değerlendirmek daha doğru olacak ve özellikle psikiyatristlerin eğitimle kazanacakları yeteneklerle önlemek nispeten kolay olacaktır. Ancak son zamanlarda ülkemizde gelişen bir başka hekime yönelik şiddet şekli ise hasta ve yakınlarının isteklerinin yerine getirilmemesi veya yapılmağa çalışılan işlemin yanlış anlaşılması gibi nedenlerle hekime yönelen şiddet davranışıdır. Bunun pek çok nedeni vardır ve çok etraflıca araştırılması ve önlenmeğe çalışılması gereklidir. Bu tür şiddeti önlemek daha zor olacak gibi görünmektedir. Bu tür şiddetin son zamanlarda artmasında ülkenin sağlık sisteminde aşırı bir değişime gidilerek çok fazla hastanın kısa sürede bakılması dolayısıyla hastaya yeterli vakit ayırılamaması, yasaların yetersiz kalması, hastane idarecilerinin tecrübesizliği gibi faktörlerin yanı sıra hastane fizik şartlarının kötülüğü, öfke giderici önlemlerin alınamamış olması gibi pek çok neden vardır. Bu nedenler bilimsel olarak araştırılmalı ve ortadan kaldırılmaya çalışılmalıdır. Ne yazık ki ilk akla gelen önlemler polisiye tedbirler ile olayları yatıştırmağa çalışmak olmaktadır, bu mutlaka gerekli bir yaklaşımdır ancak olayların pek azı bu yöntem ile bastırılabilir. Sonuç olarak her hastaneye çok sayıda polis koymak mümkün olmadığı gibi saldırganların zaman zaman polise de saldırdığını unutmamak gerekir. Yapılması gereken ise daha önce de anlatıldığı gibi bu şiddetin nedenlerini araştırmak ve basitçe çözülebilecek olan sorunların çözümünü en kısa zamanda sağlamak, uzun vadeli çözüm için ise özellikle kitle eğitim araçları ile bu davranışı değiştirmeğe çalışmak olmalıdır. Hastane ve sağlık kurumlarında olabilecek her türlü şiddet davranışının cezasını artıran yasal düzenlemelerin de yapılması gereklidir. Sonuç olarak hekime yönelik şiddeti önlemenin birinci adımı sosyolojik, psikolojik ve psikiyatrik araştırmalar yapmaktır. Nedeni bilinmeden sorun çözülemeyeceği gibi var olduğu düşünülen sorun ve çözümlerinde bu araştırmalar sonucunda farklı sonuçlar ortaya çıkabileceğini unutmamak gerekir. Bilimsel olmayan yöntemlerle yapılacak çözümler sorunu daha karmaşık hale getirebilir. Tüm sağlık çalışanlarının şiddetten uzak bir çalışma ortamına kavuşması dileği ile 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 17 Çeşitli Boyutları İle Şiddet Kadına Yönelik Şiddette Kadının Rolü ve İkincil Travmalar Oturum Başkanı : Mehmet Sungur Ne yazık ki, kadına yönelik şiddete uygun bir zemin oluşmasında, şiddete uğrayan kadının kendi rolü de küçümsenmeyecek oranda önemli olmaktadır. İkincil travma olarak da tanımlanabilecek bu olgu, çoğu kez kadının uğradığı şiddet nedeniyle kendisini suçlu/hatalı bulmasından kaynaklanmaktadır. Herhangi bir travmayı izleyerek insanların kendi başlarına gelenlerden kendi kendilerini sorumlu tutmaları ya da başkalarını tarafından sorumlu tutulmalarının altında ADİL DÜNYA anlayışı yer almaktadır. En tipik örneği şiddet olaylarında veya ırza geçme olaylarında mağdur olan kişinin saldırganı kışkırttığı biçimindeki suçlamalarla karşılaşmasıdır. Kadın bir yandan ilk travmanın (şiddetin) acısını yaşarken, diğer yandan da kendini suçlayarak ikincil bir travmaya neden olmaktadır. Bunun bir nedeni de kendisini çaresiz hissetmesidir. Çoğu kez gerek şiddet gösteren kişi, gerekse çevredeki yakınlar bu ikincil travmaların oluşumunu kolaylaştırmakta ve böylelikle hem kendi sorumluluk ve ‘suç’larını görememekte hem de kurbanın ortaya çıkan şiddetten kendisini suçlamasına neden olabilmektedir. ‘Sen ne yaptın da seni dövdü?’ şeklinde sorular ya da ‘Beni öylesine öfkelendirdin ki kendimi tutamadım’ biçimindeki açıklamalar şiddet mağdurunun mevcut durumu tam olarak kavrayamamasına neden olabilmektedir. Bu sunumda ikincil travmalara neden olan adil dünya anlayışından söz edilecek ve ikincil travmaların önlenmesi doğrultusunda yapılabilecekler konusunda önerilerde bulunulacaktır. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 17 Çeşitli Boyutları Ile Şiddet Evlilik içi şiddet Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Sungur : Murat Dokur 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 6 P 18 Kadınlarda Şiddet Davranışı Filisid Oturum Başkanı Panelist : Fisun Akdeniz : Armağan Özdemir Filisid toplumun her bireyi kadar psikiyatri alanında çalışanlar için de dehşet verici bir durumdur. Filisid riski bulunan veya filisid eylemi gerçekleştirmiş ebeveynleri değerlendirmek çok zorlayıcı olabilir. Çocukların genellikle dışarıdan gelecek tehlikelere karşı korunması gerektiği düşünülürken çocukların öldürülmesi eyleminin sıklıkla ebeveynleri tarafından gerçekleştirilmesi ve dünyaya geldikleri ilk günün en riskli zaman olması oldukça trajiktir. Filisid genel olarak 18 yaş altı çocukların ebeveynleri tarafından öldürülme eylemini tanımlarken, ilk gün gerçekleşmişse neonatisid, ilk yıl gerçekleşmişse infantisid terimi kullanılır. Terim farklılığının ötesinde bu üç grup arasında sosyodemografik özellikler, psikiyatrik hastalıklar, eylemin biçimi ve nedenleri arasında ciddi farklar göze çarpmaktadır. Filisid eylemiyle ilgili sınıflandırmalar yapılırken bu farklar arasından özellikle nedenlere yönelik çalışmalar yapılmıştır. En sık kullanılan Resnick sınıflandırmasında alturistik, akut psikotik, istenmeyen çocuk, kaza sonucu veya eşten intikam amacıyla yapılan filisid olmak üzere alt gruplar belirlenmiştir. Psikiyatrik hastalığı olan ebeveynler içinde psikotik özellikli depresyon, psikoz, bipolar bozukluk sık görülmektedir. Bu sunumda psikiyatrik hastalığı olan ebeveynlerin genel özelliklerinin belirlenmesi amacıyla literatür bilgisi sunulacak ve psikiyatri çalışanları olarak bu riski değerlendirmek ve önlemler almak konusunda dikkat edilecek hususlar ele alınacaktır. Genel ilgi anne filisidlerine odaklanmasına rağmen baba filisidleri de özellikle daha büyük yaştaki çocuklarda ön plana çıkmaktadır. Anne ve baba filisidleri arasında farklı özellikler incelenecek ve kültürel, hukuki ve evrimsel bakış açısıyla filisid eylemi değerlendirilecektir. Bu sunumda literatür bilgisinin gözden geçirilmesinin yanında klinik deneyimlere yer verilmesi ve uluslararası medyada çok ses getirmiş ve hukuk sisteminde ciddi tartışmalara neden olmuş “Andrea Yates” ve “Sally Clark” vakalarının bize öğrettiklerinin tartışılması amaçlanmıştır. Anahtar sözcükler: filisid, neonatisid, infantisid 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 6 P 18 Kadınlarda Şiddet Davranışı Kadın Ve Erkeklerde Şiddetin Nörobiyolojisi Oturum Başkanı Panelist : Fisun Akdeniz : Çağatay Karşıdağ İnsanlar sosyal olarak doğrudan saldırganlığı erkek cinsiyet rolleriyle, dolaylı saldırganlığı kadın cinsiyet roller bağdaştırmaktadır. İkiz aile çalışmalarında dürtüsel şiddetin % 70 oranında kalıtılabildiği gösterilmiştir. Temel olarak cinsiyetler arasında bir farklılık yokmuş gibi görülmekle beraber bazı açılardan erkek ve kadınlarda görülen şiddetin etki mekanizmalarında değişiklikler saptanabilmektedir. Kadın ve erkeğin sahip olduğu farklı cinsiyet hormonlarının saldırganlık düzeylerini etkilediği, yüksek dopamin ve katekolamin düzeyleri ile düşük serotonin düzeylerinin agresyonu arttırıcı bir etkiye sahip olduğu bilinmektedir. Ayrıca glutamaterjik/GABAerjik sistemindeki denge bozukluklarının da agresyon üzerine etkileri olduğu gösterilmiştir. Ancak saldırganlık ile hormonlar arasında anlamlı bir ilişki olmasına karşın bu dürtüler birçok biyo-psiko- sosyal etkenlerden de önemli ölçüde etkilenmektedir. 10 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 6 P 18 Kadınlarda Şiddet Davranışı Adli Tıp Kurumu’ na gelen kadınların şiddet davranışının araştırılması Oturum Başkanı Panelist : Fisun Akdeniz : Nihat Alpay Kadınların ekonomik sosyal ve siyasal yaşamda artan biçimde yer almaya başlaması ile birlikte kadın suçluluğunda belirgin bir artış olmuştur. Ayrıca ekonomik ve sosyal yapıda hızlı değişimler genelde suç olgusunda ve özellikle kadınların işlediği suçlarda belirgin bir artışı beraberinde getirmiştir.Araştırmalarda kadın suçlu sayısının en yüksek olduğu ülkelerde bile tüm suçluların ancak %20 ‘ si kadındır.Ülkemizde bu oran Doğudan batıya doğru artmakla birlikte %2,5-3,5 olduğu belirtilmektedir.(Balçıoğlu ve ark. 2004) Cinsiyet suç işleme üzerine etkili olduğu erkeklerin kadınlardan daha fazla saldırgan bir eğilim içinde olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda testesteron hormonunun ve bu hormonun düzeyinin saldırganlıkla yakın ilişkisi olduğu bildirilmiştir. Sosyal değişimin en yoğun biçimde hissedildiği yüz yüze ilişkinin yerini formal ilişkilere bıraktığı şehirlerde kadın karmaşık bir ilişki ağı içinde giderek artan bir sorumluluk taşımakta ,bu şartlara kadına karşı şiddet ,aile geçimsizliği ,geçim zorluğu gibi olumsuz faktörler eklenince kadının şiddet davranışı da artmaktadır.Örf,anene ve geleneklerle örülü olan değerlerin zayıflamasını kadının şiddet davranışında ayrı bir sebep olarak ele alınabilir.Kadınların en fazla işledikleri şiddet davranışları adam öldürme (çocuklarını ve eşleri ekseri olmak üzere),öldürmeye teşebbüs ve yaralamalardır. Kadınlar tarafından işlenen suçların en korkuncu ve en fazla raslananı olarak annenin çocuğunu öldürme davranışıdır.Ebeveyn tarafından çocuğun öldürülmesine filisid denir.Neonatisid ise bu olayın doğumun ilk gününde olduğunu belirtir.Filicid görece nadir bir olaydır. A .B.D Sağlık Bakanlığı tarafından 1997 yılında yapılan bir çalışmada homisid çocuk ölümlerinde 1-4 yaş arası 4.,5-14 yaş arasında 3. Ve 15-24 yaş arasında 2. En sık sebebi olduğunu bildirmiştir.A.B.D. bu oran 8/100000 olarak verilmektedir. Aslında fiklisid olgularının elde edilen rakamlardan çok fazla olduğu fakat filisidlerin aile tarafından normal ölümmüş gibi gösteriLdiği bu nedenle sayının az olduğu söylenebilir.Bazı toplumlarda zayıf ve hasta çocukların öldürülmesi geleneğide vardır.Bunlar kendi toplumla rında olagan karşılandığı için filisid olarak kabul edilmemektedir. Eşini Öldüren Kadınlar kişinin tahsil durumu Valid okur-yazar degil okur-yazar İlkokul Ortaokul Lise yuksekokul Total . Çocuğunu Öldüren Kadınlar Total 32 Frequency 2 3 15 3 2 1 26 Percent 7,7 11,5 57,7 11,5 7,7 3,8 100,0 100,0 Valid Percent 7,7 11,5 57,7 11,5 7,7 3,8 100,0 100,0 Cumulative Percent 7,7 19,2 76,9 88,5 96,2 100,0 hastanın tahsil durumu Valid egitimi yok İlkokul Ortaokul Lise yuksekokul Total Frequency 8 12 4 2 6 32 Percent 25,0 37,5 12,5 6,3 18,8 100,0 Valid Percent 25,0 37,5 12,5 6,3 18,8 100,0 Cumulative Percent 25,0 62,5 75,0 81,3 100,0 cezai ehliyeti Valid var yok Total Frequency 19 13 32 Percent 59,4 40,6 100,0 Valid Percent 59,4 40,6 100,0 Cumulative Percent 59,4 100,0 1-Farooque R,and Emst FA. Filicide : A rewıew of Eight Years of Clinical Experence. Journal of the National Medical Association.2003, Vol.95,No:1.. 2-- West S.G. An Overview of Filicide..Psychiatry (Edgmant)2007,4(2):48-57 3- Bourget D, Grace J, and Whitehurst L. A Review of Maternal and Paternal Filicide..J Am Acad Psychatry 2007 Law35:74-83 4-Friedman SH,Horwitz SM,Resnick PJ. Child Murder by Mothers : A critical Analysis of the Current State of Knowledge and a Research Agenda..Am J Psychiatry , 2005,162:9 5- Putkonen H,Henelius GW, Lindberg L, Eronen M. and Hakkanen H. Differences between homicide and filicide offenders; results of a nationwide register-based case-control study. BMC Psychiatry 2009,9:27 10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3 P 19 Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet Ve Terör Ötekileştirme Ve Terör Oturum Başkanı Panelist : Abdülkadir Çevik : Ayşe Gül Yılmaz Özpolat Ötekileştirmek, bir insanı veya insan topluluğunu ‘’öteki’’ olarak görüp ondan uzaklaşmak, onu potansiyel bir düşman olarak görmek, kötü ve zararlı olarak damgalamak, yok etmeye veya kendine benzeterek ‘’kurtarmaya’’(!) çalışmaktır. Kadın-erkek, beyaz-zenci, zengin-fakir, özellikle 11 Eylül’den sonra müslüman-müslüman olmayan, Türk-Kürt, alevi-sünni, heteroseksüel-homoseksüel, dindar-dindar olmayan, sağcı-solcu, laik-laik olmayan, Atatürkçü-Atatürkçü olmayan, Ak parti-cemaat gündelik hayatta en sık karşılaştığımız ötekileştirme örnekleri. Aslında gündelik hayatta “hemşerim memleket nere?” ile başlıyor ötekileştirme, fakat hayatın her alanında bir başkası için öteki olmadığımız alan kalmıyor neredeyse. Şiddet ise, kişinin kendisine, başka birisine, bir gruba, topluma karşı gücünü istemli olarak kullanması ya da tehdit etmesi. Farklılıkların barış içinde bir arada yaşayabilmesi, gerçek bir demokrasi ve kardeşliğin hayat bulabilmesi, insanların yaşam içerisinde gerçekten de eşit olabilmesi için kimsenin ötekileştirilmemesi, farklı görülenin kötülenmemesi ise umut edilen. 10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3 P 19 Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet Ve Terör Politik Psikoloji ve Terör Oturum Başkanı Panelist : Abdülkadir Çevik : Erguvan Tuğba Özel Kızıl Politik psikoloji, politik yargı ve kararların altında yatan zihinsel süreçleri incelemektedir. Terörizm, toplumda korku, endişe, huzursuzluk ve karmaşa yaratmayı amaçlayan her türlü psikolojik ve fiziksel şiddet içeren eylemleri kapsamaktadır. Kitlesel şiddet ve soykırım gibi diğer şiddet davranışlarından farkı, terörün küçük bir gruba yönelik olan, ancak büyük grupları etkilemesi hedeflenen eylemler olmasıdır. Terörün amacı direk olarak öldürmekten ziyade , toplumun dikkatini çekmek, topluma zarar vermek ve bu yolla politik mesajların iletilmesini sağlamaktır. Terör amaçlarına göre etnik, dini, ideolojik terör gibi altbaşlıklar halinde incelenmektedir. Yapılan çalışmalar teröristlerde majör psikopatolojilerin bulunmadığını desteklemektedir. Dolayısıyla, terörizmin psikolojisi incelenirken bireysel psikolojik kavramların yeterli olmayacağı, konunun sosyopsikolojik ya da politik psikolojik kavramlarla ele alınması gerektiği bildirilmektedir. Bu panel sunumunda terörizmin altında yatan nedenler politik psikolojik kavramlar ışığında tartışılacaktır. 10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3 P 19 Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet Ve Terör Şiddetin Psikodinamik Etiyolojisi ve Kimlik Oturum Başkanı Panelist : Abdülkadir Çevik : Rıfat İlhan Şiddet; evrimsel, ontogenetik, tarihsel, ekonomik, sosyopolitik alanlardan etkilenen ve köken alan çok boyutlu bir fenomendir. Şiddet, insanoğlunun biyopsikososyal özellikleri nedeniyle, birçok farklı görünüme ve nedene sahip olabilmektedir. Bunlarla birlikte gerek bireyler arasında gerekse de geniş gruplar arasında ki şiddetin ve çatışmanın kökeninde kimliğin önemli bir yeri bulunmaktadır. Kimlik ; bireyin kim olduğuna ilişkin kendi düşüncelerini ve bireyin geçmişini, şimdiki zamanını ve geleceğini kapsayan bir algıdır. Kimliği berraklaşan kişi; gerçekçi bir kendilik algısı ile birlikte grubu ve idealleriyle içsel bir dayanışma duygusuna sahip demektir. Bu anlamda bireysel çekirdek kimliğin ve grup kimliğinin gelişiminde psikanalitik ve psikodinamik kuramların dikkate alınması, şiddetin psikodinamik etiyolojisine ışık tutacaktır. Anahtar Kelimeler: Şiddet, Kimlik, Geniş Grup Kimliği 10 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 3 P 19 Politik Psikoloji Penceresinden Şiddet ve Terör Terör ve Medya Oturum Başkanı Panelist : Abdülkadir Çevik : B. Senem Çevik-Ersaydı Terörizm ve medya birbirine yaşamsal açıdan bağlı ve bağımlıdır. Terör örgütleri ulusal ve uluslar arası kamuoyunu etkilemek amacıyla medyaya ihtiyaç duyarlar. Terör örgütleri medya aracılığı ile hem kendi ideolojilerine destek veren gruplara, muhtemel hedef kitlelere hem de terör eylemlerine maruz kalan ülkenin halkına mesaj vermektedir. Terör örgütleri medyayı bir propaganda aracı olarak kullanırken medya da bir yandan bu duruma yarı gönüllü bir alet olma yarışı içindedir. Terör örgütlerinin medyaya olan yaşamsal ihtiyacı kadar medyanın da terör eylemlerini bir popüler kültür ve tüketim nesnesi olarak sunma ihtiyacı vardır. Terör ile ilgili yapılan haberler medya için büyük bir kaynak oluşturmakta, izleyicilerin duygularına hitap ederek izlenirliği artırmaktadır. Bir diğer açıdan bakıldığında tüm bu karşılıklı bağımlılık modeli tarafların toplumlar üzerinde bir güç algısı oluşturmaya çalışmasını değiştirmez. Medya üzerinden yürütülen bir güç mücadelesi ve psikolojik savaş grupların algılarını yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Öte yandan terör ve medya ilişkisi devletlerin kendi sürekliliği, aidiyetin pekiştirilmesi ve en önemlisi de toplumsal statükonun devamı açısından hayatidir. Yani medyanın gösteri dünyasında sunulan ve tüketilen terör haberleri birey ve toplumların uzaklarında yaşandığından içinde bulunulan durumun da devamını teşvik etmektedir. Kısacası terör eylemleri uzaklarda yaşansa da medya aracılığı ile ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor, toplumların grup kimliklerinin bütünlüklerini de tehdit edecek boyuta varıyor. Bu da toplumsal bir regresyona neden olarak, toplum içinde gerginliklere yol açabiliyor. Toplumların tahammül eşikleri azalıyor. Böylece terör tanımı ile örtüşen bir biçimde, fiziksel olarak zarar görmeyen, olaydan uzaktaki toplumun diğer bireylerine de ulaşmış olmaktadır. 10 Ekim 2012 / 17:30 – 19:00 / Salon 3 P 20 Şizofreni ve Şiddet Şizofreni hastasında şiddeti önlemek ve başa çıkmak için neler yapılmalı ? Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Yıldız : Ersin Hatice Karslıoğlu Şiddetin şizofreni hastalarında genel topluma oranla arttığını gösteren çalışmalar yanında artmadığını bildirenler de bulunmaktadır. Şizofreni hastalarının büyük çoğunluğu şiddet göstermese de az bir bölümünde saldırganlık devam edegelir. Ruhsal hastalığa atfedilen şiddet suçları %5 kadar az omasına rağmen, hastaların damgalanmasına neden olur. Sorunun önemine sıkça vurgu yapılsa da şiddet davranışının tedavisi konusunda güvenilir bilgi azdır. Bu sunumda şiddet davranışının tedavisi, yönetimi literatür bilgisi ışığında ele alınmaya çalışılacaktır. Şiddet davranışı etyolojik olarak 3 ayrı alanda incelenebilir: 1- Şizofreni belirtileri ile ilişikili olanlar: Çoğunlukla emir veren işitsel varsanı, şüphecilik, kıskançlık varsanıları gibi pozitif belirtilerle ilişkilidir. 2İmpulsivite: Hastalığın bir parçası olarak impulsivite artışı, impulsif saldırılara neden olabilir. 3- Son olarak psikopati ile ilişkili impulsivite ve saldırganlık: Şizofreniye eşlik eden kişilik bozukluklarında, antisosyal özellikler eşlik ettiğinde şiddet davranışının arttığı izlenilmiştir. Tedavide bu 3 ayrı alana göre düzenleme gereklidir. Antipsikotikler birinci grup hastada etkili iken, dürtüsellik ve eşlik eden psikopati farklı bir yönetimi gerektirir. Şizofrenide şiddet riski olan hastaların tanınması ilk adımdır. Çocukluk çağı bağlanma sorunları, davranım bozukluğu öyküsü olan, genç, erkek, madde kullanım bozukluğu eşlik eden, işsiz, dezorganize yaşam tarzı olan hastalarda risk daha yüksektir. Tedavi uyumu olmayan hastalarda dikkatli olunmalıdır. Hastaya müdahalede öncelikle hastanın ve çalışanların güvenliği sağlanmalıdır. Empati her zamanki gibi esastır; dikkati dağıtma, gerekirse geçici olarak hastayı tecrit etme uygulanabilir. İlaç tedavisinde hastanın sakinleştirilmesi esas olup, kimyasal tespit anlamına gelecek düzeyde sedasyondan kaçınılmalıdır. Klozapine atfedilen özel bir anti-agresif etkinlik sözkonusu olsa da; atipik ve tipik tüm antipsikotiklerin etkili olduğu söylenebilir. Kısa dönemde benzodiyazepinler, uzun dönemde ise serotonin geri alım inhibitörleri ve duygudurum dengeleyiciler yardımcı olabilir. Psikotik belirtilerin kontrol altında tutulması, ilaç uyumunun gözden geçirilmesi, şiddetle ilişkili olabilecek risk etmenlerinin (Geçmiş şiddet öyküsü, fiziksel kötüye kullanılma, ailede suç kaydı, alkol-madde kullanımı, yaş, cinsiyet, işsizlik, yeni boşanmış olma, işten yeni ayrılma...vs) değerlendirilmesi ve yönetimi, şizofreni hastalarında şiddet riskini azaltmada önemlidir. Kaynaklar: 1- Volavka J., Citrome L. Pathways to aggression in schizophrenia affect results of treatment. Schizophrenia Bulletin (2011);37(5):921-929. 2- Hodgins S. Violent behaviour among people with schizophrenia: a framework for investigations of causes, and effective treatment, and prevention. Phil. Trans. R. Soc. B 10 Ekim 2012 / 17:30 – 19:00 / Salon 3 P 20 Şizofreni ve Şiddet Şiddetin Mağduru Olarak Şizofreni Hastası Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Yıldız : Haldun Soygür Şizofreni bağlamında şiddet söz konusu edildiğinde, genellikle şizofreni hastalarının neden olduğu şiddet akla gelmektedir. Oysa pek çok çalışmada şizofreni hastalarının şiddet eylemlerinin mağduru ya da kurbanı oldukları, bu açıdan toplumu oluşturan diğer bireylere göre daha fazla risk altında oldukları ortaya konulmuştur. Ayrıca şiddet sadece fiziksel bir eylemden ibaret olmayarak daha geniş bir şekilde tanımlandığında da, şizofreni hastalarının damgalanma ve ayrımcılığa maruz kalmaları, toplum içinde eşit yaşama şansından mahrum olmaları gibi nedenlerle şiddetin mağduru oldukları görülmektedir. Bu sunumda, şizofreni hastalarının şiddetten gördükleri zararlar, bu durumun olası nedenleri ve nasıl baş edilebileceği konuları ele alınmıştır. Kaynaklar Fitzgerald PB, de Castella AR, Filia KM, Filia SL, Benitez J (2005) Victimization of patients with schizophrenia and related disorders. Kulkarni JAust N Z J Psychiatry, 39(3):169-74. Brekke JS, Prindle C, Bae SW. Long JD (2001) Risks for Individuals With Schizophrenia Who Are Living in the Community, Psychıatrıc Servıces, 52(10):1358-1366. 10 Ekim 2012 / 17:30 – 19:00 / Salon 3 P 20 Şizofreni ve Şiddet Şiddetin Nedeni Olarak Şizofreni Hastası Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Yıldız : Ömer Böke İnsanlar sıklıkla şizofreni ve şiddet arasında doğrudan bir bağ olduğunu düşünmektedir. Ruhsal hastalığı olan birinin şiddet eylemi ile ilgili herhangi bir haber, bu bağı pekiştirmektedir(1). Özellikle kitlesel, çok ciddi şiddet eylemi gerçekleştirenlerin ruhsal hastalığının olma şüphesinin basın organlarında işlenmesi, şizofreni hastaları ve yakınları üzerinde ağır bir örselenme oluşturmaktadır. Akademik ortamda ise 1980’lere kadar uzman görüşü çerçevesinde, şizofreni hastalığı ile şiddet eylemi arasında hiçbir bağlantı olmadığı ileri sürülüyordu.. Ancak 1980’lerden sonra yapılan geniş örneklemli epidemiyolojik araştırmalar, şizofreni hastalarının genel popülasyona göre daha sık şiddet eylemi içinde bulunduklarını göstermiştir. Çalışmalar genel popülasyona göre hiç fark bulamama ile 7 kat artmış risk arasında değişiklik göstermiştir(2). Bununla birlikte hastaların çok önemli bir kısmının hiçbir şiddet davranışı içinde bulunmadıklarını da biliyoruz. Çalışmalar tutarlı biçimde şiddet davranışı gösteren şizofreni hastalarında komorbid madde bağımlılığı olduğunu ortaya koymuştur. Madde bağımlılığı kontrol edildiğinde, şiddet davranışı sıklığının genel popülasyonla eşleştiğini gösteren çalışmalar vardır. Ayrıca tedavi uyumunun kötü olması, ve gelişim döneminde maruz kalınan şiddet ve olumsuz sosyal koşullar ile şiddet davranışı arasında ilişki gösterilmiştir. Hastalarının uyguladığı şiddet davranışının yarısına yakın bir kısmının psikiyatri tedavisi öncesinde olduğu, şiddet yoğunluğu ile tedavisiz geçen süre arasında ilişkinin bulunduğu ve özellikle istemsiz tedavi girişimleri ile birlikte şiddet davranışının ortaya çıktığı bildirilmiştir(3). Bunlarla birlikte tedavi altında olan şizofreni hastalalarında şiddet davranışının genel popülasyondan farklı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Şizofreni hastalığının bazı farklı nörobiyolojik ve klinik özelliklerinin de şiddet davranışını belirlediği konusunda veriler vardır(4,5). Sunumda şizofreni hastalarının şiddet davranışı ile ilgili epidemiyolojik veriler sunulduktan sonra klinik ve nörobiyolojik farklılıklar özetlenecektir. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. Wehring HJ, Carpenter WT. Violence and Schizophrenia. Sch Bull 2011; 37:877-878. Fazel S, Gulati G, Linsell L, Geddes JR, Grann M. Schizophrenia and violence: Systematic review and metaanalysis. Plos Medicine 2009; 6:1-15. Large MM, Nielssen O. Violence in first epizode psychosis; A systematic review and meta-analysis. Schizophrenia Res 2011; 125: 209-220. Kuehn BM. Evidence Suggests Complex Links Between Violence and Schizophrenia. JAMA 2012; 308: 658-659. Soyka M. Neurobiology of Aggression and Violence in Schizophrenia. Schizophrenia Bulletin; 37: 913-920. Bridget M. Kuehn JAMA. 2012;308(7):658-659. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 21 Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları Paneli) Aşk Oturum Başkanı Panelist : Levent Mete : Almila Erol Octavia Paz’a göre aşk, ruhla beden arasında cinsellikten saygıya, sevecenlikten erotizme kadar bir dizi duyu ve duygu yelpazesi gibi açılır ama bu duygular düşmanlık, çekişme, korku, kıskançlık ve nefreti de içerir. Aşk, kelimenin en geniş anlamıyla bir bütün olarak kültürün temelini oluşturur. Evrendeki yaratıklar içinde en tutkulu olan ve en çok arayan insandır. Bu tutkunun kaynağı “o”nu tekrar keşfetmek için yorulmak bilmez arzudan başka bir şey değildir ve “o” herhangi bir biçim alabilir. Kendi biçimimizde şiir yazar, müzik dinler, katedraller inşa eder ve öteki gezegenlere uçarız. Öte yandan, yetişkin aşk her zaman libidinal olarak ve saldırganlıkla yüklenmiş benlik ve nesne temsillerinin bütünleşmesini içerir. Bu çift değerlilik (aşk-nefret) her anlamlı insan ilişkisinin olduğu gibi aşkın da karakteristiğidir ve aşk ilişkisi içerisinde tekrar canlanır. Libido-saldırganlık, aşk-nefret bütünleşmesi aşk ilişkilerinin kapasitesinin önemli özelliğidir. Bireyin saldırgan dürtülerinin yüceltilmesi sevgi ve ilgi kapasitesini doğurur. Kaynaklar 1) 2) 3) Otto Kernberg. Aşk ilişkileri: Normallik ve patoloji. 3. Basım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011. Paul Verhaeghe. Yalnızlık zamanında aşk. Encore Yayınları, İstanbul 2003. Octavio Paz. Çifte alev. Okuyan Us Yayın, İstanbul 2002. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 21 Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları “Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumşatmanın Yolları” Paneli Sanat Oturum Başkanı Panelist : Levent Mete : Demet Gülpek Tolstoy sanatı, insanın bir zaman duymuş olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da sözcüklerde biçimlenmiş olarak aktarması olarak tanımlamıştır. Diğer yandan, sanattan, insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetik ilişki olarak da söz edilmektedir. Şiddet ise insanın saldırgan dürtülerinin bir çeşit dışa yansımasıdır. Sigmund Freud’e göre yaratıcılığın kökeni bilinç dışıdır. Bastırılmış ilkel cinsel ve saldırgan dürtülerin, yüceltme mekanizması ile toplum tarafından kabul edilebilir bir şekle girdiğini savunan Freud, sanat yapıtlarını birer yüceltme ürünü olarak nitelendirir. Sanatçıyı ise ruhunda güçlü içgüdüsel tutkuların varlığını duyan ve bu tutkuları oldukça dikkate değer bir yumuşatılmışlık içinde açığa vuran çekici bir insan olarak tanımlar. Sanat ve şiddet aslında yan yana gelmemesi gereken iki kavram gibi görünse de etik ve estetik çerçevede oluşan şiddet ve sanat bir arada yaşarlar, çoğu zaman da ötüşürler. Sanat, soylu ve yüce duygular kadar (sevgi, aşk, barış, dostluk, hayranlık) kadar kin, nefret, kıskançlık, saldırganlık gibi duygu ve dürtülerin de bir yansıması olmuştur. Kaynaklar 1.Freud S. Sanat ve Sanatçılar Üzerine. 5. baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2012. 2.Mülayim S. Sanat ve Şiddet. Ders Belgeliği 2000; 8:1-4. 3.Soygür H. Sanat ve Delilik. Klinik Psikiyatri 1999; 2:124-133. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 21 Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanın Yolları Ateşle Oynamak: Şiddeti Yumuşatmanin Yollari” Panelinde Mizah Oturum Başkanı Panelist : Levent Mete : Levent Mete Mizah, insanın esnemeyen, katı ve uyumsuz yanlarını törpüleyip düzeltmeye yönelik bir ceza sistemidir. Gündelik yaşamın uyumunu bozan ağır suçları hukuk yoluyla değerlendirip, infaz sistemiyle cezalandıran toplum, “hafif suçlar” olarak görülebilecek uyumsuzlukları gülerek cezalandırır. Bu da bir şiddettir, ancak, şiddetinin evcilleştirip yumuşatılmış, en gelişkin hallerinden birisidir. Aynı zamanda, ayrımcılığa, adaletsizliğe, hoşgörüsüzlüğe yol açan katı ve uyumsuz yanları gülünçleştirerek, şiddetin önemli kaynaklarından birisini hırpalar, kan kaybetmesine, güçsüzleşmesine yol açar. Kaynaklar 1. 2. Henri Bergson. Gülme. Ayrıntı Yayınları. İstanbul, 1996. Sigmund Freud. Günlük Yaşamın Psikopatolojisi. Payel Yayınları, İstanbul, 1996. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 22 Anksıyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – I Obsesif Kompulsif Bozukluk Oturum Başkanı Panelist : Raşit Tükel : Mehmet Murat Demet 2013 yılında yayımlanması beklenen DSM-5 Sınıflandırma versiyonunda obsesif kompulsif bozukluk üzerinde ne fazla değişiklik yapılması önerilen tanı kategorilerinden biridir. Çok uzun süreden beri tartışılan “obsesif kompulsif spektrum” kavramı ya da daha kapsayıcı ifade ile “obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar” kavramı ilk kez DSM5’in yayımlanması ile birlikte psikiyatrik sınıflandırma tarihindeki yerini alacakmış gibi görünmektedir. DSM-5 önerilerinde obsesif kompulsif bozukluk, beden dismorfik bozukluğu, istifleme bozukluğu, saç yolma bozukluğu (trikotilomani), cilt yolma bozukluğu, madde kullanımına bağlı obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar, tıbbi durumlara bağlı obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar, obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar ve başka türlü adlandırılamayan obsesif kompulsif ve ilişkili bozukluklar bu ana kategori altında sınıflandırılacaklardır. Bu konuşmada yalnızca obsesif kompulsif bozukluk için yapılan değişiklik önerileri sunulacak ve tartışma ortamı sağlanacaktır. DSM-5’te obsesif kompulsif bozukluk için yapılan değişiklik önerileri üç ana başlıkta toplanabilir: (a) Ölçütlerdeki ifade değişiklikleri, (b) İç görü ve belirteç değişiklikleri, (c) Şiddet değerlendirmesine yönelik öneriler (a) Ölçütlerdeki ifade değişiklikleri 1. Obsesyonları tanımlayan birinci ölçütte “impuls” sözcüğünün yerine “urge” sözcüğünün kullanılması önerilmektedir. Hem impuls hem de urge sözcüğünün bazı obsesyon tiplerindeki istem dışılığı (kontrol kaybını) karşılıyor olmasına karşın impuls ifadesinin ayırıcı tanıda karışıklık yaratacak şekilde impuls kontrol bozukluklarını çağrıştırabilmesi bu öneri için gerekçe olarak gösterilmektedir. 2. Yine Obsesyonları tanımlayan birinci ölçütteki “inappropriate”-“uygunsuz” sözcüğünün obsesyonların ego-distonikliğinin belirlenmesinin güç olması ve çeşitli kültürlerde, cinsiyet ve yaş gruplarında uygun olma ya da uygun olmama ile ilgili yorumların farklılık göstermesi nedeni ile “unwanted”-“istenmeyen” sözcüğü ile değiştirilmesi önerilmektedir. 3. Yine obsesyonları tanımlayan birinci ölçüte OKB’li hastalarının çoğunun en azından orta derecede anskiyete ve zorlanma yaşaması ancak tüm obsesyonların belirgin anksiyete ve zorlanmaya neden olmaması nedeni ile “in most individuals”-“bireylerin çoğunda” ifadesinin eklenmesi önerilmiştir. 4. DSM-IV ölçütlerinde var olan ve obsesyonları yaygın anksiyete bozukluğu ve psikotik bozukluklardan ayırt etmeye yarayan iki maddenin A ölçütünden kaldırılması ve ayırıcı tanı ölçütü olan C ölçütü içinde değerlendirilmesi önerilmektedir. 5. DSM-IV’teki kişinin obsesyon ya da kompulsiyonları aşırı ya da anlamsız olduğunu kabul etmesine ilişkin B ölçütünün farklı anlamlar içerebileceği, OKB’de içgörü kavramının değişiklikler göstermesi ve sanrısal OKB inançları olması nedeni ile kaldırılması ve içgörü kavramında yapılacak yeni düzenleme içinde vurgulanması gerektiği önerilmektedir. 6. DSM-IV’te süre eşiği klinik bir kanıt olmamasına karşın “günde bir saatten daha uzun zaman” ifadesi ile belirliydi. Kanıt bulunmamasını ve kaba bir rehber ifade olduğunun vurgulanması için ifadenin başına “örneğin” getirilerek , “örneğin, günde bir saatten daha uzun zaman” şekline dönüştürülmesi önerilmektedir. Böylece diğer bozuklukların ölçütlerinde kullanılan klinik ölçüt dili ile de uyumlu hale getirilmiş olacaktır. 7. Ayrıcı tanı ölçüte olan C ölçütü majör depresif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, hastalık anksiyetesi bozukluğu, parafililer, dürtü denetim bozuklukları, istifleme bozukluğu ve cilt yolma bozukluğunu da içine alacak şekilde genişletilmiştir. (b) İçgörü ve belirteç değişiklikleri 8. DSM-IV’teki içgörü değerlendirmesi hem belirişiz bir terminoloji kullandığı hem de OKB tipik bir epizodik hastalık olmamasına karşın şimdiki duruma odaklanmaktadır. Ayrıca “İçgörüsü az olan” ifadesi OKB’de gerçekte var olan “iyi içgörü” ve “içgörüsüzlük” şeklide sınırları olan yelpazeyi karşılamamaktadır. Tamamen içgörüsüz olan bir OKB hastasının OKB yerine bir psikotik bozukluk olarak tanı alması ile ilgili sorunu da çözmemektedir. İçgörünün daha geniş bir yelpazede değerlendirilmesi gerektiği noktasından yola çıkılarak “iç görüsü iyi ya da yeterince olan”, “içgörüsü az olan” ve “ sanrısal OKB inancı” şeklinde bir derecelendirme önerilmektedir. 9. Erken başlangıç, erkek cinsiyette daha fazla bulunması, yüksek ailesel özellik göstermesi, simetri ve tamlık obsesyonalrı, sıralama ve düzenleme kompulsiyonları, duyusal fenomenin ön planda olması belirli olan ve SGAİ’lerin antipsikotik le güçlendirilmesinden yarar sağlayan bir alttipin belirteci olarak “tik ile ilişkili” belirtecinin eklenmesi önerilmektedir. (c) Şiddet değerlendirmesine yönelik öneriler 10. DSM-V görev grubu OKB’nin şiddetinin değerlendirilmesi için Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği, Florida Obsesyon-Kompulsiyon Envanteri’ni, içgörü değerlendirmesi için de Brown İnanç Değerlendirme Ölçeğinin kullanılmasını önermektedir. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 22 Anksıyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – I Travma Sonrası Stres Bozukluğu Oturum Başkanı Panelist : Raşit Tükel : Mehmet Murat Demet 2013 yılında yayımlanması beklenen DSM-5 Sınıflandırma versiyonu için DSM-IV’te anksiyete bozuklukları ve uyum bozuklukları bölümlerinde bulunan tanıları içerecek şekilde oluşturulacak “Travma ve stres ile ilişkili bozukluklar” ana tanı kategorisi önerilmiştir. DSM-5 önerilerinde tepkisel bağlanma bozukluğu, disinhibe sosyal bağlanma bozukluğu, akut stres bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, uyum bozukluğu, başka türlü adlandırılamayan travma ve stresle ilişkili bozukluklar ile daha ileri araştırma gerektiren bir durum olarak “ısrarlı karmaşık yas bozukluğu” bu ana tanı kategorisi içinde yer alacaktır. Bu konuşmada yalnızca travma sonrası stres bozukluğu için yapılan değişiklik önerileri sunulacak ve tartışma ortamı sağlanacaktır. DSM-5’te travma sonrası stres bozukluğu için yapılan değişiklik önerileri dört ana başlıkta toplanabilir: (a) Ölçütlerdeki değişiklikler, (b) Belirteç değişiklikleri, (c) Alttip tanımlamaları, (d) Şiddet belirlemesine yönelik öneriler (a) Ölçütlerdeki değişiklikler Tanı ölçütleri ölçütlerin erişkinler, ergenler ve altı yaşından büyük çocuklara uygulanabileceğine ilişkin bir not ile başlamaktadır Altı yaş ve daha küçük çocuklar için daha sonra ele alınacak “okul öncesi alt tip” önerisi getirilmiştir. 1. DSM-IV’ten farklı olarak yeni versiyonda travmanın belirsiz ve dar kapsamlı tanımı değiştirilmiş, travmanın tanımı ve travmayla karşılaşmanın hangi yollarla olabileceği ayrıntılı bir biçimde ifade edilmiştir. Buna göre üç çeşit travma ile gerçekten karşılaşma ya da tehdit algılama bulunmaktadır: (a) ölüm, (b) ciddi yaralanma veya (3) cinsel saldırı. Travma ile doğrudan karşılaşma, başkalarının travmaya maruz kalmasına şahsen tanık olma, yakın akrabaların ya da yakın arkadaşların saldırı ya da kaza ile gerçek ölüm ya da ölüm tehdidi yaşadığını öğrenmek, travmatik olayın olumsuz ayrıntılarını tekrar tekrar yaşama veya aşırı derecede maruz kalma (ör. Kaza sonrası insanlardan kalan kalıntıları toplayan kişi olma ya da çocuk istismarının ayrıntıları ile defalarca karşılaşan polis memuru olma) (İşle ilgili olanlar hariç elektronik medya, televizyon, film veya resimler yolu ile maruziyet bu ölçütü karşılamaz). 2. DSM-IV’teki “kişinin tepkileri arasında aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşme vardır” ifadesinin yararsız olduğu için kaldırılması önerilmiştir. 3. DSM-IV’teki yeniden yaşantılamayı tanımlayan B ölçütünde 1., 2., ve 3. Maddelerde küçük değişikler yapılması önerilmiştir. Buna göre: a. “Olayın elde olmadan tekrar tekrar anımsanan sıkıntı veren, düşlem, düşünce veya algıları da içeren anıları” şeklindeki ifade “travmatik olay ya da olayların kendiliğinden ya da bir neden bağlı olarak yineleyici, istemsiz ve zorla ve zorlanma yaşatacak şekilde anımsanması” şeklinde değiştirilmesi önerilmiştir. Buna gerekçe olarak da muhtemel bir depresif ruminasyon durumunu dışarıda bırakmak şeklinde gösterilmiştir. b. “Olayı sık sık sıkıntı veren bir biçimde rüyada görme” ifadesinin içeriği ve duygulanımının olay ya da olaylar ile ilişkili olduğu yineleyici ve zorlanma yaşatan rüyalar görme” şeklinde değiştirilmesi önerilmiştir. Değişik kültürlerde daha kabul edilebilir olacak bir ifadenin yazılması gerekçe olarak gösterilmiştir. c. B3 maddesindeki flashback yaşantılarını da içeren disosiyatif yaşantıların tanımının en uç noktası mevcut durum ve çevreye karşı farkındalığın tam olarak kaybolduğu durumlar olan ve yelpaze kavramı şeklinde değiştirilmesi önerilmektedir. 4. DSM-IV’teki sürekli kaçınma ve genel tepkilerde azalmayı tanımlayan C ölçütünün iki ayrı ölçüte bölünmesi önerilmektedir. Buna göre DSM-V taslağının C ölçütü kaçınmaları, D ölçütü kognisyon ve 5. 6. (b) 7. (c) 8. (d) duygudurumda travmatik olaya ilişik olarak meydana gelen olumsuz değişiklikleri içerecek şekilde oluşturulacaktır. Yeni oluşturulan ve kognisyon ve duygudurumda travmatik olaya ilişik olarak meydana gelen olumsuz değişiklikleri içeren D ölçütünde bazı değişiklikler ve eklemeler yapılması önerilmektedir. Buna göre: a. DSM-IV’teki “bir geleceği kalmadığı duygusunu taşıma” ifadesinin DSM-V taslağında “travmatik olaydan sonra başlayan ya da kötüleşen “ben kötüyüm”, “güvenilecek kimse kalmadı”, “dünya tamamen tehlikeli” gibi kendisi, diğerleri ve dünya hakkında ısrarlı ve abartılı olumsuz inanç ve beklentiler” şeklinde değiştirilerek daha belirgin ve kapsayıcı duruma genişletilmesi önerilmektedir. b. D3 maddesi ile yeni semptom olarak “kendini ya da başkasını ısrarlı şekilde suçlamak” ifadesi eklenmesi önerilmiştir. c. D4 maddesi ile yine yeni bir semptom olarak “ısrarlı negatif emosyonel durum” ifadesi eklenmiştir. Aşırı uyarılmışlık ve tepkiselliği tanımlayan E1 maddesinde daha önce “irritabilite ve öfke patlamaları” şeklinde olan ifadenin davranışı betimleyen önek şeklinde düzenlenerek “irritabl ve agressif” şeklinde yazılması önerilmektedir. E2 maddesinde ise yeni semptom olarak “umursamazlık veya kendine zarar verici davranış” ifadesinin eklenmesi önerilmiştir. Belirteç değişiklikleri DSM-IV’te 3 aylık süre itibari ile vurgulanması istenen “akut” ve “kronik” belirteçleri ile 6 aydan sonra semptom başlangıcını tanımlayan “geç başlangıçlı” belirtecinin kaldırılması önerilmektedir. Alttip tanımlamaları DSM-5 taslağı için daha önceki versiyonda olmayan iki alttip, Okul Öncesi Alttipi ve Disosiyatip Alttip önerilmektedir. DSM-V genel mantığına uygun olarak TSSB için de şiddet belirlemek üzere ölçek kullanılması önerilmektedir. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 23 Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi Şizofreni tedavisinde sorun olan aile Oturum Başkanı Panelist : Alp Üçok : E. Cem Atbaşoğlu Ağır psikiyatrik rahatsızlıklarda hastanın ailesinin tanı ve tedavideki rolü çok önemlidir. Yakın aile üyelerinin hastayla ilişkilerinin rahatsızlık seyrinde etkili olduğu bilinmektedir. Aileden kaynaklanan ve rahatsızlık seyrini olumsuz etkileyebilen zorlukların en iyi bilineni, duygu dışavurumunun yüksek olmasıdır (1). Ancak sadece duygu dışavurumuna odaklanmak yeterince kapsamlı bir değerlendirme yapmayı sağlamaz. Şizofreniye ilişkin epidemiyolojik araştırmaların şu bulguları da, dolaylı olarak, ailenin tedavi sürecinde dikkate alınması gerektiğine işaret etmektedir: Şizofreni nedeninin %65-80’lik kısmı kalıtılan özelliklere atfedilir; ancak, tek hasta bulunan aileler birden çok hasta bulunan ailelerden çoktur. Şizofreni tanısı konmuş olan hastaların aile üyelerinde gerek şizofreni belirtilerinin hafif biçimleri gerekse başka psikiyatrik tanılar, klinik dışı nüfusa göre daha yaygındır (2-4). Tanı konmuş tek vakanın bulunduğu aileler daha çok olduğuna ve aile üyelerinde psikiyatrik belirti bulma olasılığı ortalamadan yüksek olduğuna göre, tedavide ailenin yeniden ele alınması gereken durumları gözden kaçırmamak ve gerekli müdahalede gecikmemek önemli bir ilkedir. Bu konuda hekim için uyarıcı olabilecek özellikler şöyle özetlenebilir: (i) Hastanın aile üyeleriyle ilişkisindeki sorunların ağırlıklı olması (aile üyeleriyle hastanın birbirlerinden yakınmalarının çok, karşılıklı beklentilerinin yüksek olması gibi) (ii) Psikozun ya da davranış belirtilerinin aile üyeleriyle ilgili ya da onlara yönelik olması (iii) Hastanın taciz yakınmasının bulunması ya da böyle bir izlenim edinilmesi (iv) Güncel bilgiye uygun ilaç tedavisiyle yeterli düzelme sağlanmaması Hastayla aileyi birlikte ele almak, tanı ya da müdahale amaçlı muayene ve görüşmelerin ayrıntılandırılmasını ya da tekrarlanmasını içerir: (i) Hastadan alınan anamnezle aileden alınanı hep birlikte gözden geçirmek; (ii) anamnezde gelişimsel özelliklere odaklanmak; (iii) krize müdahale gerektiğinde, gündemdeki soruna odaklanarak başlayıp ailedeki etkileşim örüntüsünü tekrar değerlendirmek, (iv) duygu dışavurumunun dinamiklerini / bilişsel bileşenlerini ayrıntısıyla değerlendirmek; duygu dışavurumunun belirtilerini, aile üyelerinin tanısı konmamış hastalıklarının göstergeleri olabilecekleri olasılığını da düşünerek ele almak, (v) aile üyelerinin tıbbi / nöropsikiyatrik muayenesi ... gibi (4). Böyle müdahaleler, çoğunlukla hekimin yansızlıktan uzaklaşma olasılığının yükseldiği durumlarda gerekli olur. Kriz durumları, nüks izlenimi veren krizler, ailenin etkin rol oynadığı ilk başvurular ... gibi. Bu olasılık akılda tutularak hem ailenin hem hastanın işbirliğini korumaya özen gösterilmelidir. Sunumda, yukardaki endikasyonlar ve müdahalelerin ayrıntıları anlatılacaktır. Kaynaklar 1. Butzlaff RL, Hooley JM. Expressed emotion and psychiatric relapse: a meta-analysis. Arch Gen Psychiatry 1998; 55:547-52. 2. Lichtenstein P, Yip BH, Björk C ve ark. Common genetic determinants of schizophrenia and bipolar disorder in Swedish families: a population-based study. Lancet 2009; 373:234-9. 3. Sullivan PF, Kendler KS, Neale MC. Schizophrenia as a complex trait: evidence from a meta-analysis of twin studies. Arch Gen Psychiatry 2003; 60:1187-92. 4. Daniels JL, Forssen U, Hultman CM ve ark. Parental psychiatric disorders associated with autism spectrum disorders in the offspring. Pediatrics 2008; 121:e1357-62. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 23 Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi Şizofreni ve negatif belirtiler Oturum Başkanı Panelist : Alp Üçok : Haldun Soygür Negatif belirtiler şizofreninin klinik tablosu içinde oldukça iyi tanımlanmış olmasına karşın, klinisyenler için özellikle birincil ve ikincil negatif belirtilerin ayırd edilmesi güçlük taşıyan bir alan olmayı sürdürmektedir. Birincil negatif belirtiler, varlığı pek çok gösterge ile gösterilmiş olan defisit sendromunun tanımlanmasında da kullanılmaktadır. Konuşma içeriğinde azalma, duygulanımda küntlük, anhedoni, asosyalite, motivasyonda ve ilgide azalma en yaygın negatif belirtilerdir. Bir çok hastada pozitif belirtilerin ortaya çıkmasından daha önce negatif belirtiler gelişebilmektedir. Şizofreninin gidiş ve sonlanımının yordanmasında negatif belirtiler pozitif belirtilerden daha önemli bulunmaktadır. Şizofreni tedavisinde iyileştirilmesi en zor boyutlardan birisi olan negatif belirtilerin psikososyal ve psikofarmakolojik tedavisinde yeni arayışlar devam etmektedir. Bu sunumda negatif belirtilerin tanımlanması, değerlendirilmesi, fizyopatolojisi, hastalığın gidişindeki rolü ve tedavisi gözden geçirilmiştir. Kaynaklar 1-Arango C, Buchanan RW, Kirkpatrick B, Carpenter WT (2004) The deficit syndrome in schizophrenia: implications for t he treatment of negative symptoms European Psychiatry,19:21-26. 2-Kirkpatrick B, Fenton WS, Carpenter WT Jr, Marder SR (2006) The NIMH_MATRICS consensus statement on negative symptoms, Schizophrenia Bullatin, 32:214-219. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 23 Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi Şizofreniye Eşlik Eden Obsesif Kompulsif Belirtiler Oturum Başkanı Panelist : Alp Üçok : Köksal Alptekin Şizofreniye sıklıkla % 3.5 ile % 60 arasında değişen oranlarda Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) veya obsesif kompulsif belirtiler eşlik etmektedir. Oranların bu kadar farklı olması çalışmalarda kullanılan tanı ölçütleri ile örneklem sayısının farklılığından ve bazı çalışmalarda OKB tanısına, bazı çalışmalar da ise obsesif kompulsif belirti sıklığına bakılmış olmasından kaynaklanmaktadır. Genellikle OKB eş tanılı şizofreni hastalarında tedaviye direnç gelişmekte ve prognoz da kötü gitmektedir. Öte yandan Klozapin gibi bazı yeni ilaçların da OKB belirtilerini tetikleyebileceği daima göz önünde bulundurulmalıdır. OKB belirtileri gösteren şizofreni hastalarının ayrı bir şizofreni tipi olduğu öne sürülmüştür. Şizofreni ve OKB'nin farklı yönleri olduğu kadar, benzerlikleri ve örtüştükleri noktalar da bulunmaktadır. Özellikle OKB'li hastaların bir kısmında görülen "aşırı değerlenmiş" düşünce, obsesyon ile sanrı arasındaki bir geçiş sürecini ifade etmektedir. Bu nedenle DSM-IV (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders), "aşırı değerlenmiş düşünce" özellikleri gösteren OKB'li hastalar için “iç görüsü olmayan” diye bir alt tip tanımlamaktadır. Geliştirilmekte olan DSM-V sınıflandırması da bu ayrımı koruyacak gibi görünüyor. Şizofreniye benzer düşünce bozuklukları gösteren OKB'lu hastalar için "Şizo-obsesif Bozukluk" tanısı geliştirilmiştir. Ancak bu bozukluğun OKB'den farklı bir hastalık olduğuna ilişkin yeterli kanıt üretilememiştir. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 23 Şizofrenide İyileşmeyi Zorlaştıran Durumlar ve Yönetimi Şizofrenide Özkıyım ve Başetme Yolları Oturum Başkanı Panelist : Alp Üçok : Mustafa Yıldız Şizofrenide özkıyım düşüncesi ya da girişimi, sırasıyla %50 ve %25 oranlarında, hastalığın birey ve aile üzerinde ciddi etkilerde bulunmaya devam eden önemli bir görüngüdür. Hastaların %3-10’u intihar girişimi ile yaşamlarına son vermektedirler. Şizofreni ruhsal hastalığı olanlar arasında özkıyıma bağlı ölümlerde duygudurum bozukluğu ve alkol-madde kullanım bozukluğundan sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Hastaneye yatış oranları ve şiddet davranışları ile doğrudan ilişkili olan intihar için risk etmenleri olarak 1) genç yaşta hastalanmak, 2) daha önce girişimde bulunmuş olmak, 3) sık hastane yatışları, 4) ruhsal çöküntü, 5) yalnız yaşama, 6) aile ve çevre desteğinin yetersiz olması ve 7) hastalık öncesi zihinsel işlevselliğin yüksek olması sayılmaktadır. Şizofrenide özkıyım riskleri açısından klinisyenin uyanık olması gereken noktalar şunlardır: 1) yeni tanı konmuş genç bireyler, özellikle erkek ve hastalık öncesi bilişsel sığası yüksek olanlar, 2) depresyon, umutsuzluk ve dürtüselliği fazla olan hastalar, 3) tedaviye uyumsuzluğu (kısmi uyum dahil) olanlar, 4) daha önce intihardan bahsetmiş ya da girişimde bulunmuş olanlar, 5) paranoid ve ayrışmamış şizofreni tiplerinden olanlar, 6) hastaneden yeni taburcu olanlar, 7) madde bağımlılığı ve şiddet davranışı olanlar, 8) zorlu yaşam olayları olan ve uzun süre işsiz ve amaçsız yaşayan hastalar. Şizofrenide özkıyım düşüncelerine karşı koruyucu etmenler çok çalışılmamıştır ancak yaşam doyumunun yüksek olmasının, aile ve çevre desteğinin yeterli olmasının, geleceğe dair umutların olmasının, yaşamda anlam ve amaçların bulunmasının bireyi intihar düşünce ve girişimlerinden koruduğu belirtilmektedir. Yukarıda sayılan risk etmenleri ve koruyucu etmenler şizofreni tedavisiyle uğraşan klinisyenler tarafından daha hastalığın başından itibaren dikkate alınmalı ve hastalığın yönetimi ona göre sürdürülmelidir. Her şeye rağmen bir hasta özelinde özkıyım davranışının ne zaman gerçekleşeceğini tam olarak kestirebilmek mümkün olmamaktadır. Bu noktada özkıyım için uyarıcı işaretleri tanımak yardımcı olabilir. Hastaların ölüm düşüncelerinden bahsetmesi, amaçsızlık, umutsuzluk, bunaltı, kışkırtı, kapana kısılmışlık hislerinin olması, dürtüsel davranışlar sergilenmesi ve duygusal değişimlerin sıklaşması gelmekte olan bir intihar davranışını haber verebilir. Hastaların özkıyım niyetlerini gizleyebilecekleri de akıldan çıkarılmamalıdır. Hastalığın erken saptanmasının ve en uygun yöntemlerle (yerinde girişken tedavi, etkili antipsikotik ilaç tedavisi, aile tedavisi, toplumsal beceri eğitimi ve iyileştirim çalışmaları) tedavi edilmesinin ilk dönem şizofrenide özkıyım düşünce ve davranışlarını önlediği gösterilmiştir. Hastaların tedaviye uyumlarının tam olarak sağlanması ve etkili dozda antipsikotik ilacın verilmesi, bunaltı ya da çöküntü eklenmişse anksiyete ve depresyon giderici ilaçların eklenmesi özkıyımı önleyebilmektedir. Çöküntü, umutsuzluk, bunaltı, kışkırma, dürtüsellik ve amaçsızlık üzerine odaklanmış ruhsal tedavilerin de özkıyımı önleyici olabileceği düşünülmektedir. Özkıyım için yüksek riske sahip olan hastalar için hastane yatışı çok uygun olabilir. Güvenli çevre, etkili tedavi, ruhsal desteklerin sağlanması ve sıkı gözlem özkıyımı önlemeyi garanti etmese de bu hastalar için önemlidir. Hastane çıkışında da yoğunluğu giderek azaltılan ayaktan tedavi programları sürdürülmelidir. Hastaların akran destek grupları ile tanıştırılması, iyileştirim hizmetlerinden yararlanmalarının sağlanması, korumalı ya da destekli iş yerlerine yerleştirilerek kendilerini işe yarar hissetmelerinin sağlanması, çevredeki eğlenti olanaklarından yararlanmalarının sağlanması hastane tedavisine eklenecek olan olumlu girişimlerdir. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. Heisel M.J. (2008) Suicide. In: Clinical Handbook of Schizophrenia. Edit: Mueser KT, Jeste DV. p:491-506. Meltzer HY (2002) Suicidality in schizophrenia: a review of the evidence for risk factors and treatment options. Curr Psychiatry Rep, 4:279-83. Palmer BA, Shane Pankratz V, Bostwich JM (2005) The lifetime risk of suicide in schizophrenia. A reexamination. Arch Gen Psychiatry, 62(3): 247-53. Yıldız M, Yazıcı A, Böke Ö (2010) Şizofrenide nüfus ve klinik özellikler: Çok merkezli kesitsel bir olgu kayıt çalışması. Turk Psikiyatri Derg 21:213-224. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 24 İUB'ta Bilişsel İşlevin Güncel Bir Değerlendirmesi İki Uçlu Bozuklukta Bilişsel İşlevlerin Değerlendirilmesi Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Hilal Demirel Bipolar bozukluk ve bilişsel işlev bozukluğu ilişkisini araştıran çalışmalar son yıllarda önem kazanmaya başlamıştır. Bu alana ilginin artmasındaki öncelikli nedenlerden biri, bilişsel bozuklukların bipolar bozuklukta endofenotip olabilme ihtimalinin görülmesidir. Artan bilgi birikimine rağmen bipolar bozuklukta saptanan bilişsel işlev bozukluğunun anlamı ve doğası yeterince bilinmemektedir. Bu nedenle- şizofrenide olduğu gibi- bipolar bozuklukta da hastalıkla bilişsel işlevler arasındaki ilişkinin netleştirilmesine ihtiyaç vardır. Son dönemde yapılan metaanalizlere dahil edilen çalışmalar oldukça heterojen bir nitelik taşımaktadır (1,2). Buna parallel olarak çalışmalarda farklı sonuçlar bildirilmekte ve belli nöropsikolojik test performanslarının etki büyüklükleri geniş bir değişkenlik göstermektedir. Söz konusu çalışmalarda yöntemsel farklılıklarla birlikte kullanılan nöropsikolojik değerlendirme araçlarının çeşitliliği de dikkat çekicidir. Bu çeşitlilik şizofreni için kullanılan MATRICS (Measurement and Treatment Research to Improve Cognition in Schizophrenia) Consensus Cognitive Battary (MCCB)’e benzer bir kognitif değerlendirme bataryasının bipolar bozukluk için henüz söz konusu olmaması ile de ilgili gibi görünmektedir. Ancak bipolar bozuklukta kognitif değerlendirmeye özgü bir batarya [The International Society for Bipolar Disorders-Battery for Assessment of Neurocognition (ISBD-BANC)] önerilmektedir (3). Bipolar bozuklukta değerlendirilmesi gereken bilişsel alanları beş ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar psikomotor hız, dikkat, bellek, görsel uzaysal beceriler ve yürütücü işlevlerdir. Adı geçen bilişsel alanların değerlendirilmesinde kullanılan nöropsikolojik ölçüm araçları ve kullanımları ile ilgili detaylı bilgi verilecektir. Kaynaklar 1. 2. 3. Robinson L.J., Thompson J.M., Gallagher P. ve ark. (2006) A meta-analysis of cognitive deficits in euthymic patients with bipolar disorder. J Affect Disord, 93: 105-115. Mann-Wrobel M.C., Carreno J.T. ve Dickinson D. (2011) Meta-analysis of neuropsychological functioning in euthymic bipolar disorder: an update and investigation of moderator variabiles. Bipolar Disord, 13(4): 334-343. Yatham LN, Torres IJ, Malhi GS ve ark. (2010) The International Society for Bipolar Disorders- Battery for Assessment of Neurocognition (ISBD-BANC). Bipolar Disord, 12(4): 351-363. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 24 İUB'ta Bilişsel İşlevin Güncel Bir Değerlendirmesi İUB'ta Bilişsel İşlevin Biyolojik İzdüşümleri Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Sermin Kesebir İki uçlu bozuklukta (İUB) dikkat, sözel öğrenme ve yürütücü işlevler başta olmak üzere çeşitli alanlardaki bilişsel bozulma, hastalık ve iyilik dönemlerinde izlenmektedir. Savitz ve arkadaşları (1), İUB’taki bilişsel işlev bozukluğunun, nöral ağlardaki süregen bozulmanın sonucu olduğunu öne sürmüşlerdir. Frontolimbik bağlantıların İUB’ta etkilenmiş olduğu gösterilmiştir. Ancak bütünleştirici bir duygudurum ve bilişsel işlev için kortikokortikal bağlantılar da sağlam olmalıdır (2). İUB’ta frontotemporal ve temporoparyetal bağlantısal eşzamanlılığın dikkat, kayıt ve geri çağırma süreçleri ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştür. Beyin elektrofizyolojisinin bilişsel bozulma ile ilişkili işlevsel karşılığı pek az çalışılmış olup, bu çalışmalar da sıklıkla şizofreni olguları ile yapılmıştır. Yeni bir çalışmada ise, frontal uyumsuzluk negatifliği (mismatch negativity-MMN) düzeyi, hem şizofreni hem İUB tanılı olgularda bilişsel ölçümlerdeki bozulma ile ilişkili bulunmuştur (3). Bu sunumun devamında bilişsel işlev ile nörofizyoloji ve beyin görüntüleme arası ilişkiler güncel dizin eşliğinde tartışılacaktır. Kaynaklar Savitz J, Solms M, Ramesar R (2005) Neuropsychological dysfunction in bipolar affective disorder. Bipol Disord, 7(3):216235. Monchi O, Petrides M, Petre V (2001) Wisconsin card sorting revisited: distinct neural circuits M.L. Philips & E. Vieta participating in different stage of the task dentified by eventrelated functional magnetic resonance imaging. J Neurosci, 21(19):7733-7741. Kaur M, Battisti RA, Word PB (2011) MMN/P3a deficits in first episode psychosis spectrum schizophrenia and bipolar subgroups. Schizophr Res,130(1-3): 203-209. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 24 İUB'ta Bilişsel İşlevin Güncel Bir Değerlendirmesi İUB'ta Bilişsel İşlevin Tedavi Modaliteleri İle İlişkisi Oturum Başkanı Panelist : Ali Bozkurt : Vesile Şentürk Cankorur İki uçlu duygudurum bozukluğunda bilişsel işlev bozukluğunun varlığı genel olarak kabul görmektedir. Ancak bilişsel işlev bozukluğunun kesin nedenleri, seyri ve tedavi modaliteleri ile ilişkisine ilişkin bilgi sınırlı veya henüz bilinmemektedir. Gerek duygudurum dengeleyici gerekse antipsikotik ilaçların bilişsel işlevler üzerinde hem olumlu hem olumsuz etkileri bildirilmiştir. Yürüttüğümüz bir çalışmamızda, lityum ya da valproik asit monoterapisi ile remisyonda olan hastaların bilişsel işlevleri arasında fark bulunmazken her iki grubun kontrol gubuna göre kelime belleğinde bozulma bulunmuştur. Atipik antipsikotik monoterapisinde olan üçüncü bir grup oluşturularak ve örneklem sayısı genişletilerek, bilişsel işlevlerin değerlendirildiği bir diğer çalışmamızda ise lityum grubu ile valproik asit grubu arasında bilişsel işlevler açısından anlamlı fark bulunmazken, antipsikotik grubunda işlem belleği performansı lityum grubuna, görseluzaysal beceri ise valproik asit grubuna göre daha düşük bulunmuştur. Yürüttüğümüz çalışmalar bipolar bozuklukta bilişsel işlev bozukluğunun bipolar bozukluğun iyi prognozlu veya kötü prognozlu oluşu ile ilgili olabileceği gibi tedavi modaliteleri ile de ilişkili olabileceğini düşündürtmektedir. İki uçlu duygudurum bozukluğunun tedavisinde tedavi modalitesinin seçiminde farmakoterapinin bilişsel işlevler üzerindeki yan etkilerinin de değerlendirilmesi uygun olacaktır. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6 P 25 Şiddet ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım Ayrılmanın Şiddeti Oturum Başkanı Panelist : Nesrin Koçal : Ali Algın Köşkdere Ayrılık, içinde şiddet, agresyon, korku, acı ve hüzün taşıyan bir deneyim. Ayrılıklar, ruhsal yapılanmada önemli değişimlere neden olabiliyor. Benliğin önemli işlevlerinden birisi ayrılık karşısında içsel ve dışsal süreçleri yönlendirmek. Burada zorlanan her birey için ayrılık şiddetli bir deprem. Bu konuşmada şiddetin dozunun yükseldiği, öldürmeye vardığı durumlara odaklanacağım. Bu konuşmada; kibirli bir babanın kızını annesinden ayırmasına, ihtirasları için erkeğin kadınından ayrı durmasına, kadının nefretle kalbini erkeğinden ayırmasına, annenin korku yüzünden oğlunu uzak tutmasına, oğlunun intikam için öldürerek annesinden ayrılmasına değineceğim. Bu ayrılıklar, incinmeler ve kurbanlar, intikamlar ve saldırganlar yarattığından içinde ölüm, kan ve biraz suçluluk var. Ama hüzün çok çok az. Kurban olduğunu hissetme, çaresizlik, korku, acı ve incinme dayanılmaz olduğunda, bunları yansıtmak ve diğerine yaşatmak bir seçenek gibi görünmüş. Daha da ötesi bu yaşananları karşıdakine yaşatmakla ve öldürerek yok etmekle acılar bitecek gibi gelmiş. Ama sonrasında suçluluk ve yargılanma öne çıkmış. Orestes, babasını aldatan ve sevgilisiyle babasını öldüren annesini ve sevgilisini öldürerek ailesinin namusunu temizler. Ama suçluluğu neredeyse onu delirtir. Ancak mahkemede yargılanınca aklanır ve babasının mirasını üstlenir. Böylelikle ataerkil düzenin temsilcisi olur. Kadına ve anneye yönelik şiddet bir çerçeveye oturtulur. Melek anne imgesinin, yosma anne imgesinden ayrı tutulma çabası sürer. İkisinin birleşmesi, ensest yasağını yıkar, kaos yaratır ve katlanılabilecek bir durum değildir. Bu şiddetli ayrılıkları, Oedipus’un çağdaşı Orestes aracılığıyla araştırmaya ve yorumlamaya çalışacağım. Çünkü 3000 yıl öncesinin hikayesi bugün de sık sık sahneleniyor. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6 P 25 Şiddet ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım Nefretin Kökenleri Oturum Başkanı Panelist : Nesrin Koçal : Neslihan Zabcı Neden nefret? Bireysel olandan toplumsal boyuta dek uzanan geniş bir yelpazede yer alan ve güncel yaşantımızı, yaşadığımız dünyayı artan bir şiddette etkileyen nefretin bu hakimiyeti neden? Bu çalışmada, nefretin kökenleri psikanalitik kurama göre tartışılacak, toplumsal alanda şiddete uzanan sonuçlarına da değinilecektir. Nefret, ruhsal hayatımızın kökeninde var olan bir duygudur. Freud’un belirttiği gibi özne aşktan, nesne nefretten doğar. Ötekine ilişkin ilk düşünce nefretin içinden doğar diğer bir deyişle nefret düşüncenin beşiğidir: “eğer yanımda değilsen, senden nefret ediyorum ama böylelikle seni düşünüyorum”. Hem nesne hem de düşünce hatta düşlem ve arzu da, nefretin içinden doğar; nefret bu yönüyle yapılandırıcıdır ancak aşırıya kaçtığında, paranoya, psikopati, depresyon gibi ağır patolojilerin kaynağında yer alır: tüm bu psikopatolojik durumlarda ya ötekinden, ya da kendinden nefret etme söz konusudur. Freud, nefreti ölüm dürtüsü ile ilişkilendirmiş ve tüm bireylerde var olan kökensel bir duygu olarak tanımlamıştır; aşk haz, nefret ise hoşnutsuzluk duygusundan hareketle oluşur. Peki bazı bireylerde “aşırıya kaçan” ve patolojik durumlara yol açan bu nefret yoğunluğunun kaynağında ne yatar? Varoluşu sürdürmek için gerekli nefret ile ölümcül nefret arasındaki ince çizgi nasıl belirlenir? M. Klein, kuramında bu soruya ışık tutmuş, nefretin kökeninde ilk nesne ile ilişkilerin belirleyici rolünü vurgulamıştır. Nefret, genel olarak aşk ile birleştirilir, aşkın nefrete dönüşümünden sık bahsedilir. Aşkla nefreti birleştiren derin bir bağ var mıdır? Nefret aşktan önce mi sonra mı doğan bir duygudur? Nesne sürekliliğini sağlayan, hatta onu var eden gerekli bir duygu mudur nefret? Nefrete düzenleyici bir rol atfetmek mümkün müdür? Çalışma bu sorular etrafında şekillenecek ve psikanalitik kuram esas alınarak nefret duygusunun kökenlerine ışık tutma amaçlanacaktır. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6 P 25 Şiddet ve Nefrete Psikanalitik Yaklaşım Hekime Şiddet Nereden Çıktı Oturum Başkanı Panelist : Nesrin Koçal : Peykan Gökalp Hekim ve diğer sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ülkemizde ve dünyada giderek tırmanmaktadır. Bu davranışlar, sözel tehdit ya da aşağılama, öldürmeye kadar gidebilen fiziksel saldırılar şeklinde görülmekte ve diğer işyeri şiddet olgularına göre son birkaç yıla kadar çok düşük oranda bildirilmektedir(Gates 2004, Beech ve Leather 2006). Bunun nedenleri arasında toplumlarda şiddet davranışı sıklığının artışı, sağlık sistemine ilişkin etmenler, ekonomik, sosyal ve politik süreçler yer almaktadır. Öte yandan sağlık çalışanına hasta ve/veya hasta yakınının sözel, fiziksel saldırısında saldırgan bireyin içsel yaşantılarının, aktarım dinamiklerinin ve “hasta” rolüne ilişkin ruhsal ihtiyaçlarının dikkate alınması vazgeçilmez öneme sahiptir (Özmen 2007). Bu sunumda hekime yönelik şiddet konusu psikanalitik yaklaşımla ele alınacaktır. Hasta birey kendisini ruhsal ve bedensel olarak tehdit altında hissedebileceği gibi, ruhsal bir “gerileme” yaşamaktadır. Bu gerileme sürecinde erken bebeklik döneminden itibaren doyurulamamış olan ihtiyaçlarına ilişkin, yeterince doyum alamadığı ilk nesnesi anneye duyduğu öfke ve haset hekim veya hemşireye yansıtılır (Klein 1984). O konumdayken beklentisi çevrenin ona tam uyum sağlamasıdır. Bir çeşit “annelik” işlevi beklenen acıları dindirip yatıştıran, bakım veren, iyileştiren antik çağlardaki şifa merkezleri gibi bugünün sağlık kurumlarına da mucizevi iyileştiricilik özellikleri atfedilmekte bu aktarımsal eğilimin tam karşılık bulmaması durumunda ortaya çıkan hayal kırıklığı, umutsuzluk bakımın kendinden esirgendiği duygusu yaratmaktadır.”Tam uyumun” sağlanamadığı durumlarda da ilkel savunma düzenekleri, idealleştirme, değersizleştirme, yansıtma, eyleme vurma devreye girmektedir. Hekime önelik şiddeti önlemeye yönelik çalışmalar büyük önem taşımakla birlikte altta yatan ruhsal boyutu anlaşılmadan yapılabilecekler yetersiz kalabilir. Sonuçta hekim, hemşie ve hasta, hasta yakını arasındaki ilişki iş başında birebir bir ilişkidir ve düşmanca aktarım ve bundan doğan olumsuz karşı aktarım dinamiklerinin anlaşılıp çözümlenmesi tüm taraflar için vazgeçilmezdir. Kaynaklar Beech B, Leather P. Workplace violence in the health care sector: A review of staff training and integration of training evaluation models. Aggression and Violent Behavior 2006; 11:27– 43 Gates DM The epidemic of violence against healthcare workers. Occup Environ Med 2004;61:649–650 Özmen M. Tıbbi hastalık Tanısı Konmuş Hastalarda Aktarım ve Karşıaktarım. Türk Psikiyatri Dergisi 2007;18(1):72-79. Klein M (1984) Envy and Gratitude and Other Works 1946-1963. London: The Hogarth Press 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 26 Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi Kronik Ruhsal Hastalıklardaki Şiddetin Önlenmesi ve Rehabilitasyonunda Uğraş Terapisinin (Ergoterapinin) Yeri Oturum Başkanı Panelist : Ayla Yazıcı : Alev Büyükkınacı Uğraşı sağlıkla ilgili ya da kişisel, sosyal ve yaşamsal ihtiyaç ve istekleri karşılamak üzere doğasında yapmak, olmak ya da kendini gerçekleştirmek olan herhangi bir aktiviteye katılımı tanımlar. Bireyin herhangi bir uğraşı içinde olmak durumunda olmasının gerekliliği ortaya konduktan sonra uğraşının nerde kullanıldığı, ne işe yaradığı önem kazanmıştır. Dünya Uğraş Terapisi Federasyonu uğraş terapisini şu şekilde tanımlamıştır:1) Uğraş terapisi sağlık ve iyilik halini uğraş ile sağlayan bir uzmanlık alanıdır.2) Uğraş terapisinin temel amacı kişileri günlük yaşam aktivitelerine katılımlarını sağlamaktır.3) Uğraş terapistleri bunu kişilerin bu aktivitelere katılma yetilerini arttırarak ya da destek sağlamak amacıyla çevreyi değiştirerek sağlarlar(1). Bu temel uğraş terapisi yöntemlerinin yanı sıra özellikle suç işlemiş psikiyatrik hastaların rehabilitasyonunda ve suç işlemelerinin önlenmesinde kullanılacak uğraş terapisi yöntemleri de ortaya konmuştur (2).Batılı ülkelerde adli psikiyatri kliniklerinde bu alanda uzman uğraş terapistleri bulunmaktadır(3). Uğraş terapisinin adli psikiyatri alanında çalışmaları daha öncesine dayanmakla birlikte, 1980’lerde uğraş terapistlerinin bu alanda uzmanlaşmalarının önemi konuşulmaya başlanmıştır(4). Bu alanda çalışan uğraş terapistleri psikiyatristlerle birlikte çalışarak hastanın suç davranışlarının nedenlerini ve olumsuz davranışları tetikleyen uğraşıların bulunarak bunların yeniden yapılandırılmasını sağlamayı hedeflerler (2). Bu hedefe ulaşmada hastanın var olan kaynaklarını kullanarak sadece bu davranışı önlemeyi değil hastanın kendi sorumluluğunu da alması amaçlanır. Hastanın amaçlı bir uğraşı içine girmesi içsel motivasyonunu ve yeterlilik duygusunu geliştirir ve hasta üretkenlik, performans ve motivasyon alanlarında daha fazla deneyim sahibi olarak daha olumlu bir dünya görüşüne sahip olur (2). Hastanın üretkenliğinin artması ve zihinsel uğraşılarının daha olumlu başka alanlara kayması şiddet davranışının önlenmesinde anahtar rolü oynar. Uğraş terapistleri gerek adli gerek normal psikiyatri kliniklerinde olsun psikotik hastanın kişisel amaçları doğrultusunda yaşam doyumunun artmasında, tedaviye motivasyonunun sağlanmasında ve hastalık dışındaki kişilik alanlarının gelişmesinde hastaya yol gösterici rol üstlenirler. Henüz ülkemizde yeni gelişmekte olan bu meslek grubunun psikotik hastalarda şiddetin önlenmesi ve şiddet davranışı göstermiş hastaların rehabilitasyonunda önemli rol oynayabileceği artık gelişmiş ülkeler tarafından kabul edilmiştir. Ülkemizde de psikiyatri kliniklerinde uğraş terapistlerinin yerlerini almaları bu açıdan önem taşımaktadır. Kaynaklar 1- Büyükkınacı Alev. Uğraş terapisi(ergoterapi). Klinik Psikiyatri 2010;13:137-142 2-Occupation for occupational therapists.2004. (Ed). Matthew Molineux.Forensic challange. publishing,pp:169-82 Blackwell 3- Farnworth L, Nikitin L, Fossey E. Being in a Secure Forensic Psychiatric Unit: Every Day is the Same, Killing Time or Making the Most of It . The British Journal of Occupational Therapy 2004; 67 (10): 430-438(9) 4- Smith SL.The Forensic Model of Occupational Therapy.Occupational therapy in healthcare 1984; 1( 1): 17-22 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 26 Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi Trsmlerde Şiddet Oturum Başkanı Panelist : Ayla Yazıcı : Erkan Aydın Ciddi akıl hastalığına sahip hastaların özellikle kendine ya da çevresine zarar verme ihtimali yüksek hastaların sürekli olarak bir ruh sağlığı kurumu ile sürekli temas halinde olması son derece önemlidir.(Johnson 1998) Hizmetler sürekli değişen ihtiyaçlara ve risklere göre esnek yardım ve sosyal yardım desteği sunmalıdır. TRSM ler ciddi akıl hastalığı olan hastalara kesintisiz hizmet sunmak amacıyla kurulmuş olan kurumlardır. Hastalarını toplum içerisinde insan onuruna yaraşır şekilde yaşatmayı hedefleyen bu kurumların çalışanları, şiddet olayı açısından “risk yönetimi “konusunda son derece donanımlı olmalıdır. Risk yönetimi süreğen olup bireylerin geçmişleri ,erken uyarı belirtileri vb konularda detaylı bilgiye dayalıdır.Bazı araştırıcılara göre geçmişteki şiddet davranışı gelecekteki şiddet davranışı için yol göstericidir.(Dilbaz 1999) Bakıcılardan ,akarabalaradan ,arkadaşlardan ve hizmet alanın kendisinden bilgi alınabilir.Alınacak bilgilerin güvenirliğini artırmak için en önemli unsur hasta ile etkin işbirliğinin kurulmasıdır. ( Mental Health Risk Assessment and Management in Community Organizations 2009) Risk değerlendirmesi aşağıdaki konuları içermelidir. -Kişinin sosyal geçmişi, -İnsanlara ve mülke yönelik geçmişteki saldırganlık eylemleri(örneğin kundaklama vb) -Geçmiş mahkumiyet ve adli tıp bilgileri -Belirtici veya uyarıcı işaretler –şiddet yaklaşımları ,tekrarlanan davranışlar -Dürtüsel davranışlar -Hastanın kendi mevcut durumu konusundaki içgörü ve anlayış düzeyi -Mevcut zihinsel durum ,örneğin ajitasyon ve fiziksel göstergeler -Şiddet içeren düşünceler ,gizli düşmanlık -Sadistik yönelim,şiddet içeren fanteziler -Şüphelilik hezeyanları yoğunluğu -Kural ve düzenlemelere ilişkin düşünceler -Koruyucu faktörler -Kişinin güçlü yanları -Risk Yönetim planı(kim ne yapar ,bilgi gereken diğer alanlar ,risklerin nasıl alınacağının tanımlanması ) (Türkiye CMHC çalışma kılavuzu2012) Ancak TRSM ler kendisine herhangi bir kişi veya kurum tarafından bildirilen ,ciddi akıl hastalığı olduğu düşünülen ,geçmiş yaşam öyküleri bilinmeyen hastaları yaşadıkları ortamda değerlendirmektedir .Bu hastaların şiddet riskini en aza indirgemek için en önemli araç yerel kurumlar arasında etkin ve akıcı işbirliğidir. Tehlikelilik ve suça eğilimin belirlenmesi klinik psikiyatrinin önemli konularından olmakla beraber TRSM nin önemli görevlerinden bir diğeri akıl hastalarının sergiledikleri şiddet davranışı konusunda topluma yol gösterici olarak damgalanmayı önlemektir. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 26 Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi Rekreasyonun Suç ve Şiddet ile İlişkisi Oturum Başkanı Panelist : Ayla Yazıcı : Özkan Tütüncü Giriş Rekreasyon, İngilizce yaratmak, oluşturmak anlamına gelen “create” fiilinin önüne; yeniden, tekrar anlamına gelen “re” ön ekinin gelmesiyle oluşan, “rekreasyon” (recreation), çalışma ve diğer etmenler tarafından yıpranan, yorulan bireylerin yeniden canlanmaları anlamına gelmektedir (Axelsen, 2009). Rekreatif etkinlikler, bireyin yaşamındaki birçok sıkıntıdan kurtulmasını ve bireyin kendisini geliştirmesini sağlayarak, bireylerin kendilerine, ilişkilerine ve sosyo-kültürel uyumlarına olumlu yönde etkilemektedir (Axelsen, 2009; Iwasaki, 2007; Patry ve diğ., 2007; Şener ve diğ., 2007). Diğer bir ifade ile insanın yaşam kalitesini artırmak için yaptığı faaliyetler rekreasyonun içeriğini oluşturmaktadır (Tütüncü ve diğerleri, 2011). Rekreasyonun Türkçe karşılığı “Dinlence” olarak ele alınabilir. Turizm faaliyeti de bireyin boş zamanında gerçekleştirdiği bir rekreatif faaliyet olarak değerlendirilebilir. Rekreasyon, Suç ve Şiddet İnsanların uzun ve sağlıklı yaşama istekleri, onları hem fiziksel hem de mental olarak rahatlamalarına fırsat tanıyan rekreasyon faaliyetlerine yöneltmektedir (Sağcan, 1986). Bu kapsamda bireyler hayatlarının üçte birini rekreasyon faaliyetlerinde geçirmektedir. Rekreasyon sağlıklı ve/veya engelli olan her yaşta ve beceri seviyesinde tüm bireyleri kapsamakta ve onların mutlu-kaliteli yaşama eğilimlerine bağlı olarak gelişmektedir. Özellikle fiziksel bakımdan insanın en aktif olduğu gençlik yıllarında rekreatif faaliyetlerin yapılacağı alanların ve olanakların olmaması, bu fiziksel enerjinin başka bir şekilde olumsuz olarak ortaya çıkmasına da neden olabilecektir. Hatta rekreatif olanakların yetersiz olmasının yaratacağı olumsuz birikimler, geleceğin bireylerine çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilecek olan nevrozların da tohumlarını atmaktadır (Usal, 1981). Türk Dil Derneğine göre suç; yaslara, törelere ve ahlaki değerlere aykırı davranış, şiddet ise sindirmek için yaratılan olay veya eylem-kaba kuvvet olarak tanımlanmaktadır. Dünya’da her gün 4200 kişi, yılda 1.6 milyon kişi şiddetten ölmektedir (Butchard ve diğerleri, 2008). Dünyadaki 14-44 yaş arası ölümlerin en önemli ana sebebi şiddet olmaktadır (DSÖ, 2012). Birleşmiş Milletlere (2006) göre Dünya’daki her üç kadından biri fiziksel şiddete, her beş kadından biri tecavüz girişimine maruz kalmaktadır. Çalışmanın konusu rekreasyonun suç ve şiddet ile olan ilişkisidir. Yapılan çalışmalar yapılan aktif rekreatif faaliyetlerin, şiddet ve suç ile negatif yönde bir ilişkisinin olduğunu göstermektedir. Kaliforniya eyaletinde yapılan çalışmalar bireylerin ilk suç işledikleri yaşların genel olarak (bir çan eğrisi şeklinde) 13 ile 20 yaşlarında yoğunlaştığını (en yoğun 17 yaş) göstermekte (CDYA, 2002) ve suç eğiliminin uzun süreler televizyon izleyen gençlerde daha yaygın olduğunu ortaya koymaktadır (Kolata, 2002). Televizyonlardaki şiddet eğilimli yayınların, bunda etkisinin olduğu saptanmıştır. Sonuç Yapılan çalışmalar rekreasyon alanlarının ve bu alanlarda yapılan aktif rekreasyon faaliyetlerinin insanların streslerini azalttığını, depresyona girmelerini önlediğini, suç oranlarını ve şiddetini azalttığını göstermektedir. Elbette insanın şiddete olan eğilimi ve suç işleme yönelimi çok boyutlu değişkenler ile değerlendirilmelidir. Rekreasyon alanlarının ve olanaklarının geliştirilmesinin, tek başına şiddet ve suç eğilimi azaltabileceğini belirtmek yanlış olabilir. Bireyin suç ve şiddete yönelmesinde; toplumun, bireyin kişisel yapısının, gelirinin ve diğer birçok faktörün birlikte etkisinin olduğu belirtmek daha doğru olabilir. 11 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 7 P 26 Rehabilitasyon ( İyileştirim ) Ortamlarında Şiddetin Önlenmesi Psikiyatri Kliniklerinde Şiddet İle Başa Çıkmada Terapötik (Tedavi Edici) Ortam Oturum Başkanı Panelist : Ayla Yazıcı : Sibel Coşkun Hastaneye yatan bir birey, yabancı bir ortamda bulunmaya bağlı olarak; korku, endişe, yalnızlık, terkedilmiştik, çaresizlik, öfke gibi duygular yaşar. Psikiyatri kliniklerinde, güvenliği sağlamaya yönelik bazı kısıtlılıkların ve kuralların bulunması, genelde kalabalık ve uyaranların fazla olduğu bir ortamda çeşitli düşünce ve davranış bozukluğu olan hastalarla bir arada olma, istem dışı yatış yapılması, çalışan personel ile iletişim/etkileşim kısıtlılığı ve psikiyatri hastalarına yönelik önyargılı tutum vb gibi nedenlerle hastalarda kaygı düzeyi ve agresyon potansiyeli artmaktadır. Coşkun ve arkadaşları tarafından yapılan araştırmada; hastanın “agresyon ve saldırgan davranış göstermesi” tespit uygulamasında ilk gerekçe olarak tanımlanmış, kadın servislerinde tespit uygulama sayısı ve süresi daha fazla bulunmuştur. Tespit uygulanan kadın hastaların %56,1’inde, erkek hastaların %71,4’ünde geçmişte şiddet davranışı saptanmış, ayrıca tespit uygulanan hastaların çoğunda yatış esnasında içgörü bulunmadığı ve/veya istem dışı yatış yapıldığı belirlenmiştir. Literatürde ise hasta kabul aşamasının önemine değinilerek kliniğe geldiklerinde ilgi ile karşılanan, bilgi verilerek oryante edilen hastaların daha az kaygı ve korku yaşadıkları belirtilmektedir. Psikiyatride tedavi ortamının terapötik nitelikte olması, hastalardaki agresyonu önleme ve kontrol etmede büyük öneme sahiptir. Terapötik ortam; hastayı iyileştirmeyi, sağlığını yükseltmeyi, özsaygısını desteklemeyi ve hastanın en kısa zamanda sosyal yaşama dönmesine yönelik olarak kaynakların ve ortamın yapılandırılmasıdır. Terapötik ortam oluşturma ve sürdürme bir ekip işidir ve bu konuda tüm ekip üyelerine önemli sorumluluklar düşmektedir. Terapötik ortam oluşturulması kapsamında, güvenli ortam sağlama, hasta derecelendirme sistemi, ortam kuralları ve sınırlılıklar, fiziksel ortam düzenlemesi ile ortamın sosyal yapılandırması (uğraş/meşguliyet etkinlikleri, sosyal toplantılar, egzersiz ve psikoeğitim/beceri kazandırma grupları vb.) yer alır. Terapötik bir ortam için hem hastalar hem çalışanların kendini güvende hissetmesi önemlidir. Ortamda zarar verici olabilecek tüm objelerin uzaklaştırılmış/kontrol altında olması, güvenlik personeli bulundurulması, kliniğe giriş çıkışların/eşyaların vb. kontrolü, çevresel stresörlerin azaltılması, izolasyon odası bulundurma, kapalı devre kamera sistemi vb. tedbirler alınmalıdır. Özel gözlem ve izolasyon odası, koridor ve salonlar hemşire odasından görülebilmelidir. Ayrıca, hastaların agresyon potansiyeli değerlendirilmeli, şiddet eğilimi olan/yeni yatan hastalar ile taburculuk aşamasında olan/ruhsal hastalığı daha hafif düzeyde olanlar birbirinden ayrılmalıdır. Tedavi motivasyonunu arttırmada, kurallara ve tedavi sürecine uyumlu hastalar için bazı imtiyazlar/ödüller söz konusu olabilir. Ortam kalabalık olmamalı, salonlar etkileşimi arttıracak ve hastanın kendini evinde gibi hissedeceği şekilde düzenlenmeli, ortamda koltuklar, çiçekler, tablolar vb. bulundurulmalı, kırmızı renk tonları tercih edilmemelidir. Hasta odaları 2-3 kişilik olmalı, odalarda bireyin kişisel eşyaları için dolap vb. bulunmalı, hastalar kişisel eşyalarını ve kişisel alanlarını kullanabilmelidir. Hastaların öz bakım ve günlük yaşam aktivitelerini bağımsız sürdürebilmesi sağlanmalı, bireysel ve ortak yaşam alanları ile ilgili sorumluluk alması desteklenmelidir. Ortamın terapötik yapılandırılmasında -hastanın özdenetim ve uyum becerilerini geliştirmeye yönelik olankurallar ve sınırlılıklar büyük öneme sahiptir. Kurallar ve sınırlılıklar hastaneye yatışta gerekçeleri ile hastaya anlatılmalı, ayrıca kurallar ve tedavi programı panoya asılmış olmalıdır. Ekip, kuralların hangi özel durumlarda esnetilebileceğini bilmeli ve ekip içi tutarlılık sağlanmalıdır. Günlük yapılması önerilen günaydın toplantıları ise kurallara ve tedaviye uyumu sağlamada, hastalarda iletişim/etkileşimi arttırmada, çatışmaları çözmede vb. kilit öneme sahiptir. Aktivite ve sosyal programlar ise, hastaların boş zamanını değerlendirmesinde, dikkati bir işe yöneltmede, semptom/agresyon yönetiminde, özgüven, kendini ifade etme ve etkileşim düzeyini arttırmada, beceri kazandırmada vb. tedavi ve rehabilitasyona yönelik pek çok fayda sağlamaktadır ve mutlaka tedavi programında yer almalıdır. Özellikle meşguliyeti sağlamaya yönelik aktiviteler ve fiziksel egzersiz agresyon kontrolünde önemli yer tutmaktadır. Terapötik ortam oluşturmada, hasta ile tedavi ekibi arasındaki etkileşim ve dinamikler de büyük öneme sahiptir. Ekip tüm aktivitelere katılmalı, hastaları ve hastalar arasındaki dinamikleri gözlemlemeli, bilgi alışverişi yapmalıdır. Kurallar/sınırlılıklar ve etkileşim sınırlılığı ile sağlık personeline ulaşamama, sorununu dile getirememe ve sonuçta oluşan güvensizlik, çaresizlik ve anlaşılamama hissinin hastada agresyonu tetikleyebileceği unutulmamalıdır. Tarih boyunca dışlanmış olan psikiyatrik hastalar insanca bir ortamda insanca bir tutum ile tedavi edilmeli, ekip üyelerinin yeterli bilgi/eğitime ve analitik düşünme, terapötik iletişim ve sorun çözme becerilerine sahip olması gerekmektedir. 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 27 Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış İyi tanıklar hakikati arar Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Cem Kaptanoğlu 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 27 Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış Adaletsiz Doğal Afetler Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Feyza Çelik Afetin meydana getirdiği yıkım ve neden olduğu kayıplar afetin türü, büyüklüğü ve meydana geldiği bölge gibi afetin kendisine bağlı faktörlerin yanısıra afetten etkilenen toplumun ve kişilerin özelliklerine bağlı olarak da değişebilmektedir. Doğal afetler gelişmekte olan veya yoksul ülkelerde daha fazla kayba neden olmakta, yoksulluk ve buna bağlı ortaya çıkan yoksunluk da (eğitimsizlik, alt yapı eksikliği) daha fazla afet ve travmatik yaşantı ile karşılaşmaya zemin hazırlamaktadır. Gelişmiş ülkelere göre, afet sonrası yaşam koşullarının daha kötü olduğu ve toparlanma sürecinin daha yavaş olduğu gelişmekte olan ülkelerde, doğal afetlerin olumsuz etkileri daha fazla olmaktadır. Afetten etkilenen toplum içinde de yoksul ve sosyal desteği az olan bireyler hem ruhsal sorunların ortaya çıkması açısından daha fazla risk altındadır hem de var olan kaynaklara daha zor ulaşabilmektedirler. Ayrıca, doğal afetler, her ne kadar doğal olaylardan kaynaklansa da afetlerdeki yıkımın ve sonraki süreçteki koşullarda insan etkisinin payı her zaman bulunmaktadır. Kayıplardan sorumlu tutulan kurum veya kişilerin cezasız kalması kişilerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu panelde doğal afetlerin kişileri ve toplumları aslında eşit olarak etkilemediğine dikkat çekilmesi, yoksul ve yoksunluk ile ilişkili olarak ortaya çıkabilecek ruh sağlığı sorunlarının değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Kaynaklar: 1- Dünya Afet Raporu (World Disaster Report). Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu, 2004. 2- Norris, FH., Friedman, MJ. & Watson, PJ. (2002). 60.000 disaster victims speak: Part II. Summary and implications of the disaster mental health research. Psychiatry, 65: 240-60. 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 27 Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış Biri yer den biri el den Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Hira Selma Kalkan Van’da yer sarsıldı, yüzlerce kişi toprağa verildi. Doğa yer değiştirirken , hareket ederken tesadüfen insanları aldı götürdü. Seçiciliği yoktu elbet. Van’daki binalar sağlam olsaydı bunca can verilmezdi kuşkusuz ama doğa binanın sağlamlığına bakmaz.Deprem bir doğa olayı , doğa yasası, Van’da olmasıysa bir tesadüf. Uludere’da silahlar patladı . Doğanın bununla bir ilgisi yoktu. Bir yasa sözkonusu değildi. Olayda tesadüf de yoktu. Seçilmiş bir bölgeye , bölgeyi korumakla görevli askerlerce ölüm saçıldı. Tesadüf sadece , o gün orada ölenler değil de diğerleri olmamasıydı. Ama orada ölen onlarca kişi zaten birdi. Tesadüfe yer yoktu .El olan insanoğlu , elleriyle ölüm saçtı. 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 27 Van ve Uludere’ Ye Çoklu Bakış Roboski ve Van'da sessiz tanık! Medya… Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Murat Yalçın 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2 P 28 Anksiyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – II Yaygın Anksiyete Bozukluğu Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Murat Demet : Burhanettin Kaya Son 30 yıldır Amerikan Psikiyatri Birliği’nce geliştirilmiş ve bugüne dek dört kez güncellenmiş olan, güncellenmiş versiyonlarının da iki kez gözden geçirildiği bir sınıflama sistemi aracılığıyla psikiyatrik bozuklukları anlamaya çalışıyoruz. Yıllar içinde Dünya Sağlık Örgütü’nün sınıflama sistemi olan ICD ile giderek yaklaşan dil ve ideolojik birliğine tanık oluyoruz. Sınıflandırma sistemleri bir yandan ruhsal bozukluk ya da hastalıkları her psikiyatri profesyoneli için anlaşılır kılmaya çalışırken, tanısal kapsayıcılık konusunda da önemli sorunların yaşanmasına yol açmıştır. DSM her dönemde baskın olan psikolojik kuram ve yaklaşımlardan etkilenerek biçimlenmekle beraber o dönemin bilime egemen olan ideolojik yönelimlerden de etkilenmiştir. Psikiyatri kuram ve uygulamasına yansıyan bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ışığında psikiyatri bilgisinin değişimi, sınıflama sistemlerinde de bir değişimin yaşanmasına neden olmuştur. Psikiyatri bilgisi ve yönelimi biyolojikleştikçe sınıflandırma da buna koşut olarak biyolojik belirlenimleri temel alan ya da gözeten bir değişim, hatta yönelim sergilemiştir. Bu süreçten bazı ruhsal bozuklukların daha fazla dikkat etkilendiğini söyleyebiliriz. Tanımlayıcı-deskriptif psikiyatrinin “kutsal kitabı” niteliğindeki DSM, Amerikan psikiyatrisinin uluslararası dünyaya egemen olan ideolojisini barındıran ve yeniden üretme eğilimi gösteren, ruhsal bozuklukları sergiledikleri ortak özelliklere göre sınıflandırarak oluş nedenlerini tanısal değerlendirme dışında bırakan, aslında göz ardı eden bir yönelimi tercih etmiştir. Bu yönelim bugün üzerinde tartışmaya devam ettiğimiz birçok sorunun da kaynağıdır. DSM’nin bu eğilimi onu “Stres bozuklukları, TSSB, Uyum Bozukluları” gibi gerçekliği göz ardı edememenin ürünü olan “anomali”lerle başa çıkmak zorunda bırakmıştır. Elimizde bu yönde yeterince veri olmasa da DSM-V i oluşturan ekip içinde bu bozuklukların travma ve stres etkenleri gibi etiyolojik süreçlerle bağlantısını koparan, “endojen”leştiren tehlikeli bir eğilim olduğu da söylenmektedir. DSM’nin bu ideolojik belirlenim sürecinde ilaç endüstrisini de büyük payı vardır kuşkusuz. Bugün halen sınıflama çalışmalarında tanımlayıcı yaklaşım-boyutsal yaklaşım çelişki ve çatışması yaşanmakta, DSM-V’in kavramsal gelişimi bu çelişkinin izleğinde sürmektedir. Öyle görünüyor ki, anksiyete bozuklukları da bu süreçte kendine özgü bir evrim geçirmiş ve halen geçirmektedir. Bu sunumda DSM-I’den DSM-V’e kadar “Yaygın Anksiyete Bozukluğu” tanısının sergilediği değişim üzerine eleştirel bir tartışma yürütülecektir. 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 2 P 28 Anksiyete Bozuklukları: Tanı ve Sınıflandırma Sorunları – II Sosyal Anksiyete Bozukluğu Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Murat Demet : Hatice Özyıldız Güz Sosyal Anksiyete Bozukluğu (SAB) DSM tanı sınıflandırma sistemine geç girmiş ve her tanı sistemi değişikliğinde, birtakım değişikliklere maruz kaldığı için” ihmal edilmiş bir hastalık” olarak tariflenmiştir. SAB ilk kez DSM-III’te sosyal fobi başlığı ile yerini almış yeni bir tanıdır. DSM-III sisteminde sosyal fobinin alt tipleri yoktur ve eğer çekingen kişilik bozukluğu varsa sosyal fobi tanısına yer vermemektedir. DSM-III-R’da ise sosyal fobinin adında herhangi bir değişiklik olmadığı, alt tiplendirmelerin belirlendiği ve eğer çekingen kişilik bozukluğu varsa yaygın tip sosyal fobiye eş tanı olarak konulabileceği belirtilmiştir. DSM-IV tanı sistemine gelince sosyal fobinin adı sosyal anksiyete bozukluğu, çekingen kişilik bozukluğu ise kaçıngan kişilik bozukluğu (KKB) olarak kabul görmüştür. DSM-III-R’da olduğu gibi yaygın tip SAB ile KKB birlikteliğine yer vermiştir(1). DSM-V tanı sistemi ise özellikle alt tiplerdeki sorunlara dikkat çekmiştir. KKB ile SAB’nun üst üste binen bir tanı olduğu ve ayrımında güçlükler yaşandığı, korkulan sosyal durum sayısının net olmadığı, ağırlıklı bulgunun performans kaygısı olması ile birlikte, anksiyetede görülen fiziksel belirtilerin de daha açık olması gerektiği dile getirilmiştir (2). Bu noktada tartışılacak bir çok nokta gündeme gelmiştir. Sosyal fobi veya SAB Mu?, yaygın tip SAB nasıl olmalı idi, performans alt tipi denmesi yeterli mi?, selektif mutizm alt tip olarak uygun mu?, SAB ile çekingen kişilik bozukluğu birbirinin devamı mı? Gibi birçok soruya bu tartışma platformunda cevap bulunmaya çalışılacaktır. Kaynaklar 1.Güz Özyıldız H.Sosyal anksiyete bozukluğu ile kaçıngan kişilik bozukluğunun klinik, epidemiyolojik ve biyolojik özellikler açısından ilişkileri. Anksiyete Bozukluklarında Son Gelişmeler. (Ed:Dilbaz N)Pozitif Matbaacılık, Ankara, 2006;37-45 2.Bögels SM, Alden L, Beidel DC ve ark. Social Anxiety Disorder:Questions and Answers for the DSM-V. Depression and Anxiety.2010; 27:168-189 3. Social anxiety disorder(Social phobia). http://www.dsm5.org 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 29 Yaşam Boyu Şizofreni Şizofreni spektrum bozuklukları Oturum Başkanı Panelist : Taha Karaman : Erdal Işık 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 29 Yaşam Boyu Şizofreni Yaşlıda Şizofreni Oturum Başkanı Panelist : Taha Karaman : Engin Eker Uluslar arası konsensus kriterlerine göre ilk atağını 40-59 yaş arasında geçiren hastalar geç başlangıçlı şizofreni, 60 yaş ve üstünde geçirenlere ise “Çok Geç Başlangıçlı Şizofreni Benzeri Psikoz” terimleri kullanılmaktadır. 65 yaş üstü toplumda şizofreni prevalansı % 0.1 ile % 0.5 bulunmuştur.Genç başlangıçlı şizofreni hastaları içinde kadınlar erkeklere göre daha sıktır. Çok geç başlangıçlı olgularda aile yüklülüğü daha azdır ve başta ileti tipi işitme kaybı olmak üzere duyu kaybı daha fazladır. Geç başlangıçlı şizofre için çoğunlukla perseküsyon yapısında olmak üzere hezeyanlar ve çoğu kez işitsel hallüsinasyonlarla belirlidir. Hezeyanlar hastaların büyük bir kısmında sistematizedir. Hastalar sıklıkla başkaları tarafından zihinsel ve fiziksel olarak etkilendiğini söylerler. Somatik, erotik ve grandiöz hezeyanlar da görülebilir. Daha çok komşular tarafından kendilerini öldürmek için planlar yapıldığını veya cinsel tacize uğradıklarını söylerler. Bazen bu tip hastaları somatizasyon bozukluğu veya obsesif ruminasyonlardan ayırt etmek zor olabilir. Geç başlangıçlı hastalarda erken başlangıçlılara göre daha fazla görsel, koku ve dokunma hallusinasyonları görülmektedir. Schneider’in birinci sıra semptomlarından olan düşüncenin yansıması ve zorla düşünce sokulması semptomları az da olsa görülebilir. Uygunsuz affekt ve çağrışımlarda zayıflama, erken başlayan şizofreniye oranla daha az sıklıkla görülür. Geç başlangıçlı şizofren hastalar yönetsel işlevler, motor beceriler ve sözel yeteneklerde kontrollere göre daha düşük performans göstermektedir. Öğrenme yeteneğinde ise daha az performans kaybı gözlenir. Geç şizofreni olgularının antipsikotiklere yanıt oranı orta düzeydedir. Hastaların güvenini kazanarak tedaviye uyumlarını sağlamak zordur. Tedaviye çoğunlukla hastanede başlanır. Semptomların tamamen ortadan kalkması nadirdir. Hezeyanlı inanışlar genellikle kapsüle olurlar ve hastalar premorbid düzeyde fonksiyon yapacak hale gelirler. Geç başlayan şizofreni kronik gidişlidir ve spontan remisyon nadirdir. Nöroleptiklerin kesilmesi semptomların alevlenmesine yol açar. Hastalar idame tedaviye alındıklarında semptomlar görülmez. Uzun süre nöroleptik kullananlarda, hatta kısa süreyle bu tedavileri alanlarda bile tardiv diskinezi görülebileceğini unutmamak gerekir. Yaş arttıkça tardiv diskinezi riski de artmaktadır. Geç başlangıçlı şizofreni hastalarında yeterli olan antipsikotik dozları genç hastalarda kullanılan dozun yarısı kadardır. Çok geç başlangıçlı şizofreniye benzer psikozlarda bu doz daha da azaltılır. Tedavide atipik antipsikotikler tercih edilmektedir. Kompliansı artırmak amacı ile depoantipsikotikler dikkatlı bir şekilde kullanılabilir. 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 29 Yaşam Boyu Şizofreni Çocukluk dönemi şizofrenileri ve tedavi yaklaşımları Oturum Başkanı Panelist : Taha Karaman : Yasemin Işık Taner 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 30 Etyolojiden Tedaviye Şizofrenide Gaba Psikofarmakolojik Yönleriyle Şizofreni ve Gaba Oturum Başkanı Panelist : Ayhan Algül : Cengiz Güneş GİRİŞ Gama-aminobütirik asit (GABA), memeli merkezi sinir sisteminde temel inhibitör nörotransmitterdir. GABAA reseptörü baskın olan inhibitör reseptör olarak görev yapmaktadır. GABAA reseptörleri, iki α, iki β ve bir γ alt ünitelerinden oluşan pentamer yapısındadır. Bu alt ünitelerin hepsinde ortaya çıkan farklı genetik varyantlar çok geniş bir reseptör yelpazesine neden olmaktadır. GABAA RESEPTÖRLERİ ÜZERİNE ETKİLİ TEDAVİLER GABAA reseptörlerinin α–3 ve α–5 alt ünitelerinin şizofreni patofizyolojisi ile ilişkili olabileceği gösterilmiştir. Çeşitli GABAA reseptör alt tiplerinin varlığı gösterilmeden önce non-selektif GABAA parsiyel agonisti olan ve anksiyolitik olarak kullanılan “bretazenil”in, orta-ağır şiddette şizofreni ataklarında %40 a kadar etkili olduğu ve ekstrapiramidal yan etki yapmadığının gösterilmesi, GABAA reseptör modülatörlerinin şizofreni tedavisinde faydalı olabileceğini düşündürmüştür. Deneysel olarak, α – 5 GABAA reseptörlerine daha yoğun olarak bağlanan ve aynı zamanda α–3 GABAA reseptörlerinin parsiyel agonisti olan “imidazenil”in, şizofreni belirtileri sergileyen farelerde davranışsal bozuklukları düzelttiği ve sedasyon ve tolerans gelişimine yol açmadığı gösterilmiştir.1 Yakın zamanlı çalışmalar, α–2, α–3 selektif GABAA reseptör agonistlerinin şizofreninin bilişsel belirtileri üzerine etkili olabileceğini düşündürmektedir. α–2, α–3 selektif GABAA reseptör agonisti olan TPA023(MK0777) 15 kronik şizofreni hastasında klinik olarak denenmiştir. 4 haftalık plasebo kontrollü çift kör çalışma sonrasında 1. amaca odaklı davranışların sürdürülmesinde artışı beraberinde getiren işleyen bellekte iyileşme 2. odaklanma ve dikkat fonksiyonlarında artma ile birlikte bilişsel kontrolde iyileşme, 3. nöral eşzamanlılık “senkronite”de artma tespit edilmiştir.2 Buna ek olarak tedavi sonucunda EEG de frontal bölgede ɣ bandının kuvvetlendiği de gösterilmiş olup ɣ ossilasyonlarının GABAerjik internöronlar tarafından düzenlenen feedback inhibisyon tarafından oluşturulduğu ve buradaki anormalliklerin şizofreninin negatif ve bilişsel belirtileri ile ilişkili olduğu da düşünülmektedir. Yapılan bir hayvan çalışmasında RO493851 molekülü ile α–5 GABAA reseptörlerinin ters agonizmasının (α–5IA) fensiklidin ile oluşturulan bilişsel bozulmayı azalttığı gösterilmiştir. (L655708 veya Ro 493851) Bunun ötesinde bu molekülün ɣ ossilasyonlarını da arttırdığı gösterilmiştir, bu da nöral eşzamanlılığın (senkron) gelişmesini işaret etmektedir. Sağlıklı gönüllülerde yapılan bir çalışmada da etanol ile indüklenen bellek bozulmasının α–5 GABAA parsiyel ters agonisleri ile azaldığı gösterilmiştir.3 GABAB RESEPTÖRLERİ ÜZERİNE ETKİLİ TEDAVİLER GABAB reseptör agonisti olan baklofen ile yapılmış olan bazı hayvan çalışmalarında fensiklidin sonrası ortaya çıkan prepuls inhibisyon (PPI) defisitini geriye döndürdüğü ve amfetaminin neden olduğu dopamin artışını engellediği gösterilmiştir. Bu gözlemlerden yola çıkarak yeni kuşak GABAB reseptör agonistlerinin de benzer etkiye sahip olup olmadığını araştırmak amacı ile yapılan hayvan çalışmasında pozitif allosterik modülatör (PAM) olan GS39783, ve ortosterik agonist olan CGP44532 kullanılmıştır. Her iki molekül de amfetamin ve MK-801 tarafından ortaya çıkan davranışsal yanıtları inhibe etmiştir. Bunun açıklamasında da GABAB reseptör agonistlerinin sorumlu olan bölgelerdeki dopamin salınımını azalttığı iddia edilmiştir.4 EPİGENETİK TEDAVİ STRATEJİLERİ Telensefalik GABAerjik genlerde epigenetik olarak ortaya çıkan bir downregulasyonun da şizofreni ve bipolar bozukluklarda görülen davranışsal ve bilişsel bozulmada etkili olabileceği öne sürülmüştür. Rodentlerde Valproik asitin (VPA) GAD67 ekspresyonunu arttırdığının gözlenmesinden sonra bu molekül GABAerjik transmisyonu arttıran bir ilaç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yakın zamanlı yapılan diğer çalışmalarda da VPA in hem Histon deasetilazları (HDAC) inhibe etmek sureti ile hem de reelin ve GAD67 promoter bölgelerindeki metillenmeyi azaltmak sureti ile GAD67 ve reelini arttırarak GABAerjik aktiviteyi arttırdığı gösterilmiştir. Ayrıca rodentlerde metiyonin uygulamasının GAD67, reelin ve glukokortikoid reseptör promoter bölgelerinde metillenmeyi arttırdığı, bu etkinin VPA ve diğer HDAC’lar tarafından durdurulduğu ve geriye çevrildiği gösterilmiştir. Atipik antipsikotikler içinde klozapin, olanzapin ve ketiyapinin DNA demetilaz aktivitesine sahip olduğu, bu ilaçların VPA ile birlikte kullanılmasının sinerjistik bir etkiye yol açtığı iddia edilmiştir.5 SONUÇ Şizofreninin bilişsel belirtilerini azaltmak için yeni tedavi ajanlarını geliştirilmesi gerektiği kaçınılmaz bir şekilde açıktır. Ancak bu konuda ilaç geliştirilmesinden önce şizofrenideki bilişsel bozulmalara neden olan nöral ağdaki bozulmaların ortaya konması gerekmektedir. Patofizyoloji temelinde ortaya çıkacak olan bir tedavi etkeni; 1. Hedef reseptöre yeterli bir potens ve spesifite göstermelidir, 2. Tedaviden fayda görme ihtimali yüksek olan bireyler üzerinde denenmelidir, 3. Etkinliğin arttırılabilmesi için bilişsel-davranışçı terapilerin de kombine olarak kullanılması gerekmektedir. Bu prensiplere uygun bir tedavi rejimi geliştirmek ilk bakışta zorlayıcı ve pahalı gibi görünmektedir. Ancak bunun alternatifi olan mevcut tedavilerde ısrarcı olmak ve şizofreninin bilişsel belirtilerini ihmal etmek daha maliyetli sonuçlar doğurmaktadır. Referanslar 1. Gill KM, Lodge DJ, Cook JM, ve ark. (2011) : A Novel a5GABAAR-Positive Allosteric Modulator Reverses Hyperactivation of the Dopamine System in the MAM Model of Schizophrenia. Neuropsychopharmacology; 36: 1903–1911 2. Lewis DA, Cho RY, Carter CS, ve ark. (2008): Subunit-selective modulation of GABA type A receptor neurotransmission and cognition in schizophrenia. Am J Psychiatry; 165: 1585–1593. 3. Wallace TL, Ballard TM, Pouzet B, ve ark. (2011): Drug targets for cognitive enhancement in neuropsychiatric disorders. Pharmacology, Biochemistry and Behavior ; 99:130-145 4. Wieronska JM, Kusek M, Tokarski K, ve ark. (2011) The GABAB receptor agonist GP44532 and the positive modulator GS39783 reverse some behavioural changes related to positive syndromes of psychosis in mice. British Journal of Pharmacology; 163: 1034-1047. 5. Guidotti A, Auta J, Chen Y, ve ark. (2011): Epigenetic GABAergic targets in schizophrenia and bipolar disorder. Neuropharmacolgy; 60: 1007-1016. 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 30 Etyolojiden Tedaviye Şizofrenide Gaba Preklinik Yönleriyle Gaba Şizofreni İlişkisi Oturum Başkanı Panelist : Ayhan Algül : Hüseyin Günay Şizofreninin patofizyolojisinde inhibitör bir aminoaist nörotransmiter olan ɤ -amino bütirik asit (GABA) üzerinde de durulmaktadır. Glutamattan glutamik asit dekarboksilaz (GAD) enzimi aracılığıyla üretilir. Dopaminerjik nöronlardan dopamin üretimi doğrudan GABAerjik nöronların kontrolü altındadır. Düşük GAD düzeyi düşük GABA yoğunluğuna ve sonuçta dopamin artışına yol açar. Pridoksal 5-fosfat (vitamin B6) GABA sentezinde temel kofaktördür. Genetik olarak pridoksin metabolizması anormalliği veya pridoksin antagonisti (örn:izoniazid) alınması, GAD aktivitesini bozarak GABA sentezinin azalmasına ve şizofreni ile ilişkili konfüzyon ve irritabilite belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur. GABA reseptörleri GABA A ve GABA B reseptörleri olarak 2 ana gruba ayrılır. GABA A reseptörlerinin şizofreni ile alakalı olduğu bulunmuştur. Klonazepam gibi GABA A reseptör agonistleri GABA aktivitesini artırarak bazı şizofreni belirtilerinde yatışmaya yol açarlar(1). GABA A reseptörleri 19 farklı alttipe ayrılır: Alttip kompozsyonun göre farklı anatomik, fizyolojik ve farmakolojik özellikler göstermektedir. GABA A reseptörleri alt ünite özelliklerine göre tonik ve fazik olmak üzere iki ayrı formda görev yapar. Ekstrasinaptik lokalizasyon gösteren δ alt ünitesi içeren reseptörler tonik GABAerjik inhibisyonu düzenlerler. GABA nın inhibitör aksiyonları temel olarak klor gradienti ile sağlanır. Bunda primer olarak K/Cl cotransporteri KCC2 rol alır yetişkin beyninde. KCC2 nin yüzey expresyonu ve aktivitesi KCC2 residüsü Ser940 ile regüle edilir. İmmatür nöronlarda , Na, K, Cl cotransporter ekspresyonu GABA nın depolarizan etkisi ile sonuçlanır, matür nöronlarda ise GABA depolarizasyonu, hipokampal nöronlarda shunting inhibisyon yoluyla inhibitör etkilidir. KCC2 deki defisit, GABAerjik inhibisyonda yetersizlikle sonuçlanır ve iskemi, nöropatik ağrı, travma, epilepsi gibi pek çok hastalığa sebebiyet verebilir(2). Şizofrenide postmortem doku örneklerinde GABAerjik markerlerin azalması görülmüştür. GAD 67 primer GABA sentez enzimidir ve şizofreni hastalarında bu enzim mRNA larının neokortikal bölgelerde azaldığı görülmüştür.(3). Gabaerjik internöronlar piramidal hücrelerde perisomatik ve akso-aksonik uyarımda görevlidir ve kalsiyum bağlayıcı protein ve parvalbumin (PV) içerirler. Şizofrenide parvalbuminin neokortikal bölgelerde ekspresyonunda da azalma vardır.(4). PV intenöronları serebral korteks de osilatör aktiviteyi regüle ederler. (5). Şizofrenide kortikal osilatör dinamiklerin bozulmasının pek çok nörokognitif defisitin temelinde yattığı bilinmektedir(6). Hayvan deney modellerinde, NMDA reseptör antagonist uygulamasıyla PV ekspresyonunun azaldığı gösterilmiştir.( 7). Akut NMDA reseptör antagonist uygulamasıyla (PCP, ketamin, MK-801), şizofreni semptomları ve davranışsal bulguları oluşturulmaya çalışılmıştır. Romon ve arkadaşlarının yapmış olduğu bir çalışmada, MK801 uygulamasında sonra 4. ve 24. saatlerde beyin bölgelerinde PV ve GAD67 mRNA ekspresyonuna bakılmış ve MK801 uygulamasından 4 saat sonra PV mRNA sının dentat girus ve hipokampusda azaldığı, 24 saat sonra ise PV mRNA azalmasının medial prefrontal, orbitofrontal ve entorhinal korteks, hipokampus, ve amigdalanın bazolateral nükleusuna yayıldığı gösterilmiştir. PV mRNA larının azaldığı bu beyin bölgeleri, postmortem şizofreni beyinlerindeki GABAerjik markerlerin azaldığı bulguların saptandığı bölümler ile paralellik göstermektedirler. (8) Akut veya tekrarlayan NMDA antagonizması en yaygın kullanılan farmakolojik şizfreni modelidir. PFC de ki eksitatör piramidal nöronlar ve GABAerjik internöronlar birlikte prenatal ve postnatal dönemde executive fonksiyonların gelişiminden sorumludur. Gelişimsel bir hasar, erişkin dönemdeki disfonksiyondan sorumlu olabilir. Ratlarda postnatal 7. günde uygulanan NMDA antagonistlerinin yetişkin dönemde hipokampal nöronal kayba ve talamik bölgelerde hasara yol açtığı, süperfisial kortikal tabakalarda yaklaşık %50 GABAerjik internöron kaybına yol açtığı son zamanlarda gösterilmiştir. ( 9 ). Sonuç olarak şizofreni ve GABA ilişkisinin nörobilim alanındaki gelişmeler ışığında yeniden değrelendirilmesi gerekiyor. Ayrıca terk edilmiş gibi görünen eski hipotezlerin tozlu raflardan indirilerek tekrar gözden geçirilmesinde fayda olacağı kanaati giderek güçleniyor. Kaynaklar 1.Uzun Ö.,Şizofreni Farmakolojik Tedavi Klavuzu, 2008, s:21 2. Sarkar J, Wakefield S, MacKenzie G, Stephen J, Maguire M, Neurosteroidogenesis Is Required for the Physiological Response to Stress: Role of Neurosteroid-Sensitive GABAA Receptors, 2011, The Journal of Neuroscience, December 14, 2011 • 31(50):18198 –18210) 3. Akbarian S, Huang HS (2006) Molecular and cellular mechanisms of altered GAD1/GAD67 expression in schizophrenia and related disorders. Brain Res Brain Res Rev 52:293 –304 4. Lewis DA, Hashimoto T, Volk DW (2005) Cortical inhibitory neurons and schizophrenia. Nat Rev Neurosci 6:312– 324 5. Sohal VS, Zhang F, Yizhar O, Deisseroth K (2009) Parvalbumin neurons and gamma rhythms enhance cortical circuit perfor-mance. Nature 459:698 –702 6. Lewis DA, González-Burgos G (2008) Neuroplasticity of neocortical circuits in schizophrenia. Neuropsychopharmacology 33:141 –165 7. Morrow BA, Elsworth JD, Roth RH (2007) Repeated phencyclidine in monkeys results in loss of parvalbumin-containing axo-axonic projections in the prefrontal cortex. Psychopharmacology Berl192:283– 290 8. Romon T, Mengod G, Adell A, (2011) Expression of parvalbumin a nd glutamic acid decarboxylase-67 after acute administration of MK-801. I mplications for the NMDA hypofunction model o f schizophrenia, Psychopharmacology DOI 10.1007/s00213-011-2268-6 9. Leon G, Coleman L, Jarskog F, Sheryl S, Fulton M, (2009)Deficits in adult prefrontal cortex neurons and behavior following early postnatal NMDA antagonist treatment Pharmacology, Biochemi stry and Behavior 93 322 –330 11 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 30 Etyolojiden Tedaviye Şizofrenide Gaba Şizofreni ve Gaba Yansımaları: Oturum Başkanı Panelist : Ayhan Algül : Recep Tütüncü Gama amino butirik asit (GABA) santral sisteminde en yaygın inhibitör nnörotransmiterdir. Presinaptik ve postsinaptik inhibitör etkileri vardır. Presinaptik olarak eksitatör nörotransmitelerin sinaptik aralığa salıverilmesini önler. Postsinaptik etkisini de GABA-A reseptörünün uyarılması ile sağlar. GABA nöronlarının büyük kısmı lokal inhibitör internöronlardır. Striatum gibi bazı alanlarda ana efferent nöron olarak bulunurlar. Şizofreni de GABA ile ilgili bulgular 1970’li yıllara kadar uzanmaktadır. GABA’nın, dopamin ile resiprokal ilişkisi vardır. 1972 de Robert ve arkadaşları, şizofrenide GABA azalmasını göstererek, bu durumun etyolojik bir model olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak postmortem çalışmalar bu görüşü desteklememiştir. 1978 yılında Bird ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada GABA azalması etyolojideki nörokimyasal anormalliklere değil, ölüm anındaki agoniye bağlanmıştır. Son on yılda şizofreni de GABA defisiti hipotezi tekrar önem kazanmıştır. Korteks ve hipokampusta parvalbumin içeren GABA internöronlarının azaldığı gösterilmiştir. Bu durum moleküler delillerle de desteklenmiştir. GABA sentezleyen enzim GAD67 için mRNA ve protein düzeyleri, korteks ve hipokampusta azalmıştır. Yetişkin döneminde GABA nöronları tarafından üretilen reelin düzeylerinde, şizofreni ve psikotik özellikleri olan iki uçlu bozuklukta %30-50 azalma saptanmıştır. Bu azalma hastalığa spesifik değilse de internöron eksikliği ile uyumludur. Böylece GABA-A reseptör bağlanmasında selektif kompansatuvar artış olurken, benzodiazepin bağlanması değişmemektedir. GABA internöron alttiplerinde ki özgün değişiklikler şizofreni etyolojisinde rol alıyor olabilir. Genetik açıdan GABA internöronlarının farklı alt populasyonları ayrı prekörsörlerden kaynaklanır. Ek olarak GABAerjik nöronların ortaya çıkış zamanlaması ve sırası şizofrenide test edilmeye aday tüm genlerle aynı düzenleyici bağ ile ilişkili olabilir. Bu faktörlerin anormal regülasyonu ile seçici GABA internöron formasyonu azalabilir ve genetik hassasiyete yol açabilir. Sonuç olarak, moleküler ve genetik açıdan ele alındığında şizofrenide gösterilenGABAerjik sistemdeki defisit, etyolojide yer alan diğer etkileyici faktörlerle birlikte yeni bir olasılıktır. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2 P 31 Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı Ötekinin Ruhu Oturum Başkanı Panelist : Doğan Şahin : Ayşe Devrim Başterzi ‘Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır.’ HRANT DİNK İnsanlığın karşı karşıya olduğu sorunlardan en önemlilerinden birisi ve belki en önemlisi ayrımcılıktır. İnsanlık tarihinin her döneminde ve halen bir grup insan, başka bir grup insana topluca atfettiği özellikler nedeniyle onlardan nefret edebilmekte ve o grubun çocuklarını, bebeklerini bile işkence ile öldürecek kadar kadar vahşileşebilmektedir. Ayrımcılığın gözümüze en çok çarpan şekli milliyet, etnik ve dini kimlik üzerine kurulsa da bir çok insan bir çok nedenle ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Şişman olmaktan, kadın olmaya, cinsel yönelimden ten rengine, yoksul olmaktan HIV taşıyıcısı olmaya, yaşlı olmaktan ruhsal bir hastalığa sahip olmaya kadar bir çok nedenle ayrımcılığa uğramanız ötekileştirilmeniz mümkündür. Psikiyatrinin ayrımcılık ve sosyal dışlanma ile uğraşmasının önemli nedenlerinden birisi de herhangi bir ruhsal hastalığa sahip olanların uğradığı ayrımcılık ve dışlanmadır. Ayrımcılık ve sonucu olarak ortaya çıkan sosyal dışlanma; eşitsizlik, güvencesizlik ve dengesizliğe yönelik yeni bir kavramdır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, kültürel ve davranışsal boyutları olan; nesnel olduğu kadar öznel değerlendirmelere de açık bir süreç olup, belirli kesimlerin toplumsal bütünden ve sermaye birikim sürecinin dışında kalarak, gelir dağılımından kendisinin ekonomiye yaptığı katkı doğrultusunda yararlanamamasıdır. Ayrımcılığa uğrayan insanlarda ruhsal sorunlar ve hastalıklar çok daha sık görülmesine rağmen bu grupların ruh sağlığı hizmetlerine ulaşımı da kısıtlıdır. Ayrımcılığa uğrama nedeninin görünür ya da gizli olması ortaya çıkan ruhsal sorunları değiştirebilmektedir. Kadın olmak, ırk, şişmanlık gibi hemen göze çarpan nedenlerle ayrımcılığa uğrayanlar kendilerini gizlemek için saklanacak bir örtü bulamazken eşcinseller, HIV gibi bir hastalığa sahip olanlar, etnik kimliği ya da politik inancı nedeniyle ayrımcılığa uğrayanlar damgalanma nedeninin su üstüne çıkmasını engellemek için çok daha kontrollü ve ihtiyatlı olma ve bu durumu gizlemeye çalışma gibi zorlu çabalara mahkum kılınırlar. Ayrımcılık ve damgalanmanın ruhsal sorunlara yol açması ile ilgili önemli bir sorun alanı da damgalanma nedeninin kontrol edilir olduğuna dair inançlardır; sigara içme, yoksulluk, ruhsal hastalığa sahip olmak ya da şişmanlık gibi nedenlerle ayrımcılığa uğrayanlar daha şiddetli bir tepki çeker ve bu damgayı değiştirebilmek için harcadıkları boşa çıkan çabalar sonrasında kendilerini sıklıkla yenik, beceriksiz ve değersiz hissederler. Kendilik değeri, özsaygı ve psikolojik olarak iyilik hali zarar görür. Ayrımcılığa uğrayan insanlar, başkalarının kendileri hakkındaki olumsuz stereotipilerinin ne olduğunu bildiklerinden, ‘stereotipi tehdidi’ olarak isimlendirilen bir duygu yaşarlar; damgalanmayla ilişkili herhangi bir aktiviteyi yerine getirirken daha çok kaygı yaşar ve bu kaygı davranış üzerinde olumsuz etkilere yol açar. Örneğin bir kadın iş görüşmesinde erkeklere göre daha çok kaygı hissettiği için daha gergin, beceriksiz, özgüveni düşük bir izlenim yaratabilir. Siyah çocukların eğitim sırasında kendilerini daha aptal hissettikleri, baştan başarısız olacaklarını düşünüp buna uygun davranışlar sergiledikleri gösterilmiştir. Ayrımcılığa uğrayanlar sıklıkla yaşamlarının her yönüyle bundan etkilenirler; eğitim, sağlık, barınma gibi kaynaklara daha zor ulaşırlar. Bu nedenle hissettikleri başarısızlık duygusu arttıkça kendilerini tamamen yenik hissedip, çabalamaktan vazgeçebilirler. Damgalanmış bireyler başkalarının kendilerine yönelttikleri davranışların nedenleri konusunda oldukça duyarlıdırlar. Kendi yaşamlarındaki olumlu deneyimleri, başarılarını tokenizme (bir azınlık grubuna karşı küçük ve önemsiz bir davranışta bulunarak -artık beni rahatsız etme, daha ne yapayım istiyorsun- daha anlamlı girişimlere girmeyi reddetme) ve tersine ayrımcılığa (ayrımcılığa duyarlı insanların ayrımcılığa uğradıklarını düşündükleri gruptan insanlara aşırı olumlu değer atfetmeleri) bağlayıp kendi yaptıklarının değerini azaltabilirler ya da olumsuz davranışları nedeniyle aldıkları olumsuz tepkileri ayrımcılığa bağlayarak davranışlarını değiştirmeyi reddebilirler. Ayrımcılığa uğramayı süreklileştiren şeylerden birisi kendini gerçekleştiren kehanetlerdir. Rosenthal ve Jacobson’un deneyinde yapılan bir IQ testinden sonra okulda başarılı olacağı söylenen –ve aslında diğer çocuklardan farkı olmayan- çocuklar başarılı, diğerleri başarısız olmuştur. Sonuç olarak ayrımcılığa uğrayan insanlar önyargılı tutumların kurbanıdır. Diğerleri tarafından sıklıkla aptal, beceriksiz, kaba, pis, saldırgan, tembel olarak yaftalanırlar ve bu yargıların açtığı derin ruhsal yaralar pek çok ruhsal hastalığın gelişmesine yol açar. Hollanda’da göç eden insanlar arasında ayrımcılığa uğradığını en çok hisseden grupta şizofreni riskinin yerlilere oranla 5 kat artması, son günlerde ülkemizde giderek artan ötekileştirme politikaları içinde gerek psikiyatrinin günlük uygulamalarında ayrımcılığı ruhsal sorunlara yol açan bir stres faktörü olarak değerlendirmeyi, akılda tutmayı, sorgulamayı gerekse koruyucu psikiyatri hizmetlerinde ayrımcılığa karşı çalışmalar yapmayı zorunlu hale getirmektedir. Kaynaklar 1. Binbay T. Eşitsizliğin Bedeli: Sosyal Dışlanma Psikozları Neden ve Nasıl Arttırıyor? Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni 2010; 13(3):8-10. 2. Veling W, Hoek HW, Mackenbach JP. Perceived discrimination and the risk of schizophrenia in ethnic minorities : a case control study. Soc Psychiatry Pschiatr Epidemiol 2008;43:953-959. 3.Hogg MA, Vaughan GM.(eds) Sosyal Psikoloji (çev. Yıldız İ, Gelmez A. Ütopya yayınevi, Ankara, 2007) 381-423. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2 P 31 Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı Ötekileştirme neden nasıl? Oturum Başkanı Panelist : Doğan Şahin : Nur Engindeniz 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2 P 31 Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı Ayrımcılığa uğrayanın hayatta kalma stratejileri Oturum Başkanı Panelist : Doğan Şahin : Rober Koptaş 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 2 P 31 Ayrımcılığın şiddeti, şiddetin ayrımcılığı Ayrımcının Ruhu Oturum Başkanı Panelist : Doğan Şahin : Selçuk Candansayar Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Nazi ideolojisinin toplumda nasıl olup da geniş kabul gördüğü sorusu toplumbilimlerinin önemli çalışma alanlarından biri olmuştur. Bu soru aslında ırkçılık hakkında uzun yıllardır sorulurdu. Ancak Nazi ideolojisi ve Yahudi soykırımının yarattığı şaşkınlık ve suçluluk duyguları bu çalışmaları hızlandırmıştır. Bu bağlamda en bilinen temel çalışma Frankfurt Okulu kuramcılarından T. W. Adorno ve arkadaşlarının yaptıkları “Otoriter Kişilik” araştırmasıdır. Bu çok geniş kapsamlı araştırmada sıradan insanın nasıl olup da ayrımcı, ırkçı ruh haline bürünebildiğinin toplumsal ve bireysel değişkenlerle ilişkisi incelenmiştir. İlk yayınlandığında üzerinde büyük tartışmalar çıkan araştırma daha sonra bir şekilde gözden düşmüştür. 1970 li yıllardan sonra ayrımcılığın toplumsal ve ruhsal temellerine yönelik araştırmalar ideolojik zemininden koparılmış ve daha çok tekil bireyin ayrımcılığına yönelmiştir. Daha doğrusu ayrımcı ruhu hazırlayan ya da inşa eden ekonomik, politik süreçlerden çok bireysel özelliklere odaklanılmıştır. Türkiye’de ayrımcılığın açık ve örtük boyutları gündelik hayatta yaygın olmasına karşın hep gözden uzak tutulmuştur. Bu konuşmada genel olarak ayrımcı ruhun üzerinden yükseldiği politik iklim ve koşullar tartışılacak ardından güncel durum üzerine düşünceler aktarılacaktır. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 32 Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu İnternet ve video oyunlarında şiddetin sunumu Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Yumru : Ayşen Çoşkun 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 32 Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu TV Dizilerinde Şiddetin Sunumu Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Yumru : Bülent Coşkun Televizyonun günlük hayattaki yerinin artması bazı TV programlarının daha fazla izlenmesine yol açmıştır. Son zamanlarda özellikle gençler arasında giderek internetin ve sosyal medyanın öne geçmesi söz konusu olsa da hala TV programları, özellikle diziler, geniş izleyici kitlesi bulmaktadır. Şiddetin dizilerdeki yeri ve topluma, gençlere, çocuklara etkisi de çeşitli kesimlerin ilgisini çekmektedir. Özellikle öldürme, yaralama, işkence şeklindeki şiddetin yoğun biçimde kullanıldığı dizilerin başında Kurtlar Vadisi gelmektedir. Adanalı, Ezel, bir ölçüde Arka Sokaklar ve son zamanlarda da Behzat Ç. bu çerçevede düşünülebilir. Bütün bu dizilerdeki şiddetin ortak yönü, şiddeti dizinin kahramanlarından biri uyguluyorsa mutlaka makul (!) bir gerekçesinin olması, kötü karakter uyguluyorsa cezalandırmayı hak edecek derecede “yanlış” yapmasıdır. Genellikle “dizi kahramanları”, başka türlü sağlanamamış adaleti sağlamak, toplum tarafından kabul edilebilir değerleri korumak, yaşatmak, haksızlıklarla mücadele etmek adına “kötüleri” (!) cezalandırmak için şiddet uygular. Kurtlar Vadisinden bir iki örnek verecek olursak: Ünlü kafa kesme sahnesinde Polat Alemdar, artık uyuşturucuların okullarda satılmayacağını söyler, Cerrahpaşalı itiraz edince de kafasını keserek öldürür. Bir başka sahnede Çakır bir tecavüzcüyü döverek öldürür. Yine Çakır, bir baskında karısını öldüren Tombalacı’ya kol ve bacaklarını kırarak işkence uygularken, onun “öldür artık” yalvarmalarına dayanamayan Polat “kafasına sıkarak” Tombalacı’nın isteğini yerine getirir... Ortadoğuda yaygın olarak izlenen bu diziden etkilendiklerini söyleyen 17 ve 18 yaşlarındaki iki Ürdünlü gencin bir taksi şoförünü kaçırdıkları, kadınlara tacizde bulunan erkeklerle mücadele etmek üzere kurmayı düşündükleri çeteye yardım istedikleri, şoförün itiraz etmesi sonrasında da onu öldürdükleri bildirilmiştir. Yine beş kişiyi cinayet çılgınlığı tablosuyla öldüren bir Yemenli işlediği cinayet konusunda Kurtlar Vadisinden etkilendiğini söylemiştir. Bu kişinin kabile mahkemesinde verilen karar sonucu kan davasına meydan vermemek amacıyla infaz edilmesi de üzerinde durulabilecek ilginç bir boyut olmuştur. Öldürme, işkence dışında kalan özellikle kadına yönelik fiziksel ve sözel şiddet öylesine yaygın olarak kullanılmaktadır ki, hemen her dizide görülebilen hakaretler, tokatlamalar basit ayrıntılar halini almıştır. Dizilerin yazarları ve yapımcıları bu tür davranışların zaten hayatın içinde var olduğunu belirtseler de asıl ürkütücü olan bu tür sahnelerle, bu davranışların olağanlaştırılıyor olmasıdır. İtilmiş ve Kakılmış tiplemeleriyle neredeyse aile içi şiddetin sevimli bir hale getirilmiş olduğu hatırlardadır. Cinsel istismar ve tecavüz de şiddetin bazen neredeyse moda halini alan uygulamaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. “Fatmagül” ve sonrasında “İffet” dizileri tecavüz temasının üzerine kurulmuş, “Öyle bir geçer zaman ki” dizisinde de Ali Kaptan çok sevdiği karısına tecavüz etmiştir… Bir şekilde öfkelendiği kız arkadaşının telefon numarasını piknik masasına Fatmagül’ün telefon numarası diye yazan kişiye rastlanabilmektedir. Son zamanlarda eşini ya da sevgilisini kendi malı olarak görüp, herhangi bir şekilde istediğine uymadığında dövmekte, bıçaklamakta, öldürmekte sakınca görmeyen kişiler bu davranışlarını “ya benimsin ya da toprağın” diye ifade edebilmektedirler. “Kan davaları”, “namus veya töre cinayetleri” de bir dizide veya filmde tutarsa hemen yenileri yazılabilmektedir. Sunum sırasında dizilerdeki çeşitli şiddet örneklerinin ele alınması yanında bu konuda eğitimcilerin, ruh sağlığı çalışanlarının, iletişimcilerin, basın dünyası ile dizi yazım, yapım ve yönetim çalışanlarının yaptıkları ve yapabilecekleri üzerinde de durulması planlanmaktadır. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 32 Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu Görsel Medyada Şiddetin Temsili Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Yumru : Hasan Akbulut Yazılı, görsel ya da dijital olsun medya, içinde yaşadığımız gerçekliği yansıtmaktan öte yeniden üretme özelliğine sahiptir. Eleştirel teoriye göre medya, tam da bu özelliği nedeniyle ideolojik bir aygıt olarak gerçeklşiğe dair algılarımızı biçimlendirir. Bu haliyle haberler, filmler, reklamlar gerçekten üretilmiş birer temsildir, yeniden üretimdir, kurgudur. Olaylara, değerlere, düşüncelere ilişkin neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen medya, söz konusu şey şiddet olduğunda da neyin şiddet olarak tanımlanıp tanımlanmadığını, hangi şiddetin meşru hangisinin gayrımeşru olduğunu da belirler. Bu sunuş, günümüz Türkiye'sinde hala belirgin önemini koruyan televizyon programlarında şiddetin nasıl tanımlandığını, özellikle belirli gruplara yönelik şiddetin nasıl görmezden gelindiğini, özellikle kadın programlarında yoksul kadınların nasıl bir söylemsel şiddete maruz kaldığını ortaya koymayı amaçlamaktadır. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 3 P 32 Sinema, Diziler ve İnternette Şiddetin Sunumu Sinemada Şiddetin Sunumu Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Yumru : Hira Selma Kalkan Sinemanın hem toplumun belirli olaylara yüklediği anlamları yansıtması hem de toplumun belirli olaylara bakış açısını biçimlendirmedeki etkisi yadsınamaz. İnsanların şiddete ilişkin oluşturdukları bakış açısı ve şiddete yükledikleri anlam üzerinde etkisi büyük olan medyanın, şiddeti sunma şekli ve bunun toplum üzerindeki etkisi önemlidir. Şiddetin bireysel boyutunun yanı sıra toplumsal boyutunun da olması, bu boyutların birbirini beslemesi sözkonusu olduğundan, şiddeti önleme ve sağaltım çalışmaları açısından, film, dizi, internet ve video oyunlarında şiddetin nasıl sunulduğunu incelemenin yardımcı olacağı düşünülmektedir. Bu amaçla Türkiye ‘de sinema filmlerinde şiddetin nasıl sunulduğu ve bunun toplumsal yansımaları örneklerle ele alınacaktır. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4 P 33 Psikiyatri, Sanatsal Yaratıcılık ve Frida Kahlo Kendine tutunmak: Frida Kahlo Oturum Başkanı Panelist : Gamze Özçürümez : Ayşegül Sütçü Yıldırım 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4 P 33 Psikiyatri, Sanatsal Yaratıcılık ve Frida Kahlo Diyalektik Bakış Açısıyla Psikiyatri ve Yaratıcılık Oturum Başkanı Panelist : Gamze Özçürümez : Burhanettin Kaya Karl Marx, Feuerbach üzerine tezlerinin 11.cisinde filozofların yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiklerini, oysa önemli olanın onu değiştirmek olduğunu söyler1. Bu söylem özünde sanat ve yaratıcılık edimi içinde geçerlidir. Marx’ın 11.tezi sanatın da dünyayı yalnızca yorumlamakla değil değiştirmekle olanaklı olacağı, sanat yapıtının ve yaratıcışlık eyleminin değiştirici ve dönüştürücü olacağı düşüncesine katkı sağlamaktadır. Bertolt Brecht toplumcu gerçekçi sanatı tanımlarken sanatın bir ayna değil dinamo olduğunu belirterek hem ele aldığı nesneyi, hem de nesnenin ait olduğu dünyayı değiştiren ve dönüştüren işlevine vurgu yapmaktadır. Bu değiştirme etkinliğinin devindiricisi yaratıcılıktır. Yaratıcılık bir estetik üretimi ve değişimi içinde barındırır. Bu yeti her insanda potansiyel olarak varolan, ki dış dünya ile etkileşimin bir yansıması olarak vardır, ve yine dış dünya ile etkileşimin sonucu olarak bir yapıta içerik ve biçim kazandıran bir eylemdir. Gerçekçi sanatta biçim ile içerik ve bunların diyalektik bütünlüğü sorunu bilimsel estetikte çok önemli bir yer tutmaktadır. Bunun ilk nedeni gerçeğin estetik özümsenmesinin biçimin içeriğe uygunluğunda kendini göstermesi, ikincisi ise biçim-içerik bütünlüğünün sanatın eylemine ilişkin nesnel yasaları dile getirmesi, son nedeni ise biçim-içerik ilişkisinin yaratım sürecinin diyalektiğine sımsıkı bağlı olmasıdır2. Sanatta biçim-içerik ilişkisini incelemek için maddeci diyalektiğin kategorilerine dayanılması gerektiği öne sürülmektedir. Diyalektik biçim ve içeriğin bir ve aynı fenomenin birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu öngörür ve bir bütünlük oluşturduğunu vurgular. Marksizm bütün içinde başat rolün içeriği düştüğünü, sanatsal yaratımın doğasını içeriğin ortaya koyduğunu öne sürerken, maddeci diyalektik biçimin etkin karakterini kabul eder. Biçim yalnızca sanatsal olayın dış görünüşü değildir; içeriğin içyapısının anlatımıdır da aynı zamanda. Biçimin etkinliği içeriğin gelişimini kolaylaştırmaktadır2. Bugüne dek birçok sanat dalında önemli yapıtlar üretmiş sanatçıların ruhsal yapısının çözümlenmesi, onun sanatsal üretimle ilişkisi hem sanat eleştirmelerinin, hem de psikiyatrların ilgi alanlarında olmuştur. Bunun yanında sanat yapıtını anlama sürecinde psikoloji kuramlarına sıklıkla dayanılmış ve büyük tartışmalar doğuran yorumlara kapanması çok da kolay olmayacak birçok kapı açılmıştır. Bunun yanında akıl hastalarının ürettiği sanat yapıtları, psikopatolojik sanat kavramının da tartışmaya açmış, sanat aracılığıyla ruhsal hastalıkların tedavisi bir uğraşı alanı olarak gelişmeye başlamıştır3. Panele giriş niteliğinde olan bu sunumda özetlediğimiz bu tartışmalar ışığında diyalektik bakış açısıyla sanatsal yaratıcılık ve psikiyatri ilişkisi gözden geçirilmeye çalışılacaktır. Kaynaklar 1. 2. 3. Marx K, Engels F. Alman İdeolojisi (Feuerbach). Sol Yayınları, İstanbul 1975. Ziss A. Estetik: Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi. Hayalbaz Kitap, İstanbul 2009. Parman T. Psikopatoloji ve Sanatsal Yaratıcılık. Çığlığın Işıkla Buluşması. Ed: Yazıcı O, Pınarbaşı Matbaası, İstanbul 2006, s.30-38. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 4 P 33 Psikiyatri, Sanatsal Yaratıcılık ve Frida Kahlo Dipfaz Bakış Açısıyla Frida Kahlo: İç - Gerçekten Dış – Sisteme Oturum Başkanı Panelist : Gamze Özçürümez : Meral Turhan Dipfaz; gerçeklik ile fantazya arasında çatışıp duran insanın algılama boyutuna bağlı ortaya koyduğu plastik ifadenin iki zıt kavrama da karşılık gelebilme durumudur. Sanatta ironik bir durumla karşı karşıya kaldığımızda dipteki gerçeklerin analizine dayalı yorum içeren bir bakış açısını içerir. Hayatını, sanatçı kimliğini ve ortaya çıkardığı eserlerini, kişisel edinimleriyle ve farklı estetik algısıyla yorumlayan Frida Kahlo, dipfaz anlayışını açıklama sürecinde verilecek en iyi örneklerden biridir. Frida’ nın farkında olmadan yakaladığı “dipfaz”daki gerçeklik algısı ironik bir görünümün ifadesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, izleyici Frida’nın resminde sürrealist dünyadaki içsel verileri algılarken, diğer bir izleyici aynı resme bakıp realist dünyadaki dışsal verilere ulaşabilir1. Devrimci bir ruh taşıyan Frida Kahlo’nun sistem eleştirisini yaparken “üçlü diyalektik” bir bilinçle davranması onun çok yönlü incelenmesini gerektirmektedir. Sanatın umudu yeşertmek ve canlı tutmak gibi bir gücü ve işlevi vardır. İnsanlığın “trajedilerin sonu”un geldiği bir çağı görme umudu, genel anlamda sanatçıların tutum ve dışavurumlarıyla desteklenmelidir. Sanatçı, dış bakış ve iç yaşam denklemini dengede tutabilecek algıyı geliştirir ve süreç içerisinde öğretici ve değişime öncü olabilecek vasfıyla yol gösterici olur. Kahlo’nun pes etmeyen tavrı bahsettiğimiz yönelimleri fazlasıyla kapsamaktadır. “Yürüyemezsem dans ederim” diyebilen acılar içinde geçen yaşamının son anında bile “yaşasın hayat” deyip kırmızı karpuzlarla natürmort çalışan, sanatçının yaşamdaki duruşu, sanata doğrudan yansımış, yol gösterici ipuçları yakalamamıza neden olmuştur. Eserlerinde sadece bireyi oluşturan iç (evre)–dış(sistem) denklemini çözmekle kalmayıp aynı zamanda toplumu oluşturan akımların gerçeklerini eserlerinde aynasallaştırarak (sürrealizm gibi) ironik bir şekilde ifade etmektedir1. Frida, Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsüdür. 6 Temmuz 1907 günü doğmuş olmasına rağmen doğum tarihini, Meksika devriminin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak ilan etmiş, yaşamının modern Meksika'nın doğuşuyla başlamış olmasını istemiştir. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna katılmış, 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası tüm hayatını değiştirmiştir. 17 Eylül 1925’de okuldan dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu trenin demir çubuklarından birisi sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmış, kazadan sonraki yaşamı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçmiş; 32 ameliyat geçirmiş, 1954’de çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesilmiştir. Kazadan sonra resim yapmaya başlayan Kahlo, aynı dönemde Meksikalı Michalangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanışmış ve evlenmiştir. Sık sık sağlığı bozulan Frida, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için tüm gücüyle resim yapmış, yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1938’de New York’ta açtığı sergi büyük ün getirmiş, 1943’de 'La Esmeralda' adlı yeni bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başlamış, sağlık durumu kötüleşmesine rağmen ders vermeyi sürdürmüş; 1950’de 9 ay hastanede kalmış, 1954 yılında sağ bacağı kesilmiştir. Frida Kahlo, 13 Temmuz 1954’te, akciğer embolisi nedeniyle son nefesini verdiğinde; arkasında bıraktığı son tablosu; “Yaşasın Yaşam” isimli bir resmidir2. Bu sunumda Dipfaz bakış açısıyla Frida’nın iç-gerçekliği ile dış-sistem arasındaki etkileşimi bir ressam gözüyle yorumlanacak ve tartışılacaktır. Kaynaklar 1. 2. Turhan M, Sanatta Gerçeklik İle Fantazyanın Plastik Bir İfadesi Olarak Dipfaz. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara, 2010. Rauda J, Aşk ve Acı Frida Kahlo. Çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Everest Yayınları, İstanbul, 2002. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 34 Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif Modeller Depresyonda Metakognitif Terapi Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Zihni Sungur : Erhan Ertekin Depresyonun metakognitif modeli depresyonun, hüzne veya negatif düşüncelere yanıt olarak ruminasyonun aktive olmasından ve uyum bozucu başa çıkma davranışlarından kaynaklandığını öne sürer. Ruminasyon hüzün ya da depresyonun nedenleri ve anlamı hakkında perseveratif biçimde negatif düşünmedir. Bu süreçler ruminasyonların avantajları hakkında pozitif metakognitif inançlar (örneğin “neden mutsuz olduğum hakkında düşünmem iyileşmeme yardımcı olur”) ve depresif düşünce ve yaşantıların kontrol edilemezliği hakkında negatif metakognitif inançlar (“depresif düşüncelerim üzerinde hiç kontrolüm yok, bunlar bir hastalığın işareti”) ile ilişkilidir. Bu inançlar ruminatif düşünme stillerinin devamına ve üzüntüye ruminasyon odaklı yanıtların seçilmesine yol açar. Beck’in şema kuramında kişinin kendisi, dünya ve gelecek hakkında negatif inançları vardır, buna “negatif bilişsel üçlü” denir. Metakognitif terapide ise bu inançlar ruminasyonun içeriği ya da ürünü olarak görülür ve doğrudan yeniden yapılandırılmalarına çalışılmaz. Metakognitif terapi bilişsel terapiden ruminasyon hakkındaki metakognitif inançlara odaklanmasıyla ayrılır. Metakognitif terapi kuramına göre ruhsal bozukluklara neden olma konusunda düşüncelerin içeriği, düşünme eyleminin stili ve kontrolüne göre daha az önem taşımaktadır. Düşünce içeriği metakognitif terapide de önemlidir ama burada üzerinde durulan olağan kognisyonların değil metakognisyonun içeriğidir. Bir başka deyişle insanların ne düşündüğü değil, nasıl düşündüğü üzerinden çalışılır. Depresyonda ruminasyonun hüzün duygusuna veya değersizlik-yetersizlik düşüncelerine karşı çözümlerin keşfini sağlayacağına inanılır. Sonra bu durumu kötüleştirir, bu kez belirtilerin kontrol edilemezliği gibi temalarla negatif metakognitif inançlar aktive olur. Sonra kişi ruminasyon eyleminin farkına varmaz (meta-farkındalığın düşük olması) ve bunlar ısrarcı bir hal alır. Tedavi BDT’den farklıdır. BDT’de sorun olumsuz otomatik düşünce içeriği ile formüle edilir ve “bilişsel üçlü” üzerinden düşüncelerin geçerliliği sorgulanır. Metakognitif terapide bu düşüncelerin içeriğiyle ilgilenilmez, bunların ruminasyonu tetiklediği ve onun sonucu olduğu gibi bir kısır döngü oluştuğunu kabul eder ve sürekli düşünme sürecini değiştirmeye odaklanır. Ayrıca metakognitif terapi dikkat eğitimi tekniği, mesafe koyma aracılı farkındalık (detached mindfullness) ve metakognitif odaklı davranışsal deneylerle kişinin düşünce ve duygularıyla ilişki biçimini değiştirmeye çalışır. Bu sunumda depresyonda metakognitif terapi kuramı ve uygulamaları, özellikle BDT ile örtüşen ve ayrılan yönleri açısından gözden geçirilecektir. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 34 Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif Modeller Depresyon ve Ruminatif Düşünceler Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Zihni Sungur : Mehmet Zihni Sungur Depresyonun bilişsel davranışçı terapisi (BDT) sürecinde depresif bireyin kendisi, dış dünya ve gelecek ile ilgili şemaları ve olumsuz otomatik düşünceleri üzerine odaklanılır. BDT, depresyon tedavisinde oldukça etkili bir yaklaşım olmasına karşın ilginç bir biçimde bireyin değersizlik, yetersizlik ve başarısızlık düşüncelerine yönelik tepkilerini (metakognisyonlarını) ya da neden depresyonda olduğu ile ilgili olarak ürettiği ve zincirleme olarak devam ettirdiği ruminasyonlarına yeterince gönderme yapmamıştır. Oysa bugün elimizde metakognitif inanışların hem ruminasyonlarla hem de depresyonla bağlantılı olduğunu ve bu inanışların depresyona yatkınlık oluşturduğuna dair yeterince veri bulunmaktadır. Ruminasyonlar hastalar tarafından başlangıçta sorun çözme, içgörü kazanma, ileride aynı duruma düşmeme amacı ile başlatılan ve hastalığı daha iyi yönetmeye yönelik bir başa çıkma stratejisi olarak kullanılır. Başka bir deyişle ruminasyonlar, olumsuz düşünceler ya da teması kayıp olan deneyimlerle ilgili olarak aktive olur. Oldukça inatçı, tekrarlayıcı bir düşünce biçimi şeklinde seyreden ruminasyonlar başlangıçta “Neden böyle hissediyorum? Mevcut durum benimle ilgili hangi bilgiyi veriyor? Nasıl daha iyi hissederim?” gibi sorulara yanıt bulmaya yönelik olduğundan birey tarafından istemli olarak başlatılır ve olumlu olarak algılanır. Ancak sıklığının, süresinin ve oluşturduğu sıkıntının artması yanı sıra bireyin işlevselliğini bozması ve sonucunda giderek istenmeyen ve kontrol edilemeyen bir tepki gibi algılanır. Hastanın ruminasyonları hakkındaki olumlu inanışları gerek depresyonun oluşumunda gerekse depresif nükslerde önemli rol oynar. Ruminasyon hakkındaki olumsuz inanışlar ise depresyonun şiddetini artırır. Bu sunumda depresyonun oluşumu ve süregenleşmesini açıklamakta önemli bulunan metakognitif model bağlamında ruminasyonun rolü ve öneminden söz edilecektir. Referans: 1. Papageorgiou C., Wells A. (2004) Depressive Rumination, John Wiley and Sons, England. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 34 Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif Modeller Depresyonda Davranışçı Yaklaşımlar Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Zihni Sungur : Şükrü Uğuz Depresyon kişinin kendini ödüllendirme davranışlarının azaldığı bir durumdur. Zevk veren davranışların azalması depresyondan olabileceği gibi, davranışların azalması depresyonun kötüleşmesine sebep olur. Depresif bilişleri değiştirmenin yollarından birisi de hastanın depresyon sebebiyle yapmayı bırakmış olduğu davranışlarıyla ilgili aktivasyon planı hazırlamaktır. Terapistin görevi davranışları yapmaya isteksiz olan hastanın planlanan davranışları gerçekleştirme üzerine motivasyonunu artırmak ve hastanın davranışları gerçekleştirdikçe zevk alabildiğini takip etmesini sağlamaktır. Davranış değişikliği için hoşa giden davranışlar listesi ve izlemek için günlük davranış kayıtları kullanılmaktadır. Bu sayede işlevsel olmayan depresif davranışlardan (sürekli uyumak, insanlardan uzaklaşmak, evde kalmak) kurtulmasını sağlayarak günlük işlevlerinin tekrardan kazanılması sağlanabilir. Hasta davranışsal aktivasyon planı ile hayat kalitesinin arttığını gözlemledikçe, bu davranışları yapma sıklığı artacaktır. 11 Ekim 2012 / 13:30 – 15:00 / Salon 5 P 34 Depresyonu Anlamak: Ruminatif Düşünceler, Bilişsel, Davranışçı ve Metakognitif Modeller Depresyonda bilişsel yaklaşımlar Oturum Başkanı Panelist : Mehmet Zihni Sungur : Yusuf Sivrioğlu 11 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 4 P 35 Atipik Antipsikotiklerin Yeme Davranışı ve Kilo Değişimi Üzerine Etkileri: ODTÜGata Proje Sonuçlarının Paylaşımı Atipik Antipsikotiklere Bağlı Kilo ve İştah Değişimi İle İlgili Psikotik Hastalarda Yapılan Çalışmalar, ODTU-GATA Projelerinin Sonuçları Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Levent Sütçigil Psikotik bozukluk bireysel ve ekonomik bedelleri çok ağır olan, hastaların yaşam kalitelerini önemli ölçüde etkileyen ve dünya çapında önde gelen halk sağlığı problemlerinden biridir ve hastalığın tedavisinin finansal bedelinin tüm kanserlerin toplamından daha fazla olduğu düşünülmektedir (1). 1950’li yıllarda antipsikotik ilaçların keşfiyle psikotik bozuklukların semptomlarının tedavisinde önemli bir çağ başlamıştır. Tedavi araştırmaları süreci içinde tedavi seçenekleri arasına girmiş atipik antipsikotikler hastaların yaşam kalitesini önemli şekilde etkileyen yan etkilere sahiptir. Oluşan yan etkilerin başlıcaları sedasyon, kilo alımı, diyabet ve lipit profili üzerindeki olumsuz etkileridir (2). Psikotik bozukluklarda alevlenmelerin ve tekrarlamaların önlenmesinde en uygun yol uzun süreli ilaç kullanımın sağlanmasıdır. Kilo alımı ve buna ikincil gelişen sağlık sorunları, ilaçlara uyumsuzluğun en önemli nedenlerini oluşturmaktadır. Ek olarak, uzun süreli ilaç kullanması gereken bu hastalarda hipertansiyon, diyabet, koroner kalp hastalığı gibi ciddi hastalıklara zemin hazırlanmaktadır. İlaç uyumsuzluğu nedeniyle ilaç değişiklikleri ise, hasta ve hasta yakınlarının yaşam kalitesini olumsuz etkilemekte, giderlerin artmasına neden olmaktadır (3). Atipik antipsikotiklerin kilo alımına neden olan hücresel mekanizmaları henüz tam olarak açıklanamamıştır. Kilo almaya neden olan mekanizmalar literatürde histaminerjik reseptörler ile serotonin ve dopamin reseptörleri üzerindeki etkilerden olabileceği öne sürülmüştür. Ancak “ziprasidone” unda aynı yolakları etkilemesine rağmen kilo artışına neden olmaması, başka yolakların da kilo alımında rol alabileceklerini düşündürmektedir. Vücut ağırlığının kontrolü, enerji balans mekanizmaları beyinde hipotalamus tarafından gerçekleştirilmektedir. Özellikle hipotalamusun arkuat çekirdeğinde sentezlenen ve salınan nörohormonlar; pro-opiomelanocortin (POMC), kokain ve amfetaminle regüle edilen transkript (CART), nöropeptit Y (NPY) ve aguti bağlantılı peptit (AgRP), insanda yeme alışkanlıklarını, vücut ağırlığı ve enerji metabolizmalarını düzenlemektedir. POMC ve CART´ın iştah azaltan etkisinin yanında AgRP ve NPY´ın yemeyi tetikleyen fonksiyonları olduğu gösterilmiştir. Bu nörohormonların sentezi ve salgılanması, pankreasın langerhans adacıklarında bulunan beta hücrelerinden salgılanan insülin hormonu ve yağ dokusunda sentezlenip buradan salgılanan leptin hormonu tarafından kontrol edilir. Açıklanacak çalışmalar GATA Psikiyatri AD Başkanlığı ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi Biyolojik Bilimler Bölümü Laboratuarlarında yapılmıştır. Bu çalışmalarda amaç, atipik antipsikotiklerden olanzapin ve risperidon’un neden olduğu kilo alımının, yeme ve iştah mekanizmalarını düzenleyen hipotalamusun arkuat çekirdeğindeki nöropeptitlerle olan ilişkisinin belirlenmesi hedeflenmiştir. Antipsikotik ilaçların psikotik semptomları serotonerjik ve dopaminerjik yolakları etkileyerek düzelttiği bilinmektedir. Ayrıca, yeme ve iştah mekanizmalarının düzenlenmesinde rol alan nöropeptitlerin de aynı yolaklar üzerinden sentezlendiği gösterilmiştir. Ancak, atipik antipsikotiklerin kilo alımına bu yolaklar üzerinden ve belirtilen aday nöropeptitlerin gen ifadelerini (Santral/perifer protein seviyeleri) değiştirerek sebep olup olmadığına dair bir çalışma literatürde bulunmamaktadır. Kaynaklar 1. Jeffrey A et al. Delayed Detection of Psychosis: Causes, Consequences, and Effect on Public Health. Am J Psychiatry; 157:1727-1730, 2000. 2. Heiskanen T et al. Metabolic syndrome in patients with schizophrenia. J Clin Psychiatry; 64: 575-579, 2003. 3. Ananth J et al. Side effects of atypical antipsychotic drugs. Curr Pharm; 10:2219-2229, 2004. 11 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 4 P 35 Atipik Antipsikotiklerin Yeme Davranışı ve Kilo Değişimi Üzerine Etkileri: ODTÜGata Proje Sonuçlarının Paylaşımı Atipik Antipsikotiklerin Kilo ve İştah Değişiminde Hipotalamik Mekanizmaların Etkisi. ODTUGATA Projelerin Sonuçları Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Mehmet Ak Atipik antipsikotikler, şizofreni tedavisinde başarı göstermelerine rağmen, uzun dönem kullanımlarında başta kilo alımı olmak üzere, çeşitli yan etkiler göstermektedir. Bu yan etkilerin erken belirleyicileri henüz bulunmamıştır. Atipik antipsikotiklerin kilo aldırma etkileri ile ilgili birçok mekanizma ileri sürülmüştür. Önceki araştırmalar, bu kilo aldırma mekanizmalarının antipsikotiklerin fonksiyonuna göre santral sistemde hipotalamusun dışında olduğunu ileri sürse de son yıllardaki çalışmalar enerji mekanizmalarını düzenleyen hipotalamik bölgedeki mekanizmaların da etkili olduğunu göstermektedir. Birimimizde yürütülen çalışmalarımızda, atipik antipsikotiklerden olanzapin ve risperidonun sıçanlara verilmesiyle oluşacak, iştah ve gıda alımı düzenlenmesinde rol alan, hipotalamik bölgenin arkuat çekirdeğinde sentezlenen ve salınan aday nöropeptiler/hormonların gen ifadeleri ve periferal yanıtları belirlenmiştir. Bu nöropeptitlerden; nöropeptit Y (NPY), aguti ilişkili peptit (AgRP) iştah artıran ve enerji kullanımını azaltan, proopiomelanokortin (POMC) ve kokain ve amfetaminle regüle edilen transkript (CART) ise iştahı azaltan ve enerji harcanmasını artıran peptitlerdir. Bu peptitlerin hipotalamustaki ifadesi periferdeki açlık hormonu leptinin tarafından ayarlanır. Çalışmamızda erkek Wistar sıçanlara 4 hafta oral yoldan atipik antipsikotiklerden risperidon ve olanzapin verilmiştir. İlaçların verildiği süre boyunca sıçanların aldıkları besin miktarları günlük olarak, ağırlıkları ise haftalık olarak ölçülmüştür. Dört haftanın sonunda sıçanların hipotalamuslarından izole edilen total RNA örnekleri kullanılarak aday genlerin ifadeleri kantitatif gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonuyla (qRTPCR) belirlenmiştir. Aynı zamanda sıçanların plazma örneklerinden aday nöropeptitlerin ve leptin perifer seviyeleri enzim bağlı immünosorbent assay (ELISA) metoduyla ölçülmüştür. Sonuçta, sıçanlarda iştahta ve besin alımlarında artış gözlenmiş, POMC, AgRP ve NPY gen ifadeleri azalmış ve ayrıca, bu nöropeptilerin leptininle birlikte plazma seviyelerinin de azaldığı tespit edilmiştir. Her iki grupta CART ifadelerinin düşmesi, risperidon verilen grupta CART plazma seviyelerinin artması fakat olanzapinde değişmemesi standart teoriye uygun olmayan şekilde bulunmuştur. Sonuç olarak, risperidon ve olanzapinin kısa dönem kullanımında; hipotalamik POMC nöronları üzerindeki serotonerjik antagonizm etkisiyle POMC ifadelerini değiştirmesi ve bu durumda diğer arkuat nukleus peptit seviyelerindeki değişimle iştahta artışı ve kilo alımına, beraberinde leptin seviyelerindeki artışa neden olduğu düşünülmektedir. Dört haftalık bir dönemde meydana gelen bu değişimler ilerleyen dönemlerde metabolik sendrom gibi klinik tabloların öncül işaretleri olabilir. Bu nedenle belki hastalarda erken dönemdeki hipotalamik regülasyon bozukluğunun ortaya çıkıp çıkmadığı değerlendirilerek erken tedbir alınması açısından bir uyarıcı gibi kabul edilebilir. Kaynaklar: 1. 2. Ak M, Sezlev D, Sutcigil L, Akarsu S, Ozgen F, Yanik Thee investigation of leptin and hypothalamic neuropeptides role in first attack psychotic male patients: Olanzapine monotherapy.Psychoneuroendocrinology. 2012 Jul 26. Fernø J, Varela L, Skrede S, Vázquez MJ, Nogueiras R, Diéguez C, Vidal-Puig A, Steen VM, López M. Olanzapine-induced hyperphagia and weight gain associate with orexigenic hypothalamic neuropeptide signaling without concomitant AMPK phosphorylation. PLoS One. 2011;6(6):e20571. Epub 2011 Jun 13. 11 Ekim 2012 / 15:30 – 17:00 / Salon 4 P 35 Atipik Antipsikotiklerin Yeme Davranışı ve Kilo Değişimi Üzerine Etkileri: ODTÜGata Proje Sonuçlarının Paylaşımı Yeme davranışı ve kilo değişimi santral regülasyon mekanizmalarına genel bakış Oturum Başkanı Panelist : Kamil Nahit Özmenler : Tülin Yanık Yeme ve enerji metabolizmaları canlılarda yaşamı ve devamını sağlayan temel bir süreçtir. Santral sinir sisteminin (SSS) oluşumu ve evriminin ise yaşamın desteklenmesinde beslenme ve metabolizmayla ilişkilisinde en önemli faktörden biri olduğu söylenebilir. Vücudun enerji dengesinin nöronal kontrolü, hayvanların ve insanların uzun sürede enerji dengesini düzenlemesi için önemli bir mekanizmadır. Hipofiz tümörü olan hastalarda hızlı kilo artışının görülmesiyle birlikte yeme davranışı araştırmaları beynin enerji düzenlenmesindeki rolünün anlaşılması üzerine yoğunlaştırılmış ve beyinde birçok nöronal mekanizmanın; örneğin, hipotalamik melanokortin, orta-beyin dopamin ödül ve beyin sapının otonomik beslenme mekanizmalarının uzun sürelerde vücut ağırlığını sabit tutabilmek için enerji alımını ve harcanmasını kontrol ettiğini ortaya koymuştur. Özellikle son yıllarda, adipoz doku hormonu leptin geninin klonlanması ve bu gendeki mutasyonların insan ve sıçanlarda obeziteye neden olmasıyla yeni metabolik hormonların, nöropeptitlerin ve bunların sinyal yolaklarının ortaya çıkarılması, hipotalamustaki önemli nöronal yapılarla ilişkileri ve nöronal adaptasyon bağlantılarının çalışılması mümkün olmuştur. Birçok periferal metabolik hormon ve besinler beyindeki bu yapıları hedefler ve bu dengeyi sağlayan nöronal aktivitelerin geri bildirim sinyalleri yeme davranışıyla kilo değişimini etkiler. Dünyada ve ülkemizde alarm seviyelerinde görülen obezite pandemiği vücut ağırlığını, enerji kullanımını ve metabolizmasını kontrol eden bu SSS yolaklarının tanımlanmasının aciliyetini göstermektedir. Obezite, hem metabolik hem de nörodavranışsal bir hastalık olarak yağ dokusunun anormal artması olarak tanımlanır. Enerji alımı ve harcanması arasındaki en küçük kronik farklılıklar uzun sürede yağ dokusunu artırarak metabolik sendroma neden olabilir. Gelecekte, beyindeki enerji homeztazını sağlayan, yeme davranışı ve kilo değişimini belirleyen karmaşık moleküler ve hücresel mekanizmaların açıklanması, obezite ve yeme davranışı bozukluklarının iyileştirilmesine yönelik savaşta yeni ilaç hedeflerinin belirlenmesini sağlayan fırsatları ortaya çıkaracaktır. Referanslar: 1- Andrew C. Shin, Huiyuan Zheng, and Hans-Rudolf Berthoud (2009) An expanded view of energy homeostasis: Neural integration of metabolic, cognitive, and emotional drives to eat Physiol Behav. 97(5): 572–580. doi:10.1016/j.physbeh.2009.02.010. 2- Xu Y, Elmquist JK, Fukuda M. (2011) Central nervous control of energy and glucose balance: focus on the central melanocortin system. Ann N Y Acad Sci.;1243:1-14. doi: 10.1111/j.1749-6632.2011.06248. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 36 Ergenlikte Şiddet: Tanıma, Ele Alma Ergenlikte Şiddetin Nörobiyolojisi (Proaktif ve Reaktif Agresyon) ve Psikopatolojiler İle Bağlantısı Oturum Başkanı Panelist : Bengi Semerci : Ali Evren Tufan Psikopatolojiler ve saldırganlık arasındaki ilişki son dönemde her çocuk ve ergen psikiyatrisi hem de erişkin psikiyatrisi yazınında giderek daha çok ilgi çekmeye başlamıştır. Panksepp (1) memelilerdeki saldırganlığın yırtıcı (predatory), eril (inter-male) ve tepkisel (reactive) olarak üç grupta sınıflanabileceğini öne sürmüştür. İnsanlardaki saldırganlığın da reaktif (tepkisel) ve proaktif (amaçlı, manipülatif) olarak sınıflanabileceği düşünülmektedir (2). Tepkisel saldırganlık bireyin algıladığı tehdit/ tahriklere karşı düşmanca/ öfkeyle verdiği yanıtları tanımlarken, amaçlı saldırganlıkta birey arzuladığı hedeflere ulaşabilmek için amaçlı davranışlar sergilemekte ve ödül beklentisiyle güdülenmektedir (3). Tepkisel saldırganlığın olumsuz duygulanımla ilişkili olduğu ve engellenmeye karşı bir tepki olarak açıklanabileceği, amaçlı saldırganlığın ise duygusal tepkilerde küntleşme ile ilişkili olduğu, bireyin tehdit ve tahriklere yüzsüz/ duygusuz bir şekilde tepki verdiği ve toplumsal öğrenme ile açıklanabileceği öne sürülmüştür (3). Tepkisel ve amaçlı saldırganlık arasındaki bu ayrım hem çocuk ve ergen hem de erişkin psikopatolojisinde gözlenebilmektedir. Tepkisel saldırganlık özellikle Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Major Depresif Bozukluğun eşlik ettiği Davranım Bozukluğu, irritabilite ve olumsuz duygulanımın önde geldiği Karşıt Olma- Karşı Gelme Bozukluğu, duygu durum bozuklukları, Travma Sonrası Stres Bozukluğu gibi tanılarla ilişkili olabilir (7, 8). Amaçlı saldırganlık ise özellikle yüzsüz/ duygusuz özelliklerin (Callous/ Unemotional) eşlik ettiği ve erişkinlerdeki psikopatinin öncülü olduğu düşünülen Davranım Bozukluğu alt tipi ile ilişkili olabilir (9). Kaynaklar 1) 2) 3) 4) 5) 6) 7) 8) 9) Gardner Jr. R, Wilson DR. Sociophysiology and evolutionary aspects of psychiatry. Textbook of Biological Psychiatry içinde, Panksepp J (Editör). Wiley- Liss, New Jersey 2004; 597- 625. Blair RJR. The neurobiology of aggression. Neurobiology of Mental Illness içinde, Charney DS, Nestler EJ (Editörler). Oxford University Press, London 2004; 1076- 1085. Dodge KA. The structure and function of reactive and proactive aggression. The Development and Treatment of Childhood Aggression içinde. Peppler D, Rubin K (Editörler). Erlbaum, New Jersey 1991; 201- 218. Grafman J, Schwab K, Warden D, Pridgen BS, Brown HR. Frontal lobe injuries, violence and aggression: a report of the Vietnam head injury study. Neurology 1996; 46: 1231- 1238 Goyer PF, Andreason PJ, Semple WE, Clayton AH, King AC, Compton- Toth BA, Schulz SC, Cohen RM. Positronemission tomography and personality disorders. Neuropsychopharmacology 1994; 10 (1): 21- 28. Blair RJR, Cipolotti L. Impaired social response reversal: a case of “acquired sociopathy”. Brain 2000; 123: 11221141. Posner J, Nagel BJ, Maia TV, Mechling A, Oh M, Wang Z, Peterson BS. Abnormal amygdalar activation and connectivity in adolescents with Attention Deficit/ Hyperactivity Disorder. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 2011; 50 (8): 828- 837 Tackett JL, Waldman ID, Van Hulle CA, Lahey BB. Shared genetic influences on negative emotionality and Major Depression/ Conduct Disorder Comorbidity. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 2011; 50 (8); 818- 827 Pardini D, stepp S, Hipwell A, Stouthamer-Loeber M, Loeber R. The clinical utility of the proposed DSM-5 callousunemotional subtype of conduct disorder in young girls. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 2012; 51 (1): 62- 73. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 36 Ergenlikte Şiddet: Tanıma, Ele Alma Ergenlikte şiddet: psikodinamik temelleri ve psikodinamik terapi ilişkisi içerisinde ele alınması Oturum Başkanı Panelist : Bengi Semerci : Onur Saltuk Dönmez 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 36 Ergenlikte Şiddet: Tanıma, Ele Alma Ergenlikte Şiddet: Aile İçi Yansımaları ve Aile Odaklı Terapilerde Ele Alınması Oturum Başkanı Panelist : Bengi Semerci : Savaş Yılmaz Ergenlerde şiddet davranışı ev içerisinde sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Diğer davranış sorunlarında olduğu gibi şiddet davranışında da aile tutumları ile ilgili sorunların önemli rol oynadığı bilinmektedir. Aile terapisi ekolleri ergenlik dönemi diğer ergenlik dönemi sorunları gibi şiddete de çözüm aramaya çalışmıştır. Bir çok aile terapisi ekolü sorunları ile başvurulan ergeni sorunlu birey olarak değil belirlenmiş kişi olarak tanımlar. Belirlenmiş kişi aile sistemindeki problemi üzerine çeken ve semptomu dışarıya gösteren ve yardım almayı sağlayan kişidir. Dinamik kuram yazarları sıkça şiddetle/ suç ve utancın ilişkisini vurgulamışlardır. Suçluluk hissi farklı şekillerde şiddet davranışına dönüşebilir. Bu davranış kendini dışarıdan cezalandırma için bir başlangıç olarak değerlendirilebilir. Ceza evinde yapılan görüşmelerde insanların kendilerini öldürmek için şiddeti kullandıklarını ifade etmişlerdir (suicide by cop). Bu davranış kamikaze saldırıları veya intihar saldırılarında olduğu gibi ideolojik bir şekle de bürünebilir. Ergenlik dönemi şiddet olgularında belirlenmiş kişi aile içerisinde suçun atfedildiği ve bu rolü üstlenen gerektiğinde olumsuz elektriği üzerine çekmeyi başaran ergendir. Bu süreç çocuğun doğumundan itibaren ortaya çıkabilir. Yapısal aile terapisi kuramında S. Minuchin bunu günah keçisi olarak tanımlar. Ebeveynler arasındaki iletişim fonksiyonunun bozulması, iletişimin çocuklar üzerinden yürümesine yol açabilir. (Detouring Conflict) Ergen anne ve babanın kötülerini barındıran ve onlarla ilişkisini ve tartışmasını sürdürmek zorunda olan bireydir. Ergenin gösterdiği bu şiddet davranışı bazen ailenin sorunlarını dengeleyebilir. Ergenin sorunları üzerinden konuşmak anne babanın evlilik sorunlarını perdeleyebilir. Bazen çok daha etkin bir görev üstlenerek anne babanın evlilik sorunlarını çözebilir. Ergen yarı bilinçli şekilde babanın veya annenin tüm öfkesini süreç içerisinde üzerine çekebilir. Genel sistemler teorisinden ilham alan Sistemik aile terapisi ekolleri, bu sürecin doğrusal bir ilişki olmadığını, etkinin döngüsel olduğunu ifade eder. Her ne kadar şiddet davranışı o an için problem olarak görülse de, dengenin ve çözümün adı da olabilir. Bu denge ergenin evde olduğu sürece devam edebildiği gibi ailenin geçmişten getirdiği ve ileriki nesle taşıdığı bir problem çözme yöntemi olabilir. Genetik yapının da desteği ile şiddet nesilden nesile aktarılabilir. Genetik yapı ve ilişki modelleri sadece şiddet uygulayan için değil, şiddete maruz kalan ergen içinde geçerli olabilir. Her ne kadar sıkça anılmasa da mağduriyet tesadüfi olmayabilir. Aileden öğrenilen iletişim yöntemleri ergenin arkadaş ilişkilerine ve karşı cinsle olan ilişkilerine etki edecektir. Aile terapisi, sıklıkla aile desteği ile gelen ergenlerde sürecin devamı ve tedaviye uyum aşamasında kolaylaştırıcı rol oynar. Bununla birlikte günah keçisi rolünü üstlenen ergenin problemin odağından çekilmesi birçok olguda etkinliği arttırmaya yardımcı olmaktadır. Üst aileden aktarılan ilişki modellerini görmek de bu döngüyü kırma ve tedaviyi kırma açısından önemlidir. Bireysel terapide aşılması zor olan sorunlar ailenin tümünün katılımıyla daha kolay bir süreç içerisinde değerlendirilebilir. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 37 Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Lityum Kullanmak İçin Nedenler ve Gerçek Yaşamda Engeller Lityumun etkinliğine ilişkin kanıtlar Oturum Başkanı Panelist : Olcay Yazıcı : Çağdaş Eker 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 37 Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Lityum Kullanmak İçin Nedenler ve Gerçek Yaşamda Engeller Lityum Kullanımının Yan Etkileri ve Başetmek İçin Öneriler Oturum Başkanı Panelist : Olcay Yazıcı : Kaan Kora Bipolar bozukluğun akut ve idame sağaltımında kullanılan tüm seçenekler için kontrollü veriler ve klinik deneyimler dikkate alındığında, lityum klinisyenler için ideal duygudurum dengeleyici tanımına en yakın noktada durmakta ve bu alandaki konumunu sürdürmektedir. Ancak lityumun kullanımı sırasında ortaya çıkan bazı kısa ve uzun dönem yan etkiler, sürekli ve düzenli ilaç kullanımının gerektiği bu süreci olumsuz etkileyebilmekte ve hastaların sağaltım için işbirliğini olumsuz yönde etkileyen faktörlerin başında yer almaktadır. Bu istenmeyen yan etkilerin klinisyen açısından farkındalık düzeyi ve bu yan etkilere karşı alınabilecek önlemlerin sağaltım sürecine eklenmesinin sağaltımın başarısı açısından önemi tartışılmazdır. Lityum karbonat, sitrat, klorid ve sülfat gibi çeşitli konjugasyonları ile tuz formunda ilaç olarak kullanılmaktadır ve bu konjugasyonların farmakokinetik özellikleri birbirinden farklı olabilmekte, dolayısı ile ortaya çıkabilecek özellikle akut dönemdeki yan etkilerin sıklığı değişebilmektedir. Ülkemizde lityum sadece karbonat konjugasyonu ile kullanılmaktadır. Karbonat formu diğerlerine kıyasla suda daha az oranda çözünmekte ve buna bağlı olarak da üst gastrointestinal bölümden daha yavaş emilmektedir. Piyasada bulunan lityum preparatlarının yavaş ve hızlı salınımlı formları bulunmaktadır. Ülkemizde kullanılan lityum karbonat hızlı salınımlı bir formdur ve bu formun özelliğine bağlı olarak, alınan lityum dozları ile parallellik göstererek lityum plazma düzeylerinde, yavaş salınımlı forma kıyasla, daha fazla sayıda ve daha büyük pikler görülmektedir. Lityum plazma düzeyinde görülen bu artışlar da günlük kullanım sırasında çeşitli yan etkilere yol açmaktadır. Lityumun yan etkileri akut dönemde yani ilk kullanılmaya başlandığı andan itibaren ortaya çıkan ve uzun dönemde kullanılması ile birlikte ortaya çıkan yan etkiler olarak iki grupta incelenebilir. Akut dönemde ortaya çıkan yan etkiler başlıca tremor, başağrısı, gastrointestinal yan etkiler (bulantı, kusma, diyare), poliüri-pollaküri ve halsizlik-bitkinlik şeklindedir. Bu yan etkiler lityum plazma düzeylerinin hızlı bir şekilde yükselişine bağlıdır ve genellikle günler içinde kaybolması beklenir. Uzun dönem veya kronik yan etkileri ise renal, enokrin, kardiyak, nörolojik sistem üzerine olan etkileri ile ortaya çıkar. Lityum başlanması planlanan bir hastada eşlik eden fiziksel hastalık varlığı, varsa kullanılmakta olan ilaçlar, renal, tiroid ve kardiyak işlevler gözden geçirilmelidir. Hastanın yaşı, gebelik, laktasyon gibi özellikle renal işlevleri etkileyebilecek faktörler dikkate alınarak ve plazma düzeylerinin belirli aralıklarla takibi ile günlük doz hesaplanmalıdır. Günlük dozajlama, preparat seçimi gibi çeşitli uygulamalar ile birlikte ortaya çıkan öznel yan etkiye yönelik ek ilaç uygulaması vb. yöntemler ile yan etkilerle başetmeye çalışmak hekim-hasta ilişkisinin gelişmesine olanak sağlaması ve sağaltım işbirliğinin güçlenmesi açısından önemli katkılar sağlayacaktır. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 37 Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Lityum Kullanmak İçin Nedenler ve Gerçek Yaşamda Engeller Türkiye’de Lityum Kullanımı: Güncel Durum ve Klinisyen Görüşleri Üzerine Anket Sonuçlarının Değerlendirilmesi Oturum Başkanı Panelist : Olcay Yazıcı : Simavi Vahip Lityum, modern psikofarmakoloji çağını açan ilaç olarak kabul edilmektedir. Bipolar hastalarda ilk kullanımından bu yana 60 yılı aşkın bir zaman geçmiştir. Lityumun antimanik, profilaktik ve en azından ılımlı antidepresan özelliklerini destekleyen yeterli kanıtlar mevcuttur. Öte yandan lityum kullanımına ilişkin birçok güçlük ve sorun vardır. Yan etkiler, toksisite riski, ilaç etkileşimleri, göreli dar terapötik indeksi ve sağaltıma uyum güçlükleri bunların başında gelmektedir. Bu güçlüklerin üstesinden gelmek için hem klinisyenlerin hem de hastaların özel çabasının gerektiği açıktır. Her tedavide olduğu gibi, lityum tedavisinde de kar-zarar oranının hesaplanması ve tedavinin her bireye göre şekillendirilmesi temel ve elzem ilkelerdir. Tüm bunlara karşın son yıllarda uzun dönem lityum kullanımı birçok klinisyenin uygulamasında giderek hızla daha az yer almaktadır. Bu tutuma neden olabilecek birçok etmenden söz edilebilir. Bunlardan bazıları yukarıda söz edildiği gibi yan etkiler ve tolere edilebilirlikle ilgili olabilir. Ancak etmenler bunlarla sınırlı değildir. Yeni ilaçların ortaya çıkması da bu etmenler arasında sayılabilir. Akla gelen bir diğer önemli etmen de sağlık sistemlerinde yaşanan global ve yerel hızlı değişikliklerdir. Bu konuşmada öncelikle uluslararası literatürde lityum kullanımı ile ilgili son yıllarda yaşanan değişimlere ilişkin bulgular sunulacaktır. Ardından yakın zamanda yapılan ve 306 psikiyatri uzmanı ya da asistanı tarafından yanıtlanan anketin ayrıntılı sunumu yapılacaktır. Anket ışığında Türkiye için belirlenen eğilimler değerlendirilecek, gelecek için öngörüler ve önerilerde bulunulacak ve tartışmaya açılacaktır. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3 P 38 Kimlik ve Şiddet Devlet katında iki renkli pembe cinayet Oturum Başkanı Panelist : Can Cimilli : Agah Aydın 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3 P 38 Kimlik ve Şiddet İki Kültürlü Kimlik: Şiddetten Bütünleşmeye Oturum Başkanı Panelist : Can Cimilli : Hakan Karaş Kültürlerarası karşılaşmaların küreselleşme, göç, internet kullanımı gibi nedenlerle hızlandığı günümüzde iki kültürlü bireylerin sayısı hızla artmaktadır. Geniş anlamlda en az iki kültürü içselleştirmiş olan iki kültürlü bireyler göçmenler, sığınmacılar, etnik azınlıklar veya karışık etnik kimliklilerden oluşabilir. İki kültürlülüğün dört farklı kültürlenme stratejisi ile sonuçlandığı düşünülür: ayrışma (separation), marjinalleşme (marginalisation), bütünleşme (integration) ve asimilasyon (assimilation) (1). Kültürlenme deneyimi çoğunlukla stresin eşlik ettiği, bireysel ve sosyal değişkenlerden etkilenen bir süreçtir. Baskın olan kültürün kapsayıcılığı, diğer etnik gruplara karşı tutumu ve çokkültürlülük politikaları bireylerin kültürel uyum süreçlerini önemli ölçüde etkiler (2). Benet Martinez ve Haritatos’a göre iki kültürlü kimlik iki farklı ve psikometrik olarak birbirinden bağımsız bileşenden oluşmaktadır: (a) kültürel kaynaşmaya (blendedness) karşı bölümlendirme (compartmentalization)- iki kültürel yönelimin ayrışmaya karşı örtüşme derecesi ve (b) kültürel uyuma karşı kültürel çatışma- iki kültür arasında algılanan çatışma veya gerilime karşı uyuşma derecesi. Diğer bir deyişle iki kültürlü bireyler için kültürel kaynaşma kişiden kişiye farklılık gösteren ve kültürler arasındaki nesnel mesafeden daha anlamlı olan öznel mesafedir. Yeni deneyimlere açık olmayan, dil öğrenmede güçlük yaşayan ve kültürel olarak daha izole çevrelerde yaşayan bireyler iki kültürel kimliklerini kaynaştırmada daha çok sıkıntı yaşarlar. Diğer yandan kültürel uyum algılanan ayırımcılık, kültürel karşılaşmaların engellenmesi gibi daha çok kişilerarası nitelikli olan kısıtlılıklardan köken alır (3). Bireyin sadece bir kültürel grup ile özdeşleşmesi ve kendini o gruba ait hissetmesi sonucunda ortaya çıkan emosyonların yoğunluğu bazı durumlarda sıradan deneyimlerin ötesine geçebilir. İçinde yaşanılan iki kültürün çatışmalı olarak algılandığı ve ait olunan kimliğin tehdit altında hissedildiği durumlarda dış grupla ilişkili olumsuz emosyonlar ortaya çıkar (4). Emosyonların kişilerarası problemleri çözmede işlevsel etkisi olsa da öfke, tiksinme, haset gibi duygular kontrolün kolay yitirildiği durumlarda oldukça yıkıcı olabilmektedir. Gruplararası emosyonlar kuramına (intergroup emotions theory) göre önyargı, ayırımcılık ve farklı gruplara saldırganlık gibi gruıp dışına öfkenin aşırı dışavurumları ait olunan grup ile özdeşleşmenin doğurduğu emosyonlardan köken alır (5). Kişi bir grup özdeşleştiğinde grup kendiliğin bir parçası haline gelir, sosyal, duygusal ve motivasyonel değer kazanır ve gruba etki ettiği düşünülen olaylar tıpkı kişinin bireysel yaşamındakiler gibi emosyonel kodlar eşiliğinde değerlendirilir. Grup temelli emosyonlar bireysel olanlardan farklılık gösterir ve grupla özdeşimin düzeyi arttıkça yoğunlaşır. Diğer yandan her iki gruba aidiyetin benzer düzeylerde olduğu kültürel uyum durumunda alışılmışın ötesinde bir deneyim zenginliği sağlayabilir. Kültürel bütünleşme bireyin ait hissettiği her iki gruptan beslenmesini sağlar ve gruplar arası olumsuz duyguların yol açtığı şiddet olasılığını en aza indirger. Kaynaklar 1. Berry, J. W. (2003). Conceptual approaches to acculturation. In K. M. Chun, P. B. Organista, G. Marín (Eds.), Acculturation: Advances in theory, measurement, and applied research (pp. 17–37). Washington, DC: American Psychological Association. 2. Vivero, V. N., & Jenkins, S. R. (1999). Existential hazards of the multicultural individual: Defining and understanding ‘‘cultural homelessness’’. Cultural Diversity & EthnicMinority Psychology, 5, 6 – 26. 3. Benet-Martínez, V., & Haritatos, J. (2005). Bicultural identity integration (BII): Components and psychosocial antecedents. Journal of Personality, 73, 1015–1050. 4. Mackie, D. M., Devos, T., & Smith, E. R. Intergroup emotions: Explaining oVensive action tendencies in an intergroup context. Journal of Personality and Social Psychology. 79 (2000). 602–616. 5. Mackie, D. M., & Smith, E. R. Intergroup emotions and the social self: Prejudice reconceptualized as diVerentiated reactions to outgroups. J. P. Forgas & K. D. Williams (Eds.), The social self: Cognitive, interpersonal, and intergroup perspectives (2002).309–326 Philadelphia, PA: Psychology Press. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 3 P 38 Kimlik ve Şiddet Ana rahminden babanın yasasına: “Kimliğin inşası" Oturum Başkanı Panelist : Can Cimilli : Onur Özalmete 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 39 Bipolar Bozukluğun Bilişsel Davranışçı Modeli ve Terapisi Bipolar Bozukluğun Bilişsel Modeli ve Tedavisi Oturum Başkanı Panelist : Selçuk Aslan : Hakan Türkçapar Bipolar bozukluğun bilişsel davranışçı (BD) modeli bu rahatsızlığın ortaya çıkmasında ve sürmesinde rol alan bilişsel ve davranışsal etkenlere dayalıdır. Bu model bipolar bozukluğun psikiyatrideki diatez-stres modeline uyduğunu kabul eder. Buna göre bireydeki özgül biyolojik yatkınlık üzerine belli bazı stres etkenlerinin binmesiyle bipolar bozukluktaki manik ve depresif nöbetler ortaya çıkar. Biyolojik yatkınlık ve olumsuz yaşam olaylar arasındaki ilişkide bireyin olaylara ilişkin öznel algısı (“bilişsel bileşen”) etkilidir. Bu modeli destekleyen gözlemler arasında olumsuz yaşam olaylarının depresyonu tetikleyebilmesi aynı zamanda sadece bipolar depresyonu tetiklemekle kalmayıp yüksek derecede aktif bir davranışsal etkinlik eşlik ettiği durumlarda veya aşırı olarak bir hedefe odaklanma durumlarında manik epizodu tetikleyebilmesi gibi gözlemler yer almaktadır (1) . Bipolar bozuklukta depresif dönemlerde depresyonla ilintili olumsuz şemalar aktive olurken birey kaybı azaltma stratejisi içine girer ve geri çekilirken manik dönemde kişi kendisini büyük, riski küçük ve kaynakları sonsuz görerek kazancı maksimize etme adına aşırı bir etkinlik içindedir (2). Bipolar bozuklukta BD terapiler başta olmak üzere psikososyal tedavilerin belirtileri hem azalttığı hem de önlediğine ilişkin kanıtlar mevcuttur. Bipolar bozuklukta bilişsel davranışçı psikoterapi belirtilerle ilgili psikoeğitim, ilaç rejimine uyumu sağlama, eşlik eden diğer psikiyatrik durumların ele alınması, bireydeki stigmayı azaltmak kendine güveni, sosyal ve mesleki uyum ve işlevselliği artırmak, intihar riskini, relaps riskini arttıran psikososyal riskleri azaltmak gibi konuları ele alır. Bipolar bozukluk için bilişsel davranışçı terapi süreci psikoeğitimle başlar, bunu belirti idaresi, belirtileri izleme/erken uyarı sistemi geliştirilmesi, ilaç tedavisine bağlılığın güçlendirilmesi, belirtileri kontrol etmeye dönük bilişsel ve davranışsal yöntemlerin öğretilmesi, stresi azaltmak için sorun çözme ve iletişim tekniklerinin öğretilmesi izler. Kaynaklar 1)Scott J. Cognitive therapy as an adjunct to medication in bipolar disorder. Br J Psychiatry 2001; 178:164-168 2) Leahy, R L. Decision Making and Mania. Journal of Cognitive Psychotherapy, Volume 13, Number 2, 1999: 83-105 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 39 Bipolar Bozukluğun Bilişsel Davranışçı Modeli ve Terapisi Bipolar Bozuklukta Şemalar Oturum Başkanı Panelist : Selçuk Aslan : Nergis Lapsekili Beck’in bilişsel psikopatoloji modeline göre kişinin duygulanım ve davranışları onun daha önceki deneyimlerine bağlı olarak gelişen ve dünyayı algılamasına rehberlik eden bilişsel şemalar tarafından belirlenir. Kalıcı kognitif yapılar olan şemalar, bazen baş etme mekanizması olarak olumlu olabilecekleri gibi işlevsiz ve olumsuz da olabilirler. Bu nedenle psikopatolojide rol oynayan şemalar için erken dönem uyum bozucu şema terimi de kullanılır. Sağlıklı durumdayken genelde sessiz olan olumsuz uyum bozucu şemalar, önemli yaşam olayları ile etkin hale geçerler. Bir kez etkin hale geçtikten sonra seçici dikkat yolu ile yeni yaşantıların işlemlenmesini; seçici hatırlama yoluyla da geçmiş anıların yeniden yapılandırılmasına yol açarlar. Bilişsel ve şematik yatkınlaştırıcılar, stresli yaşam olayı meydana geldiğinde duygudurum değişikliklerini tetiklemede de filtre görevi görmektedirler. Ak ve ark.nın Bipolar Bozukluk hastalarında şemaları araştıran çalışmasında; bipolar hasta grubu beş şema hariç diğer şema alanlarının hepsinde kontrollerden istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir. Tüm şemaların 5 şema alanında toplandığı düşünüldüğünde-ayrılma/dışlanma, zedelenmiş hareket özgürlüğü, zedelenmiş sınırlar, başkaları yönelimlilik, aşırı hassasiyet/inhibisyon- iki şema alanındaki şemaların tamamında kontrol ve hasta grubu arasındaki farklılık istatistiksel olarak anlamlıdır. Bunlar, zedelenmiş sınırlar ve aşırı hassasiyet/inhibisyon şema alanlarıdır. Aşırı hassasiyet şema alanı şöyle açıklanabilir; kişinin, mutluluğu-rahatlığı-sağlığı-yakın ilişkilerinin kaybı pahasına, kendi spontan düşünce, dürtü ve seçimlerini aşırı derecede baskılıyor olması ya da içsel kurallara uyulması ve standartların karşılanması konusunda son derece katı olunması. Kontrol grubu ve bipolar hasta grubu arasında farkın en anlamlı olduğu şema da “boyun eğicilik” şemasıdır ki bu şema da inhibisyona işaret etmektedir. Boyun eğiciliğin 2 temel formu vardır; “İhtiyaçlara karşı boyun eğicilik” kişinin tercih, istek ve kararlarının baskılaması; “Duygulara karşı boyun eğicilik” kişinin duygularını ifade etmeyi baskılaması anlamına gelmektedir. Bu sonuçlar Bipolar bozuklukta hastaların duyguları baskıladıkları ve bunun gelecek ataklara zemin hazırladığı görüşünü desteklemektedir. Duyguların kabulü ve uygun zamanda ifade edilebilmesine izin verilmesi gelecek atakların oluşmasını engellemektedir. Yine aynı çalışmada; bipolar bozukluk hastalarının kontrollerden farklılık gösterdikleri şema alanlarına bakıldığında; yetersizlik, başarısızlık, gelişmemiş benlik gibi olumsuz şemalarda alınan yüksek puanlar kendilik algısının düşüklüğüne işaret eder. Ancak çalışmada, benlik saygısının azalmış olduğunu düşündüren bu sonuçlardan farklı olarak Grandiyözite şemasında da bipolar grubun sonuçlarının kontrol grubundan anlamlı fark gösterdiği dikkat çekmektedir. Literatürde de örneğin Knowles ve arkadaşları, yaptıkları çalışmada; bipolar bozukluk hastalarında remisyonda oldukları dönemlerde dahi benlik saygısındaki değişkenliğe(instability) dikkat çekmektedirler. Hem yetersizlik, başarısızlık, gelişmemiş benlik gibi benlik saygısının azaldığını düşündüren şemalarda alınan puanların kontrol grubundan anlamlı farklılık göstermesi ve hem de benlik saygısında artışa işaret eden grandiyözite şemasında anlamlı farklılık olmasının yukarıdaki çalışmaların sonuçlarıyla uyumlu olarak benlik saygısında değişkenliğe işaret edebileceği değerlendirilmiştir. Farklılık gözlemlenmeyen beş şema ise; terk edilme, duygusal yoksunluk, kusurluluk, tehditlere karşı dayanıksızlık ve onay arayıcılıktır. Bu şemalardan üç tanesi ayrılma/dışlanma şema alanının alt gruplarıdır. Bu şema alanı, ihtiyaçlarının karşılanması söz konusu olduğunda diğer insanlara güvenmemeyi ifade etmektedir. Bu şema alanının normal kontrollerden farklılık göstermemesi; kendilik, çevre ve gelecekle ilgili bakış açısı olarak tanımlanan kognitif üçgen açısından değerlendirildiğinde, bipolar grupta olan hastaların çevre ile ilgili bakış açılarının karamsarlık özelliği sergilemediğini düşündürmektedir. Sonuç olarak, bulgular, bipolar bozukluk hastaları için bilişsel temelli psikoterapötik yaklaşımların; duyguların kabulü ve ifade edilebilmesi ve kendilik algısındaki değişkenlik üzerine odaklanmasının daha etkili olacağına işaret etmektedir. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 4 P 39 Bipolar Bozukluğun Bilişsel Davranışçı Modeli ve Terapisi Unipolar ve Bipolar Depresyonun Bilişsel Yapı Farklılıkları Oturum Başkanı Panelist : Selçuk Aslan : Sedat Batmaz Bipolar duygudurum bozukluğu, hem morbidite (1), hem de tüm nedenlere bağlı mortalite (2) açısından riskli ve yüksek oranda tamamlanmış özkıyım ile giden (3), toplumun yaklaşık %1-2’sini etkileyen (4) önemli bir hastalıktır. Yakın tarihli çalışmaların sonuçlarında da görüldüğü üzere, bu hastalığın depresif dönemine dair etkin tedavilere odaklanmak en az manik dönemlerin tedavisi kadar gereklidir (REF). Bilindiği gibi bu hastalığın önemli bir kısmı manik döneme kıyasla depresif dönemde geçirilmektedir (6) ve bu durum da meslekî işlevsellikte kayıp dahil, ciddi morbiditeye neden olmaktadır (7). Ayrıca depresif dönem özkıyım açısından daha riskli bir dönemdir (8). Eğer tedavi sonucunda bu dönemin tam remisyonu sağlanmazsa, bu durumun işlevsellikte bozulmaya (9) ve yineleme riskinde artışa (10) yol açacağı da bilinmektedir. Bu kadar önemli bir hastalık olmasına rağmen, gerek klinik görünümün ayırt etmeyi sağlayacak kesin farklılıklar içermiyor olması, gerekse hekim ya da hastaya ait başka etmenler nedeniyle zamanında ve doğru tanı konulmayan olguların çokluğu dikkati çekmektedir. Son yıllarda, unipolar ve bipolar depresyon dönemlerini birbirinden ayırt edebilmek için hem klinik özelliklerin, hastalığın doğal gidiş şeklinin, tedaviye alınan yanıtın, aile öyküsüne tanı koymada verilen ayrıcalıklı vurgunun yerinin, hem de kullanılan ölçekler ve görüntüleme yöntemleri gibi yenilikçi tanı araçlarının devreye girmesinin faydaları görülmeye başlandıysa da, hâlâ birbirinden farklı konumlarda yer alan bu iki rahatsızlığa doğru tanı koymada sorunlar yaşanabilmektedir. Bu noktada ayrıma katkı sağlayabilecek ve şimdiye dek uygulanagelmiş olanlardan farklı bakış açıları önem kazanmaktadır. Önceleri tedavinin esasını teşkil eden yerde ilaçlar yer alırken, zamanla bipolar duygudurum bozukluğu için psikososyal girişimlerin getirdiği ek kazanımlar yönünden biriken yayınların sayısı, bu rahatsızlıkta psikoterapötik tedavi yöntemlerinin de etkinliğinin görülmesine aracı olmuştur. Bu bağlamda bilişsel davranışçı psikoterapiler de kendilerine özel bir yer edinmişlerdir. İlaç tedavisine ek olarak yürütülen bilişsel davranışçı terapi oturumları, hastalığın şiddetinin azalmasında ve yinelemesinin önünde bir engel teşkil edebilecek becerileri hastalara öğretmeye yardımcı olmaktadır. Bu panelde, yukarıda sıralanan gerekçeler göz önünde bulundurularak, unipolar ve bipolar depresif döneme ait bilişsel yapı farklılıkları ele alınacak ve literatürde kendisine çok yer bulamamış olan bu farklılıkların, tanı ve tedavi açısından gösterebileceği katkılar tartışılacaktır. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 40 Kadınları Kontrol Altına Alan Şiddet Ev İçi Emekten Çifte Vardiyaya Beyaz / Mavi Yakalı Anneler Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Ayşe Devrim Başterzi 1980’lere kadar sağlık sosyolojisi ile ilgili araştırmalar kadınların uzun, erkeklerin daha az yaşamasına odaklanarak daha çok erkek sağlığına odaklanırken, sonrasında kadınların uzun ama ‘hastalıklarla’ yaşadıkları, sağlık kurumlarına daha çok başvurdukları dikkate alınarak kadın ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rolleri, ev işleri ve ebeveynlik sorumluluklarının paylaşımına dair çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Ev içi emek, sıklıkla ücretlendirilmeyen ya da ev dışından birisinden -hemen her zaman daha düşük sosyoekonomik sınıftan bir başka kadından- satın alındığında çok düşük ücretlerle ve güvencesiz koşullarda esnek çalışma saatleriyle karakterize varlığının değil yokluğunun farkına varılan bir emek türüdür. Erkek egemen (Patriyarkal) sosyokültürel yapılanma 3-5 yaşındaki kız çocuklarının eline bebekler, ev işleri için kullanılan alet ve makinelerin, hatta modern zamanlara uygun çamaşır bulaşık makineleri, tam donanımlı mutfak araç gereçlerinin oyuncaklarını tutuşturarak kadınları ev işlerine hazırlar. Hollanda gibi toplumsal cinsiyet eşitliğinin gelişmesi için etkin politik müdahaleler geliştirmiş ülkelerde bile çalışan erkek ve kadınların ev işlerine ayırdıkları zaman arasındaki farklılık çok çarpıcıdır: 1975’te bir kadın haftada 25.5 saat ev işlerine, 3.1 saat çocuk bakımına ayırmaktayken; 1995’te 21.9 saat ev işlerine, 3.7 saat çocuk bakımına ayırdığı saptanmıştır. 1975’te erkeklerse ev işlerine ve çocuk bakımına toplam 2.9 saat ayırırken, bulaşıktan, çamaşıra, temizlikten ütüye bir çok işi erkekler de yapsa da 1995’te hala ortalama 8.2-11 saat arasında ev işleri ve çocuk bakımı ile ilgilenmektedirler. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında birçok kadın ücretli işlerde çalışmaya başlasa da özellikle gelişmekte olan ülkelerde halen pek çok kadın tam zamanlı ev işçiliği yapmaktadır. İngiltere ve Finlandiya’da 2002’de yapılan bir çalışmada 20-49 yaş arasında geniş bir örneklemde İngiltere’de kadınların %42’sinin tam zamanlı, %27’sinin yarı zamanlı, Finlandiya’da ise %61’inin tam zamanlı, %7’sinin yarı zamanlı çalıştığı, halen İngiltere’de 5 Finlandiya’da 10 kadından birinin tam zamanlı ev kadını ve evinin işçisi olarak çalıştığı saptanmıştır. Son 40 yılda değişen ve gelişen kadınlık, erkeklik halleri kadınların mesleki hırsları, sosyal ve politik alana etkin olarak katılmayı istemeleri ise kadınların çocuk sahibi olma isteğinde bir farklılık yaratmamıştır, halen birçok farklı kültürde kadınların %95’i çocuk sahibi olmak istemektedir. Özellikle çocukların ilk senelerinde kadınlar ya işten uzaklaşmakta ya da yarı zamanlı çalışmayı tercih etmektedirler. Daha düşük ücretle, düşük statüde ya da ücretsiz olarak çalışan kadınlar giderek eşlerine ve aile düzenine daha çok bağımlı hale gelerek kendi yaşamları ile ilgili temel kararlarını bile verememektedirler. Kadınlar sıklıkla çocuk sahibi olmayı hayatlarındaki en anlamlı deneyim olarak adlandırsalar da ilk doğumla birlikte kadınların o ana kadar olan yaşantısında ciddi bir değişiklik ve kayıp meydana gelir; günümüzde gelişmiş ülkelerde yarıdan fazlası ücretli işlerde çalışan kadınların ya gelirleri azalır ya da gelirlerini tamamen kaybederler, sosyal etkinliklere katılma ve tembellik yapma zamanları ortadan kalkar, kendileri ile ilgili kararları bağımsızca verebilme yetileri ve özgürlükleri büyük oranda kısıtlanır ve özellikle çocuğun ilk yıllarında en basitinden en karmaşığına tüm yaşamsal karar ve eylemler için erkeklerden çok daha fazla oranda çocuklarını gözetmeleri beklenir, gerekir ve içselleştirilmiş annelik rolü’ gereği kendileri bu şekilde tercihler kullanırlar. 3-5 yaşındaki çocukların eline bebek tutuşturan kültür, kadınların (ve erkeklerin) muhteşem anneliğe dair fanteziler kurarak yetişmesine yol açar ve bebeğin kadının hayatının anlamı, eğlencesi, neşesi olduğunu ve bir kadını daha fazla mutlu edecek bir şey olmadığının altı sürekli çizilir. Bebek sahibi olan kadınların ‘işlerini bırakmaları’, kendilerini çocuklarına adamaları, çocukların ‘ellerin elinde’ büyümemesi ve kadının ‘evinin kadını’ olması yüceltilmektedir. Hamile kadınlara ilk günlerden işini bırakıp bırakmayacağı sorulmaya başlanır. Bebek doğurup büyütmenin keyifli, eğlenceli, haz veren bir etkinlik olduğu fantezileri çok yaygınsa da çalışan kadın için çocuk bir işten diğerine gittiği iki vardiyalı bir yaşamı başlatır. Çocuk nedeniyle işini bırakan kadın gelir sağlamaktan, sosyal güvencesinden, arkadaşlarından, sosyal çevresinden ve etkinliklerinden uzakta kalır. Avustralya’da yapılan bir çalışmada, eni doğan çocuğu olan anneler bir hafta boyunca yaptıkları her işi bir elektronik kayıt aracına işlediler. Üç aya kadar çocuğu olan anneler 20-75 dakika arasında değişen sürelerde haftada 49 defa bebeklerini emzirmiş, 70 defa ortalama 13-18 dakika sürelerle gazlarını çıkarmış ya da sallamış, bir haftadaki 168 saatin toplam 165.4’ünde aktif ya da pasif olarak çocukları ile ilgilenmişlerdir. Annelik bilinen tüm işlerden daha ağır emek gerektiren bir işken annelik izni ‘çalışılmayan zaman’ olarak isimlendirilmekte, çalışan kadınların ücretleri azaltılmakta ya da kesilmektedir. Kadınların çalışmadığı, feodalitenin egemen olduğu koşullarda kadın sağlığı ilgili yapılan araştırmalar ilginç sonuçlar vermektedir. Avustralya’da maden işçilerinde yapılan araştırmalarda, bu bölgelerde erkeklerin ağır koşullarda maden işçiliği yaptığı ve kadınların ev dışında çalışmadıkları ve gelirlerinin olmadığı saptanmıştır. Madende erkekler vardiyalı ve uzun saatler boyunca çalışmakta, kadınlar bu süre boyunca evin tüm işlerini ve çocuk bakımına tek başına sırtlanmaktadırlar. ‘Evin ekmek getireni’ mesai saatlerinden sonra mesai arkadaşlarıyla ‘takılmakta’, kadınlarsa ağır yükleri nedeniyle hemen hiç bir sosyal etkinliğe katılmamaktadırlar. Evin geçimini sağlayan erkek yanında kadınlar kendilerini değersiz, güçsüz ve bağımlı hissetmektedirler. Sosyal psikologlar kişinin kendi yaşamı üzerindeki kontrol hissini kaybetmesinin sık karşılaşılan ve en sıkıntı verici sosyal durumlardan birisi olduğunu söylerler ve feodal düzen içinde eve, ev işlerine, çocuk bakımına hapsedilmiş kadınlar sıklıkla ruhsal hastalıklar ve açıklanmayan bedensel yakınmalar ortaya çıkarmaktadır. Yine erkeğin evin reisi ve ekmek getireni olduğu düzenlerde aile içi şiddet çok daha yaygındır ve daha çok normalleştirilme eğilimindedir. Tüm dünyada kariyer sahibi olmak, çalıştığı işte yükselmek ve yöneticilik yapmak gibi konularda kadınlarla erkekler arasındaki ev ve çocuk ile ilişkili işlerin eşitsiz bölüşümü nedeniyle kadınların aleyhine bir tablo gözümüze çarpmaktadır. İngiltere’deki geniş örneklemli Whitehall taramalarında üst düzey erkek yöneticilerin %93’ünün evli, %85’inin çocuk sahibi olduğu bulunurken, aynı konumdaki kadınların ise %57’sinin evli, %32’sinin çocuklu olduğu bulunmuştur. Yine İngiltere’de senyör akademisyenlerde erkeklerin %89’unun evli, %83’ünün çocuklu olduğu kadınlarda ise bu oranların sırasıyla %71 ve %51 olduğu göze çarpmaktadır. Üst düzey yönetici kadın olmanın sosyal ilişkiler, yakınlık ve anneliği etkilediği açıkça görülmektedir. Çocuğu olan çalışan kadınlar çocuk bakımıyla ilgili üstlendikleri roller nedeniyle mesleki kariyerlerinde benzer donanıma sahip erkekler gibi yükselememektedirler. Kadınların ‘çalışan’, ‘evli’, ‘anne’ rollerini üstlenmeleriyle ilgili yapılan çalışmalar özellikle ilk dönemlerde birbiriyle çelişkili sonuçlar vermiştir. Bu çalışmaların sonuçlarına dayanan iki farklı hipotez bulunmaktadır. Çoklu roller hipotezine göre çok sayıda rol üstlenen kadınların ruhsal ve bedensel sağlığı ağır işler, yeterince dinlenememe vb. nedenlerle bozulduğunu öne sürerken, çoklu bağlanma hipotezi çoklu rollere sahip olmanın kadının gücünü ve statüsünü yükselterek ruhsal ve bedensel sağlığını olumlu yönde etkilediğini öne sürmektedir. Kadınların ruh sağlığının ve beden sağlığının neden erkeklerden daha bozuk olduğuna dair araştırmalarsa başka yordayıcı faktörlerin roller üzerindeki etkisine odaklanmışlardır. Evlilik, çalışma koşulları, çalışma saatleri, ailenin talepleri, ev işlerinin yükü, eğitim düzeyi, yapılan işin niteliği, evde eşitlikçi ilişki, evin eşya ve teknolojik donanımı, işin psikososyal zorlukları, güvencesiz ve esnek çalışma koşulları, sosyal ilişkiden yoksun çalışma düzeni, fiziksel yorgunluk vb. yordayıcıları göz önüne alarak yapılan çalışmalarda ortaya çıkan genel sonuçlar şunlardır; ‐ ‐ ‐ ‐ Hemen her kültürde ‘evli/partneri olan, çalışan ve çocuklu kadınlar’, bekarlara, boşanmışlara, çocuk sahibi olmayanlara, çalışmayanlara göre daha iyi sağlık göstergelerine sahiptir Kadınlarla erkeklerin eşitlikçi ilişki kurduğu ve kadınların sosyal statüsünün arttırıldığı ülkelerde bekar anneler, geleneksel rollerin benimsendiği ülkeler göre daha iyi sağlık parametreleri taşımaktadırlar Kadınların eğitim seviyeleri arttıkça, teknik ustalık ve donanım gerektiren beyaz yakalı mesleklerde çalıştıkça, gelir düzeyleri yükseldikçe ruhsal sağlık ve sağlık göstergeleri iyileşmektedir Düşük eğitim düzeyine sahip, mavi yakalı işlerde çalışan kadınlarda sağlık göstergeleri beyaz yakalı işlerde çalışanlardan farklılık göstermektedir. Mavi yakalı annelerde aile taleplerinin artması (ailedeki birey sayısı, ailedeki 15 yaş altı çocuk sayısı, ailedeki yaşlı sayısı) sonucunda uyku saatleri azalmakta, ‐ boş zamanları, kendilerine ayıracak tembellik zamanları çok kısalmakta ve bedensel-ruhsal sağlık kötüleşmektedir. Evli/birarada yaşayan çiftlerde evdeki iş bölümündeki adalet kadınlarda depresyon ortaya çıkmasını azaltmakta, kadın ve erkek dışarıda uzun saatler boyunca ağır işler bile yapsalar ruh sağlığı parametreleri eşitlikçi ilişkilerin kurulmadığı evlere göre daha iyi olmaktadır. Kaynaklar: 1. Fisher J. (1992) The Unpaid Workload: Gender Discrimination İn Conceptualisation And İts İmpact On Maternal Wellbeing. Psychol Women Quarterly 16(4);535-545. 2. Smith J, Baxter J. (2009) Breastfeeding, infants’ and mothers’ time use: a comparison of longitidunal study of australian children and Time Use Survey of New Mothers www.gibs.gov.au/institute/pubs/rp43/rp43.pdf adresinden 20.08.2012 tarihinde yararlanıldı. 3.Sharma S, Rees S. (2007). Consideration of the determinants of women’s mental health in remote Australian mining towns. Aust J Rural Health 15:1-7. 4. Fokkema T. (2002) Combining a Job And a Children: Contrasting The Health Of Married And Divorced Women İn Netherland. Soc Sci Med 54;741-752. 5. Lahelma E, Arber S, Kivela K, Roos E. (2002) Multiple Roles And Health Among British And Finnish Women: The Influence Of Socioeconomic Circumstances. Soc Sci Med 54;727-740. 6. Bird CE. (1999) Gender, household labour, and psychological distress: The Impact of Amount and Division of Housework. J Health Soc Behav 40;32-45. 7. Gjendingen D, Mcgovern P, Bekker M, Lundberg V, Willemsen T. (2001). Women’s work roles and their impact on health, wellbeing and career: comparisons between The United States, Sweden and the Netherlands. Women&Health 31(4);1-20. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 40 Kadınları Kontrol Altına Alan Şiddet İffet Üstünden Gücün Kontrolü Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Ayşe Önal 2006 yılında, Türkiye’nin on cezaevinde 50 namus cinayeti hükümlüsü ile kendi izinleri dâhilinde görüştüm.Kişisel merakımla başlayan bu çalışma bir kitaba dönüştü ama namus cinayetlerini anlamamız ve çareleri üstüne yeniden düşünmemiz konusunda Sahika Yuksel’in tavsiyesine uyarak hic yardimi olmadi demeyecegim, sınırlı düzeyde yardımı oldu. Namus Cinayetleri 2007 yılında on beş dakikalık bir belgesel olarak yayınlandığında tahminlerin aksine büyük ilgi gördü. Belgeseli izleyen ve benzer ölüm tehlikesi altında saklanan birçok genç kadın televiyona yardım aramak amacı ile basvurdu.. Hayatta kalmayı başarmış bir genç kadının hikayesi üstüne de çalıştım. Çalışma, 2008 yılında İngiltere’de kitap olarak yayınlandı. Aynı yıl içinde 27 dile çevrildi ve Batı dünyasına da göçmenler eliyle bir sosyal sorun olarak girmiş bulunan namus cinayetlerini araştıran enstitüler de referans kitap olarak kullanılmaya başlandı. Bu Çalışmadan Öğrendiklerim: 1- Namusun tanımlandığı ve korunduğu referanslar dini emirlerle yürüyor. Ancak İslamcı yaklaşım, hem namus kavramını koruyabilmek hem de dini sorumluluktan kurtarmak için namus cinayetlerini gelenekle açıklamayı tercih ediyor. Töre cinayeti kavramı ile algı büyük ölcüde değiştirildi. 2- Trajedi mahallede yaşayan kızın (ya da kadının) ‘adının çıkması’ ile başlıyor. Mahallenin değerlerine uymayan davranışlar farkedildiğinde ölüme giden yolun kilometre taşları döşenmeye başlıyor. 3- Çevre tarafından ahlaksız akraba kızları öldürmeye teşvik edilen delikanlılar cinayetten sonra yalnız bırakılıyorlar. Ayrıca kızları öldürmeyecek olsalar asla sokağa başı dik çıkamayacakları halde, kızları öldürdükten sonra da hafifmeşrep kızlar tarafından kötü bir aile mensubu oldukları kesinleşmiş kader kurbanları olarak anılıyorlar. Başlangıçta toplumun utandırdığı bireylerken, sonuçta toplumun küçümseyerek merhamet gösterdiği kurbanlara dönüşüyorlar. Kahraman olmak için yaptıkları eylem onları zavallı kılıyor. 4- Pişmanlık mutlak ve özellikle hüküm kesinleştikten ve mahkûm iyice yalnızlaştıktan sonra başlıyor. Cezaevlerindeki, diğer mahkûmların namus cinayeti suçlularına gösterdikleri içi boş saygı da bu yalnızlığı gidermiyor. Ancak bu pişmanlık oldukça çatışmalı, çünkü bir şans daha olsa aynı cinayeti yine işleyeceği duygusu hiç değişmiyor. 5- Dışarıda kalanlar açısından başka bir dram yaşanıyor. Aileler namus nedeni ile öldürülen kızların cenazelerini, almıyorlar. Kızlar belediye tarafından kimsesizler mezarlığına gömülüyorlar. Ancak bir çocuğunu mezara, diğerini hapse yollamış olan aile ekonomik, ruhsal ve sosyal olarak kesinlikle çöküyor. Onlar unutmak istiyor ama olay mahallenin hafızasında daima canlı kalıyor. 6- Namus cinayetlerinin en trajik yanı kelle koltukta sevdikleri adama kaçan kızlar, öldürülmekten kurtulsalar bile kaçtıkları hayatın aynısına yakalanıyorlar. Aile baskısından özgürlüğe uzanan koşu, ailesinin aynısı bir başka ailede horlanarak yaşama ile tamamlanıyor. 7- Yoksulluk ; cinayet sonrası pişmanlıkta çok önemli bir baskı oluşturuyor ama cinayetin işlenmesinde belirleyici etkisi olmuyor. Asıl belirleyici sınıf farkı değil kültürel değerler olarak görünüyor. 8- İffet algısı o denli karmaşık ve yaşanan çevreye göre esneyen bir haldeki; sadece radyo dinlemek, yeterince örtünmemek bile suça dair ilk şüphelerin yerleşmesine neden olabiliyor. Olaya her zaman bir erkeğin karışması da gerekmiyor. Kızların bir erkeği ayartacakları kuşkusu ya da ailenin topluluğun karşısında başını eğmesine yetecek kadar bir ayıp bile yeterli. 9- İffet algısını tanımlayan, sürdürülebilirliğini garanti altına alan ve besleyen otoritenin ortakları aile büyüğü kadınlardan, camiiye uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Ancak en yüksek otorite daima dini temsilci oluyor. 10- Toplumun dini algıları ile çelişen din yorumları yapmak, dinin kendi metninde reform yapmaktan çok daha zor. Toplum kadın konusunda Tanrı’nın ne emrettiğine değil, Tanrı’nın emrinden kendilerinin ne anladığına bakıyor. Bu nedenle daha reformcu ilahiyatçılar bile otoritelerini kaybetmemek için reformcu yanlarını hiç bir zaman ortaya çıkarmıyorlar. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 5 P 40 Kadınları Kontrol Altına Alan Şiddet Sıfır Bedenden Selülitlere Kadın Bedeninin Kontrol Altına Alınması Oturum Başkanı Panelist : Şahika Yüksel : Banu Aslantaş Ertekin Fiziksel görünüm ve güzellik anlayışı ile ilgili değerler gün geçtikçe değişmekte ve ulaşması daha imkansız hale gelmektedir. Değişen güzellik algısı ile birlikte zayıf olmaya yönelik baskılar ailede başlamakta, çocuk büyüdükçe ve daha bağımsız hale geldikçe akranlar ve medya araçları gibi diğer sosyal etkenler de etkisini göstermektedir. Bütün bu etkilere aracılık eden ve küresel olarak gittikçe yaygınlaşan tüketim toplumu anlayışı, çeşitli kozmetik maddeler, her gün değişen ve tüketimi hızlandıran moda ve reklamlar aracılığıyla kadınların bedenlerini ve daha da önemlisi beden imajlarını şekillendirmektedir. Sonuçta kadının bedeninden memnuniyeti azalmakta ve kadın, bu ideale ulaşmak için daha fazla baskı altına girmektedir. Kadınların feminen olma olarak tanımlanan rolleri –ki bu roller sıklıkla incelik ve görünüm ile ilgilidirbenimsemeye toplum tarafından teşvik edilmesi bedeninden memnun olmama ve yeme davranışlarında bozulmayla sonuçlanabilir (1). Erkek bedenine yönelik sosyal baskıların daha alt düzeyde olması erkekler arasında yeme bozukluğu gelişme oranlarının kadınlara göre daha düşük olmasının nedenlerinden biridir. Bir çalışmada kadınlar ve erkekler tarafından okunan popüler dergiler incelenmiş ve kadın dergilerinde, 10,5 kat daha fazla kilo vermeye ve incelmeye yönelik yazıların yer aldığı bildirilmiştir(2). “Batılılaşma” yeme psikopatolojilerinin dünya çapında görülmeye başlamasının açıklaması olarak sunulmuştur. Küresel medya bu noktada devreye girerek kadınlar için kilo ve beden biçimi tercihleriyle ilişkili batılı değerleri yaygınlaştırmaya aracılık etmektedir. Bununla birlikte dünya sadece medya ya da bilgi teknolojileriyle küreselleşmiyor. Pek çok toplum hızlı bir şehirleşme süreci içerisinde ve piyasa ekonomisine geçmiş bir durumdadır. Tüketimin artışı ve bu artışın özendirilmesi, hızlı ve yağlı beslenmenin yaygınlaşması obezitenin artışı ile sonuçlanmakta, devamında kilo uğraşıları ve yeme davranışında bozulmalarla seyretmektedir (3). Zayıflık ideali aile üyeleri aracılığıyla da sürekli bir mesaj olarak verilmektedir. Görünüme odaklı ve nasıl göründüğü ile fazla ilgili olan ebeveynlerden gelen geri bildirimler, çocuklarda bu ideale ulaşma konusunda baskı algısına ve bozulmuş yeme davranışlarına yol açabilir (4). Aynı şekilde akran ilişkileri, yeme davranışlarının bozulmasındaki rolüyle ele alınan bir diğer önemli faktördür. Bir çalışmada arkadaşların diyet yapıyor olması, kız ergenlerde uygunsuz dengeleyici davranışlarla ilişkili bulunmuştur. Aynı çalışmada okul çapında kilo vermeye çalışmanın yaygınlığı da yine kızlarda uygunsuz dengeleyici davranışlar ile ilişkili bulunmuştur. Sadece yakın arkadaş grubu değil, okul gibi daha geniş bir sosyal ortam da yeme davranışları üzerinde etkili olabilir (5).Bu sunumda çeşitli sosyal faktörlerin kadın bedenine yönelik baskıları feminist bakış açısıyla tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Stice E. (1994) Review of the evidence for a sociocultural model of bulimia nervosa and an exploration of the mechanisms of action. Clin Psychol Rev 14: 633-661 2. Andersen AE, DiDomenico L. (1992) Diet vs shape content of popular male and female magazines: a dose-response relationship to the incidence of eating disorders? Int J Eat Disord 11 (3): 283-7. 3. Nasser M. (2006). Eating disorders across cultures. Psychiatry 5(11): 392-5. 4.Krones PG, Stice E, Carla B ve ark. (2005) In vivo social comparison to a thin ideal peer promotes body dissatisfaction: A randomized experiment. Int J Eat Disord 38: 134-142. 5. Eisenberg ME, Neumark-Sztainer D, Story M ve ark. (2005). The role of social norms and friends’ influences on unhealthy weight control behaviors among adolescent girls. Social Science and Medicine 60(6): 1165-73. Becker ve arkadaşları Fiji’de Batı kaynaklı TV kanallarının yayına başlamasından önce ve sonra yeme tutumlarını değerlendirmiştir. Batılı TV yayınlarından önce yeme davranışı bozukluklarının çok düşük düzeyde olduğu, Batı medyası ile tanışmanın ardından sadece birkaç yıl geçtikten sonra Batı kültürlerinde rastlanan kilo ve vücut biçimine ilişkin tutumların hızla geliştiği saptanmıştır (Becker ve ark 2003) Vitousek ve Hollon’a göre belirleyici etken, bireyin beden ağırlığı ve biçimini kimlik ve kontrol ile ilgili sorunlara bir yanıt olarak görüp görmediğidir. Bazı genç kadınlar ‘mükemmel’ bir bedene kavuşmaya bir varoluşsal proje olarak, örneğin yaşamlarına bir anlam ve tutarlılık getirme ve duygusal doyum sağlama yolu olarak yatırım yapar hale gelirler. Bazıları yeme, ağırlık ve biçim üzerinde kontrol sağlamanın, yaşamlarındaki başka alanların aksine mümkün olduğu inancıyla bunlar üzerinde tam kontrol kurmaya yönelir. Yeme bozukluğu olan çoğu hasta için bu iki hedef birliktedir (Vitousek ve ark 1990). Zayıf bir beden biçimine yönelik kültürel beklentiler ve beden ağırlığı ile ilgili zihinsel uğraşılar, kadınların sosyalleşmesinde medyanın ‘ideal’ kadın imajı bombardımanı ile pekiştirilen bir sorun oluşturmaktadır. Groesz ve arkadaşları zayıf bedenli modellerin medyada çıkan fotoğraflarına bakmanın kadınlar üzerindeki etkilerini araştıran çalışmaların bir meta-analizini gerçekleştirmişler ve bedenlerinden memnun olmayan kadınların bu fotoğraflara bakmalarının bedenden memnuniyetsizliği arttırdığı sonucuna varmışlardır (Groesz ve ark 2002). Bir başka çalışmada manken vücudu fotoğraflarına bakmanın sağlıklı genç kadınlar üzerindeki etkileri araştırılmıştır. İdealize edilen zayıf bedenlere bakarken bildirdikleri anksiyete beden biçimi ve ağırlığı ile ilgili kaygılarıyla ve bazal gangliyonlar, dorsal anterior singulat korteksler ve sol amigdaladaki aktivite artışı ile korelasyon gösterdiği bildirilmiştir. Böylelikle kadının zayıf bir kadının görüntüsüne bakarken yaşadığı anksiyete ile ilişkili beyin şebekeleri bedenden memnuniyetsiz olmada ve böylece de yeme bozukluklarına yatkınlıkta rol oynuyor olabileceği öne sürülmüştür (Friedrich ve ark 2007). Medya araçlarının beden imajı ve benlik saygısı üzerine etkilerini inceleyen bir çalışmada 145 üniversite öğrencisi kadına popüler dergilerden alınan zayıflık idealine uygun ve nötral fotoğraflar gösterilmiştir. Bu çalışmada zayıflık idealine uygun fotoğraflara bakmanın bedenden memnun olmama, olumsuz duygudurum ve yeme bozukluğu belirtilerini arttırdığı ve benlik saygısını azalttığı bulunmuştur (Hawkins ve ark 2004). Medyanın zayıflık idealinin teşvik edilmesine en büyük katkısı, ağırlığın ve görünümün kadınlar için bir kişisel başarı ölçütü olarak önemini vurgulayan toplumsal değer yargılarını yaygınlaştırması yoluyla olmakta gibi görünmektedir. Örneğin, kadın üniversite öğrencileri arasında zayıflık idealinin medya tarafından sosyal açıdan pekiştirilmesinin bulimik patolojinin anlamlı bir yordayıcısı olduğu bulunmuştur (Stice 1998). Medyanın bir diğer etkisi ise genetik, biyolojik ve sosyal kökenli karmaşık ruhsal hastalıklar olan yeme bozukluklarını, genç beyaz kadınların kişisel ya da sosyal problemlerinin bir yansıması şeklinde göstermesidir. ABD’deki yedi günlük gazetenin bir yıllık dönemde yeme bozuklukları hakkındaki yazılarının incelendiği bir çalışmada bu yazıların %48’inin gazetenin sanat ve eğlence kısmında yayınlandığı ve başlıca konunun genç ve beyaz kadınlar olduğu görülmüştür. Sonuç olarak medyanın yeme bozukluklarını karmaşık birer tıbbi fenomen olarak sunmadığı, bunun yerine bu bozuklukları basitleştirdiği ve sansasyon haline getirdiği anlaşılmaktadır (O’Hara ve Smith 2007). Hem doğrudan yorumlar ve davranışlar hem de akranlarından zayıf olmaya yönelik baskı algısı her iki cinsiyet için de beden imajı sorunları ile ilişkilidir. Bununla birlikte her iki cinsiyetten ergenler beden imajı ile ilgili geri bildirimi daha çok kızlara verdiklerini bildirmişlerdir ve kızlar beden görünümü ile ilişkili olarak akranlarından öğrendiklerine ve duyduklarına karşı daha hassastırlar (McCabe ve Ricciardelli, 2001). ABD’de toplam 31 ortaokul ve lisenin öğrencileri arasında yapılan bir çalışmada arkadaşların diyet yapıyor olması, normal kilodaki ve hafif toplu kızlarda uygunsuz dengeleyici davranışlarla ilişkili bulunmuştur. Bu çalışmanın diğer bir ilginç sonucu, okul çapında kilo vermeye çalışmanın yaygınlığının da normal kilodakilerde ve hafif toplu olanlarda uygunsuz dengeleyici davranışlar ile ilişkili olmasıydı. Bu çalışmada yazarlar, sadece yakın arkadaş grubunun değil, okul gibi daha geniş bir sosyal ortamın da yeme davranışları üzerinde etkili olabileceğini vurgulamıştır (Eisenberg ve ark. 2005). Sonuç olarak Bu sunumda feminist bakış açısıyla kadın bedeninden estetik beklentilerin ve bu beklentilerin baskı unsuru haline gelmesine yönelik çalışmalar ele alınacaktır. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6 P 41 Glutamaterjik Sistem; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar Bipolar Bozukluk Tedavisinde Glutamaterjik Sistemle İlgili Güncel Bilgiler Oturum Başkanı Panelist : Nevzat Yüksel : Deniz Ceylan Bipolar bozukluk, yaygın, süreğen ve yeti yitimine neden olan bir hastalıktır. Hastaların çoğunda uygun doz ve sürede ilaç tedavisine rağmen hastalık yineler ya da eşik altı belirtiler sürer. Özellikle depresif dönemlerin tedavisi ve korunmasındaki seçeneklerin etkinliğine ilişkin kanıtlar yeterli değildir (1). Benzer şekilde major depresif bozukluk hastalarının da ancak üçte biri standart antidepresan ilaç tedavisiyle remisyona girebilmektedir (2). Duygudurum bozukluklarının tedavisi ve korunmasında, daha hızlı ve kalıcı etki elde edilebilmesi için yeni antidepresan ve duygudurum dengeleyici ilaçların geliştirilmesine gereksinim vardır. Duygudurum bozukluklarında, glutamaterjik sistemdeki bozulmanın plastisite ve hücresel dayanıklılık üzerine olumsuz etki yaratarak yapısal ve işlevsel bozukluklara yol açtığı düşünülmektedir. Duygudurum bozukluklarının nörobiyolojisinde bu sistemin merkezi rolü ile ilgili kanıtlar, glutamaterjik sistemi yeni tedavi seçenekleri için bir hedef haline getirmektedir. Ketamin ve riluzol, duygudurum bozukluklarının tedavisinde glutamaterjik etkili ilaçların prototipi olarak değerlendirilmektedir. Ketamin, memantin ve NR2B antagonistleri gibi metabotrop ve iyonotrop glutamat reseptörler modülatörleri, astrositlerdeki glutamat taşıyıcılığını artıran seftriakson, minosiklin gibi bazı antiinflamatuvar ilaçlar, N-asteilsistein gibi antioksidanlar depresyonda yeni tedavi seçenekleri oluşturabilecek hedeflerdir (3-7). Duygudurum bozukluklarının tedavisinde kullanılmakta olan duygudurum dengeleyici ve antidepresan ilaçların da glutamaterjik sistem üzerine etkileri gösterilmiştir (8). Bu konuşmada, bipolar bozukluk tedavisinde kullanılmakta olan ilaçların glutamaterjik sistem üzerine etkilerinin ve glutamaterjik sistemi hedef alan yeni tedavi seçeneklerinin incelendiği preklinik ve klinik araştırmalar sunulacaktır. Anahtar Kelimeler: glutamat- bipolar bozukluk-depresyon-duygudurum bozuklukları Kaynaklar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Judd LL, Akiskal HS, Schettler PJ, Endicott J, Maser J, Solomon DA, Leon AC, Rice JA, Keller MB. The long-term natural history of the weekly symptomatic status of bipolar I disorder. Arch Gen Psychiatry, 2002;59:530–537. Trivedi MH Rush AJ, Wisniewski SR, Nierenberg NN, Warden D, Ritz L, Norquist G, Howland RH, Lebowitz B, McGrath PJ, Shores-Wilson K, Biggs MM, Balasubramani GH, and Fava M for the STAR*D Study Team: Evaluation of Outcomes With Citalopram for Depression Using Measurement-Based Care in STAR*D: Implications for Clinical Practice. American Journal of Psychiatry, 2006;163:28-40. Hashimato K. Emerging role of glutamate in the patophysiology of major depressive disorder Brain Research Reviews, 2009, 61;105-123. Zarate C. Glutamatergic modulators: the future of treating mood disorders?. Harvard Rev Psychiatry, 2010;18:293 Yasuhara A, Chaki S. Metabotropic glutamate receptors: potential drug targets for psychiatric disorders. Open Med Chem J, 2010;4:20-36. Machado-Vieira R. New therapeutic targets for mood disorders. Scıentıfıc World Journal, 2010;10:713 Skolnick P, Popik P, Trullas R. Glutamate-based antidepressants: 20 years on. Trends Pharmacol Sci, 2009;30:563-9. Machado-Vieira R, Ibrahim L, Henter ID, Zarate CA Jr. Novel glutamatergic agents for major depressive disorder and bipolar disorder. Pharmacol Biochem Behav, 2012;100(4):678-87. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6 P 41 Glutamaterjik Sistem; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar Şizofreni Tedavisinde Glutamaterjik Sistem Oturum Başkanı Panelist : Nevzat Yüksel : A. Elif Anıl Yağcıoğlu Şizofrenide etkili olan ilk antipsikotiğin geliştirildiği 1950’li yıllardan bu yana dopamin hipotezi şizofreni patogenezinde temel nörokimyasal modeli oluşturmuştur. Ancak dopamin hipotezi şizofreninin negatif ve bilişsel belirtilerini açıklamakta yetersiz kalmakta, mevcut antipsikotikler şizofreni hastalarının çoğunda negatif belirtiler ve bilişsel yıkımın düzelmesinde etkili olmadığı gibi, antipsikotiklere yeterli yanıt vermeyen çok sayıda şizofreni hastası da bulunmaktadır.1 Dopamin nöronlarının beyindeki sınırlı dağılımı ve bulguların şizofrenide daha yaygın kortikal ve subkortikal işlev bozukluğuna işaret etmesi nedeniyle, glutamatın şizofreni patogenezinde önemli bir nörotransmiter olabileceği düşünülmüştür. Fensiklidin (PCP) veya ketamin gibi iyonotropik N-metil-D-aspartat (NMDA) reseptör antagonistlerinin akut uygulamasının insanlarda şizofrenidekine benzer belirtilere ve bilişsel bozukluğa, preklinik çalışmalarda da nörodejeneratif ve nörogelişimsel değişikliklere yol açması bu görüşü desteklemiştir. Şizofrenide yapılan genetik çalışmalarda da tanımlanan risk genlerinden önemli bir kısmı (neuregulin/NRG1, dysbindin/DTNBP1, disrupted-in-schizophrenia-1/DISC-1 gibi) genel olarak glutamaterjik mekanizmalarla ve özellikle de NMDA reseptörleriyle etkileşim içindedir.2 Tüm bu gerekçelerle son 20 yılda glutamatın şizofreni patofizyolojisindeki yeri artan düzeyde önem kazanmıştır ve şizofrenide glutamaterjik sistemi hedefleyen yeni tedavi yöntemleri üzerinde durulmaktadır. Potansiyel glutamaterjik tedaviler açısından önemli bir konu, NMDA blokajının bölgesel GABAerjik geribildirimde azalmaya ve geri tepme biçimde hiperglutamaterjiye yol açabilmesidir. Glutamaterjik iletimdeki tonik glutamat düzeylerindeki bu artışın patolojik olduğu ve NMDA blokajından daha fazla işlev bozukluğuna yol açabileceği öne sürülmektedir. Bu teori çerçevesinde glutamaterjik tedavilerin amacının NMDA işlevini arttırmak veya azaltmak değil, kortikal bölgelerde eksitasyon ve inhibisyon arasında dengeyi kurmak olması gerektiği belirtilmektedir. 2,3,4 Bu sunumda öncelikle kısaca glutamaterjik iletim, NMDA reseptör yapısı ve işlevleri, glutamat ve şizofreni altbaşlıklarına değinilecek, izleyen kısımda ise şizofrenide glutamaterjik ilaç tedavileri ve ilgili çalışmalar aşağıdaki tedavi hedefleri paralelinde aktarılacaktır: 1) GABAerjik internöronlar üzerine etki eden NMDA reseptör işlevlerini güçlendirme (sinaptik glisin düzeylerini arttırma, glisinB bölgesi üzerine doğrudan etki veya mGlu5 reseptör agonizması) 2) GABAerjik internöron işlevlerinin güçlendirilmesi (Trk1, -7 nikotinik ve M1 reseptör agonizması) 3) Glutamaterjik projeksiyon nöronları üzerindeki GABA tonunun güçlendirilmesi (GABA-A reseptörü 2 reseptör altünitesi) 4) Aşırı glutamat salınımının azaltılması (AMPA glutamat reseptör antagonizması, mGlu2/3 otoreseptör agonizması) 5) Diğer: minosiklin, kanabidiol 6) Geliştirilme aşamasında olan glutamaterjik ilaçlar: GlyT1 reseptör inhibitörleri, metabotropik glutamaterjik reseptörler-allosterik güçlendiriciler Sunumda glutamat salınımını inhibe eden lamotrijinin şizofreni hastalarında antipsikotiklere eklenmesini inceleyen çalışmalara özel vurgu yapılacaktır. Bölümümüzde 2012 yılında sonuçlandırdığımız “Klozapin Tedavisine Kısmi Yanıt Veren Şizofreni Hastalarında Tedavinin Lamotrijin ile Güçlendirilmesi” başlıklı çift-kör, plasebo kontrollü çalışmanın bulguları özetlenecektir. 5 Son olarak, şizofrenide glutamaterjik aktivitedeki sorun ve bu sorunun zamanlaması ile ilgili farklı, ancak birbirini dışlamayan görüşlere değinilecektir. Prodromda ve hastalığın erken dönemlerinde aşırı glutamaterjik aktivitenin eksitotoksisite nedeniyle nörogelişimi olumsuz yönde etkileyebileceği ve hastalık sürecinin ilerleyişine katkıda bulunabileceği öne sürülmektedir. Şizofreni geliştikten sonra kronik süreçte ise NMDA glutamat reseptörlerindeki hipofonksiyonunun temel sorun olabileceği belirtilmektedir. Bu bağlamda, kortikal glutamat salınımını (mGlu2/3 agonistleri) veya etkisini azaltan (AMPA antagonistleri ve minosiklin gibi) ilaçlar yeterince erken verildiği takdirde hastalık seyrinin değişebileceği, prodromal belirtileri olan kişilerde psikoza geçişin önlenebileceği varsayımları mevcuttur. Benzer şekilde de NMDA reseptör güçlendirmesini hedefleyen ilaçların da (glisin B agonistleri, Gly T1 antagonistleri ve mGlu5 reseptör agonistleri gibi) hastalık sürecinin daha geç dönemlerinde etkili olabileceği öne sürülmektedir. 1,6 Kaynaklar 1) 2) 3) 4) 5) 6) Stone, JM (2011). Glutamatergic antipsychotic drugs: a new dawn in the treatment of schizophrenia?. Therapeutic Advances in Psychopharmacology : 1 (1): 5-18. doi:10.1177/2045125311400779 Kantrowitz JT, Javitt DC (2010). Thinking glutamatergically: changing concepts of schizophrenia based upon changing neurochemical models. Clinical Schizophrenia & Related Psychoses 4(3):189-200. Moghaddam B, Adams BW (1998). Reversal of phencyclidine effects by a group II metabotropic glutamate receptor agonist in rats. Science 281(5381):1349-52. Homayoun H, Moghaddam B (2006). Bursting of prefrontal cortex neurons in awake rats is regulated by metabotropic glutamate 5 (mGlu5) receptors: rate-dependent influence and interaction with NMDA receptors. Cereb Cortex 16(1):93-105. Vayısoğlu S, Anıl Yağcıoğlu AE, Yağcıoğlu S, Karahan S, Karcı O, Gürel C, Yazıcı MK (2012). Lamotrigine augmentation in patients with schizophrenia who show partial response to clozapine treatment. Abstracts of the 3rd Schizophrenia International Research Conference, Schizophrenia Research, 136 (suppl 1):165. Kim DH, Maneen MJ, Stahl SM (2009). Building a better antipsychotic: receptor targets for the treatment of multiple symptom dimensions of schizophrenia. Neurotherapeutics 6(1):78-85. 12 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 6 P 41 Glutamaterjik Sistem; Ruhsal Bozuklukların Tedavisinde Yeni Farmakolojik Yaklaşımlar Anksiyete ve depresyon tedavisinde glutamaterjik sistem Oturum Başkanı Panelist : Nevzat Yüksel : Raşit Tükel 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 42 Bastırılmış Şiddet, "Aktarım" Lanmış Duygu: Psikanalizden Biyolojiye Köprü Kurmak Represyonun Nörobiyolojisi Oturum Başkanı Panelist : Selçuk Candansayar : Aslıhan Sayın Freud, öne sürmüş olduğu psikanalitik kuramın biyolojik bileşenlerini açıklayabilecek teknolojinin olmadığı bir dönemde yaşamıştı. Oysa son yıllarda nörogörüntüleme ve nörobilim alanlarındaki ilerlemeler bize psikanalitik kuramın temel kavramlarını altında yatan biyolojik mekanizmaları açıklayacak bilgiler sağlayabilir. Psikanalitik kavramların nörobiyolojik izdüşümleri konusu son yıllarda ilgi çekmektedir ve bu alanda yapılan çalışmalar “nöropsikanaliz” başlığı altında toplanmaktadır. Bu sunumda, psikanalizin temel kavramlarından biri olan represyonun (bastırma) olası nörobiyolojik mekanizmaları özetlenmeye çalışılacaktır. Bu amaçla bir olayın emosyonel öneminin anlaşılması, emosyonel olarak yüklü bir uyaranla ilgili bellek oluşumu, subkortikal bilginin düzenlenmesinde prefrontal korteksin rolü, supresyonun nöral mekanizmaları ve bellek silinmesinin moleküler düzeydeki basamakları konularında nörobilimin bize ulaştırdığı bilgiler özetlenecektir. Sunumun sonunda represyon sırasında devreye giren olası nöroanatomik bölgelerden bahsedilecektir. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 42 Bastırılmış Şiddet, "Aktarım" Lanmış Duygu: Psikanalizden Biyolojiye Köprü Kurmak Var Eden ve Yok Eden ki Onlardır: Şiddetin Varoluş/Yokoluş Çevrimindeki Yeri Oturum Başkanı Panelist : Selçuk Candansayar : Hakan Atalay Şiddet, belki adındaki sert ünsüzlerin (“ş,d ve t”) fazlalığının da katkısıyla, fakat herhalde daha çok saldırganlık (agresyon), yıkıcılık, tahrip, dehşet gibi terimlerle eşanlamlı kullanıldığından dolayı, olumsuz bir önkabulle ele alınır. Oysa, aslında şiddet, adının asıl anlamının da vurguladığı gibi, herhangi bir olgudaki içerik yoğunluğunu tanımlar gibidir, bu nedenle de “yeğinlik” onu daha iyi anlatan bir sözcük olabilir. Psikanaliz açısından bakıldığında, şiddetin iki ayrı dönemde farklı biçimlerde kavramsallaştırıldığı söylenebilir. Topografik kuramla birlikte cinsel dürtü ile ben dürtüleri karşıtlığının yerini, yapısal kuramla birlikte yaşam ile ölüm dürtüleri karşıtlığına bırakmaya başladığında, psikanalitik bulguları düşünselleştirme, kuramlaştırma serüveninde ikinci döneme geçildiği öne sürülebilir. Bugün, psikanalizin hayatiyetini koruyan ve hatta gelişimini sürdüren iki ana akımını oluşturan nesne ilişkileri kuramının ve kendilik psikolojisinin iddialarının çağdaş sinirbilim çalışmalarıyla araştırılabilir olması da, öyle görünüyor ki, zihin/beden ikiliğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. İşte bu konuşmada her iki dönemde de zihinsel aygıtta şiddetin (ve tersine, şiddette zihinsel aygıtın, dolayısıyla biyotoplumsal etkenlerin) rolü, zihinsel aygıtın şiddeti işleme biçimi ile bunun gerek yaşam, gerekse ölüm dürtüleri açısından anlamları üzerinde durulacak, ayrıca, bu formülasyonların olası sinirbilimsel temelleri üzerinde ipuçları aranacaktır. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 1 P 42 Bastırılmış Şiddet, "Aktarım" Lanmış Duygu: Psikanalizden Biyolojiye Köprü Kurmak Aktarımın Nörobiyolojisi Oturum Başkanı Panelist : Selçuk Candansayar : Mehmet Emin Ceylan Aktarım temelde geçmişte tamamlanmamış doyumların, çözülmemiş çatışmaların doyumuna/çözümüne yönelik olarak, doyum ve/veya çatışma nesnesi olarak görülen nesnenin yerine ikame edilmiş olan terapist üzerinden doyumun sürdürülmeye/çatışmanın “çözülmeye” çalışılması işlemidir. Dolayısıyla aktarımın olabilmesi için geçmişte Tamamlanmamış doyumun veya Bağımlılık yaratmış doyumun veya Çözülmemiş çatışmanın var olması gerekir. Eğer bunlardan en az birisi varsa kişinin nesne ilişkilerinde bir sapkınlık bekleriz. Libidinal Doyum/ Nesne ilişkilerine Bağlı Doyum İnfantil bir doyumun bağımlılık yaratması, özellikle libidinal aktarımın olması, dürtüsel doyumun nesne diline çevrilemeden kalması ve genel olarak nesne ilişkilerinden yeterli haz çıkartılamaması durumunda dürtüsel doyuma muhtaçlığın sürmesi paralelinde, kişinin bu doyumu yakalama ihtimali olan her durum ve kişiye karşı bu libidinal doyumu gerçekleştirmek yoluna gider. 1. 2. 3. 4. 5. Libidinal doyum yoğundur Nesne doyumu oransal olarak azdır. Nesne doyumu bir yaşamı taşımaya yetecek yeterlilikte değildir. Aktarım nesnesi hastanın hayatında çok önemli bir yer tutar. Aktarım yeterince uzun ve yoğun sürdürülebilirse nitelik olarak infantil dönem özellikleri gösterir. O halde kurulması gereken hipotezde içgüdüsel ve dürtüsel doyum düzeneklerinin çok fazla kuvvetlenmesi, bu doyumun karşılığı olarak beyinde kurulan döngülerin içinde sinaptik bağların çok kuvvetli olarak kurulması söz konusudur (Soltani 2006). Libidinal doyumun temsilcisi olarak yer alan A döngüsü içindeki sinaptik bağların kuvvetini cA olarak ifade edelim, bebek büyüdükçe ortaya çıkan yeni nesne ilişkilerinden gelen doyumların temsilcisi olarak yer alan B, C, D…..N döngülerinde yer alan sinaptik bağların kuvvetini de cB, cC, CD ve cN olarak işaretleyelim. Bu durumda, cB, cC, cD ve cN lerin kuvveti sağlıklı bir kişide giderek artacaktır. Öyle bir zaman gelecektir ki cB, cC, cD ve cN nin herhangi birinin, ikisinin veya tamamının değeri cA dan yüksek olacaktır. Libidinal doyum dışındaki nesne ilişkilerini simgeleyen döngülerin (B, C, D…..N) içindeki sinaptik bağların kuvveti (cB, cC, cD,….cN) nin kaç tanesi cA’yı aşarsa kişinin o oranda nesne ilişkilerinden aldığı doyumu libidinal doyuma tercih ettiği farzedilebilir. Diyelim herhangi bir Y kişisinde, söz konusu döngülerden üç tanesi cA değerini aştı. Başka bir X kişisinde de sadece bir döngünün sinaptik kuvveti cA değerini aştı. Bu durumda X kişisi Y kişisine göre ileriki yaşamında daha fazla libidinal doyum, daha az nesne doyumu arayacak ve daha nörotik bir tablo gösterecektir. Her kişinin geliştirdiği nesne ilişkilerinden sahip olduğu döngülerin(B, C, D,….N) iç sinaptik bağlantılarının ortalamasını almak mümkündür. cB + cC + cD + ……….cN c(Ort) = ----------------------------------N Bu durumda c(Ort) kişide, libidinal doyumu sağlayan aktarım nesnesi (mother or care given) dışındaki nesnelerden elde edilen doyumun doğrudan bir göstergesi, o oranda da libidinal doyumun terk edilişinin dolaylı ifadesi olur. X kişisinin düşük c(Ort) nedeniyle, c(Ort)-cA değeri de düşük olacağı için bu kişi libidinal doyuma daha yatkın, buna karşılık Y kişisinin c(Ort)-cA değeri daha yüksek olacağı için bu kişi libidinal doyumdan daha uzak olacaktır. X ve Y kişilerinin nörotik yakınmaları için günün birinde terapiste başvurduklarını düşünelim. X kişisi düşük c(Ort)-cA değeri nedeniyle daha fazla libidinal doyuma açlık göstermesine paralel olarak terapiste daha kuvvetli bir aktarımda bulunacak, aynı nedenlerle Y kişisi ise terapiste karşı daha zayıf bir aktarımda bulunacaktır. c(Ort)’nın cA’dan küçük olduğu durumda ise pregenital yönlerin ağır bastığı bir libidinal aktarımdan bahsedebiliriz. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 43 “Kutsal" Annelik ve Bedeli Anne olma kararı - kürtaj kararı Oturum Başkanı Panelist : Başak Yücel : Ayşegül Aksakal 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 43 “Kutsal" Annelik ve Bedeli Baskın Bir Kimlik Olarak Annelik: Ayrışma Güçlüğü Oturum Başkanı Panelist : Başak Yücel : Özge Yenier Duman Günlük uygulamalarımızın önemli bir bölümünü ruh sağlığı sorunları yaşayan kadın hastalar oluşturur. Ev içi şiddet, ensest, cinsel şiddet, iş yerinde ayrımcılık, yakın partner (eş, eski eş, sevgili, eski sevgili gibi) şiddeti gibi kadın yaşamının yaygın sorunları pek çok ruhsal belirti ve sıkıntıya yol açar. Kadınları psikiyatri polikliniklerine taşıyan günlük yaşam sorunlarının önemli bir bölümü ise patriyarkal sistemin kadınlara yüklediği annelik rolü ile ilintilidir. Bu rol, anneliğin kadın kimliğini ve kadının başka tüm kimliklerini örten, yok eden baskın bir kimlik oluşu ve bunu "kutsal" olma vurgusuyla tarif etmesiyle kendini ortaya koyar. Kutsal olarak anılan annelik hali, kadın yaşamını çeşitli yönlerden ve belirgin biçimde etkileyen bir değişim yaratır. Özellikle günümüzde “ideal anne” olabilme açısından beklentiler o derece ağırdır ki kadın anne olmayı hak edebilmek için pek çok vazgeçiş yaşamak durumundadır. Bu vazgeçişler kadının bedeni, duyguları ve toplumsal yaşamı üzerinde karar verme özgürlüğünü tahakküm altına alarak bir kimlik değişimi üretir. Bu değişim kadın kimliği üzerinde belirleyici, dönüştürücü ve baskın etkilere sahip olduğu kadar kadının ruh sağlığı üzerinde de pek çok sıkıntıya yol açar. Hangi toplumsal kesimden gelirlerse gelsinler kadınların kimliğini aile içinde ve annelik üzerinden tanımlayan patriyarkal sistem kadın yaşamı ve ruh sağlığına etkiler üretir. Kadını doğurganlığı, ev içi karşılıksız emeği ve ailenin erkekleri, çocukları, yaşlıları ve hastalarının bakıcılığına üzerinden tanımlayan bu sistem kadınlara duygusal alanda da pek çok görev yükler. Kadını ev içine hapsetme ve ev işlerini karşılıksız olarak kadınlara yaptırmanın zora ve şiddete dayalı baskı unsurları yanı sıra kadınların ruhsal dünyalarına nüfuz eden bir öğretiye ihtiyacı vardır. Kadın bedenini ev işi emeği, cinsellik, doğurganlık ve bakım emeği açısından baskı altına almanın en işlevli araçları “kutsal varlık” annelik üzerine üretilen argümanlardır. Kutsal varlık vaadine ulaşma çabası genellikle ağır ruhsal bedeller oluşturur. İdeal anne olabilmek için kamusal yaşama katılımdan, ekonomik özgürlüğünden, cinselliğinden, hayallerinden ve kendinden vazgeçmesi gereken kadını itiraz ve isyan ettiği her durumda yoğun bir suçluluk duygusu ve vicdan azabı bekler. İdeal anne olabilmek için evde olması ve kamusal alandan, dış dünyadan, başka insan ilişkilerinden uzaklaşması gereken kadın tüm ruhsal yatırımını kendisine kutsallık vaat eden görevleri gerçekleştirmek üzere çocuğuna yöneltmeye ve bir adanmışlık hali içine girmeye mecbur bırakılır. Bu denli yoğun duygusal yatırımın bir takım sağlıksız bağlanma süreçleri ve ayrışma güçlükleri oluşturması kaçınılmazdır. Fakat bu noktada da kadını başka suçlamalar bekler. Tıp uzmanları ve ruh sağlığı profesyonelleri ideal annelik öğretisinin yeniden üretiminde önemli rollere sahiptir. Ruh sağlığı alanına ilişkin pek çok anlatı ve kuram, ruhsal gelişim psikopatolojisinde anneleri sorumlu tutar. Bu panelde vazgeçiş, görev, yükümlülük, adanmışlık ve suçlulukla örülü “kutsal annelik” rolünün ruh sağlığı alanına yansımaları, bu rolü oluşturmak ve yeniden üretmekte biz ruh sağlığı uzmanlarının sorumlulukları tartışılmaya çalışılacaktır. Kaynaklar 1) Chodorow N (1999) Duyguların Gücü. Metis, İstanbul. 2) Badinter E (2010) Kadınlık mı? Annelik mi? İletişim Yayınları, İstanbul. 3) Lupton D (1998) Duygusal Yaşantı. Ayrıntı Yayınları, İstanbul. 4) Mahler M, Pine F, Bergman A (1975) İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu. Metis, İstanbul. 5) Winnicot D (1971) Oyun ve Gerçeklik. Metis, İstanbul. 6) Acar-Savran G, Tura N (1992) Kadının Görünmeyen Emeği. Yordam, İstanbul. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 3 P 43 “Kutsal" Annelik ve Bedeli Baba Kız Cinsel İstismarında Annenin Yeri Oturum Başkanı Panelist : Başak Yücel : Şahika Yüksel Farkı ülkelerde çarpıcı bir gerçek olarak babaların kızlarını cinsel istismar öykülerinin ilk öğrenildiğinde bu ciddi duruma inanılması kolay olmadı. Ailede çocukların cinsel istismarına gösterilen inkarın bir göstergesi sorumluluğun cinsel istismar eden kişiden kısmen de olsa alınıp istismar edilen çocuğa ve onu koruma görevini yapamayan anneye anneye yüklendi ve bu sorun sıklıkla aile disfonksiyonu olarak problemli ailelere sınırlandı. İyi aileler ayrımı yaratılıdı. Böylece uygunsuz cinsel davranışlar sergileyen baba ile birlikte olayı engelleyemeyen veya fark edemeyen anne de suçlandı. Daha sonra yapılan farklı çalışmalarda babanın kızı cinsel olarak istismar ettiği durumda annelerin üç gruba ayrılabileceği görülmüştür. 1- Kızının öyküsüne inanan ve hızla onu korumak için gerekenleri yapan anneler, 2Kızının öyküsünü anlama ve destek olmada yetersiz olan anneler. Bu grupta zihinsel ve/ bedensel yoğun sorunları olan veya istismar çemberini bozmak için ilgili kaynaklara erişemeyen anneler, 3- Kızının öyküsünü yok sayan ve/ eşinden ayrılma sürecine girmeyen anneler. Yöntem: İstanbul Tıp Fakültesi, Psikiyatri Ana Bilim Dalı, Psikososyal Travma Programına cinsel istismar nedeni ile başvuran 18 yaşından önce öz/ üvey baba tarafından cinsel olarak kötüye kullanılma deneyiminin bulunan kadınlar alınmıştır. Aktarılan cinsel yakınlıkla ilgili bilgilerda kuşku olan vakalar çalışmadan dışlanmıştır. Konu görüşülen ve farklı tutum sergileyen annelerden örneklerle feminist metodoloji çerçevesinde tartışılacaktır. Annelerin cinsel istismarı öğrenme biçimi, ilk tepkileri, kendi eşleri olan istismarcı ile olan ilişkileri, aileiçi cinsel istismar hakkındaki bilgileri ve cinsel ve sosyal özellikleri incelenmiştir. Bulgular: Cinsel saldırıyı öğrenen annelerinin olaydan haberdar olma zamanı, haberdar olma biçimi ve gösterdikleri tutum ve çözüm için attıkları adımlar farklılık göstermekte idi. Bize kızlarıyla birlikte gelen anneler kızlarına inanan veya olayı kapatmaya değil ne olduğunu değerlendirmeye açık olan anneler olduğu görüldü. Cinsel istismarlı kızların tedavi veya rapor almak için diğer sağlık çalışanları tarafından yönlendirilen ama eşlik etmeyen, tersine olayı kapatmaya çalışan annelerin de olduğu görüldü. Son yıllarda giderek artan sayıda kızın adli rapor almaya gelebilir olması aile içi cinsel saldırı konusunda haberdarlığın ve hak arama bilincinin gelişmesinin bir işareti olarak değerlendirilmektedir. Sonuç: Babadan kız çocuğa yönelik bir cinsel istismar durumunda ailenin diğer üyeleri gence inansın veya inanmasın, cinsel istismarın açıklanması aile içinde daima bir kriz yaratmaktadır. Olayı öğrenen annelerin ruh sağlığının ciddi etkilendiği ve onların da profesyonel psikososyal desteğe ihtiyaç olduğu görülmüştür. Kızlarının yanında hızla yer alan annelerin sıklıkla kendi aile ve arkadaş çevresinden destekleyen kişiler bulunmakta idi. Annelerin kızlarına koruyabilmeleri için önem taşıyan bu iki desteğin kullanılmasını etkileyen kolaylaştırıcı veya zorlaştırıcı faktörler irdelenecektir. Kaynaklar 123- Herman JL (1995) Father- Daughter Incest. 11. Edition. Harvard University Press. Johnson JT (1992) Mothers of Incest Survivors: Another Side of the Story. Indiana University Press Yüksel Ş. 1992: İnsestin Tanınması & değerlendirilmesi Nöropsikiyatri Arşivi, 30, 352-7 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 44 Damgala(n)ma ve Psikiyatri: Deneyimler, Gelişmeler, Fırsatlar) Ağaç Yaşken Eğilir: Tıp Fakültesi Öğrencileri İle Damgalama Karşıtı Deneyimler Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Yıldız : Ayşen Esen Danacı Toplumda kabul edilmiş değerlerle kişinin sahip olduğu nitelikler arasında bir uyuşmazlık olduğunda o kişiye karşı bir stigma ortaya çıkar. Ülkemizde şizofreni hastalarına karşı bir damgalama ve belirli bir sosyal mesafe oluştuğu gözlenmektedir. Sağlık personelinin ruhsal rahatsızlığı bulunan bireylere karşı olan tutumları, toplumun tutumuna benzer hatta bazı çalışmalara göre daha olumsuzdur. Yapılan farklı çalışmalar şizofreniye yönelik önyargıların birinci basamak hekimler arasında yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Hekimlerle ilgili bu bulgular dikkati tıp fakültesi öğrencilerine yöneltmiştir. Akdede ve arkadaşlarının (2004) 159 tıp fakültesi birinci ve ikinci sınıf öğrencisi ve 65 üniversite hazırlık sınıfı öğrencisi üzerinde yaptığı çalışmada şizofreni belirtileri gösteren bir olgu öyküsü verilip bu olguya yönelik düşünceler ve tutumların saptanması amaçlanmıştır. Çalışmaya katılan gençlerin örnek olgunun şizofreni tanısı aldıktan sonra, olumsuz düşünce ve tutum geliştirdikleri saptanmıştır. Bu durum gençlerin en azından bir kısmında şizofreni sözcüğüne yönelik bir damgalama olduğunu göstermekte ve şizofreni sözcüğü bile onları korkutmaktadır. Arkar ve Ekeri’in (1997) psikiyatri eğitiminin etkinliğini araştıran çalışmalarında, 5.sınıf psikiyatri stajını tamamlamış ve staj yapmamış grup arasında anlamlı bir değişim saptanmamıştır. Tıp fakültesi 1. Sınıf öğrencileriyle 6. sınıf öğrencilerinin şizofreniye yönelik damgalama ve altında yatan tutum, inanç ve davranışlarına ait duygu ve düşüncelerinin odak grup tartışmaları ile ortaya komayı amaçlayan bir başka çalışmada ise tıp fakültesi öğrencilerinin de topluma benzer şekilde şizofreniyi değerlendirdikleri ve şizofreniye ilişkin stigma taşıdıkları görülmüştür. Tıp fakültesi eğitim sürecinde öğrenciler daha çok teorik ağırlıklı bir eğitim almaktadır. Pratik eğitimde ise öğrenciler genellikle şizofreninin alevlenme döneminde olan ve yatarak tedaviye gereksinimi olan hastalarla karşılaşmaktadır. Hekimler arasında şizofreniye karşı olumsuz tutumların yüksek olması büyük olasılıkla eğitimin niteliğiyle ilişkilidir. Jaffe ve arkadaşlarının da (1979) belirttiği gibi hekimlerin şizofreniye karşı olumlu tutumlar geliştirmesinde teorik eğitimin yeterli olmadığı, remisyon dönemindeki hastalarla birebir ilişkinin tutumları olumlu yönde değiştirmede daha etkili ve kalıcı olacağı akla gelmektedir. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 44 Damgala(n)ma ve Psikiyatri: Deneyimler, Gelişmeler, Fırsatlar) Damgala(N)Ma Karşıtı Mücadelemiz: Yeni Paradigmalar, Yeni Dersler Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Yıldız : Haldun Soygür Ruhsal hastalık tanısı konulan bireylerin tedavileri önündeki en önemli engellerden birisi damgalanmadır. Bu bağlamda tüm dünyada damgalanma karşıtı mücadele psikiyatrinin öncelikli alanlarından sayılmaktadır. Özellikle Dünya Psikiyatri Birliği tarafından 2006 yılında başlatılan damgalanma karşıtı mücadele, yeni deneyimler kazanılmasına ve mevcut paradigmaların gözden geçirilmesine olanak tanımıştır. Ülkelerin gelişmişlik durumuna göre damgalanmanın düzeyi, damgalanma karşıtı kampanyaların ne ölçüde başarıya ulaştığı, mücadelede planlamadan çok eyleme duyulan gereksinim, kimin/kimlerin önderlik yapması gerektiği, hangi kitlelerin öncelikli hedef niteliği taşıdığı tartışılan ana konular arasındadır. Bu sunumda dünyada ve ülkemizde gerçekleştirilen damgalama karşıtı mücadele programlarından yola çıkılarak, alandaki paradigma değişimleri gözden geçirilmiştir. Kaynaklar 1. 2. Arboleda-Flórez J, Stuart H (2012). From sin to science: fighting the stigmatization of mental illnesses.Can J Psychiatry, 57(8):457-63. Stuart H (2008) bBilding an evidence base for anti-stigma programming. Understanding the stigma of mental illness. Theory and intervention kitabı içinde, Eeditörler J. Arboleda-Florez ve N.Sartorius, London, John Wiley and Sons,ltd, s.135-145. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 4 P 44 Damgala(n)ma ve Psikiyatri: Deneyimler, Gelişmeler, Fırsatlar) İyileşmenin sonu: medikalizasyon ve damgalama Oturum Başkanı Panelist : Mustafa Yıldız : Kemal Kuşçu 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 45 Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri İnsanlarda Ruhsal Travmanin Nörobiyolojik Etkileri Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Cem Cerit Travmatik deneyim merkezi sinir sisteminde (MSS) yapısal değişikliklere yol açarak sonraki stressörlere verilecek olan yanıtın da değişmesine neden olmaktadır. Travmanın etkisinin izlendiği başlıca beyin bölgesi limbik sistemdir. Limbik sistem, başlıca görevi iç dengeyi (homeostasis) koruyacak şekilde dışsal uyaranlara cevabın düzenlenmesi olan, bir grup beyin bölgesinin oluşturduğu bir ağ sistemidir.Travmatik olayla ilgili duyusal uyaranlar ilk önce talamus tarafından algılanır. Talamus bütün duyusal girdilerin özelliklerine ve aciliyetine göre sıralandığı (triaj) ve hangi özelleşmiş beyin bölgelerine hangi uyaranların aktarılacağının düzenlendiği bir geçiş kapısı gibi işlev görmektedir. Bu özelleşmiş beyin bölgelerinden birisi prefrontal kortekstir. Buraya gelen bilgiler gerekli ve uygun bilişsel ve duygusal cevaplara dönüştürülmek için kullanılır. Prefrontal korteksin önemli bir görevi de gereksiz uyaranı ayırabilmek ve bu tür uyarana cevabı önlemektir. Prefrontal korteksin bu rolü beyindeki bilgi akışı-cevap döngüsündeki dengenin sağlanmasında önemlidir. Çalışmalar travmaya uğramış kişilerde prefrontal korteksin hacminde ve işlevselliğinde azalma olduğunu göstermektedir. Travmatik deneyim, prefrontal korteksin amigdala üzerindeki baskılayıcı etkisinin ortadan kalkmasına neden olmakta ve böylelikle duygusal cevabın düzenlenmesi bozulmaktadır. Bu durumun Travma Sonrası Stres Bozukluğunda (TSSB) görülen artmış uyarılmışlık ve yeniden yaşantılama grubundaki belirtilere neden olabileceği düşünülmektedir. Travmatik uyaranların talamustan iletildiği bir diğer beyin bölgesi hipokampustur. Burada bu durum ile ilgili geçmiş yaşantıların oluşturduğu anılar ve deneyimler değerlendirilir. Travmaya maruz kalan kişilerde hipokampus hacim ve işlevlerinin azaldığı gösterilmiştir. TSSB’de görülen, travmatik deneyimin bir bölümünün ya da tamamının hatırlanamaması gibi kaçınma/küntleşme grubundan bazı belirtiler hipokampüsteki bu işlev azalmasıyla ilgili olabilir. HipotalamusHipofiz-Adrenal (HHA) ekseni, travmatik olaya cevaben Kortikotropin Serbestleştirici Hormon (CRH) salınımını sağlayan önemli bir endokrin sistemdir. Bu sistemin ürünü olan kortizolün etkilerinden birisi talamusun dış uyaranlara karşı duyarlılaşmasıdır. Bu durum da artmış uyarılmışlık belirtilerinin nedenlerinden biri olabilir. Kortizolün olayların duygusal yönüyle ilişkili anıların hatırlanmasını artırdığı ve uzun dönem hafızayı pekiştirdiği bilgisinden hareketle, kortizolün gelecekte travmanın ipuçları ile karşılaşıldığında travmanın daha kolay hatırlanır olmasına katkıda bulunduğu düşünülebilir. Dolaşımdaki kortizolün artması ters geri bildirim yoluyla üst merkezlere iletilmekte ve bu eksenin etkinliği azalmaktadır. Uzun süreli ve şiddetli travmaya maruz kalanlarda bu geribildirim mekanizması bozulmakta ve zamanla kortizolün aşırı baskılanması ortaya çıkmaktadır.Bu sunumda yukarıda bir bölümü özetlenen ruhsal travmanın insanlardaki nörobiyolojik etkileri tartışılacaktır. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 45 Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri Travmaya Yönelik Tedavilerin Nörobiyolojik Etkileri Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Gökçe Elif Sarıdoğan Etiyolojik çalışmalar kronikleşen bir travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) epizodunun ortalama süresinin 7 yıldan uzun olduğunu göstermektedir. Diğer başka bozukluklarla komorbiditesi yüksek ve tedavisi zordur. Çalışmalar bilişsel davranışçı tedavinin TSSB’deki etkinliğini vurgularken, herhangi bir farmakoterapötik ajanın ana hat semptomlar üzerindeki etkinliğini destekleyebilecek kanıtların sayısı ve niteliği yetersizdir. Farmakoterapilerde pratikteki birinci yaklaşım olan serotonin geri alım inhibitörleri ve venlafaksinin, güvenilirlik ve tolerabilitelerini gösteren geniş bir veritabanı bulunmaktadır. Antipsikotikler, antikonvülzanlar, prazosin, MAO inhibitörleri gibi diğer ajanlar psikotik özellikler görüldüğünde güçlendirme tedavisi, irritabilite, adrenerjik inhibisyonun sağlanması gibi hedeflerle pratikte tedaviye eklenebilmektedir. Bununla birlikte tüm bu tedavilerin semptomlara yönelik sağladığı iyileşmenin ardında TSSB ana hat semptomlarında yeterli düzeyde bir iyileşme sağlamadıkları ve kullanımlarının yan etkileri dolayısıyla kısıtlandığı göz ardı edilmemelidir. TSSB’de halen pratikte kullanılan farmakoteröpatik ajanların istenilen etkinliği sağlamaması yeni tedavi hedeflerinin oluşmasına neden olmuştur. Yeni tedavilerin hedeflerini büyük oranda glukokortikoid agonizması ve antagonizması , monoaminerjik sinyal, iyonotropik ve metabotropik glutamat reseptörleri, nöropeptidler, CRF reseptör aktivasyonu, oksitosin ve kanabinoidler oluşturmaktadır. Etkinliği en net biçimde ortaya konulan tedavi yönteminin ise Kognitif Davranışçı Terapiler (KDT), özellikle de uzun süreli alıştırma temelli tedaviler, olması araştırmacılar arasında KDT’nin etkinliğini arttırabilecek farmakoteröpatik ajanlara karşı son yıllarda yönelen ilgiyi arttırmıştır. Bu ilgi, öğrenme ve bellek süreçleriyle ilişkili beyin mekanizmalarını majör bir tedavi hedefi durumuna getirmiştir. Bu gibi ajanlar hayvan çalışmalarında korku koşullanmasından sonra gerçekleştirilen sönme alıştırmaları aracılığıyla korkunun sönmesini güçlendirmek ve hızlandırmak temel prensibini kullanmaktadırlar. Başka bir deyişle klinikte “öğrenme” yi güçlendirmek yoluyla alıştırma temelli tedavilerin etkilerini arttırmak üzere kullanılmaları hedeflenmektedir. Bunların arasında en sık çalışılan ajan N-Metil-D-Aspartat reseptörünün glisin bağlanma bölgesinin parsiyel agonisti olan D-sikloserindir. D-sikloserin’in TSSB’deki etkinliğini değerlendiren çalışmalar sönme alıştırmaları ya da alıştırma temelli tedaviler eşliğinde kullanıldığı takdirde korkunun sönmesini güçlendirdiğini göstermektedir. Ancak kullanım süresi, tedavi seansları arasındaki süre, farklı TSSB modellerindeki etkinlik, farklı savunma davranışı parametreleri üzerinde zaman içerisindeki etkileri, hedef popülasyon ve optimum uygulama süreleri gibi konulara yönelik sorular halen güncelliğini korumaktadır. Bu sunumda TSSB tedavisinde halen kullanılmakta olan tedaviler ve gelecekte klinik kullanıma girmeye aday tedavi seçeneklerinin neler olabileceği nörobiyolojik temeller çerçevesinde ele alınacaktır. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 45 Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri Deney Hayvanlarında Psikolojik Travma Modelleri Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Oğuz Mutlu Posttravmatik stres bozukluğu (PTSB) korku, çaresizlik veya dehşete maruz kalınması veya tanıklık edilmesi sonucu oluşur. PTSB travma yaratan olayın yaşanmasından sonra, o olayın düşlerde ve günlük yaşamda tekrar yaşanması, o olayı hatırlatan durumlardan kaçınmaya yol açan bir aşırı uyarılmışlık, kaygı ve kolayca irkilmeyi içeren bir anksiyete bozukluğudur. PTSB hayvan modellerinden az bir kısmı strese bağlı oluşan patofizyolojik cevabın biyolojik ve davranışsal özelliklerini içerir. PTSB ile ilgili insanda görülene benzer özellikler taşıyan hayvan modellerinin geliştirilmesine ilgi artmaktadır. Hayvan modellerinin geliştirilmesi PTSB gibi stresle ilişkili psikiyatrik bozukluklarda terapötik ve profilaktik tedavilerin çalışılmasında önemlidir. Bu amaçla kullanılan primer travmatik hayvan modelleri şunlardır: 1-Predator (yırtıcı hayvan) stresi (Bu modelde, sıçanlar 5 dakika boyunca yeni ortamda kedi tarafından korkutulurlar fakat kedi saldırması olmaz) 2-Sosyal bozgun modeli (Bu modelde, sıçanlar arka arkaya 5 gün, günde 10-60 dakika boyunca aynı veya farklı bir türden daha agresif bir sıçana maruz bırakılırlar. İlk bozgundan sonra sıçan kafeste daha agresif sıçanı görmekten ve kokusundan kaçınır) 3-Şok modeli (Bu modelde bir veya birkaç gün (2-5), bir uzun (10s-3 dakika) veya birkaç kısa şok (1-10 kere, 16s) hayvanın kuyruğuna ızgara zeminden verilir) 4-Kısıtlama ve kuyruk-şok modeli (Bu modelde, sıçan kısıtlanır ve kuyruğuna 3 ardışık gün boyunca rastgele 2 saat şok verilir) 5-Seri uzamış devam eden stres modeli (Seri devam eden stres modelinde, sıçanlar sıralı olarak 2 saat boyunca kısıtlanır, 20 dakika yüzdürülür ve bilinç kaybı oluşana kadar eter koklatılır) 6- Farklı türler (genleri silinmiş hayvanlar) Hoşa gitmeyen deneyimlerin duyusal ve sağlıkla ilişkili sonuçları sıklıkla daha kötüdür ve organizma hoşa gitmeyen olay üzerinde kontrole sahip değildir. Bu nedenle kronik kontrol edilemeyen stres (öğrenilmiş çaresizlik) travmatik stresin ve depresif hastalığın hayvan modelidir. Esasen, kronik kontrol edilemeyen stres hayvanlarda depresif hastalıkta görülene benzer şekilde ve yine anksiyete semptomları ile ilişkili davranışsal, endokrin, immün ve nörotransmitter bozukluklara neden olur. PTSB, etiyolojik ve bazı özellikleri bakımından depresif hastalığa benzediğinden, öğrenilmiş çaresizlik paradigmasından modifiye edilmiş PTSB hayvan modeli, PTSB’nin semptomlarını iyi bir şekilde taklit eder. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 5 P 45 Labaratuvardan İnsana Travmanın Nörobiyolojik Etkileri Travma Nörobiyolojisinde Temel ve Preklinik Çalışmalar Oturum Başkanı Panelist : A. Tamer Aker : Zafer Gören Travma sonrası stress bozukluğu (TSSB) kişide travma yaratan önemli bir olay sonrası ortaya çıkan ve kişinin travmayı hatırlatan uyaranlar ile karşılaşmaktan kaçınması veya aşırı uyarılma haline girmesi, travmatik olayı “flashback”ler aracılığı ile yeniden yaşaması şeklinde görülür. Ülkemizde de deprem, sel, terör saldırıları gibi çeşitli felaketler sıklıkla görülebilmekte olduğundan hastalığın fizyopataolojisinin ararştırılması ülkemize büyük faydalar sağlayacaktır. Bu mekanizmaların aydınlatılması, şüphesiz yeni tedavi alternatiflerinin geliştirilmesine de yol açacaktır. Hastalığın fizyopatalojisinde yer alan beyin bölgelerinin başında hipokampüs gelmektedir. Anatomik çalışmalar ile hipokampusun, bilişin entegrasyonu, nörokimyasal ve nörohormonal cevap oluşumunda beynin önemli bir bölgesi olduğu gösterilmiştir. Glukokortikoidler, GABA, asetil kolin, serotonin, glutamat ve katekolaminler hipokampusun önemli transmitterleri arasında yer almaktadır. Nörokimyasal çalışmalar, hipokampal kolinerjik sistemin anksiyete ve hafızanın entegrasyonunda önemli olduğunu göstermiştir. Hipokampusta asetilkolin salınımı duygu ve bilişin düzlenmesini sağlamaktadır. Özellikle stress ve otonomik fonksiyonların ilişkisinin kesiştiği bir başka beyin bölgesi de amigdaloid komplekstir. Özellikle TSSB'nin ortaya çıkmasında rolü olan beyin bölgelerinde moleküler değişikliklerin ortaya konulması önem kazanmaktadır. Muskarinik reseptörlerin bir anksiyete bozukluğu olan TSSB ile ilişkisi olması muhtemeldir. Genetik klonlama çalışmaları 5 farklı tip muskarinik reseptör alttipi olduğunu göstermiştir. Muskarinik reseptörlerin M1 alt tipi hipokampus ve ön beyinde yaygın dağılıma sahiptir. Özellikle öğrenme ve hafıza açısından önemli rolleri olan M1 reseptörlerinin, bir öğrenme sürecini de içinde barındıran TSSB'nin fizyopatolojisine katılması olasıdır. Presinaptik yerleşime sahip M2 reseptör alt tipi ise beyin kökünde ve serebellumda yaygın olarak bulunmaktadır. Beyinde bol miktarda bulunan M1 ve M2 reseptör alt tiplerinin tersine M3 reseptör alt tipi daha az bulunmaktadır. M4 reseptörleri merkezi dopaminerjik yanıtların düzenlenmesinde önemli rol oynarken, iğcik nöronlarda, hipokampal ve kortikal bölge liflerinde, striatum ve olfaktör tüberkülde bulunmaktadır. M5 reseptör alt tipi ise substantia nigradan ve striatumdan dopamin salınımını düzenlemektedir. Daha önce yapılmış çalışmalarda, M1 reseptor antagonisti pirenzepinin sistemik uygulanması ile anksiyete belirtilerinin azaldığı gösterilmiştir (Wall ve ark., 2001; Degroot ve Nomikos, 2005). M4 knock-out (reseptörlerinin geni silinmiş) farelerde uzun dönemli hafıza etkilenmeden anksiyoliz gözlenmiş, fakat M2 knock-out farelerde bir farklılık görülmemiştir (Degroot ve Nomikos, 2006). M4 knock-out farelerin hipokampal asetilkolin salınımı da yüksek bulunmuştur (Tzavara ve ark., 2003). Majör depresif veya bipolar hastalarda yapılan plasebo kontrollü, çapraz tasarımlı bir çalışmada da muskarinik reseptör antagonisti olan skopolamin ile güçlü ve hızlı bir antidepresan etki elde edilebildiği gösterilmiştir. Skopolaminin bu etkisi, özellikle kadınlarda erkeklere göre daha fazla olduğu belirtilmiştir (Furey ve ark.,2010). TSSB deneysel modelleri olarak genellikle saldırgan hayvanla ilişkili kokularla indüklenen kullanılmaktadır. Bu modellerden elde edilmiş çeşitli sonuçlar TSSB'ye ışık tutmaktadır. TSSB olan insanlarda çeşitli görüntüleme çalışmaları yapılarak beyindeki değişimler gösterilmeye çalışılmış ve belirli bölgelerin hacimlerinde değişiklikler olduğu ortaya konulmuştur. Sıçanlarda yapılan çalışmalarda da apoptoz göstergesi olan b hücresi lenfoma/lösemi-2 (bcl-2) onkojenleri bu deneysel modellerde araştırılmaya başlanmıştır. Proapoptotik ve antiapoptotik faktörlerin arasındaki dengeyi etkilemek suretiyle de hastalığın ortaya çıkmasının engellenmesi de yeni araştırmaların konusu olmuştur. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 6 P 46 Dede Freud'dan Torun Freud'a Beden Çirkini Satan Adam: Lucian Freud “İçinden doğru sevdim seni” Oturum Başkanı Panelist : Nilgün Taşkıntuna : Ayşegül Sütçü Lucian Freud, yaşarken resimleri en pahalıya satılan, en pahalı tablosu bir divana uzanmış uyuyan şişman ve yaşlı bir kadını resmettiği “Benefits Supervisor Sleeping” olan ve yaşayan en iyi ressam olarak tanımlanan ressam önceki yaz öldü. Psikanalizin babası olarak tanımlanan Sigmund Freud'un torunuydu. Dedesinin, resminde hiç etkisi olmadığını söylese de her iki Freud'un da temel ilgi alanı insandı ve her ikisi de insanı derinlemesine gözlemleyerek ve en mahrem gerçeklerine özenle ulaşarak çalışıyordu. Dede Freud keşfettiği insanı vaka sunumları olarak ayrıntıyla anlatırken, torun Freud ulaştığı sırları tüm çıplaklığıyla tuvalinde sergiliyordu. Lucian Freud'un resimlerinde dikkati çeken iki ana öğe kıvrımları, pürüzleri, kırışıklıkları ve tüm ayrıntısıyla gerçekçi bir yaklaşımla ortaya konan deri ve cinselliktir. Resimleri çok kez pornografik bulunarak en modern sergi salonlarında bile sergilenmemiş olmakla birlikte en pahalı ressam olarak anılmasına neden olan eşsiz bir beğeni de kazanmıştır. Bu sunumda Lucian Freud'un resimlerindeki iki temel öğe olan deri ve cinsellik ana başlıklar olacak, her iki kavrama psikanalitik düşünme ile yeniden bakılarak üçüncü bir kavrama, resmi izleyende oluşan duyguya ve bu duygunun izleyicideki kökenlerine yaklaşılmaya çalışılacaktır. 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 6 P 46 Dede Freud'dan Torun Freud'a Beden Önce beden vardı Oturum Başkanı Panelist : Nilgün Taşkıntuna : Cem Kaptanoğlu 12 Ekim 2012 / 11:00 – 12:30 / Salon 6 P 46 Dede Freud'dan Torun Freud'a Beden Bedeni Zihninde Tutan Nöropsikanaliz: İkilikten Birliğe Doğru… Oturum Başkanı Panelist : Nilgün Taşkıntuna : Gamze Özçürümez Psikanaliz, kurucusu Sigmund Freud tarafından 1922’de yapılan tanıma uygun olarak “diğer yöntemlerle ulaşılamayan zihinsel süreçleri araştırmada kullanılan bir yöntem, bu araştırmayı temel alarak ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanılan bir teknik ve bu yolla elde edilen ruhsallıkla ilgili kavramlardan oluşan ve bir bilimsel disiplin oluşturan bilgi birikimi”dir (1). Psikanalizin gelişimi, Freud’un ortaya koyduğu ilkeler ışığında yüzyılı aşkın bir süredir devam etmektedir. Freud yirminci yüzyılın başında, psikiyatri araştırmaları için yeni bir yöntem sunmuştur; bu yöntemin temellerini serbest çağrışım, aktarım ve yorum oluşturmaktadır. Bu teknikler yalnız psikanalizin değil psikanalizden türetilen psikanalitik psikoterapilerin de temel araçlarıdır. Psikanaliz sayesinde psikiyatrlar, dikkatle ve daha önce kimsenin kulak vermediği yeni bir biçimde hastalarını dinlemeyi öğrenmişlerdir. Freud aynı zamanda yorum için bir şema oluşturarak başka türlü ilgisiz veya tutarsız gibi görünecek çağrışımların anlaşılır hale gelmesini sağlamıştır. Hastalarını “dinleyen” psikanalistlerin ve analitik durumdan yola çıkarak çeşitli fikirleri sınayan gözlemsel çalışmaların insanı anlamada psikiyatri ve çocuk gelişimi alanlarına sağladıkları özgün katkılar tartışılmaz boyuttadır. Takipçileri psikanalizi geliştirmeye devam etmişler, günümüze gelindiğinde tıptan insanbilimlerinin hemen tümüne ve sanatsal yaratıcılık alanlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede bilimsel bilgi birikimi sağlamışlardır. Freud ve kuramı, şiddeti zaman zaman artan ve azalan değişik eleştirilere hedef olmuştur. Talat Parman, Psikanaliz Yazıları’nın “Psikanaliz ve Düşüncenin Gelişimi” sayısında yer alan sunuş yazısında psikanalize yöneltilen eleştirilerden şöyle bahseder (2): “Psikanalize yöneltilen eleştirilerden bir bölümü onun ‘eskiliği’ üzerinedir. Kimileri 19. Yüzyılda insanı anlamak için ortaya atılmış bir kuramın 21. Yüzyılda hâlâ geçerli olamayacağı düşüncesindedir. Oysa insanı anlamak çabasındaki birçok felsefî yaklaşımın, yüzyıllar geçtikten sonra hâlâ geçerli olduğunu ve çağdaş düşünce akımlarına yön verdiğini görüyoruz. Psikanaliz onlar arasında genç bile sayılabilir ve insanı anlamak çabasında hâlâ geçerli olması yadırganmamalıdır. Öte yandan ortaya çıkışından bu yana, yani yüzyıllık süre içinde kendini yenilemeyi bilmiş, gelişim göstermiş ve zenginleşmiştir… Sağlam bir temel üzerine yeni ve farklı yapıların oluşumunu sağlamıştır”. Aynı sayıda, Levent Kayaalp, bu eleştirilere ahlakçı kaygılardan güç alır görünen ve psikanalitik kuramın cinsellik boyutunu bir skandal olarak ön plana çıkartan ahlakçı yaklaşımı, daha sonra ise bu yaklaşımın yerini alan bu kez kuramı bilimsel bulmayan bilimci akımları ekler. Gerekçeleri farklı olsa da tüm bu eleştirel yaklaşımların altında, bilinçdışının varlığının ortaya konmasının yarattığı “benliğin kendi evinin efendisi olmaması” duygusuna bağlı narsisistik yaralanmanın yatıyor olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu vurgular (3). Beyin-zihin ilişkisi çağlar boyu felsefecileri meşgul etti ve hala da tartışma konusu olmaya devam ediyor. Psikiyatrik söylevde sıklıkla “beyin” ve “zihin”den iki ayrı varlıkmış gibi bahsedildiği izlenmekte. Oysa postKartezyen dönemdeki çoğu psikiyatr zihni beynin bir etkinliği olarak kabul etmektedir. Çağdaş psikiyatrik tartışmalarda bu terimlerin ısrarla ayrı olarak kullanılmaya devam edilmesi -zihne ve beyne yapılan bu farklı atıflar- hastalar ve tedavileri için de aynı ayrımlaştırıcı düşünme biçiminin uygulandığına işaret etmektedir. Örneğin Cloninger “biyomedikal” ve “psikososyal” olmak üzere iki farklı paradigmadan söz etmektedir ve birbirinden ayrı modeller olarak yapılandırılan bu bölme psikiyatri üzerinde tıkayıcı bir etki yaratmaktadır. Gençevre, ilaç tedavisi-psikoterapi ve biyolojik-psikososyal biçimindeki kutuplaştırma çoğunlukla bu “beyin”-“zihin” ikiliği kapsamında yer almaktadır. Gerçekte tüm ruhsal bozukluklar genetik yatkınlıkla çevresel etkilerin karmaşık bir bileşenidir. İnsan davranışını şekillendirmekte, gen ve çevre birbirinden ayrıştırılamaz biçimde iç içedir. Son yıllarda genetik araştırmaların açıklığa kavuşturduğu epigenetik mekanizmalar sayesinde, deneyimin özellikle erken gelişimsel çağda bazı genlerin transkripsiyonel işlevini açtığı, bazılarınınkini ise kapattığı kanıtlanmıştır. Benzer biçimde, travmatik olaylar gibi psikososyal zorlayıcılar beynin işlevselliğini değiştiren biyolojik türde etkilere sahiptirler. Bu çerçevede psikanalitik kuramın, erken bebeklik döneminde birinci öteki ile yaşanan deneyime; bu deneyimlerin yaşamın ileriki dönemlerindeki belirleyiciliğine; gelişim evrelerine ve savunma düzeneklerine olan etkilerine getirdiği açıklamalar ile epigenetik gibi “biyolojik” mekanizmalar arasındaki bütüncül bağ açıktır. Yine bu noktadan hareketle hastayı tedavi ederken biyolojik ve psikososyal kavramları birbirinden ayırmak ciddi güçlükler yaratabilir. Gabbard’ın “Zihin, Beyin ve Kişilik Bozuklukları” başlıklı makalesinde yer verdiği bu uyarılar, hem psikanaliz ve psikoterapilerin hem de psikiyatrinin ve sinirbilimin geleceği açısından son derece önemlidir (4). Gabbard görüşlerini şu hatırlatma ile tamamlar: “Psikoterapiyi yalnız ‘psikolojik temelli bozuklukların’ tedavisi, ilaçları ise yalnız ‘biyolojik veya beyin-temelli bozuklukların’ tedavisi olarak düşünmek aldatıcı bir ayrımdır”. Bir psikanalist ve sinirbilimci olan nöropsikanalizin kurucularından Mark Solms, zihinsel yaşama öznel yaklaşım (psikanaliz) ile nesnel yaklaşımın (sinirbilim) yollarının yaklaşık yüzyıl önce birbirinden ayrıldığını ve Freud’un ‘Histeri Üzerine İncelemeler’ ile ‘Düşlerin Yorumu’ yapıtlarının bu ayrılığın kilometre taşları olarak kabul edilebileceğini belirtir (5). Genelde sinirbilimciler psikanaliz ve bağlantılı disiplinleri “bilimdışı” olarak görmüşlerdir (öznellik bilimi nasıl bilimsel olabilir ki?). Psikoterapistlerse sinirbilimlerini öznel varoluşu neredeyse tamamen dışlayacak kadar indirgemeci bulmuşlardır. İki yaklaşım arasındaki temel çatışma beynin diğer tüm organlar gibi hücrelerden oluşan bir doku olmasına rağmen onu hepsinden ayıran özel ve gizemli bir niteliğe sahip olmasıdır: Beyin zihnin oturduğu yerdir ve tam şu anda dünyadaki kendimiz oluşumuzla ilgili hislerimizi üretir. Bunun nasıl olduğunu -maddenin nasıl zihin haline geldiğini- anlamaya çalışmak zihin-beden sorunu olarak adlandırılır. Freud yüzyıldan daha uzun bir süre önce zihinsel yapının köklerinin bedende ve onun dürtüsel dayatmalarında bulunduğunu öne sürerek beden ve zihnin bütünlüğünü savunmuştu. Aynı zamanda, zihinsel yaşamımızın büyük bir bölümünün bilinçsiz olarak (unconsciously) çalıştığını ve bilincin yalnızca zihnin bir bölümünün bir niteliği olduğunu söyleyen ilk kişiydi. O dönemde tıp bilimlerinde bu düşünceyi savunmak son derece tartışmalıydı. Bugün ise çoğu zihinsel işlevin bilinçsizce çalıştığı anlayışı bilişsel sinirbilimde geniş kabul görmektedir. Böylece Freud'un en temel buluşlarından biri çağdaş bilimin ana akımına katılmıştır. Psikanaliz ile sinirbilim arasındaki tarihsel bölünmeyi gidermenin veya çatlağı onarmanın bir yolunu bulmak her iki alana sağlayacak kazanımlar hayal edilince heyecan vericidir. İnsan öznelliğinin karmaşıklığıyla yeni yeni uğraşan sinirbilimcilerin yüz yıllık psikanalitik sorgulamadan öğrenecek çok şeyleri vardır; psikoterapistler açısından ise sinirbilimlerindeki görgül (ampirik) ilerlemelerden yararlanmak büyük bir fırsattır. Sunumda, beden ile zihin arasında köprü kuran psikanaliz ile bu köprüyü sinirbilimlerin nesnel yöntemlerini kullanarak pekiştirmeyi hedefleyen nöropsikanalizin katkıları aktarılacaktır. Hakan Atalay'a cömertçe paylaştığı bilgi birikimi için çok teşekkür ederim. Kaynaklar 1.Talat Parman. Psikanaliz. Psikanalitik Psikoterapiler: Temel Kavramlar, Kuramlar ve Yöntemler, Ed. A.A. Köşkdere, A.G. Küey, M. Özmen, T. Parman, N. Taşkıntuna, R. Tükel, Türkiye Psikiyatri Derneği Yayınları, Ekim 2011, Ankara, s. 15. 2. Parman T. Sunuş. Psikanaliz Yazıları, Sonbahar 2006, Sayı 13:5-8. 3. Kayaalp L. Önsöz. Psikanaliz Yazıları, Sonbahar 2006, Sayı 13:11-12. 4. Gabbard GO. Mind, brain, and personality disorders. American Journal of Psychiatry 2005;162:648-655. 5. Mark Solms, Oliver Turnbull. The brain and the inner world: An introduction to the neuroscience of subjective experience. Other Press, New York, 2002. 13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 47 Edebiyat ve Psikanaliz Bir aile aşkının düzeltilmiş el yazmaları ya da roman Oturum Başkanı Panelist : Cem Kaptanoğlu : Agâh Aydın 13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 47 Edebiyat ve Psikanaliz Psikanalist Shakespeare Oturum Başkanı Panelist : Cem Kaptanoğlu : Gamze Özçürümez Harold Bloom, “Shakespeare: İnsanın Keşfi” kitabında iç dünyayı, duyguları ve zihinsel işleyişi ilk tanımlayanın Shakespeare olduğunu öne sürer (1). Shakespeare, Stephen Greenblatt tarafından “stratejik opaklık” olarak adlandırılan bir sahneleme tekniği kullanır: Karakterler oyunun kendi kendine konuşma bölümlerinde, daha önce hiç düşünmedikleri, kendilerine tuhaf, şaşırtıcı gelen sözler söylerler (2). Derin düşüncelere dalmış bir şekilde daha önce söylemiş olduklarından hayli ilgisiz gibi görünen cümlelerle konuşmalarını sürdürmeleri, bu kişilerin ‘serbest çağrışım’ yaptıklarını düşündürür. Analizin temel tekniği ile karakterlerin iç dünyalarını ortaya koymak için Shakespeare’in kullandığı sahneleme tekniği arasında bir fark yoktur; her ikisi de ilk bakışta anlaşılmaz gibi görünen insan davranışının kökenindeki içsel dinamikleri açığa çıkartır. Karakterleri dinledikçe/okudukça neden Iago’nun hesaplı kötülükler peşine düştüğü, neden Lear’ın kızlarından sevgilerini sözleriyle kanıtlamalarını istediği bir yarışma düzenleyerek krallığını bölüştürdüğü ve neden Hamlet’in intikamını sürekli ertelediği aydınlanır. Shakespeare, bilişsel keskinliği, dile dökme becerisi ve buluş gücü ile edebiyat tarihinde bu kadar farklı kendiliği, sözcüklerden oluşan bu kadar çok kişiliği yaratan yegâne sanatçıdır. Yirmibirinci yüzyılda bizlere tuhaf geliyor olsa da, I. perdenin II. sahnesinde Hamlet’in ‘içinde saklı bir yan’ olduğunu annesine anlatması oldukça devrimcidir (3). Saklı/Gizli kendilik düşüncesi, on altıncı yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başlayan bir kavramdır; ‘kendilik’ (self) terimiyle ise henüz tanışılmıştır. Shakespeare, gün ışığına yeni yeni çıkmakta olan bu saklı kendiliği betimlemede ustadır: İçsel kendiliklerini bulup geliştirme ihtiyacında olan kişilerin; Nietzcsche’nin Hamlet’i gibi fazla düşünmeyen ama fazlaca iyi düşünenlerin kaygısı, Lear gibi toplumsal kimliğini kaybeden, saklı kendiliğini bulmak için de hiçbir yolu kalmayan kişilerin çılgınlığı, yani ‘insanlık halleri’dir somutlaştırdığı. Sokrat ve Platon’dan Kant’a, Kierkegaard’a ve Nietzsche’ye felsefeciler, insanın kendisine şeffaf olmadığını, zihnimizde olup bitenlerin çoğunun bilinçdışı olduğunu vurgulamışlardır ancak asıl mesele bu durumun en temel uğraşlarımıza ve özgürlüğümüze nasıl etki ettiğini anlamaktır. Freud yaşamını bu meseleyi çözmeye; görünenin altında yatan görünmeyeni açığa çıkarmaya, bu gizli kendiliği araştırmak ve anlamak için bir yöntem geliştirmeye adar. İlginç olan, genelin aksine, Freud’un söz konusu çabasında arkasına aldığı belli bir felsefe okulu olmayışıdır (4). Jung bu durumu, biraz hayranlık, biraz eleştiri, biraz da şaşkınlıkla tesbit eder: “Benim arkamda Kant var, arkamı sistematik felsefe olarak Kant’a dayadım. Ama Freud’un arkasında hiçbir felsefe okulu yoktur.” Psikanalizi kurarken dayanak noktalarından biri yazarlar ve sanatçılardır. Çalışmalarında, Shakespeare önde gelmek üzere Goethe, Heine, Thomas Mann, Dostoyevski, Eski Yunan filozofları ve tabii ünlü Oedipus trajedisinin yazarı Sofokles belirleyici etkiye sahiptirler. Psikanalizle ilgili ilk büyük eseri olan ‘Düşlerin Yorumu’nu babasının ölümünden sonra yazmaya başlayan Freud’un 31 Mayıs 1897 notlarında, ilk kez Oidipus kompleksi açık bir şekilde gündeme gelir. Burada, çocukların ana babalarına duydukları düşmanca duyguları kendisinde de fark ettiğini, hatta bunu düşünde gördüğünü, buradan babasına karşı duyduğu hüznü açıklama olanağını bulabileceğini; bunun daha çocuk yaştayken Jacob Freud’u öldürmek isteyip, annesiyle birlikte olmak düşüncelerinden kaynaklandığını kendisinde tesbit ettiğini söyler. Bu noktada bir karar vermek durumundadır ve çok sıkıntılıdır. Bunları yazsın mı, yazmasın mı, söylesin mi, söylemesin mi? Kendisine mitoloji ve Goethe yardım eder. Delfi Tapınağı Kâhini’nin 2500 yıl önce önerdiği “Kendini tanı” uyarısını ve “Çıplak hakikat, getirmesi olası felaketlere rağmen, ihtişamın doruk noktası olarak görülür.” özdeyişini anımsar ve hemen ardından, Goethe’nin “Bir dahinin ilk ve son istemi hakikat aşkı olmalıdır.” dizesini bir kere daha kendi kendine yüksek sesle söyleyip, hissettiklerini, düşündüklerini yazmaya başlar. İnsanın, kendi ruhsal dünyasını anlamadan başkalarını anlamaya çalışmasının olanaksız olduğunu bilmektedir (4). Edebiyatın ve sanatın Freud üzerindeki etkisi en çok Shakespeare ile cisimleşir; Sekiz yaşında okumaya başladığı ve ezbere öğrendiği Shakespeare’den yaşamı boyunca ilham alır. Bir anlamda, psikanalize giden yol Shakespeare’in iç dünyasından geçer. Klinik ve kuramsal çalışmalarının veya yazışmalarının hemen hepsinde Shakespeare’e yaptığı atıflarla ve O’ndan alıntılarla karşılaşmak mümkündür. Freud’un yine Shakespeare’den alıntılayarak söylediği bu söz, arkasına edebiyatı almasındaki güdüyü özetler: “Yaratıcı yazarlar değerli müttefiklerdir ve keşifleri ödüllendirilmelidir çünkü yer ile gök arasında henüz bizim düşüncelerimizin hayal bile edemediği pek çok şeyi bilme eğilimindedirler.” Sunumda, Shakespeare’in psikanalize sağladığı katkı aktarılacaktır. Bu katkının önemi, Freud’un arkadaşı Fliess’e üzerinde yeni çalışmaya başladığı Oedipus kuramını anlattığı 15 Ekim 1897 tarihli mektubundan da sezilebilir (5): “Kendi kendine dürüst olmak iyi bir yöntemdir. Aklıma, genel değeri olan tek bir düşünce geldi. Anneye âşık olmayı ve babayı kıskanmayı kendimde de buldum. Bunu erken çocukluk için genel bir olay olarak kabul ediyorum... Aynı şeyin Hamlet’in hikâyesinin temelinde de olup olmadığı öylesine aklımdan geçti. Shakespeare’in bilinçli bir niyeti olduğunu düşünmüyorum. Tersine içindeki bilinçdışının, kahramanının bilinçdışını anlatması için kendisine bu dramı yazdırdığına inanıyorum. Hamlet, ‘Vicdan hepimizi korkak yapıyor’ sözünü nasıl da gerçekleştiriyor? Sarayındaki insanları hiç düşünmeden ölüme gönderen ve Leartes’i hiç çekinmeden aceleyle öldüren kendisi, amcasının babasını öldürmesinin intikamını almakta nasıl bu kadar kararsız kalır? Annesine olan tutkusu yüzünden babasına karşı aynı eylemi yapmak istemiş olmasının karanlık anısı ona eziyet ederken daha iyisini nasıl yapabilirdi ve hepimize hakkıyla davranılacak olsa kırbaç yemekten hangimiz kurtuluruz? Hamlet’in bilinci, onun bilinçdışındaki suçluluğun bilincidir.” Kaynaklar 1. Harold Bloom. Shakespeare: The Invention Of The Human. Riverhead Books, Birinci Basım, 1999. 2. Stephen Greenblatt. Will In The World: How Shakespeare Became Shakespeare. W.W. Norton&Company, Birinci Basım, 2004. 3. William Shakespeare, Julius Caesar. Çev. Bülent Bozkurt. Remzi Kitabevi, Dördüncü Basım, 2002. 4. Serol Teber. Bilimsel Bir Peri Masalı. Okuyan Us Yayınları, Ocak 2004. 5. Peter Gay. The Freud Reader. W.W. Norton&Company, 1995. 13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 1 P 47 Edebiyat ve Psikanaliz Dalgalar Arasında Bir Deniz Feneri : Virginia Woolf Oturum Başkanı Panelist : Cem Kaptanoğlu : Umut Mert Aksoy Antik Çağ’dan günümüze delilik ile dâhilik arasında bir bağlantı kurulmuştur. Halk destanlarında,folklor ve edebiyatta bu bağlantı bilinçli ve bilinçdışı olarak ifâde bulmuştur.(Aksoy 2011) .20. yy İngiliz edebiyatının en önemli figürlerinden biri olan Virginia Woolf yalnız yazarlığı ile değil yazınındaki psikolojik öğeler ve kendi yaşamındaki bunalımları ve nihayetinde intiharla sonlandırdığı yaşamı dolayısıyla yoğun incelemelere konu olmuştur. Edebiyat düşkünü despot bir baba ile büyüyen muhafazakar İngiliz toplumunda okumasına izin verilmediği için kütüphanede zaman geçiren Woolf kendi kişiliğinin ayrıksı yönlerini roman karakterlerine taşımıştır. Baş romanı olarak kabul edilebilecek “ Ms. Dolloway ‘de romanın baş karakterlerini biri “deli” olan erkek ve diğeri kadın iki kişi arasında bölüştürmüştür. Aslında bu iki kişi kendisinden oluşmaktadır ve romanın duyarlı hasas ve travmaya maruz kalmış erkek karakteri Virginia Woolf’un kendisi gibi intihar ederek yaşamına son vermiştir. Bu romandaki intihar ile Woolf belki kendi “eril” yönlerini ve “deli “ yönlerini yok etmek istemişti. Virginia Woolf’un yaşam ile ölüm arasında durduğu o ince çizgide ölüm özlemi ile edebiyata sarılmıştır.Romanında sıkça Shakespear’in Othello’sundan alınan şu dizelere yer vermiştir.: Şimdi ölmek Şimdi çok mutlu olabilmektir.” Bir yazarın çelişkileri, bunalımları ve kişiliğinin tüm yönlerini bir sunumda kapsamak elbette mümkün değildir, ancak bu sunumda Virginia Woolf’un “virgin “ kişiliği , eşi ile kurduğu ilişki, çocuklara ve evliliğe bakışı, cinselliğe ve kadın erkek ilişkilerine olan bakışı her şeyden önce tüm bunların yazarın eserlerine olan yansıması ele alıncaktır. 1900 ‘lü yılların başında İngiliz toplumu, her iki savaş ve arasında yaşananlar , tüm trajedinin ortasında baş edilmeye çalışılan ve üstesinden gelinemeyen “manik –depresif “ hastalık… Virginia Woolf 28 Mart 1941’de ceplerine doldurduğu taşlarla Ouse ırmağında intihar ederek yaşamına son vermiştir.Yaşamı boyunca dalgalar ile boğuşarak delilik ve deha arasındaki ince sınırda bir deniz feneri gibi…. Kaynaklar 1) 2) 3) 4) 5) Aksoy U.M. Deli-dahi: Bipolar Bozukluk ve yaratıcılık ilişkisine eleştirel bir bakış. Yeni Symposium Ekim 2011 Cilt 49 Sayı :4 233-236 Orr WD (2004) Virginia Woolf’s Illnesses. Clemson University Digital Press,2004 Urgan Mina “Virginia Woolf “Yapı Kredi yayınları 2008 Özbaş F.”Mrs Dalloway Virginia woolf ‘un romanında delilik ve normalliğin ince sınırı “ Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Dergisi 2001 Sayı: 13Yayınlandığı Sayfalar: 75-80 Dally Peter “The marriage of heaven and hell, Manic Depression and the life of Virginia Woolf “ First edition St.Martin’s Press New YorkNovember 1999 13 Ekim 2012 / 09:00 – 10:30 / Salon 2 P 48 Psikiyatride Nöromodulasyon Teknikleri Transkranyal Doğru Akım Uyarımı ( TDCS) Oturum Başkanı Panelist : Hüsnü Ekrem : Gökben Hızlısayar TDCS beyni fokal olarak uyarmanın en basit yöntemlerinden birisidir. 1880’lerden itibaren, beyinde ya da kast