Sosyo-Ekonomik Sınıflaşma Bağlamında Tüketim Etiğine İlişkin Bir Değerlendirme: “Tüketimci” Tüketiciler Yaratma ÖZET Ekonomi; sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki iktidar ilişkilerine dayalı olarak biçimlenen, pozitif önermeleriyle sağlam bir duruş sergileyen fizik gibi doğa bilimlerine yakınlaştırılmak istenirken toplumsal gerçeklikten kopan bir bilimdir. Bu toplumsal gerçekliğin tam ortasında duran bir kavram olarak “insan”, küreselleşme ile kökleşen kapitalist sistemin sınıflar arasındaki mekanik ilişkilerinde yabancılaşmaktadır. Bu süreç sadece üretim ilişkilerinde değil, tüketim ilişkilerinde de görülmektedir. Bu bağlamda, insanın insan oluşunu dikkate alan bir kavram olarak tüketim etiği önem kazanmaktadır. ABSTRACT Economics, as the science that is formed by relationships among socio-economic classes, is diverged from the societal truth while it is converged to the tough sciences like physics. “Human being” as the part of the societal truth, alienates because of the mechanical relationships among classes in capitalist system that is rooted by globalization. This process isn’t seen only in production relationships, also in consumption relationships. In this respect, “ethics on consumption” is important as a concept that considers “human being”. ANAHTAR SÖZCÜKLER “Ekonomi Bilimi”, “Sosyo-ekonomik Sınıflar”, “İnsan”, “Küreselleşme”, “Tüketim Etiği” KEY WORDS “Economics”, “Socio-economic Classes”, “Human Being”, “Globalization”, “Ethics on Consumption”. 1 GİRİŞ Ekonomi bilimi; özellikle “Neo-klasik İktisat” okulunun belirmeye başladığı 1870’lerle birlikte, kesin ve evrensel ilkeler, kurallar ve davranışlar belirleme (saf bir bilim olma) çabasının egemen olduğu şekilde evrimleşmiştir. Öte yandan, ekonomi biliminin insana ilişkin bir bilim olduğu; yani insanın biyolojik ve toplumsal evriminin analiz parçaları olan tarih, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, tıp gibi dalların, ekonomik davranışların öğelerine zemin oluşturduğu düşüncesi, göz ardı edilen bir gerçek olarak kalmıştır. Söz konusu biyolojik ve toplumsal evrim bağlamında ekonomik davranışların nasıl olması gerektiğine ilişkin normatif önermeler önem kazanmakta, bu önermeler için de “etik” kavramı öne çıkmakta ve ekonomi biliminde daha çok anılır olmaktadır. Etikle yakınlaşma gereği, ekonomi biliminin ana uğraş konusunun ‘insan’ üzerine olduğu gerçeğinden yola çıkılarak yapılandırılmalıdır. Özellikle küreselleşme olgusu bağlamında, ikincilleşme, ötekileşme sürecinden korunamayan sosyo-ekonomik sınıfların varlığı; dikkatleri ekonomi-etik bağının kurulması gereğine çekmektedir. Küreselleşme bağlamında tüketim ilişkilerinin önemi, üretim ilişkilerinin biraz daha önüne geçmektedir. ‘Tüketim’ mutlak doğru olarak yansıtılarak, bir anlamda kapitalizmin sürdürülebilirliği için talebin canlılığı sağlanmaya çalışılmaktadır. Gerçekte var olmayan ihtiyaçlar icat edilerek, tüketim bağımlısı insanlar yaratılmak istenmektedir. Bu süreçte, insan, yabancılaşmaktadır. Bütün bu perspektifte bu çalışmadaki amaç; etiğin, ekonomi bilimine ve ekonomik davranışlara yansımalarından yola çıkarak, tüketicilerin ve tüketimi yönlendirenlerin davranışlarını çözümlemektir. Bu amaç çerçevesinde birinci bölümde; ekonomi biliminin evriminde kavramsal ve yöntemsel açılardan öne çıkan eğilimler ve özellikler açıklanmaktadır. İkinci bölümde; ekonomi biliminde ve uygulamalarında etiğin yeri değerlendirilmektedir. Son bölümde ise; küreselleşme bağlamında tüketim etiğine ilişkin bir değerlendirme yapılmaktadır. 2 I. EKONOMİ BİLİMİ: GENEL BİR BAKIŞ Ekonomi, tarihsel seyrinde kavramsal ve yöntemsel açıdan iki nokta arasında salınımlar sergileyen bir bilim olmuştur. Bu noktalardan birisi, ekonomik kavramların iktisatçılarca bilimsel sağlamlık adına katıksız tanımlanması ve bu katıksızlığı sürdürmek üzere tüm ekonomik içerikli karar ve davranışların matematikle açıklanmaya çalışılmasıdır. Ekonomik kavramların tanımları, hatta “ekonomi” tanımı öyle şekilde yapılmaktadır ki; ekonomik davranışlarda bulunanın bir “insan” olduğu göz ardı edilmekte, insanın ideolojisinin, koşullarının, deneyimlerinin, algılamalarının belirleyiciliği yok sayılmaktadır. Örneğin; ekonominin, “sınırsız ihtiyaçlar ile sınırlı kaynaklar arasındaki dengeye yönelik insan faaliyetlerinin incelendiği bilim” şeklindeki tanımı (Acar, 1998: 10), ihtiyaçların sınırsızlığı ve kaynakların sınırlılığı açılarından tartışmalıdır; ayrıca insanın sosyal bir varlık oluşu bu tanıma ve çözümlemeye eklendiğinde ekonomi dışında bir düşünce oluşmaktadır. İhtiyaçlar gerçekten sınırsız mıdır, ihtiyaçların neler olduğuna ve sınırsız olup olmadığına tüketiciler mi, üreticiler mi karar vermektedir; kaynakların sınırlı olduğu bilgisi doğanın bir verisi midir, üreticilerin bir tespiti midir; insan yalnızca “bir insan” mıdır, yoksa “sosyal bir varlık” mıdır? Bu sorular, faydacılığa ve liberalizme dayalı olarak oluşturulmuş bir pozitif yaklaşımın sorgulanması gerektiğini düşündürmektedir. Öyle ki; tanımlamaların ve kuramların faydacılık, liberalizm gibi ideolojilere dayalı olarak oluşturulması, daha iktisat politikasından bahsetmeden önce bile iktisadın pozitif yanını zayıflatmaktadır. Yine de iktisatçılar bu pozitif yaklaşımla, ekonomi bilimine sağlamlık kazandırma adına matematiksel modeller geliştirmektedirler. Matematik tabanlı olarak istatistik ve ekonometri, ekonomik davranışların çözümlenmesini kolaylaştırmakta ve yargıları kesinleştirmektedir. Bu bağlamda, ekonomi kanunlarının, doğa bilimlerinin kanunları gibi kesin ve evrensel olduğu ileri sürülebilmektedir. Ekonomi biliminin salınımındaki diğer nokta ise, insanın tarihselliği ve toplumsallığının bir gereği olarak ekonomik davranışların öznellik içerdiğine ilişkindir. Ekonomik davranışların zaman ve mekan boyutunun var olduğu önermesi; ekonomi biliminin antropoloji, sosyoloji, psikoloji, biyoloji gibi bilimlerle olan kesişim alanında yapılacak olan çözümlemelere ışık tutmaktadır. Bu kesişim alanı, faydacılık ve liberalizm temelli ekonomik kurgu ve kanunların önermelerini zayıflatmaktadır. Kesişim alanında; “çalışma sosyolojisi ve psikolojisi”, “tüketim antropolojisi”, “nöro-ekonomi” gibi birtakım yeni dallar ve bunlara bağlı olarak da “sınırlı akılcılık”, “yetinmecilik”, “deneyim ekonomisi”, “akılcı cehalet” gibi kavramlar belirmektedir. Bu kesişim alanlarına ve yeni kavramlara ilişkin çözümlemeler bir 3 anlamda insanın doğası gereği kesinlikten ve ölçülebilirlikten uzak düşmektedir. Ekonomide, “bilim olma”nın gereği olarak matematik-yoğun yaklaşımlar ana eğilimi gösteriyor olsa da, bir başka deyişle “ölçülebilen, ölçülemeyeni kovuyor” (Özaktaş, 2002: 151) olsa da, insanın insan oluşunu dikkate alan (insanın değer yükleme, anlamlandırma, imgeleme niteliklerini göz önünde tutan) açılımlar; ekonomi biliminde gerçekliğe daha yakın bir duruşa işaret etmektedir. Ne var ki; bu noktada, sosyal bilimlerin özellikle egemen ideolojinin (liberalizmin) bir ürünü olduğu (Wallerstein, 1999: 30), kapitalizmin çocukları olan sosyal bilimlerin, ürettiği kuramlar ile bu ekonomik sistemi meşrulaştırdığı savına da değinmek gerekmektedir. Kapitalizm, doğa bilimlerinde o denli olmasa da, sosyal bilimlerde üretilen bilgi aracılığıyla “insan”ı tanımakta ve egemen sosyo-ekonomik sınıf olan burjuvazinin “insan”ı kullanması (bir anlamda sömürmesi) bağlamında ilişkiler sistemi kurmaktadır. İşçilerin nasıl daha verimli çalışacağı; tüketicilerin nasıl daha çok tüketeceği; yöneticilerin, organizasyon becerilerini nasıl yararlanılmaktadır. geliştireceği Bu gibi sorulardaki konularda “nasıl” sosyal vurgusu, bilimlerin ekonomiden, araştırmalarından antropolojiden, sosyolojiden, psikolojiden vs. alınan bilgilerle karşılık bulmaktadır. Motivasyon, yaratıcılık, katılımcılık, insan sermayesi, sürdürülebilir kalkınma gibi pek çok kavram, kapitalizmin devamlılığını sağlamak adına geliştirilmiş; ancak, bu amaç, bilimsellik örtüsünün altında gizlenmiştir. Sosyal bilimlerin kapitalizmin çocukları olduğu önermesi de bu bağlamda oluşmaktadır. Doğaldır ki; bu kavramları ve kuramları icat eden bilim insanları, bu çabalarının, kapitalizmi ayakta tutmak bir yana, insanı insanlığından adeta uzaklaştıran ilkeleri yaratmak anlamına geldiğini çoğunlukla fark edememektedirler. Bilimsellik özerk bir anlam taşımakta ve bilimin asıl işlevi insanın refahını geliştirmede içerilmekte ise de, kapitalizm, bilimi kendi lehine çevirmek üzere yapılanmaktadır. Kapitalistler, kurdukları sistemin sağlamlığı ve devamlılığı için bilime bağımlı oluşlarına benzer şekilde, bilim insanlarını da kendilerine bağımlı olacakları bir yapıya zorlamaktadırlar. Gramsci’nin “organik aydınlar” kavramı da bu bağımlılığın önemi noktasında belirmektedir: Organik aydınlar; bağlı oldukları egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda düşünce üreten, egemen sınıfların istemlerini meşrulaştıran, egemen sınıfları en iyi temsil eden elçilerdir, memurlardır (Gramsci, 1967: 28). “Organik aydınlar” kavramı biraz daha özel olarak “organik sosyal bilimciler” olarak kullanılabilir ve şöyle tanımlanabilir: Kapitalizmin refahı için kuramlar ve politikalar üreten iktisatçılar, sosyologlar, psikologlar, siyaset bilimciler vs. Sosyal bilimciler; bireysel 4 mülkiyeti, bireysel karar verme ve planlamayı, bireysel düzeni toplumcu (bütünsel) bakış açısından üstün tutan savlar öne sürerek, liberalizm ideolojisine ve kapitalizme ışık tutacak kuramlar geliştirmektedirler. Bireysellik, liberalleşme bağlamında önem kazanmaktadır. Böylelikle sosyal bilimlerdeki kuramlar ve politika önerileri liberalizme ve kapitalizme temel oluşturmaktadır ki; sosyal bilimciler de kapitalizmin egemenliğine bağımlı ve onu güçlendiren olarak “organik” sıfatı almaktadırlar. Bütün bu bağlamda, kapitalizmin mantığı ile sosyal bilimlerin ortaya çıkış gerekçeleri örtüşmektedir (Kızılçelik, 2001: 75). Sosyal bilimlere ve özel açıdan da ekonomi bilimine ilişkin bu perspektif göstermektedir ki; toplumsal sistemin tarihsel seyri, sosyo-ekonomik sınıfların bir pratiği olarak beliren ekonomi temelinde biçimlenmektedir. Daha çok kapitalist sınıfın, dolayısıyla da bu sınıfın ideolojisinin egemenliği bağlamında ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal ilişkiler, üretim sisteminin neliği doğrultusunda içerik kazanmaktadır. Sınıflar arası ilişkilerin işçi-işveren şeklindeki tasviri üretim sistemine ilişkindir. Bu üretim sistemi, Avrupa’da sermaye birikiminin oluşmaya başladığı 15.yüzyılla başlayıp sanayileşmeyle kökleşerek günümüze kadar uzanmaktadır. Mülkiyet ve planlama bakımından yeni sistem seçeneklerinin önem kazanmasına ve dönemsel bunalımlara rağmen, kapitalist üretim sistemi, varlığını koruyabilmektedir. Bu korumayı da, sistemi ayakta tutacak sınıflar oluşturarak sağlamaktadır. Kapitalist toplumsal sistemin, oluşumundan bugüne üretim eksenli sınıflaşması, günümüzde daha çok tüketim eksenine kaymaktadır. Üretim temelli sınıflaşmadan tüketim eksenli sınıflaşmaya doğru başkalaşım, kapitalist sistemi büyük ölçüde kurumsallaştırmış toplumlarla sınırlı değildir; sisteme (piyasa ekonomisine) karşıt felsefi ve davranışsal temele sahip toplumlarda bile tüketim temelli sınıflaşma ortaya çıkmaktadır. Kapitalizme küresel çapta düzülen övgülere karşın bu toplumlar, yapısal farklılıkları nedeniyle kapitalizmin vadettiği refaha ulaşamamaktadırlar. Ancak, bu toplumlar yaşadıkları “yoksullaştıran büyüme” sürecine rağmen kapitalistlerin yaşam tarzlarını benimsemektedirler. Yaşam tarzının Batılılaşması (kapitalistleşmesi), bu toplumların, Batı kapitalistleriyle organik bağlar kurmuş kapitalist sınıflarınca sağlanmaktadır. Küreselleşme sürecinin de etkisiyle, dış kapitalistlerle iç kapitalistlerin işbirliği, geneli yoksul olan bu toplumlarda, üst sınıf olma amacı ve düşüyle yaşayan orta sınıflar yaratmakta; bu sınıfı “tüketim imkanları” ile donatmaktadır. Wallerstein’ın keskin söylemiyle; “orta kesimin, üst yüzde 1’le aralarındaki farkın azalması üzerine attığı zafer çığlıkları, geriye kalan yüzde 85’le aralarında büyüyen farkın gerçekliklerini maskelemektedir” (Wallerstein, 2002: 89). Üst sınıfların (burjuvaların), yine kendileri gibi burçlarda yaşayan yöneticileri ve işçi şefleri vardır ki; bunlar üretim temelli 5 olmadan çok, tüketim temelli orta sınıflar olarak alt sınıfların yalıtılmasında, soyutlanmasında tetikçi konumundadırlar. Ekonomik sistemin kapitalizmden sosyalizme ve komünizme dönüşmeme ihtimalini güçlendiren de, bu orta sınıfların varlığı ve gücüdür. Büyük çaptaki eşya üreticilerinin (kapitalistlerin), yönetimi ele geçirmek için bir propaganda olarak geliştirdikleri ekonomi bilimi (Illich, 2002: 24), sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki egemenlik pratiklerine dayalıdır. Buna karşın, modernizmin ve post-modernizmin kutsadığı “birey”in, ekonomik kuram ve politikalarda baş oyuncu olarak tanıtılmaya çalışılmasıyla “sınıfsız toplum” kurgusu geliştirilmek istenmiştir/istenmektedir. Ne var ki; egemen ideoloji olan liberalizmin-bireyciliğin öyle adaletsiz sonuçları görülmektedir ki; insanın kendi değerini ve oluşturduğu değerlerini dikkate alan açılımlar türetmek gerekmektedir. Bu da, ekonomi biliminde ve uygulamalarında “etik” kavramının daha çok tartışılacağı zeminlerin oluşması demektir. II. EKONOMİ ve ETİK Etik; “insan”ın varlığına özgü değerlerden kaynaklanan davranış ilkelerine ilişkindir. Zamanla ve mekanla sınırlanamaz olan bu ilkeler; insanın varlığının her zaman ve her yerde değerli olduğunu vurgular (Kuçuradi, 1997: 35). Ahlak ise, kaynağını değer yargılarından alan, geçerliliği göreli doğrular üzerine kurulu bir kavramdır; “insan”ın değeri gibi nesnel bir nokta ile ilgili değil, öznel değerler üzerine kurulu yargılarla (kişinin/topluluğun/örgütün kendince doğru bulduğu önermelerle) inşa edilir (Kuçuradi, 1997: 21). Örneğin; hammadde olarak, ekşimeye yüz tutmuş sütle sütlaç yapıp satan bir tatlıcı, yeni süt almaması sayesinde az masrafla ya da satışlarının artmasıyla, daha çok kâr elde edebilir; bu durum, tatlıcı için rasyonel, hatta ahlaki bir davranıştır. Öyle ki; tatlıcı söz konusu sütü israf etmemiş olmasına dayanan bir değer yargısının doğruluğuyla kendince “ahlaki” olan bir davranış sergilemektedir. Ancak, ortaya çıkan kâr, tüketicinin -insanın- bir “insan” olarak değerli oluşunu “hiç” ederek sağlandığı için etik değildir. Ekonomi bilimi, tanımları ve kuramlarını nesnel olarak yapmaktadır. “İnsan”la ilgili bir bilim olmasına karşın ekonomide insanın öznellikleri dışlanmaktadır ki; bu durum, ekonomiyi fizik, kimya, biyoloji gibi, kesin hükümler ortaya koyabilen bilimlere yakınlaştırmaktadır. Ancak, bu bilimsellik çabasının ardında saklı olan ideolojinin insanın varlığını hiçleştiren yapısı, ekonomik sistemin (kapitalizmin) insancıllaştırılması gereğini düşündürmekte; “etik” kavramı da bu bağlamda gündeme gelmektedir. 6 Esasen, kapitalizmin oyuncusu “homo oeconomicus” modeli, bilimselliğin gereği olduğu öne sürülerek etikten bağımsız olarak kurgulanmıştır. Bu bağlamda homo oeconomicus’un davranışlarının etik ya da etik dışı olduğu iddia edilemez: Homo oeconomicus; akılcı, tutarlı ve tam bilgili karar birimi olarak kendine daha çok fayda ya da kârı sağlayacak olan nesneyi tercih eder ve bu nesneyi sağlayabildiği ölçüde de kendi refahı artmış olur. Tanımlama bu şekilde olunca, homo oeconomicus’un etik ilkelere göre davranıp davranmadığı önemli olmamaktadır. Ne var ki; homo oeconomicus’un mantığı ekonomik süreç içinde etik dışılığa sürüklenebilmekte; fayda ve kâra dayalı olarak “daha çok” olanı, hatta “en çok” olanı edinme ihtirasına yol açmaktadır. Çalışkanlık, tutumluluk, tasarrufçuluk, insanın yaşamında dayanak noktası olarak görülen din açısından da uygun gösterilerek, insanlar çıkarlara dayalı ihtirasla donatılmaktadırlar. Bu noktada Katolikliğin, Protestanlığın ve benzer dinî öğretilerin, girişimciliği, verimliliği, çalışkanlığı övmesi (De Soto, 2002: 27), liberalizm ideolojisinin meşruluğunun kılıfı olmaktadır. Sosyal bilimlerin ve dinin, homo oeconomicus’u el üstünde tutması, etik olmayan davranışların (işçi ya da tüketici olarak “insan”ın sömürülmesinin) önünü açmaktadır. Daha kötü olan da, homo oeconomicus’un ideolojisinin ve davranışlarının etik ilkelere dayalı olduğunun ileri sürülmesidir. Oysa liberalizmi ve kapitalizmi meşru gösteren bütün bu temellendirmeler, etikle değil, ahlakla, yani geçerliliği göreli olan (şu dine, bu topluluğa vs. özgü) ilkelerle açıklama yapmak demektir. Etik ise, kapitalist sistemdeki bazı eylemlerin her zamana ve her mekana özgü olarak “insan”ın sömürülüşüne ilişkin olduğunu açıklar. Etik kavramı, geleneksel ekonomi kuramlarında içerilmemiştir.* Bu da demektir ki; ekonomi bilimi asıl inceleme konusu olan “insan”dan kopuktur. Bu kopukluğun giderilmesi ve ekonominin insancıllaştırılması iki boyutta mümkündür: Birinci boyut, yöntem konusunda insanın tarihsel, antropolojik, sosyolojik, psikolojik vs yanlarının tanım ve kuramlara katkı sağlaması; ikinci boyut ise, ekonomi uygulamalarında (üretim, bölüşüm, mübadele ve tüketimde) etik ilke ve davranışların geliştirilmesidir. Kapitalizmin işleyişinde kimi sınıfların ve “insan”ın” öteki”leştirilmesi söz konusudur. Üretim ilişkilerinde görülen ötekileştirme, toplumdaki diğer ilişkilere de yansımakta; ikincilleştirilen insanlar sosyallik kazanamamakta, siyasi katılım gösterememektedirler. Bu insanların yaşamının anlamlılığını belirleyebilme özerkliğinin zayıflatılmasıyla sistem kendini güçlü kılmaktadır. Bu noktadaki, insanların kapitalizme olan “bağımlılık”ları, hayatta kalmak Bu durum, “felsefe”ye ilişkin “etik” ile “bilim”e ilişkin “kuram” arasındaki bağdaşmazlık olarak da değerlendirilebilir. * 7 için ihtiyaç duydukları tüm kaynakları kontrol edenin bu sistem olması gerçeğinden doğmaktadır (Lodziak, 2003: 47). Dolayısıyla, bağımlılık, “yabancılaşma”ya yol açmaktadır. Yabancılaşma; Hegel’e, Marx’a kadar uzanan bir kavram olarak sanayileşmenin, kapitalizmin yarattığı, “insan” oluştan uzaklaşmaya ilişkin bir kavramdır (Durcan, 2007: 10-17). Kapitalist üretim sürecinde insanlar, yabancılaşma bağlamında, makinelerden daha az önemli hale gelip kendi varlıklarının değerini bile göremez olmaktadırlar. Kendi hayatları hakkında kendileri karar verememektedirler. Çoğunlukla olan; bir karar verme değil, olaylar tarafından sürüklenmedir (Douglas ve Isherwood, 1999: 34). “Zaman”a anlam ve değer yükleyememekte, zamanı özerk olarak kullanamamaktadırlar. Zamanın çoğunluğunda üretimde ya da tüketimdedirler. Üretim ve tüketimin içeriğine ise sistem karar vermektedir. Sistem, ötekileştiren, yabancılaştıran bir yapı taşıdığı eleştirilerine karşı, “insan”ı önemsediğine dair söylemlere ve uygulamalara girmektedir. “İnsan sermayesi”, “hizmet içi eğitim”, “katılımcı yönetim” gibi kavramlar, eleştirilerin çoğalmamasını ve organize olmamasını sağlamaya yöneliktir. “Ahlak” da bu kavramlar arasında sayılabilir. Öyle ki; ahlak bağlamında, sistem harika bir sosyal işbirliği olarak tanıtılmakta (Hazlitt, 2002: 32), yoksul kesimlere yönelik ahlaki dengeleme olarak din eksenli yardım kurumları oluşturulmakta (Childs, 2000: 66), yine ideolojik esas bozulmadan sistemin koruyucuları ve hızlandırıcıları konumundaki bilim adamları ve din adamları tarafından sistemin sürdürülebilirliğinin zemini sağlanmak istenmektedir. Hatta ahlak-etik ayrımı görmezden gelinmekte, “etik” ve “ahlak” kavramları bilinçli olarak birbiri içine sokulmaya çalışılmaktadır. İnsanların “insan” oldukları için önemsendiklerine değil de, sistemin kaynak yetersizliğine çözüm olan araçlar oldukları için önemli görüldüklerine yönelik tüm ahlaki önermeler, aslında “etik” kavramından daha da uzaklaşma anlamındadır. Bu da, sistemin koruyucularının ve hızlandırıcılarının (tetikçilerinin*) başında gelen iktisatçıların felsefeden, özel olarak da etik felsefesinden uzak durmalarının bir sonucudur. Sistemin yarattığı yabancılaşma, ağırlıklı olarak üretim sürecinde meydana geliyorsa da, tüketimde de “insan”ı araçsallaştıran ve hiçleştiren bir bakış açısı vardır. Bu bakış açısı da yine “etik” ve “ahlak” karmaşıklığını taşımaktadır. Buradaki ince fark, bir yanda Baudrillard’ın, “tüketimcilik” “Ekonomik Tetikçilik”; henüz ekonomi bilimi yazınında kuramsal olarak temellendirilmiş bir kavram olmamakla birlikte, az gelişmiş ülkelerin küreselleşme bağlamında ulus-üstü (supra-national) kurumlara ve ulusötesi (trans-national) firmalara olan bağımlılıkları ile ilgili olarak doğmuş bir kavramdır. Bu bağlamda, bu kurum ya da firmalarda istihdam edilen ya da ayrı olarak akademik çalışmalar yapan, “kuramsal ve ekonometrik çalışmalarla az gelişmiş ülkelerin dış kaynak ihtiyacını vurgulama ve ilgili dış kaynağı temin etme” şeklinde görev tanımları olan kişiler için “Ekonomik Tetikçi” kavramı kullanılmaktadır (John PERKINS, (2006), Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları (Confessions of An Economic Hit Man), Çeviren: Murat KAYI, İstanbul: APRIL Yayıncılık). “Ekonomik Tetikçilik” kavramı, özellikle az gelişmiş ülkelerde kalkınma ekonomisi yazınında temel oluşturmaya aday kavramlardan biridir. * 8 (consumerism) olarak ifade ettiği (Baudrillard, 1997: 45) tüketim bağımlılığının önemi açısından “tüketim ahlakı” kavramını; diğer yanda ise, insanın değerine vurgu yapan “tüketim etiği” kavramını göz önüne getirmektedir.* III. TÜKETİM ETİĞİ Kapitalizm, özünde yayılmacılık düşüncesini barındıran bir ideolojidir. Özellikle kaynak yetersizliğinin meydana geldiği bunalım dönemlerinde bu yayılmacılık özelliğini açığa vurmaktadır. Öyle ki; kapitalizmin kendi iç dinamikleri sayesinde bunalımları atlatabildiğini vurgulayan Lescure, Kondratieff, Schumpeter gibi kuramcılar bir yana; Lenin, Bukharin, Troçki gibi kuramcılar, öne sürdükleri savlarla kapitalizmin yayılmacı, dışsal dinamiklere (dış pazarlara, dış kaynaklara) dayalı niteliğine dikkat çekmişlerdir (Rosier, 1994: 42-46). Üretim sistemini devam ettirebilmek ve üretilen mallara pazar bulabilmek için kapitalizmin kendini yenilemesi gerekmektedir. Bu yenilenme/sorgulama, sömürünün giderilmesi ve sistemin insancıllaştırılması için değil, sistemin sürdürülebilmesi içindir. Özündeki yayılmacılık, kapitalizmin bugün “küreselleşme” olarak anılmasına yol açmıştır. Küreselleşme, gerçekte, yalnızca mal, sermaye gibi kimi ekonomik öğelerin küresel çapta serbest dolaşımı değildir. Küreselleşme, bu ekonomik öğelere ve bunlarla birlikte düşünülebilecek politik ve kültürel değerlere temel oluşturan kapitalizm ideolojisinin küresel ölçekte yerleşik olmasıdır. Dolayısıyla, kapitalizmin yayılabilmesi ve kök salabilmesi (bir anlamda, insanları sömürmesi) için pazar bulması (küreselleşmesi) gerekmektedir. Kapitalizm, pazar bulamasa da, ayakta kalmak için şu stratejiyi izlemektedir: Önce “sempati” yaratmak, sonra “istek” yaratmak, en sonunda da “pazar” yaratmak. Pazar yaratmak, büyük ölçüde, tüketimle ilgilidir; bu bakımdan, tüketebilecek insanlar yaratmak anlamına gelmektedir. Pazar yaratmak; kapitalist toplumlarda “tüketim toplumu” kavramıyla bağlantılı iken, doğal olarak kapitalist olamayan toplumlarda ise, “satın alma gücüyle desteklenmemiş satın alma isteği” yaratılmasıyla açıklanabilir. Ekonomi bilimi bu “Tüketim ahlakı”, ahlak kavramının öznelliği bağlamında, ilgili sosyo-ekonomik sınıfların kendilerince doğru buldukları önermelere ilişkin olarak kullanabilse de, gerçekçi değildir. Bu kavram altında, kimi firmalar, insanların ihtiyaçlarının karşılanmasına aracılık ettikleri gerekçesini öne sürerek, reklam, tutundurma, kredili satış gibi yöntemlerle bu ihtiyaçları manipüle ettiklerini gizlemeye çabalamaktadırlar. Örneğin; post-modern dünyanın imgelerini büyüten reklamların, ürün tanıtımından çok, ettirgenlik bağlamında insanlara bir şeyler tükettirdiği gözlerden kaçmamalıdır. “Tüketim etiği” ise, tüketim faaliyetinde bulunan insanın, kendi değerlendirme, anlam verme, imgeleme gibi insani özellikleri açısından özgürlüğünü kendi elinde tutabilmesi ile ilgili olarak, insancıl ekonomik ve toplumsal süreçlere ilişkindir. Bütün bu temelde görülmektedir ki; etik-ahlak kavramları kargaşası söz konusudur. * 9 noktada da açık vermektedir: Ekonomi bilimi; talebi, “satın alma gücüyle desteklenmiş satın alma isteği” olarak tanımlamaktadır. Ancak, kapitalizm, satın alma gücü olup olmadığına bakmadan, insanlara, tüketimin evrensel güzelliğini (!) sunmaktadır. Yalnızca satın alma isteğine sahip olmak, yani “tüketimci” (tüketim bağımlısı / tüketim aşığı) olmak, bir malı talep etmek için yeterli imiş gibi gösterilmektedir; bu arada kapitalistler sempati ve istek yaratmaya zaten hazırdırlar. Hazır oldukları; firma maliyetleri içinde reklam ve tutundurma harcamaları payının yüksek olduğu piyasaların yükselişinden de anlaşılabilmektedir. Az gelişmiş toplumların “küreselleşerek”, tüm toplumların tükettiği malları tüketebilmeleri, fakat bu arada dış borç kıskacında olmaları; kapitalistlerle iktisatçıların işbirliğinin acı bir sonucudur. Tüketim, esas olarak saf ekonomik bir olgu olmayıp, insanın antropolojik, sosyolojik, psikolojik, hatta biyolojik niteliklerinin yansıması olarak beliren ekonomik bir davranıştır. İnsan, tüketim faaliyeti ile ortaya koyduğu anlamları belli imgelemeler yoluyla topluma yansıtmaktadır. Bu bakımdan, tüketim bir toplumsal anlatıdır. Üretim temelli sınıflaşmadan, tüketim temelli sınıflaşmaya kayış da, bu noktada ortaya çıkmaktadır: Tüketim biçimiyle bağlantılı yaşam tarzları benzer olan insanlar bir araya gelmekte, şebeke ve kümeler oluşturmaktadırlar. Gelir düzeyi önemli olmakla birlikte, bu insanların toplumsal konumlarının çizdiği sosyo-psikolojik algılamaların tüketim üzerindeki belirleyiciliği baskın gelmektedir. İçinde bulunulan sosyal çevreyle, tüketim yolu ile sunulan antropolojik ve sosyolojik bilgi çerçevesinde ilişki kurulmaktadır. Bu bağlamda gelir de “görelilik” çerçevesinde değerlendirilmekte; göreli gelir ile toplumsal konum birlikteliği önem kazanmaktadır (Paya, 2001: 66). Tüketimin toplumsal ilişkilerdeki bu yeri, toplumların “piyasa”lara dayalı olarak değil de, “insani öğeler”e bağlı olarak biçimlendiğini vurgular niteliktedir. Her ne kadar, kapitalizmin ya da piyasaların “insan” üzerindeki egemenliği, tüketimi, “tüketimcilik” haline getiriyor ve “tüketim aşığı (tüketimci) bireyler” yaratıp sistemi güçlendirmeye çalışıyorsa da, tüketimin toplumsallığı, sisteme ve ekonomi bilimine karşıtlık oluşturmaya devam etmektedir. İnsanlar, tüketim malları aracılığıyla ortaya koydukları yaşam tarzları ile “yaşamımın anlamı nedir?” sorusuna verdikleri yanıtlardan bir kesit sunmaktadırlar. Bu kesitte yer alan mallar, insanların yükledikleri anlamlar bakımından maddi refahın, psişik refahın ya da gösterişin aygıtlarıdırlar (Douglas ve Isherwood, 1999: 8). Bu açıdan, küreselleşme sürecinin yarattığı rekabete dayanan toplumsal sistem, refahı sınırlayarak servet ve tüketimle özdeşleştirmektedir. Bu rekabet süreci, insanları (işçiler ya da tüketiciler olarak) 10 yabancılaştırmaktadır. Bu bağlamda, yabancılaşan insanlar maddi refahla daha çok ilgili görünmektedirler. Yaşamlarına anlam katan, servet ve tüketim öğeleri dışında başka varlıklar bulamadıkları için de sistem tarafından daha kolay şekilde araçsallaştırılmaktadırlar. Böylece oluşan kişisel anlam eksikliği, yani yaşamın zaman harcamaya değer hiçbir şey sunmadığı hissi, toplumda en önemli psişik sorun haline gelmektedir (Lodziak, 2003: 63). İktisatçılar bu noktada da kapitalizmin tetikçiliğini yapmaktadırlar: İktisatçılar fiziksel ihtiyaçlara, bir zorunluluğun kıymetini yakıştırırken, başka talepleri yapay, yanlış, lüks, hatta ahlak dışı istekler sınıfına yerleştirmekte; biyolojik olan iyidir, ruhsal olansa gereksizdir demektedirler (Douglas ve Isherwood, 1999: 35). Malları sınıflandırırken de hep maddi refah ölçütleri sunmakta, “zorunlu”, “lüks”, “fakir” gibi mal sınıfları oluşturmaktadırlar. Bunu yaparken de yine kapitalizmin, insanları sömürmek üzere aygıt geliştirmesine zemin hazırlamış olmaktadırlar. Öyle ki; “zorunlu hissettirilen mallar” adında bir başka mal sınıfından bahsedilebilir. Bu mal sınıfı, ekonomi yazınında yoktur; ancak, sistemin işleyişi içinde insanı yabancılaştırma işlevi görmektedir. Bu işlev, bu malların tanımından anlaşılabilir: Talebin reklam esnekliği yüksek olan mallar. Bu tanım, ölçülebilirliği sınırlı olan kavramlara ilişkin olsa da, bir mantık taşımaktadır: İnsanlar, reklamlar aracılığıyla, tüketimi alışkanlık olarak görmekte, tüketim bağımlısı (tüketimci) olmaktadırlar. İhtiyaçların ve talebin reklamlar yoluyla manipülasyona sokulduğu bu sınıf malları da içeren ilişkiler bağlamında, tüketim etiği kavramı önem kazanmaktadır. Tüketim etiği; insanın değerini öne çıkaran bir kavram olarak esas itibariyle “insan”ın sömürülüşüne karşı belli ilkeler önermektedir. Tüketim sürecinde bireylerin kendi yükledikleri anlamların işaretleyicileri olan mallara özerk olarak karar verebilmeleri, “insan”ın değeri bakımından önemlidir. Oysa ihtiyaçlara ve mallara ilişkin kararlar sistem tarafından verilmektedir. Nitekim kapitalizmin öncü iktisatçılarından Adam Smith; kasapların, fırıncıların kendi çıkarlarını düşünmesinin bir sonucu olarak toplumun ihtiyaçlarının karşılandığını söyleyerek (Buğra, 1999: 94), aslında sistemin felsefesinden örnek vermekte ve gücüne atıf yapmaktadır. Ekonomi biliminin tanımında bile, sınırsız olduğunu iddia ettikleri ihtiyaçların karşısına, sınırlı olduğunu iddia ettikleri kaynaklarla çıkan kapitalistler, fiyatları belirlemede bilinçli olarak daha etkili olurken, arz-talep ilişkisinin arz yanında üretim artışlarının, yeniliklerin, mal çeşitliliğinin vb güzelliklerin (!) toplum için (talep edenler için) ne kadar “ahlaklıca” olduğunu anlatmaktadırlar. Kapitalistlerin tutumlarının ahlaki olduğu fikri, bir ölçüde kabul edilebilir; bu tutumları, “ahlak” kavramının tanımı gereği zaten görelidir. Ne var ki; kapitalistlerin tutumu “etik” değildir. Kapitalistler, 11 birer tüketici olarak insanlara özgür ve bilinçli öznelermiş gibi değil, üretim sisteminin yarattığı ihtiyaçlar sistemi içinde nesnelermiş gibi yaklaşmaktadırlar ve bu bağlamda tüketim, üretici güçlerin örgütlü bir yayılması halini almaktadır (Baudrillard, 1997: 82-83). Dolayısıyla tüketici konumundaki insanlar “kendilerine yabancı kaldıkları” bu sistem ve süreç içinde, hep bir şeylere ihtiyaç duymaya ve bu bolluk (!) toplumu içinde çok tüketmeye şartlandırılmaktadırlar. Açıktır ki; insanlar, hiç de öyle ekonomi kuramlarının ortaya koyduğu gibi “özgür” değildirler. Bu durum da düşündürmektedir ki; kapitalizmin özündeki liberal ideoloji, belki o kadar da liberal değildir. Bununla bağlantılı olarak belki demokrasi de yalandır. SONUÇ Üretim ilişkileri eksenli sınıflaşmaya ek olarak tüketim ilişkileri temelli sınıflaşmanın belirginleşmeye başladığı günümüz toplumları, bir yanda refah artışlarının, diğer yanda da yoksullaşma ve yabancılaşmanın imgelerini taşımaktadır. Refahı artan sınıf ile yoksullaşanyabancılaşan sınıf arasında “ben ya da öteki” ayrımından doğan karşıtlıklar ve çatışmalar meydana gelmektedir. Bu toplumsal kargaşaya çözüm üretecek olan iki kesim vardır: Birincisi, matematikle olan ilişkilerinden daha fazlasını felsefeyle, hatta etik felsefesiyle kuracak olan iktisatçılar; ikincisi de, topluma, etik ilkelerle donatılmış ekonomik yetenekler kazandırma işlevini üstlenecek ve zihniyetlerini sınıflar üstünde oluşturacak olan devlet adamlarıdır. Bugün dünya genelinde, küreselleşme, liberalleşme, demokrasi gibi kavramların ideologları ile uygulayıcıları arasındaki işbirliğinin “insanlık” ve “uygarlık” üzerindeki sonuçları ortadadır. Bu sonuçları olumluya doğru yöneltmek de yine insanların elindedir. 12 KAYNAKÇA Kitaplar ACAR, Sadık, (1998), Genel İktisat, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları. BAUDRILLARD, Jean, (1997), Tüketim Toplumu, (Çevirenler: Hazal DELİCEÇAYLI ve Ferda KESKİN), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. BUĞRA, Ayşe, (1999), İktisatçılar ve İnsanlar, İstanbul: İletişim Yayınları. CHILDS, James M., (2000), Greed -Economics and Ethics in Conflict-, Minneapolis-USA: Fortress Press. DOUGLAS, Mary ve ISHERWOOD, Baron, (1999), Tüketimin Antropolojisi, (Çeviren: Erden Attila AYTEKİN), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. DURCAN, Nergis Melis, (2007), Yabancılaşmanın İnsan Kaynakları Yönetimi Açısından İncelenmesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. GRAMSCI, Antonio, (1967), Aydınlar ve Toplum, (Çeviren: Vedat GÜNYOL vd.), İstanbul: Çan Yayınları. ILLICH, Ivan, (2002), Tüketim Köleliği, (Çeviren: Mesut KARAŞAHAN), İstanbul: Pınar Yayınları. KIZILÇELİK, Sezgin, (2001), Küreselleşme ve Sosyal Bilimler, Ankara: Anı Yayıncılık. KUÇURADİ, İoanna, (1997), Özgürlük, Ahlak ve Kültür Kavramları -Uludağ Konuşmaları-, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Türk Felsefesi Dizisi:1. LODZIAK, Conrad, (2003), İhtiyaçların Manipülasyonu: Kapitalizm ve Kültür, (Çeviren: Berna KURT), İstanbul: Çitlembik Yayınları. PAYA, Merih, (2001), Makro İktisat, Filiz Kitabevi, İstanbul. PERKINS, John, (2006), Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, (Çeviren: Murat KAYI), İstanbul: APRIL Yayıncılık. ROSIER, Bernard, (1994), İktisadi Kriz Kuramları, (Çeviren: Nurhan YENTÜRK), İstanbul: İletişim Yayınları. 13 WALLERSTEIN, Immanuel, (1999), Sosyal Bilimleri Düşünmemek, (Çeviren: Taylan DOĞAN), İstanbul: Avesta Yayınları. WALLERSTEIN, Immanuel, (2002), Tarihsel Kapitalizm, (Çeviren: Necmiye ALPAY), İstanbul: Metis Yayınları. Makaleler DE SOTO, Jesus Huerto, (2002), “Kapitalizmin Ahlakı”, Çeviren: H. Yücel BAŞDEMİR, Piyasa Dergisi, Cilt:1, Sayı:4, Güz 2002, Ankara, 19-30. HAZLITT, Henry, (2002), “Sosyalizmin Etiği”, Çeviren: Nejdet KANDEMİR, Piyasa Dergisi, Cilt:1, Sayı:4, Güz 2002, Ankara, 31-43. ÖZAKTAŞ, Haldun, (2002), “Ölçülebilen Ölçülemeyeni Kovar: Ekonomik Düşüncenin Fakirleşmesi Üzerine Bir Deneme”, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı:95, İstanbul, 151158. 14