Analizler zorlanıyor, ezberler bozulacak! deniz.gokce@aksam.com.tr Uzun zamandır (on bir yılı aşkın bir süredir) haftanın yedi günü bayram ve tatiller dahil hep yazan biri olarak, bu bayramda bir hafta her şeyden uzaklaşmak ve kafayı dinlemek çok iyi geldi. Bu yazı pazar günü üretildi, bu hafta da pazartesiden itibaren birçok önemli veri açıklanacak (büyüme dahil). Yeni doneler, yeni bakış açıları gerektirecek. Dünyanın içinde bulunduğu kriz ortamında insanlar ikiye ayrılıyor. Kafalarındaki şablona dayanarak yargıya varanlar veya zaman içinde olanları anlamaya çalışanlar. Kafasında değişmez şablonu olanlara ideolog diyoruz, mümin de diyebilirdik. Kafalarında sabit şablonu olmayanlar için, dünyada bugün yaşananlar birçok konuda yeniden değerlendirme yapma yolunu açtı. Bu Türkiye’de de böyle, yurtdışında da. Fikirlerin ilk değiştiği ekonomik tartışma alanı “euro” ve para birliği konusu. Hatırlanırsa euro gündeme geldiğinde euroyu reddeden birkaç Avrupa ekonomisi vardı. Başta İngiltere olmak üzere, Danimarka, ve İsveç mesela. Sonra ret kervanına birçok yeni ülke daha katıldı. 2004 yılında birçok yeni ve küçük AB üyesi euroya geçmeye direndiler. Slovenya, Kıbrıs, Malta, Slovakya, Latvia, Litvanya, Estonya bu direnenler ve ayağını sürüyenler veya şartları yerine getirmeye pek girişmeyenler veya zorlananlar arasında. Ancak İsveç, Danimarka, Polonya veya Macaristan gibi şimdi “birden kafalarına bir şeyler düşüp” acilen euroya geçme planları yapan ülkeler var. Şimdi dışarıdakilerin hepsi farklı düşünmekte! Çünkü euro üyesi olmanın avantajını yaşayan, berbat ekonomik verilerine rağmen döviz kuru ve döviz kaçışı sorunu yaşamaktan kurtulan euro ülkeleri, Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya bu tür avantaj ülkeleri. Finans sorunları ve durgunluk ortamına bir de döviz ve döviz kuru krizi eklense idi bu ülkeler çok daha büyük reel kesim sorunu yaşarlardı. Mesela Danimarka, birçok ekonomik verisi düzgün, hatta çok iyi olmasına rağmen, ülkeden çıkan yabancı sermaye ortamında, euro dışında kalmanın bedelini resesyona tüm Avrupa’da ilk önce giren ülke olmak (iki çeyrek negatif büyüme kuralına göre) ve durgunluk ortamında parasının değerini korumak için, yani bir döviz kuru bunalımını frenlemek için, iki kere faiz artırımına gitmek zorunda kaldı. İzlanda’nın veya Macaristan’ın çöküp IMF’in kucağına düşüşü de benzer bir deneyim. Şimdi kafalar kaşınıyor ve fikirler değişiyor. Meğer güvenilir ekonomilerle beraber bir para birliğinde olmanın avantajları varmış şeklinde bir uyanma gündemde. “Güvenilir ekonomi” kelimesini kullandık. Kim olursanız olun, ve güvenilir kelimesinin tanımı sizce ne olursa olsun, Almanya ve Japonya güvenilir sayılmak zorunda olan ekonomiler. Bu ekonomiler son kriz döneminde ne kredi patlaması, ne tüketicilerin azması, ne konut talebi ve fiyatı patlaması balonu, ne dış ticaret ve cari denge açıkları yaşamadılar. Bu iki ülke de, sürekli dış denge fazlası veren ve üstelik iç tasarruf düzeyleri çok yüksek ülkeler. Şimdi “The Economist” iki haftadır sormakta, bu ülkelerin ne günahı vardı da 2008 ikinci ve üçüncü çeyreğinde peş peşe iki çeyrek negatif büyüme yaşayıp, resesyona girdiler ve 2009 büyümeleri için de kötümser senaryolar ortaya çıktı? ABD, İngiltere, Fransa, İspanya veya İtalya gibi yapısal sorunları yok ki bu iki ülkenin? Ancak bu iki net ihracatçı ülkenin de bağımlılıkları var. ABD (ve tabii Türkiye’de) tasarruf son derece zayıftır. Mesela ABD ve Türkiye’de tüketim harcamaları toplam harcama içinde yüzde 70 civarındadır. Tasarruf düzeyi ise son derece düşüktür. Yani ABD ve Türkiye iç talep yüksek ülkelerdir. Almanya ve Japonya ise iç tüketimin sadece yüzde 50-60 aralığında olduğu (hatta Almanya’da trend olarak daralmakta) ve bu nedenle üretim ve ihracatın dış talebe çok bağımlı olduğu ülkelerdir. Ülke dış talebe bağlı olunca ve iç talep de düşük olunca, birden dış talep durduğu zaman aslında büyük ve sanayileşmiş iki güçlü ekonomi olan bu ülkelerde, üretim durmakta, bu nedenle yatırım da durmakta ve iç tüketim daralan dış talebin yerini dolduramamakta. Yani dış denge fazlası ve tabii tasarruf fazlası olan ülkeler de, dış âlemde sorun başladığı zaman daralan net ihracat nedeni ile sürünmeye başlamaktalar. Özetle bizim gibi cari denge sorunu ve tasarruf sorunu olan gelişen ülkelerin de başı belada, diğer taraftan dış talebe bağımlı olan, cari denge fazlası ve tasarruf fazlası olan gelişmiş ülkelerin de! Şimdi Almanya ve Japonya nasıl kurtulacak? Durgun talep ortamında reçete her zaman para politikasında faiz düşürmek, maliye politikasında ise iç talebi artırmak için açık vermek! Almanya henüz bunları yapabilir de, Japonya’da faiz zaten sıfıra dayandı ve bütçe de açık vermekte. Aşırı iç talep her zaman bütçede açık küçültme ve para politikasında sıkılaşma gerektirir. ABD’de (ve Türkiye’de de) aslında cari açık ve tasarruf zafiyeti ortamında ekonominin durgunlaşması ve iç talebin kısılması gerekli. Ama ABD kendi finans sektörü sorunları için faizi düşürmek ve likidite artırmak zorunda, desteklerden doğacak bütçe açıklarını finanse etmek için de faiz artırmak zorunda. Bu ikilemi de nasıl çözeceği de henüz pek bilinmiyor. Türkiye ise içeride de sorunlu ve dışarıda da talep sorunu yaşamakta! Kaçan veya gelmeyen dış sermaye nedeni ile de riskli bir gelişen ülke olarak faizi hızla indiremez, bütçeyi fazla delemez, bir de seçim kapıda. Bu şartlarda ne yapmamız gerekli? Bu soruya da yarın bakacağız!