1 İSLAMİYETİN DOĞUŞUNDAN GÜNÜMÜZE İBN HALDUN’UN MÜLK TEORİSİ PERSPEKTİFİNDEN ORTA DOĞU GELİŞMELERİNE BAKMAK Prof. Dr. Hüseyin EMİROĞLU * ÖZET İbn Haldun, mülk teorisinde ‘tekçi’ (monist) karakterde merkezi siyasal yapıların nasıl inşa edildiğinin kavramlarını ve safhalarını ortaya koymuştur. İbn Haldun’un inşasını öngördüğü merkezi siyasal yapı, ‘güç devleti’ olarak tanımlanabilir. O’na göre, siyasal gücü ve refahı (ekonomik kaynakları) tek elde toplayan güç devletinin inşası, dünyada istikrarın, adaletin ve refahın varlığı için zorunludur. Güç devletinin inşa edilememesi, siyasal parçalanmanın ve merkezsizleşmenin hâkim olduğu bir dünya sistemine yol açmaktadır. Böyle bir dünya sistemi, istikrarsızlığa, adaletsizliğe ve halkların yoksullaşmasına daha yakındır. İslamiyet’in doğuşu öncesinde Orta Doğu, çevrede yer alan merkezi siyasal yapıların etkisi altında parçalanmış ve edilgen bir siyasal kimliğe sahiptir. İslam, bir din olarak Tevhid inancını ortaya koyduğu gibi, yeryüzünde siyasal iktidarın ve refahın Müslümanların hâkimiyetinde olacağının da müjdesini vermiştir. Bu müjde doğrultusunda Müslümanlar, siyasal tarihte görülmedik bir hızda, en geniş anlamdaki Orta Doğu’yu tek bir siyasal çatı altında birleştirmişlerdir. Orta Doğu’da Müslümanlar tarafından inşa edilen merkezi siyasal yapılar, gerek içeriden gerekse dışarıdan çözücü/parçalayıcı tehditlerle karşılaşmalarına karşın, modern döneme kadar, İslam medeniyet havzasındaki ‘tekçi temsil gücünü’ korumuşlardır. Orta Doğu, 20. yüzyılda tam bir siyasal merkezsizleşme içine itilmiştir. Orta Doğu ve Müslümanların yaşadıkları merkezsizleşme olgusu, kendi siyasal geleceklerini belirleyememe ve refah kaynakları üzerinde hâkimiyetlerini kaybetmelerine yol açmıştır. Orta Doğu ve Müslümanların siyasal geleceklerine ve refah kaynaklarına sahip olabilmelerinin en önemli şartı, yeni bir merkezileşme süreci yaşamaları ve İslam medeniyet havzasında ‘güç devletini’ inşa etmelerine bağlıdır. Anahtar Kelimeler: Mülk teorisi, merkezileşme, merkezsizleşme, Orta Doğu, güç devleti. * KÜ İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 2 A GLANCE AT THE MIDDLE EASTERN DEVELOPMENTS FROM THE PERSPECTIVE OF IBN KHALDUN’S THEORY OF DOMINION (MULK) FROM THE BIRTH OF ISLAM TO THE PRESENT ABSTRACT In his theory of dominion, Ibn Khaldun puts forth the concepts and phases of how central political structures with a monist character are constructed. The central political structure envisaged by Ibn Khaldun can be defined as a “state of power”. According to him, formation of a state of power that gathers the political power and welfare (economical resources) in one hand is essential for the presence of stability, justice and welfare in the world. The lack of such a state of power leads to a world system in which political fragmentation and decentralisation prevail. Such a world system is prone to instability, injustice and impoverishment of people. Pre-Islamic Middle East had a passive political identity fragmented under the central political entitites lying at the periphery. As a religion, Islam not only propounded the unity but also heralded that power and welfare in the world would be in the hands of Muslims. In accordance with this glad tidings, Muslims united the Middle East with the ever-largest frontiers under a single political roof at an unprecedented speed. Although the Muslim central political structures in the Middle East faced a number of disruptive threats from both inside and outside, they maintained their “monist representative power” in the basin of Islamic civilisation until the moderrn age. The Middle East was pushed into a complete political decentralisation in the 20th century. The phenomenon of decentralisation in the Middle East made Muslims unable to determine their own future and lose their domination over the sources of welfare. The principal stipulation for the Middle East and Muslims in order to own their political future and sources of welfare is to experience a new centralisation process and build the “state of power” in the basin of Islamic civilisation. Keywords: Theory of dominion, centralisation, decentralisation, Middle East, state of power GİRİŞ İbn Haldun, göçebe ve medeni toplumların oluşturdukları siyasal yapıların karşılıklı etkileşim süreçleri neticesinde ‘merkezi siyasal yapıların inşa’ edildiğini ‘mülk teorisinde’ ifade 3 etmiştir. İbn Haldun, mülk teorisinde bu süreci yöneten temel kavram ve safhaları ortaya koymuştur. ‘Mülkleşme-Merkezi inşa’ olarak ifade edebileceğimiz bu sürecin bazı anahtar kavramları şunlardır: ‘asabiyet’, ‘riyaset’, ‘refah’, ‘mülk’, ‘tagallüp mülk’, ‘mütegallip melik’ ‘merkez-merkezkaç güç ilişkisi’, ‘güç devleti’, ‘merkezi siyasal yapı’ ‘din’, ‘mezellet-inkıyad’. İbn Haldun’un mülk teorisinde, siyasal merkezi inşa etme çabasındaki bütün merkezkaç unsurların hem birbirlerine karşı, hem de kendilerinden önce aynı safhalardan geçerek merkeze konuşlanan siyasal güce karşı ‘döngüsel’ bir çatışma dinamiği sergiledikleri betimlenmiştir. Merkeze konuşlanan güç ile merkezi ele geçirmeye çalışan merkezkaç unsurlar arasındaki çatışma dinamiğinin düzeyini, merkez gücün sahip olduğu kapasite büyüklüğü ve güç unsurlarını etkin bir şekilde kullanabilme kapasitesi ile merkezkaç güçlerin mücadele sürecini yönetme yetenekleri belirlemektedir. ‘Mülkleşme süreci’ bir anlamda siyasal aktörler arasında ‘başat güç’ olma mücadelesi olarak nitelenebilir. Mülkleşme süreci, merkezkaç unsurlardan bir tanesinin tek başına (başat güç olarak) ‘mülkü’ ele geçirmesi ve güç kaynakları (refah) üzerinde belirleyici bir hâkimiyet tesis etmesidir. İbn Haldun, mülkleşme süreci sonucu ortaya çıkan siyasal yapının ‘tekçi’ (monist) karakterde olduğuna işaret etmektedir. ‘Tekçi’ karakterde merkezi inşa eden güç, diğer merkezkaç unsurların tabiatlarında bir farklılaşmayı (nispi güç kapasitelerinin büyümesini) denetim altında tutabildiği oranda hâkimiyetini sürdürülebilir kılmakta ve çevrede ‘dinginliği’ sağlamaktadır. Merkezi inşa eden güç ya da güçlerin zayıflaması, merkezkaç unsurların yeni bir çatışma dinamiği başlatmasına sebep olmaktadır. Bir siyasal coğrafi alanda içsel ve dışsal dinamiklerin etkisiyle ‘mülkleşme sürecinin’ yaşanmaması/yaşanamaması bir yönüyle ‘siyasal parçalanmanın’ sürdürülebilir bir nitelik kazanmasına sebep olmaktadır. Mülkleşme sürecini şekillendiren temel kavramların olumlu kullanımı siyasal merkezin inşasını imkân dâhiline sokarken, olumsuz kullanımı ve yarattığı etkiler tam bir ‘siyasal merkezsizleşme’ sonucunu doğurmakta ve sürekli bir çatışma dinamiği yaratmaktadır. ‘Merkezsizleşme süreci’, hem içsel hem de dışsal dinamiklerin etkisi altında gelişebilmektedir. Bu çalışma, Orta Doğu’da İslam dininin doğuşundan kısa bir süre sonra Hz. Muhammed’in kurduğu devleti, mülkleşme sürecinin referans noktası olarak almaktadır. Hz. Muhammed, ortaya koyduğu Tevhid inancının yanında Müslümanlara, ‘tekçi karakterde (monist)’ dünya hâkimiyetinin müjdesini de vermiştir. Bir anlamda, İslam dini ile Orta Doğu, dünya politikasında ‘edilgen’ konumundan çıkarak ‘merkez siyasal aktör’ rolünü üstlenmiştir. Modern döneme kadar karşılaştığı bütün iç ve dış tehditlere rağmen, dünya sisteminde siyasal güç merkezinin İslam çatısı altında Orta Doğu eksenli inşası, bu müjdenin gerçekliğini ortaya 4 koymuştur. Bu süreçte değişmeyen olgu, Müslümanlar tarafında yaşanan Orta Doğu eksenli mülkleşme/merkezileşme mücadelesinin sürekli çözücü/öldürücü iç ve dış tehditlerle karşılaşmasıdır. Bu çalışma, İbn Haldun’un mülk teorisinde ortaya koyduğu kavramların ve safhaların Orta Doğu’daki mülkleşme/merkezileşme sürecini açıklamakta sahip olduğu imkânların yanında, iç ve dış tehditlerin yarattığı tehlikelerin ortaya çıkardığı çatışma dinamiğinin yol açtığı (olası) merkezsizleşme olgusunun kökenlerinin anlaşılmasında hangi ölçüde bir çözümleme imkânı sunduğunu incelemeyi amaçlamıştır. İBN HALDUN’UN MÜLK TEORİSİ VE MERKEZİN İNŞASININ KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ İbn Haldun, ‘bedevi’, ‘hadari/medeni’, ‘asabiyet’, ‘riyaset’, ‘merkezileşme’, ‘merkezmerkezkaç güç ilişkisi’, ‘mülk’, ‘devşirme’, ‘güç devleti’, ‘merkezi siyasal yapı’ ‘din’, ‘mezellet-inkıyad’, ‘refah’, ‘mütegallip melik’, ‘tagallüp mülk’ vb. gibi kavramlar çerçevesinde siyasal yapıların gelişim süreçlerini/morfolojisini ‘mülk/merkezileşme teorisi’ çerçevesinde ele almıştır. Bilindiği üzere İbn Haldun, ‘organizmacı devlet/medeniyet’ görüşüne sahiptir. İbn Haldun’a göre tarihsel süreçte, siyasal yapılar sürekli değişim ve dönüşüm içerisindedirler. Bu değişim ve dönüşüm, siyasal yapıların kendi içlerinde yaşandığı gibi, aynı zamanda, kendilerini çevreleyen siyasal entitelerle de işbirliğini ve/veya çatışmayı zorunlu kılmaktadır. Bu karşılıklı etkileşim, eşitler arasındaki ilişki düzeyinden (riyaset safhasından), diğer siyasal entitelerin hâkimiyet altına alındığı (tagallüp mülk safhasına) yeni bir sürece evrilme sonucunu doğurmaktadır/doğurma potansiyeline sahiptir. İbn Haldun’un mülk teorisinde ortaya koyduğu kavramsal çerçeve, tarihin akışının ‘siyasal merkezin inşası’ yönünde ‘deterministik’ bir nitelik taşıdığı şeklinde ele alınabileceği gibi, tam tersi bir sonuca ulaşmak da mümkündür. Bu başlık altında, ana hatlarını ele alacağımız İbn Haldun’un mülk/merkezileşmesi teorisi, 20. Yüzyılda Orta Doğu’daki güç yapılanmasının oluşum sürecini anlamak, gerek 20. Yüzyıl boyunca gerekse 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan şiddet/çatışma ortamına hangi düzeyde katkıda bulunduğunu çözümleme noktasında büyük önem taşımaktadır. Bu tarz bir çözümleme çabasında ilk olarak, teorik çözümlemenin içeriği ve anahtar kavramları ortaya konulmalıdır. İbn Haldun Mukaddimesi’nde, sahip olmak, tasarrufta bulunmak anlamına gelen ‘mülk’ kelimesini ‘devlet’ karşılığında kullanmaktadır. İbn Haldun’un mülk karşılığı olarak ifade ettiği devlet, ‘monist karakterde’ yani siyasal iktidara ve refah olgusuna (ekonomik kaynaklara) tek 5 başına sahip olan kurumsallaşmış bir ‘siyasal yapı’dır. Bu bağlamda İbn Haldun, siyasal tarihin herhangi bir aşamasında ulaştığı güç kapasitesi açısından merkezi ya da merkezkaç unsurları denetleme kapasitesi artan siyasal entiteleri ‘merkezileşmiş devlet’ olarak nitelememektedir. Bu çerçevede İbn Haldun mülk teorisinde, devletin oluşum aşamalarına geçmeden önce, niçin insanların kendi özgürlüklerinden vaz geçerek devlet adı verilen bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirme çabasına girdiklerini açıklamaktadır. İbn Haldun’a göre mülk insan için tabi bir mansıptır. Çünkü insanlar için yaşamak ve var olmak, zaruri ihtiyaçlarını temin etmek üzere bir araya gelmeleri ve ait oldukları topluluğun diğer bireyleriyle yardımlaşmaları sayesinde mümkündür. İnsanlar bir topluluk meydana getirdikleri zaman, zorunluluk onları muameleye ve ihtiyaçları gidermeye, her birinin ihtiyaç duyduğu şeye el atmaya ve muhtaç olduğu şeyi diğer birinin elinden çekip almaya davet eder. Çünkü hayvani tabiatta, birbirine saldırma ve zulmetme hususu mevcuttur. Öbürü ise, elindekini karşısındakine vermemek için mukavemet edecektir. Böylece mukateleye müncer olan bir çekişme durumu ortaya çıkar. Bu da kargaşaya, kan dökmeye ve neslin kesilmesine sebebiyet verir, insanların ortadan kaldırılmalarına yol açar. İnsanların yekdiğerine yönelttikleri tecavüzleri engelleyen bir hâkim olmadan kargaşa içinde bekaları ve yaşamaları imkânsızdır. Bundan dolayı bir müeyyideye muhtaç olmuşlardır. Bu müeyyide başlarındaki hâkimdir. Bu hâkim de beşeri tabiatın icabı olarak mütehakkim ve kahir olan meliktir. İbn Haldun’a göre devletin oluşumunun temelinde yatan düşüncenin, topluluk halinde yaşayan insanların ‘güvenlik’ ve ‘adalet’ endişeleri olmasıdır. Bunu sağlayacak kuvvet ise yaptırım gücüne sahip bir yöneticidir (hükümdar, melik, kral vb.) (İbn Haldun, 1988: 537). İnsanlarda var olan bu güvenlik ve adalet endişelerinin giderilmesi mülk’ün (devletin) oluşumunu zorunlu kılmaktadır. Ancak, yeryüzündeki (ya da uluslararası politikadaki) gelişmelerin kaotik/anarşik bir ortamda meydana geldikleri düşünüldüğünde mülkleşme sürecinin nasıl ve hangi unsurların etkisiyle ve kimler tarafından sağlanacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu soruları cevaplama sürecinde iki anahtar kavram ortaya çıkmaktadır: 1. Bedevi (Göçebe)-Hadari (Medeni), 2. Asabiye. İbn Haldun’a göre, milletlerin ve toplumların hallerinde görülen farklılıklar sadece onların geçimleri hususundaki yol ve mesleklerinin farklı oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü insanların bir araya toplanmaları sırf geçimlerini sağlamak amacıyla yardımlaşmak içindir. Toplumların ekonomik girişimlerindeki farklılıklar onları bedevi ya da hadari (medeni) bir yaşam tarzını seçmeye zorlamaktadır (İbn Haldun, 1988: 415). Mülkleşme sürecinin bir diğer önemli kavramı olarak asabiyet, bir kabilenin fertleri arasındaki yardımlaşmayı ve dayanışmayı temin eden his, ruh ve şuura denir. Asabiyet, kabile 6 hamiyeti ve akrabalık gayretidir. İbn Haldun’a göre himaye, müdafaa ve hak arama, asabiyet sayesinde mümkün olur. Âdemoğlu, insani tabiatın gereği olarak her içtimada, insanların yekdiğerine olan tecavüzlerini menedecek bir yasakçıya ve hâkime muhtaçtır. Yasakçı ve hâkim olan şahsın, söz konusu asabiyetle öbürlerine galip gelmesi ve mütegallip olması zaruridir. Bu ‘tagallüp mülktür’ (hükümdarlıktır). Bu riyasetten (liderlikten) fazla ve onun ötesinde bir şeydir. Düşünür, daha sonra mülkleşme sürecini ortaya koyarken de bu süreci açıklamakta faydalı olacak bir ayrım noktası ortaya koymaktadır: ‘Tagallüp mülk’ ve ‘Riyaset’. İbn Haldun bu iki kavram arasındaki farkı şu şekilde açıklamaktadır. Bu, riyasetten (liderlikten) fazla ve onun ötesinde bir şeydir. Zira riyaset beylikten ibarettir ve riyaset sahibi rehberdir (metbudur). Verdiği hükümleri, kendisine tabi olanlara zorla tatbik edemez, onlara baskı yapamaz. Mülk ise, tagallüp ve zorla hükmetmektir. Asabiyet sahibi, bir rütbeye ve kademeye ulaşınca, onun üstündekini talep eder. Bey (şef) ve rehber olma rütbesine ulaşır ve tagallüp ve kahra yol bulursa, artık bunu bir daha terk etmez. Mülki tagallüp asabiyetin gayesidir (İbn Haldun, 1988: 450-451). İbn Haldun, asabiyetin nihai gayesi olan ‘tagallüp mülkün’ oluşum sürecini şu şekilde açıklamaktadır: Bir kabilenin içinde çeşitli aileler ve birçok asabiyetler vardır ama bunlar içinde öbürlerinin tümünden daha kuvvetli bir asabiyetin var olması da zaruridir. En kuvvetli olan asabiyet diğerlerine galip gelir, onları kendine tabi kılar, böylece asabiyetlerin hepsi bu asabiyetin içinde kaynaşır, büyük bir asabiyetmiş gibi bir hale gelir. Söz konusu en kuvvetli asabiyet ve (aile) için, kendi kabilesi üzerinde hâkimiyet ve tagallüp kurma durumu hâsıl olunca, tabiatının gereği olarak kendisinden uzak olan diğer asabiyetler üzerinde de hâkimiyet kurmak ister. Şayet üzerinde hâkimiyet kurulmak istenen asabiyet, hâkimiyet kurmak isteyen asabiyetin dengi olursa veya onun hâkimiyet kurma isteğine karşı koyacak güçte ise, artık ortada birbirine denk iki savaşçı güç ve eş kuvvete sahip iki hasım var demektir. Eğer iki asabiyetten biri öbürünü mağlup eder ve onu kendine tabi kılarsa, bu durumda yine mağlup asabiyet galip asabiyetle kaynaşır. Galip ve metbu asabiyetin sahip olduğu tagallüp kuvveti daha da artmış olur. Artık bu durumdaki asabiyet, ilk gayeden daha yüksek ve daha ötede olan bir tagallüp ve tahakküm peşinde koşar. Böyle devam edip giderken, nihayet ihtiyarlık durumundaki diğer bir hanedanlığın kuvvetine denk bir kuvvete ulaşır. Şayet ihtiyarlık halindeki bir devleti yakalarsa, bu devletin kendini savunacak ve tecavüzlere karşı koyacak asabiyet sahibi taraftarları ve devlet adamları da bulunmazsa, (gelişmekte, ilerlemekte ve gücünü artırmakta olan asabiyet) onu istila eder, hâkimiyeti onun elinden çeker ve mülk tamamen ona ait olur. Eğer (gelişmekte olan) asabiyetin kuvveti son haddine erer, fakat bu 7 durum, diğer bir devletin ihtiyarlama haline rastlamazsa, sadece asabiyet sahipleri ile kuvvetini arttırma ve üstünlüğünü ortaya koyma ihtiyacı içinde bulunan diğer bir devlete tesadüf ederse, bu devlet o asabiyetin sahiplerini kendi taraftarları ve (evliyası) arasına düzenli bir şekilde yerleştirir ve onun vasıtasıyla karşılaştığı zorlukların üstesinden gelir, güçlük çektiği maksatlarını gerçekleştirir. (İlerlemekte olan söz konusu) bu asabiyet bu durumda, müstebit ve müstakil mülkün altında ve gerisinde bir mülke sahiptir. (Devlet içinde, devlet gücüne ulaşamamış bir kuvvettir). Böylece açık bir surette ortaya çıkan şudur: Mülk, asabiyetin gayesidir. Asabiyet, gayesine ulaştığı vakit, içinde bulunulan zamanın verdiği imkân ve şartların müsaadesine göre ya istibdat ve istiklal veya müzaheret ve destek verme yolu ile kabile için mülk hâsıl olur. Eğer asabiyeti ve bunun sahibi olan kabileyi bir takım mânialar gayeye varmaktan alıkoyarsa, durumu hakkında Allah hükmünü verene kadar yerinde durur (İbn Haldun, 1988: 451-452). İbn Haldun’a göre asabiyetin ulaşmaya çalıştığı nihai gaye mülk olmasına karşın bu sürecin tamamlanmasının önünde bazı engeller vardır. Bunlar şunlardır: 1) Refahın oluşması ve kabile mensuplarının nimetlere dalmaları asabiyetin mülk haline gelmesine engel olur. Şöyle ki, belli bir kabile, sahip olduğu asabiyete dayanarak az çok bir galibiyet elde ederse, o nispette nimete sahip olur, bolluk ve nimetler içinde yaşayanların bolluğuna ve nimetlerine iştirak eder, galibiyeti ve devlete verdiği destek sayesinde nimet ve refahtan kendisine bir sehim ve hisse ayrılır. Eğer o devlet, sahip olduğu hâkimiyeti, ne çekip almaya ne de onda ortak olmaya kimsenin tamah edemeyeceği derecede kuvvetli ise, söz konusu kabile onun velayetine boyun eğer, yüksek hâkimiyetini kabul eder, devletin gelirlerine ortak kılınmasına ve bolca nimetler tahsis edilmesine kanaat eder. Mülkü elde etmek için kavgaya girişmek veya bunun yollarına başvurmak gibi ileri derecede şeyler talep etmez. Kendileri için hâsıl olan refah ve bol imkânlar ölçüsünde bahsedilen hususlarda parlak bir hayat yaşarlar, bolluğa ve nimete tabi olan konularda cazip şeylere önem verirler. Bunun neticesinde bedevilikten gelen sertlikleri ve kabalıkları ortadan kalkar, asabiyetleri ve kahramanlıkları zayıflar. Birbiri peşinden gelen nesillerinde asabiyet, cesaret ve kahramanlık gittikçe eksilir. Bu durum asabiyetin yıkılışına kadar böyle devam eder. Refaha ve nimet içinde gömülü olma haline arız olan hususlar, tagallübe esas teşkil eden asabiyetin tesirini kırar. Asabiyet inkıraza uğradı mı, yeni haklar yanında koşması bir yana, kabile elde olanı müdafaa imkânının bile gerisinde kalır, öbür milletlerin yemi olur (İbn Haldun, 1988: 453-454). 2) Bir kabile için mezellet (küçük görülme) ve inkıyad etme (başkalarına boyun eğme) halinin meydana gelmesi mülke engel olan hususlardandır. Mezellet ve inkıyad asabiyetin tesirini ve şiddetini azaltır, mukavemetini kırar. 8 Zaten kabile mensuplarının içinde bulundukları zillet ve boyun eğme hali, asabiyeti kaybetmiş olmalarının bir delilidir. Şüphesiz ki, (ağır vergi, resim, harç ve cizye gibi) borç altında bulunan kabileler, bu hususta mezellete razı olmadıkça söz konusu vergileri elleriyle vermeyi kabullenmezler. Zira borç ve vergilerde haksızlık ve zillet vardır (İbn Haldun, 1988: 454-456). 3) İyi hasletlerde yarışmak mülkün alametlerindendir. Bunun tersi mülkü elden çıkarmanın emarelerindendir. İnsan olması itibariyle hayra ve hayır nevinden olan hasletlere daha yakındır. O, sırf insan olması bakımından, mülk ve siyaset kendisinde mevcut olmuştur. Zira mülk ve siyaset, hayvanlara değil, sadece insanlara hastır. Hayır ve iyi olan bir şey siyasete (ve devletin umumi politikasına) uygundur. Şanın, üzerine bina edildiği bir aslı ve kökü vardır. Onun hakikati bu esasla gerçekleşir. Bu da asabiyet ve aşiretten ibarettir. İyi ve güzel hasletler, kendisine asabiyet mevcut olan şahıslarda mülkün de mevcut olduğuna şahitlik eder. Bir milletin sahip olduğu mülkün inkıraza uğrayacağı ve harap olacağı yolunda Allah’tan izin çıktığı vakit, Hakk Taala söz konusu mülk sahiplerini kötü şeyler yapmaya, rezalet nevinden olan şeyleri benimsemeye ve bunun yollarını tutmaya sevk eder. Böylece kendilerinde var olan siyasetin faziletleri tamamen kaybolur. Mülk ellerinden çıkıp başkalarına geçinceye kadar faziletler eksilmeye devam eder durur. Kabilelerin ve asabiyet sahiplerinin, uğrunda yarıştıkları ve sahiplerinde mülkün varlığına şahitlik eden kâmil hasletlerden ve mükemmel meziyetlerden biri de âlimlere, salihlere, eşrafa, hasep sahiplerine, esnafa, tüccara ve gariplere ikramda bulunmak ve hakkı olan durumlarına göre halka muamele yapmak ve herkese hakkı ne ise onu vermektir (adalet ve müsarat). İnsanlara, hak etmiş oldukları durumlara göre muamele yapmak herkese hakkı ne ise onu vermek, doğru ve dürüst olmanın icabıdır, adalet de budur. Bir kimsenin asabiyet sahiplerinde, bu gibi hususların mevcudiyetinden, onların umumi siyasete hazır ve aday oldukları bilinir ki, mülk de budur (İbn Haldun, 1988: 458-461). İbn Haldun’un ortaya koyduğu mülkleşme sürecini engelleyen ya da kesintiye uğratan bu engeller aşıldığı takdirde güçlü asabeye sahip olan aile riyaset aşamasından mülk aşamasına geçmiş kabul edilmekte ve bu süreçte var olan yöneten ve yönetilenlerin aynı toplumsal tabanda yer aldıkları yatay siyasal yapılanma tarzı dönüşüm geçirmektedir. Mülkleşme sürecinin bu aşaması birçok bakımdan yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerine yabancılaşması sonucunu doğurabilecek bir dönemdir. Bu dönemin başlangıcında mülk, asabiyetin devam etmesi şartıyla bir milletin bir boyundan diğer boyuna geçmektedir. Bunun nedeni, onlar için, mülkün, ancak keskin ve tesirli galibiyetten ve öbür milletlerin kendilerine boyun eğmelerinden sonra hâsıl olmasıdır. O vakit galip milletten bu işe bizzat girişen ve tahtı taşıyanlar iş başına geçerler. İş başına geçtikten sonra ilk aşamada sınırlı sayıda mevki olmasından dolayı en yakınlar iktidar 9 mevkilerine getirilir. Bazı kabileler iktidarın dışında kalır. Hadarilik en yüksek noktaya doğru ilerledikçe iktidardaki kabile mensupları bedevilik hasletlerini kaybederler ve yozlaşırlar. Ancak iktidardan uzak tutulan kabileler hadariliğin yozlaştırıcılığından uzak kaldıklarından bedeviliğe ait özelliklerini korumuş olurlar. İlk önce devleti bizzat idare edenler ortadan kalkarken, aynı kabilenin öbür kollarında bol bol asabiyet bulunur. Daha evvel bu mülk, kendi asabiyetleri cinsinden olan galip bir kuvvet tarafından onlardan men olunmuştu. Bunların galibiyeti bilinmekte olduğundan çekişme ortadan kalkar, kavga son bulur, bu suretle de devlet işlerine hâkim olurlar. Artık mülk onların tarafına geçmiştir. Bütün bunların aslı ve esası sadece asabiyete dayanmaktadır. Asabiyet ise nesilden nesile farklılık göstermekte, refah ise mülkü eskitmekte, yıpratmakta ve ortadan kaldırmaktadır. Bir hanedanlık yıkılınca, sadece onların asabiyetleriyle müşterek bir asabiyeti bulunan, kendisine boyun eğilen ve teslimiyet gösterilen bir boy, bunların içinden iş başına gelir. Çünkü öbür asabiyetlerin hepsine galip gelmenin alametleri bu boyda görülmüştür (İbn Haldun, 1988: 463-465). Mülkün söz konusu boya geçmesiyle yeni bir safhaya girilmektedir. Bu safhada yabancılaşma çok daha hızlıdır. Çünkü devlet kurumlaşma sürecini tamamladıktan ve işler yoluna girdikten sonra asabiyete ihtiyaç duymayabilecektir. İbn Haldun bu noktada şu açıklamaları yapmaktadır: Başlangıçta büyük hanedanlıklara boyun eğmek insan nefsine zor gelir, onun için galebeye dayanan kavi bir kuvvetle halkın boyun eğmesini temin etmekten başka yol yoktur. Devletteki mülke mahsus nisap sahiplerinin riyasetleri istikrar kazanıp ardarda gelen birçok nesil birbirini takip eden hanedanlar boyunca hanedan mensuplarından birinden öbürüne veraset yolu ile geçer hale gelince, insanlar başlangıç durumunu unuturlar. Söz konusu nisap sahiplerinde riyaset rengi koyulaşır, (hükümranlıkları sağlamlaşır), hanedan mensuplarına inkıyad etmek ve teslimiyet göstermek dini inançlarda kökleşir (devlete itaat ve sadakat, dini bir inanç haline gelir) halk hanedan mensupları ile beraber onların (iktidarı, hâkimiyeti ve) işi için, tıpkı imani hakikatler üzerinde mukatele ettikleri gibi savaşırlar. Bu takdirde hanedan mensupları (iktidarları ve) işleri hususunda büyük ölçüde asabiyete ihtiyaç duymazlar. O hanedana itaat Allah’tan gelen değiştirilemez ve aksi düşünülemez (ilahi) bir ferman gibi telakki edilir. Bu takdirde hanedan mensupları kendilerine mahsus olan devlet ve iktidarlarına, ya asabiyet veya asabiyet izzetinin gölgesinde yetişmiş olan “kullar” ve “taraftarlar” (devşirmeler) ile hâkim olurlar veya kendi neseplerinin haricinde olan ama velayetlerine dâhil bulunan (asabiyetler ve) asabelerle (ve yabancı ırktan kabilelerle) malik olurlar (İbn Haldun, 1988: 480-481). 10 İbn Haldun’un üzerinde durduğu bu nokta yani, hükümdarın azatlılara ve devşirmelere dayanarak kavmine-asabiyet sahiplerine karşı üstünlük kurması mülkleşme sürecinin çok önemli bir safhasını oluşturmaktadır. Düşünür bu süreci aşamalara ayırarak şu şekilde ortaya koymaktadır: Devletin başında bulunan zatın hâkimiyeti sadece kavmi ile gerçekleşir. Zira durumu hakkında kendisine arka çıkanlar ve asabesini teşkil edenler onlardır. Hükümdar onlara dayanarak devletine başkaldıranların mukavemetini kırar, memleketindeki valileri, devletindeki vezirleri, mal ve vergi toplayan tahsildarları onlar arasından seçer. Çünkü galibiyet ve zafer hususunda kendisine yardımcı, hâkimiyeti konusunda ortakları ve diğer önemli devlet işlerinde paydaşları (hissedarları) onlardır. Devletin birinci tavrı mevcut olduğu sürece durum budur. Sonra devletin ikinci tavrı gelir, bu tavırda hükümdarın kavmine karşı müstebit ve müstakil olma, mecdi ve şanı sadece kendine tahsis etme hali ortaya çıkar. Kavmini eli ile kendisinden uzaklaştırır, defeder; böylece onlar da, hakikat-i halde onun düşmanları haline geçmiş olurlar. Bu yüzden hâkimiyetini onlara karşı müdafaa etmek ve onları ortaklıktan vazgeçirmek için, onların neslinden ve nesebinden olmayan diğer bir takım taraftarlara ve yardımcılara ihtiyaç duyar. Bunlara dayanarak onlara karşı üstünlük kurar, onları bir yana bırakarak devlet işlerinde sadece bunlara vazife verir. Bu surette berikiler kendisine ötekilerden daha yakın olurlar, daha özel yakınları ve taraftarları (kulları) haline gelirler, daha fazla tercihe ve makama şayan bir vaziyette bulunurlar. Zira esas itibariyle hükümdarın kavmine ait olan hâkimiyetin ve ortak olmaları dolayısıyla ülfet etmiş oldukları makam ve mevkilerin yine o kavme karşı müdafaası hususunda hükümdarın uğrunda canlarını feda edenler artık berikilerdir. Bu yüzden devletin başındaki hükümdar artık bunları halis dost bilir, daha fazla ikramını ve ihsanını bunlara tahsis eder. Kavminden birçoğuna vermiş olduğu şeylerin mislini bunlara da taksim eder. Önemi büyük olan vezirlik, komutanlık ve vergi toplamak gibi devlete ait makam ve mevkilere bunları tayin eder. Şahsına mahsus olan ve kavmine değil, sadece zatına inhisar eden memleket ve mülkle ilgili unvanları da bunlara tevzi eder. Zira artık onun yakın taraftarları ve samimi dostları bunlardır. Bu durum, devletin harap olmakta olduğunu ilan eder, devletteki müzmin hastalığa alamet teşkil eder. Zira galebeye esas teşkil eden asabiyet artık bozulmuştur. Bu durumda aşağılanmış olma ve sultanın düşmanca davranışlarına maruz kalma sebebiyle devlet ehlinin (ve hanedan mensuplarının) gönülleri kırılmıştır, onun için hükümdara karşı kin beslemekte ve başına felaketlerin gelmesini kollamaktadırlar. Bunun vebali ve zararı devlete ait olur. Artık devletin bu hastalıktan şifa bulmasından ümit kesilmiştir. Zira geçmişe ait hususlar (ve hatalar), devletin varlığını ve kalıntılarını ortadan kaldırana kadar müteakip nesillerde pekişerek ve kök salarak devam eder. Bu durumda devlet, onu kurandan, izzet ise bunu temin etmiş olandan başkasına geçmiştir (İbn Haldun, 1988: 529-530). 11 İbn Haldun’un ele aldığı bu safha, yöneten ve yönetilenlerin aynı toplumsal tabanda yer aldıkları dönemin bütünüyle geride kaldığı, merkezileşmenin çok ileri boyutta yaşanmasına karşın devletin ihtiyarlamaya ve mülkün zayıflamaya başladığı bir döneme işaret eder. Artık bu dönemde hükümdar yavaş yavaş bütünüyle devşirmelerin etkisi altına girmeye başlar. Bu durum, güçlü hükümdarlar döneminde etkisini çok fazla hissettirmese veya gelebilecek olası zararlar sınırlanabilse de küçük ve zayıf hükümdarlar döneminde daha da güçlenerek devam eder ve devletin tedavi kabul etmez hastalıklarından biri haline dönüşür (İbn Haldun, 1988: 533-535). Bir kabilenin ya da kabile içindeki bir ailenin riyaset aşamasından mülk aşamasına (merkezi yönetimin güçlenmesi sürecine) geçerken bu süreci hızlandıran bazı unsurları vardır. Riyaset sahipleri de, genellikle başlangıç aşamasında, bu unsurları kullanarak hâkimiyetlerini sağlamlaştırmaya ve meşruiyet zemini kazanmaya, var olan meşruiyetlerini güçlendirmeye çalışırlar. Bu unsurlardan birincisi, ‘din’dir; ikincisi ise, başlangıç aşamasında devletin güçlenmesine yol açan ‘refah’tır. İbn Haldun’a göre ‘din’ unsuru mülkün tamamlanması için en önemli şartlardandır. Din (konumuz bağlamında İslam), medeni nitelikleri teşvik etmesine karşın, bağlılarına tavsiye ettiği bazı emirler ve yaşam tarzında, bir anlamda, medeni bir toplumda zühd hayatı yaşama yani şehrin bozucu etkilerinden korunma yönündeki çabalarla toplumu dışardan gelecek tehlikelere karşı ayakta tutma işlevini görmektedir. İbn Haldun bu noktalarda şu görüşleri ileri sürmektedir: Mülk, sadece tagallüble hâsıl olur. Tagallüb de sadece asabiyete ve arzuların mutalebe (hak isteme) üzerinde birleşmesine dayanır. Kalpleri bir noktada toplama ve kaynaştırma sadece, dinini tesis hususunda Allah’tan gelen bir yardımla mümkün olur. Kalpler batıl heva ve heveslere, dünya meyline çağrılırsa, rekabet hâsıl olur, ihtilaflar yaygınlaşır. Hakk’a döndürülür, batılı ve dünyayı reddeder ve Allah’a yönelirse, cihetleri ve (gayeleri) birleşir, rekabet ortadan kalkar, ihtilaflar azalır, yardımlaşma ve dayanışmanın güzel bir şekli ortaya çıkar, bu suretle devlet büyümüş olur (İbn Haldun, 1988: 485-486). İbn Haldun, din’in rekabeti ortadan kaldırmasının yanında onları ortak bir hedefe yönlendirerek mülkleşme (merkezileşme) sürecini hızlandırma yönünde işlev gördüğünü ifade etmektedir. Din’in güçlendirdiği asabiyetin kendisinden daha güçlü asabiyetlere ya da bedevi (sert, dayanıklı, korkusuz, savaşkan) karakterini koruyan toplulukları da yenebileceğini şu şekilde ortaya koymaktadır: Dini renk, asabiyet sahipleri arasında mevcut olan rekabeti ve hasedi ortadan kaldırır, yönleri sadece Hakk’a çevirir. Bunun neticesinde, durumları hakkında kendileri için ileriyi görme hali hâsıl oldu mu, artık önlerinde hiç bir şey duramaz, çünkü hedef 12 birdir, aynı şeyi herkes müsavi surette istemekte ve onun için canlarını da feda etmektedir. Ele geçirmeyi istedikleri hanedanlık mensupları ve devlet tebaası onlardan kat kat fazla olsa bile, bunların batıl sebebiyle maksatları yekdiğerine zıttır. (Refah ve nimet içinde) ölümden sakındıkları için de birbirini yardımsız ve desteksiz bırakma durumundadırlar. Bunun için, sayıca çok bile olsalar onlara mukavemet edemezler. Daha doğrusu onlar bunlara mutlaka galip gelirler. Bu suretle berikiler, kendilerinde var olan refah ve zillet sebebiyle yok olmaya duçar olurlar. Bir devlete ve (hanedana), eli ve hâkimiyeti altında bulunan sayıca kendisine denk veya kuvvetçe kendisinden fazla olan aşiretlere, din sayesinde onlara galip gelir. Kendisinde esasen mevcut olan kuvvete ilaveten, gücünü bir kat daha artıran din vasıtasıyla, asabiyet bakımından kendisinden daha fazla ve bedevilik bakımından (vahşilik) daha şiddetli olan söz konusu nitelikteki aşiretleri yenebilir (İbn Haldun, 1988: 486-487). Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere İbn Haldun mülkün tamamlanmasında ve kuvvetlenmesinde (merkezileşmenin tamamlanmasında) din’e çok önemli bir rol biçmektedir. Din’in mülkleşme sürecine yapmış olduğu bu pozitif katkının yanında onun kadar birincil önemde olmasa da ‘refah’ unsuru önemli bir role sahiptir. Ancak dinin özüne sadık kalındığı sürece mülkün tamamlanmasına ve kuvvetlenmesine hizmet etmesine karşın, refah ise başlangıç aşamasında mülke kuvvet katmaktadır, ancak daha sonraki aşamalarda ise mülkü zayıflatıcı bir niteliğe bürünmektedir. Bu ise merkezileşmenin giderek zayıflaması sonucunu doğurmaktadır. İbn Haldun, refahın bu çürütücü etkisine işaret ederken, aynı zamanda onun mülkün tabiatında olan bir özellik olduğuna işaret etmektedir (İbn Haldun, 1988: 500-501). Bu bağlamda devletin geçirdiği aşamaları değişik bakış açılarından üç safhada ortaya koyarak açıklamaktadır. Üç safhada devam eden bu süreç boyunca refah, başlangıç safhalarında tüm toplumsal katmanlar tarafından paylaşılan bir zenginlik olmasına karşın, son safhada sadece yöneten/hâkim sınıfın faydalandığı yönetilenlerin uzak tutulduğu bir niteliğe bürünecektir. Mülk bu süreç sonucunda başlangıçtaki konumunu kaybedecek, ihtiyarlamaya yüz tutacak ve sonunda, içsel ya da dışsal boyutlu darbelerle ortadan kalkacaktır (merkezi yönetim çözülecektir). Sisteme yeni unsurların dâhil edilmesi belki devletin ömrünü biraz daha uzatabilecektir. Ancak bu tür bir devlet için yıkılış kaçınılmazdır. Mülkleşme sürecine ışık tutması açısından bu üç aşamada devlet İbn Haldun’un ifadeleriyle kısaca şu safhalardan geçmektedir: Birinci safhada mülkün tabiatı gereği şan ve ihtişamı bir tek kişinin inhisarına almasını gerektirir. Şan (ve mecd), asabe arasında müşterek olduğu ve onu temin için hepsinin çabası birleştiği vakit, başkalarına tagallüp ve bölgelerini savunma hususunda örnek bir arzu ve azim ortaya koyarlar, yurtlarını hırsla ve cesaretle 13 müdafaa ederler. İzzet ve itibar hedefine hep birlikte yönelirler, şan ve şereflerini tesis uğrunda ölümü bile seve seve göze alırlar, kendilerini tehlikeye atmayı, şanlarının bozulmasına tercih ederler. İkinci safhada ise bunlardan biri, şanı inhisarı altına aldı mı, kendi asabiyetine mensup öbür şahısları bertaraf eder, dizginlerini çeker, onları bir yana bırakarak bütün servete ve hazineye tek başına sahip olur. Bu yüzden öbürleri gaza konusunda tembellik ve gevşeklik gösterirler. İtibarları sarsılır, nüfuzları zayıflar, zilleti ve köleleştirilmeyi benimser bir hale gelirler. Bunlardan sonra gelen ikinci nesil bu durum içinde yetiştirilmiş olur. Bunlar, sultan tarafından kendilerine ihsan edilen şeyleri koruma görevini yapmanın ve yardımda bulunmanın ücreti olduğunu sanırlar, bunun ötesine akılları ermez. (Asabiyet sahibi olma sıfatı ile devlet gelirlerine sultan kadar hak sahibi olduklarını kavrayamazlar). Hâlbuki çok az kimse ücret karşılığı kendini ölüme atar. Üçüncü safhada artık söz konusu husus devletin bir zaafı haline gelir, hanedanlığın şevketini kırar. Devlet zaaf ve ihtiyarlık sahasına doğru seyreder. Zira asabiyet sahiplerindeki metanet ve dayanıklılığın ortadan kalkmış olması sebebiyle artık asabiyet de fesada uğramıştır (İbn Haldun, 1988: 502). Bu safhalar, mülkleşme sürecini yaşamakta olan bir kabile ya da ailenin riyaset ve mülkleşme (merkezileşme) sürecinde yaşanan davranışlarının niteliklerini açıklamaktadır. Bu safhada göze çarpan en önemli nokta ilk safhada, tüm kabile ya da aile fertlerinin ‘ortak hedefe’ varmak amacıyla tüm tehlikeleri de göze alarak ‘birlikte’ hareket etmeleridir. Sonuçta elde edilen zenginlik yine ortak refahın sağlanması amacıyla harcanmaktadır. İkinci safhada, başlangıçta aynı toplumsal tabanda yer alan yöneten ve yönetilenler artık ayrışmaya başlayacak ve mülk tek bir ailenin malı haline gelecektir. Artık refah ve onun paylaştırılması bir ailenin tekelindedir. Asabiyet zayıflama sürecindedir. Üçüncü safhada ise bu nitelikler daha da pekişerek devam edecek ve devleti çöküşe götürecektir. İbn Haldun’a göre, devlet ve hanedanlıkların ömrü üç nesli (120 yıl) aşmaz. Yukarıda bahsettiğimiz üç safhanın karşılığı olarak üç nesil boyunca riyaset aşamasından mülk aşamasına geçilmekte ve mülkün birtakım çürütücü (bozucu) etkilerinden dolayı da devlet zaafa uğramakta, sonuçta çökmektedir. Mülkleşme sürecinin ya da merkezileşmenin en yüksek noktası ikinci nesile rastlamakta ancak, devletin zayıflama ve çöküş sürecini başlatarak merkezi yönetimin dağılmasına yol açan gelişmelerde bu dönemde meydana gelmektedir [İbn Haldun, 1988: 505-507]. İbn Haldun’un mülkleşme süreci konusunda ortaya koymuş olduğu teorik ifadeler üzerinde buraya kadar yapmış olduğumuz incelemelerden bir çerçeve çizerek şu sonuçları ortaya koymak mümkündür: Her medeni toplumun temeli bedeviliktir. Bedevi toplulukların en 14 önemli özelliği kuvvetli bir asabiyete sahip olmasıdır. Asabiyetin nihai gayesi ise mülktür. Ve her asabiyet sahibi topluluk çeşitli süreçlerden geçerek mülkü elde etmeye yani kendi etrafında merkezi bir siyasal yapılanmaya dönük mücadele verir. Bu mücadele üç nesil boyunca üç farklı safhadan geçer. İlk neslin mücadele ettiği birinci safhada, merkezileşme yönünde asabiyete dayanılarak önemli adımlar atılır. İkinci neslin dönemi olan ikinci safhada merkezileşme belirli bir ailenin tekelinde doruk noktasına varır. Ancak bu noktada başlangıçtaki asabiyetin kuvveti zayıflamıştır. Devleti elde tutan aile asabiyete başlangıçtaki kadar ihtiyaç duymamakta, çevre’ ye karşı merkezi devşirme unsurlarla ayakta tutmaktadır. Fakat bu dönem merkezi yönetimin zayıflamaya başladığı bir dönemdir. Üçüncü neslin temsil ettiği üçüncü dönem ise devletin ihtiyarlamaya yüz tuttuğu, merkezi yönetimin dağılma yönünde hızla yol aldığı bir safhadır. Üç nesil boyunca süren bu üç safhanın belirgin karakteri de, başlangıçta devletin gücüne güç katan ve toplumsal tabanda ortak bir zenginliğe yol açan refah unsurunun ikinci ve özellikle de üçüncü aşamalarda (nesilde) devletin çürümesine ve merkezi yönetimin dağılmasına yol açan bir işlev görmesidir. Din ise her üç safhada da merkezi yönetimin güçlenmesi yönünde bir rol üstlenmiştir. İBN HALDUN’UN MÜLK TEORİSİ PERSPEKTİFİNDEN ORTA DOĞU’DA YAŞANAN MERKEZİLEŞME YA DA MERKEZSİZLEŞME SORUNU İslamiyet’in Doğuşu Öncesi ve Sonrası ile Raşid Halifeler döneminde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu 7. yüzyıl öncesinde (günümüzde kullanılan coğrafi tanımlamasıyla) Orta Doğu bölgesi Roma İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu arasında hâkimiyet mücadelesine konu olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun MS 330 yılında bir Grek kolonisi durumunda olan İstanbul’u Roma’nın yanında ikinci yeni başkent olarak seçmesinde, Sasani tehdidi önemli rol oynamıştır. Germenlerin MS 4761 yılında Roma İmparatorluğunu yıkmaları sonrasında, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu ile Sasaniler arasındaki hâkimiyet mücadelesi devam etmiştir. İslamiyet’in doğuşunun hemen öncesinde (603), Bizans İmparatorluğu ile Sasani İmparatorluğu uzun sürecek bir savaş sürecini başlatmışlardı. Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilanı (610) iki büyük devletin hâkimiyet mücadelesinin ötesinde dinlerarası bir savaş ortamında gerçekleşti. Kisra II. Hüsrev Perviz’in komutasındaki Sasaniler, 613-616 yılları arasında yürüttükleri savaşlarla Kudüs başta olmak üzere Orta Doğu’nun önemli merkezlerini ele geçirdiler ve İstanbul önlerine kadar geldiler. Bizans İmparatorluğu uğradığı ezici yenilgiler 1 Bu tarihten sonraki kullanımlarda MS (Milattan Sonra) ifadesi kullanılmayacaktır. 15 sonrasında Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Anadolu toprakları üzerindeki hâkimiyetini kaybettiği gibi çok ağır şartlar taşıyan bir barış antlaşması imzalamak durumunda kalmıştır. 613-622 yılları arasındaki Sasani galibiyet ve hâkimiyeti döneminde Hıristiyan dünyanın Kudüs, Antakya, İskenderiye vb. gibi önemli merkezleri tahrip edilmiş ve Hıristiyan halklara yönelik büyük katliamlar yaşanmıştır. Bizans İmparatorluk merkezinin merkezkaç siyasal yapılar üzerindeki kontrolü önemli oranda zayıflamış, devlet çöküşün eşiğine gelmiştir. Bizans İmparatoru Kayser Hirakl, bütün bu olumsuz şartlara karşın 622 yılında Sasanilere karşı savaş açmıştır. Bizans İmparatorluğu, 622-625 yılları arasında Sasanilere karşı yürüttüğü savaş sonucunda, Sasanileri ezici bir yenilgiye uğratmış ve kaybedilen bütün topraklar üzerinde tekrar hâkimiyetini tesis etmiştir. Sasani İmparatorluğu, uğradığı ağır yenilgilerin sonucu olarak 626633 yılları arasında, büyük oranda iç siyasal karışıklıklar içerisindedir. Yukarıdaki satırlarda çok kısa olarak ifade edilen Orta Doğu’nun siyasal tarihi açısından şu tespiti yapmak imkân dâhilindedir: Orta Doğu olarak tanımlanan bölgenin ekonomik olarak gelişmiş bölgeleri, 330-633 yılları arasında iki büyük merkezi siyasal yapının hâkimiyet mücadelesine konu olmuştur. Arap yarımadasının güneyi (Yemen ve Umman’ın bulunduğu kısımlar) bir yana bırakılırsa, ekonomik olarak gelişmiş bölgeler değillerdir. Bu sebeple, 603626 yılları arasında devam eden Bizans-Sasani mücadelesinde, Arap yarımadası ve özellikle Hicaz bölgesi halkları/aşiretleri çatışmanın doğrudan tarafları olmaktan daha çok, inanç (dini) temelli dolaylı bir tarafgirlik içerisindedirler. Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye Hicreti sonrasında kurduğu İslam Devleti de bu aşamada mücadelenin doğrudan bir tarafı değildir, ancak Hicretten önce amcası Ebu Talip’in müşriklerle son bir ara bulma çabasında kullandığı ifadeler bütünüyle dışında olmadığını da ortaya koymaktadır. Bu görüşmede Hz. Muhammed Mekkeli müşriklere, ‘Tevhid dinine’ gelmeleri karşılığında, ‘(…) bütün Araplara hâkim olursunuz, Arap olmayanlar da, size boyun eğerler’ vaadinde bulunmuştur (Mustafa Asım Köksal, 5.Cilt/1987, 53). Bölgesel siyasal parçalanmışlığı kanıksamış Mekkeli müşrik liderlerinin alaycı itirazlarına karşın Hz. Muhammed, vefat ettiği 632 tarihine kadar Arap yarımadasında enerjilerini birbirlerine karşı giriştikleri çatışmalarda harcayan aşiretleri, büyük oranda İslam Devleti’nin çatısı altında birleştirmiştir. 632-661 yılları arasında görev yapan dört halife (Hulefa-i Raşidin) döneminde, tarihte ilk defa Arap yarımadasında ortaya çıkan bir siyasal aktör (İslam Devleti) tarafından, Arap yarımadasının ekonomik olarak gelişmemiş bölgelerinden hareketle, Bizans ve Sasani İmparatorluklarının kontrol ettikleri ekonomik olarak gelişmiş bölgeler hâkimiyet altına alınacaktır. Medine merkezli İslam Devleti, 633-651 yılları arasında Sasani İmparatorluğu’nun 16 hâkim olduğu toprakları ele geçirecek ve 651 yılında bu devletin siyasal varlığına son verecektir. Bunun yanında Hulefa-i Raşidin döneminde, Bizans İmparatorluğu’nun en zengin eyaletleri ele geçirilecektir. Üçüncü Halife Hz. Osman’ın son dönemleri (650 sonrası) ve Hz. Ali döneminde İslam Devleti’nin yaşadığı içsel çatışmalara karşın, fetih hareketleri bütün hızıyla devam etmiştir. Klasik Dönem İslam Siyasal Hâkimiyeti Döneminde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu Halife Hz. Ali’nin 661 yılında öldürülmesinden sonra, Hz. Hasan’ın hilafetten feragat etmesi sonrasında Muaviye’nin hilafeti meşru bir zemine oturmuştur. Muaviye, Emevi Hanedanlığının kurucusu ve ilk halifesi olarak 680 yılında ölümüne kadar geçen sürede, Emevi İslam Devleti’nin merkezini Şam’a taşımış; neredeyse bütün Kuzey Afrika’yı hâkimiyeti altına almış ve İber yarımadasının fethi için gerekli altyapıyı hazırlamıştır. Bununla birlikte Emeviler döneminde Müslümanlar, İstanbul’u ele geçirmek için beş büyük sefer yapmışlar, ancak Bizans Devleti’ni haraca bağlamanın ötesinde bir başarı sağlayamamışlardır. Emevi İslam Devleti, Abbasiler tarafından 750 yılında yıkılıncaya kadar dünya sistemindeki birçok kadim medeniyet havzasını hâkimiyet altına almıştır. Hulefa-i Raşidin döneminde Müslümanlar, kısmi olarak dar/klasik Orta Doğu olarak nitelenen bölgelerin ötesine geçmişler; Emeviler döneminde, en geniş sınırlarıyla tanımlanan Orta Doğu’yu ele geçirmişlerdir. Hulefa-i Raşidin ve Emeviler, bu zamana kadar iki büyük siyasal güç arasında parçalanmış Orta Doğu’yu bu hüviyetinden çıkarmış; kadim medeniyetlerin topraklarını ve zenginliklerini inşa ettikleri merkezi siyasal yapının hâkimiyeti altında birleştirmişlerdir. Hulefa-i Raşidin ve Emeviler döneminde İslam hâkimiyetinin sınırları Çin’den İber yarımadasına, Endonezya- Filipinler bölgesinden Kuzey ve Sahra-altı Afrika’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya uzanmaktadır. Emevilerin iktidarı ele geçirme ve monarşiye dönüştürme stratejisinin yol açtığı bütün çatışmacı dinamiklere karşın, İslami fütuhat hareketi hızını kesmeden devam etmiştir. Abbasilerin iktidarı ele geçirdiği 752 yılından itibaren Emevi hanedan mensuplarına karşı izlenen şiddet ve baskı politikalarına karşın, İslam hâkimiyetinin yayılması bütün hızıyla sürmüştür. Emevi hanedan çevresinden kaçan şahıslar tarafından kurulan Endülüs Emevi Devleti, İslam Dünyasında yarattığı çift-başlılık ile merkezi otoriteyi parçalamıştır. Endülüs Emevi Devleti, yarattığı çift-başlılığa karşın Hıristiyan Batı’nın yanı başında siyasal ve askeri bir tehdit olarak var olmuştur. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin ‘Bu ilk karşılaşmada Müslümanlar Batı topraklarının yarısını istila ettiler ve az kalsın hepsini ele geçireceklerdi’ ifadesi Endülüs Emevilerinin yarattığı tehdidin boyutunu ifade etmektedir 17 (Arnold Toynbee, 1991, 165). Abbasi Halifelerinin Endülüs Emevi Devleti’nin varlığını zaman zaman tehdit olarak görmelerine rağmen, bu devletin Batı Hıristiyan dünyasına karşı stratejik bir ön-savunma hattı oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir. Emevi Hanedanı ile kıyaslandığında Abbasi Hanedanlığının iktidarı çok uzun sürmüştür. Abbasiler, hilafet merkezini Şam’dan Bağdat’a taşımışlardır. Abbasiler döneminde de İslami gaza hareketi devam etmiştir, ancak Emeviler dönemindeki topraksal genişlemenin sınırlarının ötesine çok fazla geçilememiştir. Uzun Abbasi hâkimiyeti, olağanüstü düzeyde artan devlet gelirlerinin bir yansıması olarak eğitimden mimariye kadar her alanda ‘refah olgusunun’ etkisinin derinlemesine hissedildiği bir dönemdir. En meşhur Abbasi Halifesi Harun Reşid’in gökyüzünde hareket eden bulutlara işaret ederek, ‘nereye giderseniz gidin haracınız bana gelecek’ demesi, devlet iktidarının ve hazinesinin kaynaklarının ulaştığı boyutu göstermesinin yanında, aynı zamanda iktidarın ve refahın ‘tekçi’ karakterini de ortaya koymaktadır (Büyük İslam Tarihi, 3. Cilt/1993, 131) . Bu dönemde Orta Doğu bu tekçi dünya görüşünün şekillendiği merkez hüviyetindedir. Abbasi Halifesi El-Mehdi’nin Endülüs Emevi yöneticilerini kendisine biat ettirmek için Endülüs’e elçiler göndermesi ve fakat kaçabilenler dışında adamlarının öldürülmesi iktidarın tekçi karakterinin en önemli göstergesidir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 63). Endülüs Emevilerinin varlığı Orta Doğu’nun merkezsizleşmesi değil, İslam Medeniyet havzasındaki bir siyasi ayrışma olarak görülmelidir. Abbasi merkezinin iç siyasi kavgalar neticesinde zayıflaması merkezkaç siyasal birimlerin kurulmasına imkân tanımıştır. Kuzey Afrika’nın en batısında 780 yılında kurulan İdrisiler Devleti, yine Kuzey Doğu Afrika’nın orta bölgelerinde kurulan Rüstemiler Devleti ilk Harici/Şii devletleri olarak kurulmuşlardır. Tunus merkezli olan Şii Fatımi Devleti, Kuzey Afrika, İran, Irak ve Yemen’de Şii propaganda faaliyetlerini yürüten ‘Da’iler’ aracılığı ile geniş bir nüfuz alanına sahip olmuşlardır. Hilafet’in Hz. Ali soyundan gelenlere ait olduğu propagandasını yapan Da’iler, Bağdat halifesinden bağımsız olduklarını ilan ederek, İslam dünyasında üç halifeli dönemi başlatacaklardır. Şii Fatımi Devleti, yıkıldığı 1171 yılında kadar Kuzey Afrika’da Tunus, Libya, Mısır ve Akdeniz’de Sicilya Adası’na hâkim olmuştur (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 133-142). Fatımiler, Suriye’de konumlarını güçlendiren Selçukluların Mısır’ı da hâkimiyetleri altına alma olasılığı sebebiyle Bizans ile bir ittifak ilişkisine girmişler; Kudüs ve çevresini yeniden ele geçirebilmek amacıyla Birinci Haçlı seferi öncesinde ve başlangıcında Haçlılarla ittifak kurma önerisinde bulunmuşlardır. Haçlıların, 1099 yılında Kudüs’ü ele geçirmeleri sonrasında Mısır’a saldırmaları, yağma ve katliamlarda bulunmaları, İslam Dünyasındaki mezhepsel bölünmenin Orta Doğu bölgesine yönelik bölge 18 dışı siyasal aktörlerin sızmasına olanak tanıyan bir örnek olması açısından önemlidir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 276-277, 296). Abbasi siyasal merkezinin 10. yüzyılın sonu itibariyle zayıflaması, merkezkaç siyasal birimlerin güçlenmesi ve manevra alanlarının genişlemesi soncunu doğurmuştur. ‘Beylikler dönemi’ olarak nitelenebilecek bu dönem, bir yandan Orta Doğu temelli merkezi siyasal yapıyı zayıflatarak yol açtığı siyasal atomizasyon sebebiyle olumsuz bir sürecin başlangıcı olarak nitelenebilir. Diğer yandan, 998-1160 yılları arasında hüküm süren Gazneliler gibi güçlü beylikler/devletler yürüttükleri fetih hareketleri ile İslam hâkimiyetinin genişlemesine hizmet etmişlerdir. Örneğin, Gaznelilerin meşhur hükümdarı Gazneli Mahmud döneminde Hindistan’ın kuzeyi İslam hâkimiyeti altına alınmıştır. Tahiroğulları, Saffaroğulları, Samanoğuları, Büveyhiler, Harzemşahlar, Gazneliler ve Selçuklular bu dönemde ortaya çıkan beylikler arasında en güçlüleridir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 243-247). Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti Dönemlerinde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu Bu beyliklerden Selçuklular, 10. yüzyılın ikinci yarısından itibaren (961) Abbasi merkezine sağladıkları askeri desteklerini bir süre sonra siyasi nüfuza dönüştürerek yeni bir siyasal merkez inşasına girişmişlerdir. Selçuklular, 1040 yılında Dandanakan Savaşında Gaznelileri yenerek askeri/siyasi kapasitelerini; Selçuklu beylerinden Tuğrul Bey’in Abbasi halifesi tarafından Bağdat’a çağrılması ve kızıyla evlenmesi sonucunda siyasi nüfuzlarını arttırmışlardır. Harici/Şii unsurların hâkim olduğu Orta Doğu’da savaşçı Türklerin Müslüman olmaları, İslam Dünyasına yeni bir dinamizm kazandırmıştır. Abbasi siyasal merkezinin parçalanmasının derinleşmesinin ötesindeki en önemli tehdit, Haçlı Seferleri ve Moğolların yönelttiği askeri saldırı ve kalıcı siyasi nüfuz/alan kazanma mücadelesinin yaratacağı, Orta Doğu’nun merkezsizleşmesi olgusudur. Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları, İslam Dünyasının aşırı siyasi parçalanma içerisinde bulunduğu bir döneme rastlamıştır. Haçlı Seferlerinin teşvikçisi ve destekleyicisi Papalık, Bizans İmparatorluğu, Batı Hıristiyanları ve Moğollar arasında İslam Dünyasına karşı askeri ve siyasi ittifak kurulması için diplomatik merkez olma hüviyetine sahip olmuştur. Papalığın ortaya koyduğu ve yürütülmesine büyük katkı yaptığı siyasi ve askeri hedeflerin görünen yüzü ya da arka planına ait tasarımlar hangi içeriği sahip olursa olsun en önemli sonucu, İslami dünya hâkimiyetinin şekillendiği Orta Doğu coğrafyasının geri döndürülemez bir şekilde yeni bir merkezi siyasal yapının inşasına kaynaklık etmekten çıkarılması olacaktır. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1063-1072 yılları arasında kazandığı askeri ve siyasi başarılar Orta Doğu kaderi açısından hayati önem taşımaktadır. 19 Sultan Alparslan’ın 300000 kişilik Bizans İmparatorluk ordusu karşısında Müslümanlardan oluşan 50000 kişilik ordusu ile kazandığı Malazgirt zaferi (1071), Anadolu yarımadasının Müslüman Türklerin iskânına açılması sonucunu doğurmuş; kısa bir süre sonra başlayacak Haçlı Seferlerine ve daha sonraki Moğol saldırılarına karşı yeni bir mücadele ve yaşam alanı kazandırmıştır. Sultan Alparslan’ın 1072 yılındaki ölümü sonrasında onun yerine oğlu Melikşah sultan olmuştur. Sultan Melikşah dönemi (1072-1092) Selçuklu Devleti’nin sınırları çok genişlemiştir. Sultan Melikşah, sadece devletin sınırlarını (Doğu Türkistan’da Kaşgar’dan Kudüs’e, İstanbul’dan Hind Okyanusuna kadar) genişletmekle kalmamış, merkezkaç güçler arasındaki çatışmalardan tahrip olan İslam ülkelerinde büyük bir imar faaliyetini gerçekleştirmiştir. Sultan Melikşah’ın 1092 yılında ölümü sonrasında merkezkaç güçler arası çatışma eğilimi güçlenmiş ve her bir merkezkaç siyasal birim diğerini düzeni bozmakla suçlayarak yeni merkezi kendisinin inşa edeceğini savunmuştur (Büyük Selçuklu Devleti gelişmeleri için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 243-267). Anadolu Selçukluları, Süleyman Şah’ın 1075 yılında İznik’i fethetmesi ve başkent yapması ile İran Selçuklularının yanında siyasal varlık kazanmıştır. Sultan Melikşah’ın Anadolu Selçuklularını kendisine itaat ettirmek için askeri güç kullanması sonuç vermemiştir. Sultan Melikşah’ın ölümü sonrası merkezkaç güçler arasında yaşanan çatışmalardan Sultan Sencer’in kazandığı zaferler İran Selçuklularının etkisini arttırmasına yol açtı. Sultan Sencer döneminde Anadolu Selçuklularına yönelik askeri kuvvet kullanımına son verilmiştir. Kılıç Arslan, Anadolu Selçuklularının sultanı olarak tahta çıkarılmıştır. Buraya kadar ifade ettiğimiz merkez ile merkezkaç güçler arasındaki her birinin siyasal merkeze hâkim olma yönündeki mücadelelerini, İslam medeniyet havzası içerisinde yürütülen bir iktidar kavgası olarak görmek gerekir. Söz konusu iktidar kavgasının, İslam dünyasının iç enerjisini tüketici bir rol oynadığına şüphe yoktur. Merkezkaç siyasal birimler arasındaki çatışmanın bu denli şiddetli yaşanmasında, merkezi iktidarın refahın bütün kaynaklarını kontrol etme ve dağıtma gücünü elinde tutması en önemli sebeptir. Merkezi siyasal iktidara sahip olan güç, kendisine tehdit olarak algıladığı toplumsal kesimleri ya da grupları bütünüyle yok edebilmektedir. Bunun en önemli örneklerinden birisi kudretli Abbasi Sultanı Harun Reşid’in iktidarının güçlenmesinde çok faydalandığı Bermekileri saltanatının son dönemlerinde bütünüyle ortadan kaldırmasıdır (Bermekiler için bkz. Büyük İslam Tarihi, 3. Cilt/1993, 144-155). İslam Dünyası, 11. Yüzyılın sonunda merkez-merkezkaç güçler arasında mücadele ekseninde iç enerjisini tüketirken, 661 yılından itibaren geçen yaklaşık beş asır sonrasında en ciddi dış tehdit ile karşı karşıya kalacaktır. İslam siyasal hâkimiyetinin merkez üssü durumunda 20 olan Orta Doğu’dan Müslümanların sökülüp atılmasının yol açacağı merkezsizleşme, çevredeki Müslüman merkezkaç siyasal birimlerin bütün direnme güçlerinin kırılmasına ve varlıklarına kolaylıkla son verilmesine yol açabilecektir. Bu sebeple Papalık, Haçlı Seferleri çerçevesinde örgütlediği Batılı Hıristiyanların askeri saldırılarını, öncelikle Endülüs Emevilerine değil, Orta Doğu’da hâkimiyet tesis eden merkezi siyasal yapılara yöneltecektir. İslam Dünyası kendi içerisinde yaşadığı bütün siyasi-askeri çatışmalara rağmen, bir yandan Endülüs Emevi Devleti yoluyla 11. Yüzyılın başında İspanya’nın kuzeyinde ciddi başarılar kazanırken, diğer yandan Anadolu Selçuklularının fetih hareketleri sonucu 1075 yılında dini, stratejik ve askeri öneme sahip İznik şehrini ele geçirebiliyordu. Katolik ve Ortodoks Hıristiyan Dünyası, söz konusu başarıların geri döndürülemez bir nitelik kazanmasının önüne geçilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bu noktada Endülüs, 11. Yüzyılın ilk yarısında her biri kendi bölgelerinde bağımsızlık ilan eden on bir beyliğin mücadelesine tanık oluyordu. Ancak Murabitun Devleti (k. 1048), Muvahhidun Devleti (k. 1130), Benu Ahmer Devleti (k. 1231) Endülüs’de siyasi merkezi yeniden inşa etmeye çalışmışlardır. Bu devletlerin zaman zaman kazandıkları başarılara karşın, Endülüs’de merkezkaç siyasi yapılar arasındaki mücadele sona erdirilememiştir. Tam tersi olarak, 29 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı Türklerinin İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğunu yıkmaları, Endülüs’deki Hıristiyan merkezkaç unsurların birlikte hareket etmelerini sağlamıştır (Bu devletlerin politikaları için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 221-234). Selçuklu merkezinin zayıflaması sonucu İran, Irak, Suriye ve Anadolu onlarca beylik ve birçok sultanlığın kendi aralarındaki çatışmalara sahne oluyordu. Katolik ve Ortodoks Hıristiyan Dünyasının en büyük korkusu, merkez-merkezkaç unsurlar arasındaki çatışmadan yeni bir güçlü merkezi yapının ortaya çıkmasıdır. Haçlı Seferleri, İslam Dünyasının zaferler ve yenilgiler ile başarılar ve başarısızlıklar arasında bocaladığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Orta Doğu merkezli İslam hâkimiyetine yönelik Haçlı Seferlerinin başlatılmasında, Anadolu Selçukluları tarafından İznik’in fethedilmesi sonucu, Bizans İmparatorluğunun korkuya kapılması üzerine Papalık’a yaptığı çağrı etkili olmuştur. Bizans İmparatorluğu’nun bu çağrısının ötesinde, bir kısmını yukarıda ifade ettiğimiz siyasi, askeri, ekonomik ve toplumsal birçok sebep ifade edilebilir. Çalışmanın amaç ve kapsamı bu faktörleri ifade etmek ve açıklamak değildir. Bu noktada çalışma, 1096-1272 yılları arasında düzenlenen Haçlı Seferlerinin, Müslümanların Orta Doğu’yu merkez alarak inşa ettikleri siyasal güç merkezinde yaşanan Müslüman siyasal aktörler arasındaki parçalanmışlık ve çatışmanın nitelik değiştirerek Hıristiyan siyasal aktörlerinin bölgeye yönelik tasarımlarının yol açması olası siyasi/coğrafi 21 parçalanma ve merkezsizleşmenin ulaştığı/ulaşacağı boyut üzerine odaklanmaktadır. Yukarıdaki satırlarda ortaya koyduğumuz ifadeler vereceğimiz şu örnekle daha iyi anlaşılabilir. Selçuklu Sultanı Kılıç Aslan, 21 Ekim 1096’da Haçlıların öncü birlikleri ile yaptığı savaşı kazanmış, sonrasında Danişmendoğulları ile mücadeleye başlamıştı. İstanbul’da toplanan Haçlı orduları Müslümanların elindeki İznik’i kuşatmışlar ve ele geçirmişlerdir. Sultan Kılıç Aslan, Haçlılar karşısında başarısızlığa uğrayarak geri çekilmiştir. Bu süreçte Selçuklular sürekli geri çekilmiş, Haçlılar Eskişehir, Tarsus, Çukurova ve Urfa’yı ele geçirmişlerdir. Kısaca karşılaştıkları büyük bir dış tehdit bile Müslümanların birlikte hareket etmesini sağlayamıyordu. Haçlıların Urfa merkezli Edessa Krallığı’nı (Kontluğu) (1096-1144) kurmaları son derece önemli bir gelişmedir. Edessa Krallığı, Haçlıların Müslüman topraklarında kurmuş oldukları ilk devlettir. Haçlılar, uzun bir kuşatma sürecinden sonra Hıristiyan Dünya açısından önemli bir şehir olan Antakya’yı (3 Haziran 1098) ele geçirmişlerdir. Bu şehrin Haçlılar tarafından zaptedilmesinden sonra Antakya Frank Prensliği (1098-1268) kuruldu. Haçlıların 3 Haziran 1099’da başlattığı kuşatma 14 Temmuz 1099’da Kudüs’ün ele geçirilmesi ile sonuçlanmıştır. Haçlılar tarafından Kudüs Krallığı kurulmuştur. Bu süreçte İslam dünyasındaki medeniyet içi çekişmeyi göstermesi açısından şu örnek de son derece önemlidir. Daha önceki satırlarda da ifade ettiğimiz gibi Şii Fatimi Devleti, Selçuklulara karşı Bizans ile ittifak halinde idi. Birinci Haçlı Seferi süresince de müttefiki Bizans’ın ‘Haçlılara güvenilemeyeceği’ uyarılarına karşın Selçuklulara saldırılarını sürdürmüşlerdir, ancak Kudüs’ün zaptedilmesinden sonra Haçlıların kendilerine saldırmasını, Mısırlı Müslümanları katletmelerini ve haraca bağlanmalarını önleyememişlerdir. Orta Doğu merkezli İslam Dünyasının parçalanmışlığından istifade eden Haçlılar, bölgede kurdukları Krallıkları üs olarak kullanarak sürekli sınırlarını genişletme eğilimi içinde olmuşlardır. Söz konusu krallıklar, bundan sonra düzenlenecek Haçlı Seferleri için bir askeri/lojistik üs işlevini yerine getireceklerdir. Bu krallıklar, aynı zamanda, Haçlıların bölgeyi her açıdan tanımalarında ve rakip Müslüman merkezkaç siyasal birimlerle diplomatik temaslar geliştirmelerinde önemli rol oynamışlardır (Söz konusu Haçlı faaliyetleri ve politikaları için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 293-346). Urfa’nın 1144 ve 1146 tarihlerinde (taraflar arasında iki kez el değiştiriyor) Müslümanlar tarafından fethedilmesi sonucu Haçlılarca kurulan Edessa Krallığı sona ermiştir. Urfa’nın kaybı, Frankların Orta Doğu’nun diğer bölgelerindeki kazanımlarının da ellerinden çıkmasına ve Batı Hıristiyan Dünyası ile deniz dışında karadan iletişim yollarını kaybetmelerine yol açmıştır. Urfa’nın kaybı, İkinci Haçlı Seferinin daha üst düzey bir siyasi 22 katılımla başlamasına yol açmıştır. Alman İmparatoru III. Conrad ile Fransa Kralı VII. Louis bizzat İkinci Haçlı Seferi’nin hazırlanmasına ve askeri harekâtların yürütülmesine nezaret etmişlerdir. Bu seferde Haçlılar ilk önemli başarısızlıklarını 1148 yılında Şam kuşatmasında tatmışlardır. Antakya civarında 1149 yıllında yapılan bir savaşta uğradıkları yenilgi ise onlar için tam bir hezimet olmuş ve Kudüs’e çekilmek durumunda kalmışlardır. Bu süreçte, Şii Fatimi Devleti’nin bazı yöneticileri Haçlılarla işbirliği yapmış, ancak Frankların Mısır’ın Başkenti Kahire kuşatması, çevresinde yaptığı katliamlar ve yağmalar Suriye (Halep) Atabeylerinden Nurettin Zengi’nin yardımıyla sona erdirilmiştir. Nurettin Zengi’nin Şam’a dönmesi sonrasında Haçlılar tekrar Mısır’da hâkim konuma gelmişlerdir. Atabey Nurettin Zengi’nin gönderdiği komutanlar Mısır’da Haçlı hâkimiyetini sona erdirmişler ve onlarla işbirliği yapan bürokratları öldürmüşlerdir. Zengi’nin yeğeni ve komutanlarından Selahaddin Eyyubi Halifenin veziri olmuştur. Selahaddin Eyyubi, bir yandan, Haçlıların Mısır üzerine yaptıkları saldırıları boşa çıkartırken; diğer yandan Filistin bölgesinde Haçlıları birçok cephede yenilgiye uğratmıştır. Nureddin Zengi’nin isteği üzerine Mısır’daki hutbelerin Bağdat’taki halife adına okunmaya başlaması ve sonrasındaki siyasi gelişmeler sonucu 1171 yılında Şii Fatimi Devleti sona ermiştir. 1171 sonrasında Mısır’da Eyyubi hâkimiyeti kökleşmeye başlamıştır. Selahaddin Eyyubi, bir yandan deniz yoluyla önemli yardımlar alan, diğer yandan Kızıldeniz yoluyla Mekke ve Medine’yi ele geçirme tehdidini savurarak Hac kervanlarına yönelik saldırılarda bulunan Haçlılarla büyük bir mücadele içerisine girmiştir. Yine bu dönemde Orta Doğu Müslüman liderler arasındaki çatışmanın boyutunu gösteren şu örnek çok önemlidir: Halep bölgesindeki hâkimiyet sorunu sebebiyle, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan ile Selahaddin’in ordusu karşı karşıya gelmiştir. Yapılan diplomatik temaslar sonucunda taraflar arasında büyük bir savaşın çıkması önlenmiştir. Selahaddin, Kudüs’ü kurtarmak amacıyla bütün İslam Dünyasını Haçlılara karşı cihad bayrağı altında birleşmeye çağırmıştır. Selahaddin’in komutasında uzun süren Kudüs kuşatması sonuç vermiş, şehir 20 Eylül 1187 yılında Müslümanlara teslim edilmiştir. İkinci Haçlı Seferi, Haçlıların Orta Doğu’da oluşturdukları sıçrama tahtası rolü oynayacak olan Krallıklarının yeniden kurulması ve güçlendirilmesi amacıyla yapılmış, ancak sonuç alınamamıştır (Söz konusu Haçlı faaliyetleri ve politikaları karşısında Müslümanların faaliyet ve politikaları için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 358-382). İkinci Haçlı Seferi Urfa’da kurulan Edessa Krallığı’nı yeniden kurmak amacıyla yapılmıştı. Bu kez Kudüs Krallığı’nı yeniden kurmak için Avrupa Krallarının katıldığı Üçüncü Haçlı Seferi oluşturuldu. İngiltere Kralı Arslan Yürekli Richard, Fransız Kralı Philippe August 23 ve Alman İmparatoru Frederick Barbaros büyük ordularla sefere katılmışlardır. Üçüncü Haçlı Seferi süresince Haçlılar, Kudüs’ü alamayacaklarını anlamışlar ve çevresinde ileride yapacakları askeri harekâtlar için müstahkem mevkiler oluşturma yoluna gitmişlerdir. İngiliz Kralı Richard’ın ‘Selahaddin sağ olduğu müddetçe ve Müslümanlar bu şekilde birlik halinde iken, asla Kudüs’ü alamayız’ sözü Selahaddin’in Orta Doğu’da sağladığı kısmi merkezileşmenin sonuçlarını göstermesi açısından önemlidir. Selahaddin’in ölmeden hemen önce Selçuklu topraklarına yönelik askeri sefer düzenlemesini öğütleyenlere karşı kullandığı, ‘Ben, Diyar-ı Rum üzerine gitmek istiyorum’ sözü, Orta Doğu merkezli İslam Medeniyet havzasının iç siyasal çatışma ve savaşlardan ne kadar büyük kayıplara uğradığının farkında olduğunu göstermektedir. Nitekim 1193 yılında Selahaddin Eyyubi’nin ölümü üzerine oğulları arasında başlayan iktidar çekişmeleri üzerine İslam tarihçisi İhsan Süreyya Sırma’nın aktardığı şu bilgi çok önemlidir: ‘Şayet Haçlılar Suriye’yi terk edip gitmemiş olsalardı, kolaylıkla Kudüs’ü geri alabileceklerdi’ (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 394-395). Papalığın teşviki ile Alman İmparatoru VI. Henri’nin liderliğinde ağırlıklı olarak Alman ve Fransızlardan oluşan Haçlılar, 1202 yılında Venedik’ten hareket ederek Mısır’ı zaptedip Kudüs’ü geri almayı planlamışlardır. Haçlıların Dördüncü Haçlı Seferi planlarını yaptıkları süreçte, Bizans taht kavgasının taraflarından gelen yardım çağrısı üzerine, Mısır’a gitmekten vazgeçmişler ve İstanbul’a gelmişlerdir. Haçlılar, kendilerine deniz araçları ve finansman sağlayan Venedikler ve Franklarla birlikte İstanbul Frank İmparatorluğunu kurmuşlardır. İstanbul Frank İmparatorluğu, 1204-1261 yılları arasında hüküm sürmüştür. Dördüncü Haçlı Seferi, İstanbul’u daha sonraki Haçlı Seferlerinin askeri lojistik üssü haline dönüştürebilseydi, Orta Doğu’ya yönelik ciddi bir tehdit oluşturabilirdi. Ancak Katolik Frankların ve Venediklerin, Ortodoks Hıristiyanlara olan aşağılayıcı politikaları bu tür bir stratejik dönüşümü önlemiştir. Tam tersine Haçlıların İstanbul’daki varlığı, Kudüs’e yönelik askeri harekâtlar için engelleyici bir faktör durumuna gelmiştir (Dördüncü Haçlı seferi için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 395-399). Dördüncü Haçlı Seferinin Bizans’a yönelik olarak yapılmasından sonra, Beşinci Haçlı Seferi Macar Kralı II. Andre ve Avusturya Dükü VI. Leopold’un öncülüğünde başlamıştır. Papa’nın teşviki ile daha sonra sefere katılan Alman İmparatoru II. Frederic, Beşinci Haçlı Seferinin komutasını üstlenmiştir. Papa’nın baskısıyla II. Frederick tarafından 1227 yılında Orta Doğu’ya yönelik askeri harekât başlatılmıştır. II. Frederick’in Müslümanlarla geliştirdiği ilişkiler, Mısır’da Selahaddin sonrası iç siyasal karışıklıklar, Akka şehri ve çevresindeki birçok bölgenin Haçlılarla savaşmadan diplomatik müzakereler yoluyla devrini sağladı. Hatta yapılan 24 antlaşmada, Kudüs konusunda yapılan düzenlemelerin sonucu olarak II. Frederick, 1228 yılında askerleri ile birlikte Kudüs’e girdi ve kendisini Kudüs Kralı ilan etti. Haçlılar arası hâkimiyet mücadelesi, Mısır’daki Eyyubi hanedanlığındaki bölünmenin yarattığı olumlu şartlardan faydalanmalarını önlemiştir. Tam tersine Haçlılar, aldıkları birçok toprağı Müslümanlara terk etmek durumunda kalmışlardır. Papalığın II. Frederick’in Müslümanlarla geliştirdiği iyi ilişkilerden rahatsız olmasından dolayı Orta Doğu’ya gönderdiği Altıncı Haçlı Seferi de bölgedeki konumlarını güçlendirme yönünde herhangi olumlu bir sonuç vermemiştir. Arnold Toynbee’nin Haçlı Seferleri ile ilgili yaptığı şu değerlendirmeler çatışmanın mahiyetini ve siyasal sonucunu ortaya koyması açısından önemlidir: ‘Bu ölüm-kalım savaşında İslam, Hıristiyanlığın önceden başardığı gibi, hayatta kalmayı başardı. (…) Frenk saldırganlar kovulmuş oldu ve toprak itibariyle Haçlı seferlerinin tek sonucu, önceden İslam’ın elinde olan Sicilya ve Endülüs’ün batı topraklarına katılması oldu’ (Arnold Toynbee, 1991, 166; Beşinci Haçlı seferi için bkz. İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 399-403). Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Haçlı Seferleri, İslam Dünyasının bir başka tehditle yoğun bir şekilde mücadele ettikleri bir döneme tekabül etmektedir. Moğollar, Cengiz Han’ın liderliği altında siyasal birliklerini sağlamışlardır. Cengiz Han, 1206-1227 yılları arasında sürdürdüğü askeri kuvvet kullanımına dayalı genişlemeci politikası sonucu, ulaştığı tüm bölgelerde ekonomik yağma ve alt-yapının tahribi ile demografik yapının köklü değişimine yol açmıştır. Cengiz Han’ın ardılı Moğol Hanları, 1240’lı yıllardan itibaren Orta Doğu’da önce çevredeki merkezkaç siyasal yapıları ve sonrasında siyasal merkezi temsil ettiklerini düşündükleri Abbasi Hilafet merkezi olan Bağdat’a yönelik saldırılarına başlamışlardır. Moğollar, 1241-1259 yılları arasında Anadolu, Irak, İran ve Mezopotamya’yı istila ettiler. Hulagu Han komutasındaki Moğollar, 1258 yılında Abbasi hilafet merkezi Bağdat’ı işgal etmişler, şehrin yaklaşık beş yüz yıllık (762-1258) her alandaki birikimini tahrip etmişlerdir. Bu dönemde Haçlılar, Moğollarla ittifak kurmak için büyük çaba harcamalarına karşın istedikleri sonucu elde edememişlerdir. Cengiz Han, Ögedey Han, Hulagu Han istilaları süresince yapılan çok büyük ölçekteki katliamlar, yağma ve yıkım faaliyetlerine bir de MoğolHaçlı ittifakı eklenseydi Orta Doğu merkezli İslam Dünyasının bir daha toparlanması çok zor olacaktı. Bu ittifakın gerçekleşmemesinin yanında, Mısır’da Eyyubilerin yerine iktidarı ele geçiren Memlukluların ünlü Sultanı Baybars’ın 1260 yılında Ayn Calut’ta Moğollara karşı kazandığı büyük zafer, Moğol askeri ilerlemesini durdurmasa da önemli bir darbe vurmuştur. Sultan Baybars, Moğollara karşı Anadolu Selçukluları ile ittifak kurmaya çalışmasına ve Müslüman Türkmen beylikleri direnişe davet etmesine karşın başarılı olamamıştır. Sultan 25 Baybars’ın 1277 yılında Moğollara karşı gerçekleştirdiği Anadolu harekâtı hedefine ulaşmamıştır. İlhanlı Devleti Başkanı Argun Han, Selçuklular üzerindeki kontrolünü arttırmak ve isyancı Türkmen grupları cezalandırmak için oğlu Keyhatu’yu Anadolu’ya göndermiştir. Keyhatu, Orta Anadolu’da Moğol askeri ve mali hâkimiyetini tam anlamıyla kurmuş, Konya’daki Selçuklu bürokrasisi bütünüyle İran’dan gönderilen İlhanlı kökenli bürokratların eline geçmiştir. İlhanlıların, Selçuklu tahtına oturttukları Sultan Mesud’un 1308 yılında ölümü ile Selçuklu Devleti sona erecektir (İhsan Süreyya Sırma, 4. Cilt/2014, 414-420; Halil İnalcık, Cilt I/2009, 14-15). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Yıkılışına kadar Geçen Dönemde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın 1237 yılında ölümü sonrası, Selçuklu Devlet bürokrasisindeki hâkimiyet mücadelesi ve 1237 yılında Türkmen gruplar arasında patlak veren Babai İsyanının 1240 yılında büyük zorluklarla bastırılmasının yarattığı kaotik ortam, dış askeri müdahale için olumlu bir atmosfer yaratmıştı. 1243 yılında Moğollar ile Selçuklular arasında yapılan Kösedağ Savaşı, Anadolu yarımadasında siyasal merkezi çökertmiş ve Beylikler dönemini başlatmıştır. 13. yüzyılın ikinci yarısı ve 14. yüzyılın başından itibaren merkezkaç siyasal yapılar arasında yeniden siyasal merkezi inşa etmek için çok büyük bir mücadele başlayacaktır. Arnold Toynbee, söz konusu mücadelenin, seleflerinin amaçlarından farklı bir nitelik taşımadığını, ‘Bu sefer İslam, İslam’ı kabul eden Orta Asyalı Göçmenlerin torunlarından olan, Ortodoks Âlemini fethedip bir imparatorluk kuran ve Arapların, Romalıların giriştiği gibi bir dünya devleti kurmaya çalışan Osmanlılar tarafından temsil edildi’ ifadeleri ile ortaya koymuştur (Arnold Toynbee, 1991, 166). 13. ve 14. yüzyıl boyunca merkezkaç siyasal aktörlerin kendi aralarında ve var olan merkezi siyasal yapılara yönelik bir ‘ontolojik güvenlik’ mücadelesine şahit olunacaktır. Bu mücadele süreci, söz konusu merkezkaç unsurların en zayıflarından birisi olan Osmanlı Beyliği’nin önce devlet, sonra imparatorluk örgütlenmesini sağlayarak, bir anlamda İbn Haldun’un hedeflediği ‘Güç Devleti’ni inşa etmeleri ile sonuçlanmıştır. Osmanlı araştırmalarının en önemli isimlerinden Prof. Dr. Halil İnalcık, ‘Devlet-i Aliyye’ başlıklı çalışmasında, ‘Dünya Tarihinin ve Türk tarihinin en büyük sorularından biri, 14. yüzyılda BatıAnadolu’da ortaya çıkan bir Türkmen beyliğinin yarım yüzyıl içinde, Tuna’dan Fırat’a uzanan bir imparatorluk halinde gelişmesi sorusudur’ tespitini yapmaktadır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 3). Yine Osmanlı iktisat tarihi araştırmalarının en önemli isimlerinden Mehmet Genç, Osmanlı siyasal merkezinin inşası ve sürdürülebilir kılınması sürecinin iktisadi kökenlerini incelediği 26 ‘Osmanlı’da Devlet ve Ekonomi’ başlıklı çalışmasında, her birini ‘mucizevi’ olarak nitelediği ‘üç temel problematik’ ortaya koymaktadır. Mehmet Genç, bu üç temel problematiklerden birincisi için, ‘(…) Nüfus, üretim hacmi, sermaye stoku, teknoloji ve enerji kapasitesi bakımından Avrupa, Osmanlı’nın asgari 4-5 katı büyüklükleri kontrol ediyordu ve buna rağmen Osmanlı Türkiyesi, kıta içinde yüzyıllar süren bir genişlemeyi sürdürebilmiş, (…) kıtanın % 10’nu kontrol altına almayı başarmıştı. (…) Bu genişlemeyi tek kelime ile mucizevi diye nitelemek gerekir’ tespitini yapmaktadır (Mehmet Genç, 2000, 39). Mehmet Genç, ikinci problematik için şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: Avrupa, kendi içinde yaşadığı devrimci değişim ve dönüşümlerin yanında 16. yüzyıldan itibaren tedrici olarak dünyaya açılmış ve sömürge imparatorlukları kurarak dünyaya hâkim olmaya başlamıştır. Avrupa’da gerçekleştirilen Sanayi Devrimi, kıtanın sahip olduğu güç parametrelerini inanılmaz ölçüde arttırmıştır. Güç kapasitesi çok büyük oranda artan Kıta Avrupası karşısında Osmanlı’nın kıtadan geri çekilmesi (1683-1922) yaklaşık 239 yıl sürmüştür. Osmanlı Devleti’nin Avrupa Kıtasında 1683 yılına kadar sürdürdüğü ilerlemenin 329 yıl sürdüğü göz önüne alındığında, gidiş-dönüş hızı arasındaki fark % 25-30’a tekabül etmektedir. Genç, Osmanlı’nın geri çekiliş sürecini, ‘(…) Bu adım adım geri çekilmenin arkasında anlaşılması, açıklanması ve inanılması kolay olmayan bir direnmenin gücü vardır. (…) Bu da bütün unsurları ile analiz edilebilmiş değildir. Geri çekilmedeki bu yavaşlığı da mucizevi diye nitelemek gerekir’ ifadeleri ile değerlendirmektedir (Mehmet Genç, 2000, 40). Mehmet Genç, Avrupa Kıtası’nın Merkez ülkelerinin emperyalist politikaları çerçevesinde tüm dünyaya hâkim oldukları bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin gösterdiği direnişle ilgili olarak, ‘(…) Dünyaya hâkim olmakta devasa mesafe almış bulunan Avrupa karşısında Osmanlı İmparatorluğu, açıklanması kolay görünmeyen bir direniş göstererek, I. Dünya Savaşı’na kadar ayakta kalmayı başarmakla kalmamış, üstelik bu savaşa da etkin bir şekilde katıldıktan sonra, (…) Avusturya, Alman ve Rusya İmparatorluklarını da süpüren bu cihanşümul tarihi deprem ile ancak sona ermiştir. (…) Bu ikinci dönemde modern iktisadi büyümeyi gerçekleştirmiş rakiplere karşı, üstelik bu büyük değişmeyi gerçekleştirmeden direnebilmiş olması onun mucizevi başarı niteliğini azaltan değil, aksine arttıran bir etken olarak kabul edilmelidir’ argümanını ortaya koymaktadır (Mehmet Genç, 2000, 40). Prof. Dr. Halil İnalcık, yukarıda ortaya koyduğu sorunun cevabı olarak üç tespit yapmaktadır. Birincisi, 1071 sonrası yaşanan Demografik Devrim, yani Türkmenlerin Anadolu yarımadasına yoğun göçleri ve Selçuklu siyasal merkezinin inşası. İkincisi, Moğol istila hareketi ve egemenliği ile Bizans İmparatorluğu arasında sıkışan Selçuklu merkezi ile 27 merkezkaç siyasal yapıların yürüttüğü Türk-İslam gaza hareketi. Üçüncüsü, Selçuklu merkezi yönetimi döneminde gelişen uluslararası ticari şehirlerin varlığı ve sunduğu zenginlik. 13. yüzyılın ikinci yarısında Kastamonu emirine bağlı bir uc beyi olan Osman Gazi ve siyasi halefleri, Moğol-Bizans-Papalık-merkezkaç siyasal yapılar arası ittifaklara karşı yürütülen bir ‘ölüm-kalım savaşının’ sonucu, Sultan Yıldırım Bayezid’in şahsında siyasal merkezi inşa etmeye teşebbüs etmişlerdir. Sultan Timur’un 1402 Ankara Savaşında Osmanlı Devleti’ni yenmesi, söz konusu teşebbüsü sona erdirmiştir. 1402 sonrası Orta Doğu’nun bir kısmı (İran, Irak) Timur İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde birleşirken, Anadolu yarımadası dâhil olmak üzere tam bir iç siyasal karmaşaya itilmiştir. Osmanlı şehzadeleri arasında yaşanan iktidar mücadelesi sonucu, Çelebi Mehmet’in liderliğinde siyasal merkez yeniden tesis edilmiştir. Sultan II. Murat döneminde izlenen savaş ve barış politikaları arasında, iç ve dış tehditler önemli oranda aşılmış ve Sultan II. Mehmet’in Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentini fethetmesi ile siyasal merkez muhkem hale getirilmiştir. Osman Gazi’nin merkezkaç siyasal aktörlerle metbuiyet ilişkisi çerçevesinde kurduğu ilişkiden ‘devlet içinde mutlak örfi salahiyeti’ ile hâkimiyet tesis eden Fatih Sultan Mehmet’in inşa ettiği imparatorluk, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde merkezileşmede en üst düzeye ulaşmıştır’ (Ahmet Yaşar Ocak, 1998, 85). Bu üç padişahın merkezileşme yönünde uyguladıkları politikaların karakteri ve devletin sahip olduğu niteliğe İbn Haldun, ‘Mütegallip Melik-Tagallüp Mülk’ adını vermektedir. İbn Haldun’a göre mütegallip melik-tagallüp mülk safhasında siyasal iktidar, ‘monist karakteri’ (tekçi) ile belirginleşmektedir. Siyasal iktidar, sahip olduğu topraklar üzerindeki maddi ve manevi tüm zenginlikleri tek elden kontrol etmeyi temel bir görev olarak belirlemektedir. Eski Türk siyasal geleneği, Klasik Dönem İslam siyasal geleneği ve Bizans siyasal geleneğinin değişen ölçülerde etkisi altında gelişen Osmanlı siyasal geleneğinin en temel karakteristik özelliklerinden birisi, ‘merkeziyetçiliktir’. İbn Haldun’un siyasal iktidarın monist karakterini ifade etmek için kullandığı ‘mütegallip melik-tagallüp mülk’ kavramları ve yine alanın önemli isimlerinden Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın kullandığı ‘merkeziyetçilik’ kavramı, sömürücü hegemonik ve kaynakları bütünüyle monarşinin elinde toplayan ‘merkantilist’ bir yaklaşımı yansıtmamaktadır (Ahmet Yaşar Ocak, 1998, 71-105). Bu kavramlar, çoğu merkezkaç siyasal yapılarla özdeşleşen ‘angaryaları’, siyasal parçalanma ve yüksek çatışma dinamiğinin boşa harcadığı toplumsal enerjinin ve servet kaynaklarının yok olmasını önleyerek, toplumsal katmanların zenginleşmesi ve merkezi siyasal iktidarın sürdürülebilirliğini yansıtmaktadır. Başta padişah olmak üzere Osmanlı merkez yöneticileri, 28 kurulduğu 1299/1302’den 1918’e kadar bu siyasal iktidar anlayışını hâkim kılma çabası içinde olmuşlardır. Bu bağlamda Orta Doğu coğrafyası, 16. yüzyıldan 20. yüzyılın başına kadar dönem dönem imparatorluk içerisinde gelişen merkezkaç güçlerin isyanlarına ya da Batılı devletlerin yönelttikleri tehditlere karşın, coğrafi-siyasal bütünlüğünü koruyabilmiştir. Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen, ‘dünyada tek iman, tek sultan’ sözü, Yavuz Sultan Selim’in Orta Doğu fetihleri ile Kanuni Sultan Süleyman’ın Doğu-Orta Avrupa ve Orta Doğu’daki fetihlerinde gerçeklik kazanmıştır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 111). Yavuz Sultan Selim’in Suriye ve Mısır’ın fethi sonrasında ayrıca bir hilafet makamı ihdas etmeyerek siyasal iktidarla birleştirmesi, monist iktidar anlayışını ve hilafet-i ulya olarak nitelenen reel politik gerçekliği yansıtmaktadır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 146). Kanuni Sultan Süleyman’ın, İspanyol Habsburg İmparatoru VI. Karl’a karşı Orta Avrupa ve Kuzey Afrika’da yürüttüğü üstünlük mücadelesinin bir göstergesi olarak 1532 yılında Niş şehrinde taktığı hâkimiyet sembolü ‘Regalia’, bir meydan okumanın ötesinde ‘Pax-Ottomanica’nın bir yansımasıdır (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 156). Papalığın 1494 yılında Tordesillas Anlaşması ile İspanyollar ve Portekizliler arasında yaptığı paylaştırma, Osmanlıların direnişi sonucu tam olarak hayata geçirilememiştir. 1571 İnebahtı Deniz Savaşında donanmasının yok edilmesi sonucu başta İstanbul olmak üzere savunmasız kalan Osmanlı toprakları, yenilgi sonrası kurulan Haçlı ittifakı ile büyük bir tehdit altına girmiştir. Osmanlı Devleti, sadece bir kış içerisinde inşa ettirdiği daha büyük bir donanma ile kurulan Haçlı ittifakının parçalanmasını sağlamış, yeni bir merkezsizleşme dalgasının başlamasını önlemiştir (Halil İnalcık, I. Cilt/2009, 166-172). İspanyol Habsburg İmparatoru II. Felipe’nin 1588 yılında İngiltere’ye karşı düzenlediği askeri harekâtta donanmasının Manş Denizinde batması sonucu, İspanya bir daha eski güç kapasitesine kavuşamamıştır. Osmanlılar, 16. yüzyılın sonundan 19. yüzyıla kadar, hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan farklı dinsel ve etnik kökenden gelen insanlardan ciddi isyanlarla karşılaşmamıştır (Halil İnalcık, 1992, 24). Bu dönemler arasında çıkan isyanlar incelendiğinde, genel olarak isyancıların yerel merkezkaç unsurlar oldukları görülür (Alan Palmer, 2003, 123-124). Yerel merkezkaç unsurların da çok büyük bir kısmı Türk/Müslüman kökenli toprak ağaları ya da yerel devlet yöneticileridir. Söz konusu isyancıların büyük çoğunluğu ayrı bir devlet kurmaktan daha çok devlet içindeki konumlarını güçlendirmek amacındadırlar. Örneğin, 1591-1611 yılları arasında yaşanan Celali İsyanlarına katılanlardan sadece Suriye’de Canbulatoğulları bağımsız bir devlet girişiminde bulunmuş, isyan hareketi boyunca Papalık ve birçok Batılı devletle çok yakın diplomatik ilişki kurmuştur. Osmanlı Devleti, Celali İsyanları boyunca üç cephede 29 savaşmasına ve her an devletin çökeceğine dair Avrupa ülkelerinde bir kanaat oluşmasına karşın, merkezi siyasal yapı korunmuştur (William Griswold, 1983, 43-46; 93-117). William J. Griswold’un ‘Büyük İsyan’ başlıklı çalışmasında Toskana Dükü’nün gönderdiği Büyükelçi’nin Suriye’deki isyancı Canbulatoğlu Ali Paşa’ya önerdiği 30 maddelik anlaşmanın birinci maddesinde ortaya konan, ‘Tanrı’nın yardımıyla, Osmanlı İmparatorluğunu önce zayıflatıp zaman içinde tümüyle yok etme; Canbulad Hanedanının gücünü arttırmak ve özellikle kendi kendimizi yükseltmek amacıyla bir birlik kurmak’ ifadelerinin temel hedefi, Kudüs’ü yeniden ele geçirmektir (William Griswold, 1983, 103). Griswold, Canbulatoğlu Ali Paşa’nın tasfiyesi sonrası Toskana Dükü’nün planlarını gerçekleştirmek diğer yerel hanedanlarla ilişkiler kurma stratejisini sürdürdüğünü belirtmektedir (William Griswold, 1983, 124-126). Aradan geçen dört yüzyıl süreye karşın gerek Papalık gerekse Batılı ülkeler Orta Doğu’ya yönelik hedeflerini canlı tutmuşlar ve projeler geliştirmişlerdir. Griswold’un çalışmasında, Suriye’nin zenginlikleri vurgusu son derece önemlidir. Osmanlı merkezi siyasal hâkimiyetine karşı 19. yüzyıla kadar büyük oranda isyan eden Türk/Müslüman yerel toprak ağaları ve yöneticilere, Avrupa topraklarındaki Hıristiyan tebaa da eklenmiştir. Balkan kiliselerinin 16. yüzyıldan itibaren şekillenmesinde önemli rol oynadığı Hıristiyan Balkan halkları arasındaki milliyetçilik düşüncelerinin güçlenmesinde Fransız Devrimi katalizör rol oynamıştır. Yerel toprak ağalarının angaryaları, dışsal etkiler ve Sanayi Devrimi’nin sağladığı zenginleşme olanaklarının Balkanlı aydınlara sunduğu yeni propaganda gücü, Balkan halklarının kendi ulus-devletlerini kurma eğilimlerini güçlendirmiştir. Osmanlı siyasal merkezinin 1839’dan itibaren ortaya koyduğu Tanzimat düzenlemeleri, merkezileşme politikaları dolayısıyla öncelikle yerel Türk/Müslüman unsurlardan tepki görmüştür. Ancak Batılı ülkelerin yönelttiği tehdidin büyüklüğünün görülmesinden sonra bu unsurlar Osmanlı merkezi ile işbirliği yapma eğilimi içine girmişlerdir. 1830-1908 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarında bulunan halklar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Osmanlı Devleti, 1912 yılında I. Balkan Savaşı’nda kaybettiği topraklar ve Arnavutluk’un da bağımsız olması sonucu Avrupa’daki ülke derinliğini kaybetmiştir. Osmanlı Devleti’nin Balkan topraklarının kaybı, ciddi güvenlik risklerinin oluşmasına ve hazine gelirlerinin azalmasına yol açmıştır. Osmanlıların siyasal merkezi inşa sürecinde Balkanlar bölgesinin ekonomik ve insan kaynaklarının kullanılması, olumlu yönde katkı yapmıştı. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılın başından itibaren Balkanlar’da karşılaştığı çok yönlü sorunlar, Orta Doğu’nun merkezsizleşmesi sürecine etki etmiştir. Fransa, General Napolyon Bonapart komutasında 1797 yılında Mısır’a saldırmıştır. 30 Fransa’nın Mısır’a saldırısı, genelde Batılı Hıristiyan devletlerin çevreden merkeze genişleme stratejisinin, özelde ise Batı medeniyet havzasının küresel hâkimiyetinin inşasında başat aktör olmaya dönük İngiliz-Fransız rekabetinin bir yansımasıdır (Bu dönem Fransız dış politikası için bkz. İsmail Soysal, 1999). Fransa’nın Mısır’da uğradığı yenilgi sonrasında bölgeye yönelik tasarımları kesintiye uğramasına karşın, 1797-1911 yılları arasında Avrupa’nın Merkez devletleri, 16. yüzyıldaki İspanya Kralı V. Karl’ın hayalini gerçekleştireceklerdir. İslam öncesi Roma İmparatorluğu’nun ve 7. yüzyılın ortalarından itibaren İslam medeniyet havzasının bir parçası olan Kuzey Afrika’nın bu konumu, en son İtalya’nın 1911 yılında Libya’yı işgali ile sona ermiştir. İki Savaş Arası Dönemde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kuzey Afrika topraklarını kaybetmesine karşın, Orta Doğu’nun önemli merkezlerini hâkimiyeti altında tutuyordu. Osmanlı Devleti, kalan Orta Doğu topraklarını Anadolu yarımadası ile bütünleştirmek amacıyla, 1903 yılında Haydarpaşa/İstanbul-Bağdat-Basra demiryolu hattının yapımını Almanlara vermiştir. Osmanlı yöneticilerinin aldığı bu kararın Anadolu ve Arap yarımadası (Orta Doğu) üzerinde Alman kontrolünü arttıracağı ve dolayısıyla bir İngiliz-Alman rekabetini körükleyeceği çok açıktır. Alman Kayseri II. Wilhelm, ana çizgilerini kendisinin belirdiği ‘dünya politikası’nın Avrupa’nın Merkez ülkeleri arasında bir çatışmaya yol açmasını da istemiyordu. Bu sebeple Almanya, 14 Şubat 1914’de Fransa ile yaptığı gizli anlaşma sonucu Kuzey Anadolu ve Suriye’yi bu devletin nüfuzuna bırakmıştır. Bu gizli anlaşma sonrasında Almanya ve İngiltere, 14 Haziran 1914 tarihinde gizli olarak yaptıkları Bağdat Demiryolu Sözleşmesi ile bölgedeki nüfuz alanlarını belirlemişlerdir (İlber Ortaylı, 1998, 163-167). Bunun dışında, 1915 sonbaharından itibaren İngiltere-Fransa ve İngiltere-Fransa-Rusya arasında yürütülen pazarlık müzakereleri sonucunda taraflar arasında 26 Nisan 1916’da Orta Doğu’daki nüfuz alanları konusunda bir anlaşmaya ulaşılmıştır. Avrupa’nın Merkez ülkeleri arasında uzlaşı paylaşım planları sonrasında, İngiltere ve Mekke Şerifi Emir Hüseyin arasında 1915 yılı içerisinde yürütülen uzun müzakereler sonrasında, bütün Arap Yarımadasını, Irak ve Suriye’nin tamamını içerecek bir Arap Krallığı’nın kurulması konusunda anlaşmaya varılmıştır. Şerif Hüseyin ile yapılan bu anlaşma sonrasında, Fransa ile İngiltere 9-16 Mayıs 1916 tarihleri arasında diplomatik temaslar yürütmüş, Orta Doğu’da kendi nüfuz bölgelerini Sykes-Picot Anlaşması ile yeniden tespit etmişlerdir. En az bu anlaşma kadar önemli bir diğer gelişme, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un 2 Kasım 1917 tarihinde İngiltere Siyonist 31 Dernekleri Başkanı Lord Rothshild’e yazdığı mektupta, ‘Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt tesisini müsait karşılamaktadır’ ifadesini kullanmasıdır. Bu gelişmelerden habersiz olan Şerif Hüseyin, Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne savaş açmış ve Ekim 1916’da kendisini Arabistan Kralı ilan etmiştir. Şerif Hüseyin, Osmanlı siyasal merkezinin çökertilmesine verdiği desteğin karşılığında kendisinin Arap yarımadasında yeni siyasal güç merkezi olacağını düşünmüştür. Ancak Şerif Hüseyin, Ekim 1917 Bolşevik Devrimi sonrasında yeni yönetimin gizli belgeleri açıklaması sonrasında Sykes-Picot Anlaşmasını; Ocak 1919’da da İngiltere’nin bildirmesi ile Balfour Deklarasyonunu öğrenmiştir. Böylece Birinci Dünya Savaşı sonrası Orta Doğu’da federal ya da konfederal birleşik bir krallık yaratılmanın ötesinde, siyasal parçalanmışlık bölgenin reel politik gerçekliği haline gelecektir. Bir anlamda, İslam hâkimiyeti öncesi büyük güçlerin mücadele alanı olan Orta Doğu, 20. yüzyılda aynı kaderi bir daha yaşayacaktır (Fahir Armaoğlu, 1989, 125-126; Fahir Armaoğlu, 1989, 32-34). Ekim 1917 Devrimi ile Romanof Hanedanlığını deviren Bolşeviklerin Çarlık Rusya’sının gizli anlaşmalarını açıklaması ve Wilson’un toprak ilhak etmeme ve self-determinasyon ilkelerinin Müttefiklerce de kabulü, İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’ya yönelik işgal planlarını zor durumda bırakmıştır. İngiltere ve Fransa, 7 Kasım 1918 tarihinde Orta Doğu hakkında bir ortak deklarasyon yayınlamışlardır. İngiltere ve Fransa’nın bildiride kullandıkları belirsiz ifadelerden bağımsızlık yönünde beklentiye giren Arap halkları, bu iki devlet tarafından Arap topraklarının manda rejimi altına konulacağının açıklanması ile ikinci kez hayal kırıklığına uğramışlardır. Orta Doğu’nun siyasal haritasının nasıl çizileceğini kararlaştırmak üzere İngiltere ve Fransa, 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında San Remo Konferansı’nda bir araya gelmişlerdir. İngiltere ve Fransa, San Remo Konferansı’nda kurulacak manda rejimlerini aralarında paylaşmışlardır. Paris Konferansı’nda kendi kendini yönetme yetenekleri açısından ‘A sınıfı manda’ olarak belirlenen Arap topraklarından Suriye ve Lübnan Fransız mandası altına; Irak, Ürdün ve Filistin İngiltere mandası altına konulmuştur. San Remo Konferansı sonu itibariyle Fas, Tunus ve Cezayir’in Fransız sömürgesi; Mısır ve Sudan’ın İngiliz hâkimiyeti altında; Libya’nın İtalyan işgali altında; İran’ın İngiltere ve Rusya’nın nüfuz bölgelerine ayırdığı bir ülke olduğu düşünüldüğünde, geniş Orta Doğu topraklarının tamamı işgal ya da manda yönetimleri yoluyla Batılı devletlerin kontrolü altındadır. Ortaya çıkan siyasal manzara, Orta Doğu’da çoğu zaman yaşanan İslam medeniyet havzası içi bir güç ya da siyasal merkezi inşa etme mücadelesini yansıtmamaktadır. Orta Doğu, 7. yüzyılın ortasından itibaren ilk kez, bölge dışı aktörler tarafından insan ve ekonomik kaynaklarının kontrol altına alındığı bir 32 ‘merkezsizleşme’ ya da ‘siyasal atomizasyon’a doğru itilmiştir (Fahir Armaoğlu, 1989, 197212). Batılı devletlerin iki savaş arası dönemde Orta Doğu ülkelerini ‘A sınıfı’ kategorisi altında ‘manda/vesayet sistemi’ altına almaları ve izledikleri politikalar bölge halklarının büyük tepkisini çekmiştir. İngiltere ve Fransa, vasisi oldukları bölgelerin idari yapılarını düzenlerken ‘bölge halklarının tepkisini çekecek’, ‘yöneten-yönetilen gerginliği yaratacak’ ve ‘coğrafi bütünlüğünü parçalayacak’ politikalar izlemişlerdir. San Remo Konferansı öncesinde Şam’da toplanan Eşraf Konferansı’nda Filistin ve Lübnan’ı da içine alan büyük Suriye Krallığı kurulması ve başına Hicaz Kralı Hüseyin’in oğlu Faysal’ın getirilmesi, Orta Doğu’daki Arap halklarının ‘siyasal bütünleşmeye’ verdikleri önemi ortaya koymaktadır. Ancak San Remo Konferansı’nda, Filistin Suriye’den ayrılarak İngiliz mandası altına konulmuş; Suriye ve Lübnan Fransız mandası altına konulmuş; Faysal tahtından kovulmuştur. Fransa, Lübnan topraklarını Osmanlı dönemindeki sınırlarını iki katına çıkararak Suriye’den ayırmış ve Suriye topraklarını dört eyalete bölerek federal bir yönetim oluşturmuştur. Bölgedeki Arapların büyük tepkisi karşısında Fransa, 1926’da Lübnan’a ve 1930’da Suriye’ye vasi haklarını saklı tutmak üzere kontrollü bağımsızlık vermiştir. Fransa, 1935 sonrasında Avrupa Kıtası ve Akdeniz’de karşılaştığı Alman ve İtalyan tehdidi, bu ülkelerin vesayet altındaki ülkelere yönelik propagandaları dolayısıyla 1936 yılında Suriye ve Lübnan ile ittifak antlaşmaları yaparak bölgeden çekilmiştir. Fransa, Suriye’deki fiili hâkimiyet dönemi boyunca Sünni Müslüman çoğunluğa karşı, azınlıktaki Nusayri gruplarla, Hıristiyan Araplarla, başlangıçta Dürzi gruplarla işbirliği yapmıştır. Fransa, Suriye dışında iki savaş arası dönemde Kuzey Afrika’da Cezayir, Tunus ve Fas’ı da hâkimiyeti altında tutmaktadır (Fahir Armaoğlu, 1989, 198-199). İngiltere, San Remo Konferansı sonrasında Orta Doğu’da Filistin, Irak ve Ürdün üzerinde vesayet sistemini kurmuş; Mısır ve Sudan üzerinde kontrol tesis etmişti. İngiltere, vesayeti ve kontrolü altındaki Orta Doğu topraklarında Fransa kadar sertlik yanlısı politikalar izlemek yerine, temel politikalarından sapmadan antlaşmalar çerçevesinde ilişkilerini düzenlemiştir. İngiltere, Balfour Deklarasyonuna diğer Avrupa devletlerinin ve ABD’nin de desteğini kazanarak, bölgede Arap halkları arasında oluşan ve sadece kendisine yönelecek büyük tepkiyi frenlemeye çalışmıştır. İngiltere, Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Arapların çoğu zaman birlikte düzenledikleri yoğun protesto gösterilerine rağmen, bölgeye yönelik Yahudi göçüne göz yummuştur. İngiltere’nin 1930’lardan itibaren taraflar arasında çözüm bulmak amacıyla kurduğu komisyonlar ve ortaya konan planlar taraflarca kabul edilmemiş, tam tersine şiddeti tırmandıran bir rol oynamıştır. Komisyonların ortaya koyduğu Filistin’in taksimi ya da bölgeye 33 bağımsızlık verilmesi sonrası kurulacak İsrail Devleti’in varlığı, Arap halkları tarafından kabul edilemez olarak görülmüştür. Filistin topraklarının statüsü konusunda ortaya konan tasarılar, Orta Doğu’daki parçalanmanın derinleşerek sürdüğünü ortaya koyması bakımından önemlidir. İngiltere, vesayeti altındaki Irak ve Ürdün ile ilişkilerini ‘antlaşmalar’ yoluyla düzenlemek istemiştir. İngiltere, 30 Haziran 1930 Antlaşması ile Irak’ın tam bağımsızlığını tanımış ve 1932’de Milletler Cemiyeti’ne (MC) girmesine katkı vermiştir. İngiltere’nin Suriye Krallığı’ndan kovulan Sünni kökenli Faysal’ı Irak kralı yapması, Şii nüfusun ağırlıkta olduğu ülkede ciddi bir gerginlik kaynağı olmuştur. Aynı zamanda İngiltere, bölgedeki dört devlete yayılmış olan Kürtleri bölgesel politikaları çerçevesinde kullanabileceğini görmüştür. Ancak bir siyasal etkileme aracı olarak Kürt siyasal entitesi yaratılması projesi hayata geçirilmemiştir. Bu bölgeler dışında iki savaş arası dönemde Mısır, Suudi Arabistan, İran ve Afganistan İngiltere’nin doğrudan ya da dolaylı yollardan siyasi, askeri ve ekonomik etki kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ülkeler arasındadır. İngiltere, 1919’da milliyetçiler tarafından kurulan Vafd Partisi’nin siyasi faaliyetleri sonucunda 28 Şubat 1922 deklarasyonu ile Mısır’ a bağımsızlık vermiştir, ancak birçok alanda Mısır ve Sudan üzerindeki kontrolünü de sürdürmüştür. İngiltere, Arabistan Yarımadasında Necd Sultanı Abdülaziz’e Mekke Şerifi Hüseyin karşısında verdiği destekle Vahhabi devleti Suudi Arabistan’ın kurulmasını sağlamış, bu ülkenin petrol kaynaklarının işletme imtiyazları büyük oranda İngiliz ve Amerikalı şirketler arasında paylaşılmıştır. İran’da Ekim 1925’de Türk kökenli Kaçar ailesinin hâkimiyetine son verilerek, Ahmet Rıza Han’ın İran Şehinşahı ilan edilmesinde de İngiltere birinci derecede rol oynamıştır. Bu dönemde İngiltere’nin iktidar yapısını şekillendirmekte başarısız olduğu neredeyse tek ülke Afganistan’dır. Yemen üzerinde de İngiliz ve İtalyan rekabeti vardır (Fahir Armaoğlu, 1989, 198-212). Yukarıdaki satırlarda çok kısa bir şekilde ifade ettiğimiz üzere, iki savaş arası dönemde Afganistan’dan Fas’a kadar uzanan en geniş anlamdaki Orta Doğu toprakları, tarihinde ilk defa bölge dışı aktörler tarafından ekonomik, askeri, toplumsal ve siyasal alanlarda doğrudan ya da dolaylı araçlarla bir hâkimiyete konu olmuştur. İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine yönelik yaptıkları bütün tasarımlar, bölgede çatışma dinamiğini ve yöneten-yönetilen gerginliğini arttıracak, coğrafi bütünlüğü bozacak düzenlemeleri içermektedir. Orta Doğu’ya yönelik politikalarını sürdürülebilir kılmak amacıyla bölgedeki etnik ve dini grupları birbirlerine karşı kullanmaları, taraflar arasında güvensizlik duygularını arttırmıştır. İkinci Dünya Savaşı Sonrası ve Soğuk Savaş Döneminde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu 34 Fransa, Almanya karşısında Haziran 1940 yenilgisine kadar ve İngiltere İkinci Dünya Savaşı boyunca, Orta Doğu ülkelerinin topraklarından askeri üs olarak faydalanmalarının yanında, ekonomik ve insan kaynaklarını da savaş içindeki konumlarını güçlendirmek için yoğun bir şekilde kullanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere, sömürgelerinden ve vesayeti altındaki bölgelerden kademeli olarak çekilme planı çerçevesinde, Filistin’den çekilmek istemiştir. İngiltere, 2 Nisan 1947 tarihinde Filistin sorununu Birleşmiş Milletler’e (BM) getirmiş, orta ölçekli devletlerden oluşan bir Filistin Komisyonu kurulmuştur. BM Genel Kurulu’nun 27 Kasım 1947 tarihinde aldığı ‘taksim planı’, Filistin topraklarının Araplar ile Yahudiler arasında paylaşılmasını ve iki ayrı bağımsız devlet kurulmasını öngörmekteydi. İlk olarak, Alman İmparatorluğunun desteği ile Filistin’de başlayan ve 1917 Balfour Deklarasyonu sonrası İngiliz vesayeti süresince artan Yahudi kolonizasyonunun, kullanılan her türlü yönteme karşı, toplam sahip olduğu Filistin toprağı % 8 idi. BM taksim planı Filistin’in % 56’sını Yahudilere verdi. BM Genel Kurulu’nun taksim kararı, bütün Arap dünyasında büyük tepki ile karşılandı ve Arap ülkelerinin 17 Aralık 1947’de Kahire toplantısında Filistin’in taksimini önlemeye yönelik savaş kararı alındı. BM Genel Kurul kararının yarattığı gerilim ortamında İngiltere, 15 Mayıs 1948’den itibaren Filistin’den bütün askerlerini çekeceğini açıkladı. 14 Mayıs 1948’de Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan orduları, 15 Mayıs 1948’de yaklaşık bir yıl sürecek birinci Arap-İsrail savaşını başlattılar. İsrail ile Arap ülkeleri arasında Şubat-Temmuz 1949 tarihleri arasında imzalanan ateşkes antlaşmaları sonucunda İsrail’in kontrol ettiği Filistin toprağı oranı % 77’ye çıktı. Birinci Arap-İsrail savaşında Yahudilerin Arap orduları karşısında kazandığı zaferler, Filistin’in toprak bütünlüğünün parçalanmasını tescillemiştir. Arap ülkeleri, yaşadıkları aşağılayıcı yenilginin sonucu çok ciddi siyasi krizler ve artan Arap milliyetçiliğinin yarattığı sorunlarla karşı karşıya kalmışladır. 1956 Süveyş krizi, 1967 Savaşı ve 1973 Savaşı, Arap ülkeleri ile İsrail’in dolaylı ve doğrudan karşı karşıya geldikleri çatışmalardır. Bu savaşların tamamında, büyük oranda, İsrail konumunu güçlendirmiştir. Yeni Arap toprakları İsrail’in işgali altına girmiş, Filistinli mültecilerin sayısı çok artmış, Filistin topraklarının parçalanması artmıştır. 1973 Savaşı sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger tarafından başlatılan ‘mekik diplomasisi’ sonucunda, 26 Mart 1979’da imzalanan Camp David Anlaşmaları, Mısır’ı İsrail karşısında oluşan Arap Bloğundan koparmıştır. Böylece Amerikan diplomasisi, Orta Doğu’daki siyasal parçalanmayı derinleştirmiştir (Fahir Armaoğlu, 1989, 483-488). 35 Filistin’e Yahudi göçü ve İsrail devletinin kurulması ve sonrasında bu devlet karşısında uğranılan yenilgilerin Orta Doğu Arap halklarına yaptığı etki çok önemli siyasal gelişmelere yol açmıştır. Bu gelişmelerden bir tanesi, Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği’nin tarihinde ilk defa Orta Doğu sorunlarına müdahil olacağı bir ortamı yaratmıştır. Arap ülkelerinde yaratılan milliyetçi dalganın ilk etkisi Mısır’da Hür Subaylar Örgütü’nün 23 Haziran 1952’de Mısır’da monarşiyi devirerek iktidarı ele geçirmesidir. Mısır’ın yeni lideri Cemal Abdül Nasır, ülkenin ekonomik kalkınması amacıyla devletleştirme politikalarını devreye sokmuş; dış kredi temini için Sovyetler Birliği ile diplomatik yakınlaşma içine girmiştir. Nasır’ın uyguladığı ekonomik ve siyasi politikalar Batılı ülkelerin tepkisini çekmiştir. Bu noktada, Süveyş krizi, Ürdün’de mevcut iktidara karşı halk hareketleri, 1957 Suriye krizi, 1958 Lübnan bunalımı, Irak’ta monarşinin yıkılması sonrası gelişmeler Sovyetler Birliği’nin doğrudan ya da dolaylı yollardan dâhil ve müdahil olduğu Orta Doğu sorunlarıdır. Sovyetler Birliği’nin bölge ülkeleri ile kurduğu ilişkiler, bölge ülkeleri arasındaki var olan gerginlik ve çatışmalara ‘ideoloji’ olgusunu da ekleyerek siyasal bölünmeyi/kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Söz konusu krizler süresince yaşanan gelişmelerin en ilginç olanlarından bir tanesi, İran’da meydana gelmiştir. İran siyasetinde Milli Cephe grubu lideri Dr. Musaddık, İran petrolleri üzerindeki İngiliz denetimini kaldırma ve devletleştirme politikasına halk desteği sağlamıştır. Dr. Musaddık, 28 Nisan 1951’de başbakanlığa getirilmiş ve 30 Nisan 1951’de İran petrollerinin millileştirilmesini öngören kanun Meclis’te kabul edilmiştir. Dr. Musaddık, liderliğini yaptığı Milli Cephe ve komünist Tudeh Partisi’nin Mayıs 1952 seçimlerinde Meclis çoğunluğunu ele geçirmesi sonucu konumunu güçlendirmiş, Şubat 1953’de Şahı tahtından feragate zorlamıştır. Dr. Musaddık’ın komünist Tudeh Partisi ile yakınlaşmasının yol açtığı tepkiler (İngiltere, ABD) İran Ordusunun 19 Şubat 1953 darbesi ile sonuçlanmıştır. Gerek Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı, gerekse İran’ın petrol alanlarını devletleştirmesi, ideolojinin ötesinde ülke kalkınmalarının finansmanına dönük girişimlerdir. Ancak Batılı ülkeler, her iki örnek olayda da Orta Doğu ülkelerinin ekonomik zenginliklerinin kalkınmalarını finanse etmek amacıyla etkin kullanımının önüne geçmişlerdir (Armaoğlu, 1989, 489-514). Yukarıdaki satırlarda ifade edilen İsrail-Arap savaşları ve bazı Orta Doğu ülkelerindeki gelişmelerin benzerleri, geniş Orta Doğu coğrafyasının her bölgesinde değişen yoğunlukta ve şiddette yaşanmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren uluslararası politikada ‘yumuşama’ eğilimleri ortaya çıkarken, Orta Doğu ülkeleri arasında ve ülkelerin iç siyasal yapılarında çatışma dinamiğinin arttığına tanık olunacaktır. 1960’lardan itibaren Orta Doğu coğrafyasında ortaya çıkan iç savaş ve çatışmaların en önemlileri şunlardır: 1956-1964 yılları arasında yaşanan 36 Cezayir-Fransa savaşı; 1962 yılında başlayıp 1970’li yılların sonuna kadar devam eden Yemen iç savaşı; Yemen Arap Cumhuriyeti ile Marksist Güney Yemen arasındaki çatışmalar; 19751976 yılları arasında yaşanan Lübnan iç savaşı; 1979 yılında İran’da Şah’ın devrilmesi ve Ayetullah Ruhullah Humeyni liderliğinde İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması; Aralık 1979’dan itibaren Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali; Eylül 1980’de Irak ordularının İran’a saldırısı ile başlayan Irak-İran savaşıdır. Söz konusu zaman diliminde doğrudan çatışma/savaş ortamında bulunmayan Türkiye’de serbest seçimlerle iktidara gelen Demokrat Parti hükümeti 27 Mayıs 1960 darbesi ile devrilmiştir. 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile Adalet Partisi hükümetten ayrılmış ve 1974 yılından itibaren Türkiye sağ-sol ideolojik kamplaşması sonucu yaklaşık 6000 kişinin öldüğü bir iç savaş ortamına sürüklenmiştir. Türk ordusu, iç savaş ortamını durdurmak amacıyla 12 Eylül 1980’de iktidardaki Adalet Partisi hükümetini devirmiştir. Görüldüğü üzere Orta Doğu’nun en istikrarlı siyasal aktörü diyebileceğimiz Türkiye bile, 1960-1980 yılları arasında askeri darbeler ve iç siyasal çatışmalarla sarsılan bir ülke görüntüsüne sahiptir. Dışarıdan bakan bir gözlemci, 1960-1989 yılları arasında Orta Doğu’nun dünya sistemi açısından tam bir istikrarsızlık kaynağı olduğu tespitini yapacaktır. Türkiye dâhil bütün Orta Doğu ülkeleri, 1960 ve 1970’li yılları sahip oldukları insan ve zenginlik kaynaklarını ekonomik kalkınma amaçlı programlara yöneltmek yerine, daha çok bölgesel üstünlük mücadelesi ekseninde boşa harcamışlardır. Orta Doğu’nun Müslüman halkları, 1920 sonrası aldatılmışlık ve mağlubiyet hissinin yarattığı travmayı atlatmadan, ideoloji, mezhep ve siyasal üstünlük temelli çatışmalarla kendi içlerindeki bölünme ve parçalanmanın gittikçe daha da derinleştiğine tanık olmuşlardır. Bu bağlamda, söz konusu alanlardaki negatif olguların geri döndürülemez nitelik kazandığına duyulan inanç, İslam dünyasında siyasal aktörler arası değil, toplumdan topluma bütünleşme hareketlerinin bile zorluğu, hatta imkânsızlığı kanaatini yaygınlaştırmıştır. Böylece Orta Doğu, Soğuk Savaş’ın sona ereceği 20. yüzyılın son çeyreğine, tam bir siyasal atomizasyon görüntüsü içerisinde girecektir. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Orta Doğu’da Yaşanan Merkezileşme ya da Merkezsizleşme Sorunu 9 Kasım 1989 tarihinde Soğuk Savaş’ın en önemli sembollerinden Berlin Duvarı’nın yıkılması, uluslararası politika alanında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’un 1985 yılından itibaren uygulamaya koyduğu ‘Glasnost’ ve ‘Perestroika’ politikaları sonucu, Sovyetler Birliği parçalanmış, uluslararası politikanın iki bloklu yapısı sona ermiştir. Batılı yazarlar, Kapitalist bloğun temsilcisi ABD’nin zaferini, askeri açıdan tek 37 kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıkışı ve liberal değerlerin üstünlüğünün habercisi olarak değerlendirmişlerdir. ABD ve Batılı müttefikleri, Soğuk Savaş’ın bitişi sonrası ilan ettikleri ‘yeni dünya düzeni’ kavramı çerçevesinde, ‘Batı medeniyet havzasını’ etkin kılacak politikaları devreye sokmuşlardır. Sovyet komünist tehdidinin ortadan kalkması sonucu Batılı ülkelerin devreye soktuğu politikalar arasında iki Almanya’nın birleşmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Batılı kurumların değişimi ve dönüşümü süreçlerinin yönetilmesi, liberal kapitalist değerlerin yayılması ve yeni tehdit algılarının yaratılması sayılabilir. Francis Fukuyama’nın ‘Tarihin sonu’; Samuel Huntington’ın ‘Medeniyetler çatışması’ tezleri, uluslararası politikayı etkilemişlerdir. Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin ‘can çekişen bir medeniyet’ olarak nitelediği İslam, Fukuyama tarafından ‘tarih dışına’ itilmiş; Huntington tarafından Soğuk Savaş sonrası kaybolan düşmanın yerine konumlandırılmaya çalışılmıştır. Bu entelektüel tartışmaların ötesinde İslam ve Müslüman ülkeler, Soğuk Savaş sonrasında yeni dünya düzeni kavramı ilkelerinin şekillendirileceği yeni bir çatışma ve çözülme/parçalanma dönemine itilmişlerdir. Soğuk Savaş sonrası Orta Doğu ülkeleri, dünya sisteminde çatışma ve çözülme/parçalanma dinamiklerinin derinlemesine yaşandığı ve bölgeye nüfuz ettiği bir süreçle karşı karşıya kalmıştır. Bu çatışmalardan en önemlisi, İran-Irak savaşı süresince askeri kapasitesini ve tecrübesini arttıran Irak lideri Saddam Hüseyin’in 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgalidir. İran-Irak savaşı boyunca Basra Körfezi’nden kendisi ve müttefiklerine petrol akışının engellenmesi tehlikesi karşısında ABD, bölgedeki askeri varlığını arttırmıştı. Irak’ın Kuveyt’e saldırısı, ‘bir Arap ülkesinin bir diğer Arap ülkesinin topraklarını işgal ve ilhak etmesi’ 1920 San Remo Konferansı sonrası Orta Doğu’da bir ilktir. Bu saldırı süresince ABD, bir yandan yeni dünya düzeninin dayanacağı ilkeleri ilan ederken, diğer yandan BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararlar çerçevesinde oluşturulan BM Koalisyonuna liderlik ederek Kuveyt’i Irak işgalinden kurtarmıştır. Koalisyon kuvvetleri, Saddam Hüseyin rejimini devirecek bir savaş stratejisi izlememiş, Irak topraklarında 32. paralelin güneyini (Şii bölgesi) ve 36. paralelin kuzeyini (Kürt bölgesi) ‘uçuşa yasak bölge’ ilan etmiştir. Bu dönemde ABD, Irak ve İran’a yönelik uyguladığı ‘çifte çevreleme’ politikası ile bu devletleri uluslararası politikada tecrit etmeye çalışmıştır. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı olarak Ağustos 1990-2000 yılları arasında Irak’a karşı uyguladığı ekonomik ambargolar, sağlık ve gıda gibi konularda gevşetilmesine karşın diğer alanlarda sıkı bir şekilde uygulanmıştır. Bu süreçte ekonomik ve askeri olarak zayıflatılmış Irak’ın, Şii ve Kürt bölgelerindeki kontrol gücü büyük oranda ortadan kaldırılmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi, başta ABD ve Batılı ülkeler 38 tarafından sürekli olarak kitle imha silahları ve nükleer silahlar üretme suçlamalarının yanında, ülke topraklarını uluslararası terör örgütlerine kullandırmakla suçlanmıştır. ABD ve Batılı ülkelerin uluslararası toplumun gözünde Irak’a yükledikleri ‘zayıf/başarısız/kirli/haydut devlet’ vb. tanımlamalar, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar ile yeni bir boyut kazanmıştır. ABD, uluslararası topluma saldırının düzenleyicisinin El-Kaide isimli terör örgütü olduğunu duyurmuştur. ABD Başkanı Bush, El-Kaide liderlerine topraklarında barınma imkânı veren Afganistan’ı Ekim 2001’de ve Irak’ı Mart 2003’de BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı olmaksızın oluşturduğu koalisyon güçleri ile işgal emrini vermiştir. Koalisyon güçlerinin ‘Irak’ı Özgürleştirme Harekâtı’ adını verdikleri işgal, Aralık 2011’de sona erdiğinde Irak toprakları fiilen üç parçaya bölünmüş durumdadır. ABD liderliğindeki koalisyon güçlerinin Ekim 2001Aralık 2014 yılları arasında işgal ettiği Afganistan, demokratik bir merkezi yönetime kavuşmaktan uzak, tam bir iç siyasal çatışma ortamına itilmiştir. ABD tarihinin en uzun ve maliyetli savaşı olarak nitelenen Afganistan savaşı, ülke içi barışı kurmanın ötesinde koalisyon güçlerinin mücadele ettiği Taliban’ın siyasal ve toplumsal etkisini arttırmasına sebep olmuştur. 1920 San Remo Konferansı’nda Orta Doğu’da oluşturulan siyasal düzen, 2010 yılına kadar önemli değişimler geçirmesine karşın, köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. 2010 yılında Tunus’ta başlayan halk isyanı, Fas’tan Yemen’e kadar uzanan Orta Doğu ülkelerinde mevcut siyasal rejimlere yönelik demokrasi, özgürlük ve insan hakları talepleri ile ortaya çıkmıştır. ‘Arap Baharı’ olarak nitelenen bu süreç, Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de mevcut yönetimlerin devrilmesine yol açmıştır. Birçok Orta Doğu (Fas, Ürdün, Umman) ülkesinde mevcut hükümetlerin değişmesine yol açan nispi olarak yumuşak halk hareketleri, Cezayir ve Irak’ta oldukça sert protesto ve silahlı gösteriler şeklinde ortaya çıkmıştır. 2011 yılından itibaren Suriye’deki Nusayri ağırlıklı Beşar Esad yönetimine karşı başlayan Sünni temelli muhalif hareket, yukarıdaki ülkelerin tamamından çok daha fazla bir şiddete ve toplumsal travmaya sebep olmuştur. 22 milyonluk Suriye halkının 11 milyonu mülteci ve yer değiştirmiş insan durumuna düşmüş, yaklaşık dört yüz bin insan ölmüş, yerleşim yerleri bütünüyle harap olmuş ve ülke fiilen üç bölgeye bölünmüştür. Orta Doğu bölgesinde, Arap halklarının başlattığı isyanın yarattığı çatışma ortamının ve çözülme/parçalanmanın derinleşmesinde, 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgaline tepki olarak kurulduğu belirtilen (bugünkü kullanımı ile) ‘IrakŞam İslam Devleti (IŞİD) örgütlenmesi etkili olmuştur. IŞİD, Irak ve Suriye topraklarında işgal ettikleri bölgelerde İslam Hilafeti’ne dayalı bir rejim kurduğu iddiasında bulunmuştur. IŞİD’in bölgede etki alanını genişletme yönünde izlediği stratejiler ve terörü Türkiye başta olmak üzere 39 Batılı ülkelere yayma girişimleri çerçevesindeki eylemleri, Orta Doğu, İslam ve Müslüman kavramlarının, tüm tarih boyunca sahip olduğu en negatif imajlarla yüklenmesine yol açmıştır. İslam ve Müslümanlar, dünya halkları nezdinde uluslararası terörizmin destekçisi bir konuma itilmişlerdir. Başta BM olmak üzere, küresel ve bölgesel aktörlerin IŞİD’e yönelik izledikleri sınırlı güvenlikçi politikalar sorunu çözmenin ötesinde, Orta Doğu’daki çatışma dinamiğini arttırmakta ve çözülme/parçalanmayı daha da derinleştirmektedir. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Merkezsizleşme kavramı, Orta Doğu ile özdeşleşen bir nitelik taşımaktadır. SONUÇ İbn Haldun, Mülk teorisinde ortaya koyduğu siyasal merkezi inşa olgusunu İslam Dünyasındaki gelişmeleri açıklamak için değil, ‘tarihin kanunlarını bulmak’ amacıyla ortaya koymuştur. İbn Haldun’un Mülk teorisinde ortaya koyduğu kavramların inşa etmeyi hedeflediği ‘güç devleti’ yoluyla, iktidar ve zenginlik kaynaklarının tek merkezde toplanarak toplumsal zenginleşme ve medeniyetin gelişmesi amaçlanmaktadır. İbn Haldun, bir yönüyle mülk teorisinde, merkezkaç siyasal aktörlerin hâkim olduğu bir coğrafyada çatışma dinamiğinin azaltılmasının, toplumsal refahın gerçekleştirilmesinin zorluğuna işaret etmektedir. İbn Haldun, mülkün parçalanmasını, merkezkaç güçler arası çatışma dinamiğinin artması ve toplumsal istikrarın/refahın yok olması olarak görmektedir. İbn Haldun’un 1401 yılında Timur ile görüşmesi ve İmparatorluğu’nu oğulları arasında paylaştırmaması önerisi, aynı zamanda söz konusu dönemde, İber Yarımadasından Orta Doğu ve Orta Asya’ya İslam medeniyet havzasındaki parçalanmanın yol açtığı sonuçları çok iyi gördüğünü ortaya koymaktadır. Bu anlamda İbn Haldun’un Timur’a önerisi, Osmanlı yöneticilerinde karşılığını bulmuş, ‘merkeziyetçilik’ Osmanlı Devleti’nin en önemli temel karakteristiği olmuştur. Osmanlı yöneticileri güç devletini inşa etmekte, hem örfü (dünyevi kaynakları) hem de İslam’ı (dini kaynakları) kullanmışlardır. Osmanlı yöneticileri, Hz. Muhammed’in birleştirdiği ve inşa ettiği Medine siyasal merkezinin temellendiği Orta Doğu’nun İslam medeniyet havzası olma mirasını 20. yüzyıla kadar taşıma başarısını göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşında yenilmesi sonucu, yalnızca Orta Doğu’yu da kapsayan İslam medeniyet havzasındaki siyasal güç merkezi çökmemiş, bölgenin zenginlikleri ve siyasal kaderi, tarihinde ilk defa bu kadar etkin bir şekilde bölge dışı aktörlerin kontrolü altına girmiştir. İki savaş arası dönemde ve Soğuk Savaş döneminde, Orta Doğu’da kurulan ulus-devletler tarafından siyasal güç merkezini inşa etmek ve bölgenin ekonomik kaynaklarını kontrol etmeye dönük girişimlerin neredeyse tamamı çok kısa sürmüş; aynı zamanda yeni çatışma ve siyasal parçalanmalara sebep olmuştur. Soğuk Savaş sonrası, Kabil’den Fas’a kadar olan İslam 40 medeniyet havzasının ana merkezleri Batılı koalisyon güçlerinin ya doğrudan işgali altına girmiş ya da dolaylı etkisi altında bulunmaktadır. İslam’ı uluslararası terörizm kavramı ile özdeşleştirme ve tarih dışına itme politikaları, Orta Doğu’nun Müslüman aktör-devletlerinin ve halklarının, yeni bir siyasal güç merkezi inşa etmesinin tarihsel şekillendirici ve itici gücünü bir daha geri döndürülemez bir şekilde tahrip etmeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede İbn Haldun’un Mülk teorisinde ortaya koyduğu ‘İnkıyad’ ve ‘Mezellet’ kavramları çerçevesinde İslam Dünyasına karşı geliştirilen Batı politikaları, günümüz Müslümanları açısından çok ciddi tehlikeler içermektedir. İbn Haldun, ‘boyun eğen’ ve ‘aşağılanan’ toplum ya da toplumların ‘siyasal güç merkezi’ ve ‘medeniyet’ inşa etme yeteneklerini kaybedeceklerini ortaya koymuştur. Bunun yanında, İslam medeniyet havzasında her geçen gün sayıları artan yeni merkezkaç siyasal entitelerin kurulması, bu entiteler arası çatışma dinamiğinin desteklenmesi, Orta Doğu halklarının ‘iç enerjisinin ve zenginliklerinin’ bölge dışı aktörler tarafından sömürülmesinin ön şartıdır. Osmanlı Türklerinin en büyük başarısı, merkezkaç güçler arası mücadele ile İslam medeniyet havzasının iç enerjisini tüketecek bir mücadelenin parçası olmayarak, Orta Doğu halkları için ‘ortak bir siyasal hedef’ geliştirmesidir. Bu bağlamda, Orta Doğu halklarının ‘iç enerjisinin ve zenginliklerinin’ bölgenin refahı ve gelişmesi için kullanılabilmesi, Müslümanların, 21. yüzyılın reel politik gerçekliklerini göz ardı etmeksizin yeni bir siyasal güç merkezi inşa etmelerine bağlıdır. KAYNAKÇA Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1980), 6. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989. Armaoğlu, Fahir, Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948-1988), Birinci Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1989. Armaoğlu, Fahir, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,1999. İbn Haldun, Mukaddime, I. Cilt, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İkinci Baskı, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1988. Ortaylı, İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998. İnalcık, Halil, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009. İnalcık, Halil, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, İstanbul, Eren Yayınları, 1992. Sırma, İhsan Süreyya, Müslümanların Tarihi, Üçüncü, Dördüncü ve Beşinci Ciltler, İstanbul, Beyan Yayınları, 2014. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Editör: Kenan Seyyithanoğlu, İstanbul, Çağ Yayınları, 1993. Genç, Mehmet, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Birinci Baskı, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2000. Grisswold, William J., Anadolu’da Büyük İsyan 1591-1611, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1983. 41 Palmer, Alan, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak, İkinci Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003. Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15. ve 17. Yüzyıllar), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998. Soysal, İsmail, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), İkinci baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları,1999. Toynbee, Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Türkçesi: Ufuk Uyan, İstanbul, Ağaç Yayınları, 1991.