22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 3 DÜZENLEME KURULU 4 KONGRE BİLİMSEL PROGRAMI 5 KONUŞMA ÖZETLERİ 9 SÖZEL BİLDİRİLER 27 POSTER BİLDİRİLER 35 YAZAR DİZİNİ 118 1 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 2 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 ÖNSÖZ Değerli Meslektaşlarımız, 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi’ni düzenlemek için yola çıktığımızda, çocuk ve ergen psikiyatrisinin hem üniversitemizde, hem ülkemizde, hem de dünyadaki büyüme ve olgunlaşmasını izlemenin verdiği mutlulukla ana temamızı “BÜYÜMEK” olarak belirledik. Zordur büyümek! Girdiği her yaş yeni deneyimler ve bilgiler katar bireye. Sahip olduğu her bilgi ise yeni sorumluluklar yükler üstüne. Bir bebeğin annesinden ayrılmak üzere attığı ilk adımlardaki mutlulukta, okuma-yazmaya geçen bir çocuğun heyecanında, arkadaşları arasında “ben de varım” diyen bir ergenin gururunda daha fazla katkımız olabilsin diye zorluklarıyla-güzellikleriyle BÜYÜMEYİ ele alalım istedik kongremizde. Sağlıklı bebeğin büyümesinden, otistik çocuğun büyümesine kadar büyümeyi her yönden incelemek ve tartışmak için eşsiz güzelliğinin değişmesini hiç istemediğimiz Abant’ta buluşmayı planladık. Doyurucu, keyifli ve huzurlu bir kongre geçirmek için çocuklarla ve ergenlerle çalışan herkesi 24-27 Nisan 2012 tarihleri arasında Büyük Abant Otel'e bekliyoruz. Abant’ta birlikte olmak dileği ile. Prof. Dr. Belma Ağaoğlu Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin Kongre Eş Başkanı Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Kongre Eş Başkanı Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneği Başkanı 3 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 DÜZENLEME KURULU Onursal Başkan Prof. Dr. Sezer Ş. KOMSUOĞLU Kocaeli Üniversitesi Rektörü Eş Başkanlar Prof. Dr. Belma AĞAOĞLU Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Füsun ÇUHADAROĞLU ÇETİN Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Derneği Başkanı Üyeler Prof. Dr. Ayşen COŞKUN Prof. Dr. Müge TAMAR Doç. Dr. Işık KARAKAYA Doç. Dr. Nursu ÇAKIN MEMİK Doç. Dr. Özlem YILDIZ Yrd. Doç. Dr. Şahika ŞİŞMANLAR Dr. Hasan ARDIÇ Dr. Emine DEMİRBAŞ ÇAKIR Dr. Cem TARAKÇIOĞLU Dr. Kenan DUYMAZ Dr. Fatih KINIK Dr. Mehriban KELEŞ Dr. Damla MANGA Psk. Mahire KUTLU 4 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 BİLİMSEL PROGRAM 1.Gün 24 Nisan 2012 - SALI 11:00 - 12:00 AÇILIŞ TÖRENİ 12:00 – 13:00 ÖĞLE YEMEĞİ 13:00 - 14:30 İkili Konferans: Büyümek Deyince Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ayşen Coşkun Konuşmacılar: Prof.Dr. Ayşen Baykara - Prof.Dr. Bahar Gökler 14:30 – 15:00 KAHVE ARASI 15:00 - 16:30 A Salonu PANEL Yıkıcı Davranış Bozuklukları İle Büyümek Oturum Başkanı: Prof. Dr. Yankı Yazgan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ile Büyümek Prof.Dr. Yankı Yazgan Davranım Bozukluğu ile Büyümek Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Beril Taşkın 16:30 - 17:00 17:00 - 18:30 Poster Bildiri Tartışmaları Kurslar 19:30 AÇILIŞ KOKTEYLİ B Salonu PANEL Değişik Ruhsal Sorunlarla Büyümek I Oturum Başkanı: Prof. Dr. Elvan İşeri Konuşma Bozuklukları ile Büyümek Prof.Dr. Elvan İşeri Tik Bozuklukları ile Büyümek Yrd. Doç.Dr. Sabri Hergüner Uyku ve Büyüme Doç. Dr. Özgür Yorbik 2.Gün 25 Nisan 2012 - ÇARŞAMBA 09:00 - 10:15 Konferans: Mesleki Kimlik Gelişimi Oturum Başkanı: Doç.Dr. Işık Karakaya Konuşmacı: Prof.Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin 10:15 – 10:30 KAHVE ARASI 10:30 - 12:00 A Salonu PANEL Riskli Çocuklar Büyürken Oturum Başkanı: Prof.Dr. Fatih Ünal Mizaç Özelliği İle Büyümek Prof.Dr. Fatih Ünal Suç Gelişimi ve Suça Karışmış Çocuk Büyürken Prof.Dr. Bengi Semerci Koruma Altındaki Çocuk Büyürken Doç.Dr. Taner Güvenir B Salonu PANEL Farmakoterapötik Ajanlarla Büyümek Oturum Başkanı: Doç.Dr. Özlem Yıldız Atomoksetin, Metilfenidat İle Büyümek Doç.Dr. Özlem Yıldız Antipsikotiklerle Büyümek Dr. Özden Üneri Antidepresanlarla Büyümek Dr. Senem Başgül 12:00 - 13:00 ÖĞLE YEMEĞİ 13:00 - 14:30 A Salonu PANEL Değişik Ruhsal Sorunlarla Büyümek II Oturum Başkanı: Prof.Dr. Cahide Aydın Cinsel İstismara Uğramış Çocuk Büyürken Prof.Dr. Cahide Aydın Cinsel Farklılaşma Bozukluğu ile Büyümek Doç. Dr. Burcu Özbaran Zihinsel Özür ile Büyümek Yrd. Doç.Dr. Evrim Aktepe B Salonu PANEL Değişik Ruhsal Sorunlarla Büyümek III Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ümran Tüzün Kronik Fiziksel Hastalık ile Büyümek Prof.Dr. Ümran Tüzün Somatoform Bozukluklar ile Büyümek Prof. Dr. Berna Özsungur Yapay Bozukluk ile Büyümek Doç. Dr. Burak Doğangün 5 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 14:30 – 15:00 24 – 27 Nisan 2012 KAHVE ARASI 15:00 - 16:30 A Salonu PANEL Yaygın Gelişimsel Bozukluk ile Büyümek Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ayşen Baykara Okul Öncesi ve Okul Döneminde Yaygın Gelişimsel Bozukluk Prof.Dr. Süha Miral Ergenlik ve Erişkinlikte Yaygın Gelişimsel Bozukluk Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes Olgu Sunumları Prof. Dr. Ayşen Baykara 16:30-17:00 17:00-18:30 B Salonu PANEL Duygudurum Bozuklukları ile Psikoz ile Büyümek Oturum Başkanı: Doç. Dr. Neslihan İnal-Emiroğlu Depresyon ile Büyümek Doç. Dr. Yasemen Taner Bipolar Bozukluk ile Büyümek Doç. Dr. Neslihan İnal - Emiroğlu Psikoz ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Burak Baykara Poster Bildiri Tartışmaları Kurslar 3.Gün 26 Nisan 2012 - PERŞEMBE 09:00 – 10:15 A Salonu / Sözel Bildiriler Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Didem Öztop 9:00 Çocuk Gelinler; Sosyodemografik Özellikler ve Ruhsal Değerlendirme Nusret SOYLU, Muhammed AYAZ 9:15 Sorun Davranışı Olan Çocuklar Disipline mi Hastaneye mi? İbrahim Selçuk ESİN, Onur Burak DURSUN 9:30 Bipolar Bozukluklu Ergenlerde Serum Bdnf Düzeyleri ile Hipokampal Volumler Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi F.Neslihan INAL-EMİROGLU, Burak BAYKARA , Halil RESMİ, Nuri KARABAY , Handan ÇAKMAKÇI, Nagihan CEVHER, Birsen ŞENTÜRK, Sevay ALSEN, Aynur AKAY 09:45 Kurumdan Gelmiş Bir Ergenin Tedavisi için Kurumdaki Arkadaşlarıyla Video Aracılığıyla Bağlantı Kurulması Bülent COŞKUN B Salonu / Sözel Bildiriler Oturum Başkanı: Doç. Dr. Ebru Çengel Kültür 9:00 Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Olan Çocuklarda Uykunun Yaşam Kalitesi İle İlişkisinin İncelenmesi Esra YÜRÜMEZ, Birim GÜNAY KILIÇ , Ayla AYSEV 9:15 Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanısı Konan Çocuklarda Uyku ve Uyku Bozuklukları: Polisomnografik Çalışma Hayati SINIR, Selma FIRAT GÜVEN, Bülent ÇİFTÇİ, Zeynep TÜZÜN, Berna ÖZSUNGUR 9:30 Bipolar Affektif Bozukluk Tanısı Olan ve Bipolar Bozukluk İçin Yüksek Riskli Gruptaki Ergenlerin Nöropsikolojik Özellikleri Melih Nuri KARAKURT, Koray KARABEKİROĞLU , Murat YÜCE, Tülay ÇALIK 9:45 Cinsel İstismara Uğrayan Çocuk ve Ergenlerde Depresyon, Dissosiyatif Bozukluk ve Posttravmatik Stres Bozukluklarının Ölçeklerle Değerlendirilmesi Rabia DURMUŞ, Merve ÇIKILI, Hatice DOĞAN, Didem Behice ÖZTOP, Sema EKMEKÇİ, Fatih YAĞMUR, Meda KONDOLOT 10:00 Major Depresyonlu Ergenlerde Anksiyete Duyarlılığının İntihar Düşüncesi Üzerine Etkileri Ayhan BİLGİÇ, Savaş YILMAZ, Sabri HERGÜNER 10:15 – 10:30 KAHVE ARASI 10:30 – 12:00 DERNEK GENEL KURUL TOPLANTISI 12:00 – 13:00 ÖĞLE YEMEĞİ 6 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 13:00 - 14:30 A Salonu PANEL Büyüme ve Ruh Sağlığı Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ferhunde Öktem Bebek Büyürken Prof.Dr. Runa İdil Uslu Oyun Çağı Çocuğu Büyürken Prof. Dr. Ferhunde Öktem Okul Çağı Çocuğu Büyürken Yrd. Doç. Dr. Goncagül Çelik 14:30 – 15:00 B Salonu PANEL Engel ile Büyümek Oturum Başkanı: Dr. Senem Başgül Engelli Kardeşi Olmak Ezgi Yılmaz Engelli Ebeveyni Olmak Avk. Sedef Erken Engelleri Aşarken ‘’Duyu Bütünleme Terapisi’’ Uzm. Fizyoterapist Sedef Tezer Engelli Bireyin ve Ailesinin Hakları ve Hekimin Sorumluluklarına Hukuki Yaklaşım Avk. Jülide Işıl Bağatur KAHVE ARASI A Salonu PANEL Ergenlik ve Büyüme Oturum Başkanı: Prof.Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin Ergenlik Döneminde Büyüme Prof.Dr. Ayla Aysev Narsisistik Kişilik Özellikleri ile Büyüme Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin Borderline Kişilik Özellikleri ile Büyüme Prof. Dr. Müge Tamar 16:30 - 17:00 17:00 - 18:30 Poster Bildiri Tartışmaları Kurslar 20: 00 GALA YEMEĞİ VE PLAKET TÖRENİ B Salonu PANEL Anksiyete Bozuklukları ile Büyümek I Oturum Başkanı: Doç. Dr. Işık Karakaya Travma Sonrası Stres Bozukluğu ile Büyümek Doç. Dr. Işık Karakaya Sosyal Fobi ile Büyümek Doç. Dr. Ayşe Yolga Tahiroğlu Özgül Fobi ile Büyümek Doç. Dr. Saniye Korkmaz Çetin 4.Gün 09:00 – 10:15 10:15 – 10:30 27 Nisan 2012 – CUMA KOMİSYON TOPLANTILARI KAHVE ARASI 10:30 – 12:00 A Salonu PANEL Anksiyete Bozukluğu ile Büyümek II Oturum Başkanı: Doç.Dr. Tezan Bildik Obsesif Kompulsif Bozukluk ile Büyümek Doç. Dr. Burcu Çakaloz Yaygın Anksiyete Bozukluğu ile Büyümek Doç.Dr. Tezan Bildik Ayrılık Anksiyetesi Bozukluğu ile Büyümek Doç. Dr. Nursu Çakın Memik 12:00 – 13:00 13:00 – 14:30 B Salonu PANEL Sorunlu Ebeveyn ile Büyümek Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ayşen Coşkun Suçlu Ebeveyn ile Büyümek Prof. Dr. Ayşen Coşkun Ruhsal Bozukluğu Olan Ebeveyn ile Büyümek Doç. Dr. Ayten Erdoğan Tek Ebeveyn ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Gökşin Karaman ÖĞLE YEMEĞİ KAPANIŞ VE ÖDÜLLER KURSLAR 1. Çocuk ve Ergenlerde Bir Grup Psikoterapisi Yaklaşımı Olarak Psikodrama Prof.Dr. Bahar Gökler 2. Çocuk ve Ergenlerde Adli Psikiyatri Uygulamaları Prof.Dr. Ayşen Coşkun, Yrd. Doç. Dr. Şahika Gülen Şişmanlar 3. Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi (K-SADS) Prof. Dr. Fatih Ünal 7 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 8 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 KONUŞMA ÖZETLERİ 9 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 1. GÜN 24 Nisan 2012 – SALI İkili Konferans: BÜYÜMEK DEYİNCE Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ayşen Coşkun Büyümek Deyince Prof. Dr. Ayşen Baykara 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Bir bireyin büyümesi bile karmaşık ve çok etkenlidir. Kurumların ve kurumlardaki bireylerin büyüme süreçlerinde doğal olarak daha karmaşık, yoğun iç ve dış dinamikler rol oynuyor. Çeşitli olumlu olumsuz duygular, ilişkiler, umutlar ve hayal kırıklıkları kliniklerin büyüme sürecinde kaçınılmaz yaşanıyor. Tıpkı insanların büyüme sürecinde olduğu gibi. Yetişkin yaşamımızda gerçekleştirmeye çalıştığımız çocukluk ideallerimiz, yeni zorlu durumlarla karşılaştığımızda çocuklukta ki motiflerin yetişkinlikte nasıl bir görüntüyle kendisini gösterdiği ve bitmeyen büyüme mücadelesi… Kaynağını yalnız çocukluktaki duygulardan ve gelişimsel dinamiklerden mi alıyor yoksa algılama, bellek, düşünce ve yargılama süreçleri de etkili mi? Cevabınızı duyar gibiyim, ‘ evet’ diyorsunuz. Ama neden böyle bir soru sorduğumu merak mı ediyorsunuz? ‘Büyümek’ konu başlığı benim belleğimi yoklamama, düşünmeme, duygularımı yeniden hatırlamama vesile oldu. Bugün, daha yakın geçmişte çalıştığım kurumlarda çocuk psikiyatrisi için yapmaya çalıştıklarımla, daha uzak geçmişten, çocukluğumla, ilgili nasıl çağrışımlarım olduğunu yakaladım onları paylaşmak istiyorum. Anahtar sözcükler: Gelişimsel Dinamikler, Bireysel Büyüme, Kurumsal Büyüme Büyümek Deyince Prof. Dr. Bahar Gökler Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Panel : Yıkıcı Davranış Bozuklukları İle Büyümek Oturum Başkanı: Prof. Dr.Yankı Yazgan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ile Büyümek Prof.Dr. Yankı Yazgan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), ortaya çıkışında genetik özelliklerin kuvvetli rol oynadığı, belirtileri çocukluk döneminde başlayan, hayatın farklı dönemlerinde tanısı konabilen bir nörogelişim bozukluğudur. Okul çağı çocukları arasında yaygınlığı %2.5 ile %12.5 arasında değişmektedir. Dikkat ve hareket sisteminin ayarının yapılamaması ve bu ayarın içinde bulunulan zaman ve bağlama uydurulamaması temel problem alanını teşkil etmektedir. DEHB olanların tipik gelişim özellikleri sergileyen akranları gibi bir gelişim yolu izledikleri, ancak dikkat ve davranışı ilgilendiren alanlarda beyin gelişiminin gecikmeli olduğu bilinmektedir. DEHB olan çocukları kısa ve uzun dönemde bir takım riskler, zorluklar beklemektedir. Zamanında, uygun yardımı almayan çocuklar okul başarısızlığı, akran ilişkilerinde problemler, başarısızlıklara ve olumsuz geri bildirim örüntüsüne bağlı düşük benlik saygısı, depresyon ve anksiyete gibi duygu idaresi ile ilgili zorluklar, kazalar, yaralanmalar, madde kötüye kullanımı, işe başlama ve sürdürme ile ilgili problemler (işe başlayamama, sık iş değiştirme), uzun süreli ve kaliteli ilişkiler kuramama, evlilik problemleri (çatışmalar, sık eş değiştirme) ile karşılaşabilmektedir. DEHB olan kişilerin psikiyatri hizmeti alma sebepleri, bazen bu ikincil zorluklar olabilmekte, DEHB’nin varlığı takip sırasında anlaşılabilmektedir. Anahtar kelimeler: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Yaşam Boyu, Zorluklar Kaynaklar 1. Mannuzza S., & Klein R.G. (2000). Long-term prognosis in attention deficit hyperactivity disorder. Child & Adolescent Psychiatric Clinics of North America, 9(3), 711-26. 2. Polanczyk G., de Lima M.S., Horta B.L., Biederman J., & Rohde L.A. (2007). The worldwide prevalence of ADHD: a systematic review and metaregression analysis. American Journal of Psychiatry, 164, 942-948. 3. Shaw P, Eckstrand K, Sharp W, Blumenthal J, Lerch JP , Greenstein D, Clasen L, Evans A, Giedd J, and Rapoport JL (2007). Attention-deficit/hyperactivity disorder is characterized by a delay in cortical maturation. PNAS 104 (49): 19649-19654 10 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Davranım Bozukluğu ile Büyümek Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Davranım Bozukluğu (DB) çocuk veya ergenin kurallara uymak istememesi, başkalarının haklarını hiçe sayması, insanlara veya hayvanlara zarar vermesi, cinsel saldırganlık ve başkalarının eşyalarına zarar verme gibi özellikleri taşıyan çocukluk çağının en önemli psikiyatrik bozukluklarındandır (APA 1994). DB % 2-16 arasında görüldüğü belirtilmekle birlikte (Hendren ve Mullen 2006) ülkemizde yürütülmekte olan geniş kapsamlı bir epidemiyolojik çalışmada % 1.9 sıklığında görüldüğü belirlenmiştir (Uysal, Akyol, Aydın ve Ercan 2012). Diğer Yıkıcı Davranış Bozuklukları gibi DB da oldukça iyi araştırılmış bir bozukluk olmasına karşın DB’nun yaşam boyu doğal gidişi de bütün yönleriyle bilinmemektedir. DB olan olguların % 23-41’inin erişkinlikte Antisosyal Kişilik Bozukluğu tanısı aldıkları öne sürülmektedir. Bu konuşmada DB’nun Türkiye’de görülme sıklığı ve hangi semptomların en fazla görüldüğü, yaşam boyu seyri ve yaşam boyu gidişini etkileyen faktörler tartışılacaktır. Kaynaklar 1. American Psychiatric Association: Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, 4th ed. (DSM-IV) (1994) Washington DC, American Psychiatric Association. 2. Hendren RL, Mullen DJ (2006). Conduct Disorder and Oppositional Defiant Disorder. Essentials of Child and Adolescent Psychiatry içinde (Dulcan ve Wiener eds.). Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Beril Taşkın Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Yıkıcı Davranış Bozuklukları (YDB) tanı grubu içinde yer alan Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu (KOKGB) otoriteye karşı gelen, kurallara uymayan, olumsuz ve düşmanca davranışların 6 aydan uzun süre varlığı ile karakterize bir durumdur. KOKGB’nun biyolojik, psikolojik, gelişimsel, sosyal ve çevresel etkenlerin rol oynadığı karmaşık bir etiyolojiye sahip olduğu düşünülmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı genellikle ergenlik öncesi olup; erkek cinsiyette daha sıktır(1). Başta Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olmak üzere diğer YDB ile birlikteliği sık olan KOKGB, ayrıca Anksiyete Bozuklukları, Duygudurum Bozuklukları ve Madde Kötüye Kullanımı-Bağımlılığı ile komorbid olabilmektedir. Bozukluğun prognozu ile ilgili çalışmalar komorbid durumların yanısıra, belirtilerin şiddet ve süresinin önemine işaret etmektedir. DEHB, KOKGB ve Davranım Bozukluğu (DB) arasındaki ilişkilerin tanımlandığı bir modelde, davranış bozukluklarının hafiften ağıra doğru gelişimsel bir ilerleme gösterdiği varsayılmakta ve KOKGB komorbiditesi olan DEHB’li çocukların sadece bir grubunda DB’nin geliştiği bildirilmektedir. DB gelişen çocukların bir alt grubunda da daha sonra antisosyal kişilik bozukluğunun gelişebileceği ileri sürülmektedir(2). KOKGB’nun tedavisinde aile işlevselliğinin değerlendirilmesi, problem davranışların yönetimine ilişkin eğitim, çocuğun sosyal becerilerini geliştirme ve kendilik değerini arttırmaya yönelik bireysel terapiler gibi çeşitli psikososyal mudahaleler ve psikofarmakolojik yaklaşımların birlikte ya da ayrı ayrı etkili olduğu gösterilmiştir(3). Panelin bu bölümünde KOKGB tanısının tarihsel gelişimi, bozukluğun etiyolojisi, sıklık ve yaygınlığı, klinik görünümü, prognozu, eşlik eden durumlar, ayırıcı tanı ve tedavi yaklaşımları gelişimsel bakış açısı ile tartışılacaktır. Anahtar Sözcükler: Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu, Komorbidite, Prognoz. Kaynaklar 1. Loeber R, Burke JD, Lahey BB, et al(2000) Oppositional defiant and conduct disorder: a review of the past 10 years, part I. JAmAcadChildAdolescPsychiatry; 39:1468-1484. 2. Nock MK, Kazdin AE, Hiripi E, Kessler RC(2007) Lifetime prevalence, correlates, and persistence of oppositional defiant disorder: results from the National Comorbidity Survey Replication; JChildPsychol Psychiatry, 48:703-713 3. Burke JD et al(2002) Oppositional defiant disorder and conduct disorder: a review of the past 10 years, part II. JAmAcadChildAdolescPsychiatry, 41:1275-1293 Panel : DEĞİŞİK RUHSAL SORUNLARLA BÜYÜMEK I Oturum Başkanı: Prof. Dr. Elvan İşeri Konuşma Bozuklukları ile Büyümek Prof. Dr. Elvan İşeri Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara 11 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Tik Bozuklukları ile Büyümek ‘Büyüyünce Geçer mi?’ Yrd. Doç. Dr. Sabri Hergüner Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya Tik, birden ortaya çıkan, hızlı, ritmik olmayan, istem dışı, yineleyici ve tekrarlayıcı hareket (motor tik) ya da ses çıkarma (vokal tik) olarak tanımlanmaktadır. Genelde kısa süreli, nöbetler halinde ve aralıklı olarak ortaya çıkar. DSM-IV’de; 1- Geçici Tik Bozukluğu, 2- Kronik Motor ya da Vokal Tik Bozukluğu, 3- Tourette Sendromu ve 4- Başka Türlü Adlandırılamayan Tik Bozukluğu olarak sınıflanmıştır. İlköğretim çağındaki çocukların % 12 – 18’inde olduğu toplum tabanlı çalışmalarda gösterilmiştir. Kronik tik bozukluğu ise daha az sıklıkta (% 3 – 4) görülmektedir. Erkeklerde kızlara göre 4 – 5 kat daha sıktır. Tikleri olan kızlarda trikotilomani ve obsesif –kompulsif bozukluk daha fazla iken erkeklerde dışa vurum sorunları (Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu) ön plandadır (1, 2). Tikler yaşla genellikle azalma eğilimindedir, % 50 – 70 oranında kendiliğinden kaybolur. Tourette Sendromu’nda ise olguların üçte birinde tamamen kaybolur, üçte birinde hafif belirtilerle devam eder, diğer üçte birinde ise erişkinlik döneminde de sürer (3). Tedavide en sık kullanılan seçenek psikofarmakoloij tedavi olup risperidon, aripiprazol, haloperidol ve pimozid ilk basamakta olarak kabul edilmektedir. Bunun yanında alışkanlık değiştirme eğitimini içine alan davranışçı tedaviler de etkinliği gösterilen yöntemler arasındadır (4). Bu sunumda çocuk ve ergenlerin bunun yanında ailelerinin yaşamlarını olumsuz olarak etkileyen tik bozukluğu ile ilgili son yazın bilgileri ışığında güncel bir gözden geçirme yapılacaktır. Kaynaklar 1. Kraft JT, Dalsgaard S, Obel C, Thomsen PH, Henriksen TB, Scahill L. Prevalence and clinical correlates of tic disorders in a community sample of school-age children. Eur Child Adolesc Psychiatry. 2012 Jan;21(1):5-13. 2. Scharf JM, Miller LL, Mathews CA, Ben-Shlomo Y. Prevalence of tourette syndrome and chronic tics in the populationbased avon longitudinal study of parents and children cohort. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry. 2012 Feb;51(2):192201.e5. 3. Rizzo R, Gulisano M, Calì PV, Curatolo P. Long term clinical course of Tourette syndrome. Brain Dev. 2011. 4. Pringsheim T, Doja A, Gorman D, McKinlay D, Day L, Billinghurst L, Carroll A, Dion Y, Luscombe S, Steeves T, Sandor P. Canadian guidelines for the evidence-based treatment of tic disorders: pharmacotherapy. Can J Psychiatry. 2012; 57(3): 133-43. Çocuklarda Uyku ve Gelişim Doç. Dr. Özgür Yorbik GATA Haydarpaşa Asker Hastanesi, Çocuk Psikiyatrisi Uzmanı, Ankara Uyku insan yaşantısında elzemdir. Basit bir dinlenme durumundan çok, yoğun beyin aktivitesinin görüldüğü aktif bir süreçtir. Yaşamın ilk aylarının büyük kısmı uykuda geçer. Uykunun ve beynin gelişimi karmaşıktır. Uykunun beyin gelişimi üzerine, beyin gelişiminin uyku üzerine etkisi olduğu düşünülmektedir. Çocuklarda uyku ve çeşitli alanlarda gelişimi inceleyen sınırlı sayıda araştırma vardır. Bu amaçla, yaş aralığı 3.1 ile 6.9 yıl arasında olan olan 212 (112 erkek, 100 kız) çocuğun çeşitli uyku parametreleri Çocuklar İçin Uyku Alışkanlıkları Ölçeği (ÇUAÖ) ile araştırıldı. Çeşitli uyku parametreleri ile Ankara gelişim testi envanteri (AGTE), Peabody testi (PBT) ve Bender görsel motor algı testi (BGMAT) arasındaki ilişki incelendi. Bu çalışmanın, sonuçları şunları düşündürmektedir: 1. 2. 3. Okul öncesi sağlıklı çocuklarda uyku süreleri ile gelişim arasında bir ilişki yoktur. Ancak buradaki grubun normal toplum örneklemi olduğu ve çocukların ihtiyaçları kadar uyudukları göz önünde tutulmalıdır. Uyku bozukluğu olan çocuklarda tamamen farklı sonuçlar elde edilebilinir. Okul öncesi çocuklarda horlama, uyku sırasında nefesin kesilmesi ve uyku bölünmesi gelişimi olumsuz etkilemektedir. Bu alanlar özelikle dil, bilişsel, sosyal beceri öz bakım, genel gelişim ve (uyku bölünmesi ve uykuda nefesin kesilmesi için) ince motor alanlardır. Kaba motor gelişim etkilenmemektedir. Horlama oranı okul öncesi çocuklarda %17.5’tur. Erkek çocuklar daha fazla horlamaktadır (%70). Bu çalışmada, horlamanın, uyku sırasında nefesin kesilmesinin ve uykunun bölünmesinin gelişim üzerine olan etkileri sınırlı sayıda yapılmış çalışmanın sonuçlarıyla paralellik göstermektedir. Gelişimi kötü olan çocuklarda, horlama, uyku sırasında nefesin kesilmesi ve uykunun bölünmesi daha fazla olabilir. Tersine, horlamanın ve/veya uykuda nefesin kesilmesinin gelişim üzerine olan olumsuz etkileri aralıklı oluşan hipoksi ve uykunun bölünmesi yollarıyla olabilir. Aralıklı hipoksi, okidatif stresi ve inflamatuar yolakları tetikleyebilir. Çocuklarda horlamanın, nefesin kesilmesinin ve uykunun bölünmesinin gelişim üzerine etkileri daha iyi araştırılmalıdır. Kanıta dayalı veriler oluştuğunda, bu durumların tedavisine yönelik girişimler düşünülmelidir. Anahtar kelimeler: Uyku, Çocuk, Gelişim, Horlama 12 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Kaynaklar 1. Ng DK, Chow PY, Chan CH, Kwok KL, Cheung JM, Kong FY. An update on childhood snoring. Acta Paediatr. 2006; 95(9):1029-35. 2. Piteo AM, Kennedy JD, Roberts RM, Martin AJ, Nettelbeck T, Kohler MJ,Lushington K. Snoring and cognitive development in infancy. Sleep Med. 2011; 12(10):981-7. 3. Kheirandish L, Gozal D. Neurocognitive dysfunction in children with sleep disorders. Dev Sci. 2006; 9(4):388-99. 2. Gün 25 Nisan 2012-ÇARŞAMBA Konferans: MESLEKİ KİMLİK GELİŞİMİ Oturum Başkanı: Doç.Dr. Işık Karakaya Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin Hacettepe Tıp Fakültesi, İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, Ankara Panel: RİSKLİ ÇOCUKLAR BÜYÜRKEN Oturum Başkanı: Prof. Dr. Fatih Ünal Mizaç Özelliği ile Büyümek Prof. Dr. Fatih Ünal Hacettepe Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Mizaç “ilk olarak bebeklik ya da erken çocukluk döneminde gözlenen, biyolojik temelli özgün bir duygu, biliş ve davranış örüntüsü”olarak tanımlanmaktadır. Bütün mizaç kuramlarında genellikle “zor” ya da “olumsuz” mizaç özellikleri olan çocuğa ya da çocukta ele alınması zor olan “olumsuz duygulanım” üzerine odaklanılır. Örneğin Thomas ve Chess biyolojik ritmi düzensiz, yeni durumlara yaklaşmama eğilimi olan, değişime uyum becerisi düşük ve sürekli olumsuz duygulanım özellikleri gösteren çocukları zor mizaçlı çocuklar olarak tanımlamıştır. Daha yeni kuramlarda ise mizaç daha çok bebeklerin duyusal uyaranlara tepkileri ve bu tepkileri düzenleme becerilerine göre sınıflandırılmaktadır. Mizacın tüm boyutları ile değerlendirilmesi güçtür. Yine de mizacın psikopatoloji üzerindeki etkisinin gücünü çok sayıda yapısal ve çevresel değişken belirlemekle birlikte bazı mizaç özelliklerinin ileride çocuğun anksiyete bozukluklarına yatkınlığını arttırdığına ilişkin güvenilir veriler bulunmaktadır. Bu bozuklukları yaygınlığı ve komorbiditesi yüksek, işlevsellik kaybı ve sosyal ilişkilerde bozulma ile seyreden klinik durumlardır. Önleme ve erken müdahele çalışmaları mizacın önemli bir risk faktörü olduğunu ve üzerinde çalışıldığında gidişatın değiştirilebildiğini göstermiştir. Bu konuşmada önce mizaç ve anksiyete ilişkisi ele alınacak, daha sonra çocukluk çağı anksiyete bozukluklarını önleme ve tedavi çabalarında mizaç özellikleri ile çalışmanın yeri tartışılacaktır. Anahtar Sözcükler: Mizaç, Anksiyete Bozuklukları, Önleme Suç Gelişimi ve Suça Karışmış Çocuk Büyürken Prof. Dr. Bengi Semerci Bengi Semerci Enstitüsü, İstanbul Çocuğun suç işlemiş olması, onabakmakla yükümlü erişkinlerin nelerin yanlış olduğunu öğretmemiş olmasından ya da aynı erişkinler tarafından yanlış yapmak üzere yönlendirilmiş olmasından kaynaklanır. Bu nedenle suçlu çocuk yoktur, suça yönlendirilmiş, sürüklenmiş çocuklar vardır. Buna rağmen tüm dünyada yargılanan, tutuklanan ve cezalandırılan çocuk sayısı çok fazladır. Türkiye’de 2008 yılında 189142 çocuk ve adolesan (18 yaşından küçük) soruşturmaya uğramıştır (T.C Adalet Bakanlığı istatistikleri) Herhangi bir şekilde suça karışmış olan çocuk ve adolesanların nasıl yargılanmaları gerektiği, hangi kurallarla değerlendirilmelerini doğru olacağı ve nasıl topluma kazandırılabilecekleri önemlidir. Bunlardan daha önemlisi ise çocuk ve gençlerin suça sürüklenmesine neden olan etkenlerin saptanması ve koruyucu tedbirlerin alınmasıdır. Suç ve şiddet sıklıkla birlikte kullanılan kelimelerdir. Her ikisinin kökeninde kalıtsal, biyolojik ve fizyolojik nedenler kadar, duygusal, toplumsal ve yakın çevre etkenleri de sorumlu tutulmaktadır (Aisenberg &Herrenkohl,2008). Araştırmalar sonucunda önemli sorumlu etmenler saptanmıştır. Bunlar; İşsizlik, yoksulluk, siyasal durum,eğitim sistem,yaşanılan çevre,aile,ruhsal sorunlar ve suçun ele alınış biçimi olarak sıralanabilir. Bu etkenlerden işsizlik, yoksulluk, siyasal durum, suçun ele alınma biçimi büyük toplumsal ve yasal değişimler gerektirir. Aile ve eğitim sistemine ilişkin sorunlar ise öncelikle ele alınabilecek olanlardır. 13 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yasalarla Soruna Neden Olan Psikiyatrik Durumlar: Amerika Birleşik Devletleri’nde çocuk ve adolesan suçluların %65-75’in de bir ya da daha fazla Psikiyatrik bozukluk olduğu saptanmıştır (Wesseman ve ark., 2003). Bu durum mahkum olan çocuk ve adolesanlarda intihar, fiziksel saldırı ve kaza ile yaralanma risklerini de arttırmaktadır. Türkiye’de benzer bir çalışma yoktur. Suça sürüklenen çocuk ve gençlerde en sık görülen psikiyatrik bozukluklar şunlardır (Teplin ve ark., 2002):Davranım Bozukluğu ,Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB),Madde Kullanımı,Post Travmatik Stres Bozukluğu, Depresyon, Anksiyete ve Mental Retardasyon.Bu sorunlar zamanında saptanır ve tedavi edilebilirse suça sürüklenen, karışan çocukların suçlu erişkinler olmalarını engellemek mümkün olabilir. Anahtar Kelimeler: Çocuk, Ergen, Suç Kaynaklar 1. Aisenberg E. &Herrenkohl T. (2008). Community violence in context: Risk and resilience in children and families. School of Social Work, University of Washington, USA. 23:296-315. 2. Teplin L.A., Abram, McClealland G.M., Dulcan M.K. &Mericle A. (2002).Psychiatric disorders in yought in juvenile detention.Arch Gen Psychiatry. 59:1133-43. 3. Wasserman R.G., Jensen P.S., Ko S.J. ve ark. (2003). Mental health assessments in juvenile justice: Report on the Consensus Conference. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 42:752-761 Koruma Altındaki Çocuk Büyürken Doç. Dr. Taner Güvenir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Panel: FARMAKOTERAPÖTİK AJANLARLA BÜYÜMEK Oturum Başkanı: Doç. Dr. Özlem Yıldız Atomoksetin, Metilfenidat ile Büyümek Doç. Dr. Özlem Yıldız Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu nöropsikolojik, nörogörüntüleme ve genetik çalışmalarla biyolojik yönü desteklenen (1), okul öncesi dönemden yetişkinliğe kadar uzanan bir populasyonda %3-7 oranında görülen ruhsal bir bozukluktur (2). Tedavi algoritmalarında ilk seçenek ilaçlar olarak belirtilen psikostimülanların kullanımı 1930’lu yıllara dayanmaktadır (3). Halen tedavi etkinliği en yüksek ilaçlardan biri olma özelliğini koruyan psikostimülanların yanında stimülan olmayan ilaç seçenekleri de günümüzde kullanım onayı almıştır. Bu panelde psikostimülan ilaçlardan metilfenidat ile stimülan olmayan ilaçlardan atomoksetinin DEHB tedavisindeki yeri, tarihçe, etki düzeyleri ve yan etkiler tartışılacaktır. Anahtar kelimeler: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Metilfenidat, Atomoksetin Kaynaklar 1. Farone SV, Biederman J, Weiffenbach B. Ve ark. (1999) Dopamine D4 gene 7-repeat allele and attentiondeficit/hyperactivity disorder. American J Psychiatry, 156:768-770. 2. Farone SV, Sergeant J, Biederman J. (2003) The worldwide prevalence of ADHD: is it an American condition? World Psychiatry; 2:104-113. 3. Pliszka SR, Crismon ML, Hughes CW ve ark. (2006) The Texas Childrens Medication Algorithm Project: revision of the algorithm for pharmacotherapy of attention deficit/hyperactivity disorder. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry; 45:642657. Antipsikotiklerle Büyümek Uzm. Dr. Özden Üneri Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul Çocuk ve ergenlerde psikotik bozukluklar, bipolar bozukluk, yaygın gelişimsel bozukluklar, davranım bozukluğu, mental retardasyon, anksiyete bozuklukları, tik bozuklukları, yeme bozuklukları gibi pek çok hastalıkta antipsikotik ajanlar kullanılmaktadır. Son yıllarda yan etki profili tipik antipsikotiklere göre daha tolore edilebilir olan atipik antipsikotiklerin sayısının artmıştır. Bu durumun çocuk ve ergenlerde antipsikotiklerin kullanımında da artışa yol açtığı belirtilmektedir1. Gelişmekte olan yapıları nedeniyle çocuk ve ergenlerde kullanılan farmakoterapötik ajanların yan etkileri özellikle önemlidir. Antipsikotikler çocuk ve ergenlerde büyüme hızı, kan şekeri, tiroid, cinsiyet hormonları düzeyi ve kemik metabolizması sorunlarını da içeren pek çok yan etkiye neden olabilmektedir. Atipik antipsikotiklerin kilo aldırıcı yan etkilerine duyarlılık yaşla ters orantılıdır. Bu nedenle çocukların erişkinlere oranla, antipsikotiklerin obezite ile ilişkilendirilen kronik metabolik ve 2 kardiyak yan etkilerine daha duyarlı oldukları düşünülebilir . 14 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yapılan çeşitli çalışmalarda çocuk ve ergenlerde çoklu antipsikotik kullanımı, psikiyatrik eş tanı olması, hastaneye yatış, acile sık başvuru ve duygudurum düzenleyici ile birlikte kullanım gibi özelliklerin antipsikotiklere bağlı metabolik sendrom riskini 3 arttırdığı saptanmıştır . Bu sunumda çocuk-ergen psikiyatrisi uygulamalarında yaygın olarak kullanılan atipik antipsikotik ajanlar başta olmak üzere antipsikotiklerin özellikle metabolik ve endokrin yan etkileri ve bu etkilerin büyüme gelişme sürecindeki yeri literatür eşliğinde tartışılacaktır. Kaynaklar 1. McIntyre RS, Jerrell JM. Metabolic and cardiovascular adverse events associated with antipsychotic treatment in children and adolescents. Arch Pediatr Adolesc Med, 162: 929-935 (2008). 2. Alberti KG, Zimmet P, Shaw J. IDF Epidemiology Task Force Consensus Group. The metabolic syndrome-a new world wide definition. Lancet, 366(9491): 1059-1062 (2005). 3. Çelik GG, Tahiroğlu A, Avcı A. Çocuk ve Ergenlerde Atipik Antipsikotik İlaçların Metabolik ve Endokrin Yan Etkileri Psikiyatride Güncel Yaklaşımlar, 3(2): 232-250 (2011). Antidepresanlarla Büyümek Uzm. Dr. Senem Başgül Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul Çocuklarda anti-deprasanlar özellikle depresyon, anksiyete bozuklukları, enürezis nokturna ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılırlar. Duygudurum bozukluklarında sempatoadrenal aktivasyon ile hipotalamik-pitiüter-adrenal aks (HPA) aktivitesinde artış ve hipotalamik growth hormon aksisinde değişiklikleri olur. Antidepresanlar, HPA aksının bu bozulan döngüsünü düzeltirler. Duygudurum bozukluğu olan hastalarda İnflamatuar sitokin üretimi olduğu bildirilmektedir. İmmün sitokin hiperaktivasyonu tip II diabete neden olmaktadır. Antidepresan tedavi ile farklı inflamatuar sitokin ve reseptörleri değiştir. Serotonin, dopamin, ve noradrenalin iştahı çeşitli derecelerde düzenleyen nörotransmiterlerdir. Selektif serotonin geri alım inhibitörleriyle serotoninin sinaptik kullanılabilirliğinin artar. Trisiklik antidepresanların karbonhidrat isteğini arttırıp glukoz toleransını azaltabildikleri bildirilmektedir. Birçok antidepresanla 6-12 aylık tedaviden sonra 3-4 kg’luk artış görülmektedir. Mirtazapinle tedavinin erken dönemlerinde de kilo artışı saptanabilir. SSRI’ların yaygın yan etkilerinden ikisi de iştahta azalma ve kilo kaybıdır. Bununla birlikte kilo artışı uzun süreli SSRI tedavisinin yaygın bir yan etkisidir. Çocuklara uygulanacak her türlü tıbbi yaklaşımda olduğu gibi farmakoterapide de bütüncül bir yaklaşımla kar zarar dengesi gözetilmeli ve onların gelişimleri birçok yönüyle takip edilmelidir. Bu sunumda anti-depresan ilaçların metabolik etkileri üzerinde durulacaktır. Kilo ve lipid metabolizması üzerine etkileri, kemik metabolizması, tiroid bezi, hormanal sitem ve üreme sistemi üzerine etkileri tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Correll C, Carlson HE. Endocrine and metabolic adverse effects of psychotropic medications in children and adolescents. J Am Acad Adolesc Psychiatry. 2006; 45(7): 771-791. 2. McIntyre RS, Soczynska JK, Konarski JZ, Kennedy SH. The effect of antidepressants on glucose homeostasis and insülin sensitivity: synthesis and mechanism. Expert Opin Drug Saf. 2006; 5(1): 157-168. 3. Dantzer C, Swendsen J, Maurice-Tison S, Salamon R. Anxiety and depression in juvenile diabetes: a critical review. Clin Psychol Rev. 2003; 23(6): 787-800. 4. Derijks HJ, Meyboom RH, Heerdink ER, et al. The association between antidepressant use and disturbances in glucose homeostasis evidence from spontaneous reports. Eur J Clin Pharmacol. 2008; 64(5): 531-538. Panel: DEĞİŞİK RUHSAL SORUNLARLA BÜYÜMEK II Oturum Başkanı: Prof. Dr. Cahide Aydın Cinsel İstismara Uğramış Çocuk Büyürken Prof. Dr. Cahide Aydın Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi; Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Cinsel Farklılaşma Bozukluğu ile Büyümek Doç. Dr. Burcu Özbaran Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi; Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Cinsel farklılaşma bozuklukları (CFB) dünyada yaklaşık 4000 doğumda bir görülmektedir. Akraba evliliklerinin ve geç dönem tanıların azımsanmayacak oranda olduğu ülkemizde her ay ortalama 2 yeni hasta poliklinik izlemimize girmekte ve CFB konseyinde değerlendirilmektedir. Bu sunumda cinsel kimliğin nörobiyolojisine değinilecek, CFB multidisipliner ekibinin üyesi olan bir çocuk psikiyatrisi hekiminin, bu hastaları ele alış biçimi anlatılacak ve 3 olgu eşliğinde cinsel kimlik özelliklerinin değerlendirmesi ve eşlik eden psikiyatrik tanı ve belirtiler tartışılarak, izlemdeki psikoterapötik ve psikofarmakolojik tedavilerden bahsedilecektir. 15 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Zihinsel Özür ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Evrim Aktepe Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Isparta DSM-IV’ de zeka geriliği; 18 yaşından önce var olan ve bireysel olarak uygulanan zeka testinde zeka bölümünün 70 ya da altında olması yanında, kişinin bağlı olduğu kültürel grupta yaşı için beklenen uyumsal davranış ölçütlerinden en az ikisinde yetersizlik olmasıyla tanımlanmaktadır. Zihinsel özürlü çocuklarda aile etkileşimine bakıldığında, çocuğun davranış problemlerinin ailenin stres düzeyini arttırabildiği, ailenin stres düzeyinin de çocuğun davranış problemlerini arttırabildiği bildirilmektedir. Yapılan çalışmalarda zeka geriliği olan çocukların kardeşlerinin bakım işlemlerinde fazlasıyla rol aldıkları, bu durumun kardeşler arası çatışmayı arttırdığı ve kardeşler arası iletişim fırsatlarını sınırladığı saptanmıştır. Zihinsel özürü olan çocuk ve erişkinlerde istismarın tüm tipleri daha yüksek oranlarda rapor edilmektedir Zihinsel özürlü ergenler sağlığı direkt etkileyen HIV enfeksiyonu, cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve gebelik gibi istenmeyen durumlara maruz kalabilmektedirler. Yargılama ve değerlendirme eksikliği nedeniyle cinsel istismara maruz kalacaklarını anlamamaları, cinsel bilgiye sahip olmamaları, yardım arama ve bildirme yeteneğinin yetersiz olması, günlük kişisel bakımları için başkalarına bağımlı olmaları ve kurum yaşamında farklı bakım verenlerle karşılaşmaları zihinsel özürlü bireylerde cinsel istismar riskini arttıran nedenlerdir. Zihinsel özürlü bireylerin düşük benlik saygısı açısından risk altında oldukları bildirilmektedir Zihinsel özrü olan bireyler; sosyal olarak dışlanabilmekte, damgalanma, önyargı ve kişisel haklarını sınırlandıran büyük engellerle karşılaşabilmektedirler. Yapılan çalışmalarda zeka geriliği olan bireylerin yaşadıkları damgalanmayı ve sosyal sonuçlarını algılayabildikleri gösterilmiştir. Zihinsel özürlü çocuklarda normal yaşıtlarına göre davranışsal sorunların 3-4 kat daha fazla olduğu ve bu sorunların ergenlik ve yetişkinlik dönemlerine kadar devam edebildiği bildirilmektedir. Santral sinir sistemindeki bozukluklar, genetik faktörler, ailesel problemler, eğitim ve sosyal alandaki rollerde yetersizlik duyguları ve baş etme becerilerindeki yetersizlik nedeniyle zihinsel özürlü çocuk ve yetişkinlerde ruh sağlığı hastalıklarının yüksek sıklıkta görüldüğü bildirilmektedir. Zeka geriliği olan yetişkinlerin büyük çoğunluğunun işsiz olduğu, evlilik ve çocuk sahibi olma oranlarının daha düşük olduğu saptanmıştır. Anahtar Sözcükler: Zihinsel Özür, Büyümek, Ruhsal Problemler Kaynaklar 1. Hall I, Strydom A, Richards M, Hardy R, Bernal J, Wadsworth M. Social outcomes in adulthood of children with intellectual impairment: evidence from a birth cohort. Journal of Intellectual Disability Research 2005: 49; 171-182. 2. While AE, Clark LL. Overcoming ignorance and stigma relating to intellectual disability in healthcare: a potential solution. Journal of Nursing Management 2010:18: 166-172. Panel: DEĞİŞİK RUHSAL SORUNLARLA BÜYÜMEK III Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ümran Tüzün Kronik Fiziksel Hastalık ile Büyümek Prof. Dr. Ümran Tüzün Serbest Hekim, İstanbul Somatoform Bozukluklar ile Büyümek Prof. Dr. Berna Özsungur Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Psikiyatri tarihinde önemli yer tutmasına karşın somatoform bozuklukların çocuk ve ergenlerde prognozuna ilişkin yeterli sayıda uzunlamasına çalışma bulunmamaktadır. Genel olarak çocuk ve gençlerde KB prognozunun erişkinlere göre daha iyi olduğu belirtilmektedir. %100 klinik düzelme oranları veren çalışmalar bulunmaktadır. Ülkemizde yapılan 4 yıllık bir izlem çalışmasında KB tanısı konan çocuk ve gençlerin %85’inde tam düzelme, %5’inde kısmi düzelme olduğu saptanmıştır. Bu çocuk ve gençlerin %37.5’inin 1 ay içinde, %55’inin 6 ay içinde, %77.5’inin 1 yıl içinde konversiyon belirtileri düzelmiştir. Erken tanı (belirtiler başladıktan sonra 3 ay içinde tanı) ve hastalık öncesi “uysal uyum” özelliğinin hastalığın gidişini olumlu etkilediği bulunmuştur. Ancak KB belirtileri düzelmesine karşın depresif bozukluk ve anksiyete bozukluğu görülme oranlarında belirgin bir azalma olmamıştır. Bu nedenle konversiyon belirtileri düzelse bile bu çocuk ve gençlerin psikiyatrik hastalık riski açısından uzun dönem izlenmeleri önerilmektedir. Son dönem yapılan 12 yıllık bir izlem çalışması da erişkinlik döneminde psikiyatrik hastalık görülme riskinin çok yüksek olduğunu göstermiştir. KB belirtilerinin süregenleşmesinde hangi değişkenlerin yordayıcı olduğu kesin bilinmemektedir. KB’nin başarılı bir şekilde tedavi edilmesinde ve prognozunun olumlu olmasında “doğru tanı” koyabilmenin ve çocuk psikiyatrisi-çocuk nörolojisi paralel çalışmasının önemi büyüktür. Erken tanı, iyi premorbid uyum, başlatan nedenin açıkca belirlenebilmesi, çocuk ve ailenin tedavide işbirliği yapmasının klinik gidişi olumlu etkilediği; birden çok belirti olması, eşlik eden başka bir psikiyatrik hastalığın 16 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 bulunması, hastanın içgörü kazanma kapasitesinin azlığı, aile içinde yoğun çatışmaların bulunmasının ise prognozu olumsuz etkileyen değişkenler olduğu ileri sürülmektedir. Somatik belirtilerin sürekliliğini araştıran toplum temelli çalışmalarda, somatik belirtilerin erişkinlik döneminde devam ettiği ve her dönemde kız cinsiyetinde daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Yineleyici karın ağrısı olan çocukların %30-60’ının erişkinlik döneminde de ağrı yakınmalarının sürdüğü çalışmalarda gösterilmiştir. Çocuk ve ergenlerde çok sayıda somatik belirtilerin erişkinlikte somatizasyon bozukluğuna dönüştüğü düşünülmektedir. Beden dismorfik bozukluğunda ise psikososyal işlevsellik açısından prognozun kötü olduğu bildirilmektedir. Anahtar sözcükler: Somatoform Bozukluklar, Prognoz, İzlem Kaynaklar 1. Jans ve ark. (2008) Long-term outcome and prognosis of dissociative disorder with onset in childhood or adolescence. Child Adolesc Psychiatry Ment Health 2:19-29. 2. Pehlivantürk B, Ünal F (2002) Conversion disorder in children and adolescents: a four-year follow-up study, J Psychosom Res 52:187-191. 3. Turgay A (1990) Treatment outcome for children and adolescents with conversion disorder. Can J Psychiatry 35:585- 588. Yapay Bozukluk ile Büyümek Doç. Dr. Burak Doğangün Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Yapay bozukluk, kişinin gösterilebilir neden olmaksızın, tasarlayarak bir fizik ve/veya ruhsal hastalık ortaya çıkarttığı durumdur. Hastalığın oluşturulması istemli ancak buna neden olan gereksinim bilinçdışıdır. Yılda bu bozukluğa harcanan rakam yaklaşık 40 milyon dolar civarındadır. Bozukluk, “istemli bir şekilde fizik ve/veya psikolojik belirti/hastalık üretme; hasta rolü oynama ve bunlar aracılığıyla emosyonel doyum sağlama” olarak tanımlanabilir. Kişi, hasta olarak kabul edilme gereksinimi içerisinde (bilinçdışı motivasyon) bilerek, isteyerek fizik ve/veya psikolojik bir hastalık ortaya çıkarır hastalığını kontrol edilebilir ve kişinin bu davranışını açıklayacak gösterilebilir dış neden genellikle bulunamaz. Munchausen Sendromu ilk kez 1951'de hastane hastane dolaşarak hastalık öyküleri uyduran ve kendilerine gereksiz yere cerrahi girişimler uygulanmasına razı bir grup hastayı belirtmek için Asher tarafından kullanılmıştır. Munchausen Sendromu yapay bozuklukların en uç tipidir. Hastalık taklidi, patolojik yalan ve çok fazla gezme üçlemi bu sendromun tipik öğeleridir. 1977’de Meadow tarafından tanımlanan Munchausen by Proxy sendromu (Vekaleten Hastalık) ise özel bir çocuk istismarı formudur. Aileler ya da çocuğa bakmakla yükümlü kimseler çocukta hastalık yaratmakta ya da uydurmaktadır. “Hasta” çocuk doktora götürülmekte ve doktorlar bu senaryoya gereksiz girişimsel muayeneleri ve incelemeleri yaparak ya da çeşitli ilaçları reçete ederek istemeden katılmaktadırlar. Bu konuşmada, yapay bozukluklar, neden olan faktörler ve bu şartlarda büyüyen çocuğun ruhsal gelişimi güncel bilgiler ışığında tartışılmaya çalışılacaktır. Panel: YAYGIN GELİŞİMSEL BOZUKLUK İLE BÜYÜMEK Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ayşen Baykara Okul Öncesi ve Okul Döneminde Yaygın Gelişimsel Bozukluk Prof. Dr. Süha Miral Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Ergenlik ve Erişkinlikte Yaygın Gelişimsel Bozukluk Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Olgu Sunumları Prof. Dr. Ayşen Baykara İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul İkisi okul öncesi dönemden dört tanesi ilkokul döneminin ilk yıllarından başlamak üzere son ergenlik dönemine ulaşmış, ailelerinin kontrollarını belirli aralarla sürdürdüğü 6 yaygın gelişimsel bozukluk tanılı olgunun klinik gidişi, ailelerinin yaşadıkları, tedavide izlenenler, eğitim durumları, sosyal yaşamlarının seyri sunulacaktır. Yaygın gelişimsel bozukluk tanı grubundan 6 olgunun 3 tanesi asperger sendromu, 3 tanesi otistik bozukluktur. Olguların, klinik ve gidiş olarak ortak yönleri ve farklılıkları ele alınacaktır. 17 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Panel: DUYGUDURUM BOZUKLUKLARI VE PSİKOZ İLE BÜYÜMEK Oturum Başkanı: Doç.Dr. Neslihan İnal – Emiroğlu Depresyon ile Büyümek Doç. Dr. Yasemen Taner Gazi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Bipolar Bozukluk ile Büyümek Doç. Dr. Neslihan İnal - Emiroğlu Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Son yıllarda çocuk ve ergenlerde iki uçlu duygudurum bozukluğu ile ilgili bilimsel ilgi ve çalışmalar artmıştır. Bu ilgideki artış son yıllarda artan oranda çocuk ve gencin bu bozukluk tanısı ile tedavi altına alınması sonucunda oluşmuştur. Ancak erken dönemde bozukluğun tanınması ve tanılandırılması halen tartışmalıdır. Erken başlangıçlı bipolar bozukluk erişkin dönemiyle karşılaştırıldığında belirti görünümü, gidiş ve eştanılılık açısından atipik bir fenomenolojiye sahiptir. Çocukluk döneminde tipik bipolar I bozukluğundan daha sık şiddetde şiddetli duygudurum ve davranışsal düzenleme bozukluğu yada başka türlü adlandırılamayan bipolar bozukluk olarak adlandırılan alt tip, anormal duygudurum ve kronik şiddetli irritabilite tablosu ile ortaya çıkmaktadır ve prognozu ile ilgili yeterli bilgi yoktur. Çocuklardaki bipolar bozukluğun daha sık subsendromal döngüler içerdiği, mikst özelliklerin daha sık olduğu ve daha semptomatik olduğu saptanmıştır. İki uçlu duygudurum bozukluğunda başlangıç yaşının çocukluk yada ergenlikte olması ile eş tanılar ve işlevsellikte değişiklik göstermektedir. Bu sunumda iki uçlu duygudurum bozukluğunun erken dönemde görülen değişik klinik görünümleri ve bunların tanınması, iki uçlu duygudurum bozukluğu tanısı almış çocuk ve gençlerin ileriye dönük izlem çalışmalarına dayanarak büyüme süreçlerinde bozukluğa bağlı olarak uğradıkları klinik ve nörobiyolojik değişimler, nolası tedavi girişimleri ele alınmaya çalışılacaktır. Psikoz ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Burak Baykara Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, İzmir Psikoz ile büyümek, bozulmuş beyin bağlantılanması ile büyümek demektir. Nörogelişimsel olarak çok çeşitli nöral sistemler anormal gelişim gösterir. Bu anormal nöral gelişimin kanıtları birçok beyin bölgesinde gösterilmiştir. Kortikal gri cevher kalınlığında azalma, serebellar işlev bozuklukları bunlara örnek olarak gösterilebilir. İşlevsel bağlantılanmanın bozulması biyopsikososyal gelişimi de sorunlara açık hale getirir. Psikotik bozukluklar ve şizofreni yönünden klinik olarak yüksek riskli gruplar belirlenmiştir. Bu grup ultra yüksek riskli grup olarak da adlandırılır.DSM-V'de atenüe psikotik bozukluk tanısı adı altında yeni bir eksen I bozukluğu tanımlanmaktadır. Bu bozukluk gelişmekte ve ilerlemekte olan psikotik süreci açıklama yönünde önemli bir tanımlamadır. Kronik seyirli psikotik bozukluklar hemen her zaman prodrom süreciyle başlar. Adolesan dönem, psikotik bozuklukların prodrom dönemini de içine alan nörogelişimsel yönden özel bir dönemdir. Beyin erişkin yaşamda sürdüreceği nöronal yapılanmayı bu dönemde tamamlar. Genetik ve nörogelişimsel yönden şizofreni gibi kronik seyirli psikotik bozukluklara duyarlı bireylerde özellikle adolesan dönemde uygun olmayan bağlantılanma psikoza zemin hazırlamaktadır. Travma varlığı çocukluk çağı psikotik bozuklukların gidişini de olumsuz etkilemektedir. Kız cinsiyet travmadan daha kötü etkileniyor olarak görünmektedir. Travma ve kannabis bir araya gelince psikoz olasılığı belirgin olarak artmaktadır. Bu sunumda büyümekte ve gelişmekte olan beyinde psikotik bozukluklara yol açan nörogelişimsel etmenlerin tartışılması ve sunulması amaçlanmaktadır. 3. Gün 26 Nisan 2012-PERŞEMBE Panel: BÜYÜME VE RUH SAĞLIĞI Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ferhunde Öktem Bebek Büyürken Prof. Dr Runa İdil Uslu Serbest Hekim, Ankara Oyun Çağı Çocuğu Büyürken Prof. Dr. Ferhunde Öktem Hacettepe Tıp Fakültesi, İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, Ankara 18 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Okul Çağı Çocuğu Büyürken Yrd. Doç. Dr. Goncagül Çelik Mersin Devlet Hastanesi, Mersin Büyümek anne karnından başlayarak yaşam boyu devam eder. Okul ile birlikte güvenli ve tanıdık olarak bilinenden kalabalık, sorumluluk ve görevlerle dolu bir dış dünyaya açılımın yanı sıra öğretmen, akranlar ve eğitim sistemi-politikaları çevresinde şekillenen yeni bir yaşam döngüsü başlayacaktır. Ailenin çocuk hakkındaki farkındalığı, duyarlılığının okul personeli işbirliği ile paylaşılması ve birlikte hareket edilmesi de gerekecektir. 8-9 yaş civarında erişkin beyin büyüklüğüne yaklaşması ve prefrontal korteksden corpus callosuma kadar pek çok beyin alanının gelişiminin benmerkezci ve somut düşünce döneminden soyut düşünme sürecine geçişin biyolojik kanıtlarıdır. Okul çağında çocuğun öğrenme süreci ile birlikte akademik becerileri ile yakından ilişkili dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve öğrenme güçlükleri, mental retardasyon gibi ruhsal bozuklukların tanı alması ve tedavi sürecinin başlaması da tüm bu karşılıklı sistemlerin etkileşimi ile mümkün olacaktır. Bronfenbrennerin ekolojik sistem kuramı çerçevesinde tüm bu süreçlerin akışı tartışılacaktır. (Broefenbrenner 1994). Akran istismarını da içeren her türlü istismar, internetin kötüye kullanımı, medyada şiddet okul çağı çocuğu olarak tanımlanan orta çocukluk çağının biyopsikososyal sorunlarından güncel olanlarıdır.(Sharif 2010, Cain 2010) Anahtar Sözcükler: Okul Çağı Çocuğu, Ekolojik Sistem, Medya, İstismar Kaynaklar 1. Broefenbrenner U, Ceci SJ 1994 Nature-nurture reconceptualized in developmental perspective: A bioecological model. Psychological Review 101; 568-586 2. Sharif I, Wills T, Sargent JD Effect of Visual media use on school performance. A prospective study J Adolesc Health 2010 46(1); 52 3. Cain N, Gradisar M Electronic media use and sleep in school-aged children and adolescents: A review Sleeep Medicine 2010; 735-742. Panel: ENGEL İLE BÜYÜMEK Oturum Başkanı: Dr. Şaziye Senem Başgül Engelli Kardeşi Olmak Ezgi Yılmaz Engelli bir kardeşle büyümek ne demek? Otistik bir kardeşi olan, 20 yıldır otizmler iç içe bir abla olarak yaşadığım sorunları, sorumlulukları, mücadeleleri, üzüntüleri ve sevinçleri hayatımdan örnekler vererek anlatacağım… Engelli bir kardeşiniz varsa hayatınız hiçbir zaman sıradan ve diğer insanlarınki kadar kolay olmayacaktır. Arkadaşlarınızın, komşularınızın, diğer aile bireylerinin yaşadığı hayattan çok farklı şeylerle uğraşmak zorunda kalacaksınızdır. O’nun takıntılarıyla mücadele etmek için ekstra çaba sarf etmek yorulmak bazen pes etmek ama sonra devam etmek zorundasınızdır. Eğer engelli bir kardeşiniz varsa, çocukken bile o kardeşin sorumluluğunu alabilen olgun bir abla olmak zorundasınız. Engelli ablası olarak, her zaman güçlü, sorunlarla başa çıkmasını bilen, her şeye rağmen ayakta durabilen sorunsuz çocuk olmak zorundasınızdır. Çünkü ailenin bir sorunlu çocuğu vardır ve ikincisi sorunlu kardeşi talere etmek için daha akıllı/çalışkan/sorunsuz olmak zorundadır. Engelli bir kardeşle büyürken, abla/ağabey birçok zorlukla mücadele etmek zorundadır aslında. Mesela küçükken parka gittiğimizde Erkan’ın kaydırak önünde oturma takıntısından dolayı çok kavga etmişliğim vardır. Diğer çocukların oynamasına izin vermediği için çocuklar kısa süre sonra isyan etmeye başlar bende tek tek hepsine durumu izah edip bize biraz müsaade etmelerini isterim; Erkan’ın gönlü olsun, sosyalleşsin, diğer çocukların arasına katılabilsin diye… Ama insanlara derdimizi anlatmamız çoğu zaman olduğu gibi parkta da başarısız sonuç verir mahallenin bütün çocuklarının saatlerce oyun oynama özgürlüğü olan parkta Erkan’ı zorla 10-15 dakika oynatabilirim ancak. Ve ben o günlerden beri insanların düşüncesizliğine, anlayışsızlığına isyan ederim. Hiç mi düşünmezler ya benim başıma gelseydi, ya benim kardeşim bu durumda olsaydı ne yapardım diye. Büyük çoğunluğu düşünmez maalesef, eğer insanların empati yapabilme yeteneği olsaydı bugün daha az zorluk yaşıyor olabilirdik… 19 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Engelli Ebeveyni Olmak Avk.Sedef Erken Engelleri Aşarken “Duyu Bütünleme Terapisi” Uzm. Fizyoterapist Sedef Tezer Duyusal Bütünleme, vücudumuzdan ve içinde bulunduğumuz ortamdan gelen duyusal uyarılara anlam kazandırılarak nasıl kullanacağımıza dayanır. Duyusal sistem; görme, işitme, koklama, taktil, tat alma, vestibular ve propriyoseptif sistemden aldıkları bilgileri, bütünleyerek, eşleştirerek, paralel, içiçe ve çifte kodlama ile hiyerarşik işlemleme sağlayarak bütünler. Bu duyusal işlemleme ile kazanılan deneyimler duygulanımı sağlayarak ilk öğrenme sürecini başlatır. Bir diğeri olmadan deneyimler oluşmaz. Verimli, normal ve uygun cevapların oluşması için: Sinir sistemimiz duyusal bilgileri alır, duyusal girdiler seli olarak durmaksızın gelen uyaranlar, sinir sisteminde hiyerarşik olarak üst merkezlere taşınır ve beynimiz bunları organize ederek anlam kazandırır ve içinde bulunduğumuz çevreye uygun, amaca yönelik karmaşık hareketleri başarabilmek ve etkileşimi sürdürebilmek için kullanabilir. Bu işlemlemeleri, sosyalleşme becerilerinin gelişiminde (ilişki kurabilme, karşılıklı iletişimi sürdürebilme, ortak sosyal problemleri çözebilme, fikir üretebilme, planlama yapabilme vb), kaba ve ince motor becerilerin gelişiminde, sakinliğini koruyarak, odaklanabilme, katılabilme, amaca yönelik dikkatini uzun süreli sürdürebilme için kullanırız ve böylece öğrenmeye başlarız. Her çocuğun kendine özgü duyusal işlemleme profili vardır ve farklı duyusal girdilere (dokunma, ses vb.) verdikleri cevaplar değişkenlik gösterir! Bireysel Farklılıklar, duyusal ayarlama farklılıkları ile oluşur! Duyusal işlemlemesini değerlendirilirken, bireysel farklılıkları, yaşına uygun sağlıklı gelişimi, duyu-motor olarak sinir sistemi gelişiminin basamaklarını, ve duygusal, sosyal ve bilişsel fonksiyonları ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Fonksiyonel ve duygusal gelişimin alt yapısını oluşturan, duyusal düzenleme, işitsel işlemleme, görsel uzaysal işlemleme, motor planlama ve yönetim fonksiyonları ile laterilizasyon ve bilateral integrasyonun gelişimi seviyeleri, değerlendirmelerde uygulama planını oluşturabilmek için çok önemlidir. Duyusal işlemleme düzensizliği olan çocuklarda, bireysel farklılıklarına uygun, sinir sistemi yapılanmasını sağlayacak ve çocukların seviyelerine ve gereksinimleine uygun ve çocuğa özel hazırlanan duyusal bütünleme terapisi programının, kısa ve uzun vadeli hedeflerle, hem çocuğun ilgi duyduğu alanlarda yapılandırılmış ortamda, hem de çocuğa günlük bakımı verenler, anne-babalarla günlük yaşamında uygulanabilmesi sağlanmalıdır. Kaynaklar 1. Ayres, A. J.1989, Sensory Integration and Praxis Tasks 2. Berry, Jane, 1999, Fine Motor Skills in the Classroom 3. Bridgeman, P. Marcia, 2002, Fine Motor Olimpics Activities 4. Bundy C.Anita, Lane, Shelly Murray, A.Elizabeth, 2002, Sensory Integration Theory and Praxis 5. Blanche, I. Erna.Botticelli, M. Tina, Hallway, K. Mary 1995, Neouro-Developmental Treatment and Sensory Integration Principles 6. Lane, A.Kennth, 2005, Developing Ocular Motor and Visual perceptual Skills 7. Inter Diciplinary Council on Developmental and Learning Disorders, Diagnostic Manuel for Infancy and Early Childhood 8. Stanley I. Greenspan, MD.,Georgia De Gangi, Ph.D., OTR, Serena Wielder, Ph. D. 9. Mitchell Scheiman, 2002, Vision Defisits Engelli Bireyin ve Ailesinin Hakları ve Hekimin Sorumluluklarına Hukuki Yaklaşım Avk. Jülide Işıl Bağatur “Engellilik” insana özgü, insanla iç içe bireysel bir durum olarak biyolojik faktörlere bağlıdır. Fakat, aynı zamanda, insanların toplum içinde çeşitli rol ve yükümlülükler üstlenerek yaşaması, toplumun beklentilerini karşılamak zorunda olmalarından dolayı toplumsal bir olgu olup, kültürel, toplumsal, politik, ekonomik ve yasal faktörlerden de etkilenmektedir. Aile, çocuğun gelişmesi, bilgilenmesi ve toplumda çeşitli rol ve sorumluluklar üstlenmesinden birinci derecede sorumludur. Engelli bir çocuğa sahip olmak, engeli ne olursa olsun birtakım özel güçlükleri de beraberinde getirmektedir. Eğitim hizmeti, insan hakları ile ilgili belgelerde, üzerinde önemle durulan konulardan birisidir. Haklar bireylerin kendilerine belirli biçimde davranılması taleplerinin temelini oluşturmaktadır. Ülkemizde “özel eğitime ihtiyacı olan birey”in tıbbi tanılamasının hekimlerce “mümkün olan en erken aşamada” yapılması onun “fırsat eşitliği” temelinde hak ettiği eğitimi alması için çok önemlidir. Bu çalışma, bu konuda, paydaşların hak ve sorumluluklarının kapsamına değinmektedir. Anahtar Kelimeler: Engellilik, Engelli Hakları, Eğitim Hakkı, Fırsat Eşitliği, Özel Eğitim, Özel eğitime ihtiyacı olan birey, Uluslar arası Sözleşmeler, Hekimlerin Hukuki ve Cezai Sorumlulukları Kaynaklar 1. Çağlar Selda; (2009) Engellilerin Eğitim Hakkı ve Devlet Yükümlülükleri, Beta Yayıncılık, İstanbul. 2. Akyüz Emine; (2000) Ulusal ve Uluslar arası Hukukta Çocuğun Haklarının ve Güvenliğinin Korunması, Milli Eğitim Basımevi, Ankara. 3. Kadir Has Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Uluslararası I.Sağlık Hukuku Sempozyumu 24-25 Nisan 2008 İstanbul. 20 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 4. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Lefke Avrupa Üniversitesi, II: Sağlık Hukuku Sempozyumu, 17-18 Mayıs 2010; (2011) Adalet Yayınevi, Ankara. 5. Akıl ve Ruh Sağlığı Alanında İnsan Hakları/2008 Türkiye Raporu, Sorunlar ve Çözüm Önerileri, (2008), Karika Matbaacılık, İstanbul 6. ERG, Eğitim Reformu Girişimi, Eğitim Hakkı ve Eğitimde Haklar Uluslar arası İnsan Hakları Belgeleri Işığında Ulusal Mevzuatın Değerlendirilmesi, (2009), Yelken Basım, İstanbul Panel: ERGENLİK VE BÜYÜME Oturum Başkanı: Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin Ergenlik Döneminde Büyüme Prof. Dr. Ayla Aysev Ankara Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Ergenlik, çocuklukla erişkinlik arasında yer alan bedensel ve ruhsal olgunlaşmanın gerçekleştiği, yetişkin yaşama ön hazırlığın yapıldığı bir geçiş evresidir. Ergenlerin sağlıklı bir biçimde yetişkinliğe geçebilmesi için başarması gereken bazı gelişim görevlerİ vardır. Bunlar: cinsel kimlikleri ile ilgili sosyal rollerini benimsemek, her iki cinsiyetten akranlarla yeni ve daha olgun ilişkiler kurmak, bedensel değişimlerini kabullenip uyum saglamak, otorite figürlerinden duygusal olarak bağımsızlaşarak yaşama hazırlanmak, mesleksel anlamda ne istediğini belirleyip karar vermek, toplumsal sorumluluğunu alarak sağlıklı bir kimlik geliştirmektir. Baş edilmesi gereken bütün bu görevlerin yarattığı zorlanma (gerginlik, sinirlilik, öfke patlamaları, kararsızlık, otoriteyle sorunlar, içe kapanma ve gelecekle ilgili kaygılar) bir yandan ergenlerin normal gelişimsel özellikleri olurken, bir yandan da psikiyatrik belirtilerle karıştırılabilinir. Özellikle ergenlik dönemi söz konusu olduğunda psikiatrik degerlendirme farklı bir boyut kazanır. Ergenlik döneminde “normal-anormal” ayrımını yapmak oldukça zordur. Bu dönemde görülen bazı riskli davranışlar henüz kişiliğin bir parçası haline gelmemiş, yaşam tarzına dönüşmemiştir. Bu nedenle bazı vakalarda müdehaleden daha çok yanlızca izleme yeterli olabilir. Risk davranışların normal gelişimsel sorunların bir parçası mı, yoksa bir bozukluğun göstergesi mi oldugunun saptanması gereklidir. Bu sunuda döneme özgü, psikopatolojiye işaret etmeyen belirtiler üzerinde durulacaktır. Narsisistik kişilik özellikleri ile büyüme Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu Çetin Hacettepe Tıp Fakültesi, İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, Ankara Borderline Kişilik Özellikleri ile Büyüme Prof. Dr. Müge Tamar Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Panel: ANKSİYETE BOZUKLUKLARI İLE BÜYÜMEK I Oturum Başkanı: Doç. Dr. Işık Karakaya Travma Sonrası Stres Bozukluğu ile Büyümek Doç. Dr. Işık Karakaya Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) aşırı travmatik bir stresöre maruz kalma ya da şahit olma sonrası ortaya çıkan, bir dizi belirti ile kendini gösteren bir bozukluktur. Travmaya maruz kalan çocuklarda TSSB’nun oluşabileceği ve risk grupları birçok çalışmada gösterilmiştir. Bu tablonun tedavi gerektirir bir bozukluk olduğu da bilinmektedir. Bu konuşmada, tedavi edilmemiş TSSB olgularının çocukluktan erişkinliğe gidişi, olası ruhsal ve biyolojik sonuçları üzerinde durulacak ve tartışılmaya çalışılacaktır. Anahtar kelime: Travma, Travma Sonrası Stres Bozukluğu, Çocuk Sosyal Fobi ile Büyümek Doç. Dr. Ayşe Yolga Tahiroğlu Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adana “Sosyal Anksiyete” kavramı geniş bir yelpazede ele alındığında, normal kabul edilen uçta utangaçlık, işlevi bozan bir psikopatoloji boyutunda Sosyal Fobi (SF), kişilik özelliği halinde kaçıngan kişilik bozukluğu olarak karşımıza çıkar. sağlıklı iletişim için koşul olan sosyal anksiyete, türün sürmesi bakımından evrimsel öneme sahiptir. Farklı toplumlarda %3-13 yaygınlık ile; en sık görülen ruhsal bozukluklardan biridir. Eğitim, iş, evlilik gibi pek çok alanda ciddi işlev kaybına yol açabilen SF; çocukluk-ergenlikte başlayarak yaşam boyu kronik gitme eğilimindedir. Hastalığın doğası olan çekingenlik, utangaçlık, eleştirilme/olumsuz değerlendirilme korkularından ötürü, tanı alma ve tedavi alma oranları düşüktür; tedaviye ilk başvuru 21 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 tipik olarak ilk belirtilerden yıllar sonradır (1). Genel toplumda kadınlarda daha sık olmasına karşın, klinik örneklemde erkek olguların çoğunlukta olması, cinsiyet rolleri gibi kültürel nedenlerle erkeklerin daha fazla yardım aradıkları şeklinde yorumlanmaktadır (2). SF’nin ortaya çıkması ve sürmesinde; bireysel, ailesel ve çevresel etmenlerin bir arada rol aldığı gösterilmiştir. Olguya özgü klinik tablonun çoklu risk etmenlerinin gelişimsel açıdan zamanlaması ve bunu çevreleyen tesadüfi veya öngörülebilir koşulların farklı kombinasyonları tarafından belirlendiği düşünülmektedir. Bireysel risk etmenlerinin başında genetik ve kişilik-mizaç özellikleri yer alır. Aile ve ebeveyne ait etmenler arasında, bebeklik döneminde bakım verenle ilişkinin ve temel bağlanmanın niteliği, izleyen gelişim dönemleri boyunca etki yaratması nedeniyle önemlidir. Çocukluk ve ergenlik dönemlerinde ise ebeveyn tutumları, disiplin yöntemleri, çocuğa kendi hakkında ve dış dünya hakkında ebeveynleri tarafından verilen sözel/sözel olmayan mesajlar önemlidir. Aileye özgü etmenler, belirgin genetik/biyolojik yatkınlığı olan bir çocukta koruyucu olabilirken, daha hafif bir genetik zeminde şiddetli psikopatolojiye yol açabilen çift yönlü öneme sahiptir. Ayrıca çocuk istismarı gibi travmatik deneyimler, akran etkisi ve diğer koşullanılmış deneyimler de risk etmeleri arasındadır (3). SF belirtileri ve klinik görünümü olsa dahi, gelişim boyunca farklı yaş aralıklarında, kültürlere göre ve cinsiyetler arasında hastanın yaşamı açısından anlamı değişebilmektedir. Bu olguların değerlendirme ve tedavi süreçlerinde dikkate alınması gereken çok boyutlu bakış açısı başlıca şunları içermelidir; - Olguya özgü etyolojik formülasyon. - Yaşa, cinsiyete, sosyo-ekonomik düzeye, eğitim düzeyine, bilişsel becerilere, kültüre özgü “patolojik” ve “normal” durumların ayrımı. - Yukarda sıralananlara ve olgunun ihtiyaçlarına göre bireysel tedavi planı. Anahtar Sözcükler: Sosyal Fobi, Çocuk, Ergen, Gelişimsel Psikopatoloji Kaynaklar 1. Kessler RC, Berglund P, Demler O et al. Lifetime prevalence and age-of-onset distributions of DSM-IV disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Arch Gen Psychiatry 2005; 62:593-602. 2. Çakın Memik N, Yıldız Ö, Tural Ü, Ağaoğlu B. Sosyal fobinin Yaygınlığı: Bir Gözden geçirme. Nöropsikiyatri Arşivi 2011; 48:4-10 3. Elizabeth J, King N, Ollendick TH. Etiology of Social anxiety disorder in children and youth. Behaviour Change 2004; 21:162-172. Özgül Fobi ile Büyümek Doç. Dr. Saniye Korkmaz Çetin Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi; Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Özgül fobi, belli bir nesne ya da durum varlığında ya da bu durumlarla karşılaşma beklentisi söz konusu olduğunda, aşırı, nedensiz ve sürekliliği olan ve günlük yaşantıyı bozan korku duyma olarak tanımlanmaktadır. Çocuklar için korkunun aşırı ya da anlamsız olduğunu bilmesi koşulu aranmamaktadır. Fobilere ilişkin temel duyguya ilişkin tartışmalar bulunmaktadır. Kaygı ve kaçınma davranışının belirleyicisi olarak korku duygusunun olduğu kabul edilmekte birlikte bazı özgül fobilerin etyolojisinde ve sürdürülmesinde iğrenme duygusunun da önemli bir rolü olduğu ileri sürülmektedir. Ayırıcı tanıda özgül dönemsel korkular ve diğer anksiyete bozuklukları dikkate alınarak ayrıntılı değerlendirmeler yapılmalıdır. Erişkin dönemdeki fobiler, çocukluk dönemindeki korkuların devamı olabilmektedir. Tedavi planı çok yönlü tedavi yaklaşımlarını içermelidir. Tedavi planlanırken anksiyete bozukluğunun şiddeti ve oluşturduğu işlev bozukluğunu dikkate alınmalıdır. Psikofarmakolojik tedaviler yanı sıra psikoterapi yaklaşımları anksiyete bozukluğu olan çocuk ve ergenlerin tedavisinin bir parçasıdır. Bilişsel-davranışçı terapi, psikodinamik psikoterapi, ebeveyn-çocuk ve aile terapileri uygulanabilmektedir. Bu sunumda, anksiyete bozukluğu olan çocuklar için bilişsel davranışçı terapi yaklaşımları özgül fobisi olan bir olgu eşliğinde aktarılacaktır. Anahtar sözcükler: Anksiyete Bozuklukları, Özgül Fobi, Korku. Kaynaklar 1. Amerikan psikiyatri Birliği (2000) Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El kitabı, Dördüncü Baskı (DSM-IV-TR) (Çev.ed.:E Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2007. 2. Çavuşoğlu M ve Dirik G, (2011) Korku mu, iğrenme mi? örümcek ve kan – enjeksiyon yaralanma fobilerinde Duyguların Rolü. Türk Psikiyatri Dergisi, 22(2):115-22. 3. Olatunji BO, Cisler JM, Tolın DF (2010) A meta-analysis of influence of comorbidity on treatment outcome in the anxiety disorders. Clinical Psychology Review, 30: 642-654. 22 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 4. Gün 27 Nisan 2012-CUMA Panel: ANKSİYETE BOZUKLUĞU İLE BÜYÜMEK II Oturum Başkanı: Doç.Dr. Tezan Bildik Obsesif Kompulsif Bozukluk ile Büyümek Doç.Dr. Burcu Çakaloz Pamukkale Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Denizli Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB); kimi zaman istenmeden gelen, uygunsuz olarak yaşanan ve belirgin anksiyete ya da sıkıntıya neden olan, yineleyici ve sürekli düşünceler, dürtüler ya da düşlemler olarak tanımlanan obsesyonlar ile kişinin, obsesyona bir tepki olarak ya da katı bir biçimde uygulanması gereken kurallarına göre kendini alıkoyamadığı yineleyici davranışlar ya da zihinsel eylemler olarak tanımlanan kompulsiyonlarla karakterize, çoğu kez süregen seyreden, bireyin işlevselliğinde bozulmaya yol açan psikiyatrik bozukluktur (1). Farklı kültürlerde yapılan çalışmalarda; bu bozukluğun yaygınlığının erişkinlerde %1-3 (2), çocuk ve ergenlerde %1-2 arasında olduğu bildirilmektedir (3). Erişkinlik dönemindeki hastaların %20’ sinin belirtilerinin 10 yaş ve öncesi dönemde başladığı belirtilmektedir. Obsesyon ve kopulsiyonların niteliği zaman için de değişebileceği gibi, bazı gelişim dönemlerinde bazı obsesyon ve kompulsiyonlar daha sık görülmektedir. Bu sunumda; çocukluk çağı OKB’ sinin özellikleri, gelişim dönemleriyle obsesyon ve kompulsiyonların niteliğindeki değişimler ve çocukluk çağı OKB’ sinin izlem çalışma sonuçları paylaşılacaktır. Anahtar Kelimeler: Obsesif Kompulsif Bozukluk, Çocuk, Ergen Kaynaklar 1. Amerikan Psikiyatri Birliği. Psikiyatride Hastalıkların Tanımlanması ve Sınıflandırılması Elkitabı, Yeniden Gözden Geçirilmiş 4. Baskı (DSM-IV-TR), (E.Köroğlu, Çev.), 2001, Ankara, Hekimler Yayın Birliği. 2. Leckman JF Denys D, Simpson B. ve ark. Obsessive-Compulsive Disorder: A Review of the Diagnostic Criteria and Possible Subtype and Dimensional Specifiers for DSM-V. Depression & Anxiety, 2010; 27: 507-527 3. Kalra SK ve Swedo SE. Children with obsessive-compulsive disorder: are they just “little adults”?J Clin Invest. 2009; 119: 737–746. Yaygın Anksiyete Bozukluğu ile Büyümek Doç.Dr. Tezan Bildik Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, İzmir Çocukluk çağı yaygın anksiyete bozukluğu (YAB), aşırı ve kontrol edilemeyen endişe ile belirli bir klinik durumdur. Bu bozukluk, süreğen bir gidiş gösterir ve birçok erişkin bu durumun çocukluk çağında başladığını bildirmektedir. Ancak, YAB’nun çocukluktan erişkinliğe doğru gidişte sergilediği özelliklere ilişkin az sayıda araştırma vardır. Çocukluk çağında ilkokul dönemi boyunca bozukluğun kararlı ve süreğen bir gidiş gösterdiği yönünde bazı bulgular mevcuttur. YAB’nun klinik özellikleri ve yaşam boyu gidişi göz önüne alındığında, mental bozukluktan ziyade bir temperamental özellik olarak değerlendirmek daha uygundur. Hem çocukluk hem de erişkinlik döneminde dalgalı ama süreğen bir klinik gidiş sergiler. Özellikle gelişimsel geçiş dönemlerinde ve stresli yaşam olayları varlığında klinik belirtilerde şiddetlenme ve yaşam kalitesinde bozulma ortaya çıkmaktadır. Bu sunumda bir olgu eşliğinde Çocukluk çağı yaygın anksiyete bozukluğu çok yönlü olarak ele alınacaktır. Anahtar kelimeler: Yaygın Anksiyete Bozukluğu, Çocukluk Çağı, Yaşam Boyu Gidiş Kaynaklar 1. Kertz, SJ, Woodruff-Borden, J. The Developmental Psychopathology of Worry. Clin Child Fam Psychol Rev (2011) 14:174– 197 2. Tincas, I., Benga, O., & Fox, N. A. (2006). Temperamental predictors of anxiety disorders. Cognition, Brain, and Behavior, 10, 489–515. 3. Woodward, L.J., & Fergusson, D.M. (2001). Life course outcomes of young people with anxiety disorders in adolescence. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 40, 1086–1093. Ayrılık Anksiyetesi Bozukluğu ile Büyümek Doç.Dr. Nursu Çakın Memik Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Ayrılık kaygısı bozukluğu en az 4 hafta boyunca çocuk ya da ergenin evden ya da evde bağlandığı kişiden ayrılmaya bağlı olarak gelişim düzeyine göre beklenenden fazla ve tekrarlayıcı kaygı duyması şeklinde tanımlanmaktadır (1). Çocukluk ve ergenlik döneminde görülen ruhsal bozukluklar arasında kaygı bozukluklarının yaygınlığının %5 ile %25 arasında değişebildiği ve ayrılık kaygısı bozukluğu yaygınlığının ise ortalama %4 olduğu bilinmektedir (2,3). Ayrılık kaygısı bozukluğu ayrılık kaygısının kişinin ruhsal, sosyal, bilişsel gelişimine uygun olmayan düzeyde şiddetli olması ve işlevselliği bozması olarak anlaşılmalıdır. Biz biliyoruz ki ayrılık kaygısı anne rahminden ayrılma ile başlayıp yaşam boyu süren bir duygudur. Ancak bu 23 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 duygu ne zaman patolojik hale gelmektedir, ne zaman tedavi edilmelidir, hangi durumlarda dikkat edilmelidir ve nasıl ele alınmalıdır? Okul korkusunun ortaya çıkmasına, akademik başarının olumsuz etkilenmesine, arkadaşlık ve romantik ilişkilerin etkilenmesine yol açan bozukluğun nesilden nesile aktarım özelliğinin de bulunduğu görülmektedir. Ayrılık kaygısı bozukluğu zaman içinde büyüyen, nitelik değiştiren, başka ruhsal bozukluklara dönüşebilen ve işlevselliği yüksek düzeyde etkileyebilen bir bozukluk olduğu için üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur. Bu sunumda ayrılık kaygısının ayrılık kaygısı bozukluğuna dönüşümü, ayrılık kaygısı bozukluğunun klinik görünümü ve süreci tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Ayrılık Kaygısı, Ayrılık Kaygısı Bozukluğu, Fenomenoloji Kaynaklar 1. AmericanPsychiatricAssociation. Diagnosticandstatisticalmanual of mentaldisorders. Vol. 4. Washington, DC: APA Press; 2000. 2. Costello EJ, Mustillo S, Erklani A, Keeler G, Angold A. Prevalenceanddevelopment of psychiatricdisorders in childhoodandadolescence. Archives of General Psychiatry 2003;60:837–844. 3. Miral S, Baykara A. Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu. Güleç C, Köroğlu E, ed. Psikiyatri Temel Kitabı, Cilt 2, Hekimler Yayın Birliği:1998, 1165-67. Panel: SORUNLU EBEVEYN İLE BÜYÜMEK Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ayşen Coşkun Suçlu Ebeveyn ile Büyümek Prof.Dr. Ayşen Coşkun Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Ebeveyn suçluluğu çocuk ve gençlerde suç davranışının gelişmesinde rol oynayan en önemli risk faktörlerinden birisidir. Suçun nesiller boyu sürekliliği üzerine yapılan çalışmalarda her iki ebeveynde de suç ve yasa dışı eylemlere katılma söz konusu ise çocuklar için riskin daha da arttığı belirtilmektedir. Özellikle suç aile normları ve değerleri ile çatışmıyor ve aile içinde olumlu geri bildirim alıyorsa çocuk ve gencin değerleri de bu yönde gelişmektedir. Anne suçluluğunun daha çok kız çocuklar, baba suçluluğunun ise erkek çocuklar üzerinde etkin olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Konuşmada suçlu aile içinde büyüyen çocuğun durumu farklı yönleri ile ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Çocuk, Genç, Suçlu ebeveyn, Nesiller Boyu Süreklilik Kaynaklar 1. Smith CA, Farrington DP ( 2004) Continuities in Antisocial behavior and parenting acrosss three generations. J of Child Psychology and Psychiatry. 45(2) :230-247 2. Nijhof KS, Kemp RAT, Engels RC (2008) Frequency and seriousness of parental offending and their impact on juvenil offending. http//dx.doi.org/ 10.1016 adolescence 3. Thornbery FT ( 2005) Explaining multiple pattern of offending across the life course and generations. The Annals of the AAPS, 602: 156- 195 Ruhsal Bozukluğu Olan Ebeveyn ile Büyümek Doç.Dr. Ayten Erdoğan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği Ebeveynlik fonksiyonları psikiyatrik hastalıklar dâhil anne-babanın bütün hastalık hallerinden etkilenebilir. Ancak psikiyatrik hastalığın olumsuz risk faktörü oluşturabilmesi için ciddi ve kronik seyirli olması önemlidir. Anne babanın psikopatolojisinin ciddiyeti, süresi çok çeşitli olduğu gibi her bireyin kişiliği, başa çıkması ve sosyal şartları değişiktir. Ciddi psikiyatrik hastalığı olan bireylerin bazıları ebeveynlik fonksiyonlarını iyi sürdürebilir. Psikiyatrik hastalığı olan ebeveynlerde ortaya çıkan duygusal kayıtsızlık, dezorganize davranışlar, öfke ve saldırganlık, ayrılma, damgalanma gibi durumlar çocukların bakımını ve ruhsal gelişimini olumsuz etkileyebilen nedenlerdendir. Psikiyatrik hastalığı olan ebeveynlerin çocukları ebeveynlik fonksiyonlarının iyi sürdürülememesinin etkilerinin yanında genetik yüklülük ve hastalığı olan ebeveynlerde sık karşılaşılan doğum komplikasyonları, çatışmalı ve kaotik aile ortamı nedeniylede birçok psikiyatrik hastalık açısından ek riskler altında bulunmaktadır. Bu açıdan psikiyatrik hastalığı olan ebeveynlerin çocuklarının sağlıklı ruhsal gelişimini sağlamak için ulusal düzeyde izleme, koruma ve destekleme programlarının geliştirilmesi önemlidir. Tek Ebeveyn ile Büyümek Yrd. Doç. Dr. Gökşin Karaman Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Tek ebeveyn tanımı, çocuğun sorumluluklarının yalnızca bir ebeveynce karşılandığı durum için kullanılmaktadır. Sıklıkla boşanmanın ardından gerçekleşen bir aile yapısıdır. Altmışlardan bu yana tek ebeveynle yaşayan çocukların sayısında belirgin bir artış olmuştur. ABD’de çocukların %28’i, tüm dünyada yaklaşık %16’sı tek ebeveynle yaşamaktadır. Artan boşanma 24 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 oranları ve evlilik dışı doğan çocuklar bu artan trendin devam edeceğini göstermektedir. Aile yapısı ve çocukların iyi olma hali arasındaki ilişki çeşitli araştırmacılar tarafından ele alınmıştır. Bu araştırmalarda evli iki ebeveyn ile büyüyen çocukların, diğerlerine göre akademik, davranışsal ve psikolojik olarak daha iyi durumda olacakları vurgulanmaktadır. Diğer taraftan tek ebeveynle olan yaşam çoğunlukla boşanmanın sonucunda gerçekleşmektedir ve boşanma öncesi ve sürecinde yoğun aile içi çatışma izlenmektedir. Gerçekten boşanmada ki çatışma dışlandığında boşanma ve çocuk üzerindeki etkisi, arasındaki ilişki daha zayıf olarak bulunmaktadır. İki ebeveynin bir arada olmadığı aile yapısının çocuk için olumsuz sosyal sonuçları olabileceği bildirilmektedir. Tek ebeveynin çocukla olduğu ailelerde yoksulluk daha sık, çocukların akademik hayatları daha kısa ve ileride işgücüne katılımları daha sınırlıdır. Madde kötüye kullanımı ve sigara, alkol kullanımı gibi risk alma davranışı daha yüksek orandadır. Cinsel deneyim yaşı bu grup için daha erken olabilmektedir. Tek ebeveynli ailelerde ebeveynin ruh sağlığı da çocuk üzerinde belirleyici olmaktadır. Yalnız yaşayan annelerde evlilere göre daha sık depresyon ve psikolojik sorun oranı saptanmıştır. Bu olumsuz sonuçlarda kısmen yoksulluğun etkileri, kısmen de tek ebeveynin çalışma zorunluluğunun beraberinde getirebileceği ebeveyn tutumlarında ki farklılıklar rol oynayabilir. Çocuklar için en iyi tutum, tutarlı disiplin ve ebeveynle sıcak ilişkiyi içermektedir. Tek ebeveynler sıklıkla zaman ve finansman baskısı altında zorlanmakta ve çocuk için gerekli ilgi yetersiz kalabilmektedir. Tek ebeveynler, yeniden evlendiklerinde ise, çocuklar zaman ve ilgi için yeni eşle yarışmaları gerektiğini hissetmektedirler. Genel olarak, tek ebeveynle büyüyen çocuklarda bilişsel gelişimde gecikme, davranış sorunları, kaza, astım, obezite gibi bedensel sağlık sorunlarına daha sık rastlanmaktadır. Tek ebeveynle yaşayan çocukların psikolojik ve bedensel risk altında oldukları ifade edilebilir. Buradaki ilişkinin doğrudan olmayıp aile kaynakları, ebeveynin ilişki kalitesi, ebeveynin ruh sağlığı ve babanın varlığı ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Kaynaklar 1. Fragile families and child wellbeing. Waldfogel J, Craigie TA, Brooks-Gunn J. Future Child. 2010 Fall;20(2):87-112. 2. Parental relationships in fragile families. McLanahan S, Beck AN. Future Child. 2010 Fall;20(2):17-37 3. Are both parents always better than one? Parental conflict and young adult well-being. Musick K, Meier A. Soc Sci Res. 2010 Sep 1;39(5):814-30 4. Family Structure, Family Processes, and Adolescent Smoking and Drinking. Brown SL, Rinelli LN. J Res Adolesc. 2010 Jun 1;20(2):259-273. 25 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 26 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 SÖZEL BİLDİRİLER 27 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 SÖZEL BİLDİRİLER 26 NİSAN 2012 PERŞEMBE SALON A Oturum Başkanı: Yrd. Doç. Dr. Didem Öztop OP-1 ÇOCUK GELİNLER; SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLER VE RUHSAL DEĞERLENDİRME Nusret Soylu1, Muhammed Ayaz2 1 Gaziantep Çocuk Hastanesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, Gaziantep 2 Sakarya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, Sakarya Amaç: Erken yaşta evlenme oranları tüm dünyada azalsa da halen kızların önemli bir kısmı çocuk yaşta evlendirilmektedir. Çocuk yaşta yapılan bu evlilikler “erken evlilik” evlendirilen kız çocukları “çocuk gelin” olarak tanımlanmaktadır. Bu çalışmanın amacı 15 yaşından önce evlendirilmiş kız çocuklarının sosyodemografik özelliklerini, ruhsal bozukluk tanılarını ve adli raporlarını incelemektir. Yöntem: Çalışmaya adli rapor talebiyle gönderilen, evlendirildiğinde 15 yaşını, değerlendirme sırasında 18 yaşını doldurmamış 48 kız çocuğu alınmıştır. Olguların dosyaları, sosyal inceleme raporları ve adli raporları araştırmacılar tarafından geriye dönük olarak incelenmiştir. Ruhsal bozukluk tanıları DSM-IV’e dayalı klinik görüşme ile belirlenmiştir. Sonuç: Olguların %45,8’inin en az bir ruhsal bozukluk tanısı aldığı, major depresif bozukluk (%29,2) ve uyum bozukluğunun (%14,6) en sık konulan tanılar olduğu saptanmıştır. TSSB olguların % 8,2’sinde tespit edilmiştir. Olguların %22,9 ‘unun kendi isteği dışında zorla evlendirildiği, % 14,6’sının evlendirildiği kişi tarafından fiziksel şiddete/istismara, % 27,1’inin ise duygusal şiddete/istismara maruz kaldığı saptanmıştır. Olguların %29,2’inde intihar düşüncesinin, %20,8’inde intihar girişiminin geliştiği bildirilmiştir. Olgular sosyodemografik özelliklerine göre gruplara ayrıldığında evliliği istemeyen, evlendirildiği kişiyi evlilik öncesi tanımayan, evlilik sonrası geniş ailede yaşayan, evlendirildiği kişi çalışmayan (işsiz, askerde, cezaevinde) ve evlendirildiği kişi tarafından fiziksel ve duygusal şiddete maruz kalan olgularda daha yüksek oranda ruhsal bozukluk saptanmıştır. Yorum: Bu bulgular çocuk gelinlerin ruhsal bozukluk açısından risk altında olduklarını göstermektedir. Sonuçlarımız çocuk yaşta evliliklerin önlenmesi ve çocuk gelinlerin ruh sağlığının korunması için gerekli adımların atılması gerektiğini düşündürmüştür. OP-2 SORUN DAVRANIŞI OLAN ÇOCUKLAR DİSİPLİNE Mİ HASTANEYE Mİ? İbrahim Selçuk Esin, Onur Burak Dursun Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. Amaç: Okullar, çocukların bilişsel, sosyal, ahlaki ve bedensel yeteneklerinin geliştiği ve sınandığı kurumlar olmanın yanında hem ailelere, çocuklarını yaşıtı diğer çocuklarla mukayese etme imkanı vermekte hem de çocukların bu yaş grubu yetenek ve davranışları konusunda eğitimli profesyoneller, ‘öğretmenler’ tarafından gözlemlenmesine de olanak tanımaktadır. Bu nedenle okul dönemindeki sorun davranışlar pek çok ruhsal bozukluğun ilk belirtileri olarak karşımıza çıkmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı Ödül ve Disiplin Yönetmeliği, öğrencilere kendilerinden beklenen davranışları göstermemeleri ve belirlenen kurallara uymamaları hâlinde kınama, okuldan kısa süreli uzaklaştırma, okuldan tasdikname ile uzaklaştırma ve örgün eğitim dışına çıkarma şeklinde disiplin cezaları uygulanabileceğini öngörmektedir. Son yıllarda bu cezaları alan öğrenciler okul yönetimleri tarafından bilgisayar üzerinden düzenli olarak kayıt altına alınmaktadır. Bilimsel yazında okullardaki disiplin suçları ile ruhsal bozukluklar arasındaki ilişkiyi irdeleyen pek çok çalışma olmakla birlikte ülkemizde bu konuda yapılmış çalışmalar kısıtlıdır. Bu çalışmada amaç disiplin cezası alan öğrencilerin psikiyatrik bozuklar açısından değerlendirilmesi ve bu davranışların psikopatoloji ile ilişkisinin saptanmasıdır. Yöntem: Erzurum ili İlköğretim okullarında, Eylül 2010 - Şubat 2012 arasında okul yönetimleri tarafından disiplin yaptırımı uygulanan 47 olgu ve bu olgularla yaş, cinsiyet ve yaşadığı bölge açısından eşlenen, okul yönetimleri tarafından kaydedilmiş herhangi bir sorun davranış bulunmayan 83 öğrenci çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmaya katılan çocuk, ergen ve ebeveynlerine okul ortamında çalışma için hazırlanan sosyodemografik veri formu verilmiş ve Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu(K-SADSPL) uygulanmıştır. 28 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 OP-3 BİPOLAR BOZUKLUKLU ERGENLERDE SERUM BDNF DÜZEYLERİ İLE HİPOKAMPAL VOLUMLER ARASINDAKİ İLİŞKİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ 1 1 2 3 3 4 F.Neslihan Inal-Emiroglu , Burak Baykara , Halil Resmi , Nuri Karabay , Handan Cakmakcı , Nagihan Cevher , Birsen 5 1 1 Sentürk , Sevay Alsen , Aynur Akay 1 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 2 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, İzmir 4 Behcet Uz Çocuk Hastanesi, İzmir 5 Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, Manisa *Bu proje Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü Bilimsel Araştırmalar Proje Koordinatörlüğü ve kısmen International Society for Bipolar Disorders (ISBD)Derneği Şubesi Bipolar Bozukluklar Derneği tarafından desteklenmiştir. Giriş: Bipolar Bozukluk(BB)’da duygudurum ve affekt düzenlenmesi ile ilgili beyin bölgelerindeki nöroplastisite ve hücresel dayanıklılık alanındaki bozulmalarla ilgili bilgiler giderek artmaktadır (Manji et al. 2000). Beyinden Köken alan Nörotrofik faktör (Brain Derived Neurotrophic Factor(BDNF)) nöroplastisiteyi düzenleyen nörotrofin ailesinin bir üyesidir. BDNF’nin pediatrik BB patofizyolojisindeki rolü ile ilgili yayınlar sınırlıdır. Erken dönem ilaç kullanmayan BB’lu çocuk ve gençlerde yapılan yapılan bir çalışmada, lenfositlerdeki BDNF m RNA düzeyleri ve trombositlerdeki BDNF protein düzeyleri, kontrollere göre düşük bulunmuştur ve uzun süreli duygudurum düzenleyici ilaçlarla tedavi sonrası BDNF mRNA düzeyleri yükselmiştir (Pandey et al. 2008). Deneysel çalışmalarda, ouabain ile oluşturulmuş mani hayvan modellinde düşük BDNF düzeyleri hipokampus ve amigdalada saptanmıştır. (Jornado et al. 2009). Amaç: Bu çalışmanın amacı BB’lu ötimik fazdaki ergenler ve sağlıklı ergenlerde serum BDNF düzeyleri ile hipokampal volumler arasındaki korelasyonu değerlendirmek ve hastalık süresi ve tedavi gibi değişkenlerle olan ilişkileri araştırmaktır. Yöntem: Olgu grubunu, kliniğimizde izlenmekte olan ,DSM IV tanı ölçütlerine göre BB tip I tanısı alan ötimik fazda 15-19 yaş arası 17 olgu oluşturmuştur. Çocuklar İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (K-SADS P-L) ve Washington Üniversitesi Çocuk ve Gençler için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Ölçeği Şimdiki Zaman ve Yaşam Boyu (WASH-U-K-SADS) duygulanım modülü ile tüm olguların tanıları kesinleştirilmiştir. Olgu grubunda; nöbet öyküsü, on dakikadan fazla bilinç kaybına yol açan şiddetli kafa travması öyküsü, tanı almadan önceki son 3 ay içinde madde ve psikostimulan, antipsikotik ya da antidepressan ilaç kullanım öyküsü, gebelik öyküsü, şizofreni, yaygın gelişimsel bozukluk, mental retardasyon (≤ 70 IQ), tıbbi açıdan kronik bir hastalığının bulunması dışlama ölçütlerimizdir. Anksiyete ya da yıkıcı davranış bozuklukları eş tanısı ve BB nedeni ile ilaç kullanımı olan hastalar da çalışmaya dahil edilmiştir. Kontrol grubunu, üniversitenin epidemiyolojik kapsama alanından seçilen ve değerlendirme sonucunda herhangi bir psikiyatrik tanı almayan 15-19 yaş arasındaki 11 ergen oluşturmuştur. Kontrol grubunda birinci dereceden akrabalarında psikiyatrik bozukluk olması, mental retardasyon olması (≤ 70 IQ), tıbbi açıdan kronik bir hastalığının bulunması, nöbet öyküsü, on dakikadan fazla bilinç kaybına yol açan şiddetli kafa travması öyküsü dışlama ölçütleridir. Ötimik fazda olma ölçütü, Young Mani Derecelendirme Ölçeği ve Hamilton Depresyon Ölçeği puanların 7’nin altında olması olarak kabul edilmiştir. BDNF ölçümü için olgulardan, aç olarak sabah 9.00–10.00 saatleri arasında 5 mL kan alınmıştır. Antikoagülan içermeyen tüplere alınan kanlar hızla laboratuvara gönderilerek oda sıcaklığında 30 dakika bekletilmiştir. Ardından 3000 g’de 10 dakika santrifüj edilmiş ve serumları 2-3 kısım halinde ependorf tüplerine alınmıştır. Örnekler analiz gününe kadar -85 °C’lik derin dondurucuda saklanmıştır. BDNF ölçümü için ticari sandviç-ELİZA kiti kullanılmıştır (Millipore, ChemiKine, CYT306). Serum BDNF ve NGF düzeylerini belirlemeye yönelik alınacak kan örnekleri MRI çekiminden maksimum 72 saat önceden daha uzun olmamak kaydıyla alınıp saklanmıştır. Bu zaman aralığı literatürde tek BDNF ve MRI spektroskopi korelasyon çalışması yapan ekip başı Dr Lang ile kurduğumuz haberleşme sonucu onun önerisi ile belirlenmiştir(Lang ve ark. 2007). Tüm hastaların beyin MRG incelemeleri kan alımından 24- 72 saat sonra, 1,5 Tesla (Gyroscan Intero, Philips, Netherland) MRG cihazı ile standart kafa koili kullanılarak yapılmıştır. Hasta ve kontrol grubunda MRG ile hipokampus volümleri ölçülerek değerlendirilmiştir. Hasta ve kontrol grubunun aynı radyolog tarafından işaretlenip, sağ ve sol hipokampus volüm ölçümleri yapılıp ölçümler için yaşa göre düzeltme yöntemi uygulanmıştır. Bulgular: Hastalar ve kontroller arasında sağ (p:0, 677) ve sol (p:0,963) hipokampal volumler arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır. Hasta ve kontrol grubu serum BDNF düzeyleri açısından karşılaştırıldığında da anlamlı bir farklılık yoktur (p:0571). BDNF serum düzeyleri ile sağ hipokampus (r:-0,202, p:0,436) ve sol hipokampus (r: -0,403, p:0,109) arasında herhangi bir korelasyon saptanmamıştır. Sonuç ve Yorumlar: Çalışmamızın ön sonuçlarında hipokampal volumlerle serum BDNF düzeyleri arasında olumlu yada olumsuz bir ilişki bulunmamıştır. Olgu grubu ergenliğin daha geç aşamasını içleyen(15-19 yaş) homojen bir yaş grubunu içermektedir. Bu nedenle alınan bulgular özellikle bu gelişimsel döneme özgü sonuçları kapsayabilir. Olguların ötimik fazda olması BDNF’nin trait marker olmasından ziyade state marker olması fikrini desteklemektedir (Lin ve ark. 2009). Bu çalışma halen yürümekte olan bir çalışmanın ön verilerini içermektedir, daha güvenilir sonuçlar için daha yüksek sayılı olgu içeren sonuçlara ihtiyaç vardır. 29 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Kaynaklar 1. Jornada LK, Moretti M, Valvassori SS, Ferreira CL, Padilha PT , Arent CO, Fries GR , Kapczinski F, Quevedo J.(2009) Effects of mood stabilizers on hippocampus and amygdala BDNF levels in an animal model of mania induced by ouabain Journal of Psychiatric Research 44 (2010) 506–510. 2. Manji HK, Moore GJ, Rajkowska G, Chen G. Neuroplasticity and cellular resilience in mood disorders. Mol Psychiatry, 2000; 5:578 –593 3. Lang UE, Hellweg R, Seifert F, Schubert F, Gallinat J. Correlation Between Serum Brain Derived Neurotrophic Factor Level and An In Vivo Marker of Cortical Integrity. Bıol Psychıatry 2007;62:530–535. 4. Lin PY. State-dependent decrease in levels of brain-derived neurotrophic factor in bipolar disorder: A meta-analytic study. Neuroscience Letters, 2009;466:139-143. 5. Pandey GN, Hooriyah S.R, Yogesh D,Pavuluri MN. Brain-Derived Neurotrophic Factor Gene Expression in Pediatric Bipolar Disorder: Effects of Treatment and Clinical Response. J.Am.Acad.Child Adolesc. Psychiatry, 2008;47(9):1077-1085 OP-4 KURUMDAN GELMİŞ BİR ERGENİN TEDAVİSİ İÇİN KURUMDAKİ ARKADAŞLARIYLA VİDEO ARACILIĞIYLA BAĞLANTI KURULMASI Bülent Coşkun Kocaeli Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Ergen Birimi Sorumlu Öğretim Üyesi Kocaeli Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı yataklı servisinde tedavi görmekte olan bir ergen, servise özkıyım girişimi nedeniyle yatırılmıştı. İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü Bakım ve Rehabilitasyon Kurumunda kalmakta olan ergen, kurumda arkadaşlarıyla yaşadığı bir sorun sonrasında özkıyım amacıyla üst kattan atlamaya kalkmış ve zorlukla ikna edilerek hastaneye yatırılmıştı. Bireysel olarak yaşadığı zorluklar yanında kurumdaki arkadaşlarıyla da yoğun iletişim sorunları olduğu anlaşılmaktaydı. Ergenin kaldığı kurum yazar tarafından, gençlerin psikososyal sorunlarının ele alındığı ve gençlerin aralarında yaşadıkları sorunlarla daha farklı nasıl baş edebileceklerinin tartışıldığı söyleşiler için çeşitli defalarda ziyaret edilmişti. Ayrıca kurumda kalan gençlerden bazıları Psikiyatri Anabilim Dalı Ergen Birimine bireysel tedavi için getirilmekteydi. Kurumdaki gencin hastaneye yatışından sonraki gün, kurum yetkilileriyle bağlantı kurularak geride kalan arkadaşlarıyla, içlerinden birinin özkıyım girişimini ve hastaneye yatmış olmasını nasıl karşıladıklarının görüşülmesi için izin istendi. Kurumdaki gençlerin hemen tamamı arkadaşlarını ziyaret etmek istiyorlardı. Bu toplu ziyaretin uygun olmayacağı anlatıldı ve gençlerin izinleri alınarak, hastanedeki arkadaşlarına mesaj götürme amacıyla bir ortak görüşme yapılması ve kayda alınan bu görüşmenin hastanedeki arkadaşlarına iletilmesi kararlaştırıldı. Bu kayıtta hastanede yatan gencin sorun yaşadığı arkadaşlarının mesajları da vardı. Mesajlar hastayla beraber izlenirken verdiği tepkiler, tepkilerini nasıl kontrol edebileceği, yine video kayıtlarıyla ele alındı. Hastanın önce çok öfkeli ve kırıcı olan tepkileri üzerinde çalışıldı ve kurumdaki arkadaşlarının izlemesini istediği biçimde kayıt yapılarak kurumdaki gençlere iletildi. Kişilerarası ilişkiler konusunda çok yoğun sorunlar yaşayan bu gençlerin kendilerini izleme olanağı da buldukları video kayıtlarının ayrı ayrı kendileriyle izlenmesi ve bu görüntüler üzerinde çalışılması tedavi sürecinde çok değerli katkı sağladı. Sunum sırasında bu video kayıtlarından örnekler bireysel tanınmayı engelleyen uygun perdelemeyle paylaşılabilecektir. SALON B Oturum Başkanı: Doç.Dr. Ebru Çengel Kültür OP-5 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU OLAN ÇOCUKLARDA UYKUNUN YAŞAM KALİTESİ İLE İLİŞKİSİNİN İNCELENMESİ 1 2 2 Esra Yürümez , Birim Günay Kılıç , Ayla Aysev 1 Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Bu çalışmada, bileşik tip DEHB tanısı alan çocuklarda uyku alışkanlıkları, uyku sorunları, sıklığı ve eştanı ile ilişkisinin araştırılması, DEHB’de uyku sorunları ile birlikteliğin yaşam kalitesi üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma örneklemi, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na ardışık başvuruda bulunan 7-13 yaş aralığında, bileşik tip DEHB tanısı alan 46 erkek çocuk ve sınıf arkadaşlarından seçilen 31 sağlıklı gönüllü erkek çocuktan oluşmuştur. DEHB grubu, kliniğe ilk kez başvuran ve psikotrop ilaç kullanmayan, herhangi bir uyku sorunu nedeniyle tedavi görmemiş, zeka testi sonucu 80 ve üzerinde olan, vücut kitle indeksi normal sınırlarda olan, pediatrik kardiyoloji ve kulak burun boğaz kliniklerince değerlendirilen ve muayeneleri normal bulunan, tıbbi ve nörolojik hastalığı olmayan çocuklar arasından seçilmiştir. Kontrol grubu, DEHB grubu ile demografik özellikler bakımından eşleştirilmiş, herhangi bir tıbbi hastalık öyküsü olmayan, psikiyatriye başvurmamış, uyku sorunu bulunmayan, ilaç kullanmayan, yaşına göre normal boy ve kiloda olan, okul 30 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 başarısı iyi olan çocuklar arasından seçilmiştir. Araştırmaya katılan çocuklar, öğretmen ve anne babaları tarafından doldurulmak üzere Sosyodemografik Veri Formu, Yenilenmiş Conners Ebeveyn ve Öğretmen Derecelendirme Ölçeği, Çocukluk Uyku Alışkanlıkları Anketi, Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği verilmiştir. Çocuklara araştırmacılar tarafından Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe Uyarlaması (ÇDŞGŞY) uygulanmıştır. Çalışmaya ÇDŞR-ŞY’ye göre DEHB tanı ölçütlerini karşılayan çocuklar dahil edilmiş, uzman psikologlar tarafından zeka düzeylerini belirlemek amacıyla ayrı bir görüşmede WISC-R (çocuk ve ergenlerde uygulanılan zeka testi) uygulanmıştır. DEHB tanısı doğrulanan çocuklardan ve anne-babalarından uykuyla ilgili ayrıntılı anamnez alınmıştır. Sonuçlar: DEHB’de uyku sorunları sıklığı %84,8 olarak bulunmuş ve kontrollerden anlamlı olarak yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır (p=0,002). DEHB grubunda ÇİYKÖ puanlarının değerlendirilmesi sonucunda, yaşam kalitesinin hem fiziksel sağlık hem psikososyal sağlık hem de toplam yaşam kalitesi alanlarında daha bozuk olduğu görülmüştür (p<0,05). DEHB ve kontrol grubundan her ikisinde de uyku sorunu olsa bile gece uyanma sıklığının DEHB grubunda anlamlı olarak yüksek olduğu bulunmuştur (p=0,02). Eştanıların uyku sorunlarının sıklığını artırmadığı sonucuna ulaşılmıştır. ÖÖG tanısı olan olguların diğer DEHB olgularına göre parasomnia sıklığının daha fazla olduğu görülmüştür (p=0,05). Tartışma: Çalışmamızda, ilaç kullanımı ve sosyokültürel etkenler, cinsiyet ve yaş farklılıkları gibi değişkenler kontrol edilerek yapılan değerlendirme sonuçlarına göre; önceki araştırmalarla tutarlı olarak, bileşik tip DEHB tanısı konan olguların uyku sorunları sıklığı sağlıklı kontrollere göre daha fazla bulunmuştur. Uyku sorunu olan DEHB’lilerin, gece boyunca, uyku sorunu olan kontrollerden daha sık uyanmaları, uykunun bölünmesine yol açan gece uyanmalarının, DEHB’nin seyrinde yer alan önemli bir belirti olabileceğini düşündürmektedir. DEHB’de gün içi uykululuğun daha fazla olması ve bunu dengelemek için aşırı hareketliliğin ortaya çıktığı hipotezi ve uyanıklığı sağlayan bazı ilaçların DEHB belirtilerini de iyileştirmesi, bu düşünceyi desteklemektedir. Geçerli ve standart tanı kriterlerinin kullanılması, ergenlik, cinsiyet, sosyoekonomik düzey, birincil uyku bozuklukları, tıbbi nedenler, zeka düzeyi gibi karıştırıcı etkenlerin dışlanmış olması, eştanıların etkisinin göz önünde bulundurulması ve benzer özellikleri olan kontrol grubu ile karşılaştırma yapılmış olması çalışmanın güçlü yönleridir. Örneklem grubunun ve eştanı gruplarının küçük olması yapılan karşılaştırma sonuçlarını etkilemiş olabilir. Daha geniş örneklem grubuyla çalışılması ve öznel ölçümlerin yanında nesnel ölçüm verilerinin de kullanılması daha güvenilir sonuçlara ulaşılması açısından gereklidir. Sonuç olarak; özellikle DEHB belirtileri gösteren çocuklara rutin değerlendirme sırasında uyku alışkanlıklarının sorulması ve uykuyla ilgili daha ayrıntılı anamnez alınması, DEHB’nin seyrinde rastlanan ve yaşam kalitesini ve işlevselliği olumsuz etkileyen uyku sorunları ile ilgili farkındalığın artmasını, DEHB belirtilerinin şiddetinin azalmasını sağlayacak ve tedavi etkinliğini artıracaktır. OP-6 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU TANISI KONAN ÇOCUKLARDA UYKU VE UYKU BOZUKLUKLARI: POLİSOMNOGRAFİK ÇALIŞMA Hayati Sınır1, Selma Fırat Güven2, Bülent Çiftçi2, Zeynep Tüzün3, Berna Özsungur5 1 Ankara Dr. Sami Ulus Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği. 2 Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Uyku Laboratuvarı 3 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adolesan Bölümü 4 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı konmuş çocuklarda uykunun niteliksel ve niceliksel yapısını ortaya çıkarmak; uyku sorunlarının tipini ve sıklığını belirlemektir. Yöntem: Çalışmada 6 - 12 yaş arası, ilk kez DEHB tanısı konan, herhangi bir nörolojik ve/veya kronik bir hastalığı bulunmayan, zeka bölümü 80 ve üstü olan 29 çocuk, 18 sağlıklı çocuk ile karşılaştırılmıştır. Araştırma ve kontrol grubundaki tüm çocuklarla psikiyatrik rahatsızlıkları taramak amacıyla “Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi – Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli- Türkçe Uyarlaması” (ÇDŞG-ŞY-T) kullanılarak yarı yapılandırılmış klinik görüşmeler yapılmıştır. Çalışmaya katılan tüm çocukların anne ve babalarından “Conners Ana Baba Derecelendirme Ölçeği”ni (CADÖ) ve “Çocuklar için Uyku Alışkanlıkları Ölçeği”ni (ÇUAÖ) doldurmaları istenmiştir. Çocukların zeka düzeyleri WISC-R ile değerlendirilmiş ve tüm çocuklara uyku laboratuvarında polisomnografi (PSG) tetkiki yapılmıştır. Bulgular: DEHB grubu ve kontrol grubu arasında yaş, cinsiyet, zeka puanları ve ailelerin sosyoekonomik düzeyleri açısından fark bulunmamıştır. Gruplar arasında ÇUAÖ’de yatma zamanına direnç alt ölçeğinde ve uyku rahatsızlığı puanında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır. ÇUAÖ’de yatma zamanına direnç ve uyku rahatsızlığı puanları ile CADÖ puanları arasında pozitif korelasyon saptanmıştır. PSG verileri açısından karşılaştırıldığında DEHB grubu ile kontrol grubu arasında uyku etkinliği açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. PSG’de diğer parametreler açısından istatistiksel olarak fark saptanamamıştır. DEHB grubundaki bir çocuğa (%3,4) OSAS tanısı konmuştur. Sonuç: DEHB’si olan ve olmayan çocukların uyku yapısı birbirlerinden farklıdır. DEHB tanısı konan çocukların uyku yapısı olumsuz yönde etkilenmiştir. DEHB’si olan ve olmayan çocukların uyku bozuklukları görülme sıklıkları da birbirlerinden farklıdır. DEHB tanısı konan çocuklarda uyku bozuklukları daha sık görülmektedir. 31 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 OP-7 BİPOLAR AFEKTİF BOZUKLUK TANISI OLAN VE BİPOLAR BOZUKLUK İÇİN YÜKSEK RİSKLİ GRUPTAKİ ERGENLERİN NÖROPSİKOLOJİK ÖZELLİKLERİ 1 2 2 2 Melih Nuri Karakurt , Koray Karabekiroğlu , Murat Yüce , Tülay Çalık 1 Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi 2 Ondokuz Mayıs Ün. Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Bipolar Afektif Bozukluk (BAB) ile ilgili olarak ailesel geçiş ve bozuklukla ilişkili özgül nöropsikolojik sorunlara yönelik kanıtlar son yıllarda artmaktadır. Bu çalışmanın amacı ergenlik dönemi BAB’deki klinik ve nöropsikolojik özellikleri belirlemek ve ailesel açıdan BAB için yüksek riskli ergenlerin klinik ve nöropsikolojik özelliklerini inceleyerek bu bozukluk için geçerli erken dönem belirteçleri ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışmaya yaşları 12-18 arası olan 25 BAB olgusu (hasta grubu), ebeveyni ya da kardeşlerinde BAB tanısı olan ancak kendisinde herhangi bir duygudurum bozukluğu olmayan 25 ergen (riskli grup) ve sağlıklı 25 ergen (kontrol grubu) alınmıştır. Her bir katılımcıya; nöropsikolojik profillerini belirlemek amacı ile Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET), Stroop Testi ve Sürekli Performans Testi (SPT) uygulanmış, klinik ve davranışsal profillerini değerlendirmek için Çocuklar İçin Depresyon Değerlendirme Ölçeği (ÇDDÖ), Young Mani Değerlendirme Ölçeği\Ana-Baba formu (YMDÖ-ABF), 11-18 Yaş Gençler için Kendini Değerlendirme Formu (GKDF) ve Conner’s Ana\Baba Derecelendirme Ölçeği (CADÖ-48) verilmiştir. Sonuç: Çalışmamızdaki WKET, Stroop Testi ve SPT sonuçları ışığında BAB olan ergenlerin sağlıklı kontrollere göre yürütücü işlevler ve dikkat fonksiyonlarında istatistiksel olarak anlamlı daha kötü performans gösterdiği saptanırken, BAB için ailesel risk taşıyan ergenlerde herhangi bir fark saptanmamıştır. Bunun yanında hem BAB olan ergenler hem de BAB için riskli ergenler sağlıklı kontrollere göre daha fazla klinik ve davranışsal sorun bildirmişlerdir. Yorum: Bu çalışmanın sonucunda BAB için risk taşıyan ergenlerde davranışsal ve klinik sorun alanlarının aksine dikkat ve yürütücü fonksiyonlarında bozulma gösterilmemiştir. Bulgularımız özellikle hastalığın kendisinin dikkat ve yürütücü fonksiyonları bozduğu, ailesel olarak BAB için riskli olma ile bazı davranışsal sorunların ilişkili olduğu görülmesine karşın dikkat ve yürütücü fonksiyonlarla ilişki olmadığını göstermiştir. Geniş katılımcı sayısı ve nöropsikolojik test profilleri ile yapılacak takip ve görüntüleme çalışmaları, BAB için genetik risk taşıyan bireylerin nöropsikolojik profillerini daha iyi ortaya koyarken biyolojik ve psikometrik bozulmanın nerede ve nasıl başladığı ile ilgili daha açıklayıcı bilgiler sunacaktır. Anahtar Kelimeler: Bipolar Afektif Bozukluk, Nöropsikoloji, Ergen OP-8 CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYAN ÇOCUK VE ERGENLERDE DEPRESYON, DİSSOSİYATİF BOZUKLUK VE POSTTRAVMATİK STRES BOZUKLUKLARININ ÖLÇEKLERLE DEĞERLENDİRLMESİ Rabia Durmuş1, Merve Çıkılı1, Hatice Doğan1, Didem Behice Öztop1, Sema Ekmekçi2,Fatih Yağmur3,Meda Kondolot4 1 Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri 2 Bezmialem Vakif Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul 3 Erciyes Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı, Kayseri 4 Erciyes Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Posttravmatik stres bozukluğu travmatik yaşantının sonucunda olması nedeniyle cinsel istismarla özellikle ilişkidir. Cinsel istismara uğramış çocuklarda tekrarlayıcı, rahatsız edici düşünceler, olayla ilgili kabuslar, uykuya dalma güçlüğü, olayı anımsatan nesnelere karşı yoğun kaygı, korku tepkisi, olayı anımsatan yerler, kişiler, durumlar ve konuşmalardan kaçınma, öfke patlamaları, konsantrasyon güçlüğü, ilköğretim sonrasında ve ergenlerde olay anını yaşıyormuş gibi hissetmeleri, yineleyici oyunlar görülebilecek davranış şekilleridir. Ruhsal travma erişkinde ve çocukta farklı etki yapar. Çocukta dissosiyon çok daha fazladır, yaşla azalır.Bu nedenle çocukluk çağı travmaları erişkinlikteki dissosiyatif bozuklukların asıl nedenini oluşturur. Bizim çalışmamızda cinsel istismara uğrayan çocuk ve ergenlerde posttravmatik stres bozukluğu, depresyon ve dissosiasyon bozukluğunun araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniğine 01.01.2011–31.12.2011 tarihleri arasında adli rapor düzenlenmesi amacıyla gönderilen cinsel istismara maruz kalmış 0–18 yaş arası çocuk ve ergen olgular; yaş, cinsiyet, istismar sıklığı ile DSM IV-TR tanı sınıflamasına göre psikiyatrik tanıları açısından araştırıcılar tarafından ailelere verilen Çocuklar için depresyon ölçeği(ÇDÖ), dissosiasyon ölçeği(DIS-Q) ve Çocuklar için travma sonrası stres tepki ölçekleri (ÇTSS-TI)retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Yapılan değerlendirmeler sonucunda çalışmaya dâhil edilen 654 çocuktan 528’nin (%80,7), cinsiyetinin kız, 126 sının (%19,3) cinsiyetinin ise erkek olduğu ve çocukların yaş ortalamasının 13,57±3,32 olduğu belirlendi. Cinsel istismarın türü sorgulandığında 510 hastanın 161’i (%31,6) vajinal ilişki, 89’u (%17,5) anal ilişki, 81’i (%15,9) özel bölgelere dokunma, 67’si (%13,1) sürtünme, kalan 112 hasta(%21,9) ise sözlü taciz ve benzeri cinsel istismar türlerine maruz kalmıştır.Travma sonrası stres tepki ölçeği 87 hastaya verilmiştir. Ve PTSD ölçeğinin ortalama değeri 37,1±18,01 olarak bulunmuştur. Hastaların 34’ünde (%39,1) PTSD ölçeği puanı PTSD için anlamlı kabul edilen 40 değerinin üstünde 32 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 bulunmuştur. DIS-Q ölçeği 23 hastaya verilmiştir ve ortalama değer 4,04±8,5 olarak bulunmuştur. Hastaların 8’inde (%34,8) DIS-Q ölçeği anlamlı olarak kabul edilen 2,5 değerinin üstünde bulunmuştur. ÇDÖ ölçeği 94 hastaya verilmiştir ve ortalama değer 18,6±12,4 olarak bulunmuştur. Hastaların 48’inde (%51,1) depresyon ölçeği değerleri depresyon için anlamlı olarak kabul edilen 16 değerinin üzerinde bulunmuştur. Tartışma- Sonuç Literatürde çocukluk çağında cinsel istismara uğrayanların çocukluktan erişkinliğe kadar uzanan dönemde çeşitli psikiyatrik bozuklukları gösterdiği yer almaktadır. (Kaufman 2007). Cinsel istismar içe yönelik ve dışa yönelik psikiyatrik rahatsızlıklarla ilişkilidir. Çocukluk çağı cinsel istismarının ilerleyen yıllarda kendine zarar verme, intihar davranışı, disosiyatif bozukluk, postravmatik stres bozukluğu, depresyon, anksiyete bozukluğu, alkol ve madde bağımlılığı, yeme bozukluğu ile birlikteliğinin yüksek olduğu tespit edilmiştir. İstismara uğrayan çocukların üçte biri akut dönemde belirti vermeyebilir ancak olası riskler düşünülerek düzenli takip altında bulundurulmaları son derece önemlidir. Yapılan bir çalışmada başlangıçta psikiyatrik belirti göstermeyen çocukların 12-18 aylık izlemlerinde %10-20’sinde psikiyatrik belirtiler ortaya çıkmıştır. OP-9 MAJOR DEPRESYONLU ERGENLERDE ANKSİYETE DUYARLILIĞININ İNTİHAR DÜŞÜNCESİ ÜZERİNE ETKİLERİ Ayhan Bilgiç, Savaş Yılmaz, Sabri Hergüner K.Ü. Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Anksiyetenin intihar düşüncelerini ve intihar girişimi riskini arttırdığı bilinmektedir. Erişkinlerde yapılan çalışmalar “anksiyeteden kaynaklanan belirtilerin ortaya çıkmasından endişelenme” olarak tanımlanan anksiyete duyarlılığının da intihar riski ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Çocuk ve ergenlik döneminde ise bu konu ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmada anksiyete duyarlılığının depresyon tanısı alan ergenlerde intihar riski üzerine olan etkileri araştırılmıştır. Yöntem: En az 3 aydır psikiyatrik tedavi uygulanmayan 12-18 yaş aralığında toplam 54 major depresyon olgusu çalışmaya dahil edildi. Major depresyon tanısı Okul Çağı (6-18 Yaş) Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS) uygulanarak konuldu. Olgulara Çocuk Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), İntihar Olasılığı Ölçeği (İOÖ) ve Çocuk Anksiyete Duyarlık Ölçeği (ÇADİ) uygulandı. ÇADİ’nin intihar üzerine etkilerinin incelenmesi için lineer regresyon analizi uygulandı. Literatürde anksiyetenin bilişsel, fiziksel ve sosyal etkilerine yönelik duyarlılığın intihar üzerine ayrı etkileri olduğu belirtildiği için bu üç alandaki ÇADİ maddelerinin intihar üzerine olan etkileri ayrıca değerlendirildi. Sonuç: Depresyon skorları kontrol edildiğinde ÇADİ toplam puanının İOÖ toplam puanı üzerine istatistiksel anlamlılığa yakın düzeyde pozitif belirleyiciliği olduğu saptandı. ÇADİ’nin bilişsel alan belirtilerinin İOÖ toplam puanı üzerinde pozitif yönde yordayıcı etkisi olduğu gözlenirken, fiziksel ve sosyal alandaki belirtilerin ise ilişki göstermediği saptandı. Ayrıca, ÇADİ toplam puanı ve ÇADİ bilişsel belirtiler skorlarının İOÖ umutsuzluk alt ölçeği üzerinde anlamlı ölçüde belirleyiciliği olduğu bulundu. Yorum: Anksiyetenin bilişsel etkileri hakkında kaygı duymanın depresyonlu ergenlerde umutsuzluk ve intihar düşüncesini arttırdığı belirlenmiştir. Bu bulgular erişkin çalışmaları ile uyum göstermektedir. 33 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 34 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 POSTER BİLDİRİLER 35 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-001 CİNSEL İSTİSMAR OLGULARININ SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ VE PSİKİYATRİK TANILARI Gülşen Ünlü, Ahmet Büber, Burcu Çakaloz, Yetiş Işıldar Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Cinsel istismara uğramış çocuk olguların sosyodemografik özellikleri, zeka düzeyleri ve ruhsal tanıları ile istismar olayının özellikleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Bu araştırma; Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD’ a adli makamlarca 01.06.2008-31.05.2011 tarihleri arasında gönderilmiş olan 235 cinsel istismar mağduru çocuk olgunun sosyodemografik özellikleri, 6 yaş üzeri olguların zeka testi sonuçları (WISC-R, WAIS-R) ve DSM-IV tanı ölçütlerine göre ruhsal tanıları; dosya üzerinden geriye doğru taranarak gerçekleştirilmiştir. Sonuç: Olguların; 200’u kız (%85.1), 35’i erkek (% 14.9) idi. Cinsel istismar olayının oluş ve/veya başlangıcı sırasındaki yaş ortalamaları değerlendirildiğinde erkek olguların (Ort±SS: 10.43±3.88), kız olgulara göre (Ort±SS: 13.34±2.86) daha küçük yaşlarda ve daha fazla tekrarlayan istismara maruz kaldığı saptanmıştır. Olguların 27’sinin (%11.5) ensest mağduru olduğu, 69’ unun (%29.4) tekrarlayan şekilde istismara uğradığı bulgulanmıştır. Zeka testi sonuçlarına göre; 55 (%25.9) olguda toplam IQ puanı 69 ve altı olarak belirlenmiştir. Olaya bağlı ruh sağlığında bozulma 190 (%81) olguda saptanmış olup DSM-IV tanı ölçütlerine göre tanı dağılımları; %41.6’sı anksiyete bozuklukları, %33.2 ’si depresif bozukluk, % 21.0’ı uyum bozukluğu, %2.1’i diğer bozukluklar idi. Yorum: Bu çalışmanın sonuçları, istismara maruz kalan bireylerde, ruhsal desteğin önemini vurgulamaktadır. Diğer taraftan zeka düzeyi normalin altında olan çocukların istismara daha açık oldukları göz önüne alındığında, bu çocuklarda koruyucu önlemlerin alınmasının gerekliliğini de ortaya koymaktadır. PP-002 ERGEN YAŞTAKİ LİSANSLI SPORCULARDA ANKSİYETE VE DEPRESYON DÜZEYLERİ İLE YAŞAM KALİTESİNİN ARAŞTIRILMASI Ahmet Hamdi ALPASLAN ¹, Yeşim TANELİ ² ¹Zübeyde Hanım Doğum ve Çocuk Bakımevi Hastanesi, Afyonkarahisar ²Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı, Bursa Amaç: Ergenlik çağının en önemli özelliği hızlı bir değişimin yaşanmasıdır. Ergenler, çocuklara göre, daha fazla biyopsikososyal değişimle baş etmek zorunda kalırlar. Çalışmamızda lisanslı olarak spor yapan ergenlerin depresyon, anksiyete ve yaşam kalitesi düzeylerini, organize olarak sporla uğraşmayan yaşıtları ile karşılaştırmayı amaçladık. Yöntem: Çalışmaya, amatör ligde lisanslı olarak voleybol oynayan 20 kız ile organize spora katılmayan 20 sağlıklı kontrol (20 kız) olmak üzere, 12–18 yaş arasında toplam 40 ergen kız (n=40) dahil edilmiştir. Tüm katılımcılara Sosyodemografik Veri Formu, Çocuklar İçin Depresyon Envanteri, Durumluluk–Sürekli Kaygı Envanteri (STAI–I, STAI–II), Kısa Semptom Envanteri, Ergenler İçin Sosyal Kaygı Ölçeği ve Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği uygulanmıştır. İstatistiksel analizlerde SPSS for Windows 13.0 paket programı kullanılmıştır. Sonuç: Katılımcıların yaş ortalaması 185±14.62 ay (15;5 yıl) olup, gruplar arası fark saptanmadı (p>0.05). Sporcu grubun %60’ı en az 60 aydan beri, %25’i 49–59 aydan beri, %5’i 36–48 aydan beri, %10’u 25–35 aydan beri lisanlı olarak voleybol oynuyordu. Sporcuların kontrol grubuna göre daha iyi sosyoekonomik ve sosyokültürel düzeye sahip ailelerden geldikleri saptanmıştır. Sporcu grubun, sporcu olmayan gruba göre depresyon, anksiyete, sosyal kaygı ve kısa semptom envanteri alt ölçekleri düzeyleri anlamlı ölçüde düşük (tümü p<0,05) saptanmıştır. Sporcu grubun yaşam kalitesi hem ergen hem de ebeveyn açısından sporcu olmayan gruba göre anlamlı ölçüde yüksek saptanmıştır (ikisi de p<0,05). Yorum: Çocuk ve ergenlerde, düzenli fiziksel etkinlikler ve spora katılımla ilgili daha kapsamlı çalışmalar yapılmalı ve organize sportif faaliyetlerin ruh sağlığını hangi yollarla etkilediğinin üzerinde durulmalıdır. Anahtar Kelimeler: Ergen, spor, anksiyete, depresyon, sosyal kaygı, yaşam kalitesi, çocuk psikiyatrisi PP-003 GÜNÜBİRLİK CERRAHİ SONRASI YAŞAM KALİTESİ ALGISI VE KAYGI DÜZEYİ Ayşe Burcu Ayaz1, Onursal Varlıklı2 1 Sakarya Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği 2 Sakarya Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Polikliniği Amaç: Günübirlik cerrahi (GC), ameliyat sırasında ve sonrasında komplikasyon riskinin düşük olması, hastanın ameliyat günü taburcu edilmesi ve iyileşme süresinin kısa olması nedeniyle büyük cerrahi girişimlerden ayrılmaktadır. Cerrahi girişimler sırasında çocuklarda ve annelerinde kaygı düzeyinin arttığı ve sonrasında çocukların yaşam kalitesinin bozulduğu bildirilmektedir. Bu çalışmada GC öncesinde ve bir ay sonrasında çocukların ve annelerinin kaygı düzeyindeki ve çocukların yaşam kalitelerindeki değişiklikleri değerlendirmeyi amaçladık. 36 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yöntem: Bu çalışmaya, Sakarya Eğitim ve Araştırma Hastanesi çocuk cerrahisi servisine GC amacıyla yatışı yapılan 7-12 yaş grubu 32 çocuk ( 6 kız, 26 erkek) katıldı. GC öncesi; sosyodemografik form, Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği (DSKÖ), Çocuklar için Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği (STAI-C) ve Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ)- ebeveyn formu dolduruldu. GC’den bir ay sonra çocuk ve ebeveyni takip görüşmesine çağrılarak DSKÖ, STAI-C ve ÇİYKÖ takip formlarını doldurmaları istendi. Sonuç: GC öncesi ve 1 ay sonrasında DSKÖ (p=0.064), STAI-C (p=0.055), ÇİYKÖ ölçek toplam puanı (p=0.074) ve ÇİYKÖ fiziksel sorun toplam puanı (p=0.351) ortalamaları arasında anlamlı bir fark saptanmadı. Çocukların GC öncesindeki ÇİYKÖ psikososyal sorun toplam puanı (PSTP) bir ay sonrasındaki PSTP değerlerine oranla anlamlı derecede daha yüksek bulundu (p=0.049). Yorum: Çocukların ve annelerinin GC öncesinde kaygı düzeylerinin artmadığı ve çocukların GC sonrası genel ve fiziksel alanlarda yaşam kalitelerinde bozulma olmadığı belirlendi. Buna rağmen, GC sonrası çocukların psikososyal alanda yaşam kalitelerinin azaldığı saptandı. GC kısa ve komplikasyon riski düşük uygulamalar olmasına rağmen cerrahi sonrası çocukların okul başarıları, arkadaş ilişkileri ve aile içi işlevselliklerini etkileyebileceği düşünülmektedir. Bu nedenle GC sonrası çocuğun okula uyumunun sağlanması ve sosyal ilişkilerinin korunmasına yönelik önlemler alınmalıdır. PP-004 KIZ ÇOCUKTA DEZİNTEGRATİF BOZUKLUK, BİR OLGU SUNUMU Ayşe Büyükdeniz, Sultan Seval Yılmaz, Azad Asafov, A. Tuğba Bahadır, Neşe Perdahlı Fiş, Osman Sabuncuoğlu, Ayşe Rodopman Arman Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Çocukluğun dezintegratif bozukluğu, yaşamın ilk iki yılında sözel ve sözel olmayan iletişim, sosyal etkileşim becerileri, oyun, mesane ve barsak kontrolü ile motor davranış alanlarında normal gelişimi takiben 2-10 yaşları arasında yukarıda belirtilen alanların en az ikisinde gerileme gözlenen bir yaygın gelişimsel bozukluktur(1). Çocukluğun dezintegratif bozukluğuna oldukça seyrek rastlanmaktadır(2). Beş yıllık bir dönemde çocuk psikiyatrisi kliniğine başvuran tüm olguların sadece % 0,22’ sinin dezintegratif bozukluk olduğu bildirilmiştir(3). Dezintegratif bozukluk, erkeklerde kızlara göre 3 ile 8 kat daha fazla görülmektedir(3). Erken regresyon gösteren dezintegratif bozukluk olgularını, otizmden ayırmak çoğu zaman zordur (4). Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne, son bir haftadır ellerini ısırma, yüzüne vurma yakınmaları olan sekiz yaşında bir kız çocuk annesi tarafından getirildi. Anne ile yapılan görüşmelerde 3,5 yaşına kadar genel gelişim basamaklarının yaşıtlarına paralel olduğu öğrenildi. Sonrasında takıntıları başlayan hastanın o dönemlerde huzursuz ve kaygılı olduğu anlatıldı. Anne bu takıntılara; gece ağlamaları, uyku düzensizliği, göz temasında azalma, ismine seslenince bakmama, el burma, kanat çırpma, parmak ucunda yürüme tarzında hareketlerin eklendiğini söyledi. Zaman içinde konuşma becerisi, özbakım becerileri, kaba ve ince motor becerileri ve mesane-barsak kontrolü becerileri gerileyip kaybolmuş. Çocukla muayenede verbal ve non-verbal iletişim kurulamadı. Ekolali, ellerini burma ve sıkma tarzında stereotipik hareketleri mevcuttu. Aileden alınan bilgiler ve klinik değerlendirme sonucunda olguda dezintegratif bozukluk olduğu düşünüldü. Mevcut davranış sorunları için hastaya 0.75 mg/gün risperidon başlandı. Takiplerde risperidon ile hastanın mevcut davranış sorunlarının azaldığı gözlendi. Bu sunumda Dezintegratif Bozukluğu olan bir kız çocuk olgusunun tanı ve tedavi süreci ele alınmıştır. Kaynaklar 1. Kurita H, Osada H, Miyake Y. External validity of childhood disintegrative disorder in comparison with autistic disorder. J Autism Dev Disord 2004; 34:355-362 2. Sadock B, Sadock V. Pervasive Developmental Disorders. Ed: Sadock B, Sadock V. Kaplan & Sadock's Synopsis of Psychiatry 10th Edition: Behavioral Sciences/Clinical Psychiatry: pp 1195-1206 Lippincott Williams & Wilkins, a Wolters Kluwer business, Philadelphia, USA, 2007. 3. Yorbık Ö. Dezintegratif psikoz. Çocuk Psikiyatrisi Temel Kitabı; 274-281, Türkiye, 2008 4. Volkmar F, Lord C, Klin A, Schultz E, Cook R. Autism and the Pervasive Developmental Disorders. Ed: Martin A, Volkmar FR. Lewis’s Child and Adolescent Psychiatry. pp. 388-400 Lippincott Williams & Wilkins, a Wolters Kluwer business, Philadelphia, USA, 2007. PP-005 Çocuk ve Adölesanlarda Kronik ve Rekürren Baş Ağrılar Ayşe Kutlu, Demir Gökçer Özek, Nilgün Palulu, Aycan Ünalp, Füsun Atlıhan Dr.Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi İzmir Amaç: Kronik-rekürren baş ağrılarının etyolojik değerlendirmesinin yapılması bu hastalardaki psikiyatrik tanıların belirlenmesi. Yöntem: Temel yakınması kronik ya da rekürren baş ağrısı olan 3–18 yaş arasındaki polikliniklere başvuran 80 hasta çalışmaya alınmıştır. Tüm hastalar anamnez, fizik muayene, laboratuvar tetkikleri yapıldıktan sonra KBB, Diş, Göz Çocuk Nörolojisi ve Çocuk Psikiyatrisi uzman hekimlerince değerlendirilmiştir. Tüm hastalara kraniyal MRG yapılmıştır ve sonuçlar ışığında hastalar ICHD II tanı kriterleri kullanılarak sınıflandırılmıştır. İstatistiksel analizler ‘’SPSS for Windows 15.0’’ paket programı kullanılarak yapılmıştır. 37 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Sonuçlar: Hastaların başvuru yaşı 5,16 ile 15,25 yıl , %55’i kız, %45’i erkektir. Çalışmamızda psikiyatri muayenesi sonucu en sık eşlik eden psikiyatrik bulgunun anksiyete olduğu görülmüştür. Bir hastada affektif bozukluk tanısı koyulmuştur. Psikiyatrik patolojilerin migren ve gerilim tipi baş ağrılarında diğer baş ağrılarında olduğundan belirgin olarak daha sık olduğu izlenmiştir. Migrenli hastaların % 5,5, gerilim tipi baş ağrılı hastaların % 25’inde depresyon saptanmıştır. Migrenli hastalarda en sık karşılaşılan psikiyatrik bulgu anksiyete olarak saptanmıştır Yorum: Çocukluk çağında önemli bir morbidite nedeni olan kronik rekürren baş ağrılarının etiyolojisinde psikiyatrik sorunların sık olduğu ve tanı, tedavi ve izlem sürecinde multidisipliner yaklaşımın gerekliliği unutulmamalıdır. Kaynaklar 1. Lewis DW, Ashwal S, Dahl G, et al. Practice parameter:evaluation of children and adolescents with recurrentheadaches: Report of the Quality Standards Subcommittee of the American Academy of Neurology and the Practice Committee of the Child Neurology Society.Neurology 2002; 59: 490-498. 2. Rothner AD. Headaches. In: Swaiman KF (ed). Pediatric Neurology, 3rd. ed. CV Mosby Co. St. Louis, 1999; 747-58 3. Silberstein SD, Lipton RB, Goadsby PJ. Headache in clinical practice. Isis Medical Media, 1998; 1–7. 4. Bille B. Migraine in school children. Acta Paed. Scand. 1962;51 (suppl 136):3-151. PP-006 BLUMİK YEME ÖZELLİKLERİ GÖSTEREN 17 YAŞ OTİZMLİ ERKEK HASTA: OLGU SUNUMU Azad Asafov, A. Cahid Örengül, Osman Sabuncuoğlu, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Otizm Spektrum Bozuklukları (OSB) hayatın erken dönemlerinde başlayan iletişim, sosyal etkileşim ve bilişsel gelişimde kayıplar ve sapmalarla seyreden nöropsikiyatrik hastalık grubudur (1). OSB teşhisi alan çocuklarda önemli oranda sağlık, öğrenme ve davranış problemleri bulunmaktadır. Sıklıkla bu çocukların seçici oldukları ve kısıtlı türde besinleri tükettikleri görülmektedir. Yeme sorunları OSB’li çocukların ebeveynleri için ayrıca bir zorluk oluşturmaktadır (2). OSB’li çocuklarda yeme sorunlarının biyolojik hassasiyetle, duyusal, bilişsel ve duygusal alandaki bozukluklar arasındaki etkileşim le ilişkili olduğu düşünülmektedir (3). Yeme bozukluklarında “Zihin Kuramı” ile ilgili yapılan çalışmalarda OSB’li bireylerdekine benzer özellikler dikkat çekmektedir (4,5,6). Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne konuşma, göz teması, ilişki kurma ve sürdürme gibi sosyal etkileşim becerileri olmayan otizmli 17 yaş erkek hasta, aile bireylerine ve eşyalara vurma gibi davranış problemleri nedeniyle ebeveynleri tarafından getirildi. 14 yıldır kliniğimizde takipli olan, yaklaşık 12 yıldır atipik antipsikotik ilaç tedavisi alan ve obez görünümü dikkat çeken hastanın 3-4 aydır tıkınırcasına yeme ve devamında kusma davranışı olduğu öğrenildi. Bu yeme davranışı ev dışındaki mekanlarda görülmemekteydi. Kusarak yediklerini çıkarttıktan sonra kalan yemekleri de tüketiyordu. Bu olguda OSB’li bireylerdeki yeme problemleri, Yeme Bozuklukları ile OSB’nin ortak özelliklerinin tartışılması amaçlanmaktadır. Kaynaklar 1. Rutter M: Diagnosis and definition of childhood autism. J Autism Child Schizopr 8(2); 139-61 1978 2. Tiffany Kodak, Assesment and Behavioral Treatment of Feeding and Sleeping Disorders in Children with Autism Spectrum Disorders, Child and Adolescent Psychiatric Clinics of North American V17, N4 887-903, 2008 October 3. Daphne V. Keen, Childhood Autism, Feeding Problems and Failure to thrive in early infancy, Eur Child Adolesc Psychiatry 17:209-216 2008 4. Martha Kenyon, Theory of Mind in Blumia Nervosa. İnternational Journal of Eating Disorder 00:0 2011 5. Gál Z, Egyed K, Impaired Theory of Mind in Anorexia Nervosa. Psychiatry Hungaria 2011;26(1):12-25. 6. Oldershaw A, Treasure J, Is anorexia nervosa a version of autism spectrum disorders? Europian Eating Disorder Review 2011: 10.1002/erv.1069 PP-007 YOĞUN BAKIM ÜNİTELERİNDE BÜYÜMEK: ”MUNCHAUSEN BY PROXY” BİR OLGU SUNUMU Başak Paşabeyoğlu, Ayfer Orhan, Osman Abalı İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: 1977’de Meadow tarafından tanımlanan “Munchausen by Proxy Sendromu (Vekaleten hastalık, Faktisiyöz hastalık)” özel bir çocuk istismarı formudur. Munchausen by Proxy Sendromu, çocuğa bakım vermekle ve onu korumakla yükümlü olan kişiler tarafından çocukta bir hastalık yaratılması veya uydurulması durumudur. “Hasta” çocuk doktora götürülmekte ve doktorlar bu senaryoya gereksiz girişimsel incelemeleri yaparak ve çeşitli ilaçları reçete ederek istemeden katılmaktadırlar. Bu davranışın bir nedeni bakım verenin dolaylı da olsa hasta rolünü üstlenmesi, diğer nedeni de hastanede yatan birinin olmasıyla bakım vermenin mutluluğunu yaşamaktır. Bu tabloda en sık görülen (%86) annenin çocuğunun hasta olduğu konusunda tıp çalışanlarını kandırması şeklinde olanıdır. Bu çocukların %52’sinin 3-13 yaş arasında oldukları saptanmıştır. İstismara uğrayanlar çoğunlukla küçük çocuklar ve özellikle bebekler olmaktadır. Ortalama tanı yaşı 3.5 olarak saptanmıştır. Bu çocuklardaki ölüm oranı ise %6-9’dur. Tanı konuluncaya kadar çok fazla zaman geçebilir. 38 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Olgu sunumu: 13 yaş 6 aylık kız hasta, polikliniğimize adli tıp kurumundan ayrıntılı psikiyatrik muayenesi yapılması ve rapor hazırlanması üzere gönderilmesinden hemen sonra çocuk hastalıklarına acil başvuru ile İTF yoğun bakım ünitesine yatırıldı. KC fonksiyon testlerinin hızla 20.000’lere ulaşması, pulmoner hemoraji başlaması nedeniyle hemofiltrasyona alındı. Tıbbi öyküsünde 2006 yılından beri her yıl kış aylarında grip benzeri semptomlarla başlayan, sonrasında KC fonksiyon testlerinde yükselme ve çeşitli organlarda kanamalar nedeniyle yoğun bakım ünitelerinde yatışları olan hastanın, yoğun bakım yatışları sonrası hızla düzelen klinik tablosu mevcut. Hastalık etyolojisine yönelik yapılan tüm tetkikleri normal olan hastanın alınan idrar ve kan örneklerinde toksik maddeler tespit edildi. Çocuk ve ailesinin ayrıntılı psikiyatrik değerlendirmeleri sonucunda “Munchausen by Proxy sendromu”nu düşündüren güçlü bulgular tespit edildi. Kaynaklar 1. Eminson M.Postelethwalte RJ(2000) Munchausen sendrome by Proxy Abuse: a Practical Approach. Mass: Butterworthheinmann, Boston. 2. Feldman MD, Ford CV(2002) Munchausen by Proxy in an International Context. Child Abuse Negl 26:509-524 3. Akay A.P., Diler R.S., Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı, Bölüm 45, Yapay Bozukluk, 455-461 4. Meadow R(2002) Different Interpretations of Munchausen Syndrome by Proxy. Child Abuse Negl 26:501-508 5. Feldman MD, Ford CV(2000) Factitious Disorders. Comprehensive Textbook of Psychiatry içinde. Sadock BJ., Sadock WA(ED) Williams and Wilkins, Baltimore s:1533-1543 6. Marcus A., Ammerman C., Schmidt MH., Klein M.(1995) Munchausen Syndrome by Proxy and Factitious Illness Symptomatology, Parent-Child Interaction and Psychopathology of the Parents, Eur Child and Adolescent Psychiatry 4:229-236 7. Sheridan MS(2003) The Deceit Continues: an Updated Literature Review of Munchausen Syndrome by Proxy. Child Abuse Negl 27:431-451 PP-008 İMMATÜR RATLARDA, TRAVMATİK BEYİN HASARINA BAĞLI ANKSİYETENİN PREFRONTAL KORTEKS NÖRON YOĞUNLUĞU VE VEGF İMMUNREAKTİVİTESİ İLE İLİŞKİSİ Başak Baykara1, Ferihan Cetin2, Burak Baykara3, Ilkay Aksu2, Ayfer Dayi2, Müge Kiray2, Ali Rıza Şişman4, Durgul Özdemir5, Mehmet Nuri Arda6, Nazan Uysal2 1 Dokuz Eylül Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksekokulu, Histoloji ve Embriyoloji, İzmir 2 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı, İzmir 5 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 6 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroşirurji Anabilim Dalı, İzmir Amaç: Travmatik beyin hasarının (TBH), bilişsel işlevler ve davranışlar üzerinde olumsuz etkileri vardır. Anksiyete bozukluğu gibi nöropsikiyatrik hastalıklara neden olabilir. Prefrontal korteks korku ve anksiyete yanıtlarının ortaya çıkmasında merkezi rol oynayan beyin bölgelerinden biridir. TBH, anksiyete yanıtına neden olurken vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF) gibi prefrontal kortekste anksiyolitik etkileri bulunan nörotrofik faktörleri de azaltmaktadır. TBH hipotalamo-hipofizeradrenal aksta değişimlere yol açar. Bu değişimler sonucunda serum kortizol düzeyleri yükselir. Bu çalışmanın amacı, 7 günlük sıçanlara uygulanan TBH’nin anksiyete düzeyleri, prefrontal kortekste nöron yoğunluğu VEGF immünoreaktivitesi üzerine olan etkilerini araştırmaktır. Yöntem ve Gereç: Ratlar üç gruba ayrıldı: Kontrol (n = 7), Sham (n = 7) ve TBH (n = 7). Anksiyete düzeyleri, doğum sonrası 27 gün içinde açık alan aktivitesi ve yükseltilmiş artı labirent ile değerlendirildi. Prefrontal korteks, cresyl violet ve VEGF immün boyaması ile incelendi. Prefrontal korteks nöron yoğunluğu X40 büyütmede 16800 μm2 sayım çerçevesi kullanılarak hesaplandı. Serum kortizol düzeyleri ölçüldü. Bulgular: TBH grubunda anksiyete düzeyleri kontrol ve sham gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha fazlaydı. Prefrontal korteks VEGF immünreaktivitesi ve nöron yoğunluğu kontrol ve sham grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak TBH grubunda azalmış olarak bulundu. Serum kortikosteron düzeyleri TBH grubunda istatistiksel olarak anlamlı derecede artmış bulundu. Sonuç: Bu çalışma immatür sıçanlarda TBH'nin, anksiyete düzeylerini arttırdığını, prefrontal korteks nöron yoğunluğu ve VEGF immünoreaktivitesini azalttığını göstermektedir. Ayrıca bu çalışmada VEGF düzeylerindeki azalmanın prefrontal korteksteki nöron yoğunluğundaki azalma ile ilişkisi ve anksiyete yanıtına etkisi de gösterilmiştir. 39 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-009 TEK YUMURTA İKİZİ OLAN ANOREKSİK BİR ERGEN OLGU SUNUMU: AYRIŞMA VE MİZAÇ Burcu Ersöz Alan, Özge Demircan Tulacı Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Kliniği Amaç: Anoreksiya Nervosa (AN) genetik temellerinin yanında psikososyal etkenlerin de etiyolojisinde yer aldığı, hayatı tehdit eden bir psikiyatrik hastalıktır. AN’de kişilik paternleri; temelde mükemmelliyetçilik, başarı odaklı hırs ve içe dönük bir yapıdadır ve ergenlik döneminde narsistik kırılganlığı arttırabilir. Bu durum ergenin ayrışma ve bireyselleşmesini daha da güçleştirebilir. Ayrışma bireyselleşme, bakımveren ile ergen arasında karşılıklı olan bir süreçken tek yumurta ikizleri arasında da kendini gösterir. AN’de kız kardeş ile olan ilişki de önem taşımakta ve AN etiyolojisinde kardeş rekabeti de gündeme gelmektedir. Yöntem: Burada 6 aydır AN yakınmaları olan, obsesif kişilik özellikleri gösteren 14 yaşındaki kız ergen olgunun sunumu yapılacaktır. Mükemmelliyetçilik, kurallara bağlılık, sorumluluklarına çok önem verme gibi kişilik özellikleri hastanın tek yumurta ikizi ile arasında hem kardeş rekabetine hem de ayrışma bireyselleşmenin güçleşmesine neden olmuştur. Tartışma: Tek yumurta ikizlerinde AN görülme oranı çift yumurta ikizlerinden fazla olsa da oranın %100 olmaması AN’nin etyolojisinde tek etkenin genetik olmadığını, kişilik ve çevresel etkenleri de rol aldığını göstermektedir. İkinci ayrışma bireyselleşme dönemi olan ergenlikte tanı alan AN’de tüm aile bireylerinin birbirleriyle ilişkisi önem taşımakta, özellikle kız kardeşle olası rekabet etyolojide gündeme gelmektedir. Tek yumurta ikizlerinde ise bu durum daha fazla önem taşımaktadır. PP-010 EPİLEPSİ TEDAVİSİ SONLANMASININ ARDINDAN GELİŞEN MANİK EPİZOD: BİR OLGU SUNUMU 1 2 Burcu Ersoz Alan , Dilek Ünal 1 Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Ankara 2 Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Nöropsikiyatrik hastalıklarda komorbidite sık görülen bir durumdur. Epilepsi ve Bipolar Affektif Bozukluk (BAB), tedavide Antiepileptik ilaçların (AEİ) kullanıldığı kronik ve epizodik nöropsikiyatrik hastalıklardandır ve duygudurum belirtilerinden özellikle depresyon epilepside yaygın görülürken epilepsi tedavisinde kullanılan AEİ’ın olası manik atağını da önleyip önleyemediği netlik kazanmamıştır. Olgu: Bu bildiride 16 yaşında parsiyel epilepsi tanısıyla karbamazepin (CMZ) tedavisi alan ve tedavisi sonladıktan sonra ilk manik atağını geçiren 16 yaşında mental retarde kız olgu anlatılacaktır. Yorum: Epilepsi ile depresyon birlikteliği daha sık gözlenirken olası BAB tanısı açısından dikkat edilmelidir. Epilepsi ve BAB yaşam kalitesini etkileyen kronik hastalıklardandır ve özellikle birlikteliğin görülmesi durumda yapılan araştırmalar ortak patofizyolojilerinin aydınlatılmasına katkı sağlayacaktır. PP-011 ZARAR GÖRECEĞİ OBSESYONU İLE KENDİNE ZARAR VERME DAVRANIŞI OLAN BİR OKB VAKASI Burcu Ersöz Alan, Şahin Bodur, Halil Kara, Özge Demircan Tulacı Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Ergen Psikiyatrisi Kliniği Amaç: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB)’da agresif obsesyonlar ve buna bağlı kompulsiyonlar arasında kendine zarar verileceği korkusuna bağlı kendine zarar verme davranışı (KZVD) sık görülen bir semptom değildir. Oysa KZVD; pek çok psikiyatrik hastalıkta gözlenebilen, gerginliği azaltmak ve duygulanımı düzenlenmek amacıyla yapılan davranışlar olup dürtü kontrolüyle de yakından ilişkilidir ve genelde Davranım Bozukluğunu, bazı kişilik bozukluklarını, depresyonu akla getirir. Zarar göreceği korkusu ise öncelikle gerçeği değerlendirme yetisinin değerlendirilmesini gerektiren bir belirti olup ilk başta psikotik bozuklukları akla getirir. Yöntem: 4 aydır gördüğü bir nesnenin ona zarar vereceği, kötü bir durumun onun da başına gelebileceği korkusu ve “Ben ondan önce davranırsam bana bir şey olmaz.” düşüncesiyle kendine zarar veren (kolunu kırma, bileklerini kesme gibi) 16 yaşındaki kız ergen hasta ve tedavi süreci anlatılacaktır. Tartışma: KZVD; trikotilomani, tırnak yeme gibi kompulsif tipte olabileceği gibi kendini kesme gibi dürtüsel, organ kesmeye kadar varabilen psikotik tipte de olabilir. Zarar göreceği korkusu ve KZVD, çocuk ve ergen OKB’sinde sık olmasa da gözlenebilen ve çeşitli skalalarda da yer alan semptomlardır. Semptom analizinin iyi yapılması ayırıcı tanı yapmak için önemlidir. 40 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-012 KURUM, PSİKİYATRİK ACİL SERVİS VE RUH SAĞLIĞI KLİNİĞİ ÜÇGENİNDE BÜYÜ(YEME)YEN BİR GENÇ Caner Mutlu, Özden Şükran Üneri Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği Amaç: Travma sonrası büyüme, travmatik bir olay ve onunla mücadele çabaları sonrasında ortaya çıkan olumlu bilişsel, duygusal, davranışsal dönüşümdür. Cinsel İstismar, fiziksel, duygusal, sosyal, ahlaki, kültürel ve hukuki boyutları olan kapsamlı ve karmaşık bir sorundur. Bu yazıda bir olgunun yaşam serüveninden cinsel istismar ve kurumların ruhsal büyüme üzerine yaptığı etkinin ele alınması amaçlanmıştır. Yöntem: Aile içi istismar sonrası kurumda kalmaya başlayan 17 yaşında kız olgumuz, öyküsü, acil servise başvuru sayısı, başvuru yakınmaları, acil serviste aldığı tedavi, ruh sağlığı kliniğindeki yatış sayısı, yatış endikasyonları ve ruh sağlığı kliniğinde aldığı tedavi açısından değerlendirilmiştir. Sonuç: Olgunun istismara maruz kalmasından sonraki 4 yıl içinde 4 farklı kurumda kaldığı saptanmıştır. Hastanemiz acil servisine, yaklaşık 1 yıllık dönemde 20 kez ve tümünde suisid girişimi ile başvurduğu, acil servis başvurularında ilaç tedavisi aldığı belirlenmiştir. Dört yıllık dönemde 4 farklı şehirde ve 4 farklı hastanede 25 kez suisid girişimi sonrası yatışının olduğu, tüm yatışlarında çoklu ilaç tedavisinin gerçekleştiği saptanmıştır. Dosyası incelendiğinde acil servis ve yataklı birim dışında hastanemize 5 kez poliklinik başvurusunun olduğu, tümünün yatıştan bir gün sonra gerçekleştiği ve tedavisini düzenli sürdürmediği görülmüştür. Bu süreçte olgunun sık olarak olayları unutmak istediğini ifade ettiği, arkadaş ilişkisi geliştiremediği, okul yaşantısını sürdüremediği, kendine zarar verme yoluyla sağlık kurumlarına başvurduğu, sosyal ilişki kurma yolu olarak madde kullanımına yöneldiği belirlenmiştir. Tek hekim ile düzenli poliklinik randevularının planlanarak, düzenli takip ve tedavi sürecinin başlamasının ardından kontrol randevuları dışında ruh sağlığı hastanesinin herhangi bir birimine başvurmadığı belirlenmiştir. Yorum: Olgunun yaşadığı travma sonrası, düzenli ve sağlıklı barınma ve tedavi ilişkinin kurulamaması çoklu yatış ve suisid girişimlerindeki temel etken olarak düşünülmüştür. Olgu süreci değerlendirildiğinde travma sonrası büyü(yeme)menin gerçekleşmesinde kurumlar arası işbirliği ile birlikte travmaya maruz kalan genç ile kurulacak terapötik ilişkinin önemi anlamlıdır. PP-013 NADİR GÖRÜLEN ORGANİK PSİKOZ: BİR ANTİ -N-METİL-D-ASPARTAT RESEPTÖR ENSEFALİTİ OLGUSU Hamiyet İpek1, Caner Mutlu1, Hafize Emine Sönmez2, Özden Şükran Üneri1 1 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği 2 İstanbul Üniversitesi Cerrhapaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Anti N-Metil-D-Aspartat Reseptör (Anti-NMDAR) Ensefaliti nadir görülen bir otoimün ensefalit türüdür ve çocuklarda psikotik bulgular, nöbetler, hareket bozuklukları, bilinç düzeyinde azalma ile ortaya çıkabilir1. Yaşamı tehdit edici otonomik instabilite olma ve kalıcı nörolojik sekeller bırakma olasılığı nedeniyle ayırıcı tanısının hızla yapılması önemlidir. Bu olgu sunumunda psikotik belirtilerin organik nedenlerinin ayırıcı tanısının tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: 20 gün önce başlayan içe kapanma, soyunma, korku, bedeninde saçlı bölgeleri yolmaya çalışma, kendi kendine konuşma, son 10 gündür eklenen uykusuzluk, 3 gün önce nöbet yakınmaları olan 16 yaşındaki kız olgu, akut psikotik bozukluk ön tanısıyla çocuk ve ergen yataklı birimine yatırıldı. Servis izleminde yatış sırasındaki belirtilerine ek olarak bilinçte dalgalanmalar, ataksik yürüme gözlendi. Başlangıçta yapılan tetkikler ve görüntüleme yöntemlerinde bir bulguya rastlanmadı. Yatışının 5. günü çekilen manyetik rezonans görüntüleme ( MRG) bulgu verirken elektroensefalografi (EEG) sonucu normal idi. Nöroloji kliniğine devredilen hasta ailenin isteğiyle bir üniversite hastanesine götürüldü. Yapılan incelemeler ve değerlendirmeler sonucunda antikor markerları negatif gelen hastaya klinik ve radyolojik olarak otoimmün ensefalit tanısı konmuş, IVIG ve steroid tedavisi başlanmıştır. Yurt dışında ikamet eden hastanın yurt dışındaki izleminde yapılan anti-NMDAR antikor markerlarının pozitif geldiği ve tedavisini sürdürdüğü, tedavi ile birlikte klinik bulgularının gerilediği öğrenilmiştir. Olgu, akut başlangıçlı psikotik bulgular, dezorganize davranışlar, bilinç düzeyinde azalma, yeni gelişen nöbetler olması durumunda ayırıcı tanıda Anti-NMDAR ensefalitinin akla gelmesi gerektiğine işaret etmektedir. Anti-NMDAR ensefalitinde beyin görüntüleme tetkiklerinin sıklıkla normal olduğunu bildirmektedir2. Yapılan görüntüleme tetkiklerinin erken dönemde normal gelebileceği, ayırıcı tanıda anti-NMDAR antikor markerlarının önemi unutulmamalıdır. Kaynaklar 1. Luca N, Daengsuwan T, Dalmau J, Jones K, deVeber G, Kobayashi J, Laxer RM, Benseler SM. Anti-N-methyl-D-aspartate receptor encephalitis: a newly recognized inflammatory brain disease in children. Arthritis Rheum 2011;63(8)٭:2516-22. 2. Dalmau J, Gleichman AJ, Hughes EG, Rossi JE, Peng X, Lai M ve ark. Anti-NMDA receptor encephalitis: case series and analysis of the effects of antibodies. Lancet Neurol 2008;7:1091–8. 41 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-014 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞUNDA TEDAVİ ÖNCESİ VE SONRASI SEVİYE BELİRLEME SINAVI PUANLARININ KARŞILAŞTIRILMASI: RETROSPEKTİF BİR DEĞERLENDİRME 1 2 Cem Gökçen , Mustafa Güleç 1 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Gaziantep 2 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Erzurum Amaç: Bu çalışmada Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı konan çocukların tedavisinin Seviye Belirleme Sınavı (SBS) puanları üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Bu çalışma, 2009-2010 öğretim yılında Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi polikliniğine başvuran ve DEHB tanısı alan ilköğretim 7 ve 8. sınıf öğrencisi 35 olgunun dosyalarının incelenmesi yoluyla yapılmış geriye dönük bir çalışmadır. Bulgular: 35 olgunun 32’sinde (%91,4) ilaç tedavisi ile girdikleri SBS puanında önceki yıllarda girdikleri sınavlara oranla artış saptanırken, 3’ünde (%8,6) düşme saptandı. Olguların tedavi almadan girdikleri SBS puan ortalamaları 371,6, tedaviden sonraki SBS puan ortalaması ise 401,9 olarak bulundu ve iki puan arası fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). Olguların ortalama tedavi süresi 4,4 ay olarak bulundu. Tartışma: Çalışmamızda DEHB’li çocukların tedavisinin, bu çocukların SBS puanları üzerinde anlamlı derecede artışa sebep olduğu bulunmuştur. Bu sonuç DEHB’li çocukların tedavi edilmesinin akademik hayatları üzerinde olumlu etkileri olacağını düşündürmekle birlikte, bu konuda çocuk, aile ve eğitimcilerin bilgilendirilmesinin önemine işaret etmektedir. PP-015 KARBONİK ANHİDRAZ II EKSİKLİĞİ SENDROMU VE OTİZM: BİR OLGU SUNUMU Birim Günay Kılıç, Çağatay Uğur, Nagihan Saday Duman, Melda Akçakın Ankara üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Karbonik anhidraz II eksikliği sendromu; osteopetrozis, renal tübüler asidoz ve serebral kalsifikasyon temel özelliklerini içeren otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. Bu sendromda ayrıca kısa ve gelişmemiş vücut yapısı, ağızda ve çenede şekil bozuklukları, büyüme geriliği, patolojik kırıklar, kranial sinir basısı bulguları ve mental retardasyon saptanır. Karbonik anhidraz tip II enzimi ile ilgili 23 yapısal gen mutasyonu saptanmıştır. Vakaların % 65 ‘inin arap kökenli olduğu, klinik olarak metabolik asidoz ve mental retardasyonun eşlik ettiği bildirilmiştir. Olgu: 6 yaşında erkek hasta, anlama ve kavrama güçlüğü, konuşma gecikmesi, büyüme ve gelişme geriliği yakınmalarıyla çocuk nörolojisi kliniğinden konsültasyon ile kliniğimize yönlendirildi. İlk kez 9 aylıkken desteksiz oturamama ve süreğen kabızlık yakınmaları ile çocuk hastalıkları kliniğine başvuran olguya yapılan ayrıntılı tetkikler sonucunda osteopetrozis tanısı konulmuş. Laboratuar tetkiklerinde elektrolit düzeylerinde ve kan asit baz dengesinde bozukluk saptanmış, ileri incelemeler sonucunda distal renal tübüler asidoz tanısı konulmuş ve bu yönde tedavisi başlanmış. Görsel uyarılmış potansiyelinde (F-VEP) sağ gözde giderek artış gösteren latanslarda uzama ve görme azlığı tespit edilmiş. Olgu ilk kez 6 yaşında kliniğimize yönlendirilmiştir. Yapılan psikiyatrik değerlendirmelerde konuşmada gerilik yanı sıra sosyal iletişiminin ve etkileşiminin kısıtlı olduğu, yaşıtlarıyla ilişki kuramadığı öğrenilmiştir. Doldur boşalt gibi tek düze oyunlar oynadığı, kolunu ısırma, ağlama ve öfke nöbetlerinin sık olduğu bilgisi alınmıştır. Çamaşır makinesi, oyuncak araba tekerleği gibi dönen nesnelere ilgisinin fazla olduğu, teyp, cep telefonu, çöp kutusu kapağı gibi cansız nesneleri tercih ettiği öğrenilmiştir. İsmine tutarlı olarak bakmadığı, ancak basit komutları anladığı ve yerine getirebildiği, kendiliğinden konuşmayı başlatmadığı saptanmıştır. Cümle kurmakta zorlanan, kelime dağarcığı kısıtlı olan olguya Ankara gelişim tarama envanteri(AGTE) ile gelişim değerlendirmesi yapıldı ve gelişimsel geriliği olduğu belirlendi. Karbonik anhidraz tip II eksikliği tanısı ile takip edilmekte olan olguya DSM-IV tanı ölçütlerine göre otistik bozukluk ve “ağır mental retardasyon” tanısı konuldu. Özel eğitim desteği sağlamak amacı ile özel eğitim raporu düzenlendi. Yaşıtları ile iletişim kurabilmesi, öz bakım becerileri geliştirebilmesi için okul öncesi eğitim ile desteklenmesi önerildi. Bir yıl sonra yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde kelime dağarcığının genişlediği, iki kelimeden oluşan birkaç cümle kurabildiği, işaret edilen nesneye bakabildiği dikkati çekmiştir. Tartışma: Karbonik anhidraz tip II eksikliği sendromunun ana bulguları osteopetrozis, renal tübüler asidoz ve serebral kalsifikasyonlardır. Osteopetrozis vakalarının %70 inde tanımlanmış gen mutasyonları tespit edilmiştir. Gen analizlerinde kromozom 8q21.2’nin CADS ile ilişkisi saptanmıştır. Gen mutasyonu ve mental retardasyonun birlikte bulunduğu vakalar bu mutasyonların zihinsel gelişim geriliklerine de yol açabileceğini akla getirmektedir. Olgumuz tartışılırken yazın bilgisi ayrıntılı olarak taranmış ancak karbonik anhidraz tip II eksikliği ve otistik bozukluk birlikteliğine rastlanmamıştır. Bu tip olguda yapılacak genetik analizlerin otistik spektrum bozuklukların genetik etyolojisine de ışık tutacağının düşünmekteyiz. 42 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-016 TRAVMA VE KENDİNE ZARAR VERME DAVRANIŞI ARASINDAKİ İLİŞKİDE, DİSSOSİYATİF YAŞANTILARIN ROLÜ Çiğdem Koşe Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Amaç: Bu çalışma, ergenlerde yaşanmış olan travma ve kendine zarar verme davranışı arasındaki ilişkide, dissosiyatif yaşantıların mediator rolüne odaklanmaktadır. Yöntem: Örneklem, üç ayrı okulun lise1. sınıf öğrencilerinden seçilmiş olan toplam 160 ergenden oluşmaktadır. Çalışma bu öğrencilere uygulanan ölçeklerin regresyon yöntemi ile değerlendirilmesini içermektedir. Bu öğrencilere uygulanmış olan üç ölçek; ‘Ergen Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği’, ‘Çocukluk Çağı Travma Ölçeği’ ve ‘İntihar Girişimi ve Kendine Fiziksel Zarar Verme Davranışı Bilgi Alma Formu’dur. Sonuç: Bulgular, dissosiyatif yaşantıların, yaşanmış olan travma ve kendine zarar verme davranışı arasında mediator rolü olduğunu göstermektedir. Yorum: Çalışma sonucu literatürü desteklemektedir. Bu konuda gelecekte yapılabilecek araştırmalar tartışılacaktır. PP-017 0-6 YAŞ BEBEK VE ÇOCUK RUH SAĞLIĞI POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN HASTALARIN GENEL ÖZELLİKLERİ Derya Erkuş, Burcu Özbaran, Sezen Gökçen Köse, Rezzan Aydın, Gizem Özkan, Rahime Kaya, Serkan Süren, Gökül Er Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Bebeklik ve erken çocukluk dönemi, beyin gelişiminin çok hızlı olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, koruyucu ruh sağlığı adına, psikopatolojilerin erken tanısı, gerekli durumlarda tedavinin başlaması büyük önem taşımaktadır. Bu amaçla, 0-6 yaşlar arasındaki çocukların poliklinik bekleme listesinde vakit kaybetmemeleri, erken dönemde gereken tanıların konması ve tedavi planlarının yapılması için, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı’nda “0-6 Yaş Polikliniği” açılmıştır. Bu çalışmada 0-6 Yaş Polikliniği’ne başvuran olguların başvuru yakınmaları, sosyodemografik özellikleri, tanı koyma süreci, almış oldukları tanılar, tedavi ve izlem sürecini değerlendirmek amaçlanmıştır. Yöntem: 0-6 yaş polikliniğine başvuran tüm olguların detaylı psikiyatrik değerlendirmeleri yapılmış, tüm olguların oyun gözlemi yapılmış ve not edilmiştir. Gelişiminde gecikme ya da gerilik belirlenen her olgu Ankara Gelişim Tarama Testi (AGTE) ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Polikliniğimize başvuran 70 kız (%27.2), 187 erkek (%72.8) toplam 259 olgu değerlendirilmiştir. Çocukların yaş ortalaması 3.77±1.22 yıldır. En sık başvuru nedenleri aşırı hareketlilik (%28.4), konuşma geriliği (%14.0), kekeleme (%10.9), sinirlilik (%5.4), saldırganlık (%4.7), hırçınlık (%4.3), dikkat dağınıklığı (%4.3) olmuştur. Diğer başvuru nedenleri sosyal ilişkilerde sorun yaşama, okula gitmek istememe, tuvalet alışkanlığında sorunlar, gelişme geriliği, öğrenememe, yönlendirilme, korkular, uyku düzensizliği, eşyalara sürtünme, ağlama, kardeş kıskançlığı, tırnak yeme, yaşından büyük davranma, rapor çıkartmak, zeka testi yapılması ve kendine zarar vermedir. Hastaların psikiyatrik değerlendirmelerinde 92’sinin (%35.8) dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, 34’ünün (%13.2) gelişimsel gecikme, 29’unun (%11.3) anksiyete bozukluğu, 27’sinin (%10.5) ebeveyn tutum sorunu, 17’sinin (%6.6) dil gelişim geriliği, 15’inin (%5.8) yaygın gelişimsel bozukluk, 14’ünün (%5.4) artikulasyon bozukluğu, 7’sinin (%2.7) depresyon, 5’inin (%1.9) kekemelik, 5’inin (%1.9) çocukluk çağı masturbasyonu, 4’ünün (%1.6) dışa atım bozukluğu, 3’ünün (%1.2) uyaran eksikliği, 3’ünün (%1.2) uyaran eksikliği, 1’inin (%0.4) istismar, 1’inin (%0.4) cinsel kimlik sorunları olduğu saptanmıştır. 68 hastadan (%26.5) aile görüşmesi, 103 hastadan (%40.1) AGTE istenmiştir. Hastaların 197’si ilaçsız psikoterapi yöntemleri ile, 35’i psikofarmakolojik ve destekleyici sağaltım ile, 25’i özel eğitim ile izlenmiştir. Sonuç: 0-6 yaş dönemindeki çocukların gelişimini sağlıklı bir şekilde değerlendirmek, gelişimsel geriliği erken fark etmek; gerekli önlemleri almayı, dolayısıyla uygun eğitim ve hizmetlere ulaşmayı sağlayacak, aile ve uzmanların çocuğun gelişiminde olumlu etki yaratacak kararlar almalarında yol gösterici olacaktır. PP-018 ÇOK ERKEN BAŞLANGIÇLI ŞİZOFRENİDE KLİNİK GÖRÜNÜM VE TANI GÜÇLÜKLERİ: OLGU SUNUMU Berna Özsungur1, Devrim Akdemir1, Ebru Çengel Kültür1, Ayşe Zeki1, Hayati Sınır2 1 Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2 Sami Ulus Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi Amaç: Çok erken başlangıçlı şizofreni (ÇEBŞ), belirtilerin 13 yaş öncesinde başladığı, çok nadir görülen, ağır şiddette seyreden, önemli düzeyde bilişsel, duygulanım ve sosyal işlev kaybı yaratan, prognozu kötü olan nörogelişimsel bir bozukluktur. Bu yazıda ÇEBŞ’de klinik görünüm ve tanı güçlükleri olgular aracılığıyla gözden geçirilecektir. Yöntem: ÇEBŞ tanısı konan üç olgu klinik görünüm ve tanı güçlükleri açısından yazın bilgileri ile tartışılacaktır. Sonuç: Çocuklarda şizofreni tanısı erişkinler için geçerli olan tanı ölçütleri kullanılarak konulmaktadır. Ancak tanı erişkinlerde olduğu kadar kolay konulamamaktadır. Hastalığın henüz gelişimin tamamlanmadığı çocukluk döneminde görülmesi belirtileri 43 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 karmaşık duruma getirmekte, tanı ve tedavi güçleşmektedir. ÇEBŞ, genellikle sinsi başlangıçlıdır. İlk psikotik belirtilerin görülmesi ile ÇEBŞ tanısı konması arasında geçen süre uzun olmaktadır. Şizofreni tanısı konmadan önce bu çocuklara çeşitli psikiyatrik tanılar konmakta ve çeşitli ilaçlar reçete edilmektedir. Yorum: Hem toplum içinde onay görmeyen, damgalanan bir hastalık olduğu için, hem de çocukluk döneminde psikotik belirtilerin ve sonuç olarak tanının değişme olasılığı bulunduğu için ÇEBŞ tanısının erken konulması konusunda dikkatli olmak gerekmektedir. ÇEBŞ’nin prodrom belirtilerini daha iyi tanımaya yönelik çalışmalara gereksinim vardır. PP-019 ERGENLERDE KİMLİK KARGAŞASI VE BİR OLGU SUNUMU Dilek Ünal1, Özlem Erden Aki 2 1 Hacettepe Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2 Hacettepe Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Erikson’a göre kimlik, çocukluktaki önemli özdeşleşmeleri bütünleştiren, kişiyi kişi yapan aynılık ve süreklilik gibi özgül özellikler taşıyan, üst düzey bir yapılanmadır. Kimlik bunalımı her ergenin kendi kimlik duygusunu kazanabilmesi için bilinçli ya da bilinçdışı olarak verdiği bir savaşımdır (1). Kimlik Kargaşası ise kimlik bunalımın ağırlaşması; geçici de olsa uyumun oldukça ağır biçimde bozulmasıdır. Ruhsal çökkünlük, aşırı taşkınlık, kararsızlık, boşluk hissi, yalnızlık, doyumlu ilişkiler kuramama, zaman kavramında çarpıklık, bir işe yoğunlaşamama, antisosyal davranışlar, hatta şizofreniye benzer belirtiler ortaya çıkabilir (2). Bu olgu sunumunda Obsesif Kompulsif Bozukluğa ek olarak Kimlik Kargaşası yaşayan ve narsistik kişilik özellikleri olan bir ergen tartışılacaktır. Yöntem: Yaklaşık 3 yıldır devam eden takıntılar, tekrarlı hareketler, hayal görme ve ders başarısındaki düşüklük nedeniyle daha önce dış merkezlerde takip edilen, 16 yaşındaki erkek hasta fluoksetin, fluvoksamin, risperidon, amisülpirid (400 mg/gün’e kadar çıkılmış) kullanmasına karşın semptomlarında düzelme olmaması üzerine HÜTF psikiyatri polikliniğine refere edilmiş; Şizoobsesif Bozukluk ön tanısıyla tanı netleşmesi ve tedavi planı için servise yatırılmıştır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda hastanın Obsesif Kompulsif Bozukluğa ek olarak Kimlik Kargaşası içinde olduğu ve bu nedenle psikotik gibi gözüken belirtilerinin ortaya çıktığı kanısına varılmıştır. Sonuç: İzleminde destekleyici psikoterapi ve fluoksetin 60 mg/gün tedavisi ile tüm semptomlarının düzeldiği görülmüştür. Tartışma: Ergenlik döneminde Kimlik Kargaşası olan gençlerde psikodinamik etkenlere bağlı olarak pek çok semptom ortaya çıkabilmekte ve bu semptomlar psikotik süreçlerde görülen belirtilere benzeyebilmektedir. Böyle semptomlar psikotik gibi değerlendirilip tedavi edilmeye çalışıldıklarında tedavilerinde başarısız olunmakta ve hastanın tedavisi gecikebilmektedir. Ergenlerin psikotik gibi gözüken semptomlarına bir de bu açıdan bakılmalı, tedavi planı yapılırken ilaç tedavisi yanında psikodinamik yaklaşımlar ve psikososyal müdahelelerin önemi unutulmamalıdır (2). Kaynaklar 1. Erikson EH (1968) Identity: Youth and Crisis. New York, W.W.Norton. 2. ODAĞ (2008) Ergenler Bizi Örnek Alanlar, Örnek Aldıklarımız PP-020 ERGEN PRİMER HİPERTANSİYON OLGUSUNDA TETİKLEYİCİ PSİKOLOJİK FAKTÖRLER Duygu Murat, Azad Asafov, Cahid Örengül, Alperen Bıkmazer, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Nedeni belirlenemeyen hipertansiyon (HT) olan bireylerde tanı olarak Primer veya esansiyel HT terimleri kullanılır. Yenidoğan ve erken çocukluk çağında HT çeşitli klinik durumlara ikincil olarak gelişmekte iken, büyük çocuklarda ve ergenlik döneminde primer (esansiyel) HT oranı giderek artmaktadır(1). Primer hipertansiyon etiyolojisinde psikolojik faktörlerin önemi büyüktür. Esansiyel hipertansiyona yatkın kişilerin belli kişilik özelliklerine sahip olduğu, stres ve öfke gibi duygusal etmenlerin hastalığın oluşumunda önemli rol oynadığı uzun zamandır bilinmektedir. Aynı zamanda esansiyel hipertansiyonlu, özellikle tedaviye dirençli hastalarda major depresyon ve anksiyete bozukluklarının görülme sıklığı yüksektir(2).Çocuklarda erken başlangıçlı depresyon ve/veya anksiyete bozukluğu gibi iki ya da daha fazla erken çocukluk dönemi psikiyatrik etkenin hipertansiyon ile ilişkisi gösterilmiştir(3). Olgu; 8 aydır etiyolojisi araştırılmasına rağmen sebebi bulunamayan antihipertansif tedaviye dirençli hipertansiyonu olan, 16 yaşında erkek hastadır. HT açısından ailesel risk taşımamakta olup, hemen her alanda endişeleri ve depresif yakınmaları vardır. Hipertansiyon tanısı konmadan önce de olgunun anksiyete ve depresif yakınmaları ile birlikte aşırı mükemmeliyetçi, başkalarının kendisi hakkında neler düşündüğünü aşırı önemsemesi, taşınma ve okul değişikliği ile yeni ortama uyum sağlayamaması, anne ve babasına karşı öfke patlamaları vardı. Psikiyatrik değerlendirme sonucu yaygın anksiyete bozukluğu ve major depresyon tanıları ile sertralin 50 mg/gün başlandı. Erişkin primer hipertansiyonu olanlarda psikolojik faktörler ile ilgili çalışmalar yapılmış olmasına rağmen çocuk ve ergenlerde psikolojik faktörler ve primer hipertansiyon ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar kısıtlı sayıdadır. 44 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Bu olguda da hipertansiyon patogenezinde psikososyal faktörlerin rolü olduğu düşünülmektedir. Psikolojik etmenlerin özellikle çocuk ve ergenlerde hipertansiyona eşlik etmesi ve tedavi yaklaşımı tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Dr. Kibriya Fidan, Oğuz Söylemezoğlu, Primary hypertension ın children and adolescent Turkiye Klinikleri J Int Med Sci 2005, 1(38):25-29 2. Davies SJ, Ghahramani P, Jackson PR, Hippisley-Cox J, Yeo WW, Ramsay LE. Panic disorder, anxiety and depression in resistant hypertension--a case-control study. JHypertens 1997; 15:1077-1082 3. Stein DJ,Scott K,Early childhood adversity and later hypertension: data from the World Mental Health Survey,Ann clin psychiatry 2010,Feb;22(1):19-28. PP-021 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE SON ALTI AY İÇERİSİNDE GÖRÜLEN ŞİZOFRENİK BOZUKLUK OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Ebru Erol, H. Serpil Erermiş, Tezan Bildik, N.Burcu Özbaran, Zeki Yüncü, Sezen Gökçen Köse, Cahide Aydın, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D Giriş: Şizofreni düşünce, algı ve duygulanım alanında bozulmalarla giden ciddi bir psikiyatrik hastalıktır. Erişkin başlangıçlı şizofrenide görülen belirtiler, çocukluk ve ergenlik çağındaki şizofrenide de görülmektedir. Genel toplumda on bin çocuktan birinin şizofrenik bozukluk geliştirme olasılığı olduğu tahmin edilmektedir. (1) Başlangıç ani olabileceği gibi çoğunlukla yavaş ve sinsidir. On sekiz yaş öncesi başlayan şizofreni tablosu erken başlangıçlı şizofreni; 13 yaşından önce başlayan şizofreni tablosu ise çok erken başlangıçlı şizofreni olarak adlandırılır. Çocuklarda negatif belirtiler, pozitif belirtilerden daha sık görülür. İşitsel varsanılar, görsel varsanılar, düşünce bozuklukları, kötülük görme ve bedensel sanrılar, konuşma içeriğinde yoksullaşma, duygulanımda küntlük ve sığlık, dezorganize davranışlar diğer sık belirtilerdir. (2,3,4) Amaç: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D psikoz affektif polikliniğine son altı ayda başvuran şizofreni tanılı olguların özelliklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Son altı ay içerisinde Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D psikoz affektif polikliniğine başvuran şizofreni tanılı olguların sosyodemografik özellikleri, bulguları, tedavi süreci ve tedaviye verdiği yanıt, SPSS16 paket programı kullanılarak retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmamızda yer alan 20 olgunun en küçüğü 10; en büyüğü 18 yaşında ve ortalama yaşları 14,7±2,69 olarak bulunmuştur. Hastlığın başlangıç yaşı ortalama 12,7±2,451dir. Olguların %50si kız, %50si erkektir. %55 oranında ailede şizofrenik bozukluk öyküsüne rastlanılmıştır. Zeka kapasitelerine bakıldığında %50’si normal mental kapasite, %15i sınır mental kapasite, %30’u hafif düzey mental retarde, %5’i ağır düzey mental retarde olarak bulunmuştur. %65 olgu pozitif ve negatif semptomları bir arada bulundururken, %15’inde birden fazla pozitif semptom bir arada bulunmuş, %15inde yalnız varsanı, %5inde yalnız sanrı bulunmuştur. Yirmi olgudaki varsanılar incelendiğinde, %45inde birden çok varsanı bir arada görülmüş, %30unda yalnız işitsel varsanı, %10unda yalnız görsel varsanı, %5’inde yalnız taktil varsanı bulunmuştur. %10 olguda ise varsanıya rastlanmamıştır. Olgulardaki sanrı oranlarına bakıldığında, %50’sinde birden çok sanrı bir arada görülürken, %15inde yalnız perseküsyon sanrıları, %5’inde yalnız referans sanrıları, %5’inde yalnız grandiyöz sanrılar görülmüş, %25’inde ise sanrı görülmemiştir. Tartışma: Literatürle uyumlu olarak şizofrenik bozukluk tanısı alan genç hastalarda mental kapasitede sınırlılık yüksek oranda bulunmuş olup, hastalık ile ilgili bulgular oldukça çeşitlidir. Kaynaklar 1. Bleuler 1972 2. Öy B, Rezaki BG. Erken başlangıçlı şizofreni. E Köroğlu, C Güleç (eds.), Psikiyatri Temel Kitabı, Ankara, HYB, 1998, s.11951200, 3. Tsai LY, Champine DJ. Schizophrenia and other psychotic disorders. MK Dulcan, JM Wiener (eds.) Essentials of Child and Adolescent Psychiatry, American Psychiatric Publishing,2006, p.235-265,. 4. Asarnow JR, Thompson MC, Goldstein MJ. Childhood-onset schizophrenia: a follow-upstudy. Schizophr Bull 1994; 20:599617 PP-022 OKB TEDAVİSİNDE BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİ: ÜÇ OLGU SUNUMU Emel Karakaya, Didem Öztop, Merve Çıkılı Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Obsesif Kompulsif Bozukluk(OKB) çocukluk ve ergenlik çağının önemli psikiyatrik durumlarındandır. Uzun yıllar tedaviye dirençli görülen OKB, Bilişsel Davranışçı Terapi(BDT) ve ilaçların bulunması ile günümüzde kronik ama tedavi edilebilir bir durum olarak görülmektedir. Bilimsel yazında çocukluk çağı OKB tedavisinde, BDT ve Seçici Serotonin Geri Alım İnhibitörlerinin(SSGİ) etkinlikleri vurgulanmaktadır. 45 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Son yıllarda geliştirilen tedavi rehberlerinde pediatrik OKB için ilk seçenek olarak BDT uygulamalarına öncelik verilmektedir. Bu sunumda OKB tanısı olan üç çocuk hastanın BDT ile tedavisi anlatılacaktır. Olgu Sunumları: 1. Vaka; 7 yaş 10 aylık kız çocuğu polikliniğimize takıntılar, istenmeyen düşünceler şikâyetleri ile getirildi. Şikâyetleri 2 yıl önce, bir cinayet haberi duymasıyla başlamış. “Ben de aynısını yapar mıyım?” şeklinde soruları oluyormuş. Şarkı sözlerinde geçen olayları “Ben de yapar mıyım?” şeklinde sorguluyormuş. Anne babayı yan yana görünce çıplak olduklarını hayal ediyor, bu yüzden günaha girip girmediğini annesine soruyormuş. Hastaya OKB tanısı konularak BDT uygulanmasına karar verildi. İlk 4 seanstan sonra sıkıntılarında büyük oranda azalma gözlenen hastanın şu anda aktif bir şikâyeti bulunmamaktadır. Hastanın aylık takipleri polikliniğimizde sürdürülmektedir. 2. vaka; 8 yaş 7 aylık erkek çocuğu polikliniğimize kontrol etme ve dini takıntılar şikâyetleriyle getirildi. Anasınıfı döneminde defalarca besmele çekme, “âmin” deme, kapıları, lambaları, muslukları defalarca kontrol etme şeklinde takıntıları başlamış. Bu davranışları bir kez yaptıktan sonra emin olamadığı için tekrar tekrar yapıyormuş. İlk değerlendirme sonrasında OKB tanısı düşünülerek sertralin 50 mg/gün başlanmış. Bir ay sonraki kontrolünde takıntılarında % 50 oranında azalma olduğu ancak hareketliliğinde artış olduğu belirlenen hastanın sertralini azaltılarak kesilmiş ve fluoksetin 10 mg/g başlanmış. Hırçınlık, uykusuzluk gibi yan etkilerinden dolayı ilaç kesilmiş, klomipramin 10 mg/g başlanmış ve BDT uygulanmasına karar verilmiş. Uygulama sonucunda belirtilerde % 80 oranında azalma sağlandı. Hastanın takipleri polikliniğimizde devam etmektedir. 3. vaka; ilk olarak 4 yaş 7 aylıkken aşırı hareketlilik şikâyetiyle polikliniğimize getirilen erkek hastaya o dönemde yapılan değerlendirmeler sonucunda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı düşünülerek risperidon 0,25 mg/g başlanmış ve hasta takibe alınmış. 8 yaş 5 aylıkken yapılan değerlendirmede “özür dilerim, teşekkür ederim, iyi geceler, besmele” gibi kelimeleri defalarca tekrar ettiği saptanmış. Söyleyip söylemediğinden emin olmadığı için tekrarlıyormuş. “Söylemediysem günah olursa” diye korkuyormuş. Emin olabilmek için çok sesli söylemeleri de oluyormuş. 1 yıldır bu şikâyetleri olan hastada DEHB ’ye eşlik eden OKB tanısı düşünülerek hastaya uzun etkili metilfenidat 18 mg/g ve sertralin 50 mg/g başlanmıştı. Takiplerinde şikâyetlerinde kısmi azalma olduğu için BDT uygulanmasına karar verildi. 6 seans uygulandı. OKB belirtilerinde tamamen iyileşme sağlandı. Hasta şu anda uzun etkili metilfenidat 36 mg/g ve sertralin 50 mg/g kullanmakta, takiplerine devam edilmektedir. Tüm olgularımızda seanslarda normalizasyon, bilişsel hataların bulunması, bilişsel yeniden yapılandırma, dikkat dağıtma, tepkiyi önleme ve exposure yöntemlerine ağırlık verildi. Tartışma: OKB de, BDT ve SSRIlar ilk basamak tedavi seçenekleridir. Çalışmalarda belirtilerin şiddetinin fazla olduğu hastalarda kombine tedavinin ön planda tercih edilebileceği vurgulanmaktadır. Bizim olgularımızda tek başına BDT veya kombine tedavi uygulamaları söz konusudur. Ayrı ayrı ilaç tedavisi ve BDT’nin etkinlik düzeylerinin belirlenebilmesi için daha fazla sayıda hastayla daha fazla çalışmaya gereksinim vardır. PP-023 CİNSEL İSTİSMAR SONRASI GELİŞEN CİNSEL KİMLİK BOZUKLUĞU: BİR OLGU SUNUMU Esra Demirci, Didem Behice Öztop Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Cinsel kimliğin çocuklarda 3-4 yaşlarında oluşmaya başladığı, ikincil cinsiyet özelliklerinin belirginleşmesiyle ergenlik yıllarında tamamlandığı varsayılmaktadır. Cinsel kimlik bozukluğu (CKB) ise bireyin karşı cinsiyete karşı güçlü bir özdeşim kurması olarak tanımlanmıştır. CKB olan bireyler kendi cinsiyetine ilişkin sürekli rahatsızlık duymakta, karşı cinse ait aktivite ve özelliklerden hoşlanmaktadırlar. CKB’nin etiyolojisinde biyolojik ve kalıtımsal etkenler suçlanmakla birlikte, psikodinamik ve sosyal öğrenme kuramları üzerinde daha sık durulmaktadır. Çocuklarda cinsel istismar uzun dönemde olumsuz sonuçlara yol açan önemli bir halk sağlığı sorunu olup; cinsellik üzerine etkiler, emosyonel etkiler, depresif duygudurum üzerine etkiler, anksiyete şeklindeki etkiler, davranışsal etkiler ve kişilik gelişimine etkiler şeklinde olumsuz sonuçlar görülebilmektedir. Cinsel istismara uğramış çocuklarda cinsel duygu ve tutumlar, normal gelişimlerinden sapabilmekte ve uygun olmayan biçimler alabilmektedir. Bu olguda, uğradığı cinsel istismar olayı sonrası erkek olmak istediğini ifade eden kendisini bu şekilde savunabileceğini düşünen 12 yaşında olan bir kız hasta sunulacak olup; çocukluk çağı cinsel travmalarının cinsel kimlik gelişimi üzerindeki belirleyici etkisinin vurgulanması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: Ş.T.. 12 yaşında, 6. Sınıf öğrencisi,kız hasta. Tarafımıza mağduru bulunduğu cinsel istismar olayı sonrası ruh sağlığının değerlendirilmesi amacıyla yönlendirildi. Yapılan değerlendirimesinde 4. Sınıfa giderken bir yabancı tarafından fiili livata şeklinde cinsel istismara uğradığı öğrenilen hastanın görüşme esnasında sesini kalınlaştırması, erkek gibi giyinmesi, saçlarının erkek kesimine sahip olması göze çarpan özellikleriydi. Cinsel istismar olayı sonrası hastada TSSB gelişmekle birlikte; hasta ve aile ile yapılan görüşmeler sonrası olay sonrası erkek kıyafetleri giymeye başladığı, mağazalarda erkek reyonlarını tercih ettiği, olaydan hemen sonra saçlarını erkek gibi kestirdiği, kendisine abi denildiğinde düzeltmediği, erkek gibi davrandığı, göğüslerini saklamaya çalıştığı, olaydan önce takı takan, bir kez oje kullanan ve örgüye merakı olan hasta bu davranışlarını tamamiyle bıraktığı belirlendi. Ayrıca okul öncesi dönemde de bilyalar ile oynayan, polis olmak istediğini söyleyen hastanın arkadaşlarının genelde erkek cinsiyetine sahip olduğu, oyuncak olarak yap bozları tercih ettiği bu davranışlarının babaanne tarafından desteklendiği ancak Kendi cinsiyeti ile ilgili bir sıkıntısının olmadığı öğrenildi. Kendi resmini erkek olarak çizen hastanın cümle tamamlama testinde erkeklerin el üstünde tutulduğunu, kızların bazılarını 46 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 sinirlendirdiğini ve başlarına kötü şeyler geldiğini, kız olmak tan rahatsız olduğu, erkek olmak istediğini, erkeklerin güçlü olduğunu ifade ettiği görüldü. Erkek olmanın iyi yanının dışarıdaki tehlikelerden korunmak olduğunu düşündüğü gözlendi. Tartışma ve Sonuç Çocuğun cinsel istismarı fiziksel, duygusal, sosyal, ahlaki, kültürel ve hukuki boyutları olan geniș kapsamlı ve karmașık bir sorundur. Cinsel istismara uğrama, cinsiyetler arasında farklılıklar göstermekte ve kızlarda üç kat daha fazla görülmektedir Çocuğun cinsel istismarında, istismarla birlikte yaşanan travmatik cinsellik, ihanete uğramışlık hissi, güçsüzlük, stigmatizasyon (damgalanma) gibi dört travmatik dinamik yer alır. Birçok çalıșmada çocukluk çağı cinsel istismarı ile cinsel yönden riskli davranıș gösterme arasında birliktelik saptanmıștır. Cinsel istismara uğramıș kadın ve ergenlerle yapılan toplum örneklemli çalıșmalarda çocukluk çağı cinsel istismarının erken yașta cinsel ilișkiye girme, birden çok cinsel partnere sahip olma, cinsel yolla bulașan hastalıklara yüksek oranda maruz kalma ile birliktelik gösterdiği saptanmıștır. Ayrıca cinsel istismara uğramış çocukta cinsel duygu ve tutumların, normal gelişimlerinden sapma gösterebileceği ve uygun olmayan biçimler alabileceği görülmüştür. Bizim olgumuzda da görüldüğü gibi bu vakalarda gelişen CKB, bir tür travma ve sonuçlarından kaçınma düzeneği olmuştur. Kızlarda CKB başlangıçtan itibaren travma, şaşkınlık, zihinsel karmaşa ve bunlardan kaynaklanan acıya karşı bir savunmanın çözümüdür. Hastamızın erkek olmanın kendisini dışarıdaki tehlikelerden koruma anlamına geldiğini ifade ettiği gibi bu vakalarda yaşanılan cinsel travmaya karşı kendisini koruyamama erkek cinsiyetin daha güçlü algılanmasına yol açmıştır. Kaynaklar 1. Bensley LS, Van Eenwyk J, Simmons KW. Self-reported childhood sexual and physical abuse and adult HIV-risk behaviors and heavy drinking. Am J Prev Med 2000; 18:151-158. 2. Aktepe E , Childhood Sexual Abuse. CURRENT APPROACHES IN PSYCHIATRY 2009; 1:95-119 3. Möller B, Schreier H, Li, A, Romer G. Gender ‹dentity Disorders in Children and Adolescents. Curr Probl Pediatr Adoles Health Care 2009; 39:117-43 4. Green R. Cinsel kimlik bozuklukları. BJ Sadock, VA Sadock, editörler.Comprehensive Textbook of Psychiatry içinde. 8.baskı. H Aydın, A Bozkurt, çev. editörü, Ankara: Güneş Kitabevi; 2007; s.1979-1991. 5. Köse S ve ark. Bir eğitim ve araştırma hastanesi çocuk psikiyatrisi polikliniğine yönlendirilen adli olgular Anadolu Psikiyatri Dergisi 2011; 12:221-225) 6. Cinsel Kimlik Bozuklukları. S Canat Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı sf.534, sf.539 PP-024 MENTAL RETARDASYONA BAĞLI UYGUNSUZ CİNSEL ARAYIŞLAR - BİR TRANSVESTİK FETİŞİZM OLGUSU Fatih Hilmi Çetin, Şahnur Şener, Elvan İşeri, Hande Ayraler Taner Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Ergenlik döneminde hormonlardaki artışa paralel olarak cinsel dürtülerde ve cinsel davranışlarda artma gözlenir. Cinsel davranış sapmaları (parafililer) sıklıkla ergenlik döneminde başlar. Transvestik fetişizm cinsel uyarılma amacı ile karşıt giyinme davranışının olduğu bir parafilidir. Bu vaka sunumunda transvestik fetişizm ön tanılı 14 yaşındaki hafif düzeyde mental retarde erkek olgu anlatılacaktır. Olgu: 14 yaşındaki erkek olgu polikliniğimize anne ve ablasının iç çamaşırlarını giyme nedeni ile annesi ve dayısı tarafından getirildi. Belirtilerin bir yıldır ara ara ve evde kimse olmadığı zamanlarda gerçekleştiği, bu esnada masturbasyon yaptığı sonrasında rahatlama hissi ve suçluluk hissettiği öğrenildi. Ruhsal durum muayenesinde; Genel görünüm ve fiziksel gelişimi yaş ve sosyoekonomik durum ile uyumlu, kendine bakımı iyiydi. Görüşmeciye karşı savunucu ve utangaçtı, göz teması kurmadı genelde yere baktı. Bilinç açık, spontan konuşması yoktu, sorulan sorulara yanıt vermiyordu. Duygulanım kaygı/elem yönünde artmıştı, stabil ve uygundu. EEG’si normal, WİSC-R sonucu hafif MR olan hastanın ölçekleri ve klinik muayenesi de dikkate alınarak depresif duygulanım ve dürtü kontrolüne yönelik sertralin 50 mg/gün başlandı ve terapiye alındı. Terapilerde aile ilişkileri görüşüldü. Hastaya cinsel eğitim verildi. İlk görüşmeden itibaren transvestik davranışı olmayan hastanın takibi 3 ay aralıklarla halen devam etmekte olup sertralin tedavisi son kontrolde (tedavinin 3. ayı) sonlandırıldı. Tartışma: Bu olgu sunumunda mental retardasyon ve parafili ilişkisi, transvestik fetişizmim ayırıcı tanısı ve neden olan psikodinamik faktörler tartışıldı. Sonuç: Transvestik fetişizmin erken tanısı ve bozukluğa erken müdahale tedavi açısından önemlidir. Mental retardasyonlu olgularda cinsel eğitimin parafilik davranışların önlenmesinde önemli olduğu bu olgu vasıtasıyla kanıtlanmıştır. Ayrıca tedavide ailesel ve psikoseksüel, gelişimsel faktörlerin ele alınması sürece katkı sağlar. İlaç tedavisinin ve ağırlıklı olarak SSRI’ların kullanılması bu olgu sunumunda da olduğu gibi tedavide önerilmektedir. 47 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-025 EPS GELİŞEN ÇOCUKLARDA KAN BİYOKİMYASAL DEĞERLERİ Dilek Altun Varmış, Gonca Gül Çelik, Ayşegül Yolga Tahiroğlu, Ayşe Avcı Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adana Giriş: Tipik antipsikotik ilaçlarla karşılaştırıldığında, atipikantipsikotik ilaçların parkinsonizm, distoni, akatizi ve tardifdiskinezi gibi extrapiramidal yan etkilere (EPS) yol açma olasılığının çok daha düşük olduğu bildirilmiştir. Özellikle tedavinin erken döneminde ortaya çıkan akut distoni ve akatizi tablosu hastaların ciddi sıkıntılar çekmesine ve tedaviyi yarıda bırakmalarına neden olmaktadır. Bu çalışmanın amacı tekli oral atipikantipsikotik tedavisi sonrasında eps gelişen çocuk ve ergen grupta kan sayımı, ASO, vitamin B 12 ve demir düzeylerinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Çalışmaya atipikantipsikotik alan ve eps gelişen 7-16 yaş aralığında 8 olgu alınmış ve biyokimyasal incelemeleri yapılmıştır. Sonuç: 8 olgunun 7 sinde Demir eksikliği anemisi 1inde B12eksikligi mevcuttu. Olgulardan 2 si PANDAS olup ASO değerleri 250 İU den yüksekti. Tartışma: EPS gelişimi hem çocuk hem de aile açısından tedavi sürekliliğini kesintiye uğratmasının yanında kaygı yaratan bir tablodur. Etyolojidedopamin yetersizliği ve olası immün sistem değişiklikleri sorumlu tutulmaktadır. Demir eksikliğinin dopamin metabolizması üzerindeki etkisi olgulardaki EPS yatkınlığını açıklayabilir. EPS ve Demir eksikliği ilişkisinin geniş sayıda olgu ve kontrol grupları ile araştırılması klinikte bu yan etkinin tedavisi ve önlenmesinde yardımcı olabilir. PP-026 ÇOĞUL KİŞİLİK İLE GİDEN DİSSOSİYATİF BOZUKLUK TANILI ERKEK ERGEN: OLGU BİLDİRİMİ Dilek Altun Varmış, Gonca Çelik, Ayşegül Yolga Tahiroğlu, Ayşe Avcı Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, Adana Amaç: Dissosiasyon, bilinç, bellek, kimlik yada çevresel algının genelde entegre olmuş işlevlerinin ayrılması olarak tanımlanmıştır. Dissosiyatif Bozukluğu olan çocuk ve ergenler bu yaş grubuna özgü diğer önemli psikiyatrik bozukluklar ve bazı nörolojik hastalıklar için karakteristik olan bulgu belirti ve davranışlar gösterirler. Bu yazıda, dissosiyatif bozukluğun en ağır klinik tablolarından olan Çoğul Kişilik Bozukluğu tanısının çok yönlü değerlendirilmesi ve literatür eşliğinde tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: 16 yaş erkek hasta emir veren sesler duyma, kaybolma, olayları hatırlamama, kendini açıklayamadığı yerlerde bulma yakınmaları ile başvurdu. Ruhsal değerlendirme sırasında biri kadın toplam beş farklı karakterden kişi olduğunu, kendine ailesini, doktorunu ve kendini öldürme yönünde emirler verdiklerini belirtmekteydi. Görüşme sırasında zaman zaman duruşu ve ses tonu değişmekteydi. Sonuç: Hastanın varsanılarının ve amnezisinin organik kökenli olup olmadığının saptanmasına yönelik yapılan rutin laboratuar, Serabral MR, EEG inceleme sonuçlarında bir bozukluk bulunmayışı ve psikometrik inceleme sonuçları ile Çoğul Kişilik Bozukluğu ile giden dissosiyatif bir tablo olduğu düşünülmüştür. Tartışma: Çocuk ve ergenlerde görülen çoğul kişilik bozukluğu öncelikle cinsel istismar başta olmak üzere ağır travmatik yaşantılar ile ilişkilendirilmekte ve sıklıkla TSSB sonrası görülmektedir. Bu bildirimde öyküde herhangi bir stres istismar öyküsü olmadan ortaya çıkan çoğul kişilik bozukluğu olgusunun tanısal süreç kadar homisidal ve suisidal riskleri nedeniyle adli boyut zemininde de tartışılması ve klinik izlemin literatüre katkısı olacağı düşünülmüştür. PP-027 ÇOCUKLUK ÇAĞI OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUĞUNDA PANDAS VE HİPER İMMUNGLOBULİN D SENDROMU BİRLİKTELİĞİ: OLGU SUNUMU 1 2 1 1 Perihan Çam Ray , Didem Arslan Taş , Gonca Gül Çelik , Ayşe Avcı , Ayşegül Yolga Tahiroğlu 1 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü 2 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji-İmmunoloji Ana Bilim Dalı 1 Amaç: Streptokok Sonrası Gelişen Otoimmun İlişkili Nöropsikiyatrik Bozukluk (PANDAS) çocuklarda A G rubu Beta Hemolitik Streptokok sonrası gelişen epizodik OKB/tiklerle karakterize bir tablodur. Kesin tanı için bakılacak serum antikor ya da markerlar ve tedavisi ile ilgili soruların yanıtları halen tartışmalıdır. Bu sunumda Obsesif Kompulsif Bozukluğu olan 9 yaşındaki bir olguda Hiper İmmunglobulin D Sendromu tanısı tartışılacaktır Yöntem: Literatürde pandas ve non-pandas’lı çocuk ve ergenlerde humoral immünite ile ilgili çalışmalar gözden geçirilerek olgu değerlendirilmiştir. Sonuç: PANDAS kliniğindeki Obsesif Kompulsif Bozukluğu olan 9 yaş erkek hastanın immunolojik değerlendirmesi ardından Hiper Ig D Sendromu (HIDS) tanısı konulmuştur. HIDS, periyodik ateş atakları ile giden nadir görülen otozomal resesif kalıtımlı otoimmun bir tablodur. 48 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yorum: Bu olgu literatürde HIDS ve PANDAS ilişkisine dikkat çeken ilk bildirim olması nedeniyle önemlidir. PANDAS kliniğindeki hastalarda etyolojiye yönelik hümoral ve hücresel immünite ile ilgili klinik çalışmalar yetersizdir. İmmun etyopatogenezi aydınlatmak amaçlı ve tedavi yaklaşımlarını belirlemede kontrollü klinik çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır. PP-028 ÖZEL EĞİTİM İHTİYACI OLAN ÇOCUKLARIN VE BAKIM VERENLERİNİN ZORLANMA ALANLARINA GENEL BİR BAKIŞ Gresa Çarkaxhiu, Seheryeli Yılmaz, S. Seval Yılmaz, Oylum Tokol, A. Tuğba Bahadır, Neşe Perdahlı Fiş, Osman Sabuncuoğlu, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Giriş : Çeşitli nedenlerle bireysel özellikleri ve eğitim yeterlilikleri açısından yaşıtlarından beklenilen düzeyden anlamlı farklılık gösteren bireyler “özel eğitime ihtiyacı olan bireyler” olarak tanımlanır. Özel eğitim ihtiyacı doğuran durumlar arasında Mental Retardasyon, Bilişsel Gelişimde Gecikme, Yaygın Gelişimsel Bozukluklar, Özel Öğrenme Güçlüğü gibi Çocuk Psikiyatrisi pratiğinde sıkça karşılaştığımız durumlar da bulunmaktadır. 2002 yılında Türkiye İstatistik Kurumu (TUIK)’nun yayınladığı “Özrün Türüne Göre Özürlü Nüfus Oranı” Türkiye istatistiğinde zihinsel özür oranı genel popülasyonda % 0.48; 0-19 yaş grubunda %1 olarak belirtilmiştir. Özel eğitim ihtiyacı doğuran durumlar, bireyin kendisi için zorlayıcı olmalarının yanında; bakım verenleri açısından da baş edilmesi zor ve biyopsikososyal açıdan desteklenmesi gereken durumlardır. Amaç: Bu bildirinin hazırlanmasındaki amaç, özel eğitime ihtiyacı olan bireylerin aile/bakım verenlerinin yaşadığı zorlukların saptanarak; tıbbi ve sosyal açıdan bu alanların geliştirilmesi için gerekli desteğin sağlanmasıdır. Yöntem: Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Heyet Polikliniği’ne Temmuz-Aralık 2011 tarihleri arasında başvuran ve klinik değerlendirmenin yanında hastanın yaşına uygun olarak zeka değerlendirilmesi (WISC-R, Leiter, S.Binet vb.) ya da gelişim değerlendirilmesi (DENVER-II, AGTE) ile özel eğitim ihtiyacı tespit edilen hastalardan 28 olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların ebeveynleri tarafından Güçler Güçlükler Anketi (GGA) doldurulmuştur. Sonuç: GGA toplam puanında “anormal” sınırlar (>16 puan) içerisinde tespit edilmiş olan 12 olgu; cinsiyet, yaş, tanı, ek tanı, hastalık süresi ve dil gelişimi ilişkisi kapsamında incelenmiştir. Olguların %42.8’ i (n=12) “anormal”, %21.4’ ü (n=6) “borderline”, %35.7’ si (n=10) “normal” sınırlar içerisinde saptanmıştır. GGA toplam puanında “anormal” sınırlarda bulunanların; %75’ i “duygusal sorunlar”, %66’ sı “davranış sorunları”, %75’i “dikkat eksikliği ve aşırı hareketlilik”, %75’ i “akran sorunları” ve %33’ ü “sosyal davranışlar” alt parametrelerinde de anormal sınırlar içerisinde yer almışlardır. GGA toplam puanında “anormal” sınırlarda bulunan çocukların ailelerinin, genel örneklem ortalamasına göre “duygusal sorunlar” alanında 1,48 kat; “davranış sorunları” alanında 1,59 kat; “dikkat eksikliği ve aşırı hareketlilik” alanında 1,31 kat ve “akran sorunları” alanında 1,2 kat daha fazla zorluk yaşamakta oldukları saptanmıştır. Yorum: Çocuk ve aile üzerinde uygun sosyal destek, uygun özel eğitim desteği ve uygun örgün eğitimin rolü unutulmamalıdır. Farklı meslek gruplarının ortak çalışma imkanlarının arttırılması çocuğun gelişimini olumlu yönde etkilerken ailelerin üzerindeki yükü hafifletecektir. PP-029 DAVRANIŞSAL SORUNLAR SERGİLEYEN BİR ÇOCUKTA SANAT TERAPİSİ TEKNİKLERİNİN UYGULANMASI Emel Aydın1, Yetiş Işıldar2, Gülşen Ünlü2 1 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Denizli 2 Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı Amaç: Sanat Terapisi, sözel olmayan bir anlatım ve iletişim için olanak sağlayan bir terapi biçimidir (1). Sanat yolu ile çocuk, sadece fazla enerjisini boşaltarak gerilimini azaltmaz. Aynı zamanda, kaynaklarını sömüren çatışmalarını yüceltme yoluyla çözümleyerek, yapıcı enerjinin açığa çıkmasını sağlar(2). Çocuk, sanat terapisi yoluyla, bağımsızlık ve özerkliğini geliştirmeyi, süreç ve ürünün her ikisi için de sorumluluk almayı, seçmeyi, eylemde bulunmayı, değerlendirme yapmayı ve geçmiş deneyimlerinden ders almayı öğrenir(2). Bu çalışmada, sanat terapisi teknikleriyle sağaltımdan yarar gören bir olgunun sunumu amaçlanmıştır. Yöntem: Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği’ nden yönlendirilen çocuk ile 18 seans süren ve 2008 yılı sonu ile 2009 Haziran ayını kapsayan bir vaka çalışması yapılmıştır. Çalışmaların tamamı Pamukkale Üniversitesi Hastanesi’ nde yapılmıştır. Sanat terapisi teknikleri genellikle danışanın aktif katılımını artıracak şekilde sunulmuş, pasif yaklaşımlara kısıtlı şekilde yer verilmiştir. Sanat terapisi tekniği olarak; resim, müzik ve ritim, kil, tiyatro, dans ve fotoğraf çalışmaları kullanılmıştır. Çalışmanın başlangıcında ve sonucunda yarı objektif ve öznel olarak kabul edilebilecek ölçüm araçlar kullanılmıştır. Yarı objektif ölçüm aracı olarak Children Apperception Test (CAT) ve çalışmalarda yapılan resimler, House-Tree-Person Test (HTPT) değerlendirmede kullanılmıştır. 49 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Ayrıca gelişim düzeyinin belirlenmesi için çalışmanın başında ve sonunda Ankara Gelişim Tarama Envanteri uygulanmıştır. Öznel değerlendirme olarak, terapi sürecinde ortaya çıkan ürünlerin tamamı, değişimi ölçümleyebilmek ve gözlemleyebilmek için araç olarak kullanılmıştır(3,4,5). Olgu Sunumu: 6 yaşında, okul öncesi eğitim kurumuna giden, 4 kişilik bir ailenin üyesi ve kendisinden 3 yaş küçük kız kardeşi olan bir kız çocuğu ile çalışılmıştır. Başvuru sebebi; sosyal uyum sorunları, kendini ifade etmede güçlükler, performans kaygısı, kardeş rekabeti, aile içi bireylere yönelik öfke ve saldırganlık, kişiler arası iletişimde güçlükler olarak tanımlanmıştır. Yapılan klinik değerlendirmede, herhangi bir özgün psikiyatrik bozukluğun tanı ölçütlerini karşılamadığı, ancak var olan semptomların aile içi ve sosyal işlevselliğinde önemli ölçüde bozulmaya yol açtığı belirlenmiştir. Anne-baba yüksek eğitim almış ve diş hekimi olarak çalışmaktadır. Anne ve babada tanı konmuş bir ruhsal bozukluk öyküsü yoktur ancak annenin kaygılı; babanın ise evden uzak, işine aşırı yoğunlaşmış biri olduğu şeklinde izlenim edinilmiştir. Aynı zamanda ebeveynler arasında marital sorunların varlığının aile içi iletişimi olumsuz etkilediği gözlenmiştir. Gelişimsel Öykü: Miadında, sezaryen ile 2950 gram olarak doğan, iki yıl süreyle anne sütü alan çocuğun motor gelişim basamaklarının zamanında olduğu tanımlanmıştır. Anne doğumundan sonra 6. ayda çalışmaya başlamış ve çocuk bakıcı tarafından evde bakılmıştır. İki yaş civarında kısa süreli kekemelik nedeniyle çocuk psikiyatrisi başvurusu öyküsü mevcuttur. Üç yaştan itibaren bakıcıya ek olarak okul öncesi eğitime de devam ettiği öğrenilmiştir. Oturum İçerikleri: Oturumlar özellikle bireyin aktif olacağı ve yaratıcı edimini tetikleyecek şekilde tasarlanmıştır. Çalışmanın ilk haftalarında var olan performans kaygısı gözetilerek ve ayrıca performans kaygısı yaratmamak için çocuğun uyum sağlayabileceği teknikler seçilmiştir. İlk çalışmalarda özellikle resim tekniğine yer verilmiştir. Her bir resim çiziminden sonra resimle ilgili bir hikaye aktarması istenmiştir. Başlangıçtaki hikaye içeriğini regresyon, öfke ve kızgınlık denetimindeki güçlük, kardeş kıskançlığı ve ebeveyn ilgisine duyulan ihtiyaç biçimlendirmiştir. Ardından sırasıyla resim olmadan hikaye anlatımı, bu hikayenin sahnelenmesi ve olumsuz içeriğin sahnede tamir edilmesini içeren 2 çalışma izlemiştir. Daha sonraki çalışmalarda performans kaygısı ve kendini ifade etmeyi kolaylaştırabileceği düşünülen müzik tekniği ile çalışılmıştır. Son çalışmalar olumsuz beden resmini onarmaya yönelik resim ve kil tekniklerini içermiştir. Sonuç: Çalışmanın başlangıcında ve sonunda yapılan, Çocuk Algı Testi’ nde (CAT) sözel ifadelerinde sayısal artış olduğu, bununla beraber, olgunlaşmamış ve oedipal çatışmaların devam etmesine karşın, kendilik tasarımının daha pozitif olduğu ve saldırgan dürtülerde azalmanın olduğu bulgulanmıştır. AGTE ye göre gelişiminin sağlıklı bir biçimde ilerlediği tespit edilmiştir. Klinik gözlemde, kendini ifade etmede artışın olduğu, performans kaygısında azalma ile sosyal ilişkilerde uyumlu davranışlar sergilediği, özellikle içinde bulunduğu gruplar tarafından daha fazla onay ve kabul gören davranışlar sergilediği gözlenmiştir. Yorum: Bu çalışma, klinik tanı ölçütlerini karşılamayan ancak uyum sorunlarına yol açan davranışsal problemlerin sağaltımında sanat terapisi tekniklerinin etkin olduğunu göstermiştir. Özellikle sözel iletişim becerileri kısıtlı olan ve psikopatoloji gelişimi açısından riskli olarak adlandırılabilecek olgularda sanat terapisi tekniklerinin koruyucu etkilerinin olabileceği düşünülmektedir. Kaynaklar 1. Güney, M. Sanat Terapileri Türkiye Klinikleri J. Psychiatry Special Topics 2009; 2(2); 84-90 2. Rubin, J.A. (1984). Child Art Therapy, Bölüm 19. John Wiley &Sons: New York 3. Bellak L. (2003) The Thematic Apperception Test, The Children’s Apperception Test and The Senior Apperception Test Technique in Clinical Use Fifth Edition, Allyn and Bacon 4. Oster, D. G., Crone, G. P. (2004) Using Drawings in Assessment and Therapy, Second Edition, Taylor and Francis Books, New York and Hove. 5. Savaşır, I., Sezgin, N. ve Erol, N. Ankara Gelişim Tarama Envanteri (2005) 3. Basım. Ankara:Türk Psikologlar Derneği Yayınları. PP-030 SELEKTİF MUTİZM OLGULARINDA KOMORBİD TANILAR VE KLİNİK ÖZELLİKLER Behiye Alyanak1, Halime Sözen Harmancı1, Ayşe Kılınçaslan1, Sevcan Karakoç Demirkaya1, Tülin Yurtbay1, Hayriye Ertem 2 Vehid 1 İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2 İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Selektif Mutizm(SM) çocukluk çağına özgü bir anksiyete bozukluğu olarak özellikle yabancı otorite figürünün bulunduğu ortamlarda çocuğun konuşmayı reddetmesi veya kısıtlaması olarak tanımlanmaktadır. SM olan çocuklarda, inatçı, muhalif ve olumsuz kişilik özellikleri ve konuşma ve dil gelişiminde gecikme yanısıra enürezis, enkoprezis, depresyon ve seperasyon anksiyetesinin yüksek oranda bulunduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada SM tanısıyla takip edilen hastalar geriye dönük incelenerek, olguların komorbid tanılarının, kişilik ve gelişim özelliklerinin tanımlanması amaçlanmıştır. Yöntem: 2006-2011 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğinde SM tanısıyla izlenen 25 hastanın dosya kayıtları incelenmiştir. 50 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Bulgular: Olguların ilk başvuru anındaki yaş aralığı 4-12 olup yaş ortalaması 7,5±1,86 olarak bulunmuş olup, 14 ünün kız (%56) ve 11 inin erkek (%44) olduğu (K/E=1,27) belirlenmiştir. %72’sinin dil gelişiminin normal olduğu, takip sürecinde çeşitli zeka testleri uygulanan 12 olgunun %16.6’sında zeka geriliği saptanmazken, %25’inde hafif düzeyde zeka geriliği, %58.3’ünde sınır mental kapasite tespit edilmiştir. Komorbid tanılar sırasıyla; enürezis (%36), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (%28), özgül fobi (%16), seperasyon anksiyetesi bozukluğu (%16), enkoprezis (%12), fonolojik bozukluk (%12), kekeleme (%8) olarak bulunmuştur. Çekingenlik, utangaçlık, içine kapanıklık ve agresif kişilik özelliklerinin sık olduğu görülmüştür. Sonuç: Yazınla uyumlu olarak, SM olgularında enürezis başta olmak üzere seperasyon anksiyetesi ve diğer dil gelişimi bozukluklarına sık rastlanması, gelişimsel dismatürasyonla giden bir sosyalleşme bozukluğu olarak ele alınmasının uygun olduğunu düşündürmektedir. Kaynaklar 1. Browne E, Wilson V,Laybourne PC (1963), Diagnosis and treatment of elective mutism in children.J Am Acad Child Psychiatry 2:605-617. 2. Hayden TL (1980), Classification of elective mutism.J Am Acad Child Psychiatry 19:118-133 PP-031 ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ ÇOCUK PSİKİYATRİSİ POLİKLİNİĞİNE YÖNLENDİRİLEN ADLİ OLGULARIN SOSYODEMOGRAFİK VE KLİNİK ÖZELLİKLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ A. Pınar Vural, Merve Çolpan, Şafak Eray, Ömer Kocael, Halit Necmi Uçar Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Bursa Amaç: Çocukluk çağında yaşanan stres verici yaşantılar, özellikle cinsel istismar, çocuğun psikolojisine ve yaşam kalitesine zarar vermektedir. Adli psikiyatrik değerlendirme, mahkeme karar süreci için bilgi sağlama ve bilirkişiliği içerdiği gibi, çocuktaki olası psikiyatrik bozukluğun saptanması ve çocuğun korunabilmesi açısından da önemlidir. Bu nedenle polikliniğimize adli makamlarca rapor düzenlenmesi amacıyla yönlendirilen adli olguların incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Adli makamlarca Mayıs 2010-Kasım 2011 tarihleri arasında haklarında rapor düzenlenmesi amacıyla hastanemizin çocuk psikiyatrisi polikliniğine yönlendirilen 3-18 yaşları arasındaki 142 olgunun (104 kız, 38 erkek) dosya bilgileri geriye dönük olarak incelenmiştir. Sosyodemografik özellikler, psikopatoloji, zeka düzeyi, adli istekler ve zanlının özellikleri her olgu için ayrı bir kayıt formu tutularak değerlendirilmiştir. Sonuçlar: Olguların 125’i (%88) cinsel istismar sonrası değerlendirilmek üzere gönderilmiştir. Olguların %73’ü kız,%27’si erkektir. Cinsel istismara uğramış çocuklarda saptanan psikiyatrik tanılar travma sonrası stres bozukluğu (%36,4),anksiyete bozuklukları(%12,1), depresif bozukluklardır(%9,2). Olguların %35’inde aktif psikiyatrik bozukluk saptanmamıştır. Zeka düzeyi 33 (%23,8) olguda normal, 28 (%20,2) olguda sınırdır. 45 (%32,6) olguda hafif düzeyde mental retardasyon tespit edilmiştir. Cinsel istismar zanlılarının %25,6’sı yabancı, %74,4’ü tanıdıktır. Tartışma: Mahkemenin en sık isteği cinsel istismarın ardından ruhsal durumun değerlendirilmesi olarak saptanmıştır. Cinsel istismar ardından değerlendirilen çocukların %65’inde aktif psikiyatrik bozukluk saptanmıştır. En sık saptanan tanı travma sonrası stres bozukluğudur ve bu bulgu literatür bilgileri ile tutarlıdır. Çocuklarda cinsel istismarın önemli bir halk sağlığı sorunu olduğu unutulmamalı ve uzun dönemde bir grup psikiyatrik bozukluk için risk etmeni olarak kabul edildiği akılda tutulmalıdır. PP-032 BİR ADÖLESANDA FARKLI BİR PSİKOZ SEMPTOMU: HAVLAMA: OLGU SUNUMU Hamiyet İpek, Ayten Erdoğan Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Giriş: Dezorganizeveya tuhaf davranışlar, stereotipiler ve amaçsız motor hareketler şizofreninin karşılaşılan semptomlarındandır. Tourette Sendromu, genellikle yüzde başlayıp vücudun diğer alanlarına yayılabilen motor tikler ve öksürme, burun çekme, boğaz temizleme, ıslık çalma ve havlama gibi vokal tiklerle karakterizedir. Bu yazıda, tiklerinde eşlik ettiği, havlama semptomu ile başvurmuş, psikotik bozukluk tanısı alan bir olguyu paylaşmayı amaçladık. Olgu: Başvuru ve klinik öykü: 17 yaşında bayan hasta, içe kapanma, konuşmada azalma, anlamsız konuşma, kendi kendine konuşma ve gülme, tanıdığı tanımadığı insanları dürtme, havlama şikayetleri üzerine ebeveynleri tarafından getirildi. Yaklaşık 1 yıl önce başlayan unutkanlık ve içe kapanma şikayetlerine son 4 aydır, anlamsız bağırma, havlama, kendi kendine konuşma ve gülme eklenmişti. Ruhsal durum muayenesi bilinci açık, kooperasyonu kısıtlıydı, zaman-mekan oryantasyonu yoktu, yaşından küçük görünen hastanın öz bakımı kısmen azalmıştı. Fısıldamaya benzeyen ağız hareketleri, sıkça yaptığı motor tikleri mevcuttu. Konuşma içeriği fakir, miktarı azalmış, kendini ifade etmede yetersizdi. Affekti, uygunsuz ve künttü. Düşünce içeriğini açmıyordu, değerlendirildiği kadarıyla yavaşlamıştı. 51 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Çağrışımları dağınıktı ve amaca yönelmekte zorlanmaktaydı, hezeyan ve varsanıları mevcuttu. Muhakemesi, soyut düşüncesi, davranış planlaması yetersiz olan hastanın iç görüsü yoktu. Sonuç: Havlama tourettesendromunda vokal tik olarak ortaya çıkabilmektedir. Ek olarak antipsikotiklere bağlı gelişen tardivTourette Sendromu durumlarındada ortaya çıkabilmektedir. Ancak psikotik bozukluklarda karşılaşılan bir semptom değildir. Bu vakada gözlenen havlama şikayetinin öncesindeantipsikotik kullanımı yoktu. Tik öncesinde duyusal fenomen yokluğu, tiklerinbaşlangıcının ve gidişinin TouretteSendromu’nda görülen vokal tiklerden farklılıkgösterdiği gözlenmiştir. Eşlik eden psikotiksemptomların varlığı havlamanın psikotik bozukluğun bir semptomu olarak ortaya çıkan bizar bir davranış olabileceğini düşündürmüştür. PP-033 ERGEN BİR OLGUDA RİSPERİDON KULLANIMINA BAĞLI GELİŞEN İLK MANİK ATAK Handan Metin, Hilal Adaletli Bakırköy Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, İstanbul Giriş: Literatürde genellikle antidepresan, steroid gibi ilaçlarla bildirilmesine rağmen daha az sıklıkla antipsikotik ilaç kullanımına bağlı manik atak olgu bildirimleri mevcuttur. Antipsikotik ile tetiklenen mani tabloları; risperidon, olanzapin, ketiyapin, aripiprazol, ziprasidon, amisülpirid ve paliperidon ile bildirilmiştir. (1, 2) Özellikle risperidon ve olanzapin gibi akut mani tedavisinde etkili olan ilaçların nadir de olsa manik kayma yapabilmesi konusunda bilgiler kısıtlıdır. (3) Bu konuya katkı sağlaması amacıyla ergen bir olgu tanımlanacaktır. Olgu: 17 yaş 8 aylık erkek ergen, 11. Sınıf öğrencisi. Daha önce herhangi davranış sorunu tariflenmeyen olguya, okulda bir grup öğrenciden dayak yemesi sonrasında, sinirlilik, titreme, zarar görme korkusu gibi şikayetleri olması üzerine dış merkezde psikiyatri polikliniğine başvurusu sonrasında risperidon 6 mg/gün, sertralin 25 mg/gün olarak tedavi başlanmış. İlaçları kullanmasının 3. günü hastanemiz acil tedavi ünitesine sinirlilik, etrafa ve kendine zarar verme davranışları, hareketlilik, çok konuşma, sürekli cinsel organıyla oynama ve hayat kadını talebinde bulunma gibi şikayetlerle başvuruda bulundu. Manik atak ön tanısıyla servisimize yatışı yapılan hastanın ilaçlarının kesilmesini takiben manik atak bulgularında hızlı gerileme görüldü. Sonuç: Çocuk ve ergenlerde şizofreni ve bipolar bozukluk tedavisi dışında pek çok durumda atipik antipsikotik ilaçlar kullanılmaktadır. Atipik antipsikotik ilaç kullanımına bağlı mani ya da hipomani gelişmesine ilişkin olgu bildirimleri mevcuttur. Ancak bulgular kullanımı giderek yaygınlaşan bu grup ilaçların özenli bir şekilde kullanılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. (4) Kaynaklar 1. Int J Psychiatry Clin Pract. 2011 Aug 31. [Epub ahead of print] Atypical antipsychotic-induced mania/hypomania: a review of recent case reports and clinical studies. Benyamina A, Samalin L. 2. J Clin Psychiatry. 2004 Nov;65(11):1537-45. Possible induction of mania or hypomania by atypical antipsychotics: an updated review of reported cases. Rachid F, Bertschy G, Bondolfi G, Aubry JM. 3. Aubry JM, Simon AE, Bertschy G (2000) Possible induction of mania and hypomania by olanzapine or risperidone: a critical review of reported cases. J Clin Psychiatry 61:649-655. 4. Michalopoulou PG, Lykouras L (2006) Manic/hypomanic symptoms induced by atypical antipsychotics: a review of the reported cases. Prog Neuropsychopharmacol Biol Psychiatry 30:549-564. PP-034 DEHB TANILI ÇOCUK VE ERGENLERİN ANNELERİNİN DEPRESYON, ANKSİYETE DÜZEYLERİ VE AİLE İŞLEVLERİ Dursun Karaman, İbrahim Durukan, Koray Kara GATA Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı alan çocuk ve ergenlerin aile işlevlerinin belirlenmesi ve annelerinin depresyon ve anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma grubunu GATA Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuran, DSM-IV tanı ölçütlerine göre DEHB tanısı konmuş 7-12 yaş arası 45 çocuk ve ergenin anneleri oluşturmuştur. Kontrol grubu ise GATA Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuran, çocuklarında psikiyatrik veya tıbbi herhangi bir kronik hastalığı olmayan 44 anneden oluşmuştur. Annelerden Beck Depresyon Ölçeği, Durumluk ve Sürekli Kaygı Ölçeği, Aile İşlevlerini Değerlendirme Ölçeği’ni doldurmaları istenmiştir. Olgu ve kontrol grubundaki annelerin doldurduğu yukarıda belirtilen ölçeklerden aldıkları puanlar karşılaştırılmıştır. Bulgular: Araştırma grubundaki annelerin depresyon (p< 0.001), durumsal kaygı (p= 0.001) ve sürekli kaygı puanları (p= 0.047), aile değerlendirme ölçeğinden aldıkları toplam puanlar (p=0.014) ile bu ölçeğin alt bölümleri olan roller (p= 0.003), duygusal tepki (p= 0.016), gereken ilgiyi gösterme (p= 0.029), davranış kontrolü (p= 0.04) puanları kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (Tablo 1) 52 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Tablo 1.Olgu ve kontrol gruplarının depresyon, anksiyete puanları ve aile işlevlerinin karşılaştırılması Beck depresyon ölçeği Durumsal kaygı Sürekli kaygı Aile değerlendirme toplam Roller Duygusal tepki Gereken ilgi Davranış kontrolü Olgu (Ort±SS) (n=45) Kontrol (Ort±SS) (n=44) 13.48±8.46 6.57±5.32 p< 0.001 41.28±9.98 44.97±9.80 33.88±8.38 40.90±8.22 p= 0.001 p= 0.047 13.32±2.59 11.80±2.10 p= 0.014 2.05±0.53 1.72±0.42 1.78±0.55 1.49±0.49 2.10±0.40 1.89±0.40 1.95±0.54 1.73±0.33 Ort±SS: Ortalama ± Standart Sapma p p= 0.003 p= 0.016 p= 0.029 p= 0.040 Tartışma: DEHB, 7 yaş öncesi başlayan kronik bir bozukluktur. Bu bozukluk çocukların ders başarısını ve arkadaş ilişkilerini olumsuz etkilemektedir. DEHB tanılı çocukların aileleri gerek öğretmenden aldıkları olumsuz geri bildirimler, gerekse çocuklarının evdeki davranış sorunları, ödev yapmayı sevmemesi gibi nedenlerle sıkıntı yaşamakta; depresyon ve anksiyete bozukluklarına normal popülasyona göre daha yatkın hale gelmektedir. Ayrıca bu sorunlar nedeniyle aile içinde çatışmalar yaşanmakta ve ailenin normal işlevselliğinde bozulmalar, aksamalar meydana gelmektedir. PP-035 TEDAVİDE ZORLU BİR SÜREÇ: OKUL REDDİ İpek Perçinel, İnci Altıntaş, Uğur Böce, Öznur Akyol, Kemal Utku Yazıcı, Günay Sağduyu, Tezan Bildik Ege Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı Giriş: Günümüzde okul reddi, çocukların anksiyete ve depresyon gibi duygusal sorunlar nedeni ile okula devam edememesi olarak tanımlanır. Genel olarak, okul reddinin yaygınlığı tüm okul çağındaki çocuklar için yaklaşık %1 ve kliniğe başvuran tüm çocuklar için %5 olarak bildirilmektedir. Okul reddi, erkek ve kız çocuklarda eşit oranda görülür. Okul hayatının herhangi bir döneminde ortaya çıkabilmekle birlikte; ilkokul, ortaokul ve liseye başlama gibi önemli geçiş dönemlerinde, okula erken başlama durumunda, okul değişiminin olduğu durumlarda daha sıktır. Okul reddi ile ailenin sosyoekonomik düzeyi arasında anlamlı bir ilişki saptanamamıştır. Tüm sosyoekonomik düzeylerde görülebilir. Bu bildiride, kliniğimizde takip edilmekte olan bir erkek okul reddi olgusunun klinik özellikleri, tedavi süreci, okul ve aile dinamiklerinin tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: 11 yaşındaki erkek olgu, Ekim 2010 tarihinde kliniğimize mutsuzluk, keyifsizlik, sinirlilik, kavgacılık, aşırı hareketlilik ve karşıt olma yakınmaları ile başvurmuştur. Yapılan ruhsal değerlendirme sonucunda irritabilite, karşıt olma davranışları, akademik başarısı ile ilgili yoğun kaygılar, başarısının kapasitesinin altında kalması, ailenin yoğun baskıcı ve yüksek başarı beklentisi saptanmış; olgu major depresyon tanısı ile ilaç tedavisi programına alınmıştır. İzlem sürecinde, klinik tabloya okula gitmeyi reddetme yakınması eklenmesi nedeniyle, olgunun tedavisinde multidisipliner yaklaşım benimsenmiştir. Bu amaçla, farmakoterapinin yanı sıra haftalık bireysel bilişsel-davranışçı terapi, haftada iki gün yapılandırılmış spor aktiviteleri, eş zamanlı aile danışmanlığı ve okul ziyaretleri bir arada kullanıldı. Tedavi sürecinde depresif bulguları gerileyen olgunun, zamanla kaygıları da yatışmıştır. Okula devam konusunda kendisine verilen programa uyum sağladı. Hem spor hem de okul ortamında yapılan gözlemlere göre, olgunun yapılandırılmış ortamlarda kurallara uyum sağlamakta zorluk yaşamadığı ve olumlu sosyal ilişkiler kurabildiği görüldü. Aileye uygulanan psikolojik danışmanlık ile aile tutumlarında kısmi olumlu değişiklikler gözlenmiştir. Tartışma: Okul reddi oluşumunda çeşitli tetikleyici etmenler rol oynar. Etmenler herhangi bir yaşta gözlenebilir; çocuk, okul ya da aile kaynaklı olabilir. Kaza veya bir hastalık çocukla ilişkili etmenler arasında gösterilebilirken, okul ya da sınıf değişikliği, geçiş dönemleri, arkadaş kaybı, arkadaş ilişkilerinde sorunlar, okulda öğretmen tarafından fiziksel ya da ruhsal olarak örselenmesi, ağır ev ödevleri okulla ilişkili etmenler arasındadır. Aile üyelerinden birinin hastalığı veya kaybı, ana-baba arasında yaşanan çatışmalar, boşanma, kardeş doğumu ve aile bireylerinden ayrılık ise okul reddi gelişmesini tetikleyebilen ailesel etmenlerdir. Bu etmenler çocuk tarafından bir tehdit olarak algılanır ve kontrol edilemeyen bir bunaltı ortaya çıkmasına neden olur. Olgumuzda, altta yatan faktör olarak, tutarsız anne-baba tutumlarının ve anne-baba arası çatışmalarının bulunduğunu gördük. Okul reddi, birçok ruhsal bozukluğun belirtisi olarak karşımıza çıkabilir. Bizim olgumuzun da, öncelikle Major Depresyon bulguları ile başvurduğunu, sonrasında bulgularına okul reddi davranışının eklendiğini saptadık. Ruhsal bozukluğu olan olguların ana-babalarında özellikle çekingen kişilik bozukluğu ve obsesif kompulsif kişilik bozukluğu olmak üzere kişilik bozukluklarının kontrol grubuna göre daha yüksek bulunduğu bildirilmiştir. Aile görüşmeleri sırasında olgumuzun annesinde de obsesif kompulsif kişilik özelliklerinin bulunduğu dikkat çekti. Okul reddi sağaltımı ana-baba ve okul personeli ile işbirliği 53 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 içinde yürütülmelidir. Bizim olgumuzda da, aile-okul-hastane olarak işbirliği içinde uyguladığımız çok eksenli sağaltım yaklaşımı tedavimizin başarısını arttırmıştır. PP-036 AÇIKLANAMAYAN KANAMA BELİRTİLERİ İLE SEYREDEN BİR YAPAY BOZUKLUK OLGUSU 1 2 2 Selçuk UZUNER , Sema KURBAN , Kayhan BAHALI 1 Bezmialem Vakıf Üniversitesi TFH, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul 2 Bakırköy Prof.Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları EAH,Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul Yapay bozukluk fiziksel belirtiler, ruhsal belirtiler veya hem fiziksel belirtiler hem de ruhsal belirtilerin bileşik olarak yer aldığı tiplerde görülebilir. Fiziksel belirtilerin baskın olduğu olan tipte taklit edilen ya da üretilen klinik sorunlar kanama, enfeksiyon, bozulmuş yara iyileşmesi, ağrı, hipoglisemi, anemi, döküntü, kusma, ishal, nedeni bilinmeyen ateş, nörolojik, otoimmün ve bağ dokusu hastalıkları ile ilgili belirtileri içerir. Bu bozukluğun en ağır ve kronik formu “Munchausen Sendromu” olarak adlandırılır. Yapay bozukluklar önemli düzeyde mortalite, morbidite ve gereksiz masraflara neden olabilen bozukluklardır. Bu bozukluğun akla gelmesi ve erken tanınabilmesi hastaları koruyabilecek ve gereksiz masraflari önleyecektir. Bu yazıda, kan tükürme (hemoptizi) ve kanlı idrar (hematüri) yakınması ile çeşitli hastanelere başvurusu olan, ileri tıbbi incelemelerle etyolojisi saptanamayan, olası tıbbi tanılara yönelik tedaviler ile belirtileri gerilemeyen, ağız içindeki ısırıkların farkedilmesi sonucu psikiyatri konsültasyonu ile tanısı desteklenen bir çocuk olgu sunulacak, ayırıcı tanı süreci literatür ışığında tartışılacaktır. PP-037 İKİZ KARDEŞLERDE PAYLAŞİLMİŞ PSİKOZ BELİRTİLERİ İLE SEYREDEN TEMARUZ OLGUSU Kayhan Bahalı1, Hamiyet İpek1, Güliz Özgen2, Ahmet Türkcan2 1 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları EAH Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul 2 Bakırköy Prof.Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları EAH, Psikiyatri Kliniği, İstanbul Temaruz gerek çocuk sağlığı uzmanları gerekse de çocuk ve ergen ruh sağlığı uzmanları için oldukça zor bir klinik tablodur. Temaruzda hastalar bir ekonomik kazanç sağlamak, yasal sorumluluktan kaçınmak ya da daha iyi koşullarda yaşamak amacıyla bilerek ve isteyerek ruhsal ve/veya fiziksel belirtiler üretir ya da taklit ederler. Bu yazıda, paylaşılmış psikoz belirtileri ile çeşitli hastanelere başvurusu olan, olası tıbbi tanılara yönelik tedaviler ile belirtileri gerilemeyen, ancak ergen psikiyatri kliniğine yatırılarak yakın gözlem ile tanısı desteklenen çift yumurta ikizi iki kardeş ergen olgusu sunulacak, literatür ışığında tartışılacaktır. PP-038 ÇOCUKLUK ÇAĞINDA YAPAY PSİKOZ: İKİ OLGU SUNUMU Kayhan Bahali, Hamiyet İpek, Sema Kurban, Caner Mutlu, Aytan Erdoğan Bakırköy Prof.Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları EAH, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul Yapay bozukluk ruhsal belirtiler, fiziksel belirtiler veya hem ruhsal belirtiler hem de fiziksel belirtilerin bileşik olarak yer aldığı tiplerde görülebilir. Ruhsal belirtilerin baskın olduğu tipte taklit edilen ya da üretilen klinik sorunlar varsanılar, sanrılar, saldırganlık, davranış bozuklukları ve psödonöbetler gibi belirtileri içerebilir. Yapay bozukluklar önemli düzeyde mortalite, morbidite ve gereksiz masraflara neden olabilen bozukluklardır. Bu bozukluğun akla gelmesi ve erken tanınabilmesi hastaları koruyabilecek ve gereksiz masraflari önleyecektir. Bu yazıda, psikotik belirtiler ile çeşitli hastanelere başvurusu olan, ileri tıbbi incelemelerle etyolojisi saptanamayan, olası tıbbi tanılara yönelik tedaviler ile belirtileri gerilemeyen, ancak ergen psikiyatri kliniğine yatırılarak yakın gözlem ile tanısı desteklenen iki ergen olgu sunulacak, literatür ışığında tartışılacaktır. PP-039 RİSPERİDONA BAĞLI AGRANÜLOSİTOZ GELİŞEN 16 YAŞINDA BİR OLGU Zehra Babadağı, Mahmut Çakır, Murat Yüce, Koray Karabekiroğlu Ondokuz Mayıs Ün. Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç ve Yöntem: Kandaki granülosit sayısının azalması nötropeni, eğer şiddetli ise agranülositoz olarak adlandırılır. Agranülositozun en sık sebepleri arasında idiopatik kemik iliği yetmezliği, ilaçlar ve çeşitli enfeksiyonlar sayılabilir. Atipik antipsikotikler de birtakım hematolojik yan etkilere (ör, klozapine bağlı lökopeni) yol açmaktadır. Bu yan etkilerden bazıları yaşamı tehdit edici olabilmektedir ve ilaçlara bağlı olarak gelişen agranülositozdan kaynaklanan ölüm oranı yaklaşık olarak %5-10 düzeyindedir. Klozapin dışında olanzapin, ketiyapin ve daha nadir olarak da risperidonla ilişkili lökopeni vaka bildimleri bulunmaktadır. Bildiğimiz kadarıyla bugüne dek üç “çocukluk çağında risperidona bağlı lökopeni” olgusu bildirilmiştir (3-5). Bu sunumda risperidona bağlı gelişen bir agranülositoz olgusu bildirilmektedir. Olgu Sunumu: DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre Davranım Bozukluğu tanısı ile izlenen 16 yaşındaki hastaya risperidon 1 mg/gün başlandıktan sonra, semptomların devam etmesi üzerine risperidon kademeli olarak 3. ayda 4 mg/gün’e çıkarıldı. 54 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Tedavinin 3. ayında hasta 4mg/gün risperidon kullanırken yapılan rutin biyokimya testlerinde hastada nötropeni ve lökopeni 3 3 saptandı (Lökosit 3100/mm , mutlak nötrofil sayısı 1000 mm , periferik kan yaymasında nötrofil oranı %40). Saat 08.00 ve 14:00’te yapılan kan sayımlarında nötrofilin ve lökositin düşük olduğu görüldü. Risperidon kesildi. 1 hafta sonra hematolojik testler tekrarlandı ve agranülositozun devam ettiği görüldü (Lökosit 2200/mm3, mutlak nötrofil sayısı 900/mm3). Diğer hemotolojik parametreler normal sınırlardaydı ve enfeksiyon lehine bir bulgu saptanmadı. Risperidon kesildikten 3 hafta sonra lökosit ve nötrofil sayıları normal sınırlara döndü. Yorum: Literatürde risperidonun tek başına veya diğer ilaçlarla birlikte kullanılmasına bağlı hematolojik yan etkiler geliştiği bildirilmiştir (1,2). Yazında 18 yaşından küçük bir olguda, şizofreni nedeniyle risperidon başlanan bir hastanın tedavisinin 10. gününde lökopeni saptanmış ve risperidon kesilerek olanzapin başlanmıştır. Bu şekilde lökopeninin düzeldiği görülmüştür. İkinci olgu 15 yaşında bir adölesan; flufenazin ve haloperidol tedavisine risperidon eklenmiş ve risperidon kullanımı sonucu lökopeni geliştiği bildirilmiştir. Üçüncü olgu ise Türkiye’den bildirilmiştir (5). Bu olguda, yıkıcı davranım bozukluğu-başka türlü tanımlanmamış tanısı ile risperidon kullanımı sonrası lökopeni ve nötropeni geliştiği bildirilmiştir. Nötropeni genellikle ilaç kullanımından 1-2 hafta sonra ortaya çıkmakta, doza ve kullanım süresine göre şiddeti değişmektedir. İlacın kesilmesinden sonraki 3-4 hafta içinde kan değerleri büyük oranda normale dönmektedir. Agranülositoz ise ilacın başlanmasından sonraki 34 hafta içinde gelişmektedir. Lökopeni ve nötropeni saptandığı zaman sabah nötropenisi olup olmadığı değerlendirilmeli, eğer sabah nötropenisi değilse antipsikotik ilaç kesilerek yerine başka bir ilaç başlanmalı veya dozu azaltılmalıdır. Bu olgu sunumu, risperidon başlanırken ve kullanan hastaların izleminde hematolojik parametrelerinin düzenli olarak kontrol edilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Anahtar kelimeler: Risperidon, Agranülositoz, Lokopeni, Ergen Kaynaklar 1. Flanagan RJ, Dunk L (2008). Haematological toxitiy of drugs used in psychiatry. Hum Pyschopharmacol, 2:27-41. 2. Erdoğan S (2009). Haematological side effects of atypical anti-psychotic drugs. Current Approaches in Psychiatry, 1:255279 3. Etain B, Roubaud L, Le Heuzey MF, Mouren-Simeoni MC (2000). A case of leukopenia in treatment with risperidone in an adolescent. Encephale, 26:81-84 4. Edleman RJJ (1996). Risperidone side effects. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry, 35: 4-5 5. Erbey F, Rüzgar H, Okur M (2011). The risperidone induced leukopenia and neutropenia: a case at 7 years old Anatolian Psychiatry, 12:243-244 PP-040 ÇOCUKLUK ÇAĞI BAŞLANGIÇLI OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK TANILI ÇOCUK VE ERGENLERDE KLİNİK VE NÖROPSİKOLOJİK ÖZELLİKLERİN İNCELENMESİ Saliha Baykal1, Koray Karabekiroğlu2, Murat Yüce2, Tülay Çalık2 1 Diyarbakır Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Diyarbakır 2 Ondokuz Mayıs Ün. Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun Amaç: Çocukluk Çağı Başlangıçlı Obsesif Kompulsif Bozukluk’un (OKB), Erişkin Başlangıçlı OKB’den gösterdiği farklar son yıllarda klinisyenlerin ilgi odağı olmaya başlamıştır. Bu çalışmanın amacı Çocukluk Çağı Başlangıçlı OKB tanısı konan çocuk ve ergenlerin klinik ve nöropsikolojik özelliklerini belirlemek, OKB tanısının hastalık süresi, şiddeti, ek tanılar ve ailede OKB öyküsü bulunmasının klinik ve nöropsikolojik işlevlerdeki bozukluk ile ilişkilerini incelemektir. Yöntem: Çalışmaya yaşları 8-15 arası olan 35 OKB olgusu (hasta grubu) ve sağlıklı 35 çocuk ve ergen (kontrol grubu) alınmıştır. Her bir katılımcıya; nöropsikolojik profillerini belirlemek amacı ile Wisconsin Kart Eşleme Testi (WKET), Stroop Testi ve Sürekli Performans Testi (SPT) uygulanmış, klinik ve davranışsal profillerini değerlendirmek için Çocuklar İçin Depresyon Değerlendirme Ölçeği (ÇDÖ), Conner’s Ana\Baba Derecelendirme Ölçeği (CADÖ-48), Yale Brown Obsesyon ve Kompulsiyon Ölçeği (ÇYB-OKÖ), Yale Genel Tik Ağırlığını Değerlendirme Ölçeği (YGTDÖ) verilmiştir. Sonuç: Çalışmamızdaki WKET, Stroop Testi ve SPT sonuçları ışığında, Çocukluk Çağı Başlangıçlı OKB tanılı bireylerin sağlıklı kontrollere göre yürütücü işlevler, sürdürülen dikkat ve motor inhibisyon görevlerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha kötü performans gösterdiği saptanmıştır. Çocukluk Çağı Başlangıçlı OKB tanılı çocuk ve ergenlerin ek tanılar dışlandığında davranışsal sorun alanlarında sağlıklı kontrollerden farklılık göstermedikleri, ancak kaygı düzeylerinin daha yüksek olduğu görülmüştür. Yorum: Bulgular, OKB tanısının hastalık süresi, şiddeti, ek tanılar ve kaygı puanlarından bağımsız olarak yürütücü işlevler, dikkat ve motor inhibisyon süreçlerini bozduğu, ailede OKB öyküsü bulunmasının tüm bu parametreler üzerine etkili en önemli risk faktörü olduğunu göstermiştir. Çocukluk çağı başlangıçlı OKB olgularının uzun süreli takibi ile hastalığın kognitif fonksiyonlar üzerindeki sebep-sonuç ilişkisini değerlendirmek için bir sonraki çalışma adımı olmalıdır. Anahtar Kelimeler: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB), Nöropsikoloji, Erken Başlangıç 55 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-041 BORDERLİNE KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ GÖSTEREN 14 YAŞINDA ERGEN OLGU SUNUMU Rabia Durmuş, Merve Çıkılı, Didem Behice Öztop Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Borderline Kişilik Bozukluğu (BKB) yıkıcı bir psikopatolojidir. Bu bozukluk afektifinstabilite, fırtınalı, belalı ilişkiler, sevilen kişiler tarafından terk edilmeye ilişkin gerçekçi olmayan korkular, disosiyatif düşünceler, kronik boşluk duygusu, dürtüsellik, paranoid düşünceler, özkıyım düşünce ve davranışlarını içeren, bilişsel, duygusal ve davranışsal işlevsellikte çok sayıda yetersizlikle belirli karmaşık bir ruhsal hastalıktır. Son yapılan çalışmalar BKB ve diğer kişilik bozukluklarının erken çocukluktan itibaren belirtilerinin ortaya çıktığını vurgulamaktadır ve bu konu üzerinde özellikle durulmaktadır. İleride BKB tanısı alanların erken çocukluklarında genelde uyumsuzluk, negatif duygu durum ve beslenme güçlükleri görüldüğü vurgulanmıştır. Bizim olgumuzda da polikliniğimize suisid girişimi ve kendine zarar verme davranışları ile başvuran ve borderline kişilik örüntüsü olduğu düşünülen hasta tartışılacaktır. Olgu: LY,15 yaşında kız hasta, polikliniğimize suisid girişimi nedeniyle başvurdu. Hasta 10 adet antiepileptik içerek suisid girişiminde bulunmuştu. Hasta şu an dikkatini bir türlü derslere veremediğini, içinin sıkıldığını, hayattan zevk alamadığını, ailesi tarafından sevilmediğini düşündüğünü ifade etti. İçindeki sıkıntıdan kurtulmak için ise bileğine ve koluna birçok kez jilet atarak kendine zarar verdiğini ve sonrasında çok pişman olduğunu belirtti. Hastanın özgeçmişinde özellik yoktu. Soygeçmişinde ise; Annesi depresyon nedeniyle psikiyatrik tedavi görüyor, ablası bipolarafektif bozukluk nedeniyle hastane de 3 kez yatmış, baba epilepsi hastası ve hemiplejisi mevcuttu. Hastaya impulsifsuisid girişimi, uyum bozukluğu (depresif belirtiler ve davranım bozukluğu belirtileri ile giden) ön tanıları düşünülerek sertralin 100 mg, risperidon 2 mg olarak tedavisi düzenlendi. Sonraki kontrolünde elini tekrar jiletleyerek suisid girişiminde bulunması nedeniyle hastanın yatışı planlandı. Yatış sonrası tekrar değerlendirilen hasta kendini boşlukta hissettiğini ve bu duygudan kurtulmak için kendine zarar verici davranışlarda bulunduğunu, bazen esrar ve alkol kullandığını, sık sık erkek arkadaş edindiğini fakat bu arkadaşlıkların çok kısa süreli olduğunu, gün içinde kendisinin çok değişken olduğunu, herhangi bir konuda engellendiği zaman öfkesine hakim olamadığını ve kendini sevilmeyen ve değersiz biri olarak gördüğünü, bazen evden para çaldığını, dikkatini toplasa bile dersleri anlamakta güçlük çektiğini, insanlara çabuk bağlandığını ve çabuk ayrılabildiğini, başkalarına zarar vermenin bazen onu rahatlattığını, intihar girişimlerinin ailesi ile olan kavgalarından sonra olduğunu, annesi ile iletişiminin çocukluğundan bu yana iyi olmadığını belirtti. Hastayla yapılan bu görüşmeler sonucunda borderline kişilik örüntüsü olabileceği düşünüldü. Tartışma ve Sonuç: Borderline kişilik bozukluğu olan hastalarda dürtüsellik diğer bozukluklardan daha çok kendini yaralama ile birliktedir. Bu dürtüsellikbulimik davranış, dünyayı umursamadan harcama, hırsızlık, madde kullanımı şeklinde de ortaya çıkabilir. Borderline kişilik bozukluğu oluşumunda; psikodinamik etkenler, genetik etkenler, çoğul çevresel etkenler, basamak şeklinde ortaya çıkan biyolojik süreçler(CRH düzensizliği, amigdalahiperaktivitesi gibi) ve tüm bunların aracılık ettiği kişiler arası güçlükler rol oynamaktadır. Kötü ve travmatik çocukluk çağı yaşantıları etiyolojik etkenler olarak rol oynamaktadır. Travma, ihmal, kötüye kullanım ve ayrılık erişkin BKB’depsikososyal risk etkenleri arasında sayılmaktadır. Fiziksel ve cinsel istismar ve ebeveyn psikopatolojisi de bu tür etkenler arasında sayılmaktadır. Bizim olgumuzda ise etiyolojik faktör olarak anne çocuk ilişkisinin küçük yaşlardan itibaren olumsuz olması, ailede psikiyatrik rahatsızlıkların varlığı dikkat çekmektedir. Ruhsal sorunları nedeniyle gelen gençlerde bu belirtilerin altında yatan kişilik bozukluğu yaşantılarının oluşturacağı özel sorunlardan haberdar olmak ve gencin gelişimindeki aksamayı en aza indirmeyi hedeflemek gerekir. PP-042 CİNSEL İSTİSMAR NEDENİYLE ADLİ DEĞERLENDİRME İÇİN GETİRİLEN OLGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Didem Behice Öztop1, Rabia Durmuş1, Merve Çıkılı1, Hatice Doğan1, Sema Ekmekçi2,Fatih Yağmur3,Meda Kondolot4 1 Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri 2 Bezmialem Vakif Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul 3 Erciyes Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı, Kayseri 4 Erciyes Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Cinsel istismarın bildirilmesi ve bu durumun çocukların ruh sağlığı üzerine olan etkisine verilen önemi giderek artmaktadır. Cinsel istismarın prevalansı yapılan çalışmalarda kullanılan yöntemlernedeniyle önemli ölçüde farklılıklar göstermesine rağmen, cinsel istismar oranının sırasıyla kadın, erkek ve çocuklarda %12-17, % 5-8 ve % 10-40 olduğu tahmin edilmektedir. Çocukluk çağı cinsel istismarının ilerleyen yıllarda kendine zarar verme,intihar,disosiyatif bozukluk,postravmatik stres bozukluğu, anksiyete bozukluğu gibi bozukluklar ile birlikteliğinin yüksek olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada adli değerlendirme için başvuran cinsel istismara uğrayan çocukların sosyodemografik özellikleri ve hangi psikiyatrik bozukluklara sahip olduklarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniğine 01.01.2011–31.12.2011 tarihleri arasında adli rapor düzenlenmesi amacıyla gönderilen cinsel istismara maruz kalmış 0–18 yaş arası çocuk ve ergen olgular; yaş, 56 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 cinsiyet, istismar sıklığı ile DSM IV-TR tanı sınıflamasına göre psikiyatrik tanıları açısından araştırıcılar tarafındanailelere verilen sosyodemografik veri formları retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Yapılan değerlendirmeler sonucunda çalışmaya dâhil edilen 654 çocuktan 528 nin (%80,7), cinsiyetinin kız, 126 sının (%19,3) cinsiyetinin ise erkek olduğu ve çocukların yaş ortalamasının 13,57±3,32 olduğu belirlendi. Olguların 233’ü cinsel istismar sayısını bildirmemiştir. 421’inden alınan bilgiye göre 137’sinin(%32,5) 5 defa,197’sinin(%46,8) 1 defa,45’nin(%10,7) 2 defa,32’nin(%7,6) 3 defa,7’sinin(%1,7)4 defa cinsel istismara uğradığı belirlendi. Cinsel istismarın türü sorgulandığında 510 hastanın 161’i (%31,6) vajinal ilişki, 89’u (%17,5) anal ilişki, 81’i (%15,9) özel bölgelere dokunma, 67’si (%13,1) sürtünme, kalan 112 hasta(%21,9) ise sözlü taciz ve benzeri cinsel istismar türlerine maruz kalmıştır. Olguların başvuruları sırasında toplam 167 hastanın DSM-IV tanı sınıflamasına göre yapılan psikiyatrik değerlendirmelerinde; 6 (% 3,6) vaka psikopatoloji saptanmazken, 60 (% 35,9) vakada travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), 26( % 15,6) vakada uyum bozukluğu (UB), 30 (% 18) vakada depresyon, 3 (% 1,8) vakada akut stres reaksiyonu, , 16 ( % 9,6) vakada depresif belirtilerle giden uyum bozukluğu, 4 vakada (% 2,4) anksiyete belirtileri ile giden uyum bozukluğu, 3 vakada (% 1,8) hafif MentalReterdasyon ve TSSB, 26 vakada (% 15,6) uyum bozukluğu , 4 (% 2,4) vakada depresyon veTSSB tanıları saptanmıştır . Tartışma: Çalışmadaki % 80,7 olgunun kızlardan oluşması, kız çocuklarının daha fazla cinsel istismara maruz kaldığı bilgisini desteklemektedir, ancak son yıllardaki yayınlar erkek çocuklarda da istismar sıklığının ve etkisinin fazla olduğuna dikkat çekmektedir. Bizim vakalarımızda travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), depresif belirtilerle giden uyum bozukluğu, uyum bozukluğu ve depresyon en sık saptanan tanılardır. Çoğul travmaya maruz kalmak, istismarcının tanıdık olması, erken yaş, yaşanan sosyal çevrenin travmatik tecrübeye verdiği yanıt, diğer çocukluk çağı travma öyküsü, ebeveyn yokluğu veya ebeveynlerde ruhsal hastalık TSSB gelişme riskini artırmaktadır. Bu nedenle istismar olgularının gizli kalmaması uygun kuruluşlara bildirimi, istismara uğramış çocuk ve ergenleri yakından ve uzun süreli takip tedavi ve rehabilitasyonu çok önemlidir. PP-043 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU NEDENİ İLE STİMULAN VE NONSTİMULAN KULLANAN HASTALARIN YAŞAM KALİTELERİNİN VE BOY-KİLO ÖLÇÜMLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Merve Çıkılı, Rabia Durmuş, Didem Behice Öztop, Selma Bozkurt Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) dikkatsizlik, hiperaktivite, ve impulsivite ile karakterize, okul çağı çocuklarının %3-7 sinde görülen bir bozukluktur. DEHB; gelişimsel, kognitif, duygusal, sosyal ve akademik başarı gibi birçok alanda önemli bozulmalar ile ilişkilidir. Bu alanlardaki bozulmanın temelinde DEHB’nin ana semptomları yatmaktadır. DEHB tedavisinde temel iki farmakolojik tedavi olan metilfenidat ve atomoksetinin bu sorunları düzeltmede etkili oldukları ve hastaların yaşam kalitelerini yükselttikleri gösterilmiştir. Bu iki temel ilacın, yan etkilerden boy ve kilo üzerine etkileri uzun zamandır tartışılmaktadır. Bazı çalışmalar boy ve kilo üzerine etkileri olmadığını savunurken bazıları özellikle boy gelişiminde bir duraklamaya neden olduklarını ve nihai boyda kısalığa neden olduğunu göstermektedir. Bizim çalışmamamızda bu ilaçların yaşam kalitelerine etkileri ve DEHB nedeniyle tedavi gören hastaların normal çocuklara göre boy ve kilolarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem Çalışmaya Eylül 2011- Ocak 2012 tarihleri arasında DEHB nedeniyle polikliniğimizde takip edilen ve DEHB nedeniyle en az 2 yıldır tedavi gören 60 hasta dahil edilmiştir. Eşlik eden diğer psikiyatrik bozuklukların bulunması dışlama kriteri olarak kabul edilmiştir. Hastaların ailelerine Sosyodemografik veri formu, çocuklar için yaşam kalitesi ölçeği (ÇİYKÖ), Çocuk ve ergenlerde davranış bozuklukları için DSM-IV ‘e dayalı tarama ve değerlendirme ölçeği (ÇEDBÖ) doldurulmuştur. Uzman hemşiremiz tarafından çocukların boy ve kilo ölçümleri yapılmıştır. Sosyal pediatri polikliniğinde ruhsal açıdan sağlıklı olarak değerlendirilen 25 çocuk ise kontrol grubu olarak alınmıştır. Kontrol grubunun aileleri tarafından da aynı testler doldurulmuştur. Bulgular Çalışmaya dahil edilen hastalardan 48’i (%80) erkek, 12’si (%20) kız cinsiyetteydi. Çocukların yaşları ortalamaları 10,4±2,18 idi. Hastaların 33’ü (%55) uzun etkili metilfenidat, 20’si (%33,4) atomoksetin, 4’ü (%6,7) kısa etkili metilfenidat, 3’ü(%5) kombine tedavi almaktaydı. Hastalar ortalama 3,04±1,66 yıldır DEHB nedeniyle tedavi almaktaydı. Kontrol grubu da yaş ortalaması ve cinsiyet oranları nedeniyle hasta gruba eşitlenmişti. Hasta grupta boy ortalaması 141,4±13,8 cm, kilo ortalaması 37,8±11,7 kg idi. Kontrol grubunda ise boy ortalaması 145,6±17,9cm, kilo ortalaması 41,1±15,5 kg olarak bulundu(Karşılaştırmalı tablolar posterde verilmiştir.) Yaşam kalitesi ölçeği alt gruplarına bakıldığında hasta grupta fiziksel alt grup:79,5, duygusal alt grup:66,13 yaşam kalitesi sosyal: 74,6, yaşam kalitesi okul ile ilişkili: 65,7 olarak bulunmuştur. 57 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yaşam kalitesi ölçeği alt gruplarına bakıldığında kontrol grubunda fiziksel alt grup:96,3, duygusal alt grup:90,2 yaşam kalitesi sosyal: 97,4, yaşam kalitesi okul ile ilişkili: 91,6 olarak bulunmuştur. (Karşılaştırmalı tablolar posterde verilmiştir.) Tartışma-Sonuç DEHB’de çocuğun yașamının hemen her alanında görülen yetersizlikler sonucu çocukta özgüven azalması, mutsuzluk, bașarısızlık ve dolayısıyla yașam kalitesinde düșme; kișiler arası ilișkilerde, aile içi ilișkilerde bozulma ve ruhsal iyilik halinin olumsuz yönde etkilenmesi söz konusudur. Bu nedenle, hastalığın çok boyutlu izlenmesinde klinik parametrelerin yanı sıra “psikososyal boyut”un giderek önem kazandığı, bu boyuttaki yeterlilik ve yetersizliklerin en iyi “yașam kalitesi” kavramı ile açıklanabileceği bildirilmektedir. Yapılan çalışmaların birçoğu hem metilfenidatın hem de atomoksetinin yaşam kalitesi yönünde olumlu etkiler yaptığını belirtmiştir. Bizim çalışmamızda da hem yaşam kalitesi hem de boy- kilo açısından bu ilaçlar değerlendirilmiştir. PP-044 CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYANLARDA SOSYODEMOGRAFİK VERİLER KENDİNE ZARAR VERME DAVRANIŞI Merve Çıkılı1, Rabia Durmuş1, Sema Ekmekçi2, Didem Behice Öztop1, Fatih Yağmur3,Meda Kondolot4 1 Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri 2 Bezmialem Vakif Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul 3 Erciyes Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı, Kayseri 4 Erciyes Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Cinsel istismarın klinik özellikleri ve çocuk üzerindeki etkileri; çocuğun istismarcı ile olan ilişkisine, istismarın şekline, süresine, şiddet kullanımına, fiziksel zararın varlığına, çocuğun yaşı ve gelişim basamağına, ruhsal özelliklerine ve travma öncesi psikolojik gelişimine bağlı olarak değişmektedir. İstismara uğrayan ergenlerde şiddet içerikli davranışlara yönelme, fiziksel şiddet, cinsel şiddet gösterme, okuldan kaçma, evi terk etme gibi davranış sorunları görülebilmektedir. Ergenlerde yapılan bir araştırmada çocuklukta yaşanan cinsel istismar ve ergenlik döneminde yaşanan istismar ile ilişkili sorunlar araştırılmıştır. Erkek ve kız öğrenciler sırasıyla %3,1 ve %11,2 oranında istismar bildirimi yapmış, erkekler için ortalama başlangıç yaşı 9,1 kızlar için 9 olarak belirlenirken erkek öğrencilerin %33’ünde, kızların %30,4’ünde intihar girişimi ya da kendine zarar vermeye yönelik davranışlarda bulunduğu bildirilmiştir. Bizim bu çalışmamızda da istismara uğrayan çocuk ve ergenlerde kendine zarar verme ve intihar davranışı oranlarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Polikliniğine 01.01.2011–31.12.2011 tarihleri arasında adli rapor düzenlenmesi amacıyla gönderilen cinsel istismara maruz kalmış 0–18 yaş arası çocuk ve ergen olgular; yaş, cinsiyet, istismar sıklığı, evden kaçma hikayesi ile intihar davranışı açısından araştırıcılar tarafından retrospektif olarak incelenmiştir. Bulgular: Yapılan değerlendirmeler sonucunda çalışmaya dâhil edilen 654 çocuktan 528’nin (%80,7), cinsiyetinin kız, 126 sının (%19,3) cinsiyetinin ise erkek olduğu ve çocukların yaş ortalamasının 13,57±3,32 olduğu belirlendi. Hastaların 421’inde kaç kez cinsel istismara uğradığı, 121’inde istismardan sonra kendine zarar davranışı olup olmadığı, 510’unda da cinsel istismarın türü sorgulandı. Alınan bilgiye göre 421 hastanın 137’sinin(%32,5) 5 kez, 197’sinin(%46,8) 1 kez, 45’nin(%10,7) 2 defa,32’nin(%7,6) 3 kez, 7’sinin(%1,7) 4 kez cinsel istismara uğradığı belirlendi. Cinsel istismarın türü sorgulandığında 510 hastanın 161’i (%31,6) vajinal ilişki, 89’u (%17,5) anal ilişki, 81’i (%15,9) özel bölgelere dokunma, 67’si (%13,1) sürtünme, kalan 112 hasta(%21,9) ise sözlü taciz ve benzeri cinsel istismar türlerine maruz kalmıştır. Olguların başvuruları sırasında toplam 121 vakanın 76’sının (%62,8) herhangi bir riskli davranışta bulunmadığı, 24’nün(%19,8) intihar girişiminde bulunduğu, 15’nin(%12,4) kendine zarar verme davranışında bulunduğu, 6’sının(%5,0) intihar fikrine sahip olduğu belirlendi. Toplam 290 hastanın 125’nin(%43,1) evden kaçma hikâyesinin olduğu belirlendi. Tartışma ve Sonuç: ABD’de 1996 yılında 10-14 yaş arasındaki ergenlerin 298’i intihar ederken Türkiye’de her yıl 5-14 yaş grubunda 40-50 çocuğun intihar ettiği; Aynı yıl ABD’de, 15-19 yaş arasındaki ergenlerin 1817’si intihar ederken Türkiye’de bu oranların, 200-400 arasında değiştiğini belirtmektedir. Ancak, Türkiye’de intihar girişimlerine ilişkin sistemli ve güvenilir veriler olmadığından bahsedilmektedir. Kendine fiziksel olarak zarar verme ve öz kıyım davranışının çocukluk çağı travmaları ile ilişkisi birçok farklı çalışmayla belirgin bir şekilde ortaya konmuştur. Bizim çalışmamızda istismara uğrayan çocuk ve ergenlerde intihar ve kendine zarar verme davranışının yüksek oranlarda olduğu görülmüştür. Cinsel istismar yaşantısının ergenlerde intihar davranışı için 8 kat riski artırdığı bildirilmektedir. Şiddet ve sıklık değerlendirilen ölçüm araçlarının kullanıldığı bazı çalışmalar, travma ile kendine zarar verme arasında dozyanıt ilişkisi bulunduğunu ortaya koymuştur. 58 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Sonuç olarak çocuğun cinsel istismarı bireysel, ailesel, toplumsal boyutlarıyla tüm dünyada her cinsiyet, ırk, sosyal ve etnik kökenden çocuk ve ergenleri etkileyen önemli bir sorundur. İstismarın her türü özellikle buna maruz kalan ya da tanık olan çocuk ve ergenlerde duygusal ve davranışsal gelişimi etkilemektedir. Bu nedenle istismarın erken tanınıp uygun yaklaşımda bulunulması son derece önemlidir. PP-045 KLONİDİN TEDAVİSİ KULLANILAN DİRENÇLİ VE EŞ TANILI DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU: OLGU SUNUMU Rabia Durmuş, Merve Çıkılı, Didem Behice Öztop Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) erken başlangıçlı, çok sık görülen ve işlevselliği yoğun şekilde etkileyen bir bozukluktur. DEHB’nin tedavisinde psikososyal ve tibbi girişimleri içeren çok yönlü tedavi yaklaşımı gerekmektedir. Günümüzde en sık olarak uyarıcılardan metilfenidatın ve uyarıcı olmayan ilaçlardan atomoksetinin kullanımı tercih edilmektedir. Bu ilaçlardan yanıt alınamadığı ve\veya bu ilaçlara ait yan etkilerin ortaya çıktığı durumlarda başka bir tedavi seçeneği olarak antihipertansif bir ilaç olan klonidin tercih edilebilmektedir. Klonidinin aşırı hareketliliğin, dürtüsel ve agresifliğin olduğu erken başlangıçlı olgularda ya da eşlik eden karşıt gelme ya da davranım bozukluğunun olduğu olgularda etkili olduğu gösterilmiştir. Ayrıca tik bozukluğu eş tanılı DEHB olgularında kullanılmakta olup her iki durum için de anlamlı düzeyde faydalı olduğu gösterilmiştir. Klonidinin engellenme eşiğini yükselttiği, saldırgan davranışları azalttığı da gösterilmiştir. DEHB’deklonidinin, hiperaktivitenin azaltılmasında çok iyi işlev görmesine rağmen, dikkat probleminde yeterince etkili olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. Bizim olgumuzda da Downsendromu, mentalretardasyon gibi ek tanıları olan tedaviye dirençli dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanılı vakada klonidin kullanımı tartışılacaktır Olgu: RÖ,11 Yaşında, erkek hasta polikliniğimizde 7 yaşından beri DEHB tanısı ile takip edilmekteydi. Hastanın yapılan kontrolünde alınan anamnezde; okulda ve evde çok hareketli olduğu, hiç oturamadığı, dikkatinin çok dağınık ve sabırsız olduğu, herşeyden çabuk sıkıldığı, saldırgan hareketlerde bulunduğu ve saç yolması olduğu öğrenildi. Hastanın bu durumu akademik başarısını ve evdeki ilişkilerini oldukça etkilemekteydi. Hastanın özgeçmişinde Downsendromu ve ek kardiak anomalileri mevcuttu ve aile öyküsünde özellik yoktu. Hastaya yapılan psikiyatrik değerlendirmeler sonucunda hastaya DEHB ve mentalretardasyon tanıları konarak kardiyoloji konsültasyonu sonrası uzun etkili metilfenidat (18mg) başlanmıştı. Takiplerde huzursuzluğu, hareketliliği, saldırganlığında hiçbir değişiklik olmayan hastaya 10mg atomoksetin ve 10 mg aripiprazol başlanmıştı. Her iki ilaç etkin doza çıkılmasına rağmen hastanın aktif şikayetlerinde azalma gözlemlenmedi ve aripiprazol tedavisi kesilip sırasıyla 300mg ketiapin ve 400mg amisülpirid medikal tedavileri uygulandı. Hasta uygulanan tedavilerden yarar görmemesi nedeniyle tedaviye dirençli dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olarak değerlendirildi ve hastaya kardiyoloji konsültasyonu sonrası klonidin 0,05 mg günde bir kez olarak başlandı ve dozu tedrici olarak 0,15 mg‘a çıkıldı Kontrollerde hastanın hareketliliğinde ve saldırganlığında azalma olduğu gözlemlendi. Tartışma ve Sonuç: Antihipertansif bir ilaç olan klonidin; Tourette bozukluğu, agresivite, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi psikiyatrik hastalıklarda da kullanılmaktadır. Klonidinile; kabızlık, anksiyete, baş dönmesi, sinirlilik, gözlerde kuruma, ağız kuruluğu, bulantı, cilt problemleri, insomnia gibi yan etkiler tedavi sırasında gözlemlenmesine karşın klinisyenler için en önemli sorun aşırı sedasyon ve hipotansiyon yapmasıdır. Bu nedenle klonidin tedavisi alan hastalarda düzenli nabız ve tansiyon takibi yapılmalıdır.Bizim vakamız DEHB ve mentalretardasyon tanıları bulunan uyarıcı ve uyarıcı olmayan DEHB ilaçlarına ve çeşitli antipsikotiklere cevap alınamamış bir olgudur. Kardiyak anomalileri nedeniyle hastada metilfenildat ve atomoksetin yüksek dozlara çıkılamamıştır. Bu nedenle tercih ettiğimiz klonidin tedavisi ise hastanın semptomlarında belirgin azalma sağlamıştır. Olgumuz da dirençli ve ek tanılı DEHB olgularında klonidinin yarar sağladığını göstermesi açısından önemli bulunmuştur. PP-046 STREPTOKOK ENFEKSİYONU İLE İLİŞKİLİ OLAN TİK BOZUKLUĞU: OLGU SUNUMU Rabia Durmuş, Merve Çıkılı, Didem Behice Öztop Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: A grubu betahemolitik streptokokların, genetik yatkınlığı olanlarda bazı otoimmün hastalıkları tetikleyebildiği bilinmektedir. A grubu betahemolitik streptokok enfeksyonu sonrası obsesifkompulsif belirtiler, tik bozukluğu veya farklı nöropsikiyatrik değişiklikler görülebilmektedir. PANDAS(PediatricAotoimmuneNeuropsychiatricDisordersAssociatedwithStertococcoalInfections)grupbetahemolitiksreptoko k enfeksiyonu sonrası ani başlayan motor tikler ve obsesif kompulsif hastalığı ile karakterizedir. PANDAS’ınotoimmün bir düzenek sonucunda oluştuğu düşüncesinden yola çıkılarak, özellikle bu süreci kesintiye uğratan tedavilerin kullanımı önerilmektedir. 59 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Bu amaçla immunglobulin, prednizolon ve plazmaferez gibi uygulamalar gündeme gelmektedir (Leonard ve Swedo 2001, Perlmutter ve ark. 1999). Ayrıca PANDAS’lı olgularda nöropsikiyatrik belirtilerin şiddetlenmesine neden olan streptokokalenfeksiyondan korunmak amacıyla antibiyotik kullanımı gibi uygulamalar da yararlı bulunmuştur (Garvey 1999, Snider 2005).Bu olguda PANDAS tanısı sonrası antibiyotik tedavisi ile tiklerinde azalma gözlenen hastamız anlatılmıştır. Olgu: DS,14 yaşında kız hasta, hareketlilik, sinirlilik şikâyetleri ile polikliniğimize başvurdu. Hareketliliği küçük yaşlardan itibaren olan hastaya yapılan değerlendirmeler sonucunda davranım bozukluğu belirtilerinin eşlik ettiği dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı konularak 18 mg uzun etkili metilfenidat ve 0,5 mg risperidon tedavisi başlanmıştır. Hastanın yapılan kontrollerinde omuz silkme, elleri ile vücudunu kaşıma şeklinde tikleri başladığı görüldü. Tikler, yapılan tedavilerin yan etkisi olarak değerlendirilerek risperidon dozu tedrici olarak artırılmıştır. Özgeçmiş: Hastanın sık sık üst solunum yolu enfeksiyonu geçirdiği öğrenildi. Hasta üst solunum yolu enfeksiyonu sonrası penisilin kullanmış fakat tiklerde azalma olup olmadığını gözlemlememiş. Soygeçmiş: Hastanın aile öyküsünde özellik yoktu. Muayene: Hasta ile yapılan görüşmelerde öksürme şeklinde vokal tikinin olduğu görüldü. Motor tiklerinin devam ettiği gözlendi. Bunun üzerine risperidon tedavisi azaltılıp kesilerek, 5 mg aripiprazol tedavisi başlandı. Hastanın tiklerinde azalma olmaması ve sık boğaz enfeksiyonu geçirmesi nedeniyle hastada PANDAS düşünülerek pediatri tarafından konsülte edildi. Hastanın yapılan tetkiklerinde boğaz kültüründe A grubu beta hemolitik streptokok pozitif, ASO:853(0-200) ,CRP:3,08(0-5) olarak tespit edildi. Hastaya PANDAS tanısı konularak depo penisilin tedavisi başlandı. Antibiyotik tedavisi sonrasında hastanın kaşınma, omuz silkme ve öksürme şeklinde olan tikleri azaldığı gözlendi, kontrol ASO seviyesi 599 olarak tespit edildi. Hastanın takipleri poliklinğimize sürdürülmektedir. Tartışma ve Sonuç: Swedo ve arkadaşları(1998) çalışmalarının sonuçlarında, PANDAS kriterlerine uyan çocukların % 44’ünde nöropsikiyatrik semptomlar oluşmadan önce A grubu beta hemolitiksreptokok enfeksiyonu belirtilmiştir. Hastamızın daha önce de penisilin kullanım öyküsü vardı fakat hasta tiklerin şiddeti ile antibiyotik kullanımı arasındaki korelasyonu gözlemleyememişti. Klinisyenin şüphesi doğrultusunda tekrar sorgulanarak hastada PANDAS tanısı düşünüldü. Bizim vakamızda olduğu gibi birçok dirençli tik veya OKB hastalarında da PANDAS olabileceğinin düşünülmesi gerektiğini bu olgumuz aracılığıyla vurgulamak istedik. PP-047 RİSPERİDON KULLANAN HASTALARDA METABOLİK DEĞERLERİN İNCELENMESİ Merve Çıkılı, Rabia Durmuş, Bedia İnce Taşdelen, Didem Behice Öztop, Selma Bozkurt Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Çocuk ve ergen yaş grubunda antipsikotik ilaç kullanımı dünya genelinde belirgin biçimde artmaktadır. Ülkemizde de bir üniversite çocuk ve ergen ruh sağlığı bölümünün yataklı tedavi biriminde yapılan çalışmada en sık kullanılan farmakolojik tedavinin %80.4 ile atipik antipsikotik ilaçlar olduğu belirtilmiştir. Antipsikotiklerden de %43.5 ile risperidonun en çok kullanılan antipsikotik olduğu görülmüştür. Risperidonun değişik tanılarla yaygın olarak kullanımından dolayı yan etkileri ve yan etkilerinin yaşam kalitesine etkilerinin önemi artmaktadır. Amaç: Bu çalışmada en az 6 ay boyunca çeşitli tanılar nedeniyle risperidon tedavisi almış çocukların açlık kan şekeri, trigliserit ve total kolesterol düzeyleri, karaciğer fonksiyon testleri (AST, ALT), kan demir düzeyleri ve tansiyon değerlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Erciyes Üniversitesi ÇERSAH’a başvuran 34 çocuk ardışık olarak dâhil edilmiştir. Ailelere demografik veri formu verilmiş ve çocuklardan kan alınarak biyokimyasal testler yapılmıştır. Bulgular: Yapılan değerlendirmeler sonucunda çalışmaya dahil edilen 34 çocuktan 3 nün (%8,8), cinsiyetinin kız, 31 inin (%91,2) cinsiyetinin ise erkek olduğu ve çocukların yaş ortalamasının 9,7±3,36 olduğu belirlendi. Hastaların 19’u (%55,9) DEHB ve DEHB’ ye eşlik eden diğer yıkıcı davranım bozuklukları nedeniyle risperidon tedavisi almaktaydı. 6 hasta(%17,6) Mental Retardasyon+ DEHB nedeniyle, 4 hasta(%11,8) otizm nedeniyle, geri kalan hastalar ise psikotik bozukluklar, tik bozukluğu ve davranım bozukluğu nedeniyle risperidon kullanmaktaydı. Hastaların 28’i (%82,4) hastalıkların başlangıcından beri risperidon tedavisi almaktayken, 6’sı (%17,6) daha önce başka bir ilaç kullandıktan sonra risperidon tedavisine geçmişlerdir. Hastaların ebeveynlerinin 22’si (%64,7) çocuklarının hastalık semptomlarında %50 ve üzerinde azalma olduğunu bildirmişlerdir. Hastaların 2’si (%5,9) %100 düzelme olduğunu bildirmişlerdir. Hastaların hepsinin(%100) açlık kan şekeri düzeyleri normal sınırlar içerisindedir. Hastalardan 1 inin(%3,3) ALT düzeyi hafif yüksek olarak (53 u/L) bulunmuştur. AST düzeylerinde bakıldığında 3 hastanın (%9,3) sırasıyla 41 u/L,44 u/L,46 u/L olarak sınırın hafif üstünde bulunmuştur. Hastaların hepsinin (%100) trigliserit ve kolesterol düzeyleri normal sınırlar içerisinde bulunmuştur. Hastaların 15’inin ( %51,7) kan demir düzeyleri normal sınırların altında bulundu.(Normal Fe: 65 -175µg/dL) Hastaların 24 ünün (%70,6) tansiyon değerleri yaş ve boylarına göre olması gereken normal tansiyon değerleri içerisinde olarak değerlendirilmiştir (<95 persentil). 1 hastanın (%2,9) hem sistolik hem de diastolik tansiyon değeri 95 persentilin 60 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 üzerindedir. 6 hastanın(%17,6) sadece diastolik tansiyonu yüksek, 1 hastanın (%2,9) ise sadece sistolik tansiyonu yüksek olarak bulunmuştur. Tartışma ve Sonuç: Yapılan çalışmalarda en az bir aylık süre boyunca antipsikotik ilaç tedavisi alan çocuk psikiyatri hastalarında trigliserid yüksekliği ve HDL düşüklüğü oranı %23, herhangi bir kan lipid düzeyi bozukluğuna rastlanma oranı %51 olarak bildirilmiştir. Risperidonun hepatosteatoz etkisi ise bir olgu serisinde gösterilmekle birlikte ileriye dönük çalışmalar bunu doğrulamamaktadır Risperidon ile hiperglisemi arasında net ilişki gösteren çalışmalar ise yoktur. Çalışmamızda hastaların %23,4 nün tansiyon değerlerinde yükseklik olduğu saptanmıştır. Risperidon ve hipertansiyon ilişkisini net olarak gösteren çalışmalar ise bulunamamıştır. Çalışmamız birçok sınırlıklıkları ile bir ön çalışma niteliğindedir. Çalışmamızın amacı ise Çocuk Psikiyatri alanında oldukça yaygın olarak kullanılan risperidonun yan etkilerine dikkat etmek gerektiğini vurgulamaktır. PP-048 DAVRANIŞSAL İNHİBİSYON BELİRTİLERİNİN ÖN PLANDA OLDUĞU ERKEN BAŞLANGIÇLI SELEKTİF MUTİZM: OLGU SUNUMU Merve Çıkılı, Didem Behice Öztop Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Davranışsal inhibisyon (Dİ); insanlarla, yeni uyaranlarla, durumlarla ve nesnelerle karşılaşınca aşırı, yoğun ve sürekli bir korku duyma, utangaçlık ve sosyal içe çekilme davranışı gösterme durumudur. Bebeklerin %15 inde, 3 aydan itibaren Dİ görülür. İleride seperasyon anksiyete bozukluğu ve sosyal fobi başta olmak üzere anksiyete bozukluğu ve içe yönelimli bozukluk geliştirme oranlarının daha yüksek olduğu bulunmuştur. Bebek ve küçük çocuklarda anksiyete bozukluğunun en güçlü öncülünün mizacın bir parçası olan davranışsal inhibisyon olduğu kabul edilmektedir. Olgu Sunumu: Hastamız 4 yaş 10 aylık erkek hasta, genel pediatri polikliniğinden, yabancılardan kaçınma, göz teması kurmama gibi otistik semptomlar nedeniyle otizm ön tanısı ile konsülte edildi. Ailenin temel şikayeti çocuklarının yabancılarla konuşmamasıydı. Hasta, annesi, babası ve yakın akrabaları ile konuşuyormuş fakat yabancılarla konuşmuyor ve konuşması gereken durumlardan kaçınıyormuş. Ailesi ile göz temasında ve iletişiminde bir problem yokmuş. Duygusal paylaşımı varmış, sarılmaktan, dokunulmaktan hoşlanırmış fakat yabancılara dokunmaktan kaçınırmış. Hayali oyun oynuyor ve oyuncaklarıyla uygun şekilde oynuyormuş. Özgeçmişi: Planlı bir gebelikmiş. Anne hamileliği boyunca bulantı nedeniyle sıkıntı yaşamış. Ruhsal bir problemi olmamış. Normal spontan vajinal yol ile doğmuş. Doğum sırasında herhangi bir komplikasyon olmamış. Yürümesi 10 aylıkken, konuşması 12 aylıkken olmuş. 8-9 aylıkken gözünün birinde dışa bakışta problem olduğunu fark etmişler. Göz tarafından Duane Sendromu tanısı konmuş takibe alındı. . Eşlik edebilecek nörolojik patolojiler açısından hasta, nöroloji tarafından değerlendirildi. Herhangi bir patoloji saptanmadı. Soygeçmişi: Hastanın annesi; 33 yaşında, üniversite mezunu, ev hanımı. Çocuğuyla ilgili fakat çocuğunun bu durumu ile ilgili oldukça zorlanıyor. Baba; 36 yaşında, üniversite mezunu, elektrik mühendisi olarak çalışıyor. Baba görüşmede daha önce kendisinin de çekingen bir yapısı olduğunu, toplum içerisinde konuşmakta zorlandığını fakat şu an da bu durumun üstesinden geldiğini belirtti. Aynı zamanda hastanın dedesinde de çekingen kişilik özelliklerinin bulunduğunu söyledi. Hastanın 8 yaşında, sağlık sorunu olmayan bir ablası var. Ablası ile iletişiminin iyi olduğu gözlendi. Muayene: Hasta ilk görüşme sırasında babasına sarıldı ve doktorla göz teması kurmadı. Soruların bazılarına başını sallayarak veya bir iki kelimeyle cevap verdi. Sonraki görüşmede hasta gözlem odasında gözlendi. Hasta yabancı biri tarafından gözlendiğini fark etmediği sırada rahat bir şekilde ablasıyla oynarken, yabancı birini fark ettiği anda koltukların altına giriyor ve hareketlerinde çok belirgin bir biçimde azalma oluyordu. Bu durum 2-3 defa daha aynı şekilde gözlendi. Hastanın ev dışı diğer ortamlarda da bu şekilde olduğu ailesi tarafından belirtildi. Görüşmelerde aileye; hastanın yavaş yavaş kreşe alıştırılması, sosyal faaliyetlere katılmasının sağlanması yönünde öneriler verildi. Fluoksetin 10 mg\g süspansiyon başlanarak hasta sık aralıklarla takibe alındı. Sonuç Davranışsal inhibisyonun ileri ki yaşamda anksiyete bozuklukları gelişimi için yatkınlık oluşturduğu, hatta bu bozuklukların "erken görünümü" olduğu düşünülmektedir. Genetik bir yanı olduğu konusuna da vurgu yapılmaktadır. Bizim olgumuzda davranışsal inhibisyon özellikleri belirgin olarak gözlenmekteydi. Ayrıca hastanın babası tarafından genetik bir yatkınlığının olduğu da bilinmekteydi. Erken tedavi ile bu hastalarda anksiyete bozukluklarının önlenebilmesi ile ilgili çalışmalar henüz bulunmamaktadır. Davranışsal inhibisyon belirtilerinin ön planda olduğu bu olgu ile bu konuya dikkat çekilemek istenmiştir. 61 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-049 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU (DEHB) OLAN ÇOCUK VE ERGENLERDE, STİMULANLARDAN ATOMOKSETİNE YAVAŞ VE HIZLI GEÇİŞİN ETKİNLİĞİNİN KARŞILAŞTIRILMASI 1 2 2 3 4 5 Porsdal V , Anand E , Quail D , Casillas M , Escobar R , Altın M 1 Eli Lilly Danimarka 2 Eli Lilly İngiltere 3 Eli Lilly İspanya 4 Eli Lilly Japonya 5 Lilly Türkiye Medikal Departman (Eli Lilly Adına Poster Sunumunu yapacaktır) Amaç: Stimulanlardan atomoksetin‘e iki geçiş yaklaşımının ( hızlı veya yavaş geçiş) etkinliğini karşılaştırmak. Yöntem: DEHB sebebiyle daha önce stimulanlar ile tedavi edilmiş ve yetersiz semptom kontrolü ve/veya yan etkiler gözlemlenen 6-<17 yaş aralığındaki hastalarda hızlı grupta 2 hafta, yavaş grupta 10 haftalık zamanda 1,2-1,8 mg/kg/gün atomoksetin dozuna geçmiş ve başlangıçtan itibaren 14 haftalık tedavinin değerlendirildiği randomize, kontrollü, açık etiketli, çok merkezli, faz IV çalışma. Birincil etkinlik ölçümü 10. ve 2. haftalarda araştırıcı tarafından değerlendirilen DEHB derecelendirme ölçeği (DEHB-DÖ) başlangıç noktasından itibaren olan değişikliklerdir. 10. ve 2. haftalarda daha iyi sayısal değerler ile geçiş stratrejisi karışık model tekrarlı ölçüm analizi (MMRM) temel alınarak, “daha iyi değilse bile en azından benzer” olarak bildirilmiştir. Güvenliliği ölçmek için yan etkiler değerlendirmeye alınmıştır. Sonuçlar: Analiz 111 hastayı kapsamıştır ( 57 yavaş, 54 hızlı). Hastaların büyük kısmı ( %83,3, n=93) erkek ve kombine tip DEHB ‘dir.( %66,7, n=74) Ortalama yaş 11,5’dir. (± 2,38). Hastalar, büyük sıklıkla uzun etkili stimulanları önceki tedavisi almıştır (%78,4, n=87). Ortalama başlangıç DEHB-DÖ toplam skoru yavaş grup için 38,0 (%95 GA: 36,1:40,0) hızlı grup için 36,0 (33,5: 38,5) dir. 2 hafta sonunda değişiklik yavaş grupta (MMRM) -8,0 (-9,9:-6,0), hızlı grupta -8,1 ( -10,1;-6,1) ve 10 hafta sonunda sırası ile -14.3 (-16.7; -12.0) ve -15.0 (-17.4; -12.6) idi. 14. haftada atomoksetin ile iyileşme doğrulanmıştır ( yavaş: -14,5[-17,1;-11,9], hızlı: -17,4 [-20,0;-14,7]). Ortalama Klinik Global İzlenim Ölçeği Şiddet (KGİ-Ş) her iki grupta -0,7 (2 hafta) ve -1,7 (10 hafta) oranında gelişim göstermiştir. Tedaviye bağlı gelişen yan etkileri yavaş ve hızlı grupta sırası ile 35 (% 61,4) ve 31 (%57,4) hasta tarafından raporlanmıştır. (p= 0,702) Tartışma: DEHB-DÖ toplam skoru her iki geçiş grubunda da iyileşme göstermiştir. Çalışma süresince stimulanlardan atomoksetine yavaş ve hızlı geçiş etkinliği benzer görülmüştür. PP-050 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU (DEHB) OLAN ÇOCUK VE ERGENLERDE ATOMOKSETİN ETKİNLİĞİNİN DEĞERLENDİRMESİ: 4 COĞRAFİ BÖLGEDE 15 KLİNİK ÇALIŞMADA TUTARLILIĞIN META-ANALİZİ Yoko Tanaka1, Ling Jin1, Himanshu Upadhyaya1, Altın M2 1 Eli Lilly Laboratuarları, ABD 2 Lilly Türkiye Medikal Departman (Eli Lilly Adına Poster Sunumunu yapacaktır.) Amaç: Atomoksetin, ABD’de, Avrupa’da ve diğer ülkelerde DEHB tedavisinde onaylanmıştır. Bu meta-analiz, 4 coğrafik bölgede, DEHB’si olan çocuklarda ve ergenlerde tedavi etkinliğinin ve tolerabilitesinin tutarlılığını değerlendirmek için yapılmıştır. Yöntem: DSM-IV tanı kriterlerine göre DEHB’li 2569 pediyatrik hastayı içeren 15 akut çift kör plasebo kontrollü çalışmadan gelen veriler bir araya getirilmiştir (2 Asya, 4 AB, 1 Rus ve 8 ABD). Etkinlik, DEHB Derecelendirme Ölçeği-IV ya da SNAP-IVDEHB kullanılarak değerlendirildi. 4 bölgede tutarlılık, etkileşim testi ve Higgins’i de içeren global metot ile değerlendirildi. Bir bölgenin diğer bölgelere karşı tutarlılığını birbirinden ayrı bölgelerin ve ikili farklılıkların etki büyüklüğüne dayalı çok değişkenli metot ile değerlendirildi. Sonuçlar: Hasta demografik verileri genelde, bölgeler arasında benzerdi. Asya’daki hastalar ile karşılaştırıldıklarında ABD, AB ve Rusya’dan daha çok hasta DEHB kombine alt tip tanı kriterlerini karşılarken daha az hasta dikkat eksikliğinin ön planda olduğu alt tip tanı kriterlerini karşıladı. Asyalı hastaların daha düşük başlangıç DEHB total skorları ve hiperaktivite alt skorları vardı. 6 ila 10 hafta akut tedaviden sonra atomoksetin 4 bölgede de, plasebo ile karşılaştırıldığında DEHB semptomlarını önemli derecede iyileştirmiştir. Tedavi etkinliği, 4 bölgede (başlangıç DEHB skorlarından %40 iyileşen hasta yüzdesi, atomoksetine karşı plasebo: Asya %40, %24; AB %40, %12; Rusya %54, %33; ABD %45, %22) marjinal tutarsızlık ve orta derecede heterojenlik gösterdi. Asya’ya karşı diğer bölgelerdeki tutarsızlık ve ABD’ye karşı diğer bölgelerdeki tutarsızlık incelendi. Tamamlanma oranı Asya’da ve Rusya’da (her ikisi de %94), AB (%84) ve ABD’dekinden (%80) daha yüksek idi. Genel olarak en sık görülen tedavi bağlı yan etkiler iştahta azalma ve baş ağrısı idi. Tartışma: Atomoksetin, 4 bölgede 15 klinik araştırmada DEHB’de etkili bir tedavi olarak gösterilmiştir. Güncel meta-analiz, bölgeler arasında tedavi etkinliğinde belli bir düzeyde heterojenlik ortaya çıkardı. Bu heterojenliğe katkı yapan potansiyel faktörler tartışıldı. 62 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-051 STREPTOKOK ENFEKSİYONU SONRASI GELİŞEN TOURETTE SENDROMU’NDA FLUOKSETİN VE ARİPİPRAZOL ETKİNLİĞİ: BİR OLGU SUNUMU Mustafa Yasin Irmak, Azad Asafov, Nagehan Üçok Demir, Neşe Perdahlı Fiş, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Streptokokkal enfeksiyonlara bağlı gelişen pediatrik otoimmün nöropsikiyatrik hastalıklardan olan PANDAS son yıllarda tanımlanan bir hastalıktır. PANDAS'lı çocuklarda A Grubu Beta Hemolitik Streptokok (AGBHS) tonsillofarenjitini takiben günler-haftalar içerisinde şiddetli obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ve/veya tik atakları gelişir (1). Poststreptokoksik otoimmünite, Tourette sendromu da dahil olmak üzere, çocukluk çağı başlangıçlı obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) ve tik bozuklukları gelişiminde etiyolojik bir faktör olarak kabul edilmektedir (2,3). Tedavide Tik Bozukluğuna ve OKB’a yönelik müdahaleler öncelik taşımakla birlikte etiyolojide sık tekrarlayan enfeksiyonlar söz konusu olduğunda antibiyotik profilaksisi de önerilebilmektedir (4). Bu sunumda Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’ne tik ve takıntı yakınmaları ile başvuran, öyküsünde belirtilerin başlangıcı ile üst solunum yolu enfeksiyonu arasında zamansal bağlantı kurulan, ASO titreleri ile takip edilen, fluoksetin ve aripiprazol tedavisine iyi yanıt veren bir PANDAS olgusunun tartışılması amaçlanmaktadır. Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’ne yüzünde ve ağız bölgesinde tikleri, elini tekrar tekrar yıkama, kapıyı tekrar tekrar kontrol etme ve düzen takıntıları ile 12 yaşında bir erkek çocuk annesi tarafından getirildi. Özgeçmişinde psikiyatrik tedavi almasını gerektirecek herhangi bir şikayeti olmayan hastanın 6 ay önce ani şekilde başlayan kompulsif tarzda el yıkama şikayetlerinin olduğu, bu şikayetlere kapının kapalı olup olmadığını sık sık kontrol etme, ağız, yüz ve boğaz temizleme tiklerinin eklendiği ailesi tarafından ifade edildi. Bu şikayetler başlamadan önce hastanın hafif bir üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE) geçirdiği ve sonrasında şikayetlerinin ani bir şekilde ortaya çıktığı öğrenildi. Mevcut şikayetlerinin ani başlangıçlı olması ve ÜSYE sonrası olması nedeniyle şikayetlerinin ÜSYE ile ilgili olabileceğini düşündürdü. Yapılan laboratuar incelemeleri sonrasında Anti Streptolizin O Antikor (ASO) düzeyi >400 (N:0-200) olduğu görüldü. Bu değerler geçirilmiş bir streptekokkal enfeksiyonu lehineydi. Hastanın poliklinik takipleri sırasında ÜSYE olduğunda şikayetlerinin arttığı görüldü. Bu durum streptokok enfeksiyonu sonrası oluşan antikorların mevcut şikayetlerle (Tik/OKB) ilişkili olabileceği düşündürdü. Fluoksetin 20 mg/gün ile tedaviye başlanan risperidone 1 mg/gün eklenen hastada istenen yanıt alınmadığından tedavisi fluoksetin 20 mg/gün,aripiprazol 5 mg/gün olarak değiştirildi. Tedavisi düzenlendikten sonra hastanın şikayetlerinin 3 ay içinde azalarak devam ettiği gözlendi. İzlem süresinde de ASO düzeyinin 333 (Normal:0-200) olarak devam ettiği görüldü. Kaynaklar 1. Hamza AYAYDIN, Osman ABALI. PANDAS Tanılı Bir Çocukta Erken Antibiyotik Tedavisi: Bir Olgu Sunumu. Nöropsikiyatri Arşivi 2010; 47: 169-70. 2. Swedo SE: Sydenham’s chorea: a model for childhood autoimmune neuropsychiatric disorders (clinical conference). JAMA 1994; 272:1788–1791 3. Swedo SE, Leonard HL, Kiessling L: Speculations on antineuronal antibody-mediated neuropsychiatric disorders of childhood.Pediatrics 1994; 93:323–326 4. Moretti G, Pasquini M, Mandarelli G, Tarsitani L, Biondi M. What every psychiatrist should know about PANDAS: a review. Clinical Practice and Epidemiology in Mental Health 2008,4:13. PP-052 ERGENLERDE ANNE BABAYA BAĞLANMA İLE AİLE YAPISI, AİLE İLE DUYGU PAYLAŞIMI VE AİLEDE ALGILANAN ÇATIŞMA ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ Neslihan Güney Karaman, Türkan Doğan, Aysel Esen Çoban, Zeynep Erkan Atik, H. Eren Suna Başkent Üniversitesi Eğitim Fakültesi/Eğitim Bilimleri Böl. Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Anabilim Dalı Giriş: Ergenlikte bağlanma çalışmaları hem ana baba hem de arkadaşlık ve romantik ilişkilerde önemli bir konu olmuştur. Aile, arkadaş ve romantik ilişkilerde bağlanma psikosoyal gelişimin önemli bir konusudur (Santrock, 2007). Çocuk ve ergenin psikososyal gelişimini etkileyen en önemli faktörlerden biri ailedir. Anababa yetiştirme biçimleri ve tutumlarıyla çocuk ve ergenin kişiliğini büyük ölçüde etkilemektedir. Anababalar, çocuğa toplumsal değerleri aktararak onların yaşamlarında önemli birer sosyalleşme aracı olmaktadır (Bugental ve Goodnow, 1998). Amaç: Bu çalışmanın amacı ergenlerin anneye ve babaya bağlanmaları ile aile yapısı, aileyle duyguların paylaşımı ve aile içi algılanan çatışmalar arasındaki ilişkinin incelenmesidir. Yöntem: Çalışmaya 423’ü kız, 595’i erkek toplam 1019 liseye devam eden, 9. 10. ve 11. sınıfta okuyan ergen katılmıştır. Verilerin analizinde regresyon analizi kullanılmıştır. Veriler analiz aşamasındadır. Sonuç ve Yorum: Çalışmanın bulguları Türkiye’deki benzer çalışmalarla karşılaştırılarak sunulacaktır. 63 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-053 PAYLAŞILMIŞ PSİKOZ ( FOLIE A DEUX); ANNE-KIZ OLGUSU 1 1 2 Burcu Yücetürk , Baybars Veznedaroğlu , Nihal Yurteri 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı 2 Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Giriş: Folie a deux (FD) diğer adıyla paylaşılmış psikotik bozukluk, sanrıları olan bir kişi (birincil) ile yakın ilişki içinde bulunan diğer (ikincil) kişide benzer sanrı veya sanrıların paylaşılması ile oluşan ender bir bozukluktur. Belirlenen sanrılara en baştan itibaren sahip olan kişi birincil kişidir ve sanrılara katılan kişi ikincil kişidir. Olgu Sunumu: Kırk altı yaşında, boşanmış ve emekli olan Bayan Y’ nin sinirlilik, çocuklarına kötü bir şeyler olacağı için endişelenme ve şüphecilik yakınması vardı. Bayan Y’ nin 40 yaşlarında iken yakınlarına başka insanlar tarafından zarar verileceği, takip edildikleri şeklinde alınma ve kıskançlık sanrılarının başladığı öğrenildi. İzleyen dönemde Bayan Y’ nin içine kapandığı, insanlardan uzaklaştığı ve günlük işlerini yapmakta zorlandığı belirtildi. Bayan Y’ nin 2009 yılı bahar aylarından itibaren çocuklarını okula göndermediği belirtildi.Bayan Y’ ye, DSM-IV TR’ a göre “paranoid şizofreni” tanısı kondu.Bayan Y’ nin kızı Bayan B’ nin 16 yaşında ve lise öğrencisi olduğu öğrenildi. Zarar göreceğine ilişkin fikirleri vardı. Son 2 yıldır annesi Bayan Y’ nin yakınmalarının artması ile birlikte okuldaki olaylar hakkında babasına benzer şikâyetlerde bulunduğu, okul değişikliği istediği, mahallesinde çalışan işçilerin kendisine zarar vereceklerini düşündüğü belirtildi. Psikiyatrik muayenesinde: Yaşında gösterdiği, özbakımının olağan olduğu, göz teması kurarak konuştuğu, sorulara çok kısa yanıtlar verdiği, duygulanımının olağan olduğu, sorulara çevresel yanıtlar verdiği, işçilere yönelik referans fikirlerinin olduğu saptandı. Bayan Y, 20 gün kızından ayrı tutarak tedavi edilmesi sonucunda psikotik belirtileri gerilemiş olarak taburcu edildi. Ayrılık sonrası Bayan B’ nin referans fikirlerinde gerileme olmakla birlikte geçmişe yönelik iç görüsünün gelişmediği saptandı. Ergen psikiyatrisi poliklinik kontrolü önerildi. Tartışma: FD’ de çiftlerin özelliklerine bakıldığında ebeveyn-çocuk çiftlerinin birlikteliğinde çocuğun ikincil kişi olma olasılığı daha yüksektir. Bizim olgumuzda da birincil kişi anne, ikincil kişi ise kızıdır. FD’ nin tedavisinde tanımlandığı ilk günlerden itibaren geleneksel yaklaşım, özellikle ikincil kişinin tedavisi için, fiziksel ayırma uygulanmasıdır. Bizim olgumuzda da eşleri ayrı tutmayı takiben, ikincil kişilerin belirtilerinde gerileme olmuştur. PP-054 CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYAN ERGENLERDE İNTİHAR DAVRANIŞI SIKLIĞI VE İLİŞKİLİ ETMENLER Nusret Soylu Gaziantep Çocuk Hastanesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, Gaziantep Amaç: Çalışmanın amacı cinsel istismara uğrayan ergenlerde istismar sonrası intihar düşüncesi ve intihar girişimi sıklığını belirlemek ve ilişkili etmenleri saptamaktır. Yöntem: Çalışmaya 01.01.2011-31.12.2011 tarihleri arasında hastanemiz çocuk psikiyatrisi polikliniğine adli rapor düzenlenmesi amacıyla gönderilen cinsel istismara uğramış 12-18 yaş arası 106 ergen (94’ü kız 12’si erkek) vakalar dâhil edildi. Vakaların dosyaları, düzenlenmiş adli raporları ve sosyal inceleme raporları araştırıcılar tarafından retrospektif olarak incelendi. Sonuç: Cinsel istismar mağduru ergenlerin % 63,2’sinde (n=67) istismar sonrası herhangi bir dönemde, % 27,3’ünde değerlendirme sırasında intihar düşüncesinin olduğu, % 24,5’inin (n=26) intihar girişiminde bulunduğu tespit edilmiştir. İntihar girişimlerinin %82,8’i ilaç ya da toksik madde alımıyla gerçekleştirilmişti. Ebeveynlerden her ikisi ya da birinden ayrı yaşayan, cinsel istismar sonrası ASB ya da TSSB gelişen, penetrasyonun olduğu, istismarcının tanıdık ve aile içinden olduğu, cinsel istismara zorlama ve fiziksel şiddetin eşlik ettiği ve cinsel istismarın süreğen olduğu olgularda hem intihar düşüncesine hem de intihar girişimine yüksek oranda rastlanmıştır. Kız olgularda, cinsel istismar öncesi intihar girişimi öyküsü olan ve istismarcının birden fazla olduğu olgularda intihar düşüncesine yüksek oranda rastlanmıştır. Yorum: Cinsel istismarın fiziksel ve duygusal istismara göre daha fazla intihar davranışı ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Cinsel istismar mağdurlarında intihar davranışı ile ilişkili etmenlerin dikkate alınması, intihar girişimlerini önlemede klinisyenlere yardımcı olacaktır. PP-055 CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYAN ZİHİNSEL ENGELLİ ÇOCUK VE ERGENLERİN SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ VE RUHSAL DEĞELENDİRMESİ Nusret Soylu, Birsen Şentürk Pilan Gaziantep Çocuk Hastanesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, Gaziantep Amaç: Bu çalışmanın amacı cinsel istismara uğrayan zihinsel engelli çocuk ve ergenlerin sosyodemografik özelliklerini ve ruhsal değerlendirme sonuçlarını incelemek ve zeka düzeyi normal sınırlarda olan cinsel istismar mağdurları ile karşılaştırmaktır. 64 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yöntem: Çalışmaya son iki yıl içerisinde hastanemiz çocuk psikiyatrisi polikliniğine adli rapor düzenlenmesi amacıyla gönderilen cinsel istismara uğramış olgulardan Zeka Geriliği saptanan 27 olgu (25 Hafif ZG, 2 Orta ZG) ile son 6 ay içerisinde başvuran ve zeka düzeyi normal sınırlarda olan 52 olgu dâhil edildi. Olguların dosyaları, sosyal inceleme raporları ve düzenlenmiş adli raporları araştırıcılar tarafından retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Zekâ geriliği olan olguların % 77,8’inde cinsel istismar sonrası en az bir psikiyatrik bozukluk geliştiği tespit edildi. Bu oran zeka geriliği olmayan olgularda % 63,5 olarak saptandı (p=0,194). Erkek cinsiyet oranı zeka geriliği olan olgularda (%40,7) zeka geriliği olamayan olgulara kıyasla (%15,4) daha fazlaydı (p=0,012).Zekâ gerililiği olan olguların yaş ortalaması (13,48±2,06) zekâ geriliği olmayan olguların yaş ortalamasından (12,55±3,11) daha yüksekti (p=0,016). Zeka geriliği olmayan olgulara kıyasla zeka geriliği olan olgularda cinsel istismarın daha yüksek oranda penetrasyon içerdiği (p=0,003) ve daha süreğen olduğu (p=0,017) ve istismarcı sayısının daha fazla olduğu (0,001), ayrıcaistismarcının daha düşük oranda tanıdık ve aile içinden olduğu tespit edilmiştir (p=0,001). Yorum: Çocuk ve ergenlerin zihinsel ve bedensel engelli olması cinsel istismara uğrama riskini arttırmaktadır. Zihinsel engelli bireylerin normal popülasyona göre 4-10 kat daha fazla cinsel istismar riski taşıdıkları belirtilmiş olmasına rağmen bu alandaki çalışmalar kısıtlı düzeydedir. Bu açıdan çalışmamızın yazına katkı sağlayacağı düşünülmektedir. PP-056 DEPRESYONU OLAN ERGENLERDE İNTİHAR DAVRANIŞINI ETKİLEYEN SOSYAL, EMOSYONEL VE KOGNİTİF FAKTÖRLERİN ARAŞTIRILMASI Nusret Soylu1, Yeşim Taneli2, Suna Taneli2 1 Gaziantep Çocuk Hastanesi, Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, Gaziantep 2 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Bursa Amaç: Depresif bozukluk intihar davranışı için en önemli risk faktörü olsa da depresyonu olan ergenlerin sadece bir kısmında intihar düşüncesi saptanmakta ve bunların da bir kısmı intihar girişiminde bulunmaktadır. Çalışmamızda, depresif ergenlerde intihar düşüncesinin gelişmesinde ve intihar girişimine dönüşmesinde rol oynayan sosyal, kognitif ve emosyonel faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya, Depresif Bozukluk tanısı alan 12-18 yaş arası 63 ergen (48 kız, 15 erkek) hasta dahil edilmiştir. Hastalar ile yüz yüze görüşmenin yanısıra, hastaların intihar düşünceleri, intihar planları, geçmiş intihar girişimleri değerlendirilmiş, sosyodemografik veriler saptanmıştır. Çocuklar İçin Depresyon Envanteri, Durumluluk-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI-I, STAI-II),Beck Umutsuzluk Ölçeği, Coopersmith Benlik Saygısı Ölçeği, Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği, Güçler ve Güçlükler Anketiuygulanmıştır. İstatistiksel analizlerde SPSS uygulanmıştır. Sonuç: Depresyonu olan ergenlerde intihar düşüncesi ile ilişkili faktörler: yüksek depresyon ve anksiyete düzeyleri, umutsuzluk, düşük benlik saygısı, algılanan toplam sosyal desteğin ve arkadaş desteğinin düşüklüğü, emosyonel güçlükler ve akran ilişkileri ile ilgili güçlükler olarak saptanmıştır (p<0,05). İntihar girişimi ile ilişkili faktörler ise: dağılmış aileden gelme, yüksek oranda davranışsal ve dikkat eksikliği-hiperaktivite ile ilişkili güçlüklerin varlığı, olarak saptanmıştır (p<0,05). İntihar girişimi olan hastalarda, intihar düşüncesi olup girişimi olmayan hastalara göre saptanan tek fark; algılanan aile desteğinin daha düşük olması olmuştur (p<0,05). Yorum: İntihar düşüncesinin gelişmesi ve bu düşüncenin intihar girişimine dönüşmesi ile ilgili faktörlerin dikkate alınması, depresif ergenlerin intihar girişimlerini önlemede klinisyenlere yardımcı olacaktır. PP-057 ERKEN BAŞLANGIÇLI OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK OLGUSUNDA AİLESEL PSİKİYATRİK HASTALİK ÖYKÜSÜ VE FLUOKSETİN KULLANIMI: OLGU SUNUMU Onur Tuğçe Poyraz, Azad Asafov, S. Seval Yılmaz, A. Tuğba Bahadır, Neşe Perdahlı Fiş, Osman Sabuncuoğlu, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük yaşamda zorluklar yaratan tekrarlayan obsesyon ve kompulsiyonlarla karakterize, çocuk ve ergenlerin %1-2’sinde görülen psikiyatrik bir bozukluktur (1). Yapılan birçok çalışmanın sonucu OKB’nin bazı formlarının ailesel olduğunu göstermekte, ikiz çalışmaları ise bu ailesel geçişin kısmen genetik faktörlere bağlı olduğunu kanıtlamaktadır (2). Çocukluk çağı OKB, erkeklerde daha sık görülen, tik bozukluklarının yüksek oranda eşlik ettiği, ailesel yüklülüğü fazla olan gelişimsel alt tip olarak kabul görmektedir (3). Çok erken başlangıçlı OKB, geç başlangıçlı OKB ile karşılaştırıldığında farklı belirti ve eş tanılarla ilişkisi dikkat çekmektedir(3). Eşlik eden durumlardan en sık karşılaşılanlar Anksiyete Bozuklukları, Tik Bozuklukları, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olup, bu bozukluklar ilerleyen yaşla birlikte daha sık görülmektedirler(4). Erken başlangıçlı OKB ve farmakolojik tedavisi ile ilgili literatürde sınırlı vaka bildirimi ve çalışma yer almaktadır(5). Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesine (MÜHÇPATÜ) karanlık ve yalnızlıktan korkma, yalnız yatamama, çoraplarının aynı seviyede olmasını isteme, yemek yerken üzerine dökülebileceği korkusuyla yemek 65 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 yemekten kaçınma, kıyafetlerinin dümdüz olmasını isteme şikayetleri ile 5 yaşında bir kız çocuk annesi tarafından getirildi. Hastanın aile öyküsünden ağabeyinde tik bozukluğu, OKB ve DEHB, annesinde hipokondriyazis, teyze, dayı ve dedesinde şizofreni, amcasında DEHB olduğu öğrenildi. Yapılan görüşmelerde hastanın belirtilerinin ağabeyinin psikiyatrik bozukluklarının seyrinde gözlemlenen belirtilerle örtüştüğü, ağabeyinin de 9 yaş civarında MÜHÇPATÜ'ne korkuları ve simetridüzen, bulaşma-temizlenme, kontrol etme, soru sorma-onaylanma, zarar görme-zarar verme obsesyon ve kompulsiyonları ile başvurduğu öğrenildi. Hastada Anksiyete bozukluğu ve OKB tanıları düşünüldü. Davranışçı yaklaşım, çevresel ve aile içi davranış düzenlemeleri ile belirtilerde azalma görülmediğinden fluoksetin 5mg/gün ve hidroksizin 10mg/gün dozunda başlandı. Takip sürecinde OKB semptomları ve korkuları azalan hastada tedavinin yedinci ayında vokal ve motor tiklerin ortaya çıktığı gözlemlendi. Bu sunumda iki kardeşte ortaya çıkan, erken başlangıçlı OKB’de ailesel psikiyatrik bozukluk öyküsünün yüklülüğü, komorbid durumların sıklıkla eşlik etmesi ve okul öncesi dönem anksiyete ve OKB belirtilerine fluoksetin tedavisinin olumlu etkisinin tartışılması amaçlanmaktadır. Kaynaklar 1. Kalra SK, Swedo SE Children with obsessive-compulsive disorder: are they just “little adults”? J Clin Invest. 2009 1; 119(4): 737–746 2. Pauls DL, PhD The genetics of obsessive-compulsive disorder: a review. Dialogues Clin Neurosci. 2010; 12(2): 149–163. 3. Nakatani E, Krebs G, Micali N, Turner C, Heyman I, Mataix-Cols D. Children with very early onset obsessive-compulsive disorder: clinical features and treatment outcome. Journal of Child Psychology and Psychiatry 2011; 52(12): 1261–1268. 4. Walitza S, Melfsen S, Jans T, Zellmann H, Wewetzer C, Warnke A, Review Article Obsessive-Compulsive Disorder in Children and Adolescents Dtsch Arztebl Int. 2011; 108(11): 173–179. 5. Ercan ES, Kandulu R, Akyol Ardic U. Preschool children with obsessive–compulsive disorder and fluoxetine treatment. Eur Child Adolesc Psychiatry, 2012 PP-058 PİKA VE DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU BİRLİKTELİĞİ OLAN BİR OLGUDA METİLFENİDAT TEDAVİSİNİN PİKA BELİRTİLERİNE ETKİSİ Hatice Güneş, Özden Ş. Üneri Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul Giriş: Pika, DSM-IV ‘e göre gelişimsel düzeye uygun olmayan biçimde yenilebilir olmayan ve besin niteliği taşımayan maddelerin sürekli olarak yenmesi ile tanımlanan bir yeme bozukluğudur. Tanı konulabilmesi için belirtilerin en az bir ay sürmesi ve bu davranışın kültürel olarak uygun kabul edilmemesi gerekmektedir. Sıklıkla şizofreni, otizm ve yaygın gelişimsel bozukluğa eşlik edebilen pikanın tedavisinde serotonin geri alım inhibitörlerinden (SSGAİ) yarar görülebileceğine dair yayınlar mevcuttur. Olgu: 6 yaşında kız olgu kliniğimize derse ilgisizlik ve yenilemeyecek maddeleri yeme yakınması ile annesi eşliğinde başvurdu. Annesi B.’nin doğduğundan bu yana yenilemez denilecek herşeyi yediğini belirtmekteydi. Annesinden alınan bilgiye göre B.’nin yedikleri arasında saç, kalem ucu, boya kalemi, tahta, kağıt, iplik, katı ve akışkan yapıştırıcı, buz, oyun hamuru ve diş macunu yer almaktaydı. Ayrıntılı psikiyatrik muayenesinde hiperaktivite, dürtüsellik ve dikkat eksikliği saptanan B.’nin biyokimyasal incelemesinde tam kan sayımı, böbrek, karaciğer ve tiroid fonksiyon testleri ile serum folat, B-12 ve ferritin düzeyleri normal seviyedeydi. Tıbbi özgeçmişinde allerjik astma dışında özellik saptanmayan hastanın soygeçmişinde özellik yoktu. DSM-IV’e göre Pika ve DEHB tanısı konan olgunun tedavisi 10 mg/gün metilfenidatın ikiye bölünmüş dozda alınması şeklinde düzenlendi. Dört haftalık tedavinin ardından DEHB ve Pika belirtilerinde belirgin iyileşme gözlendi. Tartışma: Pika, şizofreni, mental retardasyon ve yaygın gelişimsel bozukluklara sıklıkla eşlik edebilmektedir. Ayrıca literatürde Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) ile birlikteliğine ilişkin yayınlar mevcuttur ancak Pika ve DEHB’nun komorbid olarak görüldüğü yalnızca bir olguya rastlanmıştır. Bu yazıda Pika ve DEHB birlikteliği literatür eşliğinde tartışılacaktır. PP-059 ÇOCUKLUK ÇAĞINDA TRİKOTİLOMANİ: OLGU SERİSİ Özden Ş. Üneri, Hilal Adaletli, Kayhan Bahalı, Caner Mutlu, Hatice Güneş, Ali Güven Kılıçoğlu, Canan Tanıdır, Sema Kurban, Tuğçe Aytemiz Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Kliniği Trikotilomani, belirgin saç kaybı ile sonuçlanacak derecede kişinin kendi saçını tekrar tekrar kopardığı, saç yolma öncesinde veya bu davranışa karşı koyma girişiminde bulunduğu sırada artan bir gerginlik yaşanan, saçı yolarken ise haz alınan bir bozukluktur1. Trikotilomanide en sık saç koparma görülse de saç dışı kaş, kirpik, pubik ve aksiler bölge gibi vücudun tüylü kısımlarından tüy koparma davranışı da gözlenebilir2. Yaygınlığı konusunda sistematik veri azdır. Çocuklardaki görülme sıklığı 3 ise halen bilinmemekle birlikte DSM IV tanı kriterlerini karşılayan olguların %1’in altında olduğu tahmin edilmektedir . 66 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Genç erişkinler ve geç ergenlik döneminde yapılan sınırlı sayıda araştırmada trikotilomani görülme sıklığı %1-3,5 olarak 4 belirtilmiştir .Çocuk ve ergenlerde görülen trikotilomaninin klinik, sosyodemografik, fenomenolojik özellikleri ve psikiyatrik eştanısı ile ilgili bilgiler kısıtlıdır. Bu poster sunumda Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi ÇocukErgen Psikiyatrisi polikliniğine başvuran ve trikotilomani tanısı ile takip ve tedavi edilen, 9 kız, 3 erkek toplam 12 olgunun klinik, sosyodemografik özellikleri ve trikotilomaniye eşlik eden psikiyatrik eştanılar açısından incelenmesi amaçlanmıştır. Kaynaklar 1. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders. 4. Baskı, Washington DC, American Psychiatric Association 1994. 2. Malhotra S, Grover S, Baweja R, Bhateja G. Trichotillomania in children. Indian Pediatr, 45(5):403-405 (2008). 3. Tay Y-K, Levy ML ve Metry DW. Trichotillomania in Childhood: Case Series and Review Pediatrics, 113: e494-e498 (2004) 4. Franklin ME, Zagrabbe K ve Benavides KL. Trichotillomania and its treatment: a review and recommendations. Expert Rev. Neurother. 11(8); 1165–1174 (2011). PP-060 BİR KADIN DOĞUM VE ÇOCUK HASTALIKLARI HASTANESİNE ADLİ PSİKİYATRİK DEĞERLENDİRME İÇİN YÖNLENDİRİLEN OLGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Özge Metin1, Veli Yıldırım2, Ali Evren Tufan3, Fevziye Toros4 1 Zonguldak Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk Psikiyatrisi Birimi 2 Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk Psikiyatrisi Birimi 3 Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı 4 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Amaç-Yöntem: Adli psikiyatrik değerlendirme mahkeme kararı süreci için bilgi sağlama ve bilirkişiliği içerdiği gibi çocuk ve ergendeki olası psikiyatrik hastalığın saptanması ve gerektiği hallerde çocuğun korunması için tedbir kararlarının çıkarılması açısından da önemlidir. Bu çalışmada Ocak 2011-Ocak 2012 yılları arasında polikliniğimize adli psikiyatrik değerlendirme için yönlendirilen olguların düzenlenmiş adli raporları retrospektif olarak incelenmiştir. Çocukların sosyo-demografik verileri, ne için gönderildikleri, suç işlemiş olanların hangi tip suç işledikleri, ek psikiyatrik hastalıkları, istismara uğramış olanların tanı alma durumları ve adli raporlarda belirtilen kanaatler açısından olgular değerlendirilmiştir. Sonuç: Adli psikiyatrik değerlendirilmesi yapılan olguların çoğunun bilişsel yetilerinin normalin altında olması dikkati çekmiştir. Suç mağduru olguların çoğunda anksiyete bozuklukları saptanmıştır. Olguların önemli bir kısmında adli raporlarda Çocuk Koruma Kanunu’nun 5. Maddesi gereğince tedbir kararlarının alınması uygun görülmüştür. Yorum: Bilişsel yetilerde sınırlılık ve ruhsal sorunların çocuk ve ergenlerde suç mağduru olma ya da suça sürüklenme ile ilişkili olması yazınla uyumlu bir bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç mağduru olma ya da suça sürüklenmede koruyucu faktörlerin araştırıldığı çalışmalara da ihtiyaç vardır. PP-061 İKİLİ SUSKUNLUK-SELEKTİF MUTİZMİ OLAN DİZİGOTİK İKİZLER; OLGU SUNUMU Özge Metin1, Veli Yıldırım2, Ali Evren Tufan3, Fevziye Toros4 1 Zonguldak Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk Psikiyatrisi Birimi 2 Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk Psikiyatrisi Birimi 3 Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı 4 Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Giriş: Selektif mutizmin (SM) temel özelliği; başka durumlarda konuşuyor olmasına karşın konuşmanın beklendiği bir takım ortam ve sosyal durumlarda (örneğin okul gibi) süregen konuşamama durumudur. SM tanı ölçütlerinin karşılanabilmesi için konuşmada görülen kısıtlılığın 1 aydan daha fazla süredir görülüyor olması ve okulun ilk bir ayı ile sınırlı olmaması gerekir. Semptomların başka bir tıbbi veya fizyolojik durumdan kaynaklanmaması ve belirgin sıkıntı ve işlevsellikte bozulmaya yol açması gerekmektedir1. Bu yazıda selektif mutizmi olan dizigotik ikiz olgular ailesel yüklülük ve tedavileri açısından tartışılacaktır. Olgu: Ev hanımı anne ve işçi bir babanın ilk çocukları olan biri erkek biri kız 6 yaş iki aylık ikiz kardeşler öğretmenleri ile konuşmama şikayeti ile polikliniğe getirildiler. Aileden alınan öyküde; ilkokul 1.sınıfa gittikleri, evde kendileriyle ve birbirleriyle normal bir ses tonunda rahatlıkla konuştukları, yabancılarla, sınıftaki arkadaşlarıyla ve öğretmenleri ile konuşmadıkları öğrenildi. Anasınıfı eğitimi de almış olan ikizlerin anasınıfı öğretmenleriyle hiç konuşmadan okulu bitirdikleri öğrenildi. Ebeveynleri ile birlikteyken ikizlerin yabancı ortamlarda baş sallama gibi sadece sözel olmayan yollarla iletişime geçtikleri öğrenildi. Ailenin psikiyatrik öyküsünde; baba kendini utangaç biri olarak tanımlamakta, çalışmaya başladıktan sonra bu özelliğinin azaldığını ifade etmekteydi. Görüşmede anne ve babalarına yapıştıkları, göz teması kurmaktan kaçındıkları, sorulan sorulara cevap vermedikleri, keşif davranışında bulunmadıkları, oyuncaklarla ilgilenmedikleri saptandı. Yapılan ruhsal muayene ve değerlendirme sonucu ikizlerde Selektif Mutizm ve Çocukluk Çağı Sosyal Anksiyete bozukluğu tanısı konuldu. 67 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Sınır koymayla ilgili, ilişkilerde tutarlı ve belirgin yanıtlar vermeyi arttırıcı ve olaylara aynı tepkilerin verilmesine yönelik davranışsal yöntemler aile görüşmelerinde çalışıldı. İkizlere fluoksetin 10mg/gün tedavisi başlandı. İkizlerin olumlu davranışlarını pekiştirmeye ve özgüvenlerini geliştirmeye yönelik davranış-jeton-ödül sistemi uygulandı. Seyirde her iki olguda sözel iletişim, uyum ve işlevsellikte artış gerçekleşmiştir. Yorum: Sunulan iki olguda da DSM-IV tanı ölçütleri göz önüne alınarak yapılan değerlendirilmeleri sonucu Selektif Mutizm ve Çocukluk Çağı Sosyal Anksiyete bozukluğu tanısı konulmuştur. Selektif mutizmi olan ikizler ev ortamı dışında verbal olmayan yollarla iletişim kurmakta ve diğer kişilerin iletişim kurma çabalarına karşı gelmektedirler. İki olguda da izlenen bu ters 2 tutumların sıklığı ile ilgili özellikler yazın bilgisi ile uyumludur . Chavira ve ark. ları SM’li çocukların ebeveynlerinin kontrol grubuyla karşılaştırıldığında generalize tip sosyal fobi veya kaçıngan kişilik bozukluğu ölçütlerini daha fazla karşıladıklarını saptamışlardır3. İkiz olgularımızın babasında çekingen kişilik özelliklerinin olmasının hem kalıtımsal hem de öğrenme kuramı açısından yatkınlık oluşturduğu düşünülmektedir. Manasis ve ark. ları selektif mutistik çocukların sosyal fobisi olanlarla benzer anksiyete düzeylerine ve akademik yeteneklere sahip olduklarını fakat SM çocukların sosyal fobisi olanlara göre bazı dil bozuklukları 4 gösterdiklerini ifade etmişlerdir . SM li çocuklarda en yaygın görülen kişilik özelliğinin utangaçlık olduğunu bildirilmektedir5. İkiz olgularımızın gelişimsel öykülerinde konuşma gecikmesinin olması ve ebeveynleri tarafından çekingen, ürkek ve utangaç olarak tanımlanmaları selektif mutizmli olguların özellikleriyle ilgili yazınlarla paralellik göstermektedir. SM tedavisinde öğrenme teorisine dayalı davranışsal uygulamalar en sık kullanılan yöntemdir6. BDT de çocuğun olumlu özelliklerini vurgulayarak sosyal ortamlarda kendine güveni oluşturmak ve genel anksiyete düzeyini düşürmek üzerine 7 6 odaklanılması önemlidir . Çocuklarda SM’nin farmakolojik tedavisinde SSRI’ ların etkili olduğu ifade edilmektedir . İkiz olgularımızın farmakolojik tedavisinde SSRI lardan fluoksetin tercih edilmiştir. Fluoksetinin selektif mutizmdeki etkinliğinin, sosyal fobide olduğu gibi, antidepresan etkisinden çok anksiyolitik etkisine bağlı olduğu düşünülmektedir. Fluoksetin tedavisi ayrıca çocuklara uygulanacak öğrenme, oyun ya da davranışçı yöntemler gibi diğer tedavi girişimlerindeki başarıyı da arttırmaktadır2. Olgularımızda medikal tedavi ve destekleyici görüşmelerle sözel iletişim, uyum ve işlevsellikte artış gerçekleşmiştir. Tedavi başarısında her iki yönteminde etkili olduğu düşünülmektedir. Bu olgu sunumunda hem genetik hem de çevresel faktörlerin klinik tabloya ve tedavi sürecine katkıda bulunduğuna dikkat çekilmek istenmiştir. Selektif mutizmin doğasını anlamak ve tedavisine katkı sağlamak için sadece çocuk değil, aile işlevleri ve ebeveyn psikopatolojisini de ele almak oldukça önemlidir. Kaynaklar 1. American Psychiatric Association. Diagnostic and statistical manual of mental disorders, 4th edition text revision (DSM-IV TR). Washington, DC. American Psychiatric Association Press; 2000. 2. Wright HH, Cuccaro ML, Leonhardt TV, Kendall DF, Anderson JH. Case study: fluoksetin in the multimodal treatment of a preschool child with selective mutizm. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 1995;34(7):857-862. 3. D. C. Rettew. Avoidant personality disorder, generalized social phobia, and shyness: putting the personality back into personality disorders. Harvard Review of Psychiatry 2000; 8(6): 283–297. 4. Manassis K, Fung D, Tannock R, Sloman L, Fiksenbaum L, McInnes A. Characterizing selective mutism: is it more than social anxiety? Depression and Anxiety 2003;18: 153-161. 5. Steinhausen H, Juzi C. Elective mutism: an analysis of 100 cases. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 1996;35 (5): 606-614. 6. Dow SP, Sonies BC, Scheib D, Moss SE, Leonard HL. Practical guidelines for the assessment and treatment of selective mutism. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 1995;34 (7): 836-846. 7. Park H-R, Steele M, Brisebois S. Clinical Case Rounds in Child and Adolescent Psychiatry Selective Mutism. J Can Acad Child Adolesc Psychiatry 2007; 16:2: 101-3. PP-062 TRİKOTİLOMANİ TEDAVİSİNDE ARİPİPRAZOL KULLANIMI: OLGU SUNUMU Özlem Meryem Kütük1, Özlem Özcan2 1 Malatya Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniği, Malatya 2 İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı, Malatya Trikotilomani(Tm) nadir görülen, saç yolma davranışı sonucu belirgin saç kaybıyla sonuçlanan bir dürtü kontrol bozukluğudur. DSM-IV-TR da başka türlü adlandırılamayan dürtü kontrol bozuklukları içinde sınıflandırılmaktadır. Genellikle ergenlikte başlayan bu dürtü kontrol bozukluğunun etkin tedavi yöntemi tartışmalıdır. Davranışçı, destekleyici psikoterapiler ve psikofarmakolojik yaklaşımlar yazında en çok yer alan tedavi yöntemleridir. Bu sunumda Tm tanısı alan ve aripiprazol tedavisi başlanan iki ergen olgunun tedavi süreci anlatılacak ve literatürler çerçevesinde tartışılacaktır. 68 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-063 AYRILIK KAYGISI BOZUKLUĞU OLAN ÇOCUKLARIN ANNE BABALARINDA AYRILIK KAYGISI BOZUKLUĞU Özlem Özcan, Dilşad Yıldız Miniksar, Arzu Çalışkan İnönü Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı, Malatya Amaç: Ayrılık Kaygısı Bozukluğu(AKB) temel bağlanma figürlerinden ayrılmaya ya da ayrılma beklentisine karşı duyulan aşırı korku ve kaygıyla karakterize bir durumdur. AKB çocukluk dönemi kaygı bozuklukları içinde yer almakta, erişkinlik dönemi için bu tanı kullanılmamaktadır. Bu çalışmanın amacı AKB tanısı alan çocukların anne babalarında AKB’nindeğerlendirilmesidir. Yöntem: Bu çalışmaya kliniğimize başvuran ve AKB tanısı alan 17 çocuk ve anne babaları alınmıştır. Yaş, cinsiyet ve diğer sosyodemografik özellikleri benzer, çalışmaya katılmaya gönüllü, sağlıklı çocuklar ve anne babalarından kontrol grubu oluşturulmuştur. Çalışmaya katılan tüm anne babalara Ayrılma Anksiyetesi Belirti Envanteri(AABE) ve Yetişkin Ayrılma Anksiyetesi Anketi (YAA) uygulanmıştır. Sonuç: AKB tanısı alan çocukların, anne ve babalarının yaş ortalaması sırasıyla 7,76± 2,7; 34,2±6,1; 38,5±6 olup bu sonuçlar kontrol grubu ile benzerdi(yaş:7,87;anne yaş 37±6,4; baba yaş 40,5±7,11). Çalışma grubunun %35.3’i kız, %67.7’i erkek; kontrol grubunun%37.5’i kız %62.5’i erkek idi. AABE anne puanları çalışma grubunda 12,5±8,02 kontrol grubunda 10,00±5,57; AABE baba puanları çalışma grubunda 12,64±9,02 kontrol grubunda 12,9±1,13 olarak saptandı. YAA puanları anneler için çalışma grubunda 27,7±1,45, kontrol grubunda 19,6±1,29; babalar için sırasıyla 22,6± 1,38 ve 16,5±1 idi. AABE ve YAA anne baba puanları her iki grup için karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı(p≥0.05). Yorum: Anne baba sonuçları arasında fark saptanmaması AKB tanı ölçütlerinin erişkinler için geçerli olmaması, değerlendirme araçlarının yeterli olmaması ve örneklem grubunun küçük olmasına bağlı olabilir. Bu çalışma sonuçlarının daha büyük örneklem grupları üzerinde yapılan çalışmalar ile desteklenmesi gerekmektedir. PP-064 CİNSEL İSTİSMAR VE SONUÇLARIYLA İLİŞKİLİ ETKENLER Özlem Uzun, Dilşad Foto Özdemir, Gülin Evinç, Ferda Karadağ, Devrim Akdemir Hacettepe Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Amaç: İstismar, ihmalden kötü muamele görmeye kadar uzanan bir yelpazede incelenebilir. Çocuğa yapılan cinsel istismarı ve sonuçlarını belirleyen çok sayıda etken vardır. İstismar her zaman bir psikiyatrik bozukluk oluşturmayabileceği gibi, kısa ve uzun dönemde oluşabilecek psikiyatrik bozukluklar tek bir tanı kategorisi ile sınırlı kalamaz. Bu nedenlerle çocuğa yapılan cinsel istismarı hem anlamak ve uygun ele almak için, hem de önlemek için çocuğa, aileye ve içinde bulunulan kültüre özgü risk etkenlerinin belirlenmesi önemlidir. Yöntem: Bu çalışma kapsamında son bir yıl içinde HÜTF Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na başvuran ve cinsel istismara uğramış olan 99 olguda bireysel, ailesel ve istismara ait özellikler ve bu özelliklerin istismarın sonuçlarıyla ilişkileri incelenmiştir. Sonuç: Bu amaçla hasta kayıtları incelendiğinde en sık cinsel istismar olguları ile karşılaşılmıştır. Ayıca erkek çocuklar ile karşılaştırıldığında kız çocukların daha sıklıkla cinsel istismar kurbanı olduğu ve daha çok alt sosyoekonomik düzeyden gelen olguların istismara maruz kaldıkları ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte çocuğun kim tarafından ne kadar süre ve sıklıkta istismar edildiği, istismarın ne kadar süre içinde fark edildiği, nasıl ele alındığı, adli süreçlerde çocuğun istismarı ne sıklıkta anlatmak durumunda kaldığı istismar sonrası ortaya çıkan belirtilerle ilişkili bulunmuştur. Yorum: Bu çalışmada elde edilen verilerin önceki çalışmalarla tutarlı olduğu gözlenmiştir. İstismarı takiben çocuk ve ergenlerde çok çeşitli psikiyatrik belirtiler ve davranışsal sorunlar görülebileceği yapılan farklı araştırmalarda ortaya konulmuştur. İstismar ve sonrasındaki psikiyatrik sorunları basit bir etki tepki modeli ile açıklamak zordur. İstismar deneyimlerinin heterojenitesi, istismarın şiddeti, istismarı hafifleten yapısal ve çevresel koşullar ve başa çıkma becerileriyle ilgili kişisel özellikler istismar ve sonrasındaki süreci etkilemektedir. Bununla birlikte bu çalışmada istismara ilişkin özelliklere ek olarak istismar sonrası aileyle ilişkili etkenlerin, adli süreçlerin ve psikiyatrik yaklaşımın da bir dökümünün yapılması ve bunların istismarın sonuçlarıyla ilişkilerinin incelenmesi çalışmanın güçlü yanları arasındadır. PP-065 ÇOCUKLUK ÇAĞİNDA LYME HASTALİĞİNİN PSİKİYATRİK ETKİLERİ VE BİR OLGU SUNUMU Özlem Uzun, Dilşad Foto Özdemir, Devrim Akdemir, Candan Şimşek, Şeniz Özusta Hacettepe Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Amaç: Lyme hastalığı Borrelia Burgdoferi etkeninin enfekteIxodeskenesi ısırığı ile bulaştığı ve hafif duygudurum değişikliklerinden ağırbellek problemlerine kadar değişen çeşitli nöropsikiyatrik bozukluklardan sorumlu bir hastalıktır. B.Burgdoferi enfeksiyonu ile psikiyatri spektrumundaki tüm bozukluklar görülebilmesine rağmen, en sık irritabilite,duygu durum değişikliği ve uyku kaybı ile karakterize duygudurum bozukluğu görülür ve psikiyatrik belirtiler lyme nöroborreliozisin başlangıç belirtileri olabilir. Bu olgu sunumunda Lyme hastalığı sonrası psikiyatrik yakınmaları olan bir hasta tartışılacaktır. 69 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yöntem: Yaklaşık 6 ay önce ateş, bulantı, kusma şikayetleri başlayan hastanın şikayetlerine iştahsızlık, kilo kaybı, keyifsizlik ve isteksizlik şikayetlerinin eklenmesi nedeniyle daha önce çeşitli merkezlerde takip edilen 9 yaşındaki kız hasta HÜTF pediatri servisine tanı netleşmesi ve tedavi planı için yatırılmıştır. Psikiyatrik yakınmaları nedeniyle bölümümüze konsulte edilen hastanın yapılan değerlendirmeleri sonucunda Lyme hastalığına ek olarak depresyon başta olmak üzere çeşitli psikiyatrik yakınmalarının olduğu, şikayetlerinin hastalık ile başladığı ve premorbid herhangi bir psikiyatrik yakınmasının olmadığı öğrenilmiştir. Sonuç: İzleminde Lyme hastalığına yönelik olan primer tedavisine ek olarak destekleyici psikoterapi, oyun terapisi ve fluoksetin 20 mg/gün ve olanzapin 5 mg/gün tedavisi ile tüm semptomlarının düzeldiği görülmüştür. Yorum: Çocukluk döneminde psikiyatrik hastalıklar çok farklı klinik görünüm ile karşımıza çıkabilmektedir. Yakınmaların aniden başlaması ve tedaviden fayda görmemiş olması altta yatan başka hastalıkların olabileceğini akla getirmelidir. Tedavi sürecinde tedaviden tam olarak fayda görmeyen hastalar bu açıdan da değerlendirilmelidir. PP-066 DERMATİLLOMANİA: TEKRARLAYICI CİLT YOLMA Öznur Akyol, Ervin İzmit Gül, İnci Altıntaş, Gökül Karluk Er, Tezan Bildik Ege Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı Giriş: Kendine zarar verme davranışı (KZVD) intihar amacı taşımayan, doku hasarı ile sonuçlanan, kendi bedenine yönelik zarar verici karmaşık bir grup davranış olarak tanımlanır. Doku harabiyetine yol açan ve cildin aşırı derecede yolunması veya koparılmasıyla karakterize, KZVD olan tekrarlayıcı cilt yolma DSM-IV’de herhangi bir tanı kategorisinde yer almamaktadır. KZVD yetişkinlerde bir belirti olarak borderline ve diğer kişilik bozuklukları, yeme bozuklukları ve yapay bozukluklarda görülebilen bir durumdur. Çocuk ve ergenlerde bunlara ek olarak gelişimsel bozukluklar ve mental retardasyonda görülebilir. Yapılan epidemiyolojik araştırmalar kendine zarar verme davranışının 13-19 yaşlarda başladığını göstermektedir. Olgu: Altı yaşında kız olgu, kliniğimize annesi tarafından üç yıldır devam eden cildini kopararak zedeleme ve yara yeri ile oynayarak iyileşmesini engelleme yakınması ile getirildi. Olgunun ilk değerlendirmesinde göze çarpan en belirgin klinik özellikler, iletişime kapalı olması ve savunucu bir tutum sergilemesidir. Ancak klinik olarak normal zeka kapasitesinde olduğu düşünüldü. K-SADS ile yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde aktif psikopatoloji saptanmadı. Herhangi bir fiziksel ya da cinsel istismar öyküsü saptanmadı. Annenin psikiyatrik değerlendirmesinde postpartum depresyon öyküsü mevcuttu. Bu dönemde çocuğa ilgisiz olduğu ve yetersiz bakım verdiği öğrenildi. Genel olarak anksiyöz bir mizaca sahip olan annede aktif olarak major depresyon mevcuttu. Babada öfke kontrol problemi olmakla birlikte ek psikiyatrik bulgusu yoktu. Eşler arasında süregiden evlilik sorunları mevcuttu. Evde; ebeveynlerin problem çözme becerilerinde yetersizlik nedeniyle sıklıkla sözel şiddet yaşandığı ve olgumuzun da çoğunlukla bu duruma şahit olduğu öğrenildi. Olgu haftalık bireysel oyun terapisi ile izlenmekte olup; ilk başvurusuna göre daha az kendini yaralama davranışı göstermekte ve daha kolay iletişime geçmektedir. Tartışma: Literatürde KZVD’nın genellikle 13-19 yaşlarında başladığı bildirilmektedir. Bizim olgumuz literatürden farklı olarak daha erken bir başlangıç yaşına sahipti. KZVD genel olarak kişilik bozuklukları, akut ve kronik psikotik bozukluklar, afektif bozukluklar, obsesif kompulsif bozukluk, cinsel kimlik bozuklukları, gelişimsel bozukluklar ve mental retardasyon gibi tanı gruplarında sıklıkla görülür. Olgumuzun psikiyatrik değerlendirmesi sonucunda herhangi bir aktif psikopatoloji saptanmamıştır. Literatürde KZVD’nın altında geçmişte anne-baba bakımının yetersizliği ve anne yoksunluğu bildirilmektedir. Bununla uyumlu olarak olgumuzun doğumundan sonra annenin postpartum depresyon öyküsü mevcuttu. Bu dönemde olgumuza ilgisiz, mesafeli olduğu ve bakım verme davranışlarının yetersiz olduğu belirlenmiştir. Literatürde KZVD gösteren yetişkin hastaların, bu tür davranışı olmayan hastalarla karşılaştırıldıklarında anlamlı düzeyde çocukluklarında daha yüksek oranda; ayrılık, aile içi şiddet, anne-babanın fiziksel ve cinsel tacizi bildirilmektedir. Yapılan ayrıntılı değerlendirme sonucunda fiziksel ya da cinsel taciz öyküsüne rastlanmadı. Ancak literatür ile uyumlu olarak aile içi sözel şiddet belirgindi ve çoğunlukla olgumuzun da bu duruma şahit olmaktaydı. KZVD klinik uygulamada çok sık karşılaşılan bir durum olmakla birlikte, genellikle ergenlik öncesi pek görülmemektedir. KZVD’nın altta yatan ya da birlikte gözüktüğü durumun tedavisi ile ortadan kalkmasını beklemek klinik uygulamada yeterli olmamaktadır. Bu davranışa yönelik spesifik müdahalelerin etkinliği konusunda yeterli bilgi yoktur. Sonuçta KZVD’na spesifik müdahale yöntemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir. PP-067 ANOREKSİYA NERVOZA TANILI BİR ERKEK ERGENİN VE ANNESİNİN İZLEMİ Öznur Akyol, İpek Perçinel, Burcu Özbaran Ege Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı Giriş: Anoreksiya Nervoza kronik gidişli, kişinin fiziksel bütünlüğünü tehdit edecek şekilde yememesi ve kilo vermeye çalışması ile karakterize, çoğunlukla kızlarda görülen bir yeme bozukluğudur. Bu bildiride, erkeklerde yeme bozukluklarının farklı özellikleri dikkate alınarak; kliniğimizde izlenen erkek bir olgudaki yeme bozukluğunun klinik özelliklerinin, izlem ve tedavi sürecinin, aile dinamiklerinin tartışılması amaçlanmıştır. 70 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Olgu: Çocuk Gastroentolojisinden depresif yakınmalar, yemek yememe isteği ve iştahsızlık nedeniyle kliniğimize konsulte edilen 14 yaş erkek olgu, 32 hafta süreyle Anoreksiya Nervoza ve Major Depresyon tanılarıyla farmakoterapi, haftalık bireysel destekleyici terapi tedavileriyle ve eş zamanlı aile danışmanlığı ile izlendi. İlk başvuruda 37 kilo olan olgunun izlemde depresif yakınmalarının ve kilo alma korkusunun geçtiği, yeme alışkanlığının normale döndüğü, yaşına uygun kiloya ulaştığı gözlemlendi. Anneye verilen danışmanlık ile annenin olgu üzerindeki aşırı denetleyici ve ayrımlaşmasına izin vermeyen tutumlarında olumlu yönde değişiklikler sağlandı. Tartışma: Yeme bozuklukları erkeklerde oldukça nadir görülür ve etiyolojisinden seyrine kadar pek çok alanda kızlardan farklılıklar gösterir. Erkeklerde kişiler arası ilişkilerin daha fazla bozulduğu bildirilmektedir. Olgumuzda da sosyal geri çekilme ve arkadaş ilişkilerinde bozulma vardı. Bu hastalarda sıklıkla bozuk aile ilişkileri vardır. Bizim olgumuzda da tedavi öncesinde, olgunun özerkliğinin gelişmesini güçleştiren ve çocuksu kalmasını destekleyen, bozuk bir anne-çocuk ilişkisi mevcuttu. Tedavide önerilen genel yaklaşım, ilaç ve psikoterapinin birlikte kullanılması ve gerekli psikososyal desteğin sağlanması şeklindedir. Olgumuzda da ilaç tedavisine kombine olarak, bireysel destekleyici terapi ve aile danışmanlığı uygulamasının tedavi başarısını arttırdığı görülmüştür. PP-068 OBSESİF BELİRTİLERLE GİDEN DÖNGÜSEL KUSMA SENDROMU VE EPİLEPSİ: OLGU SUNUMU Perihan Çam Ray, Ayşe Avcı, Gonca Gül Çelik, Ayşegül Tahiroğlu, Sunay Fırat Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adana Giriş: Döngüsel Kusma Sendromu (DKS), belli periyotlarla tekrarlayan, saatlerce veya günlerce sürebilen genellikle kendini sınırlayan kusma ataklarıyla giden, ataklar arasında hastanın tamamen normal olduğu bir tablodur. Hastalığın etyopatogenezi tam olarak belirlenememiş olup, pekçok nörolojik, metabolik, ürolojik, endokrinolojik ve gastrointestinal hastalık döngüsel kusma ile seyredebileceği için ayırıcı tanı önemlidir. Bu yazıda obsesif belirtiler ve DKS nedeniile izlendiği sırada epilepsi tanısı alan bir olgu sunulmuş ve hastalığın ayırıcı tanı ve takibinin önemi literatür eşliğinde tartışılmıştır. Olgu: 36 haftalık, 2950 gram ağırlığında normal vajinal yolla doğmuş, yürüme-konuşma becerilerini zamanında edinmiş erkek olgu. İlk olarak 8 aylıkken, sünnet olduktan sonra kusma ataklarıbaşlayan ve 2 yaş 3 aylık olana kadar geçen dönemde, 2-3 ayda bir 10 gün süren kusma atakları olan olgunun ataklarına, izleyen dönemlerde durgunluk, ağız şapırdatma, gözlerde kayma, konuşamama, hafif morarma, solukluk sonrasında öksürme gibi yakınmalarda eşlik etmeye başlamış. Çocuk nöroloji biriminde yapılan değerlendirmelerin yanında, uyku EEG ve beyin MRG sonuçları normal sınırlardaymış. Polikliniğimize başvurduğunda 2 yaş 9 aylık olan olgununobsesif özelliklerinin olduğu belirtildi. Olgu, çocuk nöroloji bölümünden istenenkonsültasyon sonucunda; kusma ataklarının epileptik nöbet olmadığıbildirildi. İzlem sırasında, ataklarına yeni kelimeler üretme ve dilini ısırma, kolunda kasılma şikayetlerieklenen olgu tekrar çocuk nöroloji bölümüne danışıldı. Burada tekrarlanan EEG sonucunda epileptiformanomali saptandı ve valproik asit başlandı. Son 5 ayiçinde sadece 1 defa kusması olanolgu, halen çocuk nöroloji ve çocuk psikiyatrisi tarafından takip edilmekte ve valproik asit tedavisine devam edilmektedir. Tartışma; DKS, süt çocukluğu döneminde daha nadir olmakla birlikte, hemen her yaş grubunda görülebildiği için periyodik kusma atakları ile başvuran hastalarda ayırıcı tanı akılda tutulmalıdır. DKS çocukluk çağında sık görülen ve birçok hastalığın bulgularını içermesindendolayı, bu olgularının yanlış ve geç tanı almalarına neden olmaktadır. Ayırıcı tanıdaki zorluklar gibi tedavi protokolü de tartışmalıdır. Belirlenmiş standart bir tedavisi olmamakla birlikte; bu olguların yönetiminde temel prensipler; yaşam tarzı değişikleri, koruyucu ilaç tedavileri ve ataklar sırasında destekleyici girişimleri içerir. PP-069 ÇOCUKLUK ÇAĞININ TRAVMATİK KARDEŞ KAYBI: OLGU SUNUMU Rahime Kaya, Tezan Bildik, Günay Sağduyu, Zeki Yüncü, İnci Altıntaş Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Çocukların gelişimsel özellikleri ve anlama kapasitelerine bağlı olarak ölüm, kayıp ve yas kavramlarını algılamaları farklılaşmaktadır. Çocukluk çağı travmatik kaybı (ÇÇTK), çocuğun sevdiği birini travmatik bir şekilde kaybetmesi ve travma semptomları nedeniyle çocuğun normal yas sürecinin üstesinden gelememesi olarak tanımlanır(1). Pynoos’a göre; (a) travma hatırlatıcıları, (b) kayıp hatırlatıcıları ve (c) değişiklik hatırlatıcıları olmak üzere “rahatsız edici düşünce, hayal ve hatıraları tetikleyen” 3 çeşit hatırlatıcı söz konusudur(2). Bu çocukların sürekli yaşamış oldukları travma ile ilgili zihinsel uğraşları olduğundan "kayıp duygusunu” tam olarak yaşayamadığı ve bunun “yasın verdiği acının gerilemesini zorlaştırdığı” bilinmektedir. Bu nedenle ÇÇTK’ nın normal yas sürecinden ayırtedilmesi önemlidir. Bu sunumda kardeşini kaybeden olgu tartışılmıştır. Olgu: Ailesiyle birlikte katıldığı düğünde kardeşinin silahla vurulmasına tanık olan, 12 yaşında erkek olgu ailesi tarafından travmatik kayıp nedeniyle polikliniğimize getirildi. Çocukluk çağı Tematik Algı Testi yapıldı. Yapılan psikiyatrik muayenesinde; depresif duygudurum, uykuya dalmakta güçlük, anhedoni, aile ve arkadaş aktivitelerinden uzaklaşma, sevdiği kişinin ölümüne neden olan travmatik olayı yeniden yaşantılama gibi tavmatik yasın okul çağı dönem özelliklerine paralel bulgular 71 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 saptanmıştır. Ayrıca kardeşini öldüreni cezalandırmakla ilgili hayaller kurma, hayatta kalan olmanın suçluluğunu yaşama, kaybedilen kişinin yerini almaya çalışma gibi ölümün gerçekliğini inkar etme semptomları saptandı. Olgunun pskiyatrik bulgularına yönelik ilaç tedavisi başlanmış olup, polikliniğimizde ekip çalışması içinde anne ve babasıyla birlikte izleme alınmıştır. Sonuç: Terapist çocuğun duygularını anlamlandırabilmesi ve sözelleştirebilmesi için yol gösterici ve uyum sağlama sürecinde yardımcı olmalıdır. Bu çocukların, sevdikleri birini kaybetmiş oldukları ve travmatik yas yaşadıkları unutulmamalı ve tedavi sürecinde tüm aile bireyleri birlikte ele alınmalıdır. Kaynaklar 1. Cohen, Judith A. and Mannarino, Anthony P.(2004) Treatment of childhood traumatic grief 2. Pynoos,R.S.(1992).Grief and tauma in children and adolescents PP-070 KLEİNE-LEVİN SENDROMU: BİR OLGU SUNUMU 1 1 1 1 1 1 2 Rahime Kaya , Saniye Korkmaz Çetin , Tezan Bildik , Nagehan Demiral , Sezen Köse , Burcu Özbaran ,Hasan Tekgül 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Anabilim Dalı Giriş: Kleine-Levin Sendromu (KLS), periyodik hipersomnia, mental bozukluklar, hiperfaji ve hiperseksüalite ile karakterize nadir görülen nöropsikiyatrik bir hastalıktır (1). En sık olarak 16-20 yaşlarındaki erkeklerde görülmektedir(2). Sendrom ani başlayan ve sonlanan, birkaç gün ile birkaç hafta süren ataklar halinde seyretmektedir. Atak sıklığı, yılda iki-oniki arasında değişmektedir. Ataklar arasında uyku düzeni normaldir. KLS’nun etyopatogenezi tam olarak bilinmemektedir. Ancak kafa travması, psikojenik stres veya viral enfeksiyonlar sonrasında görülebileceği belirtilmektedir (3). Olgu: 15 yaşında lise öğrencisi erkek hasta, ataklar halinde olan aşırı uyuma ve davranış sorunları nedeniyle pediyatrik nöroloji polikliniğinden yönlendirildi. Öyküsünde, 15 ay önce 40 derece ateş ile seyreden ÜSYE nedeniyle pediyatri polikliniğine başvurmuş. Bu yakınmalarının başlangıcından 3 gün sonra ilk kez aşırı uyuma, güçlükle uyandırılabilme yakınmaları başlamış. Premorbid özelliklerinde herhangi bir davranım, duygulanım sorunu olmayan olgunun uyku atağı dönemlerine irritabilite, impulsivite, disinhibisyon, hiperseksüalite ve negativizm’in eşlik ettiği belirlenmiştir. Bir yıl içinde yaklaşık 7 atağının olduğu, her bir atağın 7-10 gün sürdüğü, bu günlerde günün büyük bir kısmını yemeden içmeden uyuyarak geçirdiği, sözel uyaranlarla güçlükle uyanabildiği belirtilmiştir. EEG, MR, biyokimyasal parametreler ve aminoasit kromatografisi normal olarak saptanan olguya uygulanan projektif ve nöropsikolojik testler sonucunda; yürütücü işlevlerde sorun, sözel öğrenme sorunları ve ılımlı düzeyde dikkat sorunları saptanmıştır. Sonuç: KLS, ataklar halinde görülen hipersomnia, hiperfaji, düşünce ve duygudurum bozuklukları ve davranım sorunlarını kapsamaktadır. Olgumuzda uyku atakları, hiperseksüelite, yoğun irirtabilite ve impulsivitesinin bulunduğu, ancak bunlara hiperfajinin eşlik etmediği belirlenmiştir. Etyopatogenezde, tetikleyici etken olarak genellikle viral enfeksiyonlar bildirilmektedir (4,3). Bu olguda da ilk atak öncesinde üst solunum yolu enfeksiyonu olması yazın ile uyumludur. Objektif tanı koydurucu testlerin olmadığı belirtilmektedir, bu durum tanı ve ayırıcı tanıda güçlüklere yol açmaktadır. Ayırıcı tanıda duygudurum bozuklukları ve MSS patolojileri dışlanmıştır. Nadir görülen bir sendrom olmasına karşın, ergenlik döneminde hipersomnia atakları, duygulanım ve davranım sorunları ile gelen erkek hastaların ayırıcı tanısında düşünülmelidir. İşlevsellikte ağır bozulmalara yol açan bu sendromun erken tanınması ve uygun tedavinin yapılması önemlidir. Kaynaklar 1. 2. 3. 4. Muratori F, Bertini N, Masi G. Efficacy of lithium treatment in Kleine-Levin syndrome. Huang YS, Guilleminault C, Kao PF, Liu FY. SPECT Findings in the Kleine-Levine syndrome. Arnulf I, Zeitzer JM, File J, Farber N, Mignot E. Kleine-Levin syndrome: a systematic review of 186 cases in the literature. American Academy of Sleep Medicine (AASM) (2005) The International Classification of Sleep Disorders. PP-071 UXORİCİDE: KADIN CİNAYETİ Rahime Kaya1, Özlem Kuman2, İnci Altıntaş1, Tezan Bildik1 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 2 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyari Anabilim Dalı, İzmir Giriş: Çocukluk çağı travmatik kaybı (ÇÇTK), çocuğun sevdiği birini travmatik (cinayet, suisid, doğal afet, kazalar) bir şekilde kaybetmesi ve travma semptomları nedeniyle çocuğun normal yas sürecinin üstesinden gelememesi olarak tanımlanır (1,3). Çocuklarda ölüm, kayıp ve yas kavramları gelişimsel düzeyine göre değişkenlik göstermektedir. Çocukların 9 yaşına kadar olgun bir ölüm kavramına ulaşamadıkları ve 7 yaşın altındaki çocukların ise, “ölümü geri dönülebilir” olarak gördükleri düşünülmektedir. Travmatik yas tablosuna, belirgin PTSB semptomları eşlik eder ve bu semptomlar, çocuğun normal yas 72 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 sürecini yaşamasını engellemektedir (1). Pynoos’a göre; (a) travma hatırlatıcıları, (b) kayıp hatırlatıcıları ve (c) değişiklik hatırlatıcıları olmak üzere “rahatsız edici düşünce, hayal ve hatıraları tetikleyen” 3 çeşit hatırlatıcı söz konusudur (3). Travmatik kayıp yaşayan çocuklarda, kaybedilen kişi bir travma hatırlatıcısı olduğundan, bu çocuklar kayıp sonrası gerçek yaşama uyum sağlama sürecini tamamlayamamaktadır. Amaç: Günümüzde giderek artan kadın cinayetleri nedeniyle, çocukluk çağı tavmatik yasın normal yas sürecinden ayırt edilmesi gerektiği, klinik özellikleri ve tedavi süreci konusunda bilgilendirme amaçlanmıştır. Olgu: Baba, amca ve dayı tarafından, annenin boğularak öldürülmesiyle sosyal hizmetlere bağlı çocuk evinde kalan; 11 ve 8 yaşında iki erkek kardeş travmatik kayıp nedeniyle polikliniğimize getirildi. Çocukluk çağı Tematik Algı Testi ve Oyun gözlemi uygulandı. Yapılan psikiyatrik muayenelerinde; davranış problemleri, depresif duygudurum, anksiyete bulguları, ayrılık anksiyetesi bulguları, regresyon, uyku sorunları, agresyon, artmış uyarılmışlık, enürezis nokturna ve dikkat sorunları, yaşamış oldukları travma ile ilgili zihinsel uğraşlar gibi tavmatik yasın okul çağı dönem özelliklerine paralel bulgular saptanmıştır(2). Çocukluklarda sürekli kaybettikleri kişiyi öldüreni cezalandırmakla ilgili hayaller kurma gözlendi. Her iki olgunun pskiyatrik bulgularına yönelik ilaç tedavisi başlanmış olup, polikliniğimizde yakın izleme alınmıştır. Sonuç: Bir ebeveyn diğerini öldürdüğü zaman çocuklar her iki ebeveynlerini de kaybetmektedir(4). Böyle durumlarda, yeterli sosyal destek ve aile desteği olmayan çocuk ve ergenlerde psikopatoloji gelişiminin daha sık olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle, ailelerin tedavi programına dahil edilmesi önerilmektedir (5). Tedavi ile ilgili yapılmış olan oldukça az sayıda çalışma bulunduğundan yeni araştırmalarda bu konuya yer verilmelidir. Kaynaklar 1. Cohen, Judith A. and Mannarino, Anthony P.(2004) Treatment of childhood traumatic grief 2. Lehmann Peter(2000).Pottraumatic Stres Disorder (PTSD) and child witnesses to mother-assult 3. Pynoos,R.S.(1992).Grief and trauma in children and adolescents 4. Kaplan T.(1998).Marital conflict by proxy after father kills mother 5. Pine ,D. S.and Cohen,J.A (2002). Trauma in children and adolescents: Risk and treatment of psychiatric sequelae. PP-072 UZUN ETKİLİ METİLFENİDAT İLE DERİ LEZYONLARI: OLGU SUNUMU Rahime Kaya, Sezen Köse, Burcu Özbaran Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Giriş ve Olgu Sunumu: DEHB tanısıyla metilfenidat kullanan kişilerde deri döküntüsü nadiren bildirilmiştir(1). Yıkıcı Davranış Bozuklukları polikliniğimizde 3 yıldır DEHB tanısıyla izlenen 10 yaşında erkek olguya kısa etkili metilfenidat tedavisi başlanmış olup; 30 mg/g kullanan hastanın ilaç uyum problemleri nedeniyle uzun etkili metilfenidata geçilmiştir. 36 mg/g uzun etkili metilfenidat kullanımı sırasında ilaca bağlı yan etki saptanmayan hastanın DEHB semptomlarının devam etmesi üzerine 54 mg/uzun etkili metilfenidata geçilmiştir. Doz artışından bir hafta sonra hastanın karın bölgesi, kol ve bacaklarda deri döküntüsü gelişmesi üzerine ilaç kesilmiştir. İlacın kesilmesi ardından deri döküntüleri gerilemiş ve geçmiştir. Yaklaşık 2 ay ilaçsız izlenen olgunun semptomlarının devam etmesi üzerine annesi tarafından 36mg/g uzun etkili metilfenidat başlanmasından bir hafta sonra tekrar deri döküntüsü geliştiği belirtilerek polikliniğimize başvuran hastadan istenen dermatoloji konsultasyonu sonucunda döküntülerin ilaca bağlı olduğu kanaati bildirilmiştir. Hastanın tedavisine 40 mg/g kısa etkili metilfenidat ile devam edilmiş ve deri döküntüsü gelişmemiştir. Sonuç: Bu olgu deri döküntülerinin sadece uzun etkili metilfenidat ile gelişmesi açısından değerli görülmüştür. Hasta iki ayrı zamanda uzun etkili metilfenidat ile deri döküntüleri geliştirmiş ve uzun etkili ilacın kesilmesi ardından döküntülerde gerileme olmuştur. Kısa etkili metilfenidat ile bu döküntüler oluşmamıştır. Uzun etkili metilfenidat ile deri döküntülerinin ortaya çıkması ve ilacın kesilmesiyle döküntülerin kaybolması her iki dönemde de döküntüler ve uzun etkili metilfenidat arsında nedensellik ilişkisi olduğunu göstermektedir. Bu durumun Çoşkun ve arkadaşlarının (2009) belirttiği gibi metilfenidatın kendisi veya uzun etkili preperatın kapsül içeriğindeki bileşenlere karşı bir alerjik reaksiyonu işaret edebileceği düşünülmektedir. Kaynaklar 1. Cohen HA, Ashkenazi A, Nussinovitch M, Gross S, Frydman M (1992). Fixed drug eruption of the scrotum due to methylphenidate. 2. Çoşkun M, Tutkunkardaş MD, Zoroğlu S (2009). OROS Metilfetinadat-Induced Skin Eruptions 73 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-073 CİNSEL KİMLİK VE YÖNELİM SORUNLARI OLAN DÖRT KIZ ERGENİN DEĞERLENDİRİLMESİ Saniye Korkmaz Çetin, Çiğdem Yektaş, Tezan Bildik, Meryem Dalkılıç, Müge Tamar Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Giriş: Cinsel Kimlik Bozukluğu(CKB), kişinin biyolojik cinsiyetinden ya da cinsel kimlik rolünden sürekli olarak rahatsızlık duyması diğer cinsiyetten olma isteği ile karakterize olarak tanımlanmaktadır. Çocukluk döneminde cinsel disforisi olanların büyük bir çoğunluğunda puberta sonrası cinsel disfori devam etmemektedir. CKB’nun ya da cinsel disforinin devam etmesi üzerine geçerli bir öngörünün olmadığı belirtilmektedir. Ancak, çocukluk çağı cinsel disforisi ile sonraki homoseksüalite ya da biseksüaliye arasında kuvvetli bir ilişki bulunmaktadır. Kliniklere başvurularda, çocukluk döneminde erkeklerin kızlara oranı daha fazla iken ergenlik döneminde kızların başvurularında artış görülmekte ve kız ergenler kliniklere daha geç getirilmektedir. Oysa kızlar ergenlik döneminde CKB için DSM-IV-R tanı kriterlerini erkeklere göre daha fazla karşılamaktadır. Olgular: Bu bildiride Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Gençlik Birimi’ne ergenlik döneminde başvuran 14-17 yaş aralığındaki 4 kız olgunun psikopatolojileri, semptom dağılımı, ayrılma bireyleşme özellikleri ve cinsel disfori şiddeti ile en az 10 ay ve en fazla 4 yıllık izlem sonuçları sunulacaktır. Tartışma: Cinsel kimlik ve yönelim sorunları olan gençlerde depresif bozukluk, kendine zarar verici davranışlar, alkol-madde kullanım sorunları bulunmaktadır. Ayrılma bireyleşme özelliklerinde güçlükler ve yoğun cinsel disfori bulunmaktadır. Kalıcı cinsel disfori gösteren gençlerin, cinsel disfori tanımlamayan gençlere göre, çocukluk çağında daha aşırı karşı cinsiyet davranış ve duyguları göstermektedir. Cinsel yönelimle ilgili olarak çocukluk çağı cinsel disforisi ile sonraki homoseksüalite ya da biseksüaliye arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Bu değerlendirmeler sırasında erken ergenlik döneminin gelişimsel özellikleri de dikkate alınmalıdır. PP-074 İDİOPATİK TROMBOSİTOPENİLİ VE DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU OLAN BİR OLGUDA ATOMOKSETİN KULLANIMI: OLGU SUNUMU Seher Akbaş Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Samsun Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) sık kazalara neden olan, ek trombositapeni olduğunda bu kazaların morarmalara neden olması bakımından önemli olduğu bir bozukluktur. Literatürde, ülkemizde bulunan metilfenidat ve atomoksetinin kan toblosu üzerine etkileri ile ilgili çalışmalar sınırlıdır. Metilfenidatın kan tablosunda trombosit sayısını etkilediği ile ilgili bilgi bulunurken atomoksetinin trombosit düzeyini etkilediği ya da etkilemediği üzerine bilgiye (literatür taramasında ve atomoksetin medikal bölümüne yan etki geri bildirimi olup olmadığı sorularak) yazar tarafından ulaşılamamıştır. Bu yazıda, DEHB ve trombositopenisi bulunan bir olguda atomoksetin kullanılarak, atomoksetinin trombosit düzeyine etkisi tartışılmıştır. Olgu: Yedi yaşında kız hasta, tek çocuk, derse ilgi gösterememe, çabuk sıkılma, fazla hareketli olma yakınmaları ile polikliniğe başvurusu yapılmıştır. Alınan öyküde, sezeryanla dünyaya geldiği, 11 aylıkken yürüdüğü, ilk sözcüleri sekiz aylıkken söylediği, konuşmaya bir yaşında başladığı öğrenilmiştir. Mental kapasitesi normal olarak değerlendirilmiştir. Doğumdan sonra, baş çevresi küçük olarak tespit edilmiş, mikrosefali olarak değerlendirilmiş, kan sayımında trombositler 60.000 olarak bulunmuş olup halen çarpmalarda morarma hikayesi mevcuttur. Bir üniversitenin genetik polkliniğinde yapılan tetkikler sonrası tanı almamış, halen hematoloji kliniğinde takibi devam etmekte, ayda bir ya da gerekli görüldüğünde daha sık trombosit düzeyine bakılmaktadır. Kilosu 21.5 kg, boyu 1.27 m dir. Hastalık öyküsünde dikkatini ayrıntılara veremediği, dağınık olduğu, ödevlerine dikatini veremediği, dış uyaranlarla dikkatinin çabuk dağıldığını, çabuk sıkıldığını, çok konuştuğu, karşı geldiği, kıpır kıpır olduğu, çok hareketli olduğu, sınıfta gezindiği, oturmakta zorlandığı, okulda derste sıkıldığı, çok konuştuğu, küçük kazalar geçirdiği bununda morarmalara neden olduğu şeklinde yakınmalar tanımlanmış, DEHB tanısı almıştır. Başvuru tarihindeki trombosit sayısı 50.000 olup hastaya atomoksetin 18 mg/gün başlanmış ve trombosit takibi ile izlemi planlanmıştır. İlk ay haftada bir, sonraki ay onbeş günde bir sonrasında da ayda bir trombosit takibi yapılmıştır. İzlem sırasında yakınmalarında azalma, kaza sayısında azalma tesbit edilmiş olup kan trambosit düzeyinin benzer kaldığı görülmüştür. Bir yıllık izelemden sonraki dönemde yakınmalarının ilaçsız döneme göre daha iyi olmakla beraber dikkat ve hareketlilik alanında şikayetlerin artması ile birlikte atomoksetin 25 mg/gün’e çıkarılmış kan trombosit düzeyi takip edilmiş, değişiklik gözlenmemiştir. Hasta tedaviden 1.5 yıl sonra halen klinik yakınmalarının iyi düzeyde azaldığını, kaza sayısının ve morarmalarının da eskiye göre çok azaldığını belirtmektedir. Sonuç ve Yorum DEHB, trombositopenili hastalarda genel işlevsellik dışında, trombositopeninin neden olduğu kaza ve yaralanmalara bağlı morarmalar bakımından da önemlidir. Bu nedenle trombositopenili hastalarda DEHB tedavisinde kullanılan farmakolojik ajanların trombosit düzeyine etkileri ile bilgilerimizin artmasına ihtiyaç vardır. Atomoksetin kullanılarak izlenen hastada trombosit sayısında değişiklik gözlemlenmemiş, DEHB kliniğindeki düzelmeye paralel olarak sık kazalara bağlı morarmalarda da dikkat çekici azalma meydana gelmiştir. 74 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-075 EBEVEYNE YABANCILAŞTIRMA SENDROMU İKİ OLGU SUNUMU Seher Akbaş, Serkan Şahin, Zeynep Gülçin Yıldırım Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Amaç: Ebeveyn Yabancılaştırma Sendromu (EYS) ebeveynler arasındaki gürültülü boşanmalardan sonra ortaya çıkan ve tartışmaların içine çocuğunda alındığı ve ebeveynler arasındaki savaşta çocuğun bir ebeveyne karşı silah olarak kullanıldığı, yabancılaştırıldığı süreçlerdir. DSM-V’te yer alması ile ilgili tartışmaları süren ve klinisyenler tarafından yeterince tanınmayan EYS’nin iki olgu sunumu ile tartışılması amaçlanmıştır. Olgu I Adli olarak babanın cinsel istismar iddiası ile gönderilen, 2007 doğumlu, tek çocuk, olgunun anne babası, 2005 yılında evlenmiş, evlilik sorunları evliğin ilk döneminden beri yaşanmış, 1010 Eylül ayında tartışma sonucu baba evi terk etmiştir. Anne ayrılık döneminden sonra olguyla video kaydı yapmış, kayıtta çocuğunu bananın ve ailesinin kötü muamele ve küfür ettiğini söyletmeye çalıştığı görülmüştür. Bu tarihten sonra çocuğu kısa süreliğine babaya bırakmış ve zamanından önce alarak, sonrasında babanın cinsel istismarı ile ilgili iddiaları ileri sürmüştür. Babanın ailesindeki kişilerle ilgili madde kullandıkları, fuhuş yaptıkları, babanın homoseksüel ilişkisinin olduğu şeklinde iddialarda bulunmuştur. Devam eden mahkeme sürecinde, istismarla ilgili olumsuz rapor veren kişileri babayla cinsel olarak birlikte olmak ve ya işbirliği yapmak şeklinde suçlamıştır. Bütün bu süreç içerinde olguya, babasının kötü biri olduğu, istismarcı olduğu, küfür ettiği, çocuğunun ruh sağlığını bozduğu şeklindeki iddiaları yinelemiş, olguyu babası ile görüştürmemiştir. Çocukla yapılan görüşmede babanın cinsel istismarı ile ilgili bilgilerin öğretildiği, çocuğun bu bilgileri gelişim düzeyine uygun olarak hayal gücü ile tamamlayarak anlattığı (“babam bana filini gösterdi, uzunca sütler çıkıyordu, küçük küçük minnacık, fırlıyor, fırlayınca büyüyor, insanı fırlatıyormuş”) düşünülmüştür. Olgu II Adli olarak, cinsel tacize maruz kaldığı iddiasıyla gönderilen, 2002 doğumlu, kız çocuğu, dört yaşında bir erkek kardeşi vardır. Babadan alınan öyküde, baba, işten eve erken geldiğini, eşini evde yabancı biri ile yakaladığını, sonraki süreçte eşinin kendisini iki kişi ile aldattığını öğrendiğini belirtmiştir. Ayrılık sonrasında ruhsal yakınmasının olmadığını, üç ay sonra eşinin kendisini aldattığı bu iki kişinin cinsel tacizini anlattığı o dönemden beri çocuğunun ruhsal yakınmaları olduğunu belirtmiştir. Daha önce cinsel istismarla ilgili olumsuz rapora itiraz etmiş olup, çocuğun ruh sağlığının cinsel istismar nedeniyle bozulduğunu söyleyen bir psikologa çocuğu iki yıldır götürerek tedavi ettirdiğini belirtmiştir. Olguyla yapılan görüşmelerde anne, kötü, işkence yapan, yardım etmeyen, aç bırakan biri olarak tanımlanmış anneden ismiyle bahsetmiştir. Olgu, cinsel istismar ile ilgili olarak, belirtilen iki kişinin tehdit ettiklerini, babasına ilaç vererek uyuttuklarını, çatalla kolarına bacaklarına çizik attıklarını, ‘Pöh’ diyerek korkuttuklarını, yatağına gelerek eline aldığı bir çubukla ön tarafıma (cinsel bölgeyi işaret ediyor) doğru batırdığını (bunu tarif ederken elini yukarı kaldırıp cinsel bölge üzerine hızla bıçak saplar gibi bir hareket yapıyor), poposuna cinsel bölgesine krem sürdüklerini belirtmiştir. Sonuç ve Yorum Günümüzde boşanmış anne baba çocuklarının sayısı dramatik olarak artmakta olup, özellikle ebeyen çatışmalarının yoğun yaşandığı velayet ya da boşanma davaları değerlendirildiğinde EYS’nin göz önünde bulundurulması ve konuya dikkat edilmesi önemli görünmektedir. EYS’da sıklıkla yabancılaştırabn ebeveyın anne olduğu belirtilmekte iken yukarıdaki olgu örnekleri anne ve babadan oluşmuştur. Anne ve babadan oluşan olgu örneklerinde benzer süreçlerin işlendiği görülmüştür. Her iki olguda da ebeveynler çocuğun cinsel istismarı ile ilgi iddialer öne sürmüş, yabancılaştıran ebeveynin baba olduğu olguda istismarcı rolü için uygun erkek adaylar yaratılmıştır. Yine her iki olguda da her iki çocuk yabancılaştırılan ebeveyni ile en az iki yıldır görüşmemekte, yok saymanın ötesinde kötü biri olarak sürekli gündeminde tutmaktadır. Birinci olgudaki erkek çocuğunda annenin aktif yabancılaştırması, söyleyeceklerini öğretmesi söz konusu iken ikinci olgudaki kız çocuğu babanın söylediklerini onaylaması bu konudaki desteği nedeniyle hayali yaşantılar anlamakta, anlattığı her hayali yaşantı ebeveyni tarafından onaylanmakta gündemde tutulmaya çalışılmaktadır. Birinci olgudaki anne, babayı merkeze alan ve tüm ailesini içine katan bir iftira kampanyasını gittikçe şiddetlendirmekte iken ikinci olgudaki baba, anneyi ve anne ile kendisini aldatan kişileri merkeze alarak iftira kampanyasını sürdürmeye çalışmaktadır. Her iki ebeveyn de iddia ettikleri istismarın varlığını kanıtlamak için tıbbi kanıtlar üretmeye çalışmakta, kendilerine olumsuz rapor veren sağlık çalışanlarını, psikolog, pedegogları karşı tarafla işbirliği yapan kişiler olarak tanımlamakta bazen daha ileri giderek onları da bu iftira kampanyasına dahil ederek şikayetçi olmaktadırlar. Her iki ebeveyn de idia ettikleri bütün idialara “gerçekten olduğu” şeklinde inanmaktadır. EYS ile ilgili yeterince farkındalık geliştirilmediğinde, verilen raporlar sonucu çocuğun yabancılaştıran ebeveyn tarafından istismarı sürmekte, çocuktaki psikopatolojiye uygun yaklaşımlar ve destekler sağlanamamakta, çocuk diğer ebeveyninden mahrum büyümekte ve yabancılaştırılan ebeveynin mağduriyeti söz konusu olmaktadır. Bu nedenle EYS ile ilgili profösyonellerin yeni araştırmalarla tanıya yönelik tartışmaların netleştirmeleri ve konuya dikkat çekmeleri önemli görünmektedir. 75 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-076 ÖZEL EĞİTİM İHTİYACININ BELİRLENMESİ SÜRECİNDE ALICI DİL BECERİLERİ YAŞITLARINDAN İLERİ SAPTANAN 4 OLGUNUN ELE ALINMASI Seheryeli Yılmaz, Gresa Çarkaxhiu, S. Seval Yılmaz, Oylum Tokol, A. Tuğba Bahadır, Neşe Perdahlı Fiş, Osman Sabuncuoğlu, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Dil, en önemli iletişim araçlarından biridir; ancak iletişim kurmanın yanında düşünme, bellek, muhakeme, problem çözme ve planlama gibi bilişsel süreçlerin işleyişinde de önemli role sahiptir. Dilin edinimi, dış dünyadan gelen uyaranların algılanması ve üretiminin yapılması ile gerçekleşmektedir. Zihinsel gelişimle dil gelişimi arasında paralel bir ilişki olduğu kabul edilir; ancak dil gelişimi pek çok farklı faktörden kolayca etkilenebilmektedir. Dilin iki temel bileşeni vardır: Reseptif dil (Alıcı dil, anlama dili); Sözel uyaranların duyu-sinir ağı ve işitsel-algısal süreçler aracılığıyla alınması ve anlaşılması olarak tanımlanır. Ekspresif dil (Anlatım dili); Duyu-sinir ve motor-sinir işlevler (nefes alma, ses çıkarma, rezonans, artikülasyon mekanizmaları gibi) ile zihinsel kavramın bir ses imgesi aracılığıyla ifadesidir. Amaç: Çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvuran; özel eğitim ihtiyacı olan hasta gruplarında, birçok alanda olduğu gibi dil alanında da gecikme/gerilik beklenir. Çeşitli şikayetlerle Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’ne başvuran ve özel eğitim gerekliliği saptanmış hastalardan bir kısmında alıcı dilin sağlıklı yaşıtlarından daha ileri olduğu dikkat çekmiştir. Bu bildiride alıcı dil gelişimi alanında saptanan durum ile bağlantılı özelliklerin araştırılıp, tartışmaya sunulması hedeflenmiştir. Yöntem: Marmara Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Heyet Polikliniği’ne Temmuz-Aralık 2011 tarihleri arasında başvuran ve klinik değerlendirmenin yanında hastanın yaşına uygun olarak zeka değerlendirilmesi (WISC-R, Leiter, S.Binet vb.) ya da gelişim değerlendirilmesi (DENVER-II, AGTE) ile özel eğitim ihtiyacı tespit edilen hastalardan 26 olgu çalışmaya dahil edilmiş ve alıcı dil becerilerini ölçmek için Peabody Resim-Kelime Testi (PEABODY) uygulanmıştır. Sonuç: Örneklemin (n=26) PEABODY ortalaması 45.7 olarak bulunmuş; bu grubun içerisinde de 4 çocuğun PEABODY puanlarının takvim yaşlarından daha ileri olduğu saptanmıştır. Bu 4 olgu yaş, cinsiyet, zeka/gelişim düzeyi, tanı, hastalık süresi, ek hastalık varlığı, perinatal öykü, kardeş sayısı ve ebeveynlerin eğitim düzeyi kapsamında ele alınmıştır. Yorum: Ele alınan 4 olgu, alıcı dili geliştirici aile özellikleri konusunda bir fikir vermektedir. İleride örneklem sayısı artırılarak yapılacak çalışmalar sonucunda; çocuklarda alıcı dil becerilerinin gelişimindeki risk faktörlerinin belirlenmesi, bu becerileri artıracak önlemler geliştirilmesi ve özel eğitim ihtiyacı olan çocukların özel eğitim süreçlerinin buna göre şekillenmesi mümkün olabilecektir. PP-077 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNİN KONSÜLTASYON LİYAZON POLİKLİNİĞİNDE ALTI AY İÇİNDE DEĞERLENDİRİLEN 459 HASTANIN ÖZELLİKLERİ Selcen S. Güney, Hozan Saatçıoğlu, H. Serpil Erermiş, Sezen Köse, N. Burcu Özbaran, Tezan Bildik, Cahide Aydın Giriş: Çocuk ve gençlerde bedensel hastalıklar, cerrahi girişimler ve hastaneye yatış gibi durumlarda davranış bozuklukları, duygusal problemler, aile, okul ve tedavi ekibi ile iletişim sorunları ve tedaviye uyumda güçlükler görülebilmektedir. Yapılan araştırma ve gözlemler tıbbi bir rahatsızlığı olan çocukların psikiyatrik ve psikososyal güçlüklerle karşılaşma riskinin normal popülasyona oranla daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu noktada konsültasyon liyazon psikiyatrisi genel pediyatri ile çocuk psikiyatrisi arasındaki bağlantı ile işbirliğini yürüten bölüm olarak devreye girmektedir. Konsültasyon istekleri, psikiyatrik bozukluğun ayırt edilmesi, hastane ortamında çocuğun davranışlarını kontrol edebilmesi, taburcu edilirken tedavi planının hazırlanması ve tıbbi yöntem ile tedavinin izlenmesi gibi soruları içerebilmektedir. Amaç: Bu çalışmada konsültasyon talebiyle çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları bölümüne yönlendirilen çocuk ve gençlerin genel özellikleri, konsültasyon istek nedenleri, aldıkları psikiyatrik tanı ve tedavi yöntemlerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Konsültasyon Liyazon Polikliniği’ne 2011 yılı ağustos ve 2012 Ocak ayları arasında başvuran 459 hastanın dosya kayıtları geriye dönük olarak taranmıştır. Hasta dosyalarından sosyodemografik özellikler, hastalık ve tedaviye ilişkin bilgiler, psikiyatrik muayene bulguları ve önerilen tedavi özelliklerine ilişkin veriler spss 16.0 programına yüklenerek değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmamızda yer alan olguların yaş ortalamasının 10.68+3.98 (n=459) olduğu, bu olguların %17.2’sinin (n=79) 0-6 yaş grubunda, %45.5’inin (n=209) 7-12 yaş grubunda, %37.3’ünün (n=171) 13-18 yaş grubunda olduğu görülmüştür. Olguların cinsiyet dağılımına bakıldığında %46.6’sının (n=214) kız , %53.4’ünün (n=245) erkek olduğu saptanmıştır. Konsültasyon istek nedenlerine bakıldığında en sık istek nedeninin psikiyatrik sorunlar (%84.7) olduğu ve en sık konsültasyon isteyen kliniğin pediatrik nöroloji kliniği (%24.8) olduğu belirlenmiştir. 76 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Tartışma: Bulgularımız, yaş grubu ve cinsiyet açısından literatürle uyumlu olup, en sık konsültasyon talebinin çocuk nörolojisinden istendiği görülmüştür. PP-078 SELF MUTİLATİF DAVRANIŞLARDA NALTREKSON KULLANIMI: OLGU SUNUMU 1 2 Sevcan Demirkaya , Hatice Aksu 1 Aydın Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, Aydın 2 Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Aydın Giriş: Self mutilasyon bireyin ölüm amacı olmaksızın bedenine yönelik bilinçli zarar verici davranış biçimidir. Biyolojikdavranışsal ve çevresel çeşitli etmenlerden kaynaklanmakta ve etiyolojisinde nörobiyolojik mekanizma olarak dopaminerjik, serotoninerjik ve opioiderjik sistemler yer almaktadır. Self mutilatif davranış bir belirti olarak pek çok psikiyatrik hastalıkta görülmekle birlikte özellikle yaygın gelişimsel bozukluk ve zihinsel geriliği olan olgularda daha sık rastlanmaktadır. Olgu: Erken çocukluk döneminden beri sosyal hizmetlere bağlı bakımevinde kalan 12 yaşındaki erkek çocuğu, kendini yaralayıcı davranışlarının geçmemesi nedeniyle kurum hemşiresi tarafından getirildi. Ağır mental retardasyonu nedeniyle ruhsal durum muayenesinde herhangi bir kooperasyon sağlanamamıştır. Görünümünde el derisi bütünlüğünün kaybolduğu ve burun kanatlarında yaraların olduğu dikkati çekmiştir. Gelişimsel öyküsü ve soygeçmişi hemşireden öğrenilenememiştir. Burun deliklerini yırtma, el üzerini yolma, avuç içini ısırma şeklinde self mutilatif davranışları olduğu ve buna yönelik psikiyatri polikliniğinden önerilen risperidon 9 mg/gün tedavisine ek olanzapin 15 mg/günü 2 yıldır kullandığı, ilaçların hırçın davranışlarına iyi geldiği ancak zarar verici davranışlarını azaltmadığı öğrenilmiştir. Bazı akşamlar uyumadığı, ağlamaya benzer sesler çıkardığı öğrenilmiştir. Yüksek dozlara rağmen yan etki tariflenmemiş, ekstrapiramidal sistem bulgusuna rastlanmamıştır. Mirtazapin 15 mg/gün ve biperiden 2 mg/gün tedavisine eklenmiş, risperidon 6 mg/gün ve olanzapin 10 mg/gün olarak düzenlenmiştir. Kontrolünde uykusunun ve ağlamalarının kısmen düzelmesi ancak self mutilatif davranışlarının şiddetinde değişiklik olmaması üzerine naltrekson eklenmiş, kademeli olarak 50 mg/gün’e dozu arttırılmıştır. En son kontrolünde olgunun naltrekson tedavisinden fayda gördüğü ve yaralayıcı davranış sıklığı ve şiddetinin azaldığı gözlenmiştir. Sonuç: Self mutilatif davranışlar sırasındaki stres ve ağrılı uyaranların endorfin salınımını arttırdığı, endojen opiyat bağımlılığına benzer durumun oluştuğu ve opioid antagonistlerinin ise bu yolağı bloke ederek kendini yaralayıcı davranışın pozitif ödüllendirmesini azaltabileceği literatürde bildirilmiştir. Bu olgu sunumu kısıtlılıklarına rağmen çoklu psikoframakolojik tedaviye dirençli self mutilatif davranışlarda naltrekson kullanımının etkinliğini desteklemektedir. Kaynaklar 1. Symons FJ, Thompson A, Rodriguez MC. Self-injurious behavior and the efficacy of Naltrexone treatment: A Quantitative synthesis. MRDD Research Reviews 10,2004: 193-200. 2. Agarval LJ, Berger CE, Gill L. Naltrexone for severe self harm: a case report. Am J Psychiatry 168, 2011, 437-438. 3. Griengl H, Sendera A, Dandendorfer K. Naltrexone as a treatment of self-injurious behavior: a case report. Acta Psychiatr Scand 103, 2001, 234-236. PP-079 ROTHMUND THOMSON SENDROMLU OLGUDA SELEKTİF MUTİZM VE HİPOTİROİDİ BİRLİKTELİĞİ: BİR OLGU SUNUMU Sevgki Chodzaoglou, Seda Erbilgin, S.Salih Zoroğlu İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Selektif mutizm konuşabilme becerisinin olmasına rağmen konuşmanın beklendiği bir takım ortam ve durumlarda konuşmama olarak tanımlanmaktadır. Selektif mutizmin başlangıcı 2-4 yaş olarak bildirilse de klinik başvuruların okul çağında olduğu belirtilmiştir. Selektif mutizimin sıklığı çeşitli çalışmalarda %0.7 ile %2 arasında değişmektedir. Rothmund Thomson sendromu (RTS) otozomal resesif geçişli poikiloderma ile karakterize genetik bir hastalıktır. Seyrek saçlar kaş ve kirpikler, kısa boy, hiperkeratotik deri lezyonları, diş anomalileri, katarakt, artmış kanser riski (deri ve osteosarkom) mevcuttur. Amenore, infertilite, paratiroid adenomu ve tiroid fonksiyon bozukluğu görülme riski yüksektir. Prevelansı bilinmemekle beraber şimdiye kadar yaklaşık 300 vaka bildirilmiştir. (1) RTS’ nda %30 oranında mental retardasyon gözlenmektedir. RTS ve selektif mutizm birlikteliği bildirilmemiştir. Selektif mutizmin eşlik ettiği RTS tanılı, klinik izleminde hipotiroidizm saptanmış olan ve hormon replasman tedavi sonrası selektif mutizmi dramatik olarak düzelen bir olgu sunulacaktır. Olgu: 7 yaşında kız hasta, polikliniğimize ders başarısızlığı, okulda öğretmeni ile ve tanımadığı insanlarla konuşmama şikayetleri ile getirildi. Bebekliğinden beri sessiz bir çocuk olduğu, eve gelen misafirlerle de konuşmadığı, evde sadece anne baba varken yüksek sesle konuştuğu öğrenildi. Görüşme boyunca hiç konuşmadı göz teması kısıtlıydı. Hastanın saç kaş ve kirpikleri seyrekti, yüzünde yanaklarında telenjiektazi görülmekteydi, genu valgus, pes planus mevcuttu. Karaciğer enzimlerinin yüksekliği sebebiyle çocuk hekimleri tarafından psikiyatrik ilaç kullanımında sakınca olduğu belirtilmişti. Hastanın artan saç ve kaş dökülmesi ve uygunsuz kilo alımının ardından tiroid fonksiyon testleri istendi ve klinik 77 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 düzeyde ciddi hipotiroidizm saptandı, hormon replasman tedavisinin ardından selektif mutizm bulguları kaybolan hastanın göz temasında artma ve ders başarısında yükselme gözlendi. Tartışma: Hipotiroidizmin birçok bilişsel ve psikiyatrik bozukluğa neden olabileceği bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda, mental retardasyon, depresyon, bipolar bozukluk, anksiyete bozuklukları ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. (2,3,4)Güncel literatür incelendiğinde hipotiroidizmin eşlik ettiği selektif mutizmi olan vaka bildirimine rastlanmamıştır. Burada tiroid replasmanı ile selektif mutizmin düzelmesi selektif mutizmin etyopatogenezinde rolü olabileceğini akla getirmektedir. Olası bu ilişki güncel literatür ışığında tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Rothmund-Thomson syndrome.Larizza L, Roversi G, Volpi L. Source Department of Medicine, Surgery and Dentistry, University of Milan.Orphanet J RareDis. 2010 Jan 29;5:2. 2. Haggerty JJ Jr, Prange AJ Jr. Borderline hypothyroidism and depression. AnnuRevMed 1995; 46:37–46.) 3. Alvarez-Pedrerol, M.,Ribas-Fitó, N., Torrent, M., Julvez, J., Ferrer, C., Sunyer, J.,2007. TSH concentration within the normal range is associated with cognitive function and ADHD symptoms in healthy preschoolers. Clin.Endocrinol. (Oxf.) 66 (6), 890–898. 4. Hypothyroidism and hyperthyroidism in anxiety disorders revisited: new data and literature review.Simon NM, Blacker D, Korbly NB, Sharma SG, Worthington JJ, Otto MW, Pollack MH. J AffectDisord. 2002 May;69(1-3):209-17.) PP-080 OTİSTİK BOZUKLUĞU OLAN ÇOCUKLARIN EBEVEYNLERİNDEKİ “GENİŞ OTİZM FENOTİPİ”: OA-TR’NİN KULLANILDIĞI BİR ÇALIŞMA 1 2 1 1 1 1 Sezen Köse , Emre Bora , Serpil Erermiş , Burcu Özbaran , Tezan Bildik , Cahide Aydın 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Bornova-İzmir 2 Melbourne Nöropsikiyatri Merkezi, Melbourne Üniversitesi Psikiyatri Departmanı, Victoria, Australia Amaç: Otisitk Bozukluktaki (OB) genetik etkenlerin aile bireylerindeki geniş otizm fenotipi (GOF) olarak adlandırılan belirtilerden sorumlu olabildiği belirtilmektedir. Otizm Spektrum Anketi (OA) normal zeka kapasitesine sahip herhangi bir erişkinin hangi derecede otistik özellikler gösterdiğini veya ‘geniş fenotipine sahip olduğunu belirlemeyi amaçlayan, otizmin çekirdek belirtilerine dayalı olarak geliştirilmiş bir öz-bildirim anketidir. Türkçe’ye de çevrilmiş (OA-TR) olması ve bu alanda çok sık kullanılan bir anket olması nedeniyle, çalışmamızda OB tanılı çocuklar ile normal gelişimi olan kontrol grubu çocukların (NK) ebeveynlerinin OA-TR puanlarının bir farklılık olup olmadığı açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 54 OB tanılı çocuk ve 84 NK grubu çocuğun ebeveynleri dahil edilmiştir. OB tanılı çocukları olan 100 ebeveyn (53 anne, 47 baba) ile normal gelişime sahip çocukları olan 100 ebeveyn (52 anne, 48 baba) OA-TR toplam puan ve alt ölçek puanları açısından karşılaştırılmıştır. Sonuçlar: OB tanılı çocukların ebeveynlerinin NK grubu çocukların ebeveynlerine gore OA-TR toplam puanı ve sosyal beceri ve iletişim alt ölçek puanları daha yüksek saptanmıştır. Diğer üç alt ölçekte (ayrintıya dikkat, dikkati kaydırma ve hayal gücü) gruplar arası farklılık saptanmamıştır. Anneler ve babalar arasında, ne OB grubunda ne de NK grubunda, OA-TR toplam ve alt ölçek puanlarında farklılık saptanmamıştır. OA-TR toplam puan ve beş alt ölçek puanlarında grup x cinsiyet etkileşimi anlamlı bulunmamıştır. Yorum: Çalışmamızın sonucunda diğer çalışma bulgularına benzer şekilde sosyal beceri ve iletişim alt ölçeklerinin OB evbeveynlerini ayırt etmede daha başarılı ve hasas olduğu saptanmıştır. Bizim bulgularımız da otistik bozukluğu olan çocukların ebeveynlerindeki sosyal beceri ve iletişim bozukluklarının GOF’nin bir belirleyicisi olduğunu doğrulamaktadır. PP-081 BAŞAĞRISI OLAN ÇOCUKLARDA BAĞLANMA ÖZELLİKLERİ VE RUHSAL TANILAR Perihan Çam1, Sunay Fırat1, Gonca (Gül) Çelik1, Serhat Nasıroğlu1, Faruk İncecik2, Özlem Mihriban Hergüner2, Ayşe Avcı1, Ayşegül Yolga Tahiroğlu1 1 Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adana 2 Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Nöroloji Bilim Dalı, Adana Giriş: Migren başağrısı; patogenezinde birçok çevresel ve genetik faktörün sorumlu olduğu, çocuklarda görülen başağrısı tipleri arasında en sık karşılaşılanıdır. Migren başağrısı olan çocuklarda anneye bağlanma özelliklerinin yetersiz ve/veya daha sorunlu olabileceği öngörülmektedir. Bu çalışmada, başağrısı olan çocuklarda anne-babaya bağlanma ve ruhsal belirtilerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları Polikliniğinde başağrısı nedeniyle takip edilen ve Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğinde değerlendirilen 32 çocuk çalışmaya alınmıştır. Ruhsal belirtilerin taranması amacı ile Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu şekli-Türkçe uyarlaması ÇDŞG-ŞY (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged Children, Present and Lifetime 78 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Version, K-SADS-PL), bağlanma özelliklerinin saptanması için annenin ve çocuğun dolduracağı İlişki Ölçekleri Anketi (İÖA), Ebeveyn ve Arkadaşlara Bağlanma Envanteri (EABE) ve Yakın İlişkilerde Yaşantılar Envanteri (YİYE) ile Stroop dikkat testi ve WISC-R IQ testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan 32 hastanın 17’si (%53.1) kız, 15’i (%46.9) ise erkek hastaydı. Hastaların yaş ortalaması 10 yaş 10 ay ±2.4 (min:6.3; max: 15.6) idi. Çalışmaya alınan hastalara K-SADS-PL, İÖA, YİYE, EABE ölçekleri uygulanmış ve sonuçları değerlendirilmiştir. Çocuk polikliniğine başağrısı nedeniyle başvuran ve yapılan nörolojik değerlendirme sonucuna göre organik bir nedene bağlı olmayan ve çalışmaya alınan çocuklardan 18’ine (%56.3) migren, 8’ine (%25) nonspesifik başağrısı, 3’üne (%9.4) ise gerilim tipi başağrısı tanısı konulmuştur. Annenin ve çocuğun bağlanma özellikleri saptanacak ve sonuçlarıyla tartışılacaktır. Sonuç ve Tartışma: Baş ağrısı bir çocuğun tüm gelişimsel ve ruhsal özelliklerini etkileyebilir; olumsuz ruhsal sorunlara (örneğin, DEHB, Özgül Öğrenme Bozukluğu, PANDAS, Anksiyete Bozuklukları vs.) ve psikososyal sorunlara (örneğin, okul başarısızlıkları, sorunlu sosyal etkileşimler) yol açtığı düşünülmektedir. Ağrının abartılı olması veya engellenmesinin, aile içi iletişime, farklı uyumsal davranışlara neden olabilir. Diğer yandan başlangıçtan beri süregelen bağlanma örüntüsü de ağrının ortaya çıkışını ve seyrini değiştirebilir. Bu nedenle baş ağrısının yanında yapılandırılmış psikiyatrik muayenenin yapılarak eşlik eden ruhsal belirtilerin saptanması tedavi protokolünün düzenlenmesi açısından yararlı olacağı düşünülmekte, olgulara ve aile içi işlevselliği de kapsayacak biçimde bütüncül yaklaşılmasını kolaylaştıracaktır. PP-082 KRONİK BAŞAĞRISI OLAN ÇOCUKLARDA RUHSAL TANILAR VE NÖROPSİKİYATRİK DEĞERLENDİRME SONUÇLARI 1 1 1 1 2 2 Perihan Çam , Sunay Fırat , Gonca (Gül) Çelik , Serhat Nasıroğlu , Faruk İncecik , Özlem Mihriban Hergüner , Ayşe Avcı1, Ayşegül Yolga Tahiroğlu1 1 Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adana 2 Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Nöroloji Bilim Dalı, Adana Giriş: Migren başağrısı; patogenezinde birçok çevresel ve genetik faktörün sorumlu olduğu, çocuklarda görülen başağrısı tipleri arasında en sık karşılaşılanıdır. Çocuklarda migren tanısına ruhsal belirtilerin de eşlik edebileceği ve normal zeka düzeyinde olsalar bile zeka düzeyleri ve zekanın diğer alanlarının değişken olabileceği düşünülmektedir.. Bu çalışmada, başağrısı olan çocuklarda ruhsal belirtilerin araştırılması ve WISC-R, stroop sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları Polikliniğinde başağrısı nedeniyle takip edilen ve Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğinde değerlendirilen 32 çocuk çalışmaya alınmıştır. Ruhsal belirtilerin taranması amacı ile Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu şekli-Türkçe uyarlaması ÇDŞG-ŞY (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged Children, Present and Lifetime Version, K-SADS-PL), Stroop dikkat testi ve WISC-R IQ testleri uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya alınan 32 hastanın 17’si (%53.1) kız, 15’i (%46.9) ise erkek hastaydı. Hastaların yaş ortalaması 10 yaş 10 ay ±2.4 (min:6.3; max: 15.6) idi. Çocuk polikliniğine başağrısı nedeniyle başvuran ve yapılan nörolojik değerlendirme sonucuna göre organik bir nedene bağlı olmayan ve çalışmaya alınan çocuklardan 18’ine migren, 8’ine nonspesifik başağrısı, 3’üne ise gerilim tipi başağrısı tanısı konulmuştur. Yapılan ruhsal değerlendirme sonuçlarına göre, en sık Dikkat Eksikliği-Hiperaktivite Bozukluğu, Özgül Öğrenme Bozukluğu, Fobiler, Ayrılık Anksiyetesi ve PANDAS bulunmuştur. Çalışmaya alınan hastalara uygulanan WISC-R IQ değerlendirme testine göre; Genel puan ortalaması 96.03±15.64 (min: 70; max: 126); sözel puan ortalaması 95.17±18.55 (min:54; max: 127); performans puan ortalaması ise 98.43±15.40 (min: 68; max: 124)’tir. Tartışma ve Sonuç: Baş ağrısı ve psikiyatrik bozukluklar yüksek oranda bir arada olduklarından, baş ağrısı tanısında psikiyatrik bozukluğun yaratacağı ek yük hastaların kliniğini yönetmede ve ilaç seçiminde karışıklığa neden olmakta ve yeterli ayırıcı tanı yapılmamışsa tedavi zorlaşabilmektedir. Çocuk polikliniklerinde değerlendirilen başağrısı olan çocukların ruhsal değerlendirmeleri için Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniklerine yönlendirilmesi, ruh sağlığı değerlendirilirken başağrılarının sorgulanması, nörolojik ve ruhsal tedavilerinin eş zamanlı yapılması gerekmektedir. PP-083 ERKEN YAŞ İNTİHAR DAVRANIŞI VE GEÇ TANI Selcen Esenyel1, Şafak Eray2, A. Pınar Vural2 1 Siirt Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Siirt 2 Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Bursa Giriş: Özel Öğrenme güçlüğü, okuma, imla ve yazılı dil alanlarının ve öğrenme işlevlerinin etkilendiği karmaşık nörolojik bir tablo olarak tanımlanmıştır. Tanısı bireysel olarak uygulanan standart testlerde, kişinin kronolojik yaşı, ölçülen zeka düzeyi ve aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda okuma, matematik ve yazılı anlatımın beklenenin önemli ölçüde altında olması ile konur. . DSM-IV tanı ölçütlerine göre okuma bozukluğu, matematik bozukluğu, yazılı anlatım bozukluğu, başka türlü adlandırılamayan öğrenme bozukluğu şeklinde alt tipleri bulunmaktadır. 79 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Öğrenme bozukluğu alt tipleri arasında en sık görülen ve en sık araştırılan; okuma bozukluğudur Belirtileri, okul öncesi (erken dönem), 7–11 yaş, 12 yaş-erişkin olarak üç döneme ayrılabilir ve belirtiler her yaş döneminde dil, algısal-kavramsal, motorkoordinasyon, bellek, dikkat-hareket, organizasyon, duygusal-sosyal sorunlar olarak gruplandırılabilir. Kişinin kendini öldürmek niyetiyle düşündüğü ya da yaptığı, ölüm ya da yaralanmayla sonuçlanabilecek, düşünce ya da eylemlere intihar yazınında intihar davranışı denir. Bu yazıda, ası ile intihar davranışından sonra kliniğe yatırılarak tedavi edilen 8 yaşında kız hastada, altta yatan özel öğrenme güçlüğü tanı olgusu sunulacaktır Olgu Sunumu: UÜTF Çocuk Acil Polikliniği’ne ası ile intihar girişimi sonucu başvuran DG, ekiz yaşında, tek çocuk, ilkokul 2. Sınıfa giden kız hasta Vital bulguları değerlendirilen hasta tarafımızdan acilde değerlendirildikten sonra Çocuk Psikiyatrisi ABD Kliniği’ne anne ile birlikte yatışı yapıldı. DG’nin kliniğe yattığında kendisine göre herhangi bir şikayeti yoktu. Anneye göre DG’nin şikayetleri; iştahsızlık, derslerinde başarısızlık, ders yapmamak için sürekli bahane uydurma, söz dinlememe ve unutkanlıkmış. Birinci sınıfta okuma ve yazmayı öğrenememiş, Ders başarısızlığı nedeniyle öğretmeni tarafından özel eğitim için RAM’e yönlendirilmiş ancak zeka testi sonucu normal IQ olarak değerlendirilerek özel eğitim önerilmemiş. Olay günü DG odasında kendi başına oyun oynarken anne DG’ye dersleri geri olduğu halde çalışmadığı için bağırıp kızmış ve ‘Seni mi boğayım kendimi mi boğayım?.’ diye bağırarak odasından çıkmış. Anne bir süre sonra kontrol etmek için odaya girdiğinde, hastayı odanın ortasına yaptıkları salıncak ipinin boynuna dolanmış ve yüzü mosmor şekilde bulmuş, UÜTF Çocuk Acil polikliniğine yönlendirilerek bize ulaşmışlar. Hastanın yatışındaki fizik muayenesinde; yaşından küçük gösteren, boyun ortasında boynu çevreleyen koyu kırmızı, mor renkli ası izi, alnında başlayan yüzünün ortasına kadar yaygın peteşial kanamaları, sol göz kapağında morluk mevcuttu. Olayla ilgili konuşmaktan kaçındı. Hastanın ilerleyen görüşmelerde klinik ile uyumu sağlandıktan sonra okurken yavaş ve bazı harfleri ters okuduğu için yanlış okuduğu, sadece ismini yazabildiği, matematik işaretlerini ters algılayarak cevabı bulamadığı görüldü. Harfleri teker teker bildiği halde tek başına bir hece veya sözcük yazamıyor, sesli ve noktalı harfleri okurken karıştırıyordu. Saati bilmediği, günlerin sırasını karıştırdığı, dikkatinin çabuk dağıldığı, satırını kaybettiği, ortadan okumaya çalıştığı görüldü. WISC-R zeka testi ile 86 puan donuk IQ ve sözel puanı76 , performans puanı;99 ve aralarındaki 23 puan fark özel öğrenme güçlüğü bulgularını destekledi.. Hastaya DEHB+ ÖÖG tanıları kondu. Hastaya ilaç tedavisi olarak stimulan ve mirtazapin başlandı, özel eğitime yönlendirildi. Aile ve sınıf öğretmeni ile teropatik görüşüldü. Stimulan tedavisi ile fayda gördüğü hastane okulundaki gözlemlerle anlaşıldı. Hastanın takiplerine ayaktan tedavi ile devam etmek üzere taburcu edildi. Tartışma ve Sonuç Bu yazıda, okul başarısızlığı ve okulda uyum problemleri nedenleri içinde yer alan bir tanı grubu olan özel öğrenme güçlüğünün, çocukluk ve ergenlik döneminde bireyin ruh sağlığını çevre ve aile ilişkilerini olumsuz yönde etkileri ve özel öğrenme güçlüğünün tanının aile, öğretmen, psikolog ve özel eğitim çalışanları ve klinisyenler tarafından erken fark edilmesinin ve tanı almasının, olan psikiyatrik problemlerin riskini azaltabileceği ve erken destek sağlanabileceği vurgulanmıştır. Öğretmen ve ailelerin, öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklarında suicid düşünceleri ve suisidal davranışlar açısından uyanık olmaları gerekliliğinin hatırlatılması amaçlanmıştır. PP-084 AĞIZ VE AĞIZ İÇİ SELF MUTİLASYONUN EŞLİK ETTİĞİ BİR TOURETTE BOZUKLUĞU OLGUSU Adem Güneş, Tuba Mutluer, Ayşe Kılınçaslan, S.Salih Zoroğlu İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Tourette bozukluğu (TB) çocukluk ya da ergenlik çağında başlayan yineleyici çoğul motor ve vokal tiklerle karakterize bir bozukluktur. Olguların yaklaşık %5’inde kendine zarar verici ya da karmaşık motor tikler görülebilmektedir (1). Nörolojik tabloların TB’nu tetiklediği ya da benzeri bir duruma yol açtığını bildiren pek çok olgu yayınlanmıştır (2). Burada, menenjit sonrası tikleri başlayan, diş ve dudaklarını koparma şeklinde yoğun self mutilatif davranışları görülen ve risperidon tedavisinden belirgin fayda gören TB’lu bir olgu sunulacaktır. Olgu sunumu: On yaşında erkek hasta, kliniğimize tekrarlayıcı davranışları nedeniyle başvurdu. Hastanın yaklaşık 1 yıldır artan kaşlarını kaldırma, gözünü kırpma, boynunu bükme, üstünü düzeltme şeklinde motor tikleri ve boğaz temizleme, istemsiz sesler çıkarma gibi vokal tikleri mevcuttu. Son 6 aydır dişlerini sallayarak 6 dişini kopardığı, dudaklarını da ısırarak kopardığı bildirildi. Hastanın özgeçmişinde, 4 yaşında menenjit geçirdiği, bundan 8 ay sonra basit motor tiklerinin başladığı belirtildi. Psikometrik değerlendirmesinde IQ’su 72 olarak saptandı. Psikiyatrik muayene ve uygulanan ölçekler sonucunda TB tanısı konulan hastaya risperidon (0,25 mg/gün) başlanarak 1mg/gün dozuna çıkıldı. Hastanın Yale genel tik ağırlığını derecelendirme ölçeğiyle değerlendirilen tiklerinin 1 aylık tedavi sonrasında belirgin azaldığı, kendine zarar verme davranışlarının ise tamamen ortadan kaybolduğu görüldüğünden tedavisine aynı şekilde devam edildi. 80 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Tartışma: TB’deki kendini yaralama davranışlarının sıklığı tam olarak bilinmemektedir (3). TB’ye eşlik eden ciddi ağız ve ağız içi kendini yaralama davranışı gösteren çok az sayıda vaka bildirimi (4,5) bulunmaktadır. Burada, TB’de görülen self mutilatif davranışlar ve tedavisi ile TB’nin geçirilmiş menenjitle olası ilişkisi güncel litaratür ışığında tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Lombroso PJ et al. Tourette's syndrome: a multigenerational, neuropsychiatric disorder. Adv Neurol. 1995;65:305-18. Review. 2. Kenney C et al. Tourette syndrome. AmFamPhysician. 2008;77:651-8. 3. Comings DE, Comings BG. Tourette syndrome: clinical and psychological aspects of 250 cases. Am J Hum Genet. 1985; 37:435-50. 4. Leksell E, Edvardson S. A case of Tourette syndrome presenting with oral self-injurious behaviour. Int J Paediatr Dent. 2005;15:370-4. 5. Woody RC, Eisenhauer G. Tooth extraction as a form of self-mutilation in Tourette's disorder. South Med J. 1986;79:1466. PP-085 FETAL ALKOL SPEKTRUM BOZUKLUKLARI: BİR OLGU SUNUMU VE LİTERATÜRÜN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ Tuba Mutluer, Ayşe Kılınçaslan, S.Salih Zoroğlu İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Fetal Alkol Sendromu (FAS) gebeliğin herhangi bir döneminde alkole maruziyet sonucu ortaya çıkan, spesifik yüz özellikleri, prenatal ve postnatal büyüme geriliği ve merkezi sinir sistemi (MSS) disfonksiyonu bulguları ile karakterize bir hastalıktır. Son yıllarda intrauterin alkolle ilişkili bozukluklar bir spektrum olarak ele alınmakta ve FAS dışında da pek çok klinik tablo tanımlanmaktadır. Fetal alkol spektrum bozukluklarında (FASB) sıklıkla MSS’de yapısal bir patoloji tespit edilemez ve bilişsel, davranışsal ve psikiyatrik bozukluklar gözlenir. FAS’ın aslında buz dağının görünen kısmını oluşturduğu, FASB sıklığının tahmin edilenin çok üstünde olduğu bildirilmektedir. Psikiyatri kliniğine çeşitli nedenlerle başvuran çocukların, gebelik dönemi alkol maruziyetinin sorgulanması bu tanının atlanmaması açısından önemlidir. Olgu Sunumu: 12 yaşında kız hasta, 7. sınıf, kaynaştırma öğrencisi. Kliniğimize ders başarısızlığı ve kaygı şikayetleri ile 6 yaşından beri birlikte yaşadığı halası tarafından getirildi. Babasını bu dönemde kanserden kaybetmiş, annesi ise 20 yıldır psikiyatri kliniğinden kişilik bozukluğu, alkol ve madde bağımlılığı sebebiyle izleniyor. İlk klinik başvurunun altı yaşındayken çabuk unutma, renkleri öğrenememe şikayetleriyle olduğu ve hafif mental retardasyon tanısı ile özel eğitime başlatıldığı öğrenildi. Okul ve evde belirgin unutkanlık, sık eşyalarını kaybetme, ders başında yeterince oturamama, dikkatsiz hatalar yapma şikayetleri halen devam etmekteydi. Kaygıları ise son 1 yıldır daha da artmış, karanlıktan, yalnızlıktan, başarısız olmaktan, yakınlarını kaybetmekten, yaşlanmaktan, şişmanlamaktan korkmaya başlamıştı. Özgeçmişinde, plansız bir gebelik sonrasında 8 aylık ve 850 gr olarak doğduğu, uzun süre küvöz bakımı aldığı öğrenildi. 2 yaşında yürüdüğü, 4 yaşında konuştuğu bildirildi. Annenin gebelik boyunca hemen hergün alkol aldığı, günde 5-6 bira veya bir küçük rakı tükettiği öğrenildi. Hastanın dismorfik yüz görünümü dikkat çekiciydi; kısa palpebral fissürler, ince üst dudak, pitozis, filtrum silikliği, geniş burun köprüsü, düz orta yüz yapısı, mikrognati, mikroftalmi gibi fetal alkol sendromuna özgü bulguları mevcuttu. Öğretmen ve hala tarafından doldurulan formların incelenmesi, psikometrik değerlendirme ve klinik görüşmeler sonucunda hastanın hafif mental retardasyon, DEHB (dikkat eksikliği alt tip), yaygın anksiyete bozukluğu ve fetal alkol sendromu tanılarını karşıladığı görüldü. Tartışma: Burada öğrenme zorlukları, dikkat problemleri ve kaygılar nedeni ile getirilen, öyküsünde prenatal dönemde alkol kullanımı öyküsü olan, tipik yüz görünümlü bir FAS olgusu, FASB sınıflaması içinde ele alınacak, bilişsel ve kognitif özellikleri, sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklar güncel literatür ışığında tartışılacaktır. PP-086 ÇOCUKLUK YAŞ GRUBUNDA BAŞLAYAN PSİKOTİK BELİRTİLERDE AYIRT EDİCİ TANI: BİR OLGU SUNUMU Tuğba Yüksel1, Özlem Özcan1, Birgül Cumurcu2, Şükrü Kartalcı2, Rıfat Karlıdağ2 1 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Anabilim Dalı, Malatya 2 İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Malatya Çocukluk çağındaki psikotik semptomların saptanması psikopatoloji ile yakından ilişkilidir ve psikotik bir bozukluğun işareti olabilir. Şizofreni, şizoaffektif bozukluk, bipolar affektif bozukluk çocuk ve gençlerde görülen psikotik bozukluklar içinde yer alabilir. Çocukluk döneminde görülen ruhsal bozukluklarla ayırıcı tanısının yapılması çocukluk ve ergenlik döneminin gelişimsel özellikleri göz önüne alındığında zor ve uzun zaman alan bir süreçtir. Bu yazıda 8 yaşında psikotik belirtileri başlayan ve 12 yaşında kliniğimize başvuran bir erkek hastada hastalık süreci paylaşılacak ve ayırıcı tanı açısından tartışılacaktır. 81 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-087 ARİPİPRAZOL İNTOKSİKASYONU: OLGU SUNUMU VE LİTERATÜRÜN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ Umut Kaytanlı Tokat Devlet Hastanesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Tokat Giriş: Aripiprazol, 5-HT2A reseptörlerinde antagonist, 5-HT1A ve D2 reseptörlerinde parsiyel agonist olarak etki eden bir atipik antipsikotiktir. Çocuk ve ergenlerde 10-17 yaş aralığında manik ve karma ataklı bipolar I bozukluk, 13-17 yaş aralığında şizofreni ve 6-17 yaş aralığında otistik bozuklukla ilişkili irritabilitenin tedavisinde kullanım izni almış olan aripiprazolün yüksek doz alımını takiben gelişen klinik tablo ve ilgili literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır. Olgu: 13 yaş 4 ay kız ergen, bir erişkin psikiyatri uzmanı tarafından başlanan 2,5 mg/gün aripiprazol tedavisinin dördüncü gününde yaklaşık 125 mg aripiprazol, 12000 mg ibuprofen ve B1-B6-B12 vitamin kompleksi şeklinde 7500 mg B1, 7500 mg B6, 30 mg B12 vitamini alarak intihar girişiminde bulunmuştur. İlaç alımını takiben yaklaşık dördüncü saatte acil servise başvuran hastaya mide lavajı ve aktif kömür uygulanarak hasta genel yoğun bakım servisinde gözlem altına alınmıştır. Takipte sinüs taşikardisi (120-150/dk), tansiyon yüksekliği (150/100 mmHg), halsizlik, baş ağrısı, uykuya dalmada güçlük ve kusma gözlenmiş olup semptomatik tedavi düzenlenmiştir. Olay sonrası 2. günde taburcu edilen hastada 3. gün ortaya çıkan akatizi tariflenmiştir. Hasta 20.02.2012 tarihinde 4. günde olup ayaktan takip altındadır. Sonuç: Yüksek doz aripiprazol alımını takiben gelişen klinik tablo literatür bilgisiyle uyumlu olup konu ile ilgili olgu bildirimlerine ihtiyaç vardır. PP-088 FLUOKSETİN TEDAVİSİ İLE İNDÜKLENEN BİPOLAR AFFEKTİF BOZUKLUK VE KETİAPİN İLE SAĞALTIMI: OLGU SUNUMU VE LİTERATÜR GÖZDEN GEÇİRME Yasemin Taş1, Aslıhan Sayın2, Hande Ayraler Taner1 1 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara 2 Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Bipolar affektif bozukluk (BAB); çökkün ve taşkın duygudurum arasında değişimlerle seyreden, etkilediği bireyi önemli ölçüde psikososyal işlevsellik kaybına uğratan süreğen psikiyatrik bir bozukluktur. Çocukluk çağında BAB %0.5-1 arasında görülmektedir. Yapılan çalışmalarda ergenliğinde depresyon tanısı alan hastaların %25-33’ü en sonunda manik atak geçirdiği saptanmıştır. Son zamanlarda sıklıkla incelenmeye başlanmış, erişkin çağda görülenden bazı klinik farklılıklar gösteren bir durumdur. İrritabilite, duygulanımda labilite, uyku ihtiyacında azalma, hareketlilik artışı, dikkat sorunları, çok konuşma manik atak esnasında sıklıkla görülmektedir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda, çocukluk çağı BAB tedavisinde atipik antipsikotik kullanımının etkinliği tartışılmaktadır. Olgu: 15 yaşındaki erkek hastaya 5 hafta önce dış merkezde depresyon tanısı konularak fluoksetin 20 mg/gün tedavisi başlanmıştır. Polikliniğimize 5 haftalık fluoksetin 20 mg/gün kullanımı sonrası gelişen çok konuşma, irritabilite, hiperaktivite, iştahsızlık ve uykusuzluk şikayetleri ile başvurmuştur. BAB ön tanısıyla 30/11/2011-15/12/2011 tarihleri arasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri servisinde yatarak izlenmiştir. İzleminde fluoksetin tedavisi kesilerek ketiapin başlanmıştır, yavaş titrasyonla artırılarak 150 mg’a çıkılmıştır. Tedavinin 2. Haftasında şikayetlerinde belirgin düzelme gözlenen hasta poliklinikten takip edilmek üzere ketiapin 150 mg/gün tedavisi ile taburcu edilmiştir. Poliklinik takiplerinde hafif depresif belirtileri gözlenen ve gün içinde sedasyondan yakınan hastanın tedavisi ketiapin 200 mg (yavaş salınımlı form) olarak düzenlenmiştir. Tartışma: Bu çalışmada, 15 yaşında depresyon tanısı ile fluoksetin kullanımı sonrası ortaya çıkan bipolar duygu durum bozukluğu olgusundan yola çıkarak, antidepresan tedavisi ile indüklenen BAB klinik özellikleri, ayırıcı tanıda düşünülebilecek klinik tablolar, benzer olgularda sağ altıma yönelik güncel tedavi yöntemleri ve ketiapin tedavisinin etkinliği tartışılmıştır. Sonuç: Çocukluk çağında depresyon ve bipolar depresyon tedavisinde yaygın olarak kullanılan fluoksetin tedavisinin, BAB tanılı veya BAB için olarak yüksek risk grubundaolan çocuk ve ergenlerde manik kayma açısından risk oluşturduğu göz önünde bulundurulmalı ve mümkün olan en düşük dozda kullanılmalı ve ilaç başlandıktan sonra manik kayma açısından yakından takip edilmelidir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda; çocukluk çağında BAB tedavisinde, duygu durumu düzenleyiciler ile atipik antipsikotikler etkinlik ve güvenilirlik açısından karşılaştırılmaktadır. Literatürde, çocukluk çağı BAB tedavisinde, bu olgu ile benzer şekilde ketiapin monoterapisinin etkinliğini gösteren çalışmalar mevcuttur, ancak bu konuda daha ayrıntılı ve kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. PP-089 ÜROLOJİK VE DERMATOLOJİK SEMPTOMLARLA BAŞVURAN BİR OLGUDA YAPAY BOZUKLUK Serkan Şahin, Ahmet Şenses, Saliha Baykal, Seher Akbaş Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun Giriş: Yapay Bozukluk (YB) fiziksel ya da ruhsal yakınmaların amaçlı olarak ortaya çıkarıldığı ve herhangi bir zorlama olmaksızın hasta rolünün benimsendiği bir ruhsal bozukluktur. Hastalık tablosu istemli olarak oluşturulmuş olsa da; bu duruma neden 82 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 olan gereksinim bilinç dışıdır (1). YB’da fiziksel ve psikolojik yakınmaların amaçlı olarak ortaya çıkarılması gerekmektedir. Belirti ve bulguların altında yatan amaç simülasyonda olduğu gibi ekonomik kazanç sağlamak, yasal sorumluluktan kaçınmak ya da daha iyi koşullarda yaşamak değil; yalnızca hasta rolünü benimsemektir (2). Çocuk ve ergenlerde görülen YB özellikle %71 gibi bir oranda kızlarda daha sık görülmektedir (3). Ancak gerçek sıklığının görülenden daha fazla olduğu düşünülmektedir (1). YB ilk olarak erişkin yaş grubunda tanımlanmış olsa da, çocuk ve ergenler de pek çok hastalığı erişkinler kadar iyi taklit edebilmekte ve farklı klinik tablolar üretebilmektedirler (4), (5). Çocuk-ergenlerde YB ile ilgili veriler kısıtlı olduğundan (3), olgumuzun bu yaş grubunda YB ile ilgili bilgilerimize katkıda bulunması amaçlanmaktadır. Olgu: N.Ö., 17 yaşında, kız hasta, lise 2. sınıftan terk. İlk defa 9 yaşında mide bulantısı, ateş yakınmasıyla doktora başvurmuştu. Yakınmaları safra kesesi taşı (kolelitiazis) ile uyumlu olduğu için öncelikle medikal tedavi düşünülmüş ancak fayda görmediği için opere edilerek safra kesesi alınmıştı. İki yıl önce de yan ağrısı, yüksek ateş, hematüri şikayetleri olan hasta, yapılan tetkikleri neticesinde “Nörojen Mesane” ve sağ böbrekte “Vezikoüreteral reflü (VUR)” teşhisi konularak takip edilmekteydi. Hastanın tedavisi devam ederken bu yakınmaları dönem dönem tekrarlamakta olup, sık idrar yolu enfeksiyonu geçirmekte ve bu nedenle sık hastaneye yatış gereksinimleri olmaktaydı. Dış merkezde iki hafta önce suprapubik kateter R (Sistofix ) uygulanan hasta ateş, sık idrar yolu enfeksiyonu, hematüri şikayetiyle fakültemize sevk edilmişti. Bu yakınmalarla Pediatrik Nefroloji bölümü tarafından değerlendirilen hastanın abdominal bölge, yüz, eller, kollar ve bacaklar başta olmak üzere vücudunun farklı bölgelerinde ortaya çıkan ve nedeni saptanamayan lezyonları (sigara yanığını andıran) için yapılan muayene ve tetkikleri sonucunda organik bir patoloji saptanmaması üzerine tarafımıza konsülte edildi. Hasta ile yapılan görüşme sonrasında ayrıntılı değerlendirme ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla psikiyatri servisine yatırıldı. Hastanın kendisi ve ailesinden alınan bilgilere göre, küçük yaşlardan itibaren sık sık hastalandığı, hastalandığı dönemlerde ailesinin ilgisinin arttığı, son iki yıldır vezikoüreteral reflü tanısıyla izlendiği, sık sık hastalığının tekrarladığı ve operasyon planlandığı öğrenildiği. Hastalık dönemlerinde sık hastaneye gittiğini, daha çok evde yatarak zaman geçirdiğini, bu hastane yatışları ve tetkikleri nedeniyle okulunu bıraktığını, abla ve babasının bu hastalık nedeniyle kendisine kötü davrandıklarını, annesinin ise ilgili olduğunu belirtmiştir. Yatış dönemlerinde gayet iyi olduğunu, rahat zaman geçirdiğini, doktoru ile ilişkisinin çok iyi olduğunu belirtmiş doktorunu “abi gibi” diye tanımlamış, “bana kimse onun gibi ilgili davranmadı” şeklinde anlatmıştır. Anneden alınan bilgilere göre; hastanın her gün mutlaka hastaneye uğradığı, “işe gidiyorum” diye çıkıp hastaneye gittiği, hastaneden sekreterlik yapmak için teklif aldığını söylediği, hastane içinde işi olmasa bile gezindiği öğrenilmiştir. Hastamız, doktoruna bağlandığını, onun tayini çıkıp gittiğinde çok üzüldüğünü ve vücudundaki lezyonların bir haftada ortaya çıktığını belirtmiştir. Sonraki doktoru ile arasının iyi olmadığını ve bunalıma girdiğini, birkaç defa ilaç içerek intihar etmek istediğini, moralsizliğinin-keyifsizliğinin olduğunu, yaşamdan zevk alamadığını, sürekli ağladığını, hiçbir şey yapmak istemediğini belirtmiş olup, vücudundaki lezyonlar çıktığı için buraya gönderildiğini söylemişti. Hastanın, hastanede olması, birçok inceleme yapılması ve birçok hastane dolaştıktan sonra halen tedavisinin tam olarak gerçekleştirilememiş olmasıyla ilgili beklenen anksiyete, gerginlik ve sıkıntı hissinin olmadığı gözlemlendi. Aile özellikleri değerlendirildiğinde, diabetes mellitus (DM) olan bir kardeşinin olduğu, ayrıca anne ve babasının hastalığı nedeniyle tükenmişlik yaşadıkları ve ilgi göstermedikleri ve annenin hasta ile sık tartıştığı görüldü. Yatırılarak takip altına alınan hastanın servis izleminde sağlık ekibinden habersiz olarak sondasını çektiği, sonrasında da sondasının ucuna düğüm atarak tekrar mesanesine geri soktuğu gözlemlendi. Ayrıca yüz, uyluk, karın bölgelerinde yeni ortaya çıkan, simetrik tarzda ve vücudunun ulaşılabilir ön yüzünde olan nekrotik lezyonlar görüldü. Serviste yatarken yapılan tekrarlayan görüşmelerde hasta vücudunun farklı bölgelerinde saptanan lezyonların, kendisi tarafından cilt altına “DikloronR (Diklofenak sodyum, analjezik)” enjekte edilerek oluşturulduğunu belirtti. Ayrıca daha önce suprapubik kateterini de sütürlerini kesmek suretiyle- çıkarıp içerisine taş parçacıkları yerleştirdiği ve üretrasından taş gelmesini sağladığı, ayrıca kateterini steril olmayacak şekilde geri takarak hematüri oluşturduğu öğrenildi. Hasta tıbbi durumu stabilize edildikten sonra “Yapay Bozukluk” ve “Depresif Bozukluk” tanılarıyla taburcu edilerek poliklinik takibine alındı. Tartışma: Yapay bozukluk (YB) olgularında bireylerin üç düzeyde hastalık ürettiği belirtilir. İlkinde hastalar bilinen bir tanıyla uyumlu olarak hastalık öyküsü tanımlarken, ikincisinde buna ek olarak hastalık bulgularının taklidini yaparlar, üçüncüsünde ise çeşitli yöntemlerle kendi bedenlerinde patofizyolojik süreçleri yaratma aşamasına geçerler (6). Hastamızda üçüncü aşamada hematüri, idrardan taş gelmesi yakınmaları ile abdominal bölge, yüz, eller, kollar ve bacaklar başta olmak üzere vücudunun farklı bölgelerinde cilt altına -bir çeşit analjezik olan- diklofenak sodyum enjekte etmesi görülmektedir. Hematüri ve üriner sistem enfeksiyon kliniği, YB’lu hastalarda en sık karşılaşılan renal patoloji düşündüren bulgulardır. YB tanısında en önemli ve ilk basamak hastalıktan şüphe duymaktır. Klinik ve laboratuar bulgularında patoloji saptanmayan, şikayeti ile öykü ve muayene bulguları arasında uyumsuzluk olan, sık hastane başvurusuna rağmen tanı konulamamış hastalarda YB tanısı akla gelmelidir (7). Kaynaklar 1. Wang D, Nadiga DN, Jenson JJ. Factitious disorders. In:Kaplan and Sadock's comprehensive textbook of psychiatry 8. baskı . s: 1830-1844. Lippincott Williams and Wilkins, 2005. 2. American Psychiatric Association. Diagnostic and Statistical Manual of the Mental Disorders, 4th ed. Text Revision (DSMIV TR). Washington DC : APA, 2000. 3. Libow JA. Child and adolescent illness falsification. 105(2): 336-342. Pediatrics, 2000. 4. Rosenberg D. Web of deceit: a literature review of Munchausen syndrome by Proxy. 11: 547-563, 1987 : Child Abuse Negl. 83 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 5. Wallach. Laboratory diagnosis of factitious disorders. 154: 1690-1696. Arch Intern Med, 1994. 6. Corney MWP, Brown JP. Clinical features and motives among 42 artifactual illness patients. 56-66. Br J Med Psychol, 1983. 7. Huffman J, Stern T. The diagnosis and treatment of Munchausen’s syndrome. 25:358–363. General Hospital Psychiatry PP-090 ÇOCUK PSİKİYATRİSİ PRATİĞİNDE ARİPİPRAZOL DENEYİMİ Şaziye Senem Başgül İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği Giriş ve Amaç: Aripiprazol pre ve postsinaptik dopamin D2 reseptörünün parsiyel agonisti, D3 reseptörünün güçlü agonistidir. Ayrıca parsiyel serotonin 5-HT1A ve 5-HT2C reseptor agonisti ve serotonin 5-HT2A reseptor antagonistidir. Yan etkilerini histamin H1 reseptörü ve α1 adrenerjik reseptörler üzerinde düşük etkisi olması ve muskarinik reseptörler üzerinde etkisi olmaması azaltmaktadır. Çocuk ve gençlerde aripiprazolün şizofreni, bipolar bozukluk, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, yaygın gelişimsel bozukluk, Tourette bozukluğu, tik bozukluğu ve obsesif kompulsif bozukluğu olan hastalarda etkinliği ile ilgili yayınlar mevcuttur. Çalışmamızda, aripiprazolün çocuklarda kullanımı ile ilgili endikasyon, yanıt ve yan etkilerini, poliklinik verilerini değerlendirerek tartışılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya İstanbul’da bir devlet hastanesi çocuk psikiyatrisi polikliniği’ne Mart 2011-Aralık 2011 arasında başvuran ve aripiprazol kullanımına karar verilen 41 olgu alınmıştır. Olguların klinik tanıları, çocuk psikiyatrisi uzmanı tarafından DSM-IV tanı ölçütlerine göre yapılan yarı yapılandırılmış bir görüşme ile konulmuştur. Verileri toplamak için, Klinik İzlenim Ölçeği (CGI) ve bu çalışma için çocuk psikiyatrisi uzmanı tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi ve takip formu kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 41 olgunun 29’u (%70.7) erkek, 12’si (%29.3) kızdır. Olguların yaşı 106-241 aydır. Ortalama yaş ise 173.8±31.1 ay olarak bulunmuştur. Vakalara konulan tanı ve eştanıların dağılımı şu şekildedir; 19 çocukta mental retardasyon (46,4), 13 çocukta otizm (%31,7), 9 çocukta davranım bozukluğu (%21,9), 9 çocukta obsesif kompulsif bozukluk (%21,9), 8 çocukta dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (%19,5), 6 çocukta bipolar bozukluk (%14,9), 4 çocukta depresyon (%9.8), 1 çocukta tik bozukluğu (%2,4) ve 1 çocukta kişilik bozukluğu (%2,4). Ariprazol en düşük 2.5 mg/gün başlanmış, en fazla 20 mg/gün doza çıkılmıştır. Ortalama doz 10 mg/gün olarak kullanılmıştır. Ortalama olarak CGI başlangıçta 5 puan iken, tedavi takibinde 2 puana düşmüştür. Sonuç: Çocuklarda ve ergenlerde görülen birçok ruhsal bozukluğun tedavisinde aripiprazol etkin ve güvenilir bir antipsikotik seçeneği olabilir. Bu konuda randomize, plasebo kontrollü, geniş örneklemli çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır. PP-091 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU ALT TİPLERİNDE ANKSİYETE BELİRTİLERİNİN DAĞILIMI Neşe Perdahlı Fiş, Esengül Kayan, Duygu Murat, Onur Tuğçe Poyraz, Mustafa Yasin Irmak, Ayşe Büyükdeniz, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocuk ve ergenlerin %3-10’unu etkileyen, nörogelişimsel bir bozukluktur (1). Ana belirti kümeleri dikkati odaklama ve sürdürme sorunları, dürtüsellik ve aşırı hareketlilik olarak tanımlanan DEHB, DSM-IV’te bu belirti kümelerinin baskınlığına göre 3 alt tipe ayrılmaktadır: 1) Dikkat Eksikliği Baskın Tip (DE), 2) Hiperaktivite-Dürtüsellik Baskın Tip (HA) ve 3) Bileşik/Karma Tip. DEHB’nda eş tanı alma sıklığı %46-68 olarak bildirilmekte ve en sık birliktelik gösteren durumlar Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu (KOKGB), Davranım Bozukluğu (DB), Özgül Öğrenme Güçlüğü, Depresyon ve Anksiyete Bozuklukları olarak sıralanmaktadır (3). Diğer yandan kaygı ve korku çocukluk çağının en sık görülen ruhsal yakınmalarıdır (4). Kaygı ve korkuların ön planda olduğu sorunlar çocuk ve ergenlerde belirli yaşam dönemlerinde ortaya çıkan çocuğun gelişimsel düzeyine uygun kaygı durumlarından; Ayrılık Kaygısı Bozukluğu, Yaygın Anksiyete Bozukluğu, Sosyal Anksiyete Bozukluğu, Panik Bozukluk ve Basit Fobi gibi psikiyatrik tablolara kadar uzanan geniş bir yelpazede karşımıza çıkabilmektedir. Pliszka ve arkadaşları çocukluk çağındaki populasyonun %5-15’nin herhangi bir anksiyete bozukluğu tanısı aldığını ve bu oranın DEHB tanısı alan çocuklarda %15-35’e kadar arttığını belirtmektedir (5). Amaç: Bu çalışmada, anksiyete belirtilerinin DEHB alt tipleri arasındaki dağılımının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’nde DSM-IV’e dayalı klinik görüşme ile DEHB tanısı ve alttipleri belirlenen 113 çocuk ve ergenin sosyodemografik verileri, Çocukluk Çağı Kaygı Bozuklukları Özbildirim Ölçeği (KAYBÖ) Çocuk ve Ebeveyn Formları değerlendirmeye alındı. Sonuç: Çalışma 7-15 yaş arası 113 çocuk ve ergeni kapsamaktaydı. Yaş ortalamaları 10.52±1.84 yıl idi. Erkekler grubun çoğunluğunu (%71.7, n= 81/113) oluşturmaktaydı. Alt tiplerine göre tanıların dağılımı; Bileşik (n=75), DE (n=35), HA (n=3) şeklindeydi. HA alt tipindeki 3 olgu Bileşik tip içine dahil edilerek DE ve Bileşik tipler arasında anksiyete belirtilerinin dağılımı karşılıştırıldı. KAYBÖ alt ölçeklerine bakıldığında Somatik/Panik ve Yaygın Anksiyete alt ölçek puanlarında iki grup arasında fark saptandı. Bileşik alt tipte ebeveynlerin doldurduğu ölçekte Somatik/Panik (p=0.022) ve Yaygın Anksiyete (p= 0.043) alt 84 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 ölçek puanları ile çocukların doldurduğu özbildirim ölçeğinde Somatik/Panik (p=0.006) alt ölçek puanları istatistiksel olarak daha yüksek bulundu. Yorum: DE ve Bileşik alt tiplerinin kimi özellikler açısından birbirlerinden farklı olduklarına dair yazın bilgisi mevcuttur. Örneğin, Bileşik alt tipte KOKGB ve DB eştanısı alma oranlarının daha fazla olduğu (6), DE olgularının daha çok kızlardan oluştuğu (7) ve daha sıklıkla Özgül Öğrenme Güçlüğü eş tanısı (8) aldıkları belirtilmektedir. Ek olarak; DE alt tipindeki çocukların daha fazla anksiyete belirtileri ve emosyonel regulasyon sorunları gösterdiklerini ifade eden bazı çalışmalara (5, 9) rastlanılmakla birlikte bu çalışmada özellikle Somatik/Panik ve Yaygın Anksiyete belirtilerinin Bileşik alt tipinde daha yoğun olduğu saptanmıştır. Bu farklılığın, özbildirime dayanan ölçekler kullanılarak anksiyete belirtilerinin taranmış olması nedeniyle ortaya çıkmış olabileceği düşünülmüştür. İleride planlanacak çalışmalarda anksiyete bozuklukları bağlamında alt tipler arasındaki klinik farklıları daha iyi ortaya koyabilmek için, örneklem sayısının arttırılıp yarı yapılandırılmış görüşme tekniklerinin kullanılması uygun olacaktır. Kaynaklar 1. Goldman L, Genel M, Bezman R, Slanetz P. (1998) Diagnosis and treatment of attention-deficit/hyperactivity disorder in children and adolescents. JAMA 279:1100–1107 2. Amerikan Psikiyatri Birliği (1995) Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı, dördüncü baskı (DSM-IV) (Çev.ed.: E Köroğlu) Hekimler Yayın Birliği, Ankara. Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (4th ed) (DSM-IV). Washington DC: APA, 1994 3. Schatz DB, Rostain AL (2006) ADHD with comorbid anxiety: A review of the current literature. J of Att Dis. 10 (2): 141-149. 4. İnal Emiroğlu N, Baykara B (2008) Yaygın Anksiyete Bozukluğu, Panik Bozukluğu, Özgül Fobi, Sosyal Fobi . Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Temel Kitabı içinde, F. Çuhadaroğlu Çetin, B. Pehlivantürk, F. Ünal, R. Uslu, E. İşeri, T. Türkbay, A. Coşkun, S. Miral, N. Motavallı (ed.) Hekimler Yayın Birliği, Ankara, s:320-329. 5. Pliszka SR, Carlson C, Swanson JM (1999). ADHD with comorbid disorders: Clinical assessment and management. Guilford, New York. 6. Faraone SV, Biederman J, Weber W, Russell RL (1998) Psychiatric, neuropsychological, and psychosocial features of DSMIV subtypes of 7. Grizenko, N., Paci, M., & Joober, R. (2010). Is the inattentive subtype of ADHD different from the combined/hyperactive subtype? Journal of Attention Disorders, 13(6), 649-657. (2010)... 8. Weiss, M., Worling, D., & Wasdell, M. (2003). A chart review study of the inattentive and combined types of ADHD. J of Att Dis., 7, 1–9. (2003) 9. Maedgen JW, Carlson CL (2000) Social functioning and emotional regulation in the attention deficit hyperactivity disorder subtypes. J Clin Child Psychol 29:30–42 PP-092 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE DEĞERLENDİRİLEN OLASI İNTERNET BAĞIMLISI ERGENLERİN OLASI OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK VE DÜRTÜSELLİK DÜZEYLERİNİN ARAŞTIRILMASI: OLGU KONTROL ÇALIŞMASI Evrim Aktepe1, Selma Tural Hesapcıoğlu2, Yonca Sönmez3 1 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Isparta 2 Muş Devlet Hastanesi, Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, Muş 3 Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Halk Sağlığı Anabilim Dalı, Isparta Amaç: Olası internet bağımlısı olan ergenlerde kontrol grubuyla karşılaştırmalı olarak olası obsesif kompulsif bozukluk ve dürtüsellik düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmanın bir diğer amacı da olası internet bağımlısı olan grupta olası obsesif kompulsif bozukluk ve dürtüsellik düzeyleri ile yaş ve cinsiyet değişkenleri arasındaki ilişkilerin değerlendirilmesidir. Yöntem: Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Muş Devlet Hastanesi Çocuk-Ergen Psikiyatrisi Polikliniklerine başvuran ergenlere internet bağımlılığı ölçeği uygulanmıştır. Olası internet bağımlılığı tespit edilen 112 ergen olgu grubunu oluşturmuştur. Olası internet bağımlısı olmayan, olgu grubu ile cinsiyet açısından birebir ve yaş açısından benzer 112 ergen kontrol grubu olarak alınmıştır. Olgu ve kontrol gruplarına Leyton Obsesyon Envanteri-Çocuk Versiyonu ve Minnesota Çok Yönlü Kişilik Envanteri- Dürtüsel Davranışlar Alt Ölçeği uygulanmıştır. Sonuç: Olgu grubunun dürtüsellik düzeylerinin kontrol grubuna göre anlamlı oranda yüksek olduğu saptanmıştır. Olası internet bağımlısı olan ergenlerdeki dürtüsellik düzeyleri yaş ve cinsiyet değişkenlerinden etkilenmemektedir. Olası obsesif kompulsif bozukluk varlığı açısından olgu ve kontrol grupları arasında anlamlı farklılık saptanmamıştır. Olası internet bağımlısı olan ergenlerdeki olası obsesif kompulsif bozukluk varlığı yaş ve cinsiyet değişkenlerinden etkilenmemektedir. Yorum: İnternet bağımlılığı açısından risk altındaki bireyleri saptamak koruyucu önlemlerin gelişimi açısından önemlidir. Olası internet bağımlılarının bağımlılık gelişimi açısından hedef grup olduğu bildirilmektedir. Dürtüsel ergenlerin saptanması ve internet kullanımları ile ilgili gerekli önlemlerin alınması bu grupta olası bağımlılık düzeyinden bağımlılığa geçişi önleyebilir. 85 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-093 ÇOCUKLUK ÇAĞI OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUKTA MANNOZ BINDING LECTIN GEN POLİMORFİZMİ; ÖN SONUÇLAR 1 2 1 1 2 1 Gonca Gül Çelik , Didem Arslan Taş , Ayşegül Yolga Tahiroğlu , Ayşe Avcı , Eren Erken , Perihan Ray Çam 1 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adana 2 Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahiliye Romatoloji Bilim Dalı, Adana Amaç: Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) çocukların %1-3 ünü etkileyen nörobiyolojik kökenli bir rahatsızlıktır. Bozuklukla ilişkilendirilen çevresel etkenler yanında polimorfizme varan genetik çalışmalar sorumlu tutulmakla birlikte etyoloji henüz yeterince aydınlatılamamıştır. Otoimmün mekanizmaların rol oynadığı düşünülen PANDAS hastalığında, MBL genindeki polimorfizmi henüz literatürde araştırılmamıştır. Bağışıklık sisteminde innate yanıtta önemli olan MBL yolağının pediatrik Obsesif Kompulsif Bozukluk patogenezinde rol oynaması muhtemeldir. Bu araştırmada çocukluk çağı obsesif kompulsif bozuklukta A grubu Beta Hemolitik Streptokok ilişkili ya da ilişkisiz olarak “mannoz binding lectin” (MBL-2) gen polimorfizminin sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Yöntem: MBL p52, p54,p57 ve PN44CA kodonlarındaki dizi analizi ile elde edilen mutasyonların PANDAS ilişkili ve PANDAS olmayan OKB grupları ve sağlıklı kontrol olmak üzere 3 grup arasında karşılaştırıldı. Veriler SPSS 16.0 paket programı ile değerlendirildi. Bulgular: Toplamda 103 OKB hastası ve 60 sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. 103 OKB hastasının 77’si (%74.8) PANDAS; 26’sı (%25.2) PANDAS olmayan OKB olgusuydu. 103 hastanın 33’ünde (%32) karşılık 60 sağlıklı kontrol olgusunun 8’inde (%13.3) p54 mutasyonu bulunmaktaydı. (p=0.008) Diğer kodonlardaki mutasyonlarda ise çalışma grubu ve sağlıklı kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamadı (p>0.05). OKB grubundaki olguların yakınlarında kollajen doku hastalığı öyküsü kontrol grubunun yakınlarından anlamlı biçimde daha fazlaydı (sırasıyla %39 ve %5; p=0.0001). Sonuç: Bu çalışma literatürde çocukluk çağı OKB’de MBL-2 geni ile ilişkili immün etyolojiyi aydınlatmaya yönelik yapılan ilk araştırmadır. Özellikle ailede kollajen doku öyküsünün bulunması hastaların ayırıcı tanı ve tedavi aşamalarına önemli katkı sağlayacağı düşünülmektedir. PP-094 BEBEKLİK VE ERKEN ÇOCUKLUK DÖNEMİ SOSYAL İLETİŞİM ALAN TARAMA TESTİ’NİN BAYLEY III GELİŞİM DEĞERLENDİRME TESTİ İLE TAKİP ÇALIŞMASI Nilcan Kuleli Sertgil1, Esra Devecioğlu2, Emine Eraslan2 1 012 Gelişim ve Eğitim Merkezi 2 İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı Enstitüsü Giriş: Bebeklik ve erken çocukluk döneminde gelişimsel sorunlar yeteri kadar tespit edilememektedir. Bu dönem içerisinde doğru ölçeklerin kullanılması ile gelişimsel sorunların erken tespiti ile erken müdahale imkanı sağlanmakta, beraberinde birey için daha olumlu bir gelecek imkanı sağlanabilmektedir. Çalışmanın amacı bebeklik ve erken çocukluk döneminde gelişimsel risk taşıyan çocukların belirlenebilmesi için ülkemizde geliştirilen Sosyal İletişim Alan Tarama Testi (SİATT) ‘nin BAYLEY III Gelişim Değerlendirme Testi (Bayley III GDT) ile karşılaştırma ve takip çalışmasının yapılması ve SİATT’ın yordama özelliğinin incelenmesidir. Yöntem: Araştırma İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Enstitüsünde gerçekleşmiştir. Çalışma örneklemini SİATT’ın geliştirilme aşamasında 06-24 ay arası bebek ve çocukların norm değerlerinin belirlendiği çalışma grubu içerisinde gelişimsel olarak “riskli” veya “normal” olarak değerlendirilen çocuklar arasından seçkisiz olarak seçilen 35 çocuk oluşturmaktadır. SİATT uygulaması üzerinden 18 ile 31 ay sonra 35 çocuğa Bayley III GDT verilmiştir. Sonuçlar: Çalışmaya katılan 6-24 ay arası 35 çocuk içerisinden, SİATT ‘a gore gelişimsel olarak riskli değerlendirilen 23 çocuğun 22 tanesi Bayley III (gözden geçirilmiş normlara) GDT’ne gore gelişimleri anormal, SİATT’a gore gelişimsel olarak normal değerlendirilen 13 çocuğun ise 8 tanesinin gelişimleri Bayley III (gözden geçirilmiş normlara) GDT ‘ne gore anormal olarak belirlenmiştir. Tüm yaş gruplarında SİATT’ın duyarlılık oranı %73, özgüllük oranı % 83 iken, bu oran 12-24 ay arası yaş grubunda hem duyarlılık hem de özgüllük oranı için % 80 dir. SİATT’ın tüm yaş gruplarında pozitif yordama değeri % 95, yanlış pozitif oranı %16, yanlış negatif oranı ise %26 dır. 12-24 ay arası yaş gruplarında pozitif yordama değeri % 94,yanlış pozitif ve yanlış negatif oranı ise % 20 dir.. Tartışma: SİATT, 6 ile 24 ay yaş grubu çocukların sağlıklı çocuk izlemlerinde ve çocuklar ile çalışan diğer uzmanlar tarafından gelişimin değerlendirilmesini ve olası gelişimsel risklerin belirlenebilmesini sağlayan psikometrik özellikleri yüksek ve ileriye dönük yordayıcı özelliği güçlü olan bir testtir. SİATT ile gelişimsel olarak riskli değerlendirilen çocukların doğrudan yakın takibe alınarak aileye destek verilmesi, gerekli durumlarda doğrudan erken destek programlarına alınması, normal olarak değerlendirilen çocukların ise iki yaşına kadar belirli aralıklarla takip edilmeye devam edilmesi önerilmektedir. 86 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-095 TİP 1 DİYABETLİ ÇOCUKLARDA BENLİK SAYGISI VE PSİKOPATOLOJİ A. Uzun¹, E. Ç. Fettahoğlu¹, Ş. Şimşek², E. Özatalay¹, E. Durmaz³, İ. Bircan³ ¹Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Antalya ²Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Diyarbakır ³Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi Anabilim Dalı, Antalya Amaç: Bu araştırmada Tip 1 Diyabetis Mellitus’lu (DM) çocuklarda ruhsal sorunların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya Tip 1 DM tanılı 8-12 yaş arasında 52 gönüllü çocuk ile bilinen bir tıbbi veya psikiyatrik hastalık öyküsü bulunmayan, yaş ve cinsiyet açısından hasta grubuyla eşleştirilmiş 54 sağlıklı çocuk dahil edildi. Çocuklara K-SADS-PL, PiersHarris Çocuklarda Öz-Kavramı Ölçeği (PHÖKÖ), Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği (RBSÖ) ve sosyodemografik bilgi formu uygulandı. Anne- baba ve öğretmenlerinden çocukları için Güçler-Güçlükler Anketi’ni (GGA) doldurmaları istendi. Sonuç: DM’li çocukların ortalama yaşları 9.79 ±1.34 yıl, %55.8’i erkek (n= 29), hastalık süreleri 4,2 ±2,2 yıldı. Kontrol grubunun ise yaş ortalaması 9,69 ±1,35 yıl, ve %55,6’sı (n=30) erkekti. DM’li çocukların % 59.6’sında (n=31), sağlıklı çocukların %51.9’unda (n=28) en az 1 psikiyatrik bozukluğun olduğu saptandı (p>0.05). DM’li çocuklarda sadece anksiyete bozukluklarının sağlıklı yaşıtlarına göre daha sık olduğu görüldü (p<0.01) Sağlıklı çocuklarla diabetik çocuklar arasında PHÖKÖ ve RBSÖ puanları açısından farklılık bulunmadı (p>0.05). GGA’de DM’li çocukların anne ve öğretmenleri daha yüksek düzeyde akran sorunları olduğunu, babaları ise daha fazla oranda davranış ve akran sorunları olduğunu bildirmişlerdi (p<0.05). Ayrıca DM’li çocukların baba ve öğretmenleri sosyal davranış ve uyumlarının daha kötü olduğunu tanımlamışlardı (p<0.05). Psikiyatrik tanı alan DM’li çocukların HbA1C düzeyi psikiyatrik tanı almayanlara göre daha yüksek olduğu saptandı (p<0.05). Yorum: Bu çalışmada DM’li çocuklarda sağlıklı yaşıtlarına göre anksiyete bozukluklarının daha sık görüldüğü belirlenmiştir. Ayrıca psikiyatrik tanı alan DM’li çocuklarda glisemik kontrolün göstergesi kabul edilen HbA1C değerinin yüksek bulunmuştur. Bu iki bulgu birlikte ele alındığında Tip 1 DM’li çocuklarda ruhsal sorunların hastalığın tedavisini olumsuz etkileyebileceği ve uzun dönemde komplikasyonlara yol açabileceği öngörülebilir. Bu nedenle DM’li çocuklarda ruhsal sorunların taranması ve gerekli müdahalelerin uygulanması önerilir. PP-096 EPİLEPSİSİ OLAN ÇOCUKLARDA PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR VE PSİKİYATRİK BOZUKLUKLARIN YAŞAM KALİTESİ ÜZERİNE ETKİSİ Mehmet Çolak, Ayla Soykan Aysev, Belgin Üstün Güllü Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Amaç: Bu çalışmada; epilepsisi olan çocuklarda psikiyatrik bozuklukların yaşam kalitesi üzerine etkisinin araştırılması ve çocuğun yaşam kalitesi düzeyi ile annenin psikiyatrik belirtileri arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmaktadır. Yöntem: Araştırma grubu, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı’na başvuran, 8-11 yaşları arasında, en az 6 aydır epilepsi tanısı ile izlenen 31 çocuk ve annelerinden oluşmuştur. Kontrol grubu, bir ilköğretim okuluna devam eden, 8-11 yaşları arasında, 30 çocuk ve annelerinden oluşmuştur. Hasta ve kontrol grubundaki çocuklara ÇGDŞ-ŞY uygulanarak DSM IV tanı kriterlerine göre psikiyatrik tanıları belirlenmiştir. Çocuklara; Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ Çocuk Formu), Çocuk Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocuk Durumluk Sürekli Kaygı Envanteri (ÇDSKE) ölçekleri uygulanmıştır. Annelere; ÇİYKÖ Annebaba Formu, Durumluk Sürekli Kaygı Envanteri (DKSKE), Ruhsal Belirti Tarama Listesi (SCL-90-R) ve Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) uygulanmıştır. Sonuç: Epilepsi grubunda kontrol grubuna göre daha yüksek oranda psikiyatrik bozukluk saptanmıştır ancak fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır (p=0,05). ÇDÖ puanlarının epilepsi grubunda anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır. Anne SCL-90-R, Öfke ve Düşmanlık alt ölçeği puanı epilepsi grubunda anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur. ADÖ Genel İşlevsellik alt ölçek puanları epilepsi grubunda anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. ÇİYKÖ puanlarının değerlendirilmesi sonucunda; Epilepsisi olan çocuklarda yaşam kalitesinin fiziksel sağlık, psikososyal sağlık ve toplam yaşam kalitesi alanlarında kontrol grubuna göre anlamlı şekilde bozulmuş olduğu saptanmıştır. Epilepsi grubunda, psikiyatrik bozukluğu olan olgularda yaşam kalitesinin psikososyal sağlık ve toplam yaşam kalitesi alanlarında psikiyatrik bozukluğu olmayan olgulara göre anlamlı şekilde bozulmuş olduğu saptanmıştır. Çocuktaki kaygı, depresyon belirtileri, annedeki psikiyatrik belirtiler ve aile işlevleri ile yaşam kalitesi arasında anlamlı ilişkili bulunmuştur. Tartışma: Bu sonuçların ışığında, epilepsisi olan çocuklarda psikiyatrik problemlerin sık görüldüğü ve psikiyatrik bozuklukların yaşam kalitesini etkilediği söylenebilir. Ayrıca yaşam kalitesinin aile özellikleriyle ilişkili olduğu saptanmıştır. Epilepsisi olan çocukların izleminde psikiyatrik bozuklukların tedavisi ve ailenin tedaviye katılması çocukların yaşam kalitesini olumlu yönde etkileyecektir. 87 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-097 BİPOLAR DUYGUDURUM BOZUKLUĞU OLAN BİR EBEVEYN İLE YAŞAMAK ERGENLERİN RUHSAL SAĞLIKLARINI NASIL ETKİLİYOR? M. Erkan, S. Gençoğlan, E. Özatalay, E. Ç. Fettahoğlu Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Antalya Giriş: Bu araştırmada, anne ya da babalarında bipolar duygudurum bozukluğu (BDB) olan ergenlerin ruhsal durumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri AD Duygudurum Bozuklukları polikliniğinde takip edilen hastaların kayıtları incelenmiş ve 12-17 yaşları arasında çocuğu olanlarla görüşülerek çalışmaya katılmayı kabul eden 25 gönüllü ergen araştırmaya alınmıştır. Araştırmaya dahil edilme kriterleri sadece bir ebeveynde BDB tanısının olması, ergende tıbbı hastalık öyküsünün ve zihinsel gelişim geriliğinin olmamasıdır. Kontrol grubu olarak ise aynı yaş grubunda olan ve ebeveynlerinde herhangi bir psikiyatrik hastalığı olmayan 28 gönüllü ergen alınmıştır. Araştırmaya katılan bütün ergenlere; sosyo-demografik veri formu verilmiş ve K-SADS uygulanmıştır. Araştırma grubundaki hasta olmayan ebeveyne ve kontrol grubundaki her iki ebeveyne SCID-I uygulanarak psikopatoloji dışlanmıştır. Bulgular: Araştırma grubunun ortalama yaşı 14.2±1.73 yıldı ve %60 ‘ı (n=15) erkekti. Kontrol grubunda ise ortalama yaş 14.2±1.72 yıl ve %53.6 ‘sı (n=15) erkekti. BDB’li ebeveyni olan ergenlerde (n=12, %48), kontrol grubuna göre (n=5, % 18) daha yüksek oranda psikopatoloji olduğu saptanmıştır (p<0.05). Araştırma grubundaki ergenlerde görülen ruhsal bozukluklar: depresyon (n=4, % 16), anksiyete bozukluğu (n=3, %12), BDB (n=1, %4), DEHB (n=2, %8), davranım bozukluğu (n=2, %8), tik bozukluğu (n=1, %4), madde kullanım bozukluğu (n=2, %8), enürezis noktürna (n=2, %8) tanılarıdır. Kontrol ergenlerde ise; depresyon (n=1, %3.6), anksiyete bozukluğu (n=3, %10.7), DEHB (n=1, %3.6) saptanmıştır. Her iki gruptaki tanılar teker teker karşılaştırıldığında ise iki grup arasında istatistiksel olarak bir fark saptanmamıştır (p>0.05) Sonuç: Bu araştırmada, ebeveynlerinden birinde BDP olan ergenlerde daha yüksek oranda psikiyatrik bozuklukların görüldüğü saptanmıştır. BDB olan kişilerin çocukları olasılıkla hem genetik açıdan hem de ciddi ve kronik gidişli bir ruhsal hastalığı olan ebeveynle birlikte yaşamanın yarattığı psikososyal etkiler nedeniyle yüksek risk altındadırlar. Bu nedenle BDB’li hastaların çocuklarının da olası ruhsal sorunlar açısından değerlendirilmesi koruyucu hekimlik açısından önemlidir. Anahtar Kelimeler: Bipolar Bozukluk, Psikopatoloji, Ergenlik, Ebeveyn PP-098 CİNSEL FARKLILAŞMA SORUNU: BİR OLGU SUNUMU Mehmet Çolak, Birim Günay Kılıç Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Cinsel Farklılaşma Sorunu (CFS) dış genital organların gelişiminin olağandışı olması ve bu durumun cinsiyet belirlenmesinde sorun oluşturması anlamına gelmektedir. CFS’ye neden olan durumlar, bireyin dış genital organlarının normal dişi veya erkek görünümümden farklı olmasına ve ikincil cinsiyet özelliklerinin çocuğun yetiştirildiği cinsiyetten beklenene göre farklı gelişmesine yol açar. CFS çocuğun hangi cinsiyette yetiştirileceğine ilişkin belirsizliğe neden olur, anne babanın tutumlarını etkileyebilen bu belirsizlik, çocuğun kişilik gelişimini olumsuz etkileyebilir. Olgu: M, 12 yaşında, 8. Sınıf öğrencisidir. Abisinde CFS olması ve M’nin sert davranışları nedeniyle aile hastaneye başvurmaya karar vermiştir. 2008 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinolojisi bölümüne başvuran olguya, 46 XY CFS (5 Alfa Redüktaz Eksikliği) tanısı konmuş ve cinsel kimlik gelişiminin değerlendirilmesi için kliniğimize yönlendirilmiştir. Kliniğimizde 2008 yılında yapılan ilk değerlendirmede, M’nin kız olarak yetiştirildiği, kendisini kız olarak tanımladığı, cinsiyet rol davranışlarında erkeksi öğeler olmakla birlikte kız cinsiyeti ile uyumlu olduğu görülmüş ve cinsel kimlik gelişimi yönünden izlem önerilmiştir. Mayıs 2011’de yapılan ikinci değerlendirmesinde, M’nin sesinin kalınlaştığı fiziksel gelişiminin maskülen yapıda ilerlediği saptanmıştır. Cinsel kimlik algısına dair daha önceki duygu ve düşüncelerinde değişmeler ve belirsizlikler yaşadığı ve bu nedenle yoğun kaygı duyduğu, cinsel kimlik arayış sürecini bastırdığı gözlenmiştir. Daha önce kendisini daha yakın hissettiği kız cinsiyetinden uzaklaştığı, erkek cinsiyetine daha yakın hissettiği ve erkek cinsiyet rol davranışlarının belirginleştiği anlaşılmıştır. 7 ay sonra Aralık 2011’de yapılan son görüşmede, cinsel kimlik özelliklerinin tümüyle erkek cinsiyetine uygun olduğu, cinsiyet rollerindeki erkeksi öğelerin daha da belirginleştiği saptanmıştır. Erkek dış genital yapının oluşturulması için operasyon geçirmek istediği öğrenilmiştir. Ayrıca ailenin erkek cinsiyetine uygun olarak tavır sergiledikleri anlaşılmıştır. Ankara Üniversitesi Cinsiyet Belirleme Etik Komisyonu’nda değerlendirilmiş ve M’nin erkek cinsel kimliği yönünde gelişiminin netleşmesi nedeniyle uygun medikal ve cerrahi yaklaşımların başlatılabileceği kararlaştırılmıştır. Tartışma: Sunduğumuz bu olguda, kız cinsiyetinde yetiştirilmesine karşın ergenlik döneminde cinsiyet tercihinin değiştiği saptanmıştır. CFS tedavisinde, bireyin kendisi durumunu tümüyle anlayıp onay veremeyeceği durumda cerrahi girişimin yapılmaması ve genital anatomideki değişikliklerin çocuğun cinsiyet tercihleri belli olduktan sonra, kendi iznine dayalı olarak yapılması gerektiği gerçeği bir kez daha ortaya konmuştur. 88 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-099 GİYSİ VE/VEYA İÇ ÇAMAŞIRI GİYMEK İSTEMEME YAKINMALARI OLAN DÖRT ÇOCUK OLGUNUN DEĞERLENDİRİLMESİ 1 1 2 2 Işık Görker , Güçlü Ayaz , Nil Banu Bahadırlı , Öznur Hastarla 1 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Edirne 2 Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Edirne Bu olgu bildiriminde, giysi ve /veya iç çamaşırı giymek istememe yakınmaları ile Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine başvuran 1 erkek ve 3 kız çocuğu olmak üzere 4 olgunun, yakınma öyküleri, tanısal değerlendirmeleri ve tedavi süreçleri ele alınmış ve yapılan değerlendirilmeleri sunulmuştur. PP-100 OTİSTİK BİREYLERDE FENOTİPİK ÖZELLİKLER: 2D/4D PARMAK ORANLARI, SAÇ DÖNERİ VE EL, AYAK, GÖZ DOMİNANS ÖZELLİKLERİ Funda Aksu¹, Burak Baykara², Canem Ergin², Candan Arman¹ ¹ Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İzmir ² Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Giriş: Otistik Bozukluk (OB) Yaygın gelişimsel bozukluklar (YGB), içinde yer alan, çoklu gen kalıtımının rol oynadığı ve intrauterin dönemden başlayarak beyin gelişiminin belirgin biçimde bozulduğu gelişimsel bir bozukluktur. Yapılan çeşitli çalışmalar, gelişmekte olan beynin prenatal dönemde yüksek testosteron düzeylerine maruz kalmasının OB’nin etiyopatogenezinde rol oynayabileceğini bildirmektedir. Her iki eldeki ikinci parmak ve dördüncü parmak uzunlukları ve oranı (2D:4D) fetal testosteron aktivitesiyle şekillenmektedir. Fetal testosteron (FT) etkisiyle eldeki dördüncü parmak ikinci parmağa göre göreceli olarak daha fazla uzamaktadır. FT düzeyleri yüksek olduğunda 2D:4D oranları da düşük olarak ölçülmektedir. Embriyonik dönemde beyin gelişiminin kusurlarını gösteren bir takım belirteçler belirlenmiştir. Hemisfer lateralizasyon kusurları, minör nörolojik sorunlar, saç şekillenme kusurları bunlara örnektir. Hemisfer lateralizasyonu ile saç dönerinin biçimlenmesi birbirleriyle ilişkilidir. Saç döneri yapısı, sinir sistemi ile aynı germ yaprağından gelişmektedir. Saç döneri, intrauterin yaşamda 10. ve 16. haftalar arasında gelişir, biçimi, sayısı ve yerleşimi ile birçok nörogelişimsel bozuklukların ilişkisi vardır. Literatür incelendiğinde, saç dönüş anomalileri, el tercihi, 2D:4D oranları ve OB ilişkisiyle ilgili, herhangi bir kanıta ve çalışmaya rastlanmamıştır. Bu amaçla; bu çalışmada otistik bireyler, yaşla eşleştirilmiş sağlıklı kontrollerle karşılaştırılarak; her iki grupta 2D:4D oranları, saç döner yapısı ve el, ayak ve göz tercihlerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: 2007-2010 yılları arasında, DEÜ Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’nde ayaktan tedavi gören 4-18 yaş aralığında, DSM-IVTR’ye göre otistik bozukluk tanısı almış 41 erkek hasta çalışmaya alınmıştır. Okul çağındaki 4-18 yaş aralığındaki kızların saçlarının uzun olması nedeniyle; saç döner biçimlerinin ve sayılarının belirlenmesinde güçlük yaşanacağı düşünülerek çalışma ve kontrol grubu için yalnızca erkeklerin çalışmaya katılması planlanmıştır. Otistik bozukluğun etiyolojik nedeni olabilecek nörolojik hastalık ve kafa travması öyküsü bulunan olgular çalışmadan dışlanmıştır. DEÜ Tıp Fakültesi Genel Pediyatri polikliniğine başvuran 4-18 yaş aralığındaki 104 erkek olgu arasından çalışmaya katılmayı kabul eden ve ölçütleri karşılayan 33 sayıda erkek çocuk, ayrıca İzmir ili Balçova ilçesine bağlı bir ilköğretim okulunun öğrencileri olan 7-13 yaş aralığındaki, içleme ölçütlerini karşılayan 88 erkek çocuk da kontrol grubuna eklenmiştir. Kontrol grubu 4-18 yaş aralığında toplam 121 erkek olgudan oluşmaktadır. Otistik bozukluk tanısı, klinik görüşme sonucunda DSM-IVTR otistik bozukluk tanı ölçütlerine göre ve ÇODÖ (Çocukluk Otizmi Değerlendirme Ölçeği) uygulanarak konmuştur. Öğrencilerin önce her iki elinin işaret ve yüzük parmakları, metakarpofalangeal eklemin volar yüzündeki proksimal kıvrımdan, parmak ucuna kadar 0,01 mm’ye duyarlı dijital kumpas (Mitutoyo, Japan) ile ölçülmüş, işaret parmağın uzunluğunun, yüzük parmağın uzunluğuna oranı belirlenmiştir. Çalışmaya katılmayı kabul eden; ancak osteoartirit, yapısal deformite, ele ait yaralanma, travma ve kırık öyküsü olan öğrenciler, çalışma dışı bırakılmıştır. Olgu ve kontrol grubunda nasion, inion ve vertebra prominens’in (7. servikal vertebra) çıkıntılı noktası bulunduktan sonra bir çalışmacı tarafından 0,3 mm kalınlığındaki misina ile mid-saggital orta hattı bulundu ve işaretlendi. Bir diğer çalışmacı midsaggital orta hat ile saç dönerlerinin merkez noktaları arasındaki 90 derecelik mesafeyi 1 mm duyarlılığındaki mezura ile hesapladı. Birden çok saç döneri var ise bu saç dönerleri ventralden dorsale doğru numaralandırıldı. Saç dönerinin mid-koronal hattan uzaklığı için, birden çok saç döneri varlığında en uzak olanı ölçülerek kaydedildi. Saç dönerleri arasındaki mesafe de mm cinsinden mezura ile hesaplandı. Saç dönerlerinin her birinin saat yönüne göre dönüş yönleri de belirlendi. El, ayak ve göz dominansları da klinik muayene ile belirlendi. Bulgular: Otizm grubu ve kontrol grubu saç döner sayıları ortalamaları karşılaştırıldığında; otizm grubunda saç döneri sayısı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha fazla bulundu (p=0,048). Sol el, sol ayak ve sol göz dominansı 89 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 olan otistik bireylerin saç dönerlerinin merkez noktasının mid-koronal hattan uzaklığı istatistiksel olarak daha fazla bulundu (p=0,037). Kontrollerde istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Otistik olgu ve kontrol grubunun sağ ve sol el 2D:4D oranları karşılaştırıldığında, her iki el için istatistiksel olarak anlamlı farklılık yoktu (Sağ el 2D:4D oranları için p=0.676; sol el 2D:4D oranları için p=0.226). Sonuç: Otizm grubunda sağlıklı kontrollere göre sağ ve sol elde 2D:4D oranları farklı bulunmamıştır. Otizmi olan grupta saç döneri sayısı kontrol grubundan daha fazladır. Sol el, sol ayak ve sol göz dominansı olan otistik bireylerin saç dönerleri midkoronal hattan daha uzakta yerleşme eğilimi göstermektedir. Bu çalışmadan elde edilen verilerin otizme özgü fenotiplerin belirlenmesinde katkıda bulunacağı düşünülmektedir. PP-101 ANKSİYETENİN YAŞA BAĞLI DEĞİŞİMİ PREFRONTAL KORTEKS BDNF VE VEGF SEVİYELERİ İLE KORELEDİR 1 2 3 4 4 4 4 4 Burak Baykara , Başak Baykara , Ali Rıza Şişman , Müge Kiray , İlkay Aksu , Ayfer Dayı , Ayşegül Taş , Nazan Uysal 1 Dokuz Eylül Üniversitesi,Tıp Fakültesi,Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 2 Dokuz Eylül Üniversitesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon YO,Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi,Tıp Fakültesi,Biyokimya Anabilim Dalı, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi,Tıp Fakültesi,Fizyoloji Anabilim Dalı, İzmir Amaç: Yaş ile birlikte bilişsel işlevlerin azaldığı, duygusal değişikliklerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu değişikliklerin nedeni kesin olarak açıklanamamıştır. Gelecekle ilgili özgül olmayan tehdit hissi ile uyarılma olarak tanımlanan anksiyete ile ilişkili beyin bölgeleri amigdala, prefrontal korteks ve hipokampustur. Ancak bu bölgelerden prefrontal korteksin amigdala çıktılarını düzenleyerek, stres yanıtı ve duygusal yanıtları kontrol ettiği bilinmektedir. Anksiyolitik etkileri bilinen BDNF (Brain-Derived Neurotrophic Factor) ve VEGF (Vascular Endothelial Growth Factor) nörotrofik faktörleri nöron proliferasyonunu etkilemektedir. Bu çalışmanın amacı prepubertal, adölesan ve yetişkin dönemlerdeki sıçanların anksiyete düzeylerinin prefrontal korteks BDNF ve VEGF seviyeleri ile değişimini ve cinsiyetin rolünü araştırmaktır. Yöntem: Çalışmamızda 21 günlük (prepubertal), 60 günlük (adölesan) ve 4 aylık (erişkin) erkek ve dişi sıçanlar kullanıldı (n=7). Anksiyete düzeyleri açık alan (open field) ve Yükseltilmiş + labirent (elevated plus maze) test düzenekleri ile ölçüldü. Prefrontal korteks kesitleri krezyl-violet ile boyanarak X40 büyütmede 16800µm2 alandaki nöronlar sayılarak nöron dansiteleri belirlendi. VEGF immunhistokimya boyaması ile prefrontal korteksteki VEGF ekspresyonu semi-kantitatif olarak değerlendirildi. Bunun yanı sıra prefrontal korteks doku BDNF ve VEGF düzeyi ELISA yöntemiyle biyokimyasal olarak ölçüldü. Elde edilen sonuçlar SSPS 11.0 ile gruplar arasındaki farkı araştırmak için one-way ANOVA post hoc Sheffe testi aracılığı değerlendirildi. Bulgular: Bu üç farklı yaş dönemi birbiriyle karşılaştırıldığında; erişkin dişi ve erkek sıçanların anksiyete düzeylerinin yüksek olduğu bulunmuştur. Dişilerde prepubertal dönemde anksiyete seviyesinin en düşük olduğu, korele olarak VEGF ve BDNF seviyelerinin en yüksek olduğu görülmüştür. Erkeklerde ise pubertal dönem ile adölesan dönemde anksiyete seviyesinin düşük olduğu ve bu iki dönem arasında istatistiksel olarak bir fark bulunmadığı görülmüştür. Prepubertal ve adölesan dönem BDNF seviyesi arasında da anksiyete seviyesi ile korele olarak fark bulunmaz iken, erişkin döneme göre yüksek olduğu görülmüştür. VEGF seviyelerinin ise prepubertal dönemde en yüksek olduğu gözlendi. VEGF immunhistokimya değerlendirmesinde de prepubertal sıçanlarda yüksek olduğu gözlendi. Prefrontal korteks nöron dansitesinin yaşa bağlı olarak arttığı görüldü. Serum kortizol seviyesinin her iki cinsiyette de prepubertal dönemde en düşük seviyede olduğu bulundu. Sonuç: Çalışmamızın sonucunda yaş ile birlikte anksiyete düzeyinin arttığı, BDNF ve VEGF seviyelerinin azaldığı bulunmuştur. Nöron dansitelerinin de yaşa bağlı olarak arttığı gözlenmiştir. Erişkin grupta anksiyete düzeyi arasında cinsiyet farklılığı bulunmamıştır. Ancak erken yaşlarda dişilerin prepubertal dönemde diğer iki döneme göre en düşük anksiyeteye sahip olduğu, erkeklerde ise hem prepubertal hem de adölesan dönemde erişkin döneme göre anksiyete düzeylerinin düşük olduğu ve bu iki dönem arasında fark bulunmadığı gözlenmiştir. PP-102 ADÖLESAN VE ERİŞKİN DÖNEMDEKİ RATLARDA KAN VE HİPOKAMPAL IGF-1 SEVİYELERİNİN SPASYAL ÖĞRENME VE BELLEK İLE İLİŞKİSİ Müge Kiray1, Ali Rıza Şişman2, İlkay Aksu1, Başak Baykara3, Ayfer Dayı1, Burak Baykara4, Ayşegül Taş1, Nazan Uysal Harzadın1 1 Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İzmir 2 Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon YO, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Amaç: Bir büyüme faktörü olan IGF-1 (Insulin like Growth Factor-1), beyin de dahil pek çok doku tarafından üretilip kana salınmaktadır. IGF-1’in beyin gelişiminde ve beyin hücrelerinin bütünlüğünü sağlamada rolü olduğu bilinmektedir. 90 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Dolaşımdaki IGF-1, hipokampal IGF-1 seviyesini düzenlemektedir. Çeşitli etkenlerle doku veya kan IGF-1 seviyeleri azaldığında kognitif fonksiyonlarda bozulma olmaktadır. Bu çalışmanın amacı IGF-1 seviyesinin yaşa bağlı değişimi ile kognitif fonksiyonlarla ilişkisini araştırmaktır. Yöntem: Çalışmamızda 38 günlük (adölesan) ve 4 aylık (erişkin) erkek ve dişi ratlar kullanıldı (n=28). Spasyal öğrenme ve bellek, Morris su tankı ile değerlendirildi. Hipokampusun girus dentatus ve bellek hücreleri bölgeleri olarak da adlandırılan CA1 ve CA3 bölgelerinde 40X büyütme ile yaklaşık 16800 μm2 alanda nöronlar sayılarak nöron dansiteleri belirlendi. Hipokampus ve kan IGF-1 seviyeleri ELISA yöntemiyle biyokimyasal olarak ölçüldü. Elde edilen sonuçlar SSPS 11.0 ile gruplar arasındaki farkı araştırmak için Mann-Whitney U testi, öğrenme deneylerinde günler arasındaki farklılık GLM-repeated measures post hoc Bonferroni ve t-testi ile değerlendirildi. Bulgular: Öğrenme deneyinin 1., 2. ve 3. gününde adölesan ratlarda platformu bulma süresinin erişkinlere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha uzun olduğu görüldü. Hatırlama deneyi olan 5. gün deneyinde (probe trial) adölesanların erişkinlere göre hedef kadranda daha az, karşı kadranda ise daha fazla zaman geçirdiği gözlendi. Hipokampus CA1, CA3 ve gyrus dentatus bölgelerinde nöron sayılarının adölesanlarda erişkinlere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha az olduğu görüldü. Kan ve hipokampal IGF-1 seviyelerinin adölesanlarda erişkinlere göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek olduğu gözlendi. Cinsiyetler arasında tüm parametrelerde bir farklılık görülmedi. Sonuç: Bu sonuçlara göre; adölesanların kan ve hipokampal IGF-1 seviyelerinden bağımsız, hipokampus nöron sayıları ile korele spasyal öğrenme ve belleklerinin daha zayıf olduğu görüldü. Adölesanların hipokampus CA1 bölgesi nöron sayısının azlığı ile ilişkili olarak Morris su tankı deneyinde daha çok hata yaptıkları, CA3 ve gyrus dentatus bölgesi nöron sayısının azlığı ile ilişkili olarak da hatırlamalarının daha zayıf olduğu ileri sürülebilir. PP-103 İMMATÜR SIÇANLARDA TRAVMATİK BEYİN HASARI İLE ORTAYA ÇIKAN ANKSİYETEDE SEROTONİNİN VE SEROTONİN 2A RESEPTÖRÜNÜN ROLÜ Mehmet Ateş1, Burak Baykara2, İlkay Aksu3, Başak Baykara4, Müge Kiray3, Ayşegül Taş3, Hikmet Gümüş3, Caner Çetinkaya3, Durgül Çelik5, Mehmet Nuri Arda6, Nazan Uysal Harzadın3 1 Dokuz Eylül Üniversitesi, SHMYO, Farmakoloji, İzmir 2 Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, ÇERSAH Anabilim Dalı, İzmir 3 Dokuz Eylül Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İzmir 4 Dokuz Eylül Üniversitesi, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon YO, Histoloji ve Embriyoloji, İzmir 5 Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 6 Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Nöroşirurji Anabilim Dalı, İzmir Amaç: Travmatik beyin hasarı, noradrenalin, serotonin, dopamin ve asetil kolin gibi nörotransmiter sistemlerin çalışmasında bozulmaya yol açar. Bu nörotransmitterler anksiyete ve depresyon ile ilişkili beyin bölgelerinin çalışmasını düzenlerler. Şu ana dek 14 çeşit serotonin reseptörü keşfedilmiştir. Bunlardan 5-HT2A daha çok kortekste bulunmakta ve anksiyete yanıtını düzenlemektedir. Son çalışmalar serotoninin kafa travması ile ortaya çıkan anksiyetede rolü olabileceğine işaret etmekle birlikte, serotoninin ve 5-HT2A reseptörünün kafa travması ile ortaya çıkan anksiyetenin mekanizmasındaki yeri tam olarak bilinmemektedir. Selektif serotonin geri-alım inhibitörleri (SSRI) anksiyete bozukluklarının tedavisinde sıklıkla kullanılmaktadır. Düzenli kullanıldıklarında anksiyete belirtilerini azalmaktadır. Bu çalışmanın amacı immatür sıçanda travmatik beyin hasarı ile ortaya çıkan anksiyetenin mekanizmasında serotoninin ve travma ile en çok hasarlanan bölge olan korteks ile ilişkisi daha fazla olan 5-HT2A reseptörlerinin rolünü araştırmaktır. Yöntem: Bu çalışmada beyin gelişiminin en hızlı olduğu dönemde bulunduğu bilinen 7 günlük yavru sıçanlar kullanıldı. 1.grup:7 günlük iken travma uygulanıp serum fizyolojik verilen grup (n=10), 2.grup: 7 günlük iken travma uygulanıp 14 gün gastrik lavaj ile 1mg/kg essitolapram (SSRI) verilen grup [Grubun yarısına davranış deneyleri öncesi gastrik lavaj ile 5mg/kg 5HT2A reseptör blokeri verildi.(n=10), diğer yarısına reseptör blokeri verilmedi. (n=10)], 3.grup: 7 günlükten itibaren 14 gün gastrik lavaj ile 1mg/kg essitolapram (SSRI) verilen grup [Grubun yarısına davranış deneyleri öncesi gastrik lavaj ile 5mg/kg 5HT2A reseptör blokeri verildi (n=10), diğer yarısına reseptör blokeri verilmedi (n=10)], 4.grup: Sham (hafif anestezinin ardından serum fizyolojik verilen grup) (n=10). Kafa travması modelinde ağırlık düşürme yöntemi uygulandı. Denekler 26 günlük olduğunda anksiyete düzeyleri açık alan (open field) ve Yükseltilmiş + labirent (elevated plus maze) test düzenekleri ile ölçüldü. Elde edilen sonuçlar SSPS 11.0 ile gruplar arasındaki farkı araştırmak için one-way ANOVA post hoc Bonferroni testi aracılığı değerlendirildi. SSRI reseptör blokeri alan grupların karşılaştırmasında Mann-Whitney U testi kullanıldı. Bulgular: Kafa travması uygulanan grupta anksiyete seviyesinin yüksek olduğu görüldü. SSRI tedavisi ile travma ile artan anksiyetenin azaldığı, lokomotor aktivitesinin arttığı gözlendi. SSRI reseptör blokeri ile anksiyete belirtilerinin yeniden ortaya çıktığı görüldü. Sonuç: Bu sonuçlar SSRI’ nin kafa travması ile ortaya çıkan anksiyetenin tedavisinde etkili olduğunu, bu etkinin 5 HT-2A reseptörleri aracılığı ile ortaya çıktığını göstermektedir. 91 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-104 OLGU SUNUMU: ŞİDDETLİ SEPERASYON ANKSİYETESİ OLGULARINDA DİSSOSİYATİF HALLUSİNOSİS VE SSRI İLE SAĞALTIMI Fahri Çelebi, S.Salih Zoroğlu İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Disosiatif halüsinosis; akut başlangıçlı ve kısa süreli, trans haline benzeyen bilinç değişikliği atakları, duygusal karmaşa, dürtüsel agresyon, görsel ve işitsel halüsinasyonlar ve düşüncede dezorganizasyonla karakterize psikiyatrik bir durumdur. Birçok tabloyla birlikte seperasyon anksiyetesi ile birlikte görülebilmektedir. Biz de dissosiyatif halüsinosis, yoğun ayrılık kaygısı ve okul reddi ile başvuran ve SSRI tedavisiyle sağaltım sağlanan iki olgudan bahsedeceğiz. OLGU SUNUMU Olgu 1: 12 yaşında kız hasta. Görüntüler görme, sesler duyma, okula gitmek istememe nedeniyle başvuran hastanın karın ağrıları, tek başına evde kalamama şikayetleri mevcuttu. Dissosiyatif hallüsinosis, seperasyon anksiyetesi ön tanılarıyla Sertralin 50 mg başlandı. Takibinde görsel ve işitsel halüsinasyonlar kayboldu, okula gitmeye ve ev dışında vakit geçirmeye başladı. Olgu 2: 7 yaşında kız hasta. gölgeler görme, sesler duymaya başlayan hastanın insanların ellerini ters ve gözlerini dışarıda görme şikayeti vardı. Tek yatamamaya, dışarı tek çıkamamaya ve okula gitmek istememeye başlamış. Disosiyatif halüsinosis ve seperasyon anksiyetesi ön tanılarıyla Fluoksetin 10 mg başlandı. Disosiyatif belirtiler ortadan kayboldu ve okula gitmeye başladı. TARTIŞMA: Disosisyatif halüsinosis, psikotik bozukluklarla karışabilen ayırt edici tanısı güç bir klinik tablodur. Sunulan vakalar primer anksiyete bozukluğu olmakla birlikte disosiyatif savunmaların aşırı derecede kullanılması ve oldukça ağır belirti ve bulguların ortaya çıkışı nedeniyle önemlidir. Bu vakalardaki en önemli adım doğru teşhis konulmasıdır. Teşhis sürecindeki doğruluk, doğru tedavi yöntemleriyle başarılı sonuçlar alınmasını sağlamıştır. Bu vakalar ışığında sık karşılaşılan ve yanlış tanı alma olasılığı yüksek olan, disosiyatif halüsinosis ile birlikte görülen anksiyete bozukluğu olgularının tanı ve tedavisine dikkat çekilmesi amaçlanmıştır. PP-105 POLİKLİNİK KOŞULLARINDA DİSSOSİYATİF BOZUKLUK TANISINI ATLIYOR MUYUZ? Emel Sarı Gökten Bursa Şevket Yılmaz Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi, Bursa Giriş: Dissosiyatif bozukluklarda, tıbben gösterilebilir bir bedensel (örneğin nörolojik) neden bulunmadığı halde, bellek, kimlik ya da bilinç işlevlerinin bütünlüğünde bozulma ya da değişme görülür. DSM-IV’e göre dissosiyatif bozukluklar; dissosiyatif amnezi, dissosiyatif füg, depersonalizasyon bozukluğu, dissosiyatif kimlik bozukluğu ve BTA dissosiyatif bozukluk şeklinde sınıflandırılır. Dissosiyatif bozukluk hastaları psikiyatride en yüksek oranda çocukluk çağı travmatik yaşantısı bildiren tanı grubudur. Dissosiyasyon başlangıçta çocuk tarafından normal olarak travmatik yaşantının üstesinden gelme çabası içerisinde ortaya çıkar. Ancak bu düzenek zamanla uyumsal olmayan ve patolojik bir sürece dönüşür. Çocukluk ve ergenlik döneminde dissosiyasyon belirtisi gösteren çok sayıda hasta çoğunlukla yanlış tanılar almakta ve uygunsuz tedaviler almaktadır. Bu yazıda daha önce farklı tanılar alarak tedavi uygulanan ve tedavilere tam cevap vermeyen ergen yaştaki bir dissosiyatif bozukluk hastasından söz edilecektir. Olgu: 17 yaşında, lise 2. sınıf öğrencisi, 6 yıl öce boşanmış anne-babanın tek çocuğu, babasıyla birlikte yaşıyor. 3 yıldır birçok erişkin psikiyatri uzmanı tarafından önce bir süre Şizofreni, daha sonra Psikotik Özellikli Depresyon tanılarıyla takip edilen olgu, hastanemiz Çocuk ve Ergen Psikiyatri polikliniğine verilen tedavilerden fayda görmemesi üzerine yönlendirilmişti. Olgu polikliniğe ilk başvurduğunda belirgin ekstrapiramidal sistem belirtileri mevcuttu. Halen almakta olduğu ilaç tedavisinin Fluoksetin 20 mg/gün ve Risperidon 1 mg/gün olduğu öğrenildi. Önceki şikayetlerinin irritabilite, kendini kontrol edememe, eksitasyon, bileklerini jiletle keserek kendine zarar verme girişimleri olduğu, ders başarısının düştüğü öğrenildi. Olgunun eksite olup babasına ve diğer insanlara saldırdığını, ancak bunları hatırlamadığını söylemesi üzerine diğer dissosiyatif belirtiler sorgulanmıştır. Belirgin depersonalizasyon yaşantıları, gün içerisinde tekrar eden kısa amnezi dönemleri, görsel ve işitsel halüsinasyonları olduğunu tarif eden olgunun tanısının BTA dissosiyatif bozukluk olduğu düşünüldü. Öyküsünde çocukluk dönemi boyunca anne ve babası arasında geçimsizlik olduğu, aile içi şiddete tanık olduğu, özellikle annesi tarafından duygusal istismar ve ihmale uğradığı öğrenildi. Olguda belirgin olan ekstrapiramidal yan etkilerden sorumlu olduğu düşünülen Risperidon dozu azaltılarak kesildi, Fluoksetin 20 mg/gün şeklinde antidepresan tedaviye devam edilerek haftalık psikoterapötik görüşmelere başlandı. Halen görüşmeleri devam etmekte olan olgunun başvurusu sırasındaki depresif belirtileri belirgin olarak azalmakla birlikte, dissosiyatif yaşantıları devam etmektedir. Tartışma: 12 yaş altında hastaların ancak %3’üne, 12-19 yaşları arasında %8’ine doğru tanı konabilmektedir. Oysa erken yaşta doğru tanının konması en az iki açıdan kritik öneme sahiptir. 1. Çocukluk döneminde bu bozukluk daha kolay tedavi edilir. 92 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 2. Çocuğun içinde bulunduğu travmatik ortamın fark edilmesine ve travmadan korunmasına yardım eder. Özellikle farklı gruptan belirtilerin bir arada olduğu durumlarda dissosiyatif bozukluk tanısı ilk akla gelen tanılardan biri olmalıdır. PP-106 KABUKİ MAKE-UP SENDROMU VE ATİPİK OTİZM BİRLİKTELİĞİNDE FARMAKOTERAPİ: BİR İZLEME OLGUSU Mustafa Yasin Irmak, Duygu Murat, Esengül Kayan, A. Tuğba Bahadır, Neşe Perdahlı Fiş, Osman Sabuncuoğlu, Ayşe Arman Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Otizm tanısı bozulmuş sosyal etkileşim, iletişimde kısıtlılık, sınırlı ilgi ve yineleyici davranışlardan oluşan nörogelişimsel bir bozukluktur(1). Kabuki make-up sendromu (KMS) ilk kez 1981 yılında Kuroki ve Niikawa tarafından Japonya'da tanımlanmıstır. Sendromun yüz görünümü geleneksel Japon tiyatro sanatı olan Kabuki aktörlerinin makyajlarına benzemesi nedeni ile bu ismi aldığı bildirilmektedir. Multipl konjenital anomaliler ile birlikte mental retardasyonla giden ve nedeni bilinmeyen bir sendromdur(2). Tanı öncelikle klinik bulgularla konur. MLL2 moleküler gen mutasyonunun Kabuki make-up Sendromuna neden olabildiği bilinmektedir.(3). Literatürde bugüne kadar sadece 350 olgu tanımlanmış olup Japonya'daki insidansı 1/32.000 olarak ifade edilmektedir(4). Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Endokrinoloji Bölümü tarafından ilk kez 4 yaşında Kabuki make-up Sendromu tanısı alan erkek hasta daha önce M.Ü.T.F. Çocuk Psikiyatri Polikliniğine yönlendirilmiş ve atipik otizm tanısıyla hastaya özel eğitim önerilmiştir. 8 yaş 3 aylıkken polikliniğimize tekrar başvuran hastanın sevindiği ve üzüldüğü zamanlar kollarını ısırma, kendisine ve anne-babasına vurarak zarar verme davranışlarının, dikkatini derse verememe şikayetlerinin olduğu öğrenildi. Hasta Kabuki make-up Sendromunda görülen karakteristik yüz görünümüne sahipti; düşük saç çizgisi, palpebral fissürlerde genişlik, hilal kaşlar ve geniş kepçe kulakları belirgindi. Hastaya atipik otizme bağlı davranış bozukluğu nedeniyle Risperidon 0,5 mg/gün başlandı. Klinik olarak Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)-Dikkat Eksikliğinin önde geldiği tip düşünülerek metilfenidat 10 mg/gün başlandı. Yapılan WİSC-R testinde hafif derecede mental retardasyon saptandı. İlerleyen takiplerde hastanın kollarını ısırma ve etrafa zarar verme davranışlarında azalma olduğu annesi tarafından bildirildi. Pediatrik Kardiyoloji değerlendirmesinde herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Ayrıca metilfenidat 10mg/gün dozunda başlandıktan sonra derslerine yoğunlaşmasında artış olduğu öğrenildi. Bu sunumda çocuk psikiyatri polikliniğinde karşılaştığımız genetik sendromların önemini tartışmayı ve daha önce polikliniğimizde Kabuki make-up sendromu ve atipik otizm birlikteliği ile izlenmekte olan hastanın farmakolojik tedavisini sizinle paylaşmak istedik. *Bu vaka 2009 yılında Antakya'da yapılan 19. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi’nde sunulmuştur. Kaynaklar 1-Akin Sari B, Karaer K, Bodur S, Soysal AS.J. Autism Dev Disord. 2008 Jan;38(1):198-201. Epub 2007 Aug 25. 2,4-Niikawa N, Matsuura N, Fukushima Y. Kabuki make- up syndrome: a syndrome of mental retardation, unusual facies, large and protruding ears and postnatal growthdeficiency. J Pediatr 1981;99:565-9. 3-Adam MP,Hudgins L,Hannibal M.In:Pagon RA,Bird TD,Dolan CR,Stephens K (editors). Kabuki Syndrome. GeneReviews [Internet]. Seattle (WA): University of Washington, Seattle; 1993-. 2011 Sep 01. PP-107 OTİZM TANILI BİR ÇOCUKTA RİSPERİDONA BAĞLI GÖRSEL HALÜSİNASYON: OLGU SUNUMU İbrahim Adak, Hasan Bozkurt, Hamza Ayaydın, Salih Zoroğlu İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Risperidon otizm spektrum bozuklukları zemininde ortaya çıkan agresyon ve kendine zarar verici davranışların tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu yazıda otizm tanılı bir çocukta düşük doz risperidon kullanımı sonucu görsel halüsinasyon gelişen bir olgu sunulması amaçlanmıştır. Olgu: 8 yaşında otizm tanısıyla kliniğimizden takip edilen erkek hasta. Sinirlilik, hırçınlık, okul arkadaşlarına ve kendine zarar verme gibi şikâyetler nedeniyle ailesi tarafından kliniğimize getirildi. Yapılan psikiyatrik değerlendirme sonucu hastanın semptomlarına yönelik risperidon 0,5 mg/gün tedavisi başlandı. Kontrol muayenesinde risperidon kullanımından kısa bir süre sonra çocukta görsel halüsinasyonların başladığı, bunun üzerine tedavinin ailesi tarafından sonlandırıldığı öğrenildi. Aile tedavinin kesilmesiyle halüsinasyonların ortadan kalktığını, ancak hastanın sinirlilik, hırçınlık gibi şikâyetlerinin devam etmesi üzerine risperidona tekrar başladıklarını ve tedaviyle halüsinasyonların tekrarladığını belirtti. Bunun üzerine risperidon tedavisini yeniden kestiklerini ve ilaca bağlı ortaya çıkan şikâyetlerin kaybolduğunu ifade ettiler. Hastanın organisiteye yönelik yapılan tetkiklerinde (EEG, Kraniyal MR, metabolik hastalık taraması, rutin biyokimya ve hemogram) herhangi bir patolojiye rastlanmadı. Hastanın poliklinik takibine devam edilmektedir. Tartışma: Risperidon benzisoksazol türevi bir atipik antipsikotik olup potent bir serotonin 2A (5-HT2A) ve dopamin 2 (D2) reseptör antagonistidir. İlaveten adrenerjik (alfa-1 ve 2) ve histaminerjik (H1) reseptörleri antagonize eder. Risperidonun en sık görülen yan etkileri kilo alımı ve sedasyon olarak bildirilmektedir. 93 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Hiperprolaktinoma, ekstrapiramidal semptomlar, diyabet, dislipidemi, baş dönmesi, başağrısı, bulantı, kabızlık, ortostatik hipotansiyon diğer olası yan etkilerdir. Risperidona bağlı görsel halüsinasyonlar yazında çok nadir olarak geçmektedir. Takip ettiğimiz olguda görsel halüsinasyonların risperidon kullanımından hemen sonra ortaya çıkması, ilaç kesiminden sonra kaybolması ve ilacın tekrar verilmesiyle yeniden gözlenmesi halüsinasyonların risperidon kaynaklı olabileceğini desteklemektedir. Ayrıca ayrıntılı psikiyatrik muayene ve organisiteye yönelik tetkikler ile diğer nedenler dışlanmıştır. Olgunun otizm tanısının olması ve düşük doz risperidon ile bu yan etkinin gözlenmesi ilgi çekicidir. Tedavi ve yan etki ilişkisi olası mekanizmalar ışığında tartışılacaktır. PP-108 İNTERNET KÖTÜYE KULLANIMI OLAN ÇOCUKLARDA PSİKİYATRİK EŞ TANILAR Hasan Bozkurt, Salih Zoroğlu İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Epidemiyolojik araştırmalar problemli internet kullanımı olan kişilerin birçoğunda başka bir psikiyatrik bozukluk bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu alanda yapılandırılmış görüşme teknikleri kullanılarak sunulan çalışma sayısı azdır ve yapılan çalışmaların da hemen hepsi erişkin yaş grubunda gerçekleştirilmiştir. Biz bu çalışmada bilgisayar ve internet kötüye kullanımı olan çocuk ve ergenlerde yapılandırılmış görüşme teknikleri kullanarak eş psikiyatrik sorunların varlığını tespit etmeyi amaçladık. Yöntem: Çalışmaya İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı polikliniğinde takip edilen bilgisayar-internet kötüye kullanımı ve sonuçlarıyla ilişkili şikâyetlere sahip, herhangi bir zekâ testinden 70 ve üstü almış, 10–18 yaş arası çocuk ve ergen dâhil edilmiştir. Psikiyatrik değerlendirme, Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli (ÇDŞG-ŞY) ile yapılmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan olguların tümü en az bir, % 88,3’ü (n=53) en az iki, % 45’i (n=27) en az dört psikiyatrik tanı almıştır. Olguların % 86,7’si (n=52) en az bir Yıkıcı Davranım Bozukluğu ve % 71,7’si (n=43) en az bir Anksiyete Bozukluğu ölçütlerini karşılamaktaydı. En sık konan Eksen I tanıları ise sırasıyla Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) (% 83,3), Sosyal Fobi (SF) (% 35), Major Depresif Bozukluk (MDB) (% 30) ve Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB) (% 25) olmuştur. Erkeklerde Bileşik tip DEHB sıklığının kızlara göre anlamlı olarak yüksek olduğu tespit edilirken, SF sıklığının ise kızlarda anlamlı derecede yüksek olduğu görülmüştür. Sonuç: Bu çalışmada bilgisayar ve internet kötüye kullanımı olan çocuk ve ergenlerde yüksek oranda eş psikiyatrik tanı varlığı saptanmıştır. Klinisyenlerin bu olguları değerlendirirken yüksek oranda psikiyatrik sorunların olabileceğini göz önünde bulundurmaları gerekir. Psikiyatrik eş tanıların varlığı mevcut riskli kullanımın prognozunu ve tedavi sürecini olumsuz etkilemektedir. Komorbid durumların tedavisi problemli internet kullanımının azaltılmasında etkili olmaktadır. Bundan dolayı internet kötüye kullanımı olan çocuk ve ergenlerde mevcut psikiyatrik eş tanıların tespit edilmesi en az problemli kullanımın tedavisi kadar önem arz eder. PP-109 ANHİDROTİK EKTODERMAL DİSPLAZİDE MULTİDİSİPLİNER YAKLAŞIM: BİR OLGU SUNUMU Tezan Bildik, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Güldane Koturoğlu, Bülent Gökçe, Aslı Ürkmez, İnci Altıntaş, Serpil Erermiş, İdil Ünal Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, İzmir Ektodermal displazi (ED), embriyonik ektodermal kökenli doku ve organları (deri, saç folikülleri, ter ve yağ bezleri, tırnaklar, dişler gibi) etkileyen ve bu dokularda gelişim anomalilerine neden olan, büyük ve kompleks rahatsızlıklar gurubudur. ED görülme sıklığı, 10.000’de 1 ile 100.000’de 1 arasında değişir. Yaklaşık 200 civarında değişik patolojik klinik bulgular içeren ED tipi tanımlanmıştır. Bütün tiplerinde hipotrikoz, anodonti ve anhidroz triadı görülür. Hipohidrotik ya da anhidrotik ektodermal displazi (Christ-Siemens-Touraine syndrome), klinik pratikte en sık görülen tablodur. Bu sendromun ana özellikleri epidermis ve onun eklerinin (saç, tırnaklar, ekrin ve sebase bezler) anomalileri ile birlikte vücut ısısında artmaya yol açan ter bezlerinin yokluğu ya da daha sıklıkla azalmasıdır. Olgu, 14 yaşında erkek hasta, 8. sınıf öğrencisidir. Kontrol edilemeyen ateş (44ºC) nedeniyle sekiz aylıkken yapılan biyopsi ile tanı konulmuştur. Olguda ruhsal değerlendirme yanı sıra, pediatrik, dermatolojik ve dental değerlendirmesi yapılarak, tedavisinde multidisipliner bir yaklaşım oluşturulmuştur. Hastanın “Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli” ile yapılan psikiyatrik tanı değerlendirmesine göre; ılımlı eşik altı kaygı ve dikkat eksikliği belirtileri saptanmıştır. Annede majör depresyona bağlı ilaç tedavisi öyküsü mevcuttur. Bunun dışında, ailede bilinen başka bir ruhsal ya da bedensel hastalık öyküsü mevcut değildir. Fizik muayenede, tüm vücutta yaygın cilt kuruluğu saptandı. Göğüs muayenesinde pectus carinatus saptanan olgunun diğer sistem muayeneleri normal idi. Laboratuar incelemelerinde hemogram, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri normal sınırlarda idi. Pectus carinatusu nedeni ile yapılan ekokardiyografik incelemede de patolojik bulgu saptanmadı. Dermatolojik muayenesinde saçlarda diffüz seyrelme ve incelme, yanaklarda çöküklük ve maksiler hipoplazi, yüzde özellikle nazolabial ve temporal alanlarda daha yoğun olan sarımsı yassı plaklar gözlendi. Tüm vücutta yaygın kserodermi ve yer yer ekskoriye papüller mevcuttu. Oral mukoza bakısı, el-ayak tırnakları olağandı. Olgunun psikiyatrik özellikleri; Hastalık Algısı 94 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Ölçeği, Beck Depresyon Envanteri, Yaşam kalitesi ölçeği, Öğretmen Bilgi Formu ve Tematik Algı Testi ile daha ayrıntılı değerlendirilmiştir. Elde edilen bulgular literatür doğrultusunda tartışılmıştır. PP-110 ÇOK ERKEN BAŞLANGIÇLI ÇOCUKLUK ÇAĞI ŞİZOFRENİSİ: BİR OLGU SUNUMU Neşe Coşkun, Burçin Demirelli, Osman Abalı İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Şizofreni bilişsel, duygulanım ve sosyal işlevsellik alanlarında önemli derecede bozulma ile seyreden nörogelişimsel bir bozukluktur. Belirtiler 13 yaş öncesinde ortaya çıktığında çok erken başlangıçlı şizofreni(ÇEBŞ), 18 yaş öncesi ortaya çıktığında erken başlangıçlı şizofreni(EBŞ) olarak adlandırılmaktadır. Premorbid dönemde ÇEBŞ olgularında gelişimsel bozulmalar, özellikle dil gelişimi, motor gelişim, sosyal becerilerin gelişiminde yetersizlik görülür. Çocuk ve ergenlik döneminde başlayan olgularda premorbid bozulmalar, erişkin olgulara göre daha yaygın ve şiddetli olabilmektedir. EBŞ tüm şizofreni olgularının %10’unu oluşturmaktadır. ÇEBŞ ise, daha da nadir görülür ve literatürde olgu bildirimleri ile sınırlıdır. Çocuklarda başlangıç genelde sinsidir, ergenlerde %25 oranında akut başlangıç görülebilir. Okul başarısında düşme, sosyal çekilme, dezorganize davranışlar, arkadaş ilişkilerinde azalma, ilgi kaybı gibi negatif belirtiler yavaş yavaş ortaya çıkar. Öz bakım becerilerinde bozulma, dürtü kontrolünde bozulmalar, hostilite ve agresyon, ağlama, çökkün duygudurum gibi hastalık öncesi davranışsal örüntüler de görülebilmektedir. Bu olgu sunumu, 11 yaşında olup İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve hastalıkları polikliniğinde izlenen çok erken başlangıçlı şizofreni tanısı konmuş bir vakadır. Premorbid özellikler, aile öyküsü ve başlangıç şekli olarak ÇEBŞ literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır. Olgu Sunumu: 11 yaşında, erkek, ilk psikiyatrik başvurusu 7 yaşında olan hastamız hareketlilik, okulda dersi dinlememe, okuma-yazmayı öğrenememe, uyumsuz yaşıt ilişkilerinin olması şikayeti ile başvuruyor. Değerlendirme sonunda Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve hafif mental retardasyon (MR) tanılarıyla takip ediliyor. Yapılan WISC-R testinde sözel:54 performans:61 total:54 puan almış olup hastanın gelişim öyküsünde konuşmada gecikme (3yaş), uygun sosyal ilişki kuramama gibi dikkat çeken özellikler görülmektedir. Ailenin ilaç kullanmak istememesi nedeniyle farmakolojik tedavi uygulanmadan özel eğitim alması sağlanıyor. 2 yıllık takip sonrası ilk başvuruya benzer şikayetler nedeni ile Metilfenidat kısa etkili 0.5 mg/gün tedavisi başlanıyor. İzlemde 12.5 mg/gün metilfenidat veriliyor. Hasta bu tedaviden kısmi fayda görüyor. 11 yaşında ani başlayan sinirlilik, uygunsuz cinsel davranışlar, garip yersiz küfürlü konuşmalar nedeniyle davranım bozukluğu belirtileri düşünülerek tedaviye 0.25mg Risperidon ekleniyor. Risperidon eklenmesi ile başlayan belirgin içe kapanması, kimseyle konuşmaması, nedensiz ağlamaları, kendi kendine konuşmaları, bağırmaları, sorulan sorulara anlamlı yanıt vermemesi, bizar davranışları(dışarı çıkıp çöp toplama), sinirlilik artışı nedeniyle mevcut tedavi kesiliyor. İlaç etkileşimi olduğu düşünülerek mevcut tedavi sonlandırılıyor. DEHB ve mental retardasyon zemininde gelişen depresyon ve prepsikotik süreç düşünülerek sertralin 25 mg/gün, haloperidol 1 mg/gün başlanıyor. Bu tedavi ile mevcut belirtilerde belirgin azalma olsa da şikayetleri devam ediyor. Takiplerde kendi kendine konuşmaları, işitsel ve görsel halüsinasyonlarının azalmakla birlikte devam ettiği görülüyor. Ayrıca konuşma içeriğindeki fakirlik, duygulanımdaki küntlük ve sosyal ilişki kurmadaki güçlükleri sürüyordu. Tedavi sürecinde eklenen diğer antipsikotiklere karşı uygun yanıt alınamadı. Ayrıca tanı konduğu aşamadan itibaren akut gelişen psikotik tabloda organisiteyi dışlamak için kranial MR, EEG, biyokimya, tiroid fonksiyon testleri, doğumsal metabolik hastalık taraması, nörolojik muayenesi, SLE ve Wilson taraması gibi testler yapıldı. Ancak herhangi bir organik bozukluk açısından problem bulunmadı. Tartışma: ÇEBS’ de semptomların başlangıcı ve gidişatı çoğu zaman atipik olmaktadır. Yine bu vakalarda etyopatogeneze yönelik yapılan taramalarda çoğunlukla organik bir patoloji bulunamamaktadır. ÇEBS olgularında tedaviye yanıt değişken olmakla birlikte dirençli vakalara sıklıkla rastlanmaktadır. Bizim olgumuzda tedavi direnci açısından literatürle uyumlu bulunmuştur. Bu vakada da görüldüğü gibi atipik antipsikotiklere cevap alınamayan olgularda klasik antipsikotikler seçenek olabilmektedir. Bu olgu bildiriminde ÇEBS olgularının atipik başlangıcı, gidişi, etyopatogenezi ve tedavi seçenekleri güncel literatür ışığında tartışılacaktır. Kaynaklar 1. Masi G, Mucci M, Pari C(2006) Children with schizophrenia:Clinical Picture and pharmacological treatment. CNS Drugs 20:841-866 2. Werry JS, McClellan JM, Andrews LK. Clinical features and outcome of child and adolescent schizophrenia. Schizophr Bull 1994; 20:619-630. 3. Russell AT. The clinical presentation of childhood onset schizophrenia. Schizophr Bull 1994; 20:631-646. 4. Eggers C, Bunk D, Krause D. Schizophrenia with onset before the age of eleven: clinical characteristics of onset and course. J Autism DevDisord 2000; 30:29-38. 5. Russell AT, Bott L, Sammons C. Phenomenology of schizophrenia occurring in childhood. J Am Acad Child Adolesc Psychiatry 1989;28:399-407. 6. Naber D, Lambert M. The CATIE and CUtLASS studies in schizophrenia: results and implications for clinicians. CNS Drugs 2009; 23:649-659. 95 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-111 TRİKOTİLLOMANİ: ONİKİ OLGU ÜZERİNDEN TARTIŞMA Mehmet Fatih Kınık, Özlem Yıldız, Belma Ağaoğlu Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Amaç: Trikotillomani tekrarlayan saç yolma nedeniyle belirgin saç kaybına yol açan tedavisi güç bir bozukluktur. Dürtü kontrol bozuklukları tanı kategorisi altında sınıflandırılan bu bozuklukta etyoloji ve tedavisine yönelik geniş kontrollü çalışmaların yapılması uzun yıllar ihmal edilmiş, ancak son yıllarda araştırmalar göreceli olarak artmıştır. Bu çalışmada 12 trikotillomani olgusunun verileri yazın bilgileri ışığında tartışılmaya çalışılmıştır. Yöntem: 2008-2011 tarihleri arasında KOÜTF ÇRS polikliniğinde trikotillomani tanısı ile takip edilen 12 çocuk ve ergenin dosya bilgileri retrospektif olarak değerlendirilmiş, demografik bilgilerin yanında başlatıcı bir stres etkeni, ilişkili psikopatolojiler ve tedavi seçenekleri incelenmiştir. Sonuç: 5-16 yaş aralığındaki (ortalama 9,3 yaş) toplam 12 çocuk ve ergenin 8'i kız, 4'ü erkektir. Çocukların 1'i geniş, 3' ü parçalanmış, 8'i çekirdek aileye sahiptir. 2 çocuk kirpik yolma, 10 çocuk ise saç yolma şikayeti ile başvurmuştur. Eşlik eden belirtilerin tırnak yeme, parmak emme ve çocukluk çağı mastürbasyonu olduğu görülmüştür. En sık ektanı DEHB'dir. Diğer ektanılar major depresif bozukluk, distimik bozukluk, obsesif kompulsif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, sekonder enürezis-enkoprezis, kekemelik ve artikülasyon bozukluğudur. Beş çocukta birden çok ektanı bulunurken sadece 2 çocukta ektanıya rastlanmamıştır. Tedavide en sık kullanılan psikofarmakolojik ajan fluoksetindir. DEHB ektanısı olan 5 çocuk aynı zamanda psikostimülan da kullanmaktadır. Trikotillomaninin 9 çocukta aile, 2 çocukta okul ile ilişkili bir stres etkeninden sonra başladığı bildirilmiştir. 7 çocuğun tedaviye iyi düzeyde yanıt verdiği, 1 çocukta tam düzelme ile tedavinin sonlandırıldığı, 4 çocuğun ise takiplere devam etmediği saptanmıştır. Yorum: Ciddi işlev kaybına yol açmasına rağmen üzerinde çalışılması ihmal edilmiş bu bozuklukta demografik verilerin sağlıklı değerlendirilmesi, etyolojisinin aydınlatılması ve tedavi algoritmasının oluşturulması için çok merkezli, geniş ölçekli çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. PP-112 BİR ÜNİVERSİTE POLİKLİNİĞİNDE DEHB OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ: RETROSPEKTİF BİR ÖN ÇALIŞMA Fatih Kınık, Yakup Doğan, Özlem Yıldız, Nursu Çakın Memik, Belma Ağaoğlu Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Amaç: DEHB dikkat sorunları, hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerini içeren çocukluk çağının en sık görülen psikiyatrik hastalıklarından biridir. Okul çağı çocuklarında %3-8 oranında görülürken, klinik örneklemde bu oran %30-50’ye ulaşmaktadır. Bu çalışmada çocuk psikiyatrisi polikliniğinde DEHB tanısı ile izlenen çocuk ve ergenlerin dosya bilgileri incelenerek klinik örneklemde öne çıkan bulguların tartışılması amaçlanmıştır. Yöntem: Ocak 2008-Ocak 2011 tarihleri arasında KOÜTF Çocuk Psikiyatrisi polikliniğine başvuran ve DSM-IV’e dayalı klinik görüşmelerle DEHB tanısı konan 672 çocuk ve ergenin dosya bilgileri retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Sosyodemografik bilgilerin yanı sıra etyolojide rol oynayabilecek çevresel risk etkenleri (gebelik, doğum, doğum sonrası komplikasyonlar), ilişkili olabilecek fiziksel hastalıklar ve psikopatolojiler incelenmiş, elde edilen bilgilerin DEHB alt tipleri ile ilişkisi araştırılmıştır. Sonuç: 3-17 yaş aralığındaki (ortalama 9,09 yaş) 672 çocuk ve ergenin %22,1’i kız %73,1’i erkektir. Alt tip dağılımına bakıldığında DEHB-kombine tip %66,6, DEHB-dikkat eksikliği alt tipi %27,1, DEHB-hiperaktif/dürtüsel tip %1,6 oranında bulunmuştur. En sık başvuru yaşı 7 yaş olup en sık başvurulan okul dönemi ilköğretim dönemidir. Olguların %23,8’inde gebelik dönemi stresli olarak belirtilmiştir. Yenidoğan döneminde %8,3 oranında yenidoğan sarılığı bildirilmiş, olguların %3,7’sinin fototerapi aldığı saptanmıştır. En sık bildirilen fiziksel hastalık tanısı atopik dermatit- alerjik astım (%6,4) ve epilepsidir (%5,8). Olguların sadece %19,0’unda psikiyatrik ektanı saptanmamış, %8,9’una da herhangi bir psikofarmakolojik tedavi başlanmamıştır. Gebelik komplikasyonları DEHB-kombine alt tipte diğer iki alt tipe göre istatistiksel olarak anlamlı oranda yüksek bulunmuştur. Yorum: Yazın bilgilerine benzer sonuçlar elde edilen bu çalışmada gebelik ve yeni doğan dönemindeki komplikasyonların özellikle kombine tipte ön plana çıktığı görülmüştür. Bulguların genellenebilmesi için sağlıklı kontrol grubunun da değerlendirildiği geniş örneklem sayılı çalışmalara ihtiyaç vardır. PP-113 OKUL ÖNCESİ KAYNAŞTIRMA ÖĞRENCİLERİ İLE İLGİLİ AKRAN, VELİ VE ÖĞRETMEN ALGILARININ İNCELENMESİ Şaziye Senem Başgül1, Büşra Rışvanlı2, Betül Kurban3, Gülcan Başar4, Özden Üneri5 1 Medeniyet Ün. Göztepe EAH, Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği Atatürk İO 3 Güneş Çocuk Ruh Sağlığı Merkezi 4 Hamit İbrahimiye Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi 5 Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman RSHH, Çocuk Psikiyatrisi Kliniği 2 96 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Giriş ve Amaç: Özel gereksinimli olan bireylerin kapasitelerini en üst seviyede kullanabilmeleri için mümkün olan en erken dönemde gereksinimlerine uygun şekilde eğitim alıp desteklenmeleri gereklidir. Özel eğitim; ayrı eğitim ve birlikte eğitim olmak üzere iki şekilde gerçekleşmektedir. Ayrı eğitim özel gereksinimli bireylerin özür türüne ve derecesine göre geliştirilen özel programlar çerçevesinde, özel eğitim personeli tarafından gerçekleştirilen eğitimdir. Birlikte eğitim yani kaynaştırma ise, özel gereksinimli ve normal gelişim gösteren çocukların bir arada, normal sınıf öğretmenleri tarafından eğitilmeleridir. Özel gereksinimli çocukların yaşıtlarıyla birlikte eğitim alırken çevreleri tarafından nasıl algılandıklarının bu çocukların; eğitimi, öz güvenleri, akran ilişkileri ve ruhsal gelişimleri açısından önemli olduğu düşünülmektedir. Çalışmamızda okul öncesi eğitimde kaynaştırma öğrencisi ile ilgili akran, veli ve öğretmen algısını değerlendirmek ve bunları etkileyen faktörleri irdelemek amaçlanmıştır. Yöntem: İstanbul’da bir okuldaki anasınıfı öğrencilerine, çalışma ekibinin hazırladığı akran algısına yönelik sorular içeren bir anket formu uygulanmış ve öğrencilerden “…(farklı olan) ile arkadaşlığını bize anlatan bir resim çizmeni istiyorum” yönergesi ile resim çizmeleri istenmiştir. Ebeveyn ve öğretmenlere ise “Okulöncesi ve Anasınıfı Davranış Ölçeği, “Kaynaştırmaya İlişkin Görüşler Ölçeği”, “Okulöncesi Dönemde Entegrasyona (kaynaştırmaya) Karşı Tutum Ölçeği” uygulanmıştır. Sonuç ve Yorum: İki anasınıfında toplam 51 öğrencinin 23’ü kız, 28’i erkek idi. Bir sınıfta 1 zihinsel engelli (down sendromu), 1 otism; diğer sınıfta 1 konuşma geriliği, 1 otism olmak üzere 4 çocuğun kaynaştırma eğitimi raporu vardı. Çocukların çizdiği resimlerde akran algısına yönelik temel tema; kendilerinden farklı olan öğrenciden memnuniyetsizliklerine rağmen onu kabul ettikleri idi. Çocukların, ebeveynlerin ve öğretmenlerin kaynaştırma öğrencileri ile ilgili algılarını değerlendiren ölçeklerin sonuçları posterde ayrıntılı tartışılacaktır. PP-114 TEKİRDAĞ DEVLET HASTANESİ ÇOCUK VE ERGEN PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİ’NE OKUL REDDİ DAVRANIŞI NEDENİ İLE GETİRİLEN ÇOCUK VE ERGENLERİN ARAŞTIRILMASI Yasemin Yulaf Tekirdağ Devlet Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Okul reddi davranışı üzerine yapılan araştırmalar uzun zaman önce başlamış olsa’da (1, 2), son yıllarda bu alanda yapılan çalışmalar daha da önem kazanmıştır (3). Okul reddi davranışı, semptom ciddiyeti, çeşitliliği, ortak bir sınıflama ve tedavi şemasının olmayışı nedeniyle çocuk ve ergen ruh sağlığı alanı ve uzman eğiticilerin ortak ve can sıkıcı problemlerindendir (4). Çocuk ve ergenlerin %5 - % 28’inin hayatının bir döneminde okul reddi davranışı sergilediği düşünülmektedir (5). Bu çalışmada 15.01.2011 – 15.01.2012 tarihleri arasında Tekirdağ Devlet Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniğine ilk kez başvuran 2918 hastanın dosyaları taranarak okul reddi davranışı şikayetiyle getirilen çocuk ve ergenlerin altta yatan psikopatolojileri ve / veya okul reddi nedenleri araştırılmıştır. Kaynaklar 1. Broadwin IT. A contribution to the study of truancy. American Journal of Orthopsychiatry.1932;2:253–259. 2. Berg I, Nichols K, Pritchard C. School phobia: Its classification and relationship to dependency.Journal of Child Psychology and Psychiatry. 1969; 10(2):123–141. 3. Armando A. Pina, Argero A. Zerr, Nancy A. Gonzales, and Claudio D. Ortiz. Psychosocial Interventions for School Refusal Behavior in Children and Adolescents Child Dev Perspect. 2009 April 1; 3(1): 11–20 4. Kearney CA. Forms and functions of school refusal behavior in youth: an empirical analysis of absenteeism severity. J Child Psychol Psychiatry. 2007 Jan;48(1):53-61. 5. Kearney CA.School Refusal Behavior in Youth: A Functional Approach to Assessment and Treatment. Washington. DC: American Psychological Association; 2001. PP-115 ORGANİK OLMAYAN BÜYÜME GERİLİĞİ: BİR OLGU SUNUMU Dicle Sapmaz, Koray Karabekiroğlu Ondokuz Mayıs Ün. Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun Giriş: Organik olmayan büyüme geriliği, fiziksel gelişme geriliği olan bir çocukta beslenme eksikliği ile birlikte duygusal yoksunluğun kombinasyonun geriliğin sebebi olarak görüldüğü önemli bir sağlık sorunudur. Büyüme geriliği nedeniyle hastaneye yatışı yapılan çocukların %15-58’inde organik olmayan sebeplerin rol aldığı bildirilmektedir. Aile içi risk etkenlerinin (örn., yoksulluk, madde kötüye kullanımı, hapis yatma, boşanma, vs) çocuğun psikolojik ve duygusal gelişimi üzerine olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Bu bildiride altta yatan organik sebep bulunamayan belirgin büyüme geriliği olan bir olgu sunulacaktır. Olgu: 9 yaşında kız hasta, çocuk psikiyatrisi polikliniğimize yaklaşık 2-3 ay önce başlayan “moral bozukluğu, somatik yakınmalar, gündüz altını ıslatma, iştahsızlık, uyku miktarında artış” şikayetleri ile ailesi eşliğinde başvurdu. 4 yaşından beri Çocuk Esirgeme Kurumu’nda (ÇEK) kaldığı, halen ilkokul 3.sınıf öğrencisi olduğu ve akademik başarısının orta düzeyde olduğu bildirildi. 97 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Alınan bilgilere göre gün içinde sürekli halsizlik halinin olduğu, haftada iki kere karın ağrısı, baş ağrısı, yan ağrısı gibi şikayetler ile hastaneye gittikleri, ancak bu somatik yakınmaları açıklayacak organik patoloji saptanmadığı, gün içinde genelde keyifsiz ve uykulu olduğu, yuvada arkadaşları ile etkinliklere katılmakta isteksiz olduğu, iştahsızlığının olduğu, yemek yeme ya da başka bir konuda zorlandığında altına kaçırmasının olduğu öğrenildi. Boyu ve ağırlığının 3 persentilin altında olduğu tespit edildi. Çekilen sol el-bilek grafisinde kemik yaşının 6 yaş ile uyumlu olduğu belirlendi. Büyüme geriliğini açıklayabilecek organik etyoloji belirlenemedi. Bölümümüzce Organik olmayan Büyüme Geriliği ve Depresif Bozukluk tanıları sertralin 25 mg/g, mirtazapin 15mg/g tedavisi başlanarak poliklinik takibine alındı. Dört hafta sonraki izlemde somatik yakınmalarının ve altına kaçırma yakınmalarının devam etmediği bildirildi, depresif semptomlarında kısmi remisyon saptandı. Tartışma: Çocukların sosyal gelişimi anne ve bebek arasındaki etkileşime bağlıdır ve beslenme etkileşimi erken ilişkilerin niteliğinin belirlenmesinde kritik öneme sahiptir. Çocuğun büyüme geriliği yetersiz ebeveynliğin bir formu olan “Maternal yoksunluk sendromu” ile ilgili bulunmaktadır. Erken dönemde yoksunluk hipotalamik-pitüiter-adrenal aksın regülasyonunu bozarak yaşamboyu stresörlere karşı artmış duyarlılık potansiyeline yol açmaktadır. Ulaşılan sosyal ve duygusal bakımın doğası ve kalitesinin HPA aksının kronik aktivasyonunu belirleyen kiritik faktör olduğu ileri sürülmektedir. Bu olgu sunumunda pediyatri kliniklerinde sık görülen bir sorun olmasına karşın organik olmayan büyüme geriliği nadiren çocuk psikiyatrisine yönlendirildiği ve büyüme geriliği etyolojisi ve tedavisinde psikiyatrik unsurların da önemli olabileceği vurgulanmak istenmiştir. Tedavide psikososyal müdahalelerin yanı sıra psikofarmakolojik yaklaşımların da önemli olabileceği düşünülmektedir. PP-116 İNTERNET BAĞIMLILIĞI, PSİKİYATRİK EŞTANI VE ADLİ SORUNLAR: BİR OLGU SUNUMU Nermin Yücel1, Işık Görker2, Onur Burak Dursun1, Leyla M. Bozatlı2, Atakan Yücel3, Volkan Şan2 1 Atatürk Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Erzurum 2 Trakya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Edirne 3 Atatürk Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Erzurum Ondokuz yaşın altındaki bireylerin nüfusun yaklaşık %35’ini oluşturduğu ülkemizde 35 milyona varan internet kullanıcısı bulunmaktadır. Bu bağlamda internet kullanımı ile ilişkili ruhsal bozukluklar giderek önem kazanmakta ve çocuk ergen ruh sağlığı uzmanlarının günlük pratiğinde daha çok yer bulmaktadır. Bu yazımızda sorunlu internet kullanımına bağlı nedenlerle başlatılan bir adli değerlendirme kapsamında, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine başvuran bir olgunun psikiyatrik izlem, tanı ve tedavi süreci sunulacaktır. Olgu: 15 yaşında erkek hastaaşırı internet kullanımını engellemeye çalışan annesi ile yaşadığı şiddetli tartışmaların çevrede rahatsızlık uyandırması sonucu komşularının yakınmaları üzerine başlayan adli süreç kapsamında polikliniğimize başvurdu. Yapılan psikiyatrik değerlendirmede olgunun son 2 yıldır günde yaklaşık 12 saatini internet kullanımı ile geçirdiği, bu sürenin giderek arttığı, bilgisayar başında olmadığı zamanlarda huzursuzluk, sinirlilik, sürekli olarak interneti düşünme yakınmalarının olduğu; aşırı internet kullanımı nedeniyle okul, aile ve arkadaş çevresiyle sorunlar yaşadığı öğrenilmiştir. Ayrıca olgunun daha önce de bu yakınmaları nedeni ile hastane başvurularının olduğu, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve davranım bozukluğu tanıları ile tedavi başlanılmasına karşın, ailenin önerilen tedavileri sürdürmediği anlaşılmıştır. Olguyabilişsel davranışçı tedavi ve farmakolojik tedavi uygulanmış, izlem sürecindeinternet kullanım süresinde azalma, aile ve arkadaşlık ilişkilerinde normalleşme, ders başarısında artış olduğu görülmüştür. Sonuç: İnternet bağımlılığı yakınmaları ile gelen olgularda, sıklıkla dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, anksiyete bozuklukları, davranım bozukluğu, depresyon gibi çocukluk döneminde sık görülen ruhsal bozuklukların eştanı almaları ve internet bağlantılı adli olayların giderek artış göstermesi nedeniyle, internet bağımlılığı, çocuk ve ergen ruh sağlığı uzmanları tarafından dikkate alınması ve tetkik ve tedavisinin sürdürülmesi gerekliliği olan önemli bir durumdur. PP-117 EPİLEPTİK DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞUNDA METİLFENİDAT TEDAVİ YANITI; İZLEM ÇALIŞMASI Gonca Çelik, Ayşegül Tahiroğlu, Ayşe Avcı, İpek Süzer, Özlem Hergüner, Nurcihan Kiriş Amaç; Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve epilepsinin sıklıkla birlikte görülmesi her iki hastalığın tedavi ve seyrini karşılıklı olarak etkilemektedir. Bu çalışmada epilepsili olan ve olmayan DEHB ‘li iki hasta grubun metilfenidat tedavisi başlangıcında, üçüncü ayında ve 6 aylık düzenli stimülan tedavi alınmasının ardından tedavi kesildikten sonraki bir zaman diliminde uygulanan Stroop testine göre tedavi etkinliğinin izlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem; Çalışmaya 47 epilepsili ve 47 epilepsisi olmayan toplam 94 DEHB’li çocuk ve ergen alındı. 2 grup yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, DEHB alt tipi ve komorbid tanılar bakımından bire bir eşlendi. İlk başvuru (1), stimülan tedavi alan olgularda tedavinin 4.ayında ve ilacın etkili olduğu bir saatte (2) ve 6 ay düzenli metilfenidat tedavisi aldıktan sonra kesilen metilfenidat sonrası uygulanan Stroop (3) olmak üzere 3 ayrı dönemdeki sonuçlar; gruplarda ayrı ayrı (grup içi/bağımlı değişken) analiz edilerek epileptik ve kontrol gruplarının tedavi yanıtları açısından fark olup olmadığı araştırıldı. Bulgular; Toplam Düzeltme (1) ve (3), skorları genel grupta, kontrol grubunda ve kontrol erkeklerde anlamlı azalma gösterirken (p<0,05), epilepsili grupların hiç birinde Toplam Düzeltme skorları açısından anlamlı değişiklik saptanmadı. 98 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 (p>0,05). Epilepsi grubunda DEHB-bileşik tip olanların Stroop Toplam düzeltme-1, Toplam Hata Düzeltme-1, Toplam Hata-2, Toplam Hata Düzeltme-2, Toplam Hata-3 ve Toplam Hata Düzeltme-3 skorları DEHB-bileşik tip olan kontrollerden anlamlı yüksekti (sırasıyla p=0,006; 0,016; 0,008; 0,041; 0,017; 0,024). DEHB-dikkat eksikliği tanısı olan epileptiklerde Stroop Toplam Süre-3, Toplam Düzeltme-3, Toplam Hata-3, Toplam Hata Düzeltme-3 skorları DEHB-bileşik tip olan epileptiklerden anlamlı yüksekti. (p<0,05) Sonuçlar; Bu izlem çalışmasının bulguları değerlendirildiğinde; metilfenidat kullanımına rağmen tedavi etkinliğinin gözlenmemiş olması epilepsi veya kullanmakta olduğu antiepileptik ilacın nörobilişsel yan etkileri nedeni ile olabileceği gibi epilepsinin eşlik ettiği DEHB’nin ayrı bir nörobiyolojik alt grup olmasından da kaynaklanıyor olabilir. Bu nedenle stimülan ilacın tedavi süresi, antiepileptik ilaçların seçimi; Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nun eşlik ettiği epilepside klinik izlemle uyumlu bir biçimde değerlendirilmelidir. PP-118 DEPRESİF BOZUKLUK TANILI ÇOCUK VE ERGENLERDE YAŞAM KALİTESİ Sevay Alşen, H.Burak Baykara, Neslihan İnal Emiroğlu, Dilay Karaarslan Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Amaç: Bu çalışmada Depresif Bozukluk tanısı alan çocuk ve ergenlerin yaşam kalitelerine ilişkin kendilerinin ve ebeveynlerinin algılarının sağlıklı kontrol grubuyla karşılaştırılması amaçlanmıştır. Buna ek olarak çocuk ve ergenlerde klinisyenin değerlendirdiği işlevsellikteki bozulma ile yaşam kalitesindeki etkileşime bakılması hedeflenmiştir. Yöntem: Okul Çağı Çocukları için Duygulanım bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli-Türkçe Uyarlaması ve DSM-IV psikiyatrik bozukluk tanı ölçütleri göz önüne alınarak yapılan görüşmeler ile Depresif Bozukluk tanısı konan 12-18 yaş aralığındaki 38 çocuk ve ergen ile yaş ve cinsiyetlerine göre eşleştirilen sağlıklı 38 çocuk ve ergen çalışmaya alınmıştır Tüm çocuk ve ergenler ile ebeveynlerine Çocuklar için Yaşam Kalitesi Ölçeği Türkçe versiyonu (ÇİYKÖ) verilmiş, çalışmaya katılan tüm çocuk ve ergenler için klinik değerlendirmeyi yapan klinisyen tarafından Genel Klinik İzlenim-Şiddet formu (Clinical Global Impression-Severity Form) ve Genel Klinik Değerlendirme Ölçeği (Clinical Global Assesment ScaleCGAS) doldurulmuştur. Çalışmanın verileri Windows için SPSS15.0 bilgisayar programı kullanılarak değerlendirilmiştir. Tanımlayıcı istatistiksel yöntemlerin (ortalama, standart sapma) yanı sıra niceliksel verilerden ikili grupların karşılaştırılmasında t testi kullanılmıştır. ÇİYKÖ ve CGAS arasındaki ilişkinin yönü ve düzeyinin belirlenmesi amacıyla Spearman korelasyon testi kullanılmıştır. Sonuçlar %95lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirilmiştir. Bulgular: Depresif bozukluk tanılı çocuk ve ergenlerin, sağlıklı kontrollerle ÇİYKÖ puanları karşılaştırıldığında, ölçek toplam puanı (ÖTP), fiziksel sağlık toplam puanı (FSTP), psikososyal sağlık toplam puanı (PSTP), duygusal işlevsellik puanı (DİP), sosyal işlevsellik puanı (SİP) ve okul işlevselliği puanı (OİP) alanlarında istatistiksel olarak anlamlı oranda düşük puanlar aldıkları saptanmıştır (p<0.000).. Depresif bozukluk tanılı çocuk ve ergenlerin ebeveynlerinin çocuklarını değerlendirmeleri sonucu elde edilen ölçek puanlarının da, hem toplam ölçek puanı hem de tüm alt ölçek puanlarına bakıldığında; sağlıklı çocuk ve ergenlerin ebeveynlerinin ölçek puanlarına göre istatistiksel olarak anlamlı oranda düşük olduğu elde edilen diğer bulgular arasındadır. Değerlendirmeyi yapan klinisyenin çalışmaya katılan tüm çocuk ve ergenler için doldurduğu Genel Klinik Değerlendirme Ölçeği (Clinical Global Assesment Scale) puanlarına bakıldığında; depresif bozukluk tanılı çocuk ve ergenler ile sağlıklı kontrollere ait puanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu gösterilmiştir (p<0.000). Genel klinik Değerlendirme Ölçeği puanları ile depresif çocuk ve ergenlerin doldurduğu ÇİYKÖ toplam puanları (r=0.400, p<0.05), duygusal işlevsellik puanları (r=0.492, p<0.05) ve okul işlevselliği puanları (r=0.448, p<0.01) arasında ve ebeveynlerin doldurduğu ÇİYKÖ toplam puanları (r=0.595, p<0.01) ve okul işlevselliği (r=0.423, p<0.01) puanları arasında orta düzeyde bağıntı olduğu gösterilmiştir. Sonuç: Çocuk ve ergenlerde görülme sıklığı gün geçtikçe artan ve tüm işlevsellik alanlarında belirgin bir bozulmaya yol açan depresyonun yaşam kalitesi algısını, hem çocuk ve ergenlerin kendilerinde hem de ebeveynlerinde belirgin olarak olumsuz yönde etkilediği görülmektedir. Çocuk ve ergenlerde depresyonun tanınması, takip ve tedavi aşamalarında yaşam kalitelerinin değerlendirilmesinin; biyopsikososyal bir bütün olarak ele alınan çocuk veya ergenin ve üyesi olduğu ailenin zorluk yaşadıkları alanların belirlenerek, hem çocuk ve ergenin hem de ebeveynlerinin katılımı ile amaca yönelik tedaviler planlanabilmesi için klinisyene yardımcı olacağı düşünülmektedir. PP-119 31 AYLIK BİR ÇOCUKTA KONVERSİYON BOZUKLUĞU; BİR OLGU SUNUMU Veysi Çeri, Ezgi Şen, Hülya Bingöl Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul Konversiyon bozukluğu (KB), hareket, duyu ve nörovejetatif sistem organlarında organik bir temele dayanmayan işlev yitimi, işlev azalması ya da çoğalması şeklinde tanımlanmaktadır[1]. Batılı ülkelerde çocuk ve ergenlerde KB nadir olarak görülmektedir[2]. Buna karşın Türkiye ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerde KB daha sık görülmektedir[3,4]. 99 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 1-5 yaşları arasında bildirilen olgular olmakla birlikte son zamanlarda yapılan çalışmalarda gösterilen en küçük olgu 4 yaşındadır[5]. Bu posterde normal psikomotor gelişim göstermiş olan ve 31 aylıkken başlayan konuşamama, yürüyememe, gözünü açamama yakınmaları nedeniyle ebeveynleri tarafından 1 ay sonra kliniğimize getirilen ve değerlendirmelerimiz sonucu diğer olası tanılar dışlandıktan sonra KB tanısı konarak tedavi edilen bir olgu aktarılmıştır. Kaynaklar 1. Öztürk 2001 2. Fritz GK, Fritsch S, Hagino O (1997) Somotoform disorders in children and adolescents: a review of past 10 years 3. Srinath S, Bharat S, Girimaji S, Seshadri S (1993) Characteristics of child inpatient population with histeria in India 4. Chandra R, Srinavasan S, Chandrasekaran R, Mahadevan S (1993) The prevalance of mental disorders in school age children attending general pediatric departmen in sautherrn India. 5. Rock NL. Conversion reactions in childhood: a clinical study on child seurosis PP-120 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE KLEPTOMANİ BİRLİKTELİĞİNDE METİLFENİDAT TEDAVİSİ: BİR OLGU SUNUMU Ayhan Bilgiç, Savaş Yılmaz K.Ü. Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Kleptomani kişisel kullanım ya da parasal değeri için gereksinim duyulmayan nesneleri çalmaya yönelik dürtülere tekrarlayıcı olarak karşı koyamama durumudur. Çalma davranışı öncesinde giderek artan bir gerginlik durumu ve sonrasında haz alma, doyum bulma ortaya çıkmaktadır. Çalma davranışı davranım bozukluğu ile açıklanamamaktadır. Bu sunumda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ve kleptomani tanıları konulan bir olguda metilfenidat tedavisi sonrası kleptomanik belirtilerin gerilemesi bildirilmiştir. Olgu: Sekiz yaşında erkek olgu, yaklaşık olarak üç aydır süren okul arkadaşlarının silgi, kalem, kalemtıraş gibi eşyaları eve getirme davranışı nedeniyle kliniğe getirildi. Ebeveynleri fark ettiklerinde eşyaları okula geri götürüyor ve ceza uyguluyorlardı. Buna karşın çalma davranışı sürekli olarak devam ediyordu. Aile okul ile de işbirliği yapmaya çalışmış ancak sonuç alınamamıştı. Arkadaşlarından aldığı eşyaları genellikle hiç kullanmıyor, sadece biriktirip saklıyordu. Evde tüm bu eşyalardan onlarcasını biriktirmişti. Ek olarak ailenin aşırı hareketlilik, söz dinlememe ve ders yapmak istememe yakınmaları bulunmaktaydı. Yapılan psikiyatrik muayene sonucunda DEHB bileşik tip ve karşı gelme karşıt olma bozukluğu tanıları saptandı. Var olan çalma davranışının davranım bozukluğu ile açıklanamayacağı düşünüldü ve kleptomani eştanısı konuldu. Uzun etkili metilfenidat 18 mg/gün tedavisine başlandı. Tedavinin ilk gününden itibaren çalma davranışı tamamen kayboldu. DEHB ve karşı gelme davranışları da tedavinin ilk 15 günü belirgin olarak geriledi. Buna karşın, sonrasında yıkıcı davranış bozukluğu belirtileri tekrar belirginleşti. Ancak kleptomanik belirtileri tekrar gözlenmedi. Yorum: Bu olgu bir dürtü kontrol bozukluğu türü olan kleptomanide özellikle DEHB ile birlikte görülmesi halinde metilfenidatın faydalı olabileceği düşüncesini desteklemektedir. Dürtüsellikte ve ödül sisteminde dopaminerjik yolakların rolü göz önüne alındığında psikostimülanların bu etkiyi dopaminerjik sistem üzerine olan etkisi ile gerçekleştirdiği düşünülebilir. PP-121 PRETERM DOĞUM İLE ANNE-BEBEK İLİŞKİSİ VE ANNE KAYGI DÜZEYİ ARASINDAKİ İLİŞKİ Koray Karabekiroğlu1, İpek Akman2, Şebnem Kuşçu3, Orhan Kemal Kuşçu4, Emel Altuncu5 1 Ondokuz Mayıs Ün. Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun 2 Yakın Doğu Üniversitesi, Pediatri Anabilim Dalı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 3 Klinik psikolog, Istanbul 4 Marmara Ün. Tıp Fak. Psikiyatri Anabilim Dalı, İstanbul 5 İzmit Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Yenidoğan Ünitesi, Kocaeli Amaç: Erken doğum hem bebek hem de annesi için çeşitli tıbbi sorunların riskini artırmaktadır. Öte yandan, erken doğumun anne-bebek arasındaki ilişkinin niteliğini de etkileyebilmektedir. Bu çalışmada preterm ve zamanında doğan bebeklerle anneleri arasındaki ilişkinin niteliği ve bu ilişkiyi etkileyen çeşitli etkenlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Preterm doğum 32 haftadan önce doğum olarak alınmıştır. Ortalama 16.7±3.9 aylık olan preterm çocuk (n:20) ve zamanında doğan bebekler (n:20) ve anneleri (n:40) çalışmaya alınmıştır. Öte yandan, annelerin psikometrik değerlendirmesi için Beck Depresyon Envanteri (BDE), Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (DSKE), Ebeveynlik Tutumları Araştırma Ölçeği (ETAÖ) ve Erişkin Bağlanma Ölçeği (EBÖ) kullanılmıştır. Bebekleri değerlendirmek için ise, Bayley Gelişim Testleri, Kıse 1-3 Yaş sosyal Duygusal Değerlendirme Ölçeği (K-1/3SDD) verilmiştir. Öte yandan, anne-bebek arasındaki ilişki, yapılandırılmış video kaydı sonrası video kaydının izlenmesi ile Ebeveyn-Bebek İlişkisi Global Değerlendirme Ölçeği (EBİGDÖ) ile iki uzman tarafından değerlendirilmiştir. 100 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Sonuç: Preterm doğum yapan annelerin SDKE- sürekli kaygı puanları anlamlı olarak diğer gruptaki annelerden daha yüksek bulunmuştur (42,3’e karşılık 46,0 [p:0.01]). ETAÖ- aşırı disiplin skorları preterm grupta anlamlı olarak daha yüksek saptanmıştır (32,1’ye karşılık 39,6 [p:0.02]). Öte yandan, K-1/3SDD sorun ve beceri puanları ve EBÖ ve EBİGDÖ sonuçları her iki grupta benzer bulunmuştur. Yorum: Bu sonuçlar preterm doğum yapan annelerin daha yüksek kaygı düzeyleri gösterdiklerini, ancak perterm doğumun anne-bebek ilişkisinin niteliği ile anlamlı bir ilişki göstermediğini ortaya koymaktadır. PP-122 ÇOCUK VE ERGENLERDE CİNSEL İSTİSMARIN PSİKİYATRİK SONUÇLARI: 590 OLGUNUN SONUÇLARI Zeynep Yıldırım1, Serkan Şahin1, Koray Karabekiroğlu1, Melih Nuri Karakurt2, Ahmet Şenses3, Saliha Baykal4, Dicle Sapmaz1, Murat Yüce1, Zehra Babadağı1, Ahmet Turla5, Berna Aydın5 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun 2 Diyarbakır Çocuk Hastalıkları, Diyarbakır 3 Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Isparta 4 Dumlupinar Üniversitesi, Kütahya Evliya Çelebi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Kütahya 5 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fak. Adli Tıp Anabilim Dalı, Samsun Amaç: Cinsel istismar çoğu kez gizli kaldığı, sır olarak saklandığı için gerçek istatistiksel verilere ulaşmak zordur. Çocuk cinsel istismarı nedeniyle kliniğe başvuran adli olguların değerlendirme süreci çocuk ruh sağlığı kliniklerinin önemli bir çalışma alanı olmuştur. Bu çalışmada kliniğimize 2010 ve 2011 yılları içerisinde “Çocuk cinsel istismarı” nedeniyle adli makamlarca gönderilen tüm çocukların değerlendirilmesi ve istismara bağlı olarak gelişen psikiyatrik morbiditenin incelenmesi amaçlanmıştır. Öte yandan, istismara bağlı olarak psikiyatrik bozukluk gelişimine etki eden faktörlerin araştırılması hedeflenmiştir. Yöntem: 2010 ve 2011 yılları içerisinde Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi kliniğine (OMÜTF-ÇP) başvuran cinsel istismar içeren tüm adli olgular (N:590) değerlendirmeye alınmıştır. Sonuç: İki yıllık dönemde, ortalama 13,56±3,38 [1-18] yaşında, 590 çocuk (590 kız [%14,1], 83 erkek [%85,9]) değerlendirilmiştir. Çocukların istismarın başlangıcından ortalama 357 gün ilk kez bir çocuk psikiyatri kliniğine getirildikleri ve %75,2’sinin istismara bağlı olarak psikiyatrik tanı aldığı saptanmıştır. En sık aldıkları tanıların depresif bozukluk (%45,9) ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) (%31,7) olduğu belirlenmiştir. Faillerin tümü erkekti ve %80,3’ü çocuğun daha önceden tanıdığı biriydi ve 91 olguda ensest (%15.1) saptandı. Olguların %48,8’inde cinsel penetrasyon mevcuttu. Psikiyatrik tanı almak açısından cinsiyet ve yaş grupları arasında fark bulunmazken, cinsel istismarın oluş biçiminin daha şiddetli olması (ör, penetrasyon olup olmaması) (p:0.006), ek olarak fiziksel istismara maruz kalmış olma (p<0.001) ve ensest varlığı (p<0.001) durumlarında anlamlı olarak daha fazla psikiyatrik bozukluk geliştiği görüldü. Cinsel İstismar sonrası psikiyatrik bir bozukluk gelişmesini yordayan faktörleri incelemek için yapılan lojistik regresyon analizine yaş, cinsiyet, istismar oluş biçimi, ensest varlığı, başka bir kurban olup olmaması, ek olarak fiziksel istismara maruz kalıp kalmama ve istismarın ilk gününden ilk psikiyatrik değerlendirmeye kadar geçen sürenin yer aldığı etkenler anlamlı bir 2 denklem ortaya koydu [x =55.42, df= 7, N=522, p<0.001]. Ensest varlığı, ek olarak fiziksel istismara maruz kalma ve istismarın ilk gününden ilk psikiyatrik değerlendirmeye kadar geçen sürenin uzamasının anlamlı bir yordayıcı olduğu görüldü. Yorum: Yazına benzer şekilde bu çalışmada da cinsel istismar mağdurlarının önemli bir kısmını kızlar oluşturmaktaydı. Ensest varlığı, ek olarak fiziksel istismara maruz kalma ve istismarın geç ortaya çıkmasının psikiyatrik bulguları arttırdığı görüldü. Çocukluk çağı travmaları içinde çocuk istismarı çocuğa sıklıkla en yakınları tarafından yapılıyor olması ve genellikle yinelenebilirliği nedeniyle tanımlanması ve tedavi edilmesi en zor olan travma şekli olarak ele alınır. İstismar davranışı genellikle aşamalı olarak gelişmektedir ve aile içi istismarlar daha uzun süre gizli kalmakta ve olumsuz etkileri daha belirgin olmaktadır. Elde edilen bu veriler istismarın önlenmesi ve istismarın olumsuz sonuçlarının azaltılmasında yararlı olacaktır. PP-123 OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK VE TİK BOZUKLUKLARINDA ALERJİK HASTALIKLAR DAHA MI FAZLA? Koray Karabekiroğlu1, Sükrü Güner2, Saliha Baykal3, Mehtap Kılıç2, Recep Sancak2, Murat Yüce4 1 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun 2 Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun 3 Dumlupınar Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kütahya Evliya Çelebi Hastanesi, Kütahya Amaç: Klinik uygulamadaki gözlemlerimiz tik bozuklukları (TB) ve Obsesif kompulsif bozuklukta (OKB) alerjik hastalıkların daha sık görüldüğü yönündedir. Ancak bu alanda şu ana kadar yeterli sayıda araştırma yapılmamıştır. Bu araştırmanın temel amacı çocuk ve ergen psikiyatrisi kliniğinde takip edilen TB ve/veya OKB tanısı olan çocuk ve ergenlerde alerjik hastalıkların araştırılmasıdır. Yöntem: (OKB) (n:26) veya TB (n:36) ya da her ikisi (OKB veTB) olan (:17) ve kontrol grubunda yer alan (n:35) [toplam: 80] çocuk ve ergen çalışmaya alınmıştır. Psikiyatrik tanı DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre çocuk psikiyatrisi uzmanı tarafından konuldu ve ek psikiyatrik tanıları değerlendirmek için “Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme 101 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu Şekli Türkçe uyarlaması (ÇDŞG-ŞY)” kullanıldı. Ayrıca genel psikiyatrik belirti dağılım ve şiddetini değerlendirmek için “Çocuk Davranış Değerlendirme Ölçeği (ÇDDÖ)- 4-18 Yaş”, OKB belirtilerin dağılımı ve şiddetini belirlemek için Çocuklar için Yale-Brown Obsesyon Kompulsiyon Ölçeği (Ç-YBOKÖ), tik dağılım ve şiddetini belirlemek için ise Yale genel tik ağırlığını derecelendirme ölçeği (YGTADÖ) kullanılmıştır. Alerjik hastalıkların tanısına yönelik standartize edilmiş uluslararası çocukluk çağı astım ve alerji çalışma gurubu (International study of asthma and allergy in childhood) (ISAAC) sorularının Türkçe’ye çevrilmiş hali bizzat doktor tarafından ebeveynlerle yüz yüze görüşülerek uygulanmıştır. Serum örneklerinden immunassay nefolemetre yöntemiyle Dode Behring (Reagent) kitleri kullanılarak Dode-Behring cihazında OMÜ Biyokimya Laboratuvarında nonspesifik total IgE düzeyi çalışılmış ve 100 IU/ml ve üzerindeki total IgE değeri yüksek kabul edilmiştirr. Çocuk Hematoloji Laboratuvar’ında, Coulter LH 750 aleti ile tam kan sayımı çalışılmış ve total eozinofil sayısı belirlenmiştir. Eozinofil sayısı >450 eozinofil/μL kan ise eozinofili olarak tanımlanmıştır. Sonuç: TB ve OKB’nin ikisine sahip grupta (%76,5) ve sadece TB olan grupta (%47.4), kontrol grubuna göre (%22,9) alerjik hastalık anlamlı oranda daha fazla saptandı (p:0.003). OKB olgularında Prick testi kontrol olgularına oranla anlamlı olarak daha fazla pozitif olarak (%5,7’ye karşılık %26,9) tespit edildi (p:0.03). Öte yandan, OKB grubunda (109,32) ve TB olgularında (125,63) kontrol olgularına göre (30,0) IgE düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p<0.001). Yorum: Bu sonuçlar Tik bozuklukları ve OKB ile alerjik hastalıkların anlamlı derecede ilişki içinde olduğunu güçlü bir şekilde ortaya koymuştur. Bu ilişkinin patofizyolojisini ortaya koyacak noroimmünolojik etkenlerin daha ayrıntılı incelenmesi ve tedavi süreçlerinin psikiyatrik ve allerjik hastalıklara çapraz etkilerinin araştırılması sonraki araştırma basamakları olmalıdır. PP-124 İHMAL VE İSTİSMARA UĞRAMIŞ BİR ÇOCUK İÇİN EKİP OLABİLMEK Fatma Varol Taş, Damla Karakaşlar, Lalecan İşcanlı Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Çocukluk çağında cinsel istismara maruz kalma ve ebeveyn ihmaline uğrama, uzun süreli duygusal ve davranışsal sorunlara neden olabilmektedir. Ekim 2010’da adli polikliniğimize öz abisinden cinsel istismara uğradığı, bu nedenle ruhsal değerlendirmesinin yapılması istemiyle getirilen 10 yaşında erkek olgunun kronik post travmatik stres bozukluğu (PTSB) tanısı ve cinsel kimlikle ilgili sorunları olduğu saptanması üzerine poliklinik takibi ve tedavisi başlamıştır. Şubat 2009’da annesi tarafından terk edilen ve üvey abisi tarafından bakımı üstlenilen olgunun tedavi sürecinde, hakkında sağlık tedbiri kararı olmasına rağmen takip ve tedavisinin aksaması, post travmatik stres bozukluğu (PTSB) semptomlarının şiddetlenmesi, dişil kimliğe özgü davranışlar sergilemesi ve bakımveren ağabeyi tarafından bu konuda zorlayıcı davranışlara maruz kalması nedeniyle servise yatırılmıştır. Şubat-haziran 2011 tarihleri arasında yatarak tedavi görmüş, bireysel görüşmelerinde oyun kutusu kullanılmış, bakımveren ağabey ve ailesine yönelik aile görüşmeleri planlanmıştır. Süreçte ailenin tedaviye uyumsuzluğu ve olguya yönelik bakımverme ile ilgili yetersizlikler ve ihmal olduğu görülmüş, sosyal hizmetlerle yapılan toplantılarda olgunun kurum bakımına alınmasının uygun olacağı düşünülmüştür. Olgu taburculuğu sonrası kurum bakımına alınmış, haftalık görüşmeleri terapisti ile devam etmiş, kurum yetkilileri, primer bakımından sorumlu görevliler, sınıf öğretmeni ve rehber öğretmeni ile aylık toplantılar ise kliniğimizde çalışan başka bir hekim tarafından üstlenilmiştir. Bu olguda ihmal ve istismara uğramış bir çocuğun bakım ve tedavisinde ekip çalışmasının önemi vurgulanacaktır. PP-125 İHMAL VE DUYGUSAL İSTİSMARIN OLDUĞU ÇATIŞMALI AİLEDE İNTİHAR EĞİLİMLİ BİR KIZ OLGU Damla Karakaşlar, Gonca Engin, Şahbal Aras Dokuz Eylül üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Çocukluk çağı depresif bozukluk riskleri arasında biyolojik yatkınlığın yanı sıra aile ilişki sorunları, ebeveyn psikopatolojileri ve yetersiz ebeveynlik gibi çevresel etkenler yer almaktadır. Gelişim sürecinde ebeveynin yarattığı duygusal ortam çocuğun çevreyi ödüllendici veya tehdit edici olarak algılamasında; olumlu veya olumsuz duygulanım göstermesinde belirleyicidir. Ebeveynin ihmal ve istismarının çocuk ve ergenlerde başta depresyon, madde kötüye kullanımı, yıkıcı davranış bozuklukları, post-travmatik stres bozukluğu ve intihar girişimi olmak üzere psikopatoloji riskini attırdığı; ebeveyndeki ruhsal bozuklukların ise intihar riski ile ilişkili olduğu bildirilmektedir. Bu olgu sunumunda, gelişimini olumsuz etkileyen ebeveyn psikopatolojisi ve aile içi ilişki sorunlarının boyutu çok zorlukla ve geç olarak anlaşılmış ve müdahale edilebilmiş olan 10.5 yaşındaki kız olgunun ayaktan ve yatarak tedavi süreci değerlendirilmiştir. İlk olarak 4.5 yaşında sinirlilik, lokmasını emme, tırnak yeme, dalgınlık yakınmaları için poliklinikte 4 kez görüldükten sonra randevulara devam etmeyen kız olgu, 8 yaşında mutsuzluğunu ve ölme isteğini dile getiren şiiri nedeniyle tekrar acil olarak getirilmiştir. Olgu 2 yıl boyunca major depresyon tanısı ile izlenmiş, yaklaşık iki hafta arayla görülmüş 10 kadar aile görüşmesi yapılmış ve sayısız bireysel ve grup süpervizyonunda ele alınmıştır. Olgu depresyonunun şiddetlenmesi ve işlevselliğinin bozulması nedeniyle 10 yaşında iken 3 ay kadar süreyle çocuk ve ergen psikiyatrisi servisine yatırılmıştır. Olgunun yatış sürecinde; bireysel görüşmeleri oyun kutusu ile haftada iki defa, aile görüşmeleri ise iki haftada bir olacak şekilde düzenli olarak yapılmıştır. Yoğun aile ilişki sorunları ve ebeveyn psikopatolojisi ile ilişkili ihmal ve duygusal istismarın olgunun gelişim sürecini belirgin etkilediği dikkati çekmiştir. Olgunun yatışı ile ebeveyn çocuk ilişki özelliklerinin yakından 102 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 gözlenebilmesi ve yapılan sosyal incelemede saptanan bulgular olgunun sorunlarının başlamasına ve sürmesine katkıda bulunan ailesel etkenlerin boyutunun fark edilebilmesini sağlamıştır. Yatış sürecinde olguya yönelik bireysel psikoterapi girişimlerinin yanı sıra ebeveyn psikopatolojsine ve aile içi ilişki sorunlarına yönelik olarak ekip çalışması (çocuk psikiyatristi, erişkin psikiyatristi, sosyal hizmet uzmanı…) anlayışı ile gerçekleştirilen müdahale büyük yarar sağlamıştır. Çocuğun dış dünyayı değerlendirme sisteminin ilk ayarını yaparak duygusal gelişimi etkileyen ebeveynler, çocukta davranışları düzenlemenin gelişiminde ve bilişsel gelişimde önemli rol oynarlar. Erken gelişimde kazanılan bilişsel - duygusal örüntüler, erişkinlikteki yatkınlıkların veya özelliklerin temellerini oluşturmaktadır ve stresin beyin gelişimi üzerindeki olumsuz etkinlikleri bilinmektedir. Bu nedenle, saptanan patolojik ebeveyn çocuk etkileşimlerine zamanında müdahale edilmesi önemlidir. Sunulan olgudaki erken yaşlardan itibaren süren ebeveyn ihmali ve duygusal istismarının, duygu ve davranışları düzenleme sorunları, ilişki sorunları ve kendine zarar verme eğilimi üzerine etkileri literatür eşliğinde tartışılmıştır. PP-126 GENİTAL HERPETİK VEZİKÜLLERLE BAŞVURAN BİR OLGUNUN CİNSEL İSTİSMAR YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRMESİ Gonca Engin, Barış Güller, Özlem Gencer Kıdak, Burak Baykara, Aylin Özbek Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı, İzmir Giriş: Cinsel istismar; çocuğun bir yetişkin veya yaşça büyük bir kişi tarafından tarafından cinsel uyarı amacıyla kullanılması olarak tanımlanmaktadır. Aile içi cinsel ilişkinin (ensest) “özellikle de çocuğa yönelik olanın” tüm inanç sistemlerinde ve toplumlarda yasaklanmış olması nedeniyle çocuğun cinsel istismarı, istismarlar içerisinde en zor saptanabilendir. Çocuktaki cinsel istismarının ancak %30-50 sinin ortaya çıkarılabildiği, geri kalan kısmının bildirilmediği belirtilmektedir. Genital herpes, prepubertal dönemde cinsel istismar bulgusu olabileceğinden mutlaka değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Bu sunumda anogenital herpes nedeniyle acil servise başvuran 2 yaş 3 aylık bir kız olguda cinsel istismar açısından değerlendirilme süreci sunulmuştur. Olgu: Anal ve gluteal bölgede ağrı ve veziküller nedeniyle Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri Acil Servisine başvuran 2 yaş 3 aylık kız çocukta yapılan fizik muayenede herpetik veziküller saptanmış ve cinsel istismar açısından değerlendirilmesi amacıyla Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’ndan konsultasyon istenmiştir. Anneden alınan öyküde lezyonların iki ay kadar önce ortaya çıktığı, giderek arttığı öğrenilmiştir. Ailede kimsede benzer lezyonların olmadığı, ancak annenin dudağında sık sık uçuk çıktığı da alınan bilgilerdendir. Olgu, annesi ve babası bir arada psikiyatrik değerlendirilmeye alınmıştır. Çocuğun ruhsal durum muayenesinde aktif bir patoloji düşünülmemiş olup, olgunun gelişim basamakları da yaşına uygun olarak değerlendirilmiştir. Tuvalet eğitimi halen sürmekte olan olgunun gün içinde altının bezlendiği öğrenilmiştir. Dermatolojide yapılan smear, Tzanck yaymasında herpes ile uyumlu viral sitopatolojik değişiklikler olarak değerlendirilmiş ve tedavide asiklovir başlanmıştır. Olgu ve ailesinin değerlendirilmesi kliniğimizde devam etmektedir. Tartışma: Genital herpes 11 yaş altında 1/1000000 gibi bir oranda oldukça nadir görülmektedir. Yetişkinlerde cinsel yolla bulaş fazla olmasına rağmen özellikle 5 yaşın altındaki olgularda anogenital herpesin cinsel olmayan yolla da bulaşabildiği bildirilmektedir. Genital herpesin olası cinsel olmayan bulaş yolları; otoinokulasyon, alt bezleme sırasında bakım veren erişkinden parmak teması ile bulaş, çocukların birbirine elle teması, enfekte nesnelerle bulaş (tabak, çatal, elbise vb.) olarak bildirilmektedir. Cinsel istismarı değerlendirmede yardımcı olan kılavuzlar, pediyatrik genital herpes olgularının cinsel istismar yönünden nasıl ele alınması gerektiği konusunda yetersiz kalmaktadır. Bu konuda daha fazla kanıta gereksinim vardır. PP-127 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE ENKOPREZİS BİRLİKTELİĞİNDE METİLFENİDAT TEDAVİSİNİN ENKOPREZİS ÜZERİNE ETKİSİ Savaş Yılmaz, Ayhan Bilgiç, Sabri Hergüner Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya Giriş: DEHB’de dışa atım bozuklukları eştanısı sık görülmektedir. Yazında bu durumun yürütücü fonksiyonlardaki bozulma ile ilişkili olabileceği belirtilmektedir. Bu çalışmada metilfenidatın enkoprezis üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Kombine tip DEHB tanısı almış ve enkoprezis eştanısı olan 8–18 yaş arası çocukların dosya taraması yapılarak verileri değerlendirilmiştir. Mental retardasyonu, depresyonu, anksiyete bozukluğu olanlar çalışma dışı bırakılmıştır. DEHB derecelendirmesinin yapılabilmesi için Conners Anne-Baba Derecelendirme Ölçeği (CADÖ), enkoprezis şiddetinin belirlenmesi için CGİ-Ş, iyileşmenin belirlenmesi için CGİ-D kullanılmıştır. Sonuç: Toplam 10 hastanın 6’sında enkoprezisde belirgin düzelme, 2’sinde ise kısmi düzelme olduğu gözlenmiştir. Hastaların ortalama 26,1± 5,1 mg/gün metilfenidat kullanılmıştır. Ortalama CADÖ toplam puanının 69,8± 26,1 olduğu, ilaç kullanımı sonrasında CADÖ toplam puanının 36,5± 22,7’ye düştüğü saptanmıştır. Yorum: DEHB belirtilerinin düzelmesinin enkoprezis belirtilerinde düzelme ile paralellik gösterdiği görülmüştür. Enkopretik belirtilerle başvuran hastaların tedavisinde DEHB eş tanısının da araştırılarak tedavi edilmesi enkopretik belirtilerin düzelmesine katkıda bulunabilir. 103 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-128 ANKSİYETE BOZUKLUĞU TANISI ALAN ERGENLERDE ANKSİYETE VE ANKSİYETE DUYARLILIĞININ DİSSOSİYATİF BELİRTİLER ÜZERİNE ETKİLERİ Savaş Yılmaz, Ayhan Bilgiç, Sabri Hergüner Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya Amaç:Anksiyete bozuklukları ile dissosiyatif bozuklukların ilişkili olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte “anksiyeteden kaynaklanan belirtilerin ortaya çıkmasından endişelenme” olarak tanımlanan anksiyete duyarlılığının dissosiyatif belirtiler üzerine etkisi ile ilgili bilgiler çok sınırlıdır. Çocuk ve ergenlik döneminde ise bu konu ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmada anksiyete bozukluğu tanısı konulan ergenlerde anksiyete ve anksiyete duyarlılığının dissosiyatif belirtiler üzerine etkileri araştırılmıştır. Yöntem: En az 3 aydır psikiyatrik tedavi uygulanma öyküsü bulunmayan ve birincil tanısı yaygın anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, sosyal fobi ya da panik bozukluğu olan 12-18 yaş aralığında toplam 58 ergen çalışmaya dahil edildi. Anksiyete bozuklukları tanıları Okul Çağı (6-18 Yaş) Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme ÇizelgesiŞimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS) uygulanarak konuldu. Olgulara Çocuk Sürekli ve Durumluk Kaygı Ölçekleri, Çocuk Anksiyete Duyarlık Ölçeği (ÇADİ) ve Ergen Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği (E-DYÖ) uygulandı. Sonuçlar: Hem sürekli ve durumluk anksiyete, hem de anksiyete duyarlılığı skorları ile E-DYÖ toplam puanı ve alt puanları arasında pozitif ilişki olduğu saptandı. Bununla birlikte, lineer regresyon analizi sonucunda sürekli ve durumluk anksiyetenin dissosiyatif belirtileri şiddetini yordadığı gözlenirken, anksiyete duyarlılığının dissosiyatif belirtiler üzerinde yordayıcı bir etkisi olmadığı saptandı. Yorum: Elde edilen veriler, gerek belirli bir zamanda ve belirli şartlar dahilinde hissedilen kaygıyı ifade eden durumluk anksiyetenin, gerekse bireyin genel olarak anksiyeteye yatkınlığını yansıtan sürekli anksiyetenin dissosiyatif belirtilerin ortaya çıkmasında rolü olduğunu düşündürmüştür. Anksiyete duyarlılığının ise dissosiyatif belirtiler üzerine anksiyete belirtilerinden bağımsız bir etkisi olmadığı saptanmıştır. PP-129 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU TANISI ALAN ERİŞKİNLERDE GÖZDEN ZİHİN OKUMA BECERİSİ Savaş Yılmaz, Sabri Hergüner, Ayhan Bilgiç, Ümit Işık Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya Amaç: Gözden zihin okuma becerisi Zihin Kuramında ifade edilen karşı tarafın düşüncesini ve davranışlarını tahmin becerisinin yordayıcısı olarak kabul edilmekte ve yürütücü işlevlerle ilişkili olduğu düşünülmektedir. Gözden zihin okuma becerisinin otizm spektrum bozukluklarında yetersizlik gösterdiği gösterilmiştir. Bu becerinin Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda da yetersiz olduğu ile ilgili bildirimler bulunmaktadır. Bu çalışmada dikkat eksikliği ve hiperaktivitenin zihin kuramı üzerine etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya DEHB tanısı konulmuş olan 18 yaşından büyük, anksiyete bozukluğu, duygudurum bozukluğu ve psikoz gibi eştanıları bulunmayan erişkinler ve yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş sağlıklı kontroller dahil edilmiştir. DEHB tanısı DSM-IV-TR kriterlerine göre konulmuştur. DEHB derecelendirmesinin yapılabilmesi için Wender Utah Derecelendirme Ölçeği (WURS) ve Erişkin Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Ölçeği (ASRS), Zihin Kuramı değerlendirmesi için Gözden Zihin Okuma Testi kullanılmıştır. Sonuç: DEHB grubunda Gözden Zihin Okuma sonuçlarının sağlıklı kontrollere göre daha düşük olduğu, ancak bunun istatistiksel olarak anlamlı düzeyde olmadığı saptanmıştır. WURS ve ASRS değerleri ile Gözden Zihin Okuma arasında anlamlı bir ilişki olmadığı saptanmıştır. Yorum: Yazında DEHB de Gözden Zihin Okuma becerisinin kontrollerden anlamlı düzeyde düşük olduğunu gösteren ve DEHB şiddeti ile Gözden Zihin Okuma becerisinin negatif korelasyon gösterdiğini gösteren çalışmalar mevcuttur. Bizim çalışmamızda benzer bir eğilim gözlense de istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. PP-130 ATOMOKSETİN VE UZUN ETKİLİ METİLFENİDAT TEDAVİSİ SONRASI GELİŞEN KORE-ATETOİD HAREKETLER: BİR OLGU SUNUMU Savaş Yılmaz, Ümit Işık Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı, Konya Giriş: DEHB'nin dopamin yolağı ile ilişkisi bilinmektedir. Özellikle prefrontal bölgede dopamin yolağı ile ilgili sorunlar tanımlanmaktadır. DEHB tedavisi çoğunlukla dopamin üzerine etkili ilaçlar ile yürütülmektedir. Psikotrop ilaç kullanımına bağlı hareket bozuklukları da gözlenebilir. Özellikle dopamin antagonistleri ilaca bağlı hareket bozukluklarında önemli rol oynamaktadır. Bu sunumda dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı konulan bir olguda metilfenidat ve atomoksetin tedavisi sonrası ortaya çıkan kore ve atetoid hareket bildirilmiştir. 104 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Olgu : DEHB bileşik tip tanısı konulan altı yaşında erkek hastaya atomoksetin tedavisi başlandı. İlk hafta 10mg/gün daha sonra 18mg/gün kullanıldı. Bu tedavi sonrasında kollarda sıçrayıcı tarzda (koreiform) hareketler ve yılankavi kıvrılmalar (atetoid) ve yürürken oraklama tarzında hareket bozukluğu gelişti. Nörolojik muayenede kore-atetoid hareketler dışında bulgu saptanmadı. EEG ve MR da patolojik bulgu gözlemlenmedi. Atomoksetin tedavisi kesilmesinden 15 gün sonra koreiform hareketlerde azalma oldu. Aşırı hareketliliği, dürtü kontrol sorunları ve hafif düzeyde devam eden koreiform hareketlerinden dolayı hastaya 0,9mg/gün haloperidol başlandı ve bu tedavi ile hastanın koreiform hareketlerinde ve hareketliliğinde azalma gözlendi. Okula başlaması ile beraber dikkat problemlerinin yoğun olarak gündeme gelmesinden dolayı uzun etkili metilfenidat 18mg/gün başlandı. Bu tedavi sonrası dikkat ve hareketlilik problemleri ortadan kalktı. Ancak koreiform hareketler ve yürüyüş bozukluğu tekrar ortaya çıktı. Yan etkiler nedeniyle metilfenidat tedavisi kesildi, haloperidol tedavisi ve aile terapileri ile izlemine devam edilmesi kararı alındı. Tartışma: Metilfenidat dopamin salınımını arttırarak ve dopamin geri alımını inhibe ederek sinaptik aralıkta dopamin düzeyini yükseltmektedir. Atomoksetinin birincil olarak noradrenalin geri alım inhibitörü özelliği olsa da, dopaminerjik sistem üzerine de etkileri olduğu bildirilmektedir. Bu etkiler teorik olarak prefrontal korteks üzerinde görülse de, bu olgu metilfenidat ve atomoksetinin duyarlı hastalarda bazal gangliyonlar üzerine olan dopaminerjik etkiyi arttırarak hareket bozukluklarına yol açabileceğini düşündürmüştür. PP-131 BİR OLGU SUNUMU: “ANNE BENİ BIRAKIRSAN YOLUMU NASIL BULURUM?” Şahbal Aras, Ferhat Yaylacı Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakultesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı, İzmir Cinsel kimlik, bireyin kendisini kız ya da erkek cinsiyetine ait hissetmesi şeklindeki, görünüm ve davranışlara da yansıyan öznel bir özdeşim duygusudur. İki-üç yaşında belirlenerek bundan sonra değişikliğe dirençli olan çekirdek cinsel kimlikle başlayan cinsel kimlik gelişimi, cinsel rol davranışları ve sonrasında cinsel yönelimle ilerlemektedir. Cinsel kimlik gelişiminde, biyolojik ve genetik etkenlerin yanı sıra özdeşim örneklerinin, ailede ve toplumda cinselliğe karşı tutumların ve ayrılma-bireyleşme sürecinin etkili olduğu bildirilmektedir. Çoklu etkenler, cinsel özdeşim için cinsel kimlik bozukluğundan normal davranışa uzanan bir yelpaze oluşturur. Cinsel kimliği de içeren kimliğin biçimlenme süreci çevreyle yaşanan etkileşimler içinde gerçekleşir. Bu olgu sunumunda, cinsel kimlik bozukluğu ve depresif bozukluk belirtileri olan ve öfke patlamaları ve kendine zarar verme riskinin artması üzerine yatarak tedavi altına alınan bir kız ergen değerlendirilmiştir. Anne ve babası ayrıldıktan sonra, kardeşleriyle birlikte büyük ebeveynlerinin yanında yaşamaya başlayan olgunun karşı cins davranışlarının, sosyal güçlükleriyle birlikte ergenlik döneminde fark edildiği öğrenilmiştir. Olgunun genel olarak kimlik gelişimi, duygu ve davranışlarını düzenleme, kendilik algısı, bilişsel gelişim ve kişiler arası ilişkilere dair sorunları vardır. Gelişimsel gereksinimlerinin ihmal edildiği koşullarda büyüyen olgunun, annesinin desteğine ulaşmakta çok zorlandığı, anne ve anneannesinin karşı cinse daha fazla değer vermeye ilişkin yorumlarının olduğu, annenin olgudaki karşı cins davranışlarına karşı tepkisiz olduğu ve belirginleşen sorunları fark ederek hekime başvurunun çok gecikmiş olduğu dikkati çekmiştir. Erken gelişimde kazanılan bilişsel - duygusal örüntüler, erişkinlikteki yatkınlıkların veya özelliklerin temellerini oluşturmaktadır. Sunulan olguda, ergenlik döneminde fark edilen cinsel kimli sorununun benliğin savunma düzenekleri ile ilişkisi ve aile içi dinamiklerin cinsel kimlik gelişimi üzerine etkisi değerlendirilmiştir. Olgudaki erken yaşlardan itibaren süren ebeveyn ihmalinin, duygu ve davranışları düzenleme sorunları, kimlik sorunları, ilişki sorunları ve kendine zarar verme eğilimi üzerine etkileri literatür eşliğinde tartışılmıştır. PP-132 REDDETME – GERİ ÇEKİLME – REGRESYON: YAYGIN REDDETME SENDROMU Candan Taşkıran, Ayşe Zeki, Şeniz Özusta, Dilşad Foto Özdemir, Ebru Çengel Kültür, Fatih Ünal, Berna Özsungur Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Yaygın reddetme sendromu (YRS), ilk kez 1991 yılında Lask ve arkadaşları tarafından yeme, içme, yürüme, konuşma ve öz bakım alanlarında hayatı tehdit edecek derecede belirgin ve yaygın reddetme ile giden bir bozukluk olarak tanımlanmıştır. Literatürde tanımlanmış olgular gözden geçirildiğinde bu hastalardaki belirtilerin; reddetme (herhangi bir şey yapmaya karşı isteksizlik.), geri çekilme (dış gerçeklikten uzaklaşma) ve regresyon (önceki bir gelişim / adaptasyon evresine dönme) tanımları içinde değerlendirilebileceği görülmüştür. Yeni tanımlanan ve nadir görülen bu durumun ayırıcı tanısında depresyon, somatoform bozukluk, yeme bozukluğu ve yapay bozukluk gibi birçok psikiyatrik tanı yer almaktadır. Tedaviye karşı hem aktif, hem de pasif direncin gözlendiği bu olgularda, multidisipliner tedavi yaklaşımı esas olmalıdır. Bu olgu sunumunda YRS tanısı alan bir hastanın pediatri servisindeki uzun ve tedavi ekibini zorlayıcı izlemi tartışılacaktır. Bulgular: Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi’ne başvurusundan yaklaşık 6 ay önce karın ağrısı ve bacak ağrısı şikayetleri başlayan 10 yaşında kız hasta. Bu şikayetlerine daha sonra, yemek yememe, kilo kaybı ve yürüyememe şikayetleri eklenmiştir. Tıbbi bakım, tanı değerlendirmesi ve tedavi için yatırılarak izlemi uygun görülmüştür. Şikayetlerine yönelik yapılan değerlendirme sonuçlarının hastanın kliniğini açıklayamaması üzerine hasta, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve 105 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Hastalıkları Anabilim Dalı’na danışılmıştır. Yeme, hareket, konuşma ve özbakım alanlarında tama yakın reddinin olması, tedavi yaklaşımlarına karşı direnç göstermesi, belirtilerini açıklayacak organik bir neden gösterilememesi ve ayırıcı tanıda tartışılacak olan herhangi bir psikiyatrik tanı ile klinik tablosunun açıklanamıyor oluşu nedeniyle hastanın tanısının ‘yaygın reddetme sendromu’ olduğu düşünüldü. Bu bölümde hastanın kliniği, multidisipliner tedavi yaklaşımı, tedavi sürecinde karşılaşılan zorluklar ve hastalığın sonlanımı ayrıntılandırılacaktır. Sonuç: YRS nispeten yeni tanımlanmış ve birçok ruh sağlığı çalışanı ve çocuk hekiminin hakkında çok az ya da hiç fikir sahibi olmadığı bir rahatsızlıktır. Bu rahatsızlığın tedavi yöntemlerinin geçerliliği ve uzun dönem sonuçlarına dair elimizde şu anda yeterli veri bulunmamaktadır. Bu kısımda tedavi, taburculuk sonrası takip ve prognoz ile ilgili veriler aktarılacaktır. Yorum: YRS çocukluk dönemi için tanımlanmış nadir görülen bir durumdur. Klinik özellikleri ve tedavi yaklaşımı ile ilgili bilgiler kısıtlıdır. Bu olgu sunumunda Hacettepe Üniversitesi ve Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’nca yapılandırılan multidisipliner tedavi planı ile tedavi ve izlem sırasında karşılaşılan klinik güçlükler üzerinde durulacaktır. PP-133 İNHALAN KÖTÜYE KULLANIMINDA RİSPERİDON İLE İNDÜKLENEN SENKOP: OLGU SUNUMU Selma Tural Hesapçıoğlu Muş Devlet Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Muş Antipsikotik ilaçlarla tedavi edilen hastalarda kardiyak arrest, ventriküler aritmi, ani ölüm gerçekleşebileceğini bildiren çalışmalar mevcuttur. Yine inhalan kötüye kullanımında da kardiyak aritmiler ve ani ölüm ortaya çıkabilir. Bu çalışmada inhalan madde kötüye kullanımı olan, Risperidon ile tedaviye başlanılmasını takiben bradiaritmiler ve senkop ortaya çıkan bir olgu sunulmuştur. Bunaltı hisleri yaşayan genç, çok sıkılınca kollarına falçata atıyormuş. Son 2 aydan beri de bir arkadaşının teşviki ile hemen her gün yapıştırıcı bir madde çekmeye başlamış. Dört aydan beri uykuya dalmada güçlük, okulda uyuklama ve sık sık okula devamsızlığı varmış. Madde çekmediği günler çok sıkılıyor, sinirleniyormuş. Uygulanan Çocuklar için Depresyon Ölçeğinden 28 puan aldı. DSM-IV’e göre İnhalan kötüye kullanımı ve Major Depresif Bozukluk tanıları konularak Risperidon 1 mg/gün tedavisi başlandı. Bir hafta sonraki kontrolüne geldiğinde göğüs ağrısı ve sık sık bayılma atakları tarifliyordu. Bayıldığında kafası, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Çekilen EKG’sinde sinusal bradikardi mevcuttu. Risperidon’un kesilmesinin ardında senkop atakları ortadan kalktı. İnhalan madde kullanan bireylerde Risperidon kullanımı sonucu kardiyak yan etkiler agreve oluyor olabilir. Klinisyenin Risperidon başlamayı düşündüğü inhalan madde kullanan hastada EKG takibi gerekli olabilir. PP-134 TİROİDİT SAPTANAN ÇOCUĞUN NÖROPSİKOLOJİK DEĞERLENDİRMESİ Selma Tural Hesapçıoğlu, Sevim Özmen Muş Devlet Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Muş Hormonal sistemler ile santral sinir sistemi arasında yapısal ve işlevsel ilişkiler mevcuttur. Tiroid hormonu ile ilişkili düzensizlikler çeşitli nöropsikiyatrik belirtilere neden olabilir. Bir çalışmada Haşimato tiroiditi olan ötiroid ve hipotiroid iki grup hasta nöropsikolojik testler ile yönetici işlevler, dikkat, görsel ve sözel hafıza, işitsel işleyen bellek açısından değerlendirilmiş ve iki grup arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır. Ötiroid Haşimato hastalarında da silik beyin disfonksiyonu belirtilerine rastlanılabileceği görülmüştür. Bu çalışmada bayılma ve okul başarısızlığı ile polikliniğe başvuran 9 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur. Yapılan testlerinde TSH yüksekliği saptanmış tiroidit tanısı konulmuştur. Hastanın nöropsikiyatrik profili muayene ve nöropsikolojik testleri içeren batarya ile değerlendirilmiştir. Hastaya işaretleme testi Türk formu, Stroop testi TBAG formu, İşitsel Sözel Öğrenme Testi, Bender Gestalt Görsel Motor Algılama Testi ve WISC-R uygulanmıştır. İşaretleme testinde şekil içeren formları harf içeren formlara göre daha hızlı ve doğru olarak taramıştır. İşaretleme testi için görsel seçicilik ve görsel motor uyum kritik önem taşımaktadır. Bu kapsamda düzenli ve düzensiz şekiller formlarında tarama yönünün formun sağ alt köşesinden sola doğru başlaması anlamlı bulunmuştur. İşitsel Sözel Öğrenme ve serbest hatırlama yaş grubunun biraz gerisinden gelmektedir. Yönetici işlevlerinde ve karmaşık dikkatte hafif bozulma saptanmıştır. Bender Gestalt testinde görsel uyaranın algılanması, görsel motor koordinasyon ve algılanan uyaranın motor işlevlerle ifade edilmesi yani görsel motor algılaması belirgin olarak bozulmuştur. Tiroid hormonları ve tiroid bezi ile ilgili problemler nöropsikolojik profilde çeşitli bozulmalara neden olabilir. Nöropsikolojik belirtilerle kliniğe başvuran hastalarda tiroid fonksiyon testlerinin yapılması yararlı olabilir. 106 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-135 “İNTİKAM ALMAK İSTEDİM!”: ZORBALIK YAYGINLIĞI VE ORTAÖĞRETİM GİRİŞ PUANLARI İLE İLİŞKİSİ 1 2 3 Selma Tural Hesapçıoğlu , Habibe Yeşilova , Mustafa Kemal Tural 1 Muş Devlet Hastanesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Muş 2 Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Muş 3 ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü Amaç: Literatürde zorbalık, bir ya da birden çok öğrencinin kendilerinden daha güçsüz ya da küçük öğrencileri sürekli olarak rahatsız etmesi olarak tanımlanmaktadır. Muş ilinde öğretmenlerle ve karşılaşılan klinik vakalarla yapılan görüşmeler il merkezinde zorbalığın ortaöğretim kurumlarında yaygın olabileceğini ve ergenlerin bu durumdan etkilendiğini düşündürmüştür. Bu kanıdan hareketle Muş ilinde ortaöğretim kurumlarında akran zorbalığının yaygınlığının saptanması ve okulun akademik başarı seviyesinin akran zorbalığı döngüsü ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Bu çalışma Muş ilinde akran zorbalığına yönelik yapılan ilk çalışma niteliğindedir. Yöntem: İl merkezinde liselerde okuyan toplam öğrenci sayısı 2010–2011 öğretim yılı için İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden 10207 olarak alındı. Bu çalışmada okullar giriş puanlarına göre üç tabakaya ayrılarak her tabakada okuyan öğrenci sayısına orantılı örneklem sayısı belirlendi. Her tabaka içinde basit rastgele örnekleme metodu kullanılarak okullar seçildi ve daha sonra sınıflar belirlendi. Akran Zorbalığı Anketi uygulanarak veriler SPSS 20.0 ile değerlendirildi. Sonuçlar: Çalışmada 1375 katılımcıdan elde edilen veriler değerlendirildi. Zorbalık yapma yaygınlığı %29,4, kurban olma yaygınlığı %24,1, sadece zorba olma yaygınlığı %15,4, sadece kurban olma yaygınlığı %10,2, hem zorba hem de kurban olma yaygınlığı %14,0 zorbalık döngüsüne girme yaygınlığı %39,6 olarak saptanmıştır. Zorbalık döngüsüne girme ile giriş puanlarına göre okul türleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki görülmüştür (p< 0,0001). Zorbalık döngüsüne girmenin 16 yaş döneminde arttığı gözlenmiş olup her okul türünde erkeklerin zorbalığa karışma yüzdesinin kızlara oranla daha fazla olduğu belirlenmiştir (tüm örneklemde erkeklerde %44,6, kızlarda 29,4). Bununla beraber akran zorbalığına etki edebilecek diğer değişkenler de (cinsiyet, sınıf mevcutları, sınıflardaki kız-erkek oranları, yaş gibi) göz önüne alınarak bir lojistik regresyon modeli dahilinde incelenmiştir. Yorum: Bu çalışmada elde edilen bulgular, zorbalığın Muş ili merkezinde ortraöğretim kurumlarında yaygın olduğunu göstermektedir .Araştırma sonuçları yüksek akademik başarı isteyen okulların öğrencilerinin zorbalık döngüsüne daha az girdiği hipotezini desteklemektedir. Yanı sıra bulgular bize, zorbalığı genel olarak bahsi geçen yaş döneminin bir sorunu olarak görmeyi ve ülke genelinde önleme stratejileri geliştirme gerkliliğinin önemini göstermektedir. PP-136 YGB TANISI KONAN ÇOCUK VE AİLELERİNİN TEDAVİYE UYUMUNUN DEĞERLENDİRMESİ Eda Çalışkan Yıldırım, Candan Taşkıran, Serhat Kala, Kevser Nalbant, Semih Erden, Gökçen Güven, Cihan Aslan, Cihat Eravcı, Bilge Bekler, Büşra Doğan, Özlem Uzun, Fatih Ünal Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Amaç: Yaygın gelişimsel bozukluklar her 150 çocuktan birini etkileyen sosyal etkileşim ve iletişim güçlüğü, kısıtlı ilgi alanı ile karakterize bir bozukluktur. Belirtileri sıklıkla yaşamın ilk 3 yılında başlamakta olup erkeklerde kızlardan daha fazla görülmektedir. Anne babaların YGB tanısı konulduktan sonraki kabullenme ve uyum süreçleri pek çok etmene bağlı olarak değişebilir. Bu çalışmanın amacı; çocuklarına YGB tanısı konan ebeveynlerin bu bozukluk ile ilgili bilgilerini, bu süreçte yaşadıkları duygu ve düşüncelerini, çocuklarının aldığı tedavi biçimlerini ve tedaviye uyumlarını değerlendirmektir. Yöntem: Hacettepe Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Polikliniğine başvuran 3-8 yaş arasındaki çocuklardan YGB tanısı konan 74 çocuk ve aileleri tanı konulduktan ortalama 1 yıl sonra tekrar değerlendirilmiş, bu süre içindeki tedaviye uyum süreci ve bu tanı ve tedavi sürecinin etkileri incelenmeye çalışılmıştır. Sonuç ve Yorum: Sonuçlar değerlendirildiğinde YGB tanısı alan hastaların çoğunluğunun ilk olarak konuşmama belirtisi ile başvurduğu ve tanının genellikle 5 yaş öncesinde konulduğu bulunmuştur. YGB ile ilgili anne-babaların sahip olduğu bilgilere bakıldığında; ebeveynlerin büyük çoğunluğunun çocuklarının tanısı ve tedavi yöntemleri hakkında fikir sahibi olduğu ancak hastalığın belirtileri, prognozu ve tedavi hedefleri hakkında pek bilgilerinin olmadığı görülmüştür. YGB tanısının ebeveynlerde yarattığı duygu ve düşünceler değerlendirildiğinde yine çoğunluğun ilk tepkilerinin inkar olduğu, 1 yıllık tedavi ve izlem sonrası durumu kabullendikleri fakat gelecek kaygılarının yoğun bir şekilde devam ettiği fark edilmiştir. Ailelerin tedavi sürecine nasıl katıldıklarına bakıldığında, hemen hemen hepsinin özel eğitime devam ettiği, özel eğitim alma sürelerinde değişiklikler olmakla beraber en az haftada 2 saat özel eğitim aldıkları ve farklı tedavi arayışlarının fazla olmadığı görülmüştür. 107 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-137 UYKUDA PANİK ATAK BİR OLGU SUNUMU 1 1 2 2 Onur Burak Dursun , Semiha Arslan , Hüseyin Tan , Ömer Özden 1 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Erzurum 2 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, Erzurum Amaç: Panik bozukluk, çocuklarda %0,5- % 5 oranında görülebilen ancak genellikle tanıda gözden kaçırılan ya da nörolojik, kardiyak, gastrointestinal, solunum sistemi rahatsızlıkları şeklinde değerlendirilerek yanlış tanı alan bir bozukluktur. ‘Uykuda panik atak’, belli bir tetikleyici olmadan uykudan uyandıran panik ataklar şeklinde tanımlanmaktadır. Bilimsel yazında erişkin panik bozukluk hastalarının yaklaşık yarısının en az bir kez deneyimlediği belirtilen bu durumun çocuk ve ergenlerde görülmesine dair veriler ise son derece kısıtlıdır. Bu yazıda hastanemiz pediatri kliniğinde yatarak tedavi görmekteyken bölümümüze konsülte edilen bir olgunun, tanı ve tedavi sürecinin sunulması amaçlanmıştır. Yöntem: İki yıldır devam eden, uykudan uyandıran nefes darlığı, terleme, titreme, çarpıntı ile giden, 5-10 dakika süren ataklarının ayırıcı tanısının yapılması amacıyla yatarak tedavi gördüğü pediatri servisinden ‘konversiyon bozukluğu’ ayırıcı tanısının yapılması amacıyla bölümümüze konsülte edilen 12 yaşında bir kız hastanın psikiyatrik değerlendirmesi yapılmış; ayrıca olguya Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi (K-SADS) uygulanmıştır. Sonuç: Hastanın yapılan psikiyatrik değerlendirmesinde panik bozukluk tanısı düşünülmüş ve 50 mg/gün sertralin tedavisi planlanmıştır. Olgunun 4 hafta sonra yapılan kontrolünde gece nöbetlerinin tamamen kaybolduğu tespit edilmiştir. Yorum: Uykuda panik atak çocuklukta nadir görülen bir durum olmakla birlikte özellikle kız ergenlerde görülme olasılığı artmaktadır. Tekrarlayıcı gece atakları ile gidebilen epilepsi, gece terörü, kardiyak ritm bozuklukları gibi durumların ayırıcı tanısında göz önünde bulundurulmalıdır. PP-138 DESİNTEGRATİF BOZUKLUK VE GÖRÜNTÜLEME (BİR OLGU SUNUMU) Esra Özhan1, Onur Burak Dursun1, Hüseyin Tan2, Mehmet İbrahim Turan2 1 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Erzurum 2 Atatürk Üniversitesi Tıp FakültesiÇocukNörolojisi Bilim Dalı, Erzurum Amaç: Çocukluğun dezintegratif bozukluğu, nadir görülen, yaşamın ilk 2 yılında normal gelişimi takiben 2-10 yaşları arasında sözel ve sözel olmayan iletişim, sosyal etkileşim becerileri, oyun, mesanevebarsakkontrolü ile motor davranışalanlarının en az ikisinde gerileme ile karakterize nöropsikiyatrik bir bozukluktur. Bilimsel yazında çocukluğun dezintegratif bozukluğunun etiyolojisine dair bilgiler kısıtlıdır. Bu yazımızda bir dezintegratif bozukluk olgusunun tanı ve takip süreci, olgunun bulgular oluşmadan once ve sonar yapılan Bilgisayarlı Tomografi ve elektroensefalografi(EEG) tetkiklerinin karşılaştırması ışığında tartışılacaktır. Yöntem: Atatürk Üniversitesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran 7 yaşında bir erkek olgu ,Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Nörolojisi ve Radyoloji Anabilimdallarınca değerlendirilmiş; olgunun daha once hastanemizdeki izleminde yapılan görüntüleme ve elektroensefalografi bulguları ile dezintegratif bozukluk bulguları oturduktan sonraki bulguları karşılaştırmalı olarak yeniden ele alınmıştır. Sonuç: Olguda konuşma becerisinde gerileme, ekolalik konuşma, sosyal iletişimde bozulma, özelilgiler, stereotipik hareketler, sfinkter kontrolünün kaybı ve ince motor becerilerinde gerileme olduğu tespit edilmiş, ayırıcı tanı açısından yapılan tetkikler sonrası olguya çocukluğun desintegratif bozukluğu tanısı konulmuştur. Olgunun daha önceden tanılanan ve tedavisi devam eden epilepsisi nedeniyle yapılmış olan Bilgisayarlı Tomografi bulguları ile dezintegratif bozukluk tablosu sonrası yapılan görüntülemesi arasında fark tespit edilememiş; elektroensefalografi bulgularında ise yalnızca epileptiformaktivitenin kaynaklandığı hemisferin değişiklik gösterdiği saptanmıştır. Yorum: Çocukluğun desintegratif bozukluğu nadir görülen birdurumdur ve bilimsel yazında bozukluğun fizyopatolojisini açıklayacak bilgiler kısıtlıdır. Bozukluğa EEG anormalliklerinin sıkça eşlikettiği bilinmekle birlikte bilinen spesifik bir görünümü yoktur. PP-139 KATATONİNİN EŞLİK ETTİĞİ ÇOK ERKEN BAŞLANGIÇLI ŞİZOFRENİ: BİR OLGU SUNUMU Nagihan Cevher1, Evren Tufan2 1 Bolu Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, Bolu 2 Bolu Abant İzzet Baysal Üniversite Hastanesi, Bolu Giriş: Çok erken başlangıçlı şizofreni (ÇEBŞ), psikotik belirtilerin 13 yaşından önce ortaya çıktığı, nadir görülen, sinsi başlangıç ve süreğen gidiş gösteren, ağır bir çocukluk çağı psikiyatrik bozukluğudur. ÇEBŞ’nin geç başlangıçlı şizofreniye göre prognozunun daha kötü, işlevsellikteki bozulmanın ve bilişsel yıkımın daha belirgin ve tedaviye daha dirençli olduğu bildirilmektedir (1). 108 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Katatoni, mutizm, içe kapanma, mannerizmler, ekolali ve verbijerasyon gibi semptomlara eşlik eden motor işlev bozukluğu ile belirlenen nadir ve ciddi bir psikiyatrik tablodur (2). Katatoni tablosu ile motor işlevlerde görülen değişikliklerin amaca yönelik aşırı hareketlilik, postür alma, balmumu esnekliği de dahil olmak üzere katalepsi, negativizm ve stereotipik hareketleri de içerebileceği ve nadiren uykuya meyil görünümünü alabileceği bildirilmektedir (2). Katatoni tanısının gözden kaçırıldığı durumlarda belirtiler yıllar boyunca devam edip kronikleşebildiği öne sürülmektedir (3). Yazında çocuk ve ergen hastalarda araştırmalar kısıtlı olsa da katatoni tablosunun psikiyatri servislerinde yatan hastalarda yaygınlığının % 0.6 ile % 17.7 arasında değişebileceği, özellikle erkek hastalarda görülebileceği ve en sık eşlik eden tanının şizofreni olduğu bildirilmiştir (4). Bu sunumda tedaviye dirençli yakınmaları olan, Farklılaşmamış Şizofreni tanısı ve katatonik belirtilerin ön planda olduğu düşünülen ergen bir ÇEBŞ tanılı hastanın ayırıcı tanısı ve katatonik/ negatif belirtilerin klozapin ve amisülpirid kombinasyonu ile tedavi süreci sunulacaktır. Olgu: On iki yaşında, kız hasta polikliniğimize, konuşmama, yavaş hareket etme, idrar kaçırma, kendine zarar verme davranışları, her yere tükürme, okula gidememe, bebeksi konuşmalar, meme emmek isteme, ani korkularının olması ve bağırma şikâyetleriyle getirildi. Anneden alınan öyküde 4.sınıftan başlayan giderek konuşmada yavaşlama ve azalma olduğu zamanla hiç konuşmamaya başladığı, sosyal içe çekilmede artış, hareketlerde yavaşlama olduğu, gece idrar kaçırmalarının olduğu, bu dönemde ‘ders esnasında bir sesin kendini çağırdığını’ söyleyerek aniden sınıftan çıkıp gittiği, sınıfta aniden bağırmalarının olduğu, yoğun korku halinin olduğu öğrenilmiştir. Bu şikayetlerle erişkin psikiyatrisine başvurulmuş, depresyon ön tanısıyla Sertralin 50 mg/ gün tedavisi başlanmış, izlem sürecinde Risperidon 1 mg /gün eklenmiş, tedaviden belirgin yararlanımı olmaması üzerine Çocuk psikiyatrisine yönlendirilmiştir. Değerlendirme sürecinde çocuk nörolojisi tarafından organik etyoloji araştırılmış ve patoloji saptanmamıştır. Olgu, izlem sürecine devam etmemiş ve 2 yıl sonrasında benzer yakınmalarla Bolu RSHH çocuk psikiyatrisine başvurmuştur. İki yıl içerisinde konuşmasının giderek azaldığı, neredeyse hiç konuşmadığı, konuştuğu zaman oldukça yavaş, zaman zaman bebeksi olduğu, gece ve gündüz idrar kaçırmasının olduğu, çok yavaş ve neredeyse hiç hareket etmediği, bazen saatlerce aynı pozisyonda televizyon karşısında oturduğu, sorulara hiç tepki vermediği, anlamsız yüz ifadelerinin olduğu öğrenilmiştir. Son 45 aydır nedensiz yere küfretmeye başlayıp sonra her yere tükürmeleri oluyormuş. Annesinin memesini emmeye çalışıyor, anne buna izin vermeyince elini ısırıyor bazen de anneye vuruyormuş. İçe kapanması iyice belirginleşmiş, bebeklerle oynuyor, nedensiz bağırıyor, kendi kendine gülüyormuş. Akşam saatlerinde daha belirginleşen yoğun korku hali oluyormuş. Hastanın uykusu ve iştahı normalmiş. Belirtiler öncesinde veya sırasında duygu durum bozukluğu ile uyumlu belirtileri olmamış ve yakınmaları başlatabilecek bir stresör olay yaşanmamış. Anneden alınan gelişim öyküsünde; küçük yaşlardan beri kendi dünyasında yaşayan bir çocuk olduğu, yaşıtlarıyla iletişim kurmak istemediği, insanlardan korktuğu, uzak durmaya çalıştığı, genelde evin içinde vakit geçirdiği, tuhaf davranışlarının olduğu, elleri ile garip hareketler yaptığı, ani tepkilerinin, vurmalarının olduğu, değişiklikleri kolay uyum sağlayamadığı, tek kelime kullanımının dört yaşında, cümle kurmasının altı yaşında, yürümesinin dört yaşında başladığı öğrenilmiştir. Hastanın bilinen bir hastalığı bulunmamaktaydı, aile öyküsünde erkek kardeşinde hafif derecede mental retardasyon, annede depresyon öyküsü mevcuttu, anne çok küçük yaşta evlendiği ve ikinci çocuklarının doğumu sonrasında ayrıldıkları için baba ve yakınlarına dair bilgi veremiyorlardı. İlk yapılan ruhsal durum muayenesinde, yaşında gösteren, çok küçük adımlarla assosiye kol hareketleri olmadan yavaş yürüyen, hipomimik, hipokinezik, öz bakımı azalmış kız ön ergendi. Görüşme boyunca mutistikti, yönelim, dikkat, bellek, algı, düşünce hızı ve içeriği, gerçeği değerlendirme bu nedenle değerlendirilemedi. Duygulanım künttü, annenin tanımladığı duygudurum künt ve uygunsuzdu, zaman zaman kendi kendine uygunsuz gülmeleri oluyordu. İştah normaldi ama çok yavaş bir şekilde zorlukla yemek yiyebiliyordu, uyku ise normaldi. Çocuk nöroloji konsultasyonu sonucu nörolojik muayene, biyokimyasal ve hemotolojik değerlendirme, uyku EEG ve kranial MRG normal olarak değerlendirildi. Hastada katatonik belirtilerin eşlik ettiği ÇEBŞ ön tanısı düşünülerek Risperidon 1 mg/gün ve Lorazepam 2mg/gün dozunda başlanmış, tedrici olarak Risperdal 3 mg/güne çıkılmış, Biperiden 4mg/gün eklendi. Hareketlerde yavaşlamada azalma ve konuşma miktarında artışla beraber işitsel ve görsel halusinasyonlar, perseküsyon ve grandiyöz sanrılar tanımlanmaya başladı. Risperidon 1 mg/gün ve Amisulpirid 600 mg/gün tedavisinden kısmı yararlanımı olması nedeniyle AİBÜTF hastanesi Çocuk Psikiyatrisi servisine yatışı yapıldı. Yatış esnasında PANNS ölçeğinde pozitif, negatif belirtiler ve genel psikopatoloji alt ölçeklerinden sırasıyla 31, 45 ve 81 puan aldı (Toplam 157). Amisulpirid 800 mg/gün, Lorazepam 2.5 mg/gün, Valproat 500 mg/gün, Biperidon 6 mg/gün, Klozapin 200 mg/gün, Sertralin 50 mg/gün tedavisi ile takip edilen hastanın yatışının 40. Gününde PANSS ölçeğinde pozitif, negatif belirtiler ve genel psikopatoloji alt ölçek puanları 20, 43 ve 68( Toplam 131)’e geriledi. Hasta kısmı remisyonla ayaktan tedavi düzenlenerek taburcu edildi. Tartışma: ÇEBŞ, erken dönemlerinde negatif belirtilerin ve gelişimsel yetersizliklerin ön planda olması tanı koymayı oldukça güçleştirmekte ve bu olguların birçok farklı tanılar almasına neden olmaktadır Bu olgu özelinde çok erken başlangıçlı şizofreni ve katatoni tanı koyma sürecindeki zorlukları ve ayırıcı tanı tartışması yapılacaktır. 109 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Kaynaklar 1. Russell AT. Schizophrenia. Assessment and Diagnosis of Child and Adolescent Psychiatric Disorders: Current Issues and Procedures İçinde, SR Hooper ve ark. (Ed.), Hillsdale, NJ, Lawrence Ehrbaum 1992; 23-63 2. Lahutte B, Cornic F, Bonnot O, Consoli A, An-Gourfinkel I, Amoura Z, Sedel F, Cohen D. Multidisciplinary approach of organic catatonia in children and adolescents may improve treatment decision making. Prog Neuro-Psychopharmacol Biol Psychiatry 2008; 32: 1393-1398. 3. Ghaziuddin N, Gih D, Barbosa V, Maixner DF, Ghaziuddin M. Catatonia with onset in puberty. ECT response in 2 adolescents. J ECT 2010; 26: 270–276. 4. Cornic F, Consoli A, Cohen D. Catatonia in children and adolescents. Psychiatric Annals 2007; 37: 19- 26 PP-140 AİLESEL BİR TRİKOTİLLOMANİ OLGU SUNUMU Yusuf Yasin Gümüş1, Belma Ağaoğlu2 1 Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 2 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Trikotillomani, bireyin saçlarını belirgin saç kaybına yol açacak şekilde tekrar tekrar yolması ile kendini gösteren, kişinin işlevselliğinde bozulma oluşturan, süreğen bir bozukluktur. DSM-IV-TR’de dürtü kontrol bozuklukları tanı kategorisi altında sınıflandırılmasına karşın, sınıflama konusunda tartışmalar halen devam etmektedir. DSM-III-R ölçütleri kullanılarak üniversite öğrencilerindeyapılan birçalışmada trikotillomani sıklığı %0,6 olarak bulunmuştur. DSM’nin tanı için gerekli gördüğü yolma öncesi gerginlikve yolma sonrasında doyum ve rahatlama ölçütleri dışlandığında, yaşamboyu trikotillomani yaygınlık oranları erkeklerin %1,5 ve kadınların ise %3,4’ünde görüldüğü bildirilmiştir. Çocuklukdöneminde her iki cinsiyette eşit görüldüğü, erişkindönemde ise kadın cinsiyetin baskın olduğunu bildiren çalışmalar bulunmaktadır. Saç yolma eyleminin şekline göre odaklanılan ve alışkanlıktiplerinden bahsedilmektedir. Trikotillomaninin etiyolojisi halen tam olarak bilinmemekle birlikte ağırlıklı olarak olumsuz yaşam olayları ve genetik etkenler sorumlu tutulmaktadır. Olgu Sunumu: 8 yaşında erkek olguKocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne kaşlarını yolma ve sinirlilik yakınmasıyla annesi tarafından getirildi. Üçyaşında bir kız kardeşinin olduğu, kardeş doğumu sonrası mutsuzluk ve huzursuzluğunun başladığı, iki yıldır da kaşlarını yolduğuöğrenildi. Annesi tarafından son bir yıldır depresif belirtilerinin belirginleştiği, tırnaklarını yemeye ve el derisini tırnaklarıyla ve ağzıyla koparmaya başladığı ifade edildi. Hastamız annesi, babası, kardeşi, babaannesi ve büyükbabasıyla birlikte yaşıyordu. Babasında ergenliğinden buyana kaşlarını yolma ve kol tüylerini ağzıyla koparma davranışı olduğu ve kız kardeşinin dekollarındaki tüyleri koparmaya başladığı öğrenildi. Babanın zamanının büyük bölümünü ev dışında geçirdiği, geniş aile şeklinde yaşamalarından ötürü annenin kayınvalide ve baba ile yaşadığı sorunları hastamıza yansıttığı ve ailede çok fazla tutum ve ilişki sorunları yaşandığı öğrenildi. Alınan anamnez sonucunda annede obsesifkompulsif bozukluk olduğu tespit edildi ve depresyon tanısıyla bir yıldır essitalopram 20mg/gün kullandığı öğrenildi. Hastaya davranışçı terapi ile birlikte, 20 mg/gün fluoksetin tedavisi başlandı. Anneve baba ile tutumlar üzerinde çalışılarak yaşadıkları ruhsal rahatsızlıklar nedeniyle destek almaları gerektiği anlatıldı ve yetişkin psikiyatriye yönlendirildi. Olgumuzun takibinin ilk 3 aylık döneminde tedaviye uyumsuzluğu olmasına rağmen depresif belirtilerinde ve kaş yolmasında azalma olmuştur. Yorum: Olgumuzda trikotillomani gelişiminin genetik yatkınlık, model almave olumsuz yaşam olaylarına bağlı olabileceği düşünülmüştür. Yapılan bazı çalışmalarda trikotillomaninin etiyolojisinde genetik geçiş üzerinde durulmuş ve yapılan aile çalışmalarında trikotillomanisi olan olguların birinci derece akrabalarda %4-8 oranında trikotillomanibildirilmiştir. PP-141 ANNESİNDE ŞİZOTİPAL KİŞİLİK BOZUKLUĞU OLAN ASPERGER SENDROMU: OLGU SUNUMU Yusuf Yasin Gümüş1, Nursu Çakın Memik2, Belma Ağaoğlu2 1 Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 2 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Asperger Sendromu (AS) 1944’de Avusturyalı hekimHansAsperger tarafından yaşıt ilişkilerinde sorunlaryaşayan bir grup hastada “otistik psikopati” olarak tanımlanmıştır. AS'nin temel özelliği, toplumsal etkileşimlerde şiddetli derecede ve kalıcı bozulmaların olması, kişinin gerek ilgi ve etkinliklerinin gerekse davranışlarının sınırlı bir gelişim göstermesi ve tekrarlayıcı örüntüye sahip olmasıdır. Otistik bozukluğun tersine klinik olarak dil gelişiminde belirgin bir gecikme yoktur. Yaşamın ilk üç yılında, çevreyle ilgilenme konusunda ya da yaşa uygun öğrenme becerileri ve uyuma yönelik davranışlar şeklinde kendini gösteren bilişsel gelişiminde belirgin bir gecikme yoktur. Olgu Sunumu: 8. Sınıfta öğrenim gören13 yaşındaki erkek olgu Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne çekingenlik, özgüven eksikliği ve başkalarıyla iletişim sorunları yaşaması nedeniyle ailesi tarafından getirildi. Sosyal fobi öntanısı düşünülen olguKocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Gündüz Kliniği’nde takip ve tedavi altına alındı. Küçüklüğünden beri kısık bir ses tonu, monoton bir konuşması olduğu vegöz teması kurmakta zorlandığı öğrenildi. 110 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Ailesinden alınan anamnezde yaşıtları tarafından oyunlara alınmadığı, kendinden yaşça küçük çocuklarla oynadığı, tanımadığı kendi yaşıtı ya da yetişkin birisiyle karşılaştığında konuşmayarak yokmuş gibi davrandığı, okulda arkadaşlarıyla çok az konuştuğu ve haklarını savunamadığı belirtildi. Birinci sınıftan bu yana derslerde parmak kaldırmaktan çekindiği, okulda ve açık alanlarda bir şey yiyip içemediği öğrenildiği. Olgunun annesişizotipal kişilik bozukluğu tanısıyla trifluperazin 1x5mg ve paroksetin1x20mg tedavisi almaktaydı. Annenin çevrelerindeki insanların kötü olduğunu düşünmesi nedeniyle, aile bireylerinin diğer insanlarla iletişim kurmasını onaylamadığı öğrenildi. Yapılan değerlendirme sonucundaAspergersendromu +sosyal fobi tanıları koyulan olguya davranışçı terapi ve ek olarak 50 mg/gün sertralin tedavisi başlandı. İletişim sorunları ele alınarak “göz teması kurmak”, “ses tonunu yükseltmek” gibi davranışçı ödevler verildi. İletişim becerileri ve kliniğe uyumu takip süresince belirgin derecede iyileşti. Yorum: Olgumuzun annesinde şizotipal kişilik bozukluğu olması etiyolojik açıdan dikkat çekici bir durumdur. İki bozukluğun da benzer belirtilerinin oluşu genetik geçişi akla getirmiştir. AS’nin kesin etiyolojisi henüz tam olarak bilinememekle birlikte, AS’nin etiyolojisine yönelik yapılan genetik çalışmalar sonucunda 1q21–22, 3p14–24, 3q25–27,4p14, 4q32, 6p25, 6q16, 13q31–33,18p11 gibi farklı kromozomlarda birçok farklı gen lokalizasyonlarında artmış duyarlılık olduğu saptanmıştır. Anne, baba, olgumuz ve iki sağlıklı ağabeyi ile yapılan genetik inceleme sonucunda annede şizofreni, otizm, AS gibi bozuklukların kalıtımsal geçişinde sözü edilen1q21delesyonusaptanmıştır. Bu delesyonun olgumuzda bulunmaması AS’nin sadece 1q21 delesyonuna bağlı değil, çok genli bir geçişe bağlı oluşabileceğini düşündürmüştür. PP-142 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU TANISI ALAN ÇOCUKLARDA ANKSİYETE BOZUKLUĞU EŞHASTALANIMI YAYGINLIĞI 1 Yusuf Yasin Gümüş, Nursu Çakın Memik2, Belma Ağaoğlu2 1 Kocaeli Derince Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları 2 Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Klinik örneklemde ilk kez dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tanısı alan olgularda anksiyete bozukluğu (AB) eşhastalanımı yaygınlığının belirlenmesiyle birlikte AB eşhastalanımı olan ve olmayan olguların sosyodemografik verilerinin ve DEHB belirti şiddetinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Ocak-Temmuz 2010 tarihleri arasında altı ay süreyle Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran 1683 çocuk ve ergenden 447’sine DSM IV’e dayalı klinik görüşme ile DEHB öntanısı konulmuştur. Bu olguların 26’sı çalışmaya katılmayı kabul etmemiş, 155 kişi ise ikinci görüşmeye katılmamıştır. Çalışmaya katılmayı kabul eden hastalar içinden gerekli görülenler DEHB belirtilerine yol açabilecek organik hastalıkları dışlamak amacı ile Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na yönlendirilmiştir. İkinci görüşmeye katılan DEHB öntanılı 266 olgu ile ayrıntılı klinik görüşme yapılmıştır. Bu olguların 42’si klinik görüşmede DEHB tanısı almamış, 54 olgu ise çalışmaya katılım koşullarını karşılamadığı için araştırmaya alınamamıştır. DEHB tanısı alan 170 olguya DEHB ve AB tanısını desteklemek için hem ebeveynlerinden birine hem de hastanın kendisine Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşamboyu Şekli-Türkçe Versiyonu (ÇDŞG-ŞY-T) uygulanmıştır. Olguların anne, baba ve öğretmenlerinden Çocuk ve Ergenlerde Davranış Bozuklukları için DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeğini (ÇEDBÖ) doldurmaları istenmiştir. Sonuç: Araştırma örneklemimiz %19,4’ü kız, %80,6’sı erkek cinsiyetteki DEHB tanısı alan 170çocuk ve ergenden oluşmaktadır. DEHB tanısı alan olguların %27,6’sında AB eşhastalanımı saptanmıştır. AB eşhastalanım oranı kızlarda %39,4 erkeklerde ise %24,8 bulunmuştur. AB eşhastalanımı olarak %14,2 oranında özgül fobi, %7,6 oranında AAB, %4,2 oranında başka türlü adlandırılamayan anksiyete bozukluğu, %3,6 oranında yaygın anksiyete bozukluğu, %3 oranında sosyal fobi, %2,4 oranında obsesifkompulsif bozukluk saptanmıştır. AB eşhastalanımı olan olguların yaş ortalaması 9,0±2,4, AB eşhastalanımı olmayan olguların yaş ortalaması 8,2±2,4 bulunmuştur. AB eşhastalanımı olan olguların doğumlarında anne ve babalarının yaşlarıdiğer olguların doğumdaki anne, baba yaşlarından istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. AB eşhastalanımı olan olgularda, olmayan olgulara göre anne, baba ve öğretmen ÇEDBÖ toplam puanları istatistiksel olarak anlamlı olmasa da daha yüksek bulunmuştur. Yorum: Anksiyetenin DEHB’nin bir parçası mı yoksa DEHB’ye ikincil olarak ortayaçıkan bir durum mu olduğu tıbbi yazında tartışılmaktadır. Türkiye’de klinik örneklemde yapılan çalışmalarda DEHB tanılıolgulardaki AB yaygınlığı %0,8-49 arası oranlarda bulunmuştur. Yazında toplum örnekleminde AB’nin %3,1-17,5 ve DEHB tanısı alanlarda da %15-50 arası oranlarda görüldüğü bildirilmektedir. Daha önce yapılmış olan çalışmalarla uyumlu olarak DEHB’siolan olgularda AB eşhastalanımı yüksek bulunmuştur. Araştırmamızda ABeşhastalanımı olan olgulardaki anne, baba ve öğretmen ÇEDBÖ toplam puanlarıistatistiksel olarak anlamlı olmasa da daha yüksek bulunması; DEHB belirtileri şiddetli olan olguların sosyal ve akademik alanda daha fazlazorluk yaşamasına bağlı ya da DEHB’ye ABeşhastalanımıeklendiğinde AB eşhastalanımının klinik tabloyu daha daağırlaştırmasına bağlı olabileceğini düşündürmüştür. AB’nin DEHB’deyüksek oranda bulunması, DEHB’nin şiddetini arttırması ve seyrini kötüleştirmesi gibi nedenlerden ötürü, DEHB’si olan olgularda AB eşhastalanımı olasılığı akılda tutulmalıdır. 111 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-143 PERİNATAL BEYİN INFARKT ALANLARİ MEVCUT OLAN BİR DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VAKASİNİN NÖROPSİKOLOJİK PROFİLİ Betül Mazlum1, Sennur Zaimoğlu2, Dilşad Türkdoğan3, Gazanfer Ekinci4 1 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul 2 Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği, İstanbul 3 Marmara Üniversitesi, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, İstanbul 4 Marmara Üniversitesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İstanbul Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB), yapılan yapısal ve fonksiyonel görüntüleme çalışmalarına rağmen etyopatogenezi tam olarak aydınlatılamamış bir bozukluktur. DEHB’nin temellerinin araştırılması sırasında, perinatal sekel lezyonları olan DEHB vakaları da etiyolojiye ışık tutabilir. Beyin MR’ında infarkt alanları mevcut bir dikkat eksikliği hiperkativite bozukluğu (DEHB) olgusunun nöropsikolojilk profili ayrıntılandırılarak, DEHB etiyolojisinde frontostriatal döngülerin rolüne ilişkin hipotezlerden bahsedilecektir. Yöntem: Hastaya, genel zeka bölümü, dikkat, yürütücü işlevler, işitsel ve görsel anlık ve çalışma belleği, kategori adlandırma ve karmaşık görsel algı işlevlerini ölçen testler uygulandı. Perinatal doğum öyküsü riskli olan hastaya beyin MRI yapıldı ve derin beyaz cevher bütünlüğü diffüzyon tensor görüntüleme ile değerlendirildi. Sonuç: Hastanın nöropsikolojik incelemesinde öğrenme, bellek ve dikkat alanlarına ilişkin sorunlar izlendi. Fazla miktarda ve basınçlı konuşan hastanın disinhibisyonu ve dürtü denetim sorunları belirgindi. Klinik olarak mental retardasyon izlenimi vermemesine ve WISC-R zeka testinde yaşıtları ile kıyaslanabilecek şekilde normal işlevsellik gösterdiği alanlar olmasına rağmen sözel, performans ve toplam alt test puanları hafif derecede mental retardasyon ile uyumlu bulundu. MRG’ sinde solda kaudat başı, genu, capsula interna anterior bacağı ve anteromediyal talamusta infarkt alanları mevcut olan hastanın DTI incelemesi sol frontalde yoğun beyaz cevher kaybını gösterdi. Yorum: Dorsolateral prefrontal korteks ve orbitofrontal kortekslerin sırasıyla yürütücü işlevler ve davranış kontrolü üzerine olan etkilerine aracılık eden ve frontostriatal döngülerin en önemli giriş kapılarından biri olan kaudat çekirdek ve buna ilişkin hasarlar, DEHB etiyolojisinde rol oynuyor gibi görünmektedir. Bu vaka, sol kaudat başta olmak üzere kritik infarkt alanlarının perinatal hasarının ergenlikteki klinik görünümüne ilişkin olarak bilgilendirici olma özelliği taşımaktadır. PP-144 OTİSTİK BOZUKLUKTA ANTİOKSİDAN VİTAMİNLER EKLENMESİ Betül Mazlum İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Otizm etyolojisinde oksidatif stresin (OS) arttığına ilişkin yazın bilgisi son yıllarda artış göstermiştir. Otizmde antioksidan vitamin (AV) ekleme tedavileri alternatif tedavi yöntemleri içinde sıklıkla gündeme gelmekle beraber AV’in otizmde kullanımına ilişkin yeterli kontrollü çalışma henüz bulunmamaktadır. Amaç: Otistik bozuklukta AV ekleme tedavilerinin hangi koşullarda gündeme gelebileceği ve uygulanması halinde dikkat edilmesi gereken faktörler tartışılacaktır. Tartışma: OS, otizm patogenezinde eşlik eden sorumlu mekanizmalardan biri olabileceği gibi bu hastalarda sıklıkla görülen beslenme problemlerine ikincil gelişen AV eksiklikleri de OS artışına katkıda bulunarak hastalığın seyrini ağırlaştırabilir. Literatürde otizm hastalarında antioksidan A ve C vitaminlerinin eksikliklerinin klinik sonuçlarına ilişkin vaka bildirimleri mevcuttur. A, C ve E vitaminlerinin antioksidan fonksiyonları dışında vücutta başka moleküler süreçlerde de etkili oldukları bilinmektedir. Retinoik asit sinyal yolaklarının gelişmekte olan ve erişkin beynindeki plastisiteyi etkiliyor olması, vitamin E’ nin hücre sinyalizasyonu ve proliferasyonu üzerine olan etkileri ve vitamin C’ nin gen ekspresyonu üzerine düzenleyici etkilerinin olabileceğine ilişkin veriler; bu vitaminlerin normalden düşük ya da yüksek düzeylerinin henüz öngöremediğimiz sonuçları olabileceğini akla getirmektedir. Dolayısı ile vitamin eksiklikleri açısından risk altındaki hastalarda belirli aralıklarla tarama yapmak oldukça önemlidir. Eksiklik saptandığında ise birincil amaç bu vitaminlerin optimum kan düzeylerini sağlamak olmalıdır. Ancak vitamin A gibi yağda eriyen bir vitamin söz konusu olduğunda olası intoksikasyon tablolarına karşı dikkatli olunmalıdır. Ayrıca vitaminlerin biyoyararlanımının beslenme tarzı dışında kişisel genetik farklılıklardan da etkilendiği unutulmamalıdır. Verilen vitaminin miktarı, veriliş şekli, kullanılan formu, kişiye ait bireysel farklılıklar hep birlikte tedavinin sonuçları üzerinde belirleyici olacaktır. 112 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 PP-145 OTİSTİK BOZUKLUKTA GÖRSEL İŞLEMLEMEDE SORUNLAR Betül Mazlum İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul Giriş: Sosyal iletişim alanında zorlukların ön planda olduğu bir sendrom olan otistik bozuklukta duyusal işlemleme sorunlarının da eşlik ettiği ve bunların bir kısım klinik semptomlardan sorumlu olabileceği iddia edilmektedir. Amaç: Burada otistik bozukluk hastalarında görsel işlemleme süreçlerindeki sorunlara ve normalden sapmalara işaret eden literatür bilgisinden bahsedilecektir. Tartışma: Dorsal ve ventral kognitif görme yolları oksipital lobdaki primer görme korteksinden (striat korteks) başlamaktadır. Retinadan gelen görsel girdi, talamusun lateral genikülat çekirdeğinin magnoselüler ve parvoselüler tabakalarına da uğrayarak sırasıyla M ve P yolakları aracılığıyla striat kortekse iletilir. Genel olarak M yolağı dorsal sisteme, P yolağı ventral sisteme aracılık eder. Dorsal yol, oksipital lobdan parietal loba doğru uzanır, hareket ve derinlik algısında önemlidir. Bu yoldaki en önemli bölge olan posterior parietal korteks (PPC), tüm duyusal modalitelere ilişkin bilgiyi entegre eder ve bu bilgiyi görme rehberliğinde yapılan motor hareketlerin planlanmasında, mekansal dikkat şebekesinde ve yürütücü işlevlerde kullanmak üzere diğer kortikal alanlarla paylaşır. Oksipital lobdan temporal loba uzanan ventral yol ise renk ve şekil algısında, nesne ve yüz tanımada işlev görür. Otizm hastalarında bu yolların işlevsel bütünlüğündeki farklılıklara işaret eden çalışma sonuçları tartışılacaktır. PP-146 TÜMÖR REZEKSİYONUNA İKİNCİL GELİŞEN POSTERİOR FOSSA SENDROMU: OLGU SUNUMU 1 2 Betül Mazlum , Sennur Zaimoğlu 1 2 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği, İstanbul Amaç: Posterior fossa sendromu (PFS), posterior fossa tümörleri sebebi ile ameliyat edilen pediyatrik hastaların yaklaşık % 25’ inde ortaya çıkmaktadır ve en önemli klinik bileşeni birkaç gün içinde gelişen serebellar mutizm (SM) tablosudur. Mutizm tablosuna diğer nörolojik, kognitif ve davranışsal belirtiler de eşlik edebilmektedir. Medulloblastoma rezeksiyonu sonrası posterior fossa sendromu gelişmiş olan 7 yaşında bir erkek hastanın kliniği bu sendroma ilişkin yazın bilgisi ışığında tartışılacaktır. Yöntem: Serebellumun konuşmanın motor ve kognitif süreçlerindeki rolüne, PFS etyopatogenezine ve kliniğine ilişkin literatür bilgisi taranmıştır. Sonuç ve Yorum: Ameliyat çıkışında annesi ile konuşan hastada daha sonra göz kontağında ve iletişim kurmada belirgin azalma gelişmiş ve hasta sadece anlamsız sesler çıkarmaya başlamış. Operasyondan ancak bir ay sonra göz teması ve iletişim çabası sınırlı da olsa başladı. Rehabilitasyon neticesinde hasta ameliyat sonrası 9. ayda yavaş yavaş konuşmaya ve yürümeye başladı. Serebellum, son yıllara kadar hareketin motor koordinasyonu üzerine olan etkisi ile bilinirken bugün affektif ve kognitif alanlarda da önemli işlevlere sahip olduğu bilinmektedir. Serebellumun affektif etkilerine limbik bağlantılara sahip vermis parçasının, kognitif etkilerine kortikal bağlantılara sahip serebellar hemisferlerin aracılık ettiği iddia edilmektedir. PFS’ nın patogenezinde tek bir serebellar bölge hasarından çok serebellumun kognitif işlevlerine aracılık eden döngünün herhangi bir noktasındaki hasarın etken olabileceği iddia edilmektedir. Aynı zamanda serebellumun medial parçası vermis de, CM vakalarında hasarlandığı düşünülen yapılardan biridir. Sesli konuşma sırasında serebellumun orta kısmının aktive olduğu belirtilmekte, vermisin işitsel ve motor sistemler arasında entegrasyonu sağladığı iddia edilmektedir. PP-147 ROLANDİK EPİLEPSİYE EŞLİK EDEN DEHB VE GELİŞİMSEL DEHB: KOGNİTİF PROFİLLERİ AYNI MI? 1 2 3 Sennur Zaimoğlu , Dilşad Türkdoğan , Betül Mazlum 1 Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği, İstanbul 2 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, İstanbul 3 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul Amaç: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun (DEHB) epilepsi tanılı okul çağı çocuklarındaki yaygınlığı % 8-77 arasında değişmektedir. Biz kendi örneklemimizde Rolandik Epilepsi (RE) olgularında %53 oranında DEHB izledik. Dikkat eksikliğinin epilepsi ile olan ilişkisi çok sayıdaki değişkenden kaynaklanmaktadır. Çalışmada RE’ye eşlik eden DEHB tablosunun Gelişimsel DEHB tablosundan farklı olup olmadığını sorguladık. Yöntem: Çalışmaya Marmara Üniversitesi Nörolojik Bilimler Enstitüsü Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi ve Çocuk Nörolojisi Polikiniklerine başvuran Gelişimsel DEHB tanılı 37 olgu ve RE tanısı alan 43 olgu katıldı. DEHB tanıları tüm olgularda DSM IV-R tanı ölçütlerine göre değerlendirildi. RE tanılı grup DEHB eşlik eden ve etmeyen olmak üzere iki gruba ayrıldı (RE+DEHB ve RE). 113 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Davranışsal profilleri Conner’s öğretmen ve aile ölçekleri ile değerlendirildi. Genel Zeka Bölümü, dikkat, yürütücü işlevler, işitsel ve görsel anlık ve çalışma belleği, kategori adlandırma ve karmaşık görsel algı işlevlerini ölçen testler uygulandı. Sonuç ve Yorum: Gruplar arasında yaş, sınıf, anne baba eğitim yılları ve Genel, Sözel ve Performans ZB yönünden farklılık yoktu. Conner’s aile ölçeğinde RE olguları, RE+DEHB ve DEHB olgularından anlamlı bir şekilde (p=0,000) daha düşük puanlar aldı. Conner’s öğretmen ölçeğinde ise DEHB olguları RE (p=0,000) ve RE+DEHB (p=0,008) olgularına göre daha düşük puanlar aldı. Dikkat, yürütücü işlevler, kategori adlandırma, karmaşık görsel algı işlevlerinde gruplar arasında farklılık izlenmedi. Kognitif profillerinde sadece Genel Zeka Bölümünün Sayı Dizisi alt testinde fark vardı. DEHB tanılı grup, RE (p=0,000) ve RE+DEHB (p=0,008) tanılı gruplardan daha düşük bir performans gösterdi. DEHB’da nöropsikolojik endofenotiplerin araştırıldığı bir çalışmada sayı dizisi, bazı genetik lokuslar ile bağlantılandırılmış ve DEHB endofenotiplerinden biri olmaya aday gösterilmiştir. Bulgularımız RE ye eşlik eden DEHB tablosunun kognitif olarak Gelişimsel DEHB tablosu ile tümüyle özdeş bir fizyopatolojiye sahip olmadığını göstermektedir. Ayrıca genel olarak RE’de DEHB varlığı dikkat ve yürütücü işlevleri olumsuz etkilemiyor gibi görünmektedir. PP-148 SEREBRAL GÖRME BOZUKLUĞUNUN ETKEN OLDUĞU DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ: OLGU SUNUMU Sennur Zaimoğlu1, Betül Mazlum2, Nazan Baykan3 1 Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği, İstanbul 2 İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İstanbul 3 Ayan Görme Merkezi, İstanbul Amaç: Serebral görme bozuklukları (SGB), göze ilişkin majör bir patoloji olmaksızın santral sinir sisteminin hasarı sonucunda oluşan görme bozukluklarıdır. Rutin bir göz muayenesi çoğu zaman hastalardaki SGB’nu saptamada yeterli olmamaktadır. On yaşında iken dikkat dağınıklığı, öğrenme sorunları, kekemelik ve anksiyete belirtileri ile çocuk psikiyatrisi polikliniğine başvuran, nöropsikolojik ve organik incelemesi neticesinde SGB tespit edilen hastanın kliniği görsel bilginin kognitif işlemlenmesinde rol alan yollara ilişkin bilgiler ışığında tartışılacaktır. Yöntem: Hastaya, genel zeka bölümü, dikkat, yürütücü işlevler, işitsel ve görsel anlık ve çalışma belleği, kategori adlandırma ve karmaşık görsel algı işlevlerini ölçen testler uygulandı. Göz hastalıkları uzmanı tarafından işlevsel görme muayenesi yapıldı. Ayrıca perinatal öyküsü riskli olan hastaya kraniyal MRI yapıldı. Sonuç: Öğrenmede zorluk yaşayan hastanın dikkatsizlik, unutkanlık, okurken satırları karıştırma veya atlama şikayetleri mevcuttu. Bağımlı ve kaygılı bir çocuk olan hastanın tek başına okula gidemediği, sokağa yalnız çıkamadığı, dışarıda annesine tutunduğu, dolmuştan inerken düşeceği korkusu ile panik yaşadığı, merdivenden inerken zorlandığı, kendi başına giyinemediği, düğmelerini yanlış iliklediği öğrenildi. Nöropsikolojik testlerinde mekansal algı ve dikkat problemleri olduğunun tespiti üzerine işlevsel göz muayenesine yönlendirilen hastada alt görme yarı alanına ilişkin serebral görme kaybı, derinlik algısının kaybı, karmaşık görsel algı sorunları tespit edildi. Düşük ağırlıklı doğum öyküsü olan hastanın kraniyal MRI’ında periventriküler sekel lezyonlar izlendi. Tartışma: Dikkat dağınıklığı ve öğrenme güçlüğü mevcut olan, yapılan nöropsikolojik testlerinde görsel mekansal sorunları ve hatta yüz tanıma sorunları dikkat çeken ve öyküsünde perinatal sorunları olan hastalarda olası serebral görme sorunları akla gelmelidir. Hastaların erken dönemde tanınması uygun rehabilitasyon ve çevre desteğinin sağlanması için önemlidir. PP-149 YAYGIN GELİŞİMSEL BOZUKLUKLARDA HİPERAKTİVİTE SEMPTOMLARINA METİLFENİDATLA YETERSİZ YANIT: CES-1 POLİMORFİZMİNİN ROLÜ VAR MI? 1 1 2 3 Eyüp Sabri Ercan , Ülkü Akyol Ardıç , Duygu Aygüneş , Elif Ercan 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 2 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, İzmir 3 Ege Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Anabilim Dalı, İzmir Giriş: Metilfenidat (MPH); Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisinde en sık araştırılmış olan ve bugüne kadar yapılan çalışmalarda oldukça iyi bir etkinlik ve güvenirlik profiline sahip olduğu gösterilmiş bir ajandır. MPH karboksilesteraz (CES1) ile steroselektif olarak hidrolize edilmektedir. Bazı araştırmalarda DEHB ve YGB bir arada olan olguların MPH tedavisini iyi tolere ettikleri öne sürülmekle birlikte diğer bir kısım araştırmalar ve pediatrik psikofarmakoloji kitapları DEHB ve Yaygın Gelişimsel Bozuklukların (YGB) bir arada görüldüğü durumlarda MPH’ın iyi tolere edilemediği konusunda yoğunlaşmaktadır. MPH temelde CES 1 enzim sistemiyle metabolize edilmekte ve CES 1 gen mutasyonlarıyla MPH’a klinik yanıtta farklılıklar oluşmaktadır. Ayrıca, CES geninin 16. kromozomdan kodlanması, hem DEHB hem de otizmden sorumlu olduğu öne sürülen ortak gen lokuslarının (5p13, 16p13 ve 17p11) arasında 16. kromozomun olması oldukça önemli görünmektedir. Bu çalışmanın amacı Yaygın Gelişimsel Bozukluğu ve Hafif Düzey Mental Retardasyonu olan olguların MPH’a yanıtının pür DEHB olan olgularla karşılaştırılması ve CES gen mutasyonuyla ilişkisinin bulunup bulunmadığının belirlenmesidir. 114 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 Yöntem: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğine başvuran hastalar arasından 7-12 yaş aralığında olan değerlendirmeye alınmıstır. Tüm olguların ebeveynleri ve öğretmenleri tarafından sosyodemografik bilgi formu, Otizm Davranış Kontrol Listesi (ABC), 4-18 yaş çocuk ve gençler için davranış değerlendirme ölçeği, öğretmen bilgi formu ve Turgay DEHB ölçeği doldurulmuştur. Çalışmaya 23 DEHB+ YÜKSEK FONKSİYONLU OTİZM, 20 DEHB+ASPERGER, 22 DEHB+HAFİF DÜZEY MR, 23 DEHB+OTİZM olan olgu ve 23 DEHB olan olgu kontrol grubu olarak alınmıştır. Olguların iki hafta boyunca ilaç kullanmaması sağlanarak 0,4 mg/kg metilfenidat verilerek tükürük örnekleri alınmıştır. Hastaların metilfenidat yanıtı CGI-I ile değerlendirilmiştir. Hastalardan alınan tükürük örneğindeki hücrelerden DNA izolasyonu gerçekleştirildikten sonra, CES1 polimorfizmi (Ser75Asn, Arg199His ve Ile49Val) için genotip belirlemesi yapılmıştır. Bulgular: Çalışma gruplarının metilfenidat yanıtı açısından CGI-I skorları arasında fark bulunurken CES-1 polimorfizmleri açısından fark bulunamamıştır. Tartışma: Farmakogenetik çalışmalar genetik varyasyonların ilaçların farmakokinetik ve farmakodinamik özelliklerini nasıl etkilediğini aydınlatmaya çalışmaktadır. Bu sonuçlar ön bilgi niteliğinde olup daha geniş örneklemli çalışmalara ihtiyaç vardır. PP-150 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE AĞIR DUYGUDURUM DÜZENSİZLİĞİ OLAN ÇOCUK VE ERGENLERİN NÖROPSİKOLOJİK PERFORMANSLARININ KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN ÖN ÇALIŞMA Pınar Uran1, Birim Günay Kılıç2 1 Hatay Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi 2 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Bu araştırmada Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Bileşik Tip (DEHB) ve Ağır Duygudurum Düzensizliği (ADD) olan çocuk ve ergenlerin nöropsikolojik test performanslarında, demografik özelliklerinde, ek psikiyatrik tanılarında ve davranış örüntülerindeki benzerlik ve farklılıkların ortaya koyulması amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma grubu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na ardışık başvuran 7-18 yaş aralığında dışlama ve dahil edilme kriterlerini karşılayan 89 DEHB bileşik tip tanısı konulan, 24 ADD tanısı konulan ve 21 sağlıklı kontrol olmak üzere 134 çocuk ve ergenden oluşmaktadır. Araştırma grubuna zeka testi (WISC-R), araştırma ve kontrol grubundaki çocuk ve ergenlere; Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY), Çocuk ve Gençler için Duygulanım Bozukluğu ve Şizofreni Ölçeği-Şimdi ve Yaşam boyu Versiyonu Ağır Duygudurum Düzensizliği Modülü Türkçe Uyarlaması uygulanarak tanı grupları belirlenmiş, Yenilenmiş Conners Anne-Baba (YCABDÖ-UF) ve Öğretmen Uzun Formu (YCÖDÖ-UF) ile davranış örüntüleri karşılaştırılmış, İz Sürme Testi, Stroop Testi TBAG Formu ve Kelime Akıcılığı ve Kategori Adlandırma Testleri ile nöropsikolojik performansları karşılaştırılmıştır. Sonuçlar: ADD tanısı konulan çocuk ve ergenlerin yarısının boşanmış ailelerden oluştuğu, %62.5 gibi yüksek oranda DEHB eş tanısı konulduğu, çoğunun yaşam boyu 2 ya da daha fazla eş tanıya sahip olduğu, KOKGB’nin yerini yaş ilerledikçe Unipolar Depresyon ve Anksiyete Bozukluğu aldığı görülmektedir. ADD tanılı çocuk ve ergenlerin %92 olan eş tanı oranının zamanla azalmadığı ve ailelerinde yakın akrabalarında psikiyatrik eş tanı olup olmamasından etkilenmediği anlaşılmaktadır. Özellikle annelerin doldurdukları YCABDÖ-UF’de “Karşı gelme”, “hiperaktivite”, “sosyal problemler”, “DEHB İndeksi”, “huzursuzlukimpulsivite”, “duygusal değişkenlik” ve “Global İndeks Toplam” alt ölçeklerinde; ADD grubu ortalama puanları DEHB grubu ortalama puanlarından anlamlı şekilde yüksek çıkmıştır. İz Sürme Testi B Bölümü süre ve hata puanlarında ve Stroop Testi TBAG Formu Bölüm 5 süre ve hata puanlarında, DEHB grubunun performansı ADD ve kontrol grubundan düşüktür. Sözel akıcılığın değerlendirildiği Kelime Akıcılığı Testi’nde DEHB ve ADD grupları kontrollerden daha kötü ama birbirleriyle benzer performans sergilerken, Kategori Adlandırma Testleri’nde gruplar arasında performans farkı bulunmamıştır. Tartışma: Çalışmamızda, daha çok “soğuk” yönetici işlevleri ölçen nöropsikolojik testler kullanılmış olup, karmaşık dikkat, planlama, set değiştirme, tepki ketlemenin değerlendirildiği İz Sürme Testi’nde, DEHB grubunun performansı ADD ve kontrol gruplarından anlamlı şekilde düşük bulunurken, orbitofrontal korteksin işlevleriyle ilişkili olan karmaşık dikkat ve tepki ketlemenin ölçüldüğü Stroop Testi TBAG Formu’nda DEHB grubu kısmen diğer gruplardan daha kötü performans sergilemiştir. Sözel akıcılık testlerinde DEHB grubu ile ADD grubu performansları benzerlik göstermiştir. Hiperaktif, dürtüsel ve motivasyonel, ödülle ilişkili süreçlerde bozukluklara sahip olduğu düşünülen bu klinik gruplardaki (DEHB, ADD) çocuk ve ergenlerin birbirlerinden ve sağlıklı kontrollerden daha net sınırlarla ayrılabilmesini sağlamak için “soğuk” yönetici işlev bozuklukları ile dengelenmiş duygusal bileşenleri olan “sıcak” yönetici işlev bozukluklarının beraberce ölçüldüğü daha geniş örneklemli çalışmaların yapılmasının gerektiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda çalışmamızın sınırları genişletilerek sürmektedir. Benzer semptomatolojileri olan ve sıkça binişiklik gösteren bu kategorik tanıların, etyolojilerinin, ailesel yüklülüklerinin, genetik özelliklerinin, psikopatolojilerinin, nörokognitif profillerinin yeni yapılacak olan çalışmalarla aydınlatılması, bu bozuklukların tanı ve tedavisinde gelişmelere imkan sağlayacaktır. 115 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 116 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 117 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 YAZAR DİZİNİ 118 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 YAZAR DİZİNİ * isme göre alfabetik olarak sıralıdır. A A. Cahid Örengül A. Pınar Vural A. Tuğba Bahadır A. Uzun Adem Güneş Ahmet Büber Ahmet Hamdi Alpaslan Ahmet Şenses Ahmet Turla Ahmet Türkcan Ali Evren Tufan Ali Güven Kılıçoğlu Ali Rıza Şişman Alperen Bıkmazer Altın M Anand E Arzu Çalışkan Aslı Ürkmez Aslıhan Sayın Atakan Yücel Aycan Ünalp Ayfer Dayı Ayfer Orhan Ayhan Bilgiç Ayla Aysev Aylin Özbek Aynur Akay Aysel Esen Çoban Ayşe Arman Ayşe Avcı 38, 44 51, 79 37, 49, 65, 76, 93 87 80 36 36 82, 101 101 54 67, 108 66 39, 90 44 62 62 69 94 82 98 37 39, 90 38 6, 33, 100, 103, 104 6, 7, 21, 30, 87 103 6, 29 63 37, 38, 44, 49, 63, 76, 84, 93 48, 71, 78, 79, 86, 98 Ayşe Burcu Ayaz Ayşe Büyükdeniz Ayşe Kılınçaslan Ayşe Kutlu Ayşe Zeki Ayşegül Taş Ayşegül Yolga Tahiroğlu Ayşen Baykara Ayşen Coşkun Ayten Erdoğan Azad Asafov 36 37, 84 50, 80, 81 37 43, 105 90, 91 7, 21, 48, 71, 78, 79, 86, 98 5, 6, 10, 17 4, 5, 7, 10, 24 7, 24, 51, 54 37, 38, 44, 63, 65 B Bahar Gökler Barış Güller Başak Baykara Başak Paşabeyoğlu Baybars Veznedaroğlu Bedia İnce Taşdelen Behiye Alyanak Belgin Üstün Güllü Belma Ağaoğlu Bengi Semerci Beril Taşkın Berna Aydın Berna Özsungur Betül Kurban 5, 7, 10 103 39, 90, 91 38 64 60 50 87 3, 4, 96, 110, 111 5, 13 5, 11 101 5, 6, 16, 31, 43, 105 96 Betül Mazlum Bilge Bekler Birgül Cumurcu Birim Günay Kılıç Birsen Şentürk Burak Baykara Burcu Yücetürk Burçin Demirelli Bülent Coşkun Bülent Çiftçi Bülent Gökçe Büşra Doğan Büşra Rışvanlı 112, 113, 114 107 81 6, 30, 42, 88, 115 6, 29, 64 6, 18, 29, 39, 89, 90, 91, 99, 103 5, 17 7, 23, 36 40 5, 15, 43, 45, 70, 72, 73, 76, 78, 94 64 95 6, 30 6, 31 94 107 96 C Cahide Aydın Canan Tanıdır Candan Arman Candan Taşkıran Şimşek Canem Ergin Caner Çetinkaya Caner Mutlu Casillas M Cem Gökçen Cem Tarakçıoğlu Cihan Aslan Cihat Eravcı Çağatay Uğur Çiğdem Koşe Çiğdem Yektaş 5, 15, 45, 76, 78 66 89 69, 105, 107 89 91 41, 54, 66 62 42 4 107 107 42 43 74 Burak Doğangün Burcu Çakaloz Burcu Ersöz Alan Burcu Özbaran D Damla Karakaşlar Damla Manga Demir Gökçer Özek Derya Erkuş Devrim Akdemir Dicle Sapmaz Didem Arslan Taş Didem Behice Öztop Dilay Karaarslan Dilek Altun Varmış Dilek Ünal Dilşad Foto Özdemir Dilşad Türkdoğan Dilşad Yıldız Miniksar Durgul Özdemir Durgül Çelik Dursun Karaman Duygu Aygüneş Duygu Murat 119 102 4 37 43 43, 69 97, 101 48, 86 6, 28, 32, 45, 46, 56, 57, 58, 59, 60, 61 99 48 40, 44 69, 105 112, 113 69 39 91 52 114 44, 84, 93 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi E E. Ç. Fettahoğlu E. Durmaz E. Özatalay Ebru Çengel Kültür Ebru Erol Eda Çalışkan Yıldırım Elif Ercan Elvan İşeri Emel Altuncu Emel Aydın Emel Karakaya Emel Sarı Gökten Emine Demirbaş Çakır Emine Eraslan Emre Bora Eren Erken Ervin İzmit Gül Escobar R Esengül Kayan Esra Demirci Esra Devecioğlu Esra Özhan Esra Yürümez Evrim Aktepe Eyüp Sabri Ercan Ezgi Şen Ezgi Yılmaz F Fahri Çelebi Faruk İncecik Fatih Hilmi Çetin Fatih Ünal Fatih Yağmur Fatma Varol Taş Ferda Karadağ Ferhat Yaylacı Ferhunde Öktem Ferihan Çetin Fevziye Toros Funda Aksu Füsun Atlıhan Füsun Çuhadaroğlu Çetin G Gazanfer Ekinci Gizem Özkan Gonca Engin Gonca Gül Çelik Gökçen Güven Gökşin Karaman Gökül Karluk Er Gresa Çarkaxhiu Güçlü Ayaz Gülcan Başar Güldane Koturoğlu Gülin Evinç Güliz Özgen Gülşen Ünlü Günay Sağduyu 87, 88 87 87, 88 6, 30, 43, 105 45 107 114 5, 11, 47 100 49 45 92 4 86 78 86 70 62 84, 93 46 86 108 6, 30 5, 16, 85 5, 11, 114 99 7 92 78, 79 47 5, 7, 13, 105, 107 6, 32, 56, 58 102 69 105 7, 18 39 67 89 37 3, 4, 5, 7, 13, 21 112 43 102, 103 7, 19, 48, 71, 78, 79, 86, 98 107 7, 24 43, 70 49, 76 89 96 94 69 54 36, 49 53, 71 24 – 27 Nisan 2012 H H. Eren Suna Habibe Yeşilova Hafize Emine Sönmez Halil Kara Halil Resmi Halime Sözen Harmancı Hasan Ardıç Halit Necmi Uçar Hamiyet İpek Hamza Ayaydın Handan Çakmakçı Handan Metin Hande Ayraler Taner Hasan Bozkurt Hasan Tekgül Hatice Aksu Hatice Doğan Hatice Güneş Hayati Sınır Hayriye Ertem Vehid Hikmet Gümüş Hilal Adaletli Himanshu Upadhyaya Hozan Saatçıoğlu Hülya Bingöl Hüseyin Tan 63 107 41 40 6, 29 50 4 51 41, 51, 54 93 6, 29 52 47, 82 93, 94 72 77 6, 32, 56 66 6, 31, 43 50 91 52, 66 62 76 99 108 I-İ-J Işık Görker Işık Karakaya İ. Bircan İbrahim Adak İbrahim Durukan İbrahim Selçuk Esin İdil Ünal İlkay Aksu İnci Altıntaş İpek Akman İpek Perçinel İpek Süzer Jülide Işıl Bağatur 89, 98 4, 5, 7, 13, 21 87 93 52 6, 28 94 39, 90, 91 53, 70, 71, 72, 94 100 53, 70 98 7, 20 K -L Kayhan Bahalı Kemal Utku Yazıcı Kenan Duymaz Kevser Nalbant Koray Kara Koray Karabekiroğlu Lalecan İşcanlı Leyla M. Bozatlı Ling Jin 54, 66 53 4 107 52 6, 32, 54, 55, 97, 100, 101 102 98 62 M M. Erkan Mahire Kutlu Mahmut Çakır Meda Kondolot Mehmet Ateş Mehmet Çolak Mehmet Fatih Kınık Mehmet İbrahim Turan Mehmet Nuri Arda 88 4 54 6, 32, 56, 58 91 87, 88 4, 96 108 39, 91 120 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi M Mehriban Keleş Mehtap Kılıç Melda Akçakın Melih Nuri Karakurt Merve Çıkılı 24 – 27 Nisan 2012 Merve Çolpan Meryem Dalkılıç Muhammed Ayaz Murat Yüce Mustafa Güleç Mustafa Kemal Tural Mustafa Yasin Irmak Müge Kiray Müge Tamar 4 101 42 6, 32, 101 6, 32, 45, 56, 57, 58, 59, 60, 61 51 74 6, 28 6, 32, 54, 55, 101 42 107 63, 84, 93 39, 90, 91 4, 7, 21, 74 N Nagehan Demiral Nagehan Üçok Demir Nagihan Cevher Nagihan Saday Duman Nahit Motavallı Mukaddes Nazan Baykan Nazan Uysal Nermin Yücel Neslihan Güney Karaman Neslihan İnal – Emiroğlu Neşe Coşkun Neşe Perdahlı Fiş 72 63 6, 29, 108 42 6, 17 114 39, 90, 91 98 63 6, 18, 29, 99 95 37, 49, 63, 65, 76, 84, 93 Nihal Yurteri Nil Banu Bahadırlı Nilcan Kuleli Sertgil Nilgün Palulu Nurcihan Kiriş Nuri Karabay Nursu Çakın Memik Nusret Soylu 64 89 86 37 98 6, 29 4, 7, 23, 96, 110, 111 6, 28, 64, 65 O-Ö Onur Burak Dursun Onur Tuğçe Poyraz Onursal Varlıklı Orhan Kemal Kuşçu Osman Abalı Osman Sabuncuoğlu Oylum Tokol Ömer Kocael Ömer Özden Özden Ş. Üneri Özge Demircan Tulacı Özge Metin Özgür Yorbik Özlem Erden Aki Özlem Gencer Kıdak Özlem Hergüner Özlem Kuman Özlem Meryem Kütük Özlem Özcan Özlem Uzun Özlem Yıldız Öznur Akyol Öznur Hastarla 6, 28, 98, 108 65, 84 36 100 38, 95 37, 38, 49, 65, 76, 93 49, 76 51 108 5, 14, 41, 66,96 40 67 5, 12 44 103 78, 79, 98 72 68 68, 69, 81 69, 107 4, 5, 14, 96 53, 70 89 P-R Perihan Çam Ray Pınar Uran Porsdal V Quail D Rabia Durmuş Rahime Kaya Recep Sancak Rezzan Aydın Rıfat Karlıdağ Runa İdil Uslu 48, 71, 78, 79, 86 115 62 62 6, 32, 56, 57, 58, 59, 60 43, 71, 72, 73 101 43 81 7, 18 S-Ş S. Gençoğlan Sabri Hergüner Salih Zoroğlu Saliha Baykal Saniye Korkmaz Çetin Savaş Yılmaz Seda Erbilgin Sedef Erken Sedef Tezer Seher Akbaş Seheryeli Yılmaz Selcen Esenyel Selcen S. Güney Selçuk Uzuner Selma Bozkurt Selma Fırat Güven Selma Tural Hesapcıoğlu Sema Ekmekçi Sema Kurban Semih Erden Semiha Arslan Sennur Zaimoğlu Serhat Kala Serhat Nasıroğlu Serkan Süren Serkan Şahin Serpil Erermiş Sevay Alsen Sevcan Demirkaya Sevgki Chodzaoglou Sevim Özmen Sezen Gökçen Köse Sezer Ş. Komsuoğlu Sultan Seval Yılmaz Suna Taneli Sunay Fırat Süha Miral Sükrü Güner Ş. Şimşek Şafak Eray Şahbal Aras Şahika Şişmanlar Şahin Bodur Şahnur Şener Şaziye Senem Başgül Şebnem Kuşçu Şeniz Özusta Şükrü Kartalcı 88 5, 6, 12, 33, 103, 104 77, 80, 81, 92, 93, 94 55, 82, 101 7, 22, 72, 74 6, 33, 100, 103, 104 77 7, 20 7, 20 74, 75, 82 49, 76 79 76 54 57, 60 6, 31 85, 106, 107 6, 32, 56, 58 54 , 66 107 108 112, 113, 114 107 78, 79 43 75, 82, 101 45, 76, 78, 94 6, 29, 99 50, 77 77 106 43, 45, 72, 73, 76, 78, 94 4 37, 49, 65, 76 65 71, 78, 79 6, 17 101 87 51, 79 102, 105 4, 7 40 47 5, 7, 15, 19, 84, 96 100 69, 105 81 121 22. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi T Taner Güvenir Tezan Bildik 24 – 27 Nisan 2012 Tuba Mutluer Tuğba Yüksel Tuğçe Aytemiz Tülay Çalık Tülin Yurtbay Türkan Doğan 5, 14 7, 23, 45, 53, 70, 71, 72, 74, 76, 78, 94 80, 81 81 66 6, 32, 55 50 63 U-Ü Uğur Böce Umut Kaytanlı Ülkü Akyol Ardıç Ümit Işık Ümran Tüzün 53 82 114 104 5, 16 V-Y-Z Veli Yıldırım Veysi Çeri Volkan Şan Yakup Doğan Yankı Yazgan Yasemen Taner Yasemin Taş Yasemin Yulaf Yeşim Taneli Yetiş Işıldar Yoko Tanaka Yonca Sönmez Yusuf Yasin Gümüş Zehra Babadağı Zeki Yüncü Zeynep Erkan Atik Zeynep Gülçin Yıldırım Zeynep Tüzün 67 99 98 96 5, 10 6, 18 82 97 36, 65 36, 49 62 85 110, 111 54 , 101 45, 71 63 75, 101 6, 31 122 22.Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 24 – 27 Nisan 2012 12329