HEDEFLER İÇİNDEKİLER ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNİ HAYAT • Eski Dünyada Siyaset ve Dini Hayat • Mezopotamya uygarlıkları • Cahiliyeye Kadar Arabistan'da Siyaset ve Dini Hayat • Güney Arabistan • Kuzey Arabistan • Orta Arabistan (Hicaz) • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Eski uygarlıkların siyasi ve kültür tarihini kavrayabilecek • Geçmişle bugün arasında köprü oluşturan medeniyetlerin tarihi süreçleri ve insanlığa katkıları hakkında daha sağlıklı değerlendirmelerde bulunabilecek • İslam dininin ortaya çıktığı ve yayıldığı merkezlerin sosyo kültürel ve dini yapılarını analiz etmiş olacak. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 1 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat GİRİŞ Tarih birbirinden bağımsız olmayan olgulardan meydana gelir. Hadiseler, zincirin halkaları misali birbiri ile bağlantılı olup sebep ve sonuç ilişkileri ile hayatiyet kazanabilir. Dolayısıyla tarihin bir bölümünü cımbızla çekip öncesi ve sonrasından bağımsız olarak değerlendirmek muhatabını hiçbir zaman sağlıklı bir neticeye ulaştırmayacaktır. Semavi dinlerin birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olduğu düşünüldüğünde en son din olan İslam’ın ortaya çıktığı şartları ve etkilediği toplum yapısını tetkik için hem İslam dininin doğduğu Arap Yarımadası’nın geçmiş tarihinin ve hem de ona komşu olan diğer medeniyetlerin siyasi ve dini yapılarının açıklığa kavuşturulması bir zorunluluktur. İşte bu kaygı ile İslam dininin doğuş merkezi olan Arap Yarımadası’nın siyasi ve dini yapısı, taşıdığı şartlar hakkında bilgi vermeden önce Araplara komşu olan kadim/eski dünya devletlerini tanımak faydalı olacaktır. ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNİ HAYAT ESKİ DÜNYADA SİYASET VE DİNİ HAYAT MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI Mezopotamya, Araplar tarafından “siyah” anlamına gelen “Sevâd”, Sâsânîler ise ülkenin kalbi anlamına gelen Dîl-i İranşehr olarak isimlendirilmiştir. Tarihi kaynakların bazılarına göre burası Hz. Nuh’un tufandan sonra yerleştiği ve insan neslinin çoğaldığı bölgedir. Medeniyetin beşiği sayılan ve çoğunluğu sulanabilen alüvyonlu topraklarla kaplı Mezopotamya’nın sınırlarını Fırat ve Dicle nehirleri tayin etmektedir. Kuzey’de bugün Irak şehri olan Tikrit’ten, güneyde Basra körfezine, doğuda Hulvan şehrinden başlayarak batıda Kadisiye’ye kadar uzanmaktadır. Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması sonucu oluşan bu verimli topraklar insanlık tarihinin başlangıcından itibaren çok önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkan tarihi bulgular bölgedeki hareketliliğin M.Ö. 6000 yılına kadar uzandığına tanıklık etmektedir. Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular bölgenin en eski sakinleri olarak kabul edilir. Hz. Ömer döneminde fethedilen bu topraklar İslam kültürünün şekillenmesinde de önemli pay sahibi olmuştur. Kültürel etkileşimin tarihi temellerini iyi analiz edebilmek için bu topraklar üzerinde kurulan önemli medeniyetleri kısaca da olsa tanımak gerekecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Sümerler ve Akadlar Sümerler yazıyı ve tekerleği icat etmeleri, tarım sektöründe devrim niteliğindeki yenilikleri ile şöhret kazanmışlardır. M.Ö. 3500 yıllarında Mezopotamya’da ortaya çıkan bu kadim uygarlık tarım sektörüne bağlı bir gelişim göstermiştir. Bölgenin ilk yerli halkı olarak tanınmaktadırlar. Bakır madenini ilk keşfeden ve sanayide ilk defa kullanarak insanlığın hizmetine sunanlar da Sümerler’dir. Deri işlemeciliği, demircilik, taş oymacılığı gibi zanaat dallarında çığır açmışlardır. Tarım ve sanayi toplumu olmanın zorunlu bir sonucu olarak Sümerler yerleşik hayatı benimsemiş ve etrafı muhkem surlarla çevrili sayıları otuzu aşkın şehir kurmuşlardır. Larsa, Ur, Uruk, Kiş Umma bunların en meşhurlarındandır. Ayrıca, Sümerce ismi Kadingirra olan Babil’in ilk sakinlerinin de Sümerler olduğu bilinmektedir. Şehir devletlerine ayrılan Sümerler krallar tarafından yönetilmekte olup zaman zaman şehirlerin idari yapılanmaları tekelde toplanmaktaydı. Toplum din adamları, askerler, halk ve köleler olmak üzere dört gruba ayrılmaktaydı. Toplumun aristokrat sınıfını daha ziyade din adamları oluşturmaktaydı. Şehrin baş rahibi aynı zamanda yönetici konumundaydı. Çok tanrılı bir inanca sahip olan Sümerler kerpiçten yapılan Ziggurat adıyla bilinen tapınaklarda ibadet etmekteydi. Yedi kattan oluşan mabetler; depo, okul ve rasathane olarak kullanılmaktaydı. Tanrıları insan şeklinde olup ölümsüz olduğuna inanılırdı. Anu, Enlil, Enki, Nimnah, Ecem, İnanna tanrılarına verdikleri adlardan bazılarıdır. Şehir devletleri arasındaki siyasi çekişmeler devletin zayıflamasına neden olmuş, önce Elamlılar ve daha sonra Sami tarihinin ilk büyük ismi olan Akad imparatorluğunun kurucusu Sargon tarafından sürdürülen saldırılar sonucu yıkılmıştır. Sümer çivi yazısı Sümerler’in hâkimiyetinde olan Kiş şehri kralının muhasebecisi olan Sargon darbe sonucu iktidarı ele geçirmiş ve onun soyundan gelen hanedanlar yaklaşık bir asır boyunca şehirleri birleştirerek ele geçirdiği bu topraklarda varlığını sürdürmüştür. Şehir devletinden merkezi devlet anlayışına geçen Akadlar 200 yıl iktidarlarını devam ettirmişlerdir. Mezopotamya’nın tamamına hâkim olan ilk devlet olma unvanına sahiptirler. Sümer kültürünü, kendi kültürleriyle harmanlayan Akadlar, büyük bir medeniyetin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. Akadlılar, Sargon’dan sonra en ihtişamlı dönemini torunu Naram-Sin döneminde yaşamıştır. o dönemde Akadca bütün Mezopotamya’da kullanılan ortak dil hâline gelmiştir. Akadlar arasında gök tanrı inancının yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Güneş, Ay, Venüs en fazla tapılan tanrılar arasındaydı. Meşhur kral Naram-Sin, kendisini tanrı ilan eden ilk kral olmakla kalmamış dünya krallığına soyunmuştur. Bu güçlü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat kralın ölümü sonrası Akadlar zayıflamış ve “dağ canavarları” olarak isimlendirilen Gutiler tarafından yıkılmıştır. Babil Krallığı (Amurrular-Keldaniler) Babil’in asma bahçeleri Krallık ismini Akadca Tanrının Kapısı anlamına gelen Babil şehrinden almaktadır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçelerine ev sahipliği yapan ve kulesi ile ünlü Babil şehri Tevrat’a göre (Tekvin 10/10) Nemrud’un krallık yaptığı dört önemli şehirden biridir. Hz. İbrahim de Peygamber olarak bu coğrafyaya gönderilmiştir. Hz. İbrahim Nemrud’a karşı sürdürdüğü mücadeleden sonra inananlarla birlikte önce Harran’a oradan Kenan İli’ne geçmiştir. Babil krallığı Sümer ve Akad topraklarını içine alan büyük bir imparatorluktur. Babilliler, M.Ö. 4000 yılından itibaren bölgedeki kültürlerin tüm izlerini taşımaktadır. Akadca yazılan ve 282 maddeden oluşan kanunları ile tanınan Hammurabi, devletin en kudretli hükümdarıdır. Mezopotamya’da yeniden siyasi birliği kuran Hammurabi eski töreleri bir araya toplayıp yeniden düzenlemiş ve ilk kanun yapıcı olarak ün salmıştır. Onun ölümü ile beraber eski Babil krallığı zayıflamış ve 1595’te Hititler’in saldırısı sonucu yıkılmıştır. Uzun süre Asur egemenliği altında kalan Babil’liler başkent valisi Nabupolassar’ın öncülüğünde M.Ö. 612 yılında Yeni Babil Krallığını (KaldelilerKeldaniler) kurdular. Devlet Nabupolassar’ın oğlu Buhtunnasr (Nabukadnezar) döneminde en parlak dönemini yaşamıştır. Suriye, Filistin/Kudüs M.Ö.587 yılında egemenlik altına alınmış ve Mısır ordusu mağlup edilmiştir. Devlet Persler tarafından M.Ö. 338 yılında ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonraki süreçte Mezopotamya Krallıkları sona ermiş, bölgeye sırasıyla Persler, Helenler ve Romalılar hâkim olmuştur. Döneme ilişkin önemli bilgiler: Yahudiler Yeni Babil devleti döneminde sürgün edilmiştir. Hammurabi kanunları ilk yazılı anayasa niteliğindedir. Babil şehri, imparatorluğun dünya harikası asma bahçeleri ile tarihe damgasını vurmuş başkentidir. Dini devlet yapılanmasından seküler bir devlet yapısına geçiş sağlanmıştır. Asurlar Asurlular, Kuzey Irak bölgesinde Aşur veya Asur şehri çevresinde yaşayan Sami ırka mensup bir topluluktur. Ticari alandaki başarıları sayesinde topraklarını genişletmeyi başarmışlardır. Aynı zamanda savaşçı özelliğe sahip olan Asurlular, M.Ö. 1200 yılında Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır’ı hâkimiyetleri altına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat almışlardır. Başkentleri Ninova’dır. İlkçağda Ortadoğunun en geniş sınırlara sahip imparatorluğunu kurmuşlardır. Anadolu’ya yazıyı taşıyanlar da Asurlular’dır. Aşırı lüks düşkünlüğü ve savaşlar devletin zayıflamasına yol açmış ve M.Ö. 1208’den itibaren gerileme dönemine girmişlerdir. İmparatorluğun ikinci kurucusu kabul edilen III. Tiglat Pileser (M.Ö. 745-727) birliği sağlamış ve Yeni Asur Krallığı’nın temellerini atmıştır. Asurlular Kur’an’da adı geçen Semud, Medyen ve Sebe kavimleri başta olmak üzere Arap toplulukları üzerine dokuza yakın sefer düzenlemişlerdir. Sanatta büyük bir gelişme sağlayan Asurlular M.Ö. 612-609 yılları arasında bölgeye Keldaniler ve Medler tarafından düzenlenen saldırılar sonucunda yıkılmıştır. Diğer halklar arasında eriyip gittikleri ifade edilmekle birlikte bugün Süryani toplulukların Asurluların soyundan geldikleri de iddia edilmektedir. İbraniler (İsrailoğulları) İsrailoğulları, Sümerler ve Akadlar’ın son dönemlerinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Sami kökenli bu topluluk hakkındaki bilgiler daha ziyade kutsal kitaplara dayanmaktadır. İsrailoğullarının atası olarak kabul edilen İbrahim Ur şehrinde doğmuş daha sonra Harran’a oradan da Kenan diyarına yani, Beyt-i Makdis’in bulunduğu bölgeye yerleşmiştir. Burada da kuraklık baş göstermesi nedeniyle verimli arazilerden oluşan Nil deltasına göçmüştür. İsrailoğulları Kenan iline yerleşene kadar İbranî olarak tanınmaktadır. İbrahim’in 12 oğlu ve onların soylarından gelenler ise İsrailoğulları olarak adlandırılmaktadır. Mısır’a köle olarak satılan ve sarayda üst kademelere yükselen Yusuf, akrabalarını da yanına alarak M.Ö. 1700’lü yıllarda Mısır’a yerleşmiştir. Firavunlar ailesinin iş başına gelmesi ile İsrailoğullarının buradaki düzeni bozulmuş ve ağır inşaat işlerinde çalıştırılmaya başlanmıştır. İşçileri elinden kaçırmak istemeyen Firavun II. Ramses’in tüm çabalarına rağmen Hz. Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları Mısır’dan çıkmayı başarmışlardır. Bir süre sonra Musa’nın yol göstericiliğini kabul etmeyip sapkınlık içerisine düşmüşler ve kırk yıl Sina çölünde kalmışlardır. Peygamber olduğuna inanılan Yeşû veya Yuşâ öncülüğünde toparlanan İsraoğulları Kur’an’da Talut diğer kaynaklarda ise Saul olarak bilinen şahsın krallığına kadar birlik ve beraberlik içerisinde olamamışlardır. Talut’un başarılarına rağmen asıl birlik Hz. Davud döneminde sağlanmıştır. M.Ö. 1400 yılında Sion olarak bilinen Kudüs’ü ele geçirdikten sonra merkezi burası olan büyük bir krallık kurulmuştur. Kırk yıllık iktidar sonrası yerine oğlu Süleyman geçmiştir. Babası gibi Peygamber olan Hz. Süleyman döneminde İsrailoğulları altın çağını yaşamış ve Süleyman Mabedi olarak bilinen Beyt-i Makdis inşa edilmiştir. Böylelikle Kudüs Yahudilerin dini merkezi olmuştur. Hz. Süleyman sonrası birliği bozulan devlet kuzey ve güney olmak üzere iki kısma ayrılmış ve M.Ö. 722 yılında Asurlar tarafından yıkılmıştır. M.Ö. 587 yılında ise Babil kralı Buhtunnasr tarafından Kuzey Yahuda krallığı ortadan kaldırılmış ve daha önce ifade edildiği gibi Yahudiler Babil’e sürülmüştür. Pers Hükümdarının Babil Krallığını ortadan kaldırması sonrası Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat İsrailoğullarından bir kısmı Kudüs’e dönmüş ve kutsal mabet başta olmak üzere şehri yeniden inşa etmişlerdir. Pers hâkimiyeti Büyük İskender’in bölgeyi ele geçirmesine kadar devam etmiştir. Bölge, Müslümanların fethi öncesi sırasıyla Helenler ve Romalılar tarafından ele geçirilmiştir. İran İran tarihine ilişkin bilgiler M.Ö. IX. asra kadar dayanmaktadır. Urmiye gölünün batısında oturan Persler bölgeye Avrupa’dan gelen Medler’le ittifak kurarak Mezopotamya uygarlıklarının sonunu hazırlamışlardır. Medlerin hâkimiyetine son veren Ahameniler M.Ö. 525’te Mısır’a kadar uzanan büyük bir bölgeyi ele geçirdi. Suriye ve Mısır’a hâkim olduktan sonra İran’a yönelen Büyük İskender Ahameni İmparatorluğu’nu sonlandırdı. Büyük İskender, İran’ı valisi Selevkos’a bıraktıktan sonra bölgeden çekilmiştir. M.Ö. 141 yılında Partlar Seleuko Krallığını ortadan kaldırarak imparatorluk hâline gelmiştir. M.Ö. 53 yılından itibaren Romalılar’la sürdürdükleri savaşlarda zayıflayan Partlar M.S. 224 yılında yıkılmıştır. Ateşgede muhafızı olan Sâsân isimli şahıs M.S. 226 yılında Sâsânî İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bizans imparatoru Konstantinos ve Sâsânîler’e komşu olan Ermeniler Hıristiyanlığı kabul edince, Sâsânî topraklarındaki Hıristiyanlar bu ülkelerle ittifak içerisine girmişlerdir. Bu sıkıntılı süreci aşmak için ek vergiler konmuş, dini alanda reformlar yapılmıştır. Her şeye rağmen bir türlü başarı elde edilemeyince I. Hüsrev (Enûşirvan), ‘Şehinşah’ unvanıyla yönetime el koyarak Sâsânî Devleti’ne en parlak dönemini yaşatmıştır. Hz. Peygamber’in doğum tarihine tekabül eden yıllarda Arabistan’ın Güney bölgesini yani Yemen’i Sâsânî topraklarına katmıştır. Yönetimi ele alan oğlu IV. Hürmüz döneminde Bizans ile şiddetli savaşlar yaşandı. Gözlerine mil çekilerek öldürülen Hürmüz’ün yerine oğlu II. Hüsrev tahta geçti. Başlangıçta Bizans’a karşı üstün başarılar elde etse de Bizans İmparatoru Herakleios’un ordularına mağlup oldu ve bir ayaklanmada öldürüldü. II. Hüsrev Hz. Peygamber’in elçi göndererek kendisini İslam’a davet ettiği Sâsânî kralıdır. Sâsânî imparatorluğu Müslüman ordularınca son Sâsânî hükümdarı III. Yezdücerd’in 651 yılında öldürülmesi ile son bulmuştur. Zerdüşt Tapınağı (Ateşgede) Eski İran topraklarında adını kurucusundan alan Zerdüştîlik ya da Mecusîlik dini yaygındı. En büyük tanrı kabul edilen Ahura Mazda’ya nispetle Zerdüştîliğe Mazdeizim adı da verilmiştir. İyilik-kötülük, karanlık-aydınlık ikilemi üzerine kurgulanan bu dinî inanışa göre ateş saflığı ve temizliği sembolize etmektedir. İbadet mahallerine, merkezinde ateş yakıldığı için ateşgede denmiştir. İnanışa göre öldükten sonra ruh bedenden ayrıldığı için kirli sayıldığından vahşi hayvanlara terk edilmekte, geriye kalan kemikler ise yakılmaktaydı. I. Şapur döneminde devletin resmi dini hâline gelen ve kurucusu Mani’den (216-276) ismini alan diğer bir din ise Maniheizimdir. Sabiiliğin etkisi ile ortaya çıkan bu inanç biçiminin yaygınlık kazanması Mecusi din adamlarını rahatsız etmiş ve baskılar sonucu Mani, Kral I. Behram tarafından işkence ile öldürülmüştür. İran’da M. V. asırda bir başka dinî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat hareket daha ortaya çıkmıştır. Bu günkü anlamda komünist sistemin temelini de oluşturduğu iddia edilen ve Mazdekiyye olarak isimlendirilen inanç biçimi mülkte ve kadında eşitlik temeline dayanmaktaydı. Bu anlayış, çatışmaların temeli olan kıskançlığı ortadan kaldırmıştır. Mazdek dinine en fazla karşı çıkanlar aristokratlar olmuştur. Enuşirvan bozulan ekonomik ve sosyal yapıyı düzene sokmak için Mazdek dinini yasaklamış taraftarlarını ağır işkencelere maruz bırakmıştır. Eski İran topraklarında izah etmiş olduğumuz dinler yanında Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi semavi din mensuplarının varlığı da bilinmektedir. Çin Çin Seddi Çin, tarihi oldukça eskilere dayanan köklü bir medeniyete sahiptir. İslam’ın ilk ortaya çıktığı Arap yarımadasına uzak bir mesafede oluşu nedeniyle İran ve Bizans tarihi kadar Müslümanların dikkatini çekmemiş görünse de, aslında en az ilk fetihlerin gerçekleştiği komşu medeniyetler kadar İslam toplumu üzerinde etkinliğinin olduğu söylenebilir. Çin tarihi Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) ile özdeşleşmiş ve onunla birlikte Çin, altın çağını yaşamıştır. Konfüçyanizm, daha sonraki dönemlerde Çin medeniyetinin temel dinamiklerini oluşturmuştur. Bu günkü isimle anılan Çin hanedanlığı Konfüçyüs sonrası kurulmuştur. Baskıcı bir yönetim şekli benimseyen halkı ağır işlerde çalışmaya zorlayan bu yönetim anlayışı kısa sürmüş ve yıkılarak yerine Han hanedanlığı kurulmuştur. Han hanedanlığının yıkılması ile birlikte dört asır devam edecek parçalanma dönemi başlamıştır. İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde Çin’i Sui hanedanlığı yönetmekteydi. Daha sonra kurulan Tang hanedanlığı ise Konfüçyanizm’i yeniden canlandırmıştır. Tangler döneminde İslam dini Asya’ya doğru yayılmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in “İlim Çin’de de olsa gidip onu arayınız” şeklindeki ifadesinin aslında uzaklık ile ilim arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya matuf söylenmediği, Çin kültür ve medeniyeti incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in Uman bölgesine yaptığı ziyarette Çinliler’le karşılaşması sebebiyle, onların kültür ve sanat alanında ne denli ileri olduklarına vakıf olması kuvvetle muhtemeldir. Çinliler’in matematik, astronomi, müzik, fizik, kimya, coğrafya gibi, bilim dallarında oldukça ileri bir seviyede olmaları, bunun en açık göstergesidir. Ortaçağ İslam dünyasının altın çağını yaşamasında önemli bir faktör olan kağıdın yaygın kullanımı ise yine Çinliler kanalıyla olmuştur. Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsetme imkânı yoktur. M.S. tüccarlar kanalıyla Çin’e Budizm ulaşmış ve çok sayıda taraftar bulmuştur. Bir süre sonra Budizm’e karşı Taoculuk yaygınlaşmış ancak Sui hanedanlığı ile birlikte yeniden Konfüçyüsçülük kabul görmeye başlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Hindistan Hindistan Farsça Hind ülkesi anlamına gelmektedir. Hindu kelimesi ise eski Sanskritçedeki nehir anlamına gelen ‘Sindhu’dan alınma bir kelimedir Bu nedenle Arapça kaynaklarda bölge, çoğunlukla Sind olarak adlandırılmaktadır. Güney kısmında Hint okyanusu, batısında Umman denizi, doğusunda Bengal körfezi ile çevrili büyük bir üçgeni andıran yarımada şeklindeki Hindistan köklü bir tarih ve kültüre sahiptir. Tarihi boyunca parçalanmış görüntü arz eden, yer üstü ve yer altı zenginlikleri ile diğer kıtaların cazibe merkezi olan eski Hindistan bu gün Hindistan, Pakistan, Bengladeş, Myanmar ve Sri Lanka arasında paylaşılmış olan genişçe bir toprak parçasına sahiptir. Taş devrinden sonra bölgede insan topluluklarının varlığı bilinmekle beraber ilk uygarlık belirtilerinin M.Ö. 5000-1700 yılları arasında İndus medeniyeti ile ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Harappa uygarlığı olarak da bilinen bu kadim topluluğun icat etmiş olduğu yazı bugün dahi çözülememiştir. Muhteşem bir şehircilik örneği de ortaya koyan bu medeniyet Ariler tarafından M.Ö. 1500 yılında ortadan kaldırılmıştır. İranlılar’la akraba olan Ariler Hindistan’da M.Ö.1500-1000 yılları arasında Ganj medeniyetini oluşturmuşlardır. Hindular’a ait kutsal metinler ve kast sistemi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Zaten farklı etnik yapılanmalara sahip olan Hint halkı kast sisteminin zorunlu bir sonucu olarak; din adamları (Brahmanlar), aristokratlar (Kşatriyalar), çifçiler, sanatkârlar, tüccarlar (Vaisyalar), İşçiler (Sudralar) olmak üzere dört ayrı sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıfsal ayrım Ganj uygarlığının sonunu hazırlamış, M.Ö. VI. yüzyılda Magadhalar bölgede kontrolü sağlamıştır. M.Ö. 518 yılında Persler bölgeyi istila etmişler ve Büyük İskender’in bölgeyi zaptına kadar hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Büyük İskender ve takipçileri ile birlikte kurulan koloniler sayesinde Greko-Hint medeniyeti olmuş ve böylelikle İslam kültürünü de etkileyecek olan Helenizm akımı başlamıştır. İskender’in bölgeye intikali ile Magadha krallığı yıkılmış ve M.Ö. 185 yılına kadar varlığını devam ettiren Maurya imparatorluğu kurulmuştur. Bu imparatorluğun yıkılması sonrasında birçok küçük devletçikler ortaya çıkmıştır. M.S. 330 yılında kurulup 540 yılında yıkılan Gupta imparatorluğu döneminde Hint medeniyeti en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Akhunların saldırısı ile yıkılan Guptalar sonrası tekrar siyasi istikrarsızlık baş göstermiş, bağımsız devletler doğmuştur. İslamiyetin ortaya çıktığı ve yayıldığı dönemlerde (606-647) Kral Harşa bölgede yeniden birliği sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda Hinduizm’in başlangıcı sayılmıştır. Kral Harşa sonrasında birçok bölgesel krallıklar kurulmuş, X. yüzyıldan sonra ise bölge Türkler’in ve Afganlılar’ın saldırılarına maruz kalmıştır. İslamiyet bölgeye 710-711 yıllarında Emevi devletinin Sind bölgesi komutanlarından Muhammed b. Kasım’ın gerçekleştirdiği fetihlerle ulaşmıştır. Ariler döneminde dini inanış olarak kast sistemini önceleyen Brahmanizm, bir başka ismiyle Vedizm ortaya çıkmıştı. M.Ö. IV. yüzyılda Brahmanizm’e karşı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Budizm ağırlığını hissettirmeye başlamış Brahmanizm daha ziyade kırsal bölgelere çekilmiştir. M.Ö. 600-850 yılları arasında ise Brahmanizm’in değiştirilmiş şekli olan Hinduizm resmi din olarak kabul edilmiştir. Jainizm ve Sihizm de Hindistan kökenli dinlerdir. Yine diğer medeniyetlerde olduğu gibi Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi bölgeye intikal eden diğer dinlere mensup tebaa ile de karşılaşmak mümkündür. Bölgenin en yaygın dini olan Hinduizm hiçbir ayrıma gitmeden çeşitli ibadet ve inanç sistemlerini de bünyesinde topladığından yaygın bir kabul görmüştür. Türkistan/Orta Asya Türkler’in eski tarihlerine ilişkin bilgilere Çin vakayinamelerinden (kronolojik cetvel) ve arkeolojik kazılardan ulaşılmaktadır. Tarihi geçmişlerinin M.Ö. 9000 yılına kadar ulaştığı bilinmekle beraber bazı tarihçilere göre Türk tarihinin başlangıcı ilk defa aslı Türük olan Türk isminin kullanıldığı M.S. 545 yılına dayandırılmaktadır. Bazı topluluklar Türklerin yaşadıkları bölgeleri Turan olarak da isimlendirmişlerdir. Türkler, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında kalan Orta Asya diye tanınan bölgede yaşamaktaydı. Hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluk olan Türkler, sahip oldukları atlı birliklerle komşuları Çin üzerine akınlar düzenlemişler ve bu bölgede hâkimiyet kurmuşlardır. Türk Savaşçılar Türklerin ilk kurdukları devlet Hun İmparatorluğudur (M.Ö. 220). Bugünkü Moğolistan bölgesine hâkim olan Hunlar, yaptıkları saldırılarla Çinlileri, Çin Seddi olarak ün yapan muhkem surları yapmaya mecbur bırakmıştır. İlk Hun hükümdarı Türk birliğini gerçekleştiren Teoman Yabgu’dur. Oğlu Metehan döneminde ise Hunlar en parlak dönemini yaşamış, imparatorluğun sınırları Japon Denizi’nden Hazar Denizi’ne kadar uzanmıştır. Mete Han’dan sonra gerilemeye başlayan devlet önce ikiye ayrılmış ve M.S. II. yüzyılda yıkılmıştır. Devletin parçalanması ve yaşam koşullarının zorlaşması nedeniyle, tarihte “Kavimler Göçü” olarak bilinen büyük göç Avrupa içlerine kadar uzanmıştır. Batı Roma imparatorluğu Hunlarla anlaşmak zorunda kalmıştır. Doğuda ise Anadolu içlerine kadar ilerleme sağlamış ve Bizans İmparatorluğu, Türklere vergi öder duruma gelmiştir. Hunluları Orta Asya’da mağlup eden Tabgaçlar kendi kültürlerini koruyamayıp Çinlilerin arasında eriyip gitmişlerdir. M.S. 552-745 yılları arasında varlığını sürdüren, Türk ismiyle anılan ve bir süre sonra doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılan Göktürkler döneminde İslam dini bireysel olarak Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Göktürk devletinin yıkılması sonucu Uygurlar ve Karluklar bölgeye hâkim olmuşlar ve doğal olarak da bölgede fetih gerçekleştiren Müslüman Araplarla karşı karşıya gelmişlerdir. 751 yılında Araplarla ittifak kurarak Çinlilere karşı düzenlenen savaşta Çinliler mağlup edilmiş, bu da Türkler’in İslamlaşma sürecini hızlandırmıştır. Türkler’in din olarak tek tanrılı ya da çok tanrılı bir dine sahip olduklarına dair farklı görüşler mevcuttur. Türkler yaşam koşulları gereği basit bir dini inanışa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat sahipti. Dolayısıyla yerleşik hayatı benimseyen toplumlara göre hızlı din değiştirmişlerdir. Birçok tarih kaynağında Türkler’in Şaman oldukları ifade edilir. Türkler, Şaman yerine “tabiatüstü varlıklarla irtibata geçen insan” anlamında Kam ifadesini de kullanmaktadırlar. Türkler “Tengri” denen bir yaratıcıya inanıyorlardı. Her şeyi o yaratmış olup göğün dokuzuncu katında oturmaktaydı. Tabiat kuvvetlerinin ruhu olduklarına inanır, gökyüzüne ve güneşe saygı duyarlardı. Göktürkler zamanında Teoculuk ve Budizm yayılma eğilimi göstermiştir. Uygurlar, Mani dinini kabul etmiş, bir kısmı ise Budist olmuşlardır. Avrupa’ya göçen Türkler ise Yahudi ve Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Roma-Bizans İmparatorluğu Roma İmparatorluğunun hâkim olduğu toprak parçasını gösteren bir harita. Roma imparatorluğu, ismini İtalya’nın başkenti Roma’dan almakla birlikte aslında bu şehrin veya civar vilayetlerin ahalisinden müteşekkil olmayıp bütün İtalya ve Akdeniz topluluklarının ortak ismi olarak kullanılmıştır. Mezopotamya uygarlıklarının en parlak dönemlerinde (M.Ö. VIII. yy) Roma’nın varlığı bile bilinmemekteydi. Zira bu şehir, köylüler ve çobanlar tarafından henüz kurulma aşamasındaydı. Sayıları otuzu bulan çoban grupları hayvan yetiştirerek ve harp ederek güvenli dağ yamaçlarında köy grupları hâlinde yaşamaktaydı. Bu yerler kendilerine kabile kralları tarafından verilmişti. Aslında Roma’nın kuruluşuna ilişkin kaynaklarda birçok efsaneye yer verilmiştir. Bu anlatılan efsanelerin tarih sahnesinde yer almış diğer medeniyetlerin kuruluş efsaneleri ile benzerlik göstermesi aslında imparatorluğu mitolojik temele dayandırma teşebbüsünün insanlığın eski bir alışkanlığı olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Roma devlet olma hüviyetini M.Ö. IV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren göstermiştir. Yavaş yol kat eden, fakat azim ve kararlılıkla devam eden bu ilerleyiş İtalya üzerinde ilk siyasi birliğin kurulmasını sağlamıştır. Devlet M.Ö. 200’de Akdeniz’in batı kısmını, daha sonra doğusunu ele geçirerek imparatorluk hâline gelmiştir. Roma, kuruluşundan altı asır sonra Atlantik’ten Fırat havzasına kadar uzanan ve adından söz ettiren bir devlet olmuştur. Kuruluşu temel alınırsa on bir asır devam edecek bir tarihi sürece imza atmıştır. Buna Roma imparatorluğunun devamı olarak kabul edilen Bizans’ı da ilave ettiğimizde bir on asırlık dönemden daha bahsetmek gerekecektir. Roma imparatorluğu bu uzunca hâkimiyetinden daha çok bırakmış olduğu hukuk ve kültür mirası ile kendinden söz ettirmiştir. Şehir devletinden cihan hâkimiyetine giden yolda etnisiteyi bir kenara atarak ülkü ve dil birlikteliği oluşturmuştur. Bu yönüyle kültürel mirası üzerine kurulan batı toplumuna bugün dahi esas kabul edilen hukuk nizamını bırakmıştır. Ayrıca Roma birbirinden farklı doğu ve batı toplumlarını ilk defa tek bir toplum hâline getirme yönünde önemli adımlar atmıştır. Kökenleri ve İtalya’ya gelişleri hakkında farklı görüşler bulunmakla birlikte örf, adet, gelenek ve inançları irdelendiğinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Anadolu’dan göç etikleri kanaati kuvvetle muhtemel olan Etrüskler’in Roma imparatorluğunun doğu ve batı arasındaki birliği sağlamada önemli bir kültürel alt yapı oluşturdukları ihtimalini ciddiye almak gerekir. Krallık dönemlerinde kralların görev süresi ölünceye kadar devam ederdi. Ölüm sonrasında krallık babadan oğla geçmez, ölmeden kral yerine geçecek kişiyi belirlerdi. Şayet tayini gerçekleştirmeden ölürse şehir meclisi konumundaki senato tarafından kral tespit edilirdi. Roma nüfusu üç ayrı gruptan oluşmaktaydı. Bunlardan ilki toplumun seçkinleri olan Gensler’di. Bu aristokrat grubun hizmetinde bulunan ve onlara sürekli bağlılığını bildiren ikinci gruba Clientes, küçük zanaatkâr ve çiftçilerden oluşan gruba ise Plebler denmekteydi. Halk devlet yönetimine Comita’lar aracılığı ile iştirak ederdi. Comitalar’ın salahiyetleri siyasi alanlardan öte sosyal içerikli idi. Romalılar ilkel düzeyde çok tanrılı dinlere inanmaktaydı. Bir şahıs rahatlıkla birden fazla dine girebilirdi. En büyük tanrıları kazandıkları zaferlerden sonra büyük törenlerle önünde eğildikleri Mars isimli tanrı idi. Diğer tanrılardan bazıları Jüpiter, Ianus, Saturnus, Quirunus, Juno, Minerva ve Vesta’dır. Bu tanrılardan bazıları Greklerden alınmış ve zaman geçtikçe artış göstermiştir. Romalıya göre tanrı görünmez bir kudrete sahip olup, onun bütün hayatını kuşatmaktaydı. O, gerçekleştirdiği her işte kendisine karışan başka bir tanrının olduğunu düşünürdü. Bu anlayış, onları olabildiğince dindarlaştırmıştı. Romalılar’ın Circus ve Saturnalia adında iki dini bayramları mevcuttu. Özellikle cumhuriyet döneminde bu bayramlar dini özelliklerini yitirmişlerdir. Falamines ve Augurlar adıyla devlet tarafından atanan rahipler din işlerini yürütürlerdi. İmparatorluk iç ve dış etkenler nedeniyle M.S. III. asırdan itibaren zayıflamaya başlamış ve çöküş süreci içerisine girmiştir. Tahammül edilemez Germen saldırıları başkent Roma’yı güvensiz hâle getirmiş ve yeni başkent arayışlarına girilmiştir. İmparator Konstantinos bu gereklilik üzerine siyasi, askeri ve coğrafi konumu itibariyle doğu ve batı arasında köprü olan İstanbul’u seçmiş, inşasına M.S. 324 yılında başladığı yeni baş şehri 330 yılında muhteşem bir açılışla Roma’ya kazandırmış ve ona nispetle Kostantinopolis olarak adlandırılmıştır. Artık bu aşamadan sonra kökeni doğuya dayanan Hıristiyanlık devletin resmi dini hâline gelmiştir. Yeni kurulan askeri sistem ve malî politikalardaki reformlar eski Roma’dan Bizans’a geçisin habercisi idi. Doğu ve Batı Roma’yı bir arada tutan son hükümdar Theodosios’dur. Onun zamanında Hıristiyanlık artık tam anlamıyla resmiyet kazanmıştır. Ölümüyle Roma oğulları arasında doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılmış ve bir daha da hiç birleşememiştir. Bizansın resmi dini hâlini alan Hıristiyanlık kendi içinde birliği sağlayamamış; daha ilk İznik konsilinde (325) muhalif görüşlerle ortaya çıkan rahip Arius reddedilmiştir. İstanbul’da toplanan ikinci konsilde ise aforoz edilerek imparatorluk topraklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Efes’teki üçüncü konsilde bu defa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Nesturiliğin görüşleri reddedilerek tabileri Harran bölgesine göç etmek zorunda kalmıştır. 476 yılında Germen saldırıları sonrasında Batı Roma yıkılmış, doğu ise saldırılar ve mezhepsel çatışmalara rağmen yeni imparator Anastasios’un önlemleri sayesinde kurtulmuştur. I. Lustinianos döneminde imparatorluk yeniden şahlanmış; batıda elden çıkan topraklar yeniden kazanılmıştır. VI. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden parlak dönem, İtalya’nın işgali, Avarlar’ın balkanlar üzerine saldırıları, İran’ın batıya doğru genişleme politikaları ile son bulmaya başladı. İslam fetihlerinin başladığı dönemlerde Bizans İmparatorluğu’nu yeniden toparlamaya başlayan Herakleios devletin başındaydı. Anadolu’da gerçekleştirmiş olduğu askeri reformlar ve devleti yeniden canlandırma çabaları olumlu sonuçlar vermiş; İran’ı Anadolu’dan püskürtmüş, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri almıştır. Herakleios İran’a karşı göstermiş olduğu başarıyı bir zamanlar ciddiye dahi almadıkları çölün derinliklerinden kopup gelen Müslüman Araplara karşı tekrarlayamamış, üst üste aldığı mağlubiyetler sonucu Doğu Akdeniz, Cezire ve Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Asırlar boyunca devam eden bu mücadele İstanbul’un fethi ile birlikte son bulmuştur. CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNÎ HAYAT İslam tarihi kaynaklarında “cahiliye dönemi” olarak isimlendirilen zaman diliminin başlangıç ve bitişine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ahzab Suresi 33. Âyet-i kerime’de geçen “ilk cahiliye” tanımlamasından yola çıkarak cahiliye dönemini ilk ve ikinci olmak üzere iki kısma ayıranlar dahi olmuştur. Ancak cahiliye dönemi denildiğinde şöhrete kavuşmuş hâliyle daha ziyade peygamberlik öncesi Arapların putperestlik dönemi akla gelmektedir. Dolayısıyla ‘Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat ’ başlığı altında Miladi, V. yüzyıla kadar Arabistan yarımadasının dini ve siyasi tarihi incelenecektir. Arabistan’ın yerli halkı olan Araplar Sami ırka mensup olup dilleri Sami dillerin en zengini olan Arapçadır. Arap kelimesinin kökeni ve ilk kullanıldığı dönem hakkında tarihçiler arasında ortak bir görüş mevcut değildir. Bir kısmı tarafından ilk defa Arap kelimesinin Fırat’ın batısındaki toplumlar için kullanıldığı ifade edilirken, diğer bir kısmı göçebe toplumları ifade etmek için “çöl insanı” anlamında İbranice dilinde kullanılan arabha veya erebhe kelimesinden türediğini iddia etmişlerdir. Arapların tarihteki yaşam biçimleri göz önüne alındığında ikinci görüşün daha isabetli olduğu söylenebilir. Arap Yarımadasının eski tarihini gösteren harita Her ne kadar bazı görüş ayrılıkları olmuş olsa da Arapların anayurtlarının Arabistan olduğu hususu genel bir kabul hâline gelmiştir. Arap yurdunun orijinal kullanımı “Şibhu Cezireti’l-Arab”dır. Arap yarımadası anlamında bu isim kullanılırken zamanla Ceziretü’l-Arab/Arap Adası veya Cezire/Ada olarak da adlandırılmıştır. Ülkenin yarımada olmasına rağmen ada olarak isimlendirilmesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat bazı tarihçiler kuzey sınır hattının çöllerle çevrili olmasına bağlamaktadırlar. Hz. Peygamber’in bu topraklarda dünyaya gözünü açmış olması ve burada vefat etmesi, İslam dininin buradan yayılmış olması, yine Kâbe gibi önemli bir merkezin burada bulunması nedeniyle büyük bir şöhrete kavuşan yarımadanın aslında eski tarihi hakkında, kesin verilere dayalı sonuçlara ulaşma imkânı yok denecek kadar azdır. Üç milyon metrekareyi aşan geniş bir toprak parçasına sahip olan yarımada, geniş bir dikdörtgeni andırmaktadır. Yarımadanın doğusunda, Uman ve Basra körfezi, güneyde, Hint okyanusu, batıda, Kızıldeniz, kuzeyde ‘Münbit Hilal’ olarak adlandırılan Mezopotamya/Irak, Suriye ve Filistin bulunmaktadır. Kara parçasıyla çevrili olan ülkenin Kuzey sınırının nereye kadar dayandığı hususu tartışmalı olduğu için kaynaklarda yarımadanın yüzölçümüne dair farklı rakamlar verilmiştir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşme noktası olan Arabistan, Yemen bölgesi dışında tarıma elverişsiz olup daha ziyade çöllerle kaplıdır. Bu çöllerden Kuzeydeki Nüfûd, ve güneydeki Rub’u’l-hâli (Ahkâf olarak da isimlendirilen bölge “boş çeyrek” anlamındır), ülke yüzölçümünün büyük bir kısmını içermektedir. Güney sahil şeridi volkanik dağlardan ve derin vadilerden oluşmaktadır. Batı kısmında Kızıldeniz sahili boyunca uzanan şeridi (Tihâme), zaman zaman yüksekliği 3000 metreyi aşan yüksek dağlarla iç kesimlerden ayrılmaktadır. Arabistan’ın üçüncü bölümü ise merkezinde Necid adı verilen bir platodan oluşmaktadır. Bu coğrafi malumatlar, ortaçağ insanlık tarihine damgasını vuracak olan Arapların nasıl izole bir topluluk olduğunun ve bölgenin jeopolitik konumunun anlaşılması açısından önemlidir. Ayrıca bölgelerarası nüfus kaymaları, yarımadanın eski demografik yapısının tespitine yönelik rivayetlerin tetkiki için de fiziki haritanın zihinlerde canlandırılması gerekmektedir. Yazılı tarihin bize sunmuş olduğu verilere dayalı olarak bugün olduğu gibi geçmişte de, Arap yarımadasının belirli bölgeleri dışında çoğunlukla kurak, tarıma elverişsiz, nüfus yoğunluğu az olan bir yapıda olduğu belirtilmektedir. Caitani, P. K. Hitti başta olmak üzere bazı araştırmacılar Arabistan yarımadasının eski tarihine dair nazariyeler ortaya atmışlardır. Bu görüşe göre ‘Sami ırkın ana yurdu Arabistan’dır. Aslında bu coğrafya, tarihin eski devirlerinde Anadolu’da olduğu gibi buzullarla kaplı olmayıp, ılıman iklime sahip, sürekli yağış alan verimli arazilerden oluşmaktaydı. Eski Mezopotamya uygarlıklarına mensup Babilliler Asurlular, Fenikeliler, İbranilerin anayurdu burası olup, aşırı kuraklık ve buna bağlı olarak bölgenin çölleşmesi ile halk Mezopotamya’ya göçmüştür.’ Henüz bu görüşü mutlak anlamda doğrulayacak tarihi malumatlara ulaşılamamıştır. Göç nazariyesini ortaya atanların en temel dayanağı, bölgedeki kadim medeniyetlerin kullanmış oldukları diller arasındaki benzeşmedir. Çivi yazısının deşifre edilmesinden sonra eski Mezopotamya uygarlıklarının kullanmış olduğu diller ile Arapça arasındaki benzerlik, bu dillerin aynı temele dayandığı, dolayısıyla bu toplulukların da aynı kökten geldiği görüşünün yaygınlaşmasına neden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat olmuştur. Örneğin fiil kökleri, bu dillerin hepsinde sülasi, yani üç harflidir. Geçmiş (mazi) ve şimdiki zaman (muzari) fiil çekimleri aynıdır. Bazı isimler ve şahıs zamirleri yakın benzerlik göstermektedir. Her şeye rağmen bu görüşler detaylı ve uzun soluklu arkeolojik çalışmalarla desteklenmediği sürece, kesin bir yargıda bulunmamıza imkan olmeyacaktır. Zira Sami ırkın aslında anayurdunun Güney Mezopotamya olduğu, oradan dağıldığı veya Afrika ve Anadolu’dan Arap yarımadasına geldikleri gibi farklı görüşleri benimseyenler de olmuştur. Coğrafi bölge olarak üç ayrı kısımda ele aldığımız Arap yarımadası siyasi tarih açısından da Kuzey, Güney ve Hicaz (Orta Arabistan) olmak üzere üç ayrı kategoride değerlendirilecektir. Mekke, Medine ve Taif gibi orta Arabistan bölgesinde yaşayanlar, Kuzey Arapları olarak tanımlanmakla birlikte, siyasi ve kültürel olarak daha kuzey bölgedeki Araplardan farklıdır. Bu ayrışma her üç toplumun dil ve kültürel farklılığına dayanmaktadır. Daha ziyade kutsal kitaplarda bahsi geçen Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan gelenlerin, bölgeye iki ayrı koldan yayılması sonucu kuzey ve güney Arapları’nın teşekkül ettiği görüşü, soy bilimciler (Etnologlar) tarafından henüz doğrulanamadığı için inanç boyutuyla sınırlı kalmıştır. Yine özellikle Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Ad ve Semud gibi topluluklar için Arabı Bâide (helak olan Araplar), günümüzde varlığını sürdüren Araplar için ise, Arab-ı Bakiye tanımlamasında bulunan tarihçiler, Arap tarihini iki ayrı kısma ayırmışlardır. İkincisi yaygın ve çok kabul gören bir tasnif değildir. Literatürde Arap tarihi daha ziyade Güney, Kuzey, Orta (Hicaz) olmak üzere üç kısımda incelenmiştir. Güney Arabistan/Yemeniler/ Kahtaniler Güney Arabistan, dar bir şekilde uzanan Kızıldeniz sahil şeridinin Hint okyanusuyla buluştuğu, bereket anlamındaki “yümn” kelimesinden türemiş Yemen olarak isimlendirilen bölgedir. Güney Arabistan denildiğinde her ne kadar ilk akla gelen Yemen bölgesi olsa da, tarihçiler tarafından farklı bölümlere ayrılmıştır. Örneğin, coğrafyacıların bölgenin taksimatına ilişkin görüşlerini değerlendirenler, Necran, Yemen, Hadramevt ve Uman olmak üzere Güney Arabistan’ı dört ayrı bölgeye ayırmıştır. Verimli arazilere sahip, ayrıca iç bölgelerden gelen deve kervanları ile deniz filolarının kesişme noktası olan güney Arabistan, değerli ticaret ürünlerinin sergilendiği fuar alanını andırmaktadır. İhtiyaç fazlası mal toplumun zenginleşmesine, buna paralel olarak sosyal tabaka içerisinde sınıfsal farklılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca bölgenin ticari bir kavşak noktası olması, karma toplumların oluşmasını da zorunlu hâle getirmiştir. Suriyelinin, Hindistanlının, Habeşistanlının gelip Yemen’de bir Arap’la evlenmesi veya ticaret amaçlı farklı bölgelere giden Arap tüccarların o bölge halkları ile izdivacı, bölgeyi çeşitli din ve ırkların bir arada yaşadığı panayır hâline getirmiştir. Bütün bu ekonomik ve sosyal farklılaşmalar bölgeyi Arap yarımadasının diğer kısımlarından farklı bir konuma yükseltmiştir. Sermayeye dayalı güç, siyasi olarak da kendini göstermiş; aristokrat sınıf, yönetimi eline almış ve güçlü kraliyetler oluşturmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Bunlardan bir kısmı yıkılmış ve beylikler oluşarak çözülme yaşanmış, ancak bir süre sonra ortaya çıkan güçlü şahsiyetler yeniden birliği sağlamayı başarmıştır. Güney Arabistan hareketli bir bölge olmasına rağmen ilk devirlere ilişkin bilgiler oldukça sınırlıdır. Bölgede kısmi kalıntıları bulunan ilk devletin Maan veya Mainliler tarafından kurulduğu ifade edilmektedir. M.Ö. 1200’lü yıllarda ortaya çıktığı anlaşılan bu devlet, bölgenin ürünleri ile uzak doğu, kuzey Afrika ve Ortadoğu mallarının ticaretle değişimini sağlayan önemli bir işlev üstlenmekteydi. Elde etmiş olduğu gelirlerle zenginleşen Mainliler M.Ö. 750-650 yılları arasında tarih sahnesinden çekilmiştir. Mainlilerin muasırı olan Kataban ve Hadramevt devletleri hakkında ise yine detaylı bir bilgi mevcut değildir. Başkentleri Şebve olan Hadramevt devleti, M.Ö. V. Asırda kurulmuş ve miladi ilk asrın sonlarına kadar hüküm sürmüştür. Yıkılıncaya kadar Sebe Devleti hâkimiyetine girmişlerdir. Güney Arabistan’da kurulan ve diğer iki devlete nazaran daha ön plana çıkan Sebe/Saba/Seba ile Himyeri Devletleridir. Sebe Devleti Sebe Devleti, Güney Arabistan’da kurulan en eski krallıklardandır. İlk kuruluş sürecine ilişkin fazla bir tarihi bilgi yoktur. Sebe devleti, Tevrat’ta ve Kur’an’ı Kerim’de (Neml/27: 24-44) bahsi geçen Sebe kraliçesi Belkıs ve Hz. Süleyman arasındaki olayla şöhrete kavuşmuştur. Sebe Devleti, Mainlileri ortadan kaldırdıktan sonra güçlenmiş, başkent olarak Ma’rib şehrini seçmişlerdir. Sebe Devletini tarihte ön plana çıkartan diğer bir husus da, ziraat alanında yapmış oldukları reformlardır. Ticaret yanında zirai alanda da verimliliği artırmak için birçok baraj inşa etmişlerdir. Bunların en önemlisi Kur’an da bahsi geçen (Sebe/34: 15-19) Ma’rib Seddi’dir. Kur’an’da bir sureye de ismini veren Sebeliler, yağışlı mevsimlerde yağan yağmur sularının boşa gitmemesi ve bu suların arazilere kanalize edilmesi için vadilerin dar bölgelerini, geliştirdikleri inşaat teknikleri ile tutmuşlar ve başta Ma’rib olmak üzere önemli barajlar inşa etmişlerdi. Bu setler hem sel baskınlarına mani oluyor, hem de arazileri sulayarak yılda iki defa ürün alınmasını sağlıyordu. Aslında Sebe devletinin refah düzeyini zirveye çıkaran bu atılım, diğer tali faktörlerle beraber devletin yıkılmasına ve halkın büyük çoğunluğunun kuzeye göçmesine de yol açmıştır. Me’rib Barajı kalıntıları Afrika ve Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere geniş bir bölgenin ticari koordinasyonunu sağlayan Sebe Krallığı, milattan önceki tarihlerde özellikle Afrika’da sömürgeciliği yaygınlaştırmıştır. Hz. Peygamber döneminde önemli bir rol üstlenecek olan Habeş krallığının kuruluşu da bu saikle gerçekleşmiştir. Devlet M.Ö. V. yüzyılda en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. Bir taraftan Mısırlılar’ın Kızıldeniz üzerindeki hedeflerini büyütmeleri ve Güney Arabistan kıyılarına keşif ve ticari amaçlı seferler düzenlemeleri, diğer taraftan devletin ekonomik anlamda güçlenmesinde en önemli rolü oynayan barajların bakımsızlık nedeni ile yılmaya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat yüz tutması, devletin zayıflamasına ve çökmesine neden olmuştur. Sebe Suresinde belirtildiğine göre devletin çöküşü yine birçok kavim örneğinde olduğu gibi ilahi cezalandırmayla gerçekleşmiştir. Elbette ki bu ceza doğrudan bir müdahâle ile değil herhangi bir doğa olayına bağlı olarak vuku bulmuştur. “Seylü’l-Arim=Arim Seli” olarak isimlendirilen felaket sonrasında, barajların patladığı, bağ ve bahçelerin sular altında kaldığı anlaşılmaktadır. Halk yaşanamaz hâle gelen bölgeyi terk ederek daha korunaklı Kuzey Arabistan’a göçmüş ve böylece M.Ö. 115 yılında Sebe Devleti yıkılmıştır. Tarihçiler Ma’rib seddinin yıkılışının M.S. Himyeriler döneminde gerçekleştiğini ifade etmektedirler. Himyerî Devleti Kahtanî Arapları’na mensup olan Himyerîler ismini ataları Himyer b. Yeşcub’dan almaktadır. Anayurtları Güney Arabistan’ın yüksek stepleri olan Himyeriler, zamanla Cened şehrini merkez seçmişlerdir. Sebe devletinin yukarıda saydığımız nedenlerle zayıflamasıyla birlikte Himyerî kabileleri Yemen’i egemenlikleri altına almaya başlamışlardır. Yeniden barajları ıslah etmiş ve ticarete canlılık kazandırmışlardır. Başkent olarak ise, daha sonraları Zafâr veya Kataban olarak isimlendirilen Reydân’ı seçmişlerdir. Hâlen bu şehrin günümüzde harabeleri mevcuttur. Savaşçı bir yapıya sahip olan Himyeriler, kısa sürede Güney Arabistan’ın tamamını ele geçirdikleri gibi İranlılar’la mücadele edecek hâle gelmişler ve Arabistan’ın en güçlü devleti olmuşlardır. Kuruluş tarihi olan M.Ö. 115 yılından M.S. IV. yüzyıla kadar olan süreç, Himyerler’in birinci hâkimiyet dönemidir. Bu dönemde feodal bir yapı göze çarpmaktadır. Geniş yetikleri elinde bulunduran hükümdar, mülkün sahibidir. Kendi üstünlüğünü sembolize eden altın, gümüş ve bakır paralar bastırmıştır. Ne ilginçtir ki, elde edilen bu madeni paralardaki figürler Bizans ve Sâsânî etkisini yansıtmaktadır. Himyeri devletinin birinci döneminde ekonomik anlamda sıçrama yapması ve Büyük İskender’in Dicle-Fırat havzasındaki ticaret güzergâhlarını tehdit altında tutması, güney deniz yolunu canlandırmış; Himyerî devleti, bundan büyük kâr sağlamıştır. Ticaretin yoğunlaşması nedeniyle baharat üretimi yapmayan Yemen, baharat ülkesi olarak tanımlanır olmuştur. Ancak Mısır’ın güney denizlerde hâkimiyet kurması ve daha sonra Mısır’ı ele geçiren Romalılar’ın aynı siyaseti devam ettirmesi Himyerî devletinin ticari anlamda sonu olmuş, siyaseten zayıflamışlardır. Ebrehe’nin yaptırdığı Kulleys kilisesi M.S. IV. ve V. asırlar arasında Himyeri Devleti ‘Tebabia’ olarak da isimlendirilen ikinci dönemini yaşamıştır. “Tubba” hükümdarlık ünvanı olarak kullanılmıştır. Ancak sadece Hadramevt bölgesini ele geçirenler için bu unvan kullanılmıştır. İkinci dönemde Himyeriler, yabancı din ve milletlerin baskısı altına girmişledir. Yemen, Roma ve Sâsânîler’in rekabet alanı hâline gelmiştir. Bu rekabet ortamında Doğu Romanın önemli merkezlerinden biri olan Suriye topraklarından Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat buralara gelen Hıristiyan misyonerler, bölgede faaliyet yürütmeye başlamışlar ve etkinliklerini artırmışlardır. M.S. 500’lü yıllarda Necran bölgesinde Hıristiyanlık toplu olarak kabul edilmeye başlamış ve kiliseler inşa edilmiştir. Bizans ve yine Hıristiyan olan Habeşliler’in baskısı, Himyeri hükümdarları tarafından tepkiyle karşılanmış ve onları Yahudiliği kabule itmiştir. M.S. 70’li yıllarda bölgede yayılma sürecine giren Yahudilik, son Tebabia kralı Zûnuvâs tarafından kabul edilerek devletin resmi dini hâline getirilmiş ve halk da bu dini kabule zorlanmıştır. Hıristiyanları, Habeş yandaşı olarak gören kral onları hainlikle suçlayarak ateş çukurlarına atıp yaktırmıştır. Kur’an’da ‘Ashâbu’l-Uhdûd’ (Burûc/85: 4-7) olarak isimlendirilenlerin, Zûnuvâs tarafından ateş çukuruna atılanlar olduğu düşünülmektedir. Bazı araştırmacılar ise bu olayın, Zûnuvasla alakalı olmadığını, putperest bir kralın işi olduğunu ifade etmektedirler. Bu katliamdan canını kurtaran bir kişi, olanları Bizans kralı I. Justinianos’a aktarmış, kral derhal Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye (Kaleb Ela Esbaha) mektup göndererek Yemen’e müdahale etmesini istemiştir. Büyük bir ordu ile Yemen’e geçen Necaşi, Zûnuvas’ı mağlup etmiş (523) ve böylelikle Himyeri Devleti yıkılarak ülke Habeşistan’ın hâkimiyetine girmiştir. Himyeri Devleti üzerine büyük bir orduyla gelip onları mağlup eden başkomutan Habeşli Aryat’la, yardımcısı Ebrehe arasında anlaşmazlık çıkmış ve Ebrehe hile ile Aryat’ı öldürerek iktidarı ele geçirmiştir. Hz. Peygamber’in dedesi Abdulamuttalib’in Mekke lideri olduğu dönemde Yemen’in hâkimi Ebrehe idi. Hz. Peygamber’in doğum yılında (570) gerçekleşen Fil Vak’ası, Ebrehe öncülüğünde gerçekleşmiştir. Sana şehrinde Kulleys olarak isimlendirilen tapınağı inşa eden Ebrehe, Kâbe’nin itibarını aşağı çekmek istemekteydi. Bunu başaramayacağını anladığında fillerle donattığı ordusuyla Kâbe’ye saldırmış, fakat sonu bilindiği gibi hüsran olmuştur. Habeşliler’in idaredeki zafiyetleri ve halka karşı katı tutumları Himyeri sülalesini yeniden harekete geçirmiş, Bizans’a karşı İran desteğini arkalarına alarak iktidarı ele geçirmişlerdir. Hükümdar olan Seyf’i tebrik amacıyla Mekke lideri Abdulamuttalib öncülüğünde bir grubun Yemen’e kadar geldiği tarih kaynaklarında yer almaktadır. Bölgede sürekli emelleri olan İran, Yemen’e kendi desteği ile kral tayin ettiği Seyf b. Zîyezen’in ölmesiyle birlikte yeniden bölgeye çıkarma yapmış ve İslam fetihlerine kadar (629) Yemen İran’ın hâkimiyeti altında kalmıştır. Son İran valisi Bazan ise İslam’ı kabul etmiş ve Müslümanların valisi olarak görevine devam etmiştir. Ziraat ve ticarette Arap yarımadasının en gelişmiş bölgesi olan Güney Arabistan’da kurulan devletler, yarımadanın iç bölgelerinden siyasi, sosyal ve kültürel açıdan çok farklı özelliklere sahiptir. Bölgenin İran, Bizans, Habeşistan, Hindistan gibi muasırı olan devletlerle ticari bağları olduğu gibi, siyasi açıdan da sürekli bir rekabet süreci yaşanmıştır. Habeşlilerden ve Sâsânîlerden binlerce asker Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Yemenli kızlarla evlenmiş ve bunun sonucu olarak farklı bir sınıf ortaya çıkmıştır. Ticaret güzergâhlarındaki farklılaşma ve verimlilik ile zirai gelişmişlik düzeyleri, devletlerin bekası için belirleyici olmuştur. Diğer bölgelerdeki Araplarla olan dil farklılığı ve din farklılığı, daha ötesi yaşam farklılığı bölgenin jeopolitik konumuyla ilgilidir. Yarımadanın bu bölümünde kutsal kitaplara konu olacak kadar tarihi olayların yaşanmış olması, zaten Güney Arabistan’ın insanlık tarihi ve özellikle İslam tarihi içerisindeki önemini ortaya koymaktadır. Din ilk çağlardan itibaren bölgede belirleyici unsur olmuş, rekabetin merkezi hâline gelmiştir. Arap yarımadasının, daha doğrusu bütün Sami ırk mensuplarının dini inanışlarında benzerlik vardır. Güney, Kuzey ve Orta Arabistan inanç biçimleri, ileriki sayfalarda değerlendirilecektir. Kuzey Arabistan Petra şehrinde tapınak binası Güneyle mukayese edildiğinde bu bölge tarihi hakkındaki bilgiler daha sınırlıdır. Yeterli arkeolojik çalışmalar yapılmadığı için özellikle ilk çağlara ilişkin elde edilen bilgilere kutsal kitaplardan, Asuri, İbrani, Sâsânî kaynaklarından ulaşmaktayız. Zamanla Helen kültürünün Suriye üzerinden Arabistan’ın iç bölgelerine intikali ile birlikte yeni devletlerin kurulması bölgeye canlılık kazandırmıştır. Güneyden kuzeye uzanan deniz yollarındaki uluslararası ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik problemleri, orta Arabistan’dan Suriye’ye uzanan kara yolunu canlandırmış çöllerin derinliklerinde yarı medeni topluluklar oluşmuştur. Güneyde meydana gelen siyasi, sosyal ve ekonomik değişim halkı kuzeye ve yarımadanın orta kısımlarına göçe zorlamış bu da bölgede yeni iskânları beraberinde getirmiştir. Daha önce bahsettiğimiz göç nazariyesi kabul edilecek olursa Arap yarımadasındaki iklimsel ve buna bağlı coğrafi farklılaşma nüfus yapısı üzerinde gelgitlere sebep olmuştur. Komşu köklü medeniyetler, kültürlerinin muhafazası açısından kuzeydeki Araplara olumsuz etkiler yapmıştır. Orta Arabistan’da kurulan küçük çaplı devletler ise kendilerini her açıdan izole etmeyi başarmışlardır. Ekonomik girdileri ağırlıklı olarak ticarete dayanan kuzey ülkeleri, güneyde olduğu gibi salt askeri yapılanmalar üzerine tesis edilmemiştir. Kuzey yerleşim bölgeleri güneye göre daha geniş, metrekareye düşen kişi sayısı ise daha azdır. Düzensiz bir siyasi hayata sahip kuzey Arapları homojen hâle getiren unsur, onların etnik kökenleridir. Bütün iç ve dış etkilere rağmen Arap olarak kalmayı başarmışlardır. Çöl hayatını benimseyen göçebelerle sulak arazilerdeki yerleşik halk, bir arada yaşama geleneğini asırlar boyunca devam ettirmişlerdir. Aslında vahalarda şehirler oluşturan Araplar, geçmişin göçebe toplulukları idi. Münbit Hilal olarak tanımlanan Suriye, Filistin, Irak topraklarına sınır bölgelerde ticaret güzergâhları üzerinde kurulan Arap devletlerinin gelişim trendi doğrudan KuzeyGüney arasındaki ticaret potansiyelindeki değişime bağlı kalmıştır. Kuzey Arabistanda kurulan devletlerin beklide en önemli ortak yanı tam bir bağımsızlık zevkini hiçbir zaman tadamamış olmalarıdır. Daima etraftaki güçlü imparatorluklar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat siyasi ve ekonomik anlamda belirleyici olmuşlardır. Hireliler, Sâsânî; Nabatiler, Helen ve Roma; Tedmürler, Sâsânî; Gassaniler, Bizans egemenliği altında kalmışlardır. Nabatîler Akabe körfezinden Akdeniz’e kadar uzanan bir sahada hâkimiyetini sürdüren Nabatîler, Kuzey Arabistan’da M.Ö. IV.yüzyılın sonlarında kurulduğu tahmin edilen ilk önemli Arap devletidir. Kitabelere göre devletin ilk kralı Haris (Araethas) ve başkenti de, bugün Ürdün sınırları içerisinde bulunan Petra (Arabia Patria) şehridir. Tamamen taştan oyma olan bu şehir hâlen bütün ihtişamıyla ayakta durmaktadır. Nabatilerin kökenine dair farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazıları onların Arap bazıları ise, Aramî kökenli olduklarını ifade etmişlerdir. Ağırlıklı olan görüş, Nabatiler acemlerle karışmış olsalar da aslen Arap oldukları yönündedir. Nabatiler başlangıçta çöllerde hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluktu. Vurkaç taktikleri ile civar yerleşkelere saldırılar düzenlerler, kendilerine bir saldırı olduğunda ise çöl içlerine saklanarak hasımlarına pusu kurarlardı. Çöl yaşamının belirgin özelliği olan asi ruha sahip Nabatiler, Buhtunnasr tarafından Yahudiler Babil’e zorunlu göçe zorlandığı dönemde onlarla birlikte göçebe yaşamı terk ederek Petra şehri civarına yerleşip kayaları oymuşlar ve kendileri için güvenli bir şehir inşa etmişlerdi. Muhteşem kale görüntüsü arz eden ve daracık bir geçitten girişi olan şehirde sizi ilk karşılayan tapınak olacaktır. Bütün yapılar estetik ön planda tutularak kayalar oyulmak suretiyle yapılmıştır. Saraylar, depolar, mahkeme binaları, su kanalları, ziyaretçilerine M.Ö. kurulmuş bu krallığın nedenli siyasi ve ekonomik güce sahip olduğunu anlatmaya yetecektir. Arap yazısının ilk basamağını oluşturan Nabat yazısıyla bezenmiş kitabeleri, şehrin yüksek kesimlerinde görmek mümkündür. M.Ö. 312 yılında Büyük İskender’in Suriye valisi Nabatiler üzerine saldırıya geçmiş ancak mağlup olmuştur. Nabatiler sonraki dönemlerde Roma ile işbirliği içerine girmiş Arabistan’ın iç kısımlarına ortak seferler düzenlemişlerdir. III. Haris döneminde Romalılar’la irtibat daha da güçlendirilmiştir. II. Ubeyde döneminde Arabistan içlerine Romalılarla birlikte tekrar bir askeri müdahalede bulunulmuştur. Nabatiler en parlak dönemlerini M.S. I. asırda IV. Haris döneminde yaşamıştır ki, bu da onun Hz. İsa’nın muasırı olduğunu göstermektedir. Şam’ı kendilerine bağlayarak vali atamışlar, söz konusu bu vali, öğretileri ile Hıristiyanlığın ikinci kurucusu sayılan Aziz Pavlos’u yakalamaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Petra Şehrinin girişi Petra merkezli Nabati devletinin hızlı yükselişinden tedirgin olan Roma, siyasi ve ekonomik anlamda birtakım önlemlere başvurmuştur. Nabatilerin en önemli geçim kaynağı olan doğu-batı arasındaki ticaret güzergâhını kuzeydeki deniz yoluna kaydırarak onların zayıflamasına sebep olmuş, buna karşılık Tedmür devletinin yıldızının parlamasına katkı sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen Roma Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Petra şehrinden bir görünüm 19 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat imparatoru Traianus saldırıya geçerek Petra şehrini ele geçirmiş ve M.S. 106 yılında Nabati devletine son vermiştir. Yıkılışları sonrası daha önce hâkim oldukları bölgelerde dağınık bir hâlde varlıklarını devam ettirmişledir. Tarihçi Belazurî, Müslümanların Suriye topraklarına gerçekleştirdikleri fetihler esnasında Nabati toplulukları ile karşılaşıldığından bahsetmektedir. Hatta Hz. Peygamber döneminde Nabati tüccarlarının Medine ile ticari alışveriş içerisinde oldukları rivayetler arasındadır. Nabatilerin orta Arabistan Arapları arasında iyi bir imaj bırakmadığını, Arapların, aşağılamaya çalıştıkları kişiler için ‘Nabat’ ismini kullanmalarından anlamaktayız. Hz. Ömer’in uzak bölgelere göndermiş olduğu askerlere ve komutanlara söylemiş olduğu “Nabatlaşmayın” ifadesi, İslami dönemde Nabatların Araplar arasında iyi tanınmadığının bir başka kanıtıdır. Tedmür/Palmira En eski Sami dilinde Tadmor olarak bilinen, Yunanlar’ın Palmira olarak isimlendirdikleri Suriye’nin başkenti Şam’ın Kuzey doğusunda çöl içerisindeki bir vahada kurulmuş olan şehrin tarihinin M.Ö. 1000’li yıllara dayandığı sanılmaktadır. Bölge doğu ile Şam arasındaki ticaret güzergâhı üzerinde bulunmaktadır. Şehrin çölle kaplı bir alanda kurulmasına rağmen ticari merkez hâlini alması, şöhretini gün geçtikçe artırmıştır. Bölgenin önemli iki gücü Sâsânî ve Roma arasında dengeli politika izlemeye çalışan Tedmür halkı bunun karşılığını görmüş, her iki devletin de desteğini arkasına almıştır. Tedmür’ün yıldızı M.S. I. yüzyıldan itibaren parlamaya başlamıştır. Romalılar’ın Hindistan’a kadar uzanan deniz ve kara yolundaki değişimi Tedmür’ü güçlendirirken Nabatilerin zayıflamasına sebep olmuştur. Artık Romalılar ticaret yollarını daha kuzeye yani Tedmür üzerine kaydırmış, bu da şehrin yakın doğunun en zengin şehri olmasını sağlamıştır. Şehrin kalıntılarının ihtişamlı görüntüsü tarihçileri de etkilemiş olacak ki, İbnü’l-Esir başta olmak üzere birçok Arap tarihçi Hz. Süleyman’ın cinlere inşa ettirdiği şehrin burası olduğunu iddia etmiştir. Tedmür’ün M.S. I. asırda Roma himayesi altına girdiği ancak tam anlamıyla bağımsızlığını kaybetmediği görülmektedir. M.S. 130-270 yılları arasında devlet en parlak dönemlerini yaşamıştır. Roma ile gerçekleştirilen ittifak İran hükümdarı I. Şapur’u kızdırmış, kendisine uzatılan barış elini kabul etmemiş ve Suriye topraklarını ele geçirmeye başlamıştır. O zamanlar devletin başında bulunan Uzayne (Odenathus) daha önce savaş alanlarında boy göstermemiş olan ordularıyla saldırıları püskürtmüş, 295 yılında da Sâsânîleri ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu başarısının sonucu olarak Roma imparatoru tarafından kendisine Doğu İmparatoru nişanesi verilmiştir. Bu başarı devletin şanını yüceltse de birkaç yıl sonra Romalılar tarafından suikast sonucu öldürülmesine neden olmuştur. Yerine güzelliği ile ünlü, Arap efsanelerine konu olan karısı Zeyneb (Zenobia-Zebba) tahta geçmiştir. Zaferden zafere koşan doğunun imparatoriçesi Zeyneb, Mısır ve Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirmiş, Kadıköy önlerine kadar dayanmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Bizans kralı Aurelian bu ilerleyişi durdurmak için bölgeye sefer düzenlemiştir. Hıms şehri yakınlarındaki savaşı kazanarak Kraliçenin oturduğu Tedmür’e girmiştir. Kraliçe şehri terk edip hecin devesi ile çölün derinliklerine doğru kaçtığı esnada yakalanmış ve altın zincirlere vurularak Roma’ya götürülmüştür. Şehirde tekrar bir ayaklanmanın baş gösterdiğini duyan Aurelian geri dönerek Tedmür’ü tahrip edip harabe hâline getirmiştir. Böylelikle Tedmür devleti yıkılmış oldu. Şehir Müslümanların fethine kadar Bizans’ın hâkimiyetinde kaldı. Tedmür’de oluşan medeniyet Yunan, Suriye ve Fars medeniyetinin karışımından teşekkül etmiştir. Batı Arami dilini kullanmalarına rağmen, sıkça geçen Arapça kelimeler onların Arap ırkından olduklarının en önemli kanıtları arasında sayılmıştır. Petra gibi Tedmür şehri de Kuzeydeki çöl Araplarının ulaştığı medeniyet seviyesinin en önemli kanıtıdır. Ticari girdilerle refah düzeylerini artıran bu devletlerin yıkılışı ticaret yollarının değişimi sonrası gerçekleşmiştir. Gassaniler Nabat ve Tedmür krallıklarının yıkılması sonrası Arap çölünün derinliklerinden gelen saldırılar, hem Bizans hem de Sâsânîler’i sıkıntıya sokmaktaydı. Yapılan hücumlar sonrasında elde ettikleri ile birlikte çöle çekilen Arapları takip imkânı da yoktu. Bu gerekçeyle Bizans ve Sâsânîler tampon bölge oluşturmak amacıyla sınır bölgelerinde Arap toplumlarından oluşan yarı bağımsız devletler oluşturma çabasına girmişleridir. Bu devletlerin ortaya çıkışında Sâsânî ve Bizans arasındaki rekabetin de payının olduğunu ifade etmek gerekir. Güney Arabistan’da kurulan Sebe veya Himyeri devletlerinin inşa ettikleri barajların yıkılması sonucu bölgenin sular altında kalmasıyla, halkı kuzeye göçmüş ve bunlardan bir kısmı Suriye topraklarına yerleşmişti. M. III. yüzyılda Kahtanilerin Kehlan koluna mensup Güney Arabistan kabilesi reisi Amr Müzeykıya’nın oğlu Cefne önderliğinde Gassani devleti kurulmuştur. Kurucusuna nispetle bu devlete Cefneoğulları adı da verilmiştir. Gassaniler, göç sonrasında bir süre Selihoğulları kabilesinin himayesi altında kalmışlardır. Güçlenen Gassaniler, Selihoğullarını bölgeden sürerek Şam ve Tedmür bölgelerinin hâkimi oldular. Roma, Gassanilerin güçlendiğini gördüğünde bunu kabul etti ve Kralı onlardan seçti. Miladi V. asırda tam olarak Bizans’a bağımlı hâle gelen devlet Arap saldırılarına karşı koyan tampon ülke konumundaydı. Devlet II. Haris zamanında (529-569) en ihtişamlı dönemini yaşadı. Haris, Bizans’a karşı yapmış olduğu hizmetlerden dolayı “en büyük hükümdar/Patricius” unvanını almıştır. ‘Topal veya Aksak Haris’ olarak da tanınan bu kral döneminde Bizans hiçbir savaşta mağlup olmamıştır. Soydaşları olan Hireliler’e karşı birçok savaş kazanmasına rağmen 544 yılında Hire kralı III. Münzir ile yaptığı savaşta oğlu esir alınmış ve Münzir tarafından en büyük put olan Uzza’ya kurban edilmiştir. Aradan geçen on yıl sonunda gücünü toplayan Haris tekrar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Lahmiler/Hireliler üzerine yürümüş ve Arapların “Halime Günü” olarak isimlendirdikleri savaşta düşmanları ağır bir hezimete uğramıştır. Elde etmiş olduğu başarıları taçlandıran olay ise 563 yılında Bizans hükümdarı I. Jüstinye’nin, Haris’i başkent Kostantineye’ye çağırmasıdır. Burada düzenlenen tören sonrasında Urfa başpiskoposluğuna getirilen Yakub el-Bardaî Arapların başpiskoposu kabul edildi. Monofizit mezhebe mensup Urfa başpiskoposluğu ile ona muhalif olan Bizans başkenti arasında uzlaştırıcı görevi II. Haris üstlendi ve aranın yumuşamasına katkı sağladı. Haris’in bu diyalog ağırlıklı politikası Hıristiyan olmayan diğer Arap kabilelerine karşı desteğinde de göze çarpmaktadır. Haris’in ölümü sonrası yerine oğlu Münzir geçmiştir. Aşırı Monofizit olması nedeniyle Münzir’in Bizans’la arası açılmıştır. Aynı zamanda Hireliler saldırılarını yoğunlaştırmış, ancak Gassani hükümdarı Münzir onları ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu başarı Bizans hükümdarının gözüne girmeye yetmemiş, tam tersine kendisine suikast düzenlenmiş, Münzir bu suikasttan kurtulmayı başarmıştır. Bir süre Bizans ile ilişkileri askıya alan Münzir, Bizans imparatorunun yakınlaşma arzusu karşısında uzlaşma yoluna gitmiştir. Başkente çağrılan Münzir’e taç giydirilmiş ve ‘Arapların Kralı’ namıyla anılır olmuştur. Dönüşte Hire başkentine saldırmış ve şehri tahrip etmiştir. Bütün bunlara rağmen Bizans’ın Gassani içindeki temsilcileri Münzir hakkında aleyhte propaganda yürütmüş ve o esir alınıp Kostantiniye’ye götürülerek hapsedilmiştir. Tahta geçen Münzir’in oğlu Numan babasının intikamını almak maksadıyla Anadolu içlerine seferler düzenlese de, o da yakalanıp Bizans’a götürülmüştür. Numan sonrasında Gassani ülkesinde büyük bir çalkantı başlamış her kabile kendi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu fırsatı iyi değerlendiren Sâsânî hükümdarı Hüsrev Perviz Gassani hâkimiyetine son vermiştir. Bizans’ta iktidara Herakleios’un geçmesi sonrası Sâsânîler’den kaybedilen topraklar tekrar geri alınmıştır. Gasaniler Bizans’ın bölgedeki hâkimiyeti sağlaması sonrası onlarla ittifakını sürdürmeye devam etmiştir. Söz konusu dönemde Gasaniler’in başında Cebele b. Eyhem’in bulunduğu anlaşılmaktadır. Cebele Yermuk savaşında 12.000 kişi ile Bizans ordusu içerisinde yer almış, savaş sonunda cizye vermeyi kabul etmediği için kabile mensupları ile birlikte Bizans’a sığınmıştır. Hz. Peygamber döneminde dağınık hâlde bulunan Gassaniler’e liderleri vasıtasıyla İslam’a davet mektubu gönderildiği bilinmektedir. Gassaniler’in kendilerine gelen elçileri öldürmeleri sonrası Müslümanlarla Gassani birlikleri Mute savaşında karşı karşıya gelmiştir. Gassaniler’in Medine üzerindeki tehditleri son bulmamış olacak ki, Hz. Peygamber Tebuk bölgesine büyük bir ordu gönderme zarureti hissetmiştir. Gassaniler’in bölgedeki kalıntılarının İslami dönemde bazı fetih hareketlerine iştirak ettikleri rivayet edilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Gassaniler’in bölgede ulaştıkları medeniyet seviyesi soydaşları olan diğer Arap devletlerinden daha üst düzeyde idi. Suriye’de harabeleri bulunan çok sayıdaki Gassani şehri ve kasabaları bunun kanıtıdır. Gassani saraylarında ağırlanan ünlü şairler, edebiyatçılar, İslam öncesi dönemde Yunan ve Suriye kültürü yanında Arap kültürünün de canlı tutulmaya çalışıldığını göstermektedir. Hireliler/Lahmiler Gasaniler gibi Hireliler de Güney Arabistan’dan göçen Araplardan oluşmaktaydı. Kahtani soyundan gelen Lahm b. Adi b. Haris’e dayandırıldığı için Lahmiler olarak isimlendirilmişlerdir. Lahmiler Başkentleri Hire olduğu için Hireliler, kurucularına nispetle Amr b. Adioğulları, üç hükümdarlarının ismi Münzir olduğu için Menâzire adlarıyla da anılmıştır. Hire devletinin kurulmasında İran’ın içerisinde bulunduğu siyasi durumun önemli etkisi olmuştur. Büyük İskender’in İran’da tohumlarını attığı eyalet sistemine bağlı yönetim biçimi milattan sonraki dönemlere kadar devam etmiş, bu da güneyden göçen Arapların yarı bağımsız bir devlet kurmalarını kolaylaştırmıştır. Gassaniler nasıl Bizans sınırında tampon görevi yürütmekteydilerse, Hireliler de Sâsânîler için aynı görevi görmekteydiler. Fırat nehri kenarında, Kufe’ye yakın bir bölgede tarihi kökenleri M.Ö. 600’lü yıllara kadar götürülen Hire şehrinde kurulan Arap devletinin ilk hükümdarı Amr. b. Adî’dir. Amr, İran’da Erdeşir b. Babek’in birliği sağlaması sonucu Sâsânî devletini kurdu (230). Hire’ye bedevi ve Bizans tehlikesine karşı özel bir statü verdi. Hireliler’in en meşhur hükümdarı ise İmruulkays’tır (288-328). Hıristiyan olduğu için Bizans’la da iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş, Suriye üzerine düzenlediği sefer esnasında ölmüştür. Zamanla Hireliler Sâsânîler’in iç işlerine karışacak kadar güç kazanmıştır. Örneğin, Numan el-A’ver başkent Medâin’i basarak hükümdar değişikliği yapacak kadar ileri gitmiştir. III.Münzir VI. yüzyıl içerisinde hükümdar olduğunda Bizans’la olan mücadeleler hız kazanmış ve Bizans mağlup edilerek barış imzalamak zorunda kalmıştır. Münzir, Gassaniler’le girdiği savaşta öldürülmüş ve yerine geçen oğlu Bizans-Sâsânî arasındaki barış gereği çatışmadan uzak durmuştur. Hire’nin son hükümdarlarından biri olan III. Numan b. Münzir döneminde Hire’de Arap hâkimiyeti pekişmiştir. Siyasi başarılar yanında devlet kültür ve sanat alanında da zirve dönemlerinden birini yaşamıştır. Kızıyla evlenmek isteyen Sâsânî kralına ret cevabı veren Münzir, kralın huzuruna çağrılmıştır. Mecburen başkent Medâin’e giden Münzir yakalanarak hapsedilmiş ve daha sonra öldürülmüş ve böylece Hire devleti yıkılmıştır. Fırat kenarında bereketli topraklarda hâkimiyetini sürdüren Hireliler tarım, hayvancılık ve ticaretle meşgul olmuşlardır. Düzenlenen panayırlar bölgeyi ticari merkez hâline getirmiştir. Siyasi anlamda Bizans-Sâsânî ilişkisinde denge görevi gören her iki Arap devleti, bölgenin İslamlaşma sürecinde Arap topluluklarının adaptasyon sürecini hızlandırmış ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi ile birlikte iç siyaseti Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat belirleyen kabile dengelerinde Kuzeyli-Güneyli çekişmelerinin merkezinde yer almıştır. Orta Arabistan (Hicaz) Hicaz, incelediğimiz dönemde siyasi ve ekonomik gelişmişlik düzeyi açısından Arap yarımadasının en geri bölgesi olmasına rağmen bu gün tarihi geçmişi açısından en fazla dikkat çeken bir merkez olmuştur. Elbette İslam dininin Mekke’den yayılmış olması bunun temel nedenidir. Güney ve kuzeyde kurulan; şehirleri, büyük imparatorluklarla ittifakları, sermaye birikimleri ile ün yapmış Arap devletlerinin aksine, orta Arabistan kurak, tarıma elverişsiz arazilerle kaplı halkın daha ziyade göçebe yaşam tarzını benimsediği bir merkezdi. Bu durum dünya imparatorluğu kuran ve Güney Arabistan bölgesine kadar inen Büyük İskender dahil olmak üzere güçlü devletlerin dikkatinin bu bölgeye yönelmemesine neden olmuştur. Önemli siyasi olayların yaşanmadığı, içe kapalı bir bölgenin geçmiş tarihi hakkındaki bilgiler de elbette sınırlı olacaktır. Bununla birlikte İslam tarihi kaynaklarında cahiliye dönemi adı altında teyide muhtaç birçok bilgi ile karşılaşmak mümkündür. Bunun asıl nedeni insanlık tarihi açısından dönüm noktası olan Hz. Peygamber’in burada doğması ve İslam’ın buradan yayılmaya başlamasıdır. Her şeye rağmen yazıdan çok sözlü edebiyata önem veren çöl Arapları, bizlere tarihi aydınlatacak vesikalar bırakmadığı ve İslam öncesi Hicaz bölgesi hakkında çok sınırlı bilgilere sahip olunduğu bilinmelidir. Bağımsızlığına düşkün insanların bir arada yaşadığı Hicaz; İran, Bizans, Habeşistan gibi güçlü devletlerin boyunduruğu altına hiç girmemiş, kültürel anlamda safiyetini korumuşlardır. Onların sahip oldukları en büyük zenginlik merkezlerinde barındırmış oldukları kutsal Kâbe idi. Orta Arabistan denildiğinde üç önemli şehir akla gelmektedir. Bunlar; Mekke, Medine ve Taif’dir. Pek tabiidir ki, Mekke bunlar arasında tarihi açıdan ayrı bir yere sahiptir. Aslında Hicaz denildiği zaman ilk akla gelen önce Mekke sonra Medine’dir. Mekke, etrafı üç yüzü aşkın dağlarla çevrili, Kur’an’ın ifadesiyle ‘hiçbir ziraatın yapılmadığı’ verimsiz arazilerle kaplı bölgedir. Şehre otuzdan fazla isim atfedilmektedir. Bugün de yaygın olarak kullanılan ‘Mekke’, bunların en fazla bilinenidir. Kur’an’da zikri geçen ‘Bekke’ kelimesinin aynı anlamda olduğu, dilcilerin ağırlıkla kabul ettikleri bir görüştür. Mekke tarihine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Mekke şehrinin Hz. İbrahim tarafından kurulduğunu iddia edenler olduğu gibi, çok daha önce Hz. Hud ve Hz. Salih’in burada yaşadıkları, şehir tarihinin onlarla başladığı da ifade edilmektedir. Hatta İslami inanışa göre Kâbe’nin ilk temelleri Hz. Adem tarafından atılmış, tufandan sonra yıkılan binayı Hz. İbrahim ile oğlu İsmail yeniden yapmıştır. Mekke’nin ilk sakinleri Hz. Nuh’tan itibaren burada yaşadıklarına inanılan Amâlika’dır. Bunların Kuzeyden yani Mezopotamya bölgesinden geldikleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Mekke’nin tepeden görünümü belirtilmektedir. Kalablık bir kabile olan Amâlika bugün Kâbe’nin bulunduğu bölgede değil, suyun daha bol olduğu civar bölgelerde yaşamaktaydı. Bir süre sonra Cürhümlüler Mekke’ye hâkim olmuşlardır. Cürhümlüler’in gelişinden kısa bir süre sonra (M.Ö. 2000) Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i buraya yerleştirdiği rivayet edilmektedir. Mekke yakınlarındaki Faran dağına bırakılan Hz. İsmail’in, bu esnada bazılarına göre henüz bebek, diğer bazılarına göre ise 12-13 yaşında olduğu iddia edilmiştir. Dikenlik ve çalılıklarla kaplı olan Harem bölgesinde suyun çıkması sonucu Amalika ve Cürhümlüler bu bölgede toplanmışlardır. Şehirleşmenin başladığı tarihten itibaren Cürhüm kabilesinden bir kızla evlenen Hz. İsmail’in soyu Araplaşmaya (Arab-ı Mustaribe) başlamıştır. Güney Arabistan’dan bölgeye göçen Cürhümlüler’in hâkimiyeti M. 200’lü yıllara kadar devam etmiştir. Yine Yemen’den buraya gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüleri Mekke’den çıkartarak şehre hâkim olmuşlardır. Huzalılar’ın iktidarı 300 yıl kadar sürmüştür. Kureyş kabilesi bu dönemde yavaş yavaş güçlenmeye başlamış, Hz. Peygamber’in dördüncü göbekten dedesi Kusay b. Kilâb Mekke idaresini ele geçirmiştir (M. 440). Huzaalıları Mekke’den sürgün eden Kusay’ın etkinliği daha da fazla artmış, itibar kazanmanın en önemli aracı olan Kâbe görevlerini (Sifaret (Elçilik) - Hicabet (Perdedarlık) - Liva (Sancaktarlık) - Sikâyet (Hacılara su dağıtımı) - Rifadet (yemek dağıtımı) - Nizaret (malların kontrol görevi), Nedve (Meclis başkanlığı) uhdesine almış ve şehir meclisinin toplandığı Daru’n-Nedve’yi yaptırmıştır. Kusay, Kinaneoğulları’ndan olup, kökenleri ise Adnan’a ve ondan Hz. İsmail’e kadar uzanmaktaydı. M. 540 yılına gelindiğinde, Mekke hâkimi Kusay’ın torunlarından Abdulmuttalib idi. Zaten popüler bir kişiliği olan Kureyş lideri Abdülmuttalib’in ününü bir kat daha artıran olay, Ebrehe ile olan karşılaşması ve Ebrehe ordularının Kur’an’ın Fil Suresinde aktarıldığı şekliyle ağır bir hezimete uğraması olmuştur. Bu olayın olduğu yıl, Arab yarımadasının kaderini değiştirecek olan Resulullah’ın (s) doğum yılıdır. Bundan sonra Mekke’de, daha ötesi Arabistan’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Mekke’nin, Kur’an vahyin indiği şehir olması ve vahyin iniş merkezi olarak buranın seçilmesinin tesadüflere bağlı olmayıp birçok gerekçesinin olduğu ifade edilmektedir. Gerçekten Mekke’nin kuruluşundan itibaren tarihi süreci incelendiğinde, dinî merkez olarak seçilmesinin hiç de tesadüfü olamayacağı anlaşılacaktır. Muhammed Hamidullah, Mekke’nin merkez olarak seçilmesinin coğrafi, sosyolojik, psikolojik ve filolojik sebeplere bağlı olduğunu ifade etmiş ve bunları başlıklar hâlinde inceleyerek temellendirmeye çalışmıştır. Mina, Zü’lMecaz, Mecenne, Ukaz adındaki dört önemli fuar alanı, senenin dört ayının Haram Aylar (Eşhuru’l-Hurum) olarak ilan edilmesi ve hiçbir bölgede olmayan güvenli bir ortamın oluşturulması, buna bağlı olarak Kur’an’da ‘kış ve yaz seferleri’ (Kureyş/106: 1-4) olarak isimlendirilen ve yılda iki defa tertip edilen büyük ticaret filolarının buradan hareket etmesi, Mekke’yi dini olduğu kadar ticaret merkezi hâline de getirmiştir. Bu nedenle Mekke Şehirlerin Anası (Ummu’l-Kura) olarak isimlendirilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Mekke dışında verimli arazileri ve sularının bolluğu ile tanınan Medine (Yesrib) ve Taif şehirleri de, Hicaz’ın’ın diğer iki önemli merkezlerindendi. Mekke’nin 500 km. kuzeyinde yer alan, Yemen’le Suriye’yi birleştiren baharat yolu üzerindeki Yesrib şehri, daha sonraları Aramice ‘Medine’ ismiyle anılır olmuştur. Şehrin eski sakinlerinden olan Yahudi kabileleri hurma yetiştiriciliğine önem vererek bölgeyi ziraat merkezi hâline getirmişlerdir. Yahudilerin buraya Filistin’in Romalılar tarafından işgali sonrası gelip yerleştikleri sanılmaktadır. Yahudiler dışında şehrin diğer sakinleri ise Kuzey’e göçen Araplarla aynı kökene sahip Yemenli Evs ve Hazrec kabilesidir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar kozmopolit yapıya sahip Medine Yahudi ağırlıklı bir siyasi yapılanma ile varlığını sürdürmüştür. Aynı kökene sahip Evs ve Hazrec ise, yıllardır süren savaşlara tutuşarak barışı temin edecek bir kurtarıcı bekler hâle gelmişlerdir. Medine hurma bahçeleri Taif, Mekke’den 150 km. uzaklıkta olmasına rağmen denizden yüksekliği 1000 m. civarında olup serin ve yağış alan bir şehirdir. Oldukça eski yerleşke alanı olan Taif’te yağmur sularını tutan ve tarihi çok eskilere dayanan su bendi kalıntıları, bölgenin geçmişte de önemli bir tarım şehri olduğunu göstermektedir. Taif, yarımadanın nar, gül, incir, üzüm ve bademi ile ünlü bir şehridir. Halen tarihteki bu özelliğini korumaktadır. Serin olması nedeniyle Mekke zenginleri tarafından sayfiye olarak kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in Taif kuşatması esnasında şehrin surlarla çevrili olduğu görüldüğünde, doğal zenginliği nedeniyle şehrin saldırıya açık olduğu düşünülebilir. Taif’ten tarihe damgasını vurmuş önemli komutanlar çıkmıştır. Haşimi-Umeyye çekişmesinde, bölge kabilesi olan Sakifliler önemli rol oynamıştır. Orta Arabistan’ın eski tarihi hakkında bilgilerin birçoğuna, ‘eyyâmu’l-Arab’ olarak isimlendirilen kabileler arası savaş hatıralarından ulaşılmaktadır. Sınır anlaşmazlığı, otlak ve su paylaşımındaki çekişmeler gibi hususlardan ortaya çıkan savaşlar, Arap çöl hayatının vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Medine’li Hazrec ve Evs kabileleri arasındaki Yevmu’l-Buâs, Kureyş ile Hevazin arasındaki Yevmü’l-Ficâr bunlardan bazılarıdır. Bölgedeki göçebe Araplarda, ortak mülkiyet söz konusudur. Kabile yönetimi erkek egemen bir anlayışa dayanmaktadır. Özgürlüğüne düşkün Araplar tek adam idaresini benimsemezler. Kabilenin en yaşlısı olan ve halkın itibar ettiği kişi yönetici konumdadır. Kabile reisi seyyid, şeyh, arif gibi isimlerle anılmakta olup, görevi kabile içinde hakemlik yapmaktır. Düzenli bir orduları olmadığı gibi vergi mükellefiyetleri de yoktu. Yerleşik hayatı tercih edenler ise şehirlerde oturmakta ve hayatlarını ziraat ve ticaretle sürdürmektedirler. Çok eşle evlilik ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi sanıldığı gibi yaygın değildi. Kabile rekabetlerinde propaganda aracı olarak kullanılan şiir, bugünkü anlamda medya gücünü temsil etmekte ve toplumda belirleyici bir rol oynamaktaydı. Şairler ülke ülke gezmekte ve hünerleri karşılığında taltif edilmekteydi. Hicaz bölgesinde okuma yazma oranı yok denecek kadar düşüktü. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Yaşam koşulları gereği gök cisimlerinin hareketleri ve bunların yeryüzüne etkileri konusunda uzmanlaşmışlardı. Araplar ayrıca çok iyi iz sürmekteydi. İz sürmekle kalmaz ayak izlerinden şahısları tanıyacak kadar uzmanlaşırlardı. Asabiyet (kabilecilik) anlayışının zorunlu bir sonucu olarak İlmu’l-Ensâb (soy ilmi) konusunda oldukça mahirdiler. Ağırlıklı olarak göçebe yaşamı benimsemiş olan Hicaz Arapları dünya medeniyetlerinin en az etkileyebildiği kendine özgü bir yaşam biçimi benimsemiş işlenmeye hazır bir hammadde görüntüsündeydi. Arap toplumun dünya tarihinde söz sahibi olması son dinin temsilcileri olmalarına bağlıdır. Yukarıda izah ettiğimiz gibi kuzey ve güneyde güçlü devletlerin boyunduruğu altında olan, iç kesimlerde ise medeni bir toplum olma özelliğinden uzak kabile anlayışını benimsemiş Arapların İslam’ı kabulleri, medeniyet hazinelerine ulaşan kapıları açan anahtar olmuştur. Bu açıdan bakıldığında İslam öncesi Arapların dini durumları önem arz etmektedir. Aslında sanıldığının aksine, Arapların eski dini yaşantıları hakkında elimizde bol materyal mevcut değildir. Kitabeler, diğer milletlerden kalma eserler ve kutsal kitaplardan Arapların dinleri hakkında bilgiye ulaşabilmekteyiz. İslami kaynaklarda Arapların en eski dinlerinin tevhit esaslı olduğu ifade edilmektedir. Özellikle güney Arapları tarafından Rahmân ve Allah ifadelerinin kullanıldığı görülmektedir. Allah kelimesi diğer putlardan ayrı olarak en yüce yaratıcı için kullanılmaktaydı. Cahiliye şiirleri, onların Allah’ı tanıdıklarını ve ona daha üstün sıfatlar atfettiklerini göstermektedir. Kur’an’ı Kerim bazı ayetlerle bunu teyit eder. (Ankebut/29: 61-65, Lokman/31: 25, 32). Araplar zamanla Allah inancını kabulle beraber ona “evsân”, ensâb” adlarıyla aracı putlar edinmeye başlamışlardır. Putperestliği Arap yarımadasına getiren ilk kişinin Amr b. Luhay olduğu rivayet edilmektedir. Çok tanrılı inancın yaygınlaştığı dönemlerde dahi Haniflik olarak isimlendirilen İbrahimî dinin bazı inanç ve ibadetlerinin mevcut olduğu bilinmektedir. Haklarında çok fazla bilgi olmayan Hanifler bir birlik oluşturamadan bireysel olarak dinlerini yaşamaya çalışmışlardır. Güney Arabistan’da Ay, Güneş, Zühre yıldızı üçlüsü tanrı olarak kabul edilmiştir. Bu inancın Mezopotamya’dan bölgeye intikal ettiği düşünülmektedir. Ay en büyük Tanrıdır ve adı Almakah veya Vedd’dir. Vedd isminin kuzey Arabistan kitabelerinde ve Kur’an’da Nuh Suresinde bahsi geçmesi (Nuh/71: 23), bu ismin, kuzeyde tanındığını göstermektedir. Ay kadar Güneş’e tapınma geleneği de yaygındır. Güneyde Güneş, dişi; kuzeyde ise, erkek tanrı olarak bilinirdi. ‘Abduşems’ (güneşin kulu) isminin şahıslar için kullanılması, Lat, Menat, Uzza gibi putların güneş tanrıçası olarak addedilmesi, bölgede güneşin tanrılaştırıldığının kanıtıdır. Zühre yıldızı, eski Mezopotamya medeniyetlerinin Tanrılarından biri olan Aster’i andırmaktadır. Cinsiyet farkı olsa da güneyde ve kuzeyde tanınan bir tanrıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Mekke’de her evde bir put bulunmaktaydı. Lat, Menat, Uzza ve Hübel putları dışında başka isimlerle anılan birçok put mevcuttur. Kur’an‘da da ismi geçen Yeuk, Yegus, Suva, Nesr, İsaf, Naile bunlardan bazılarıdır. Üç yüz altmışa yakın put bulunan Kâbe merkez olup, ayrıca imkânı olanlar evlerinde de put edinmekteydiler. Kâbe dışında tapındıkları mahallere de bazen aynı ismi (Kâbe) vermişlerdir. Güneyde Himyeriler’in putlarla bezenmiş Riyem adlı tapınakları vardı. Özellikle Kâbeyi hac eden Araplar, kendi putları önünde durarak onlara saygı gösterirdi. Putperestlerde tam bir ahiret inancı yoktu Putlar’ın temsili görünümü Araplardan bazılarının ticari ilişki içerisinde bulundukları Yahudilerle münasebetleri sonrası onların dinini kabul ettikleri, Himyeri kralını etkisi altına alan iki Yahudi din adamının Himyerileri ikna edip Yahudileştirdiği, yine Evs ve Hazrec kabilelerinden bir kısmının Medine’ye geldikten sonra bu dine katıldıkları rivayet edilmektedir. Arap yarımadasında varlığı bilinen bu dine çok farklı teveccüh gösterilmediği anlaşılmaktadır. Baskı altına alındıkları Filistin başta olmak üzere farklı bölgelerden sığınmacı olarak Arabistan’a gelen Yahudilerle Arapların arası hiç düzelmemiştir. Hıristiyanlığın Araplar üzerindeki etkinliği çok fazla olmuş ve birçok Arap kabilesi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Örneğin kuzey Araplarından Hireliler ve Gassaniler, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir. Bunlar dışında Hıristiyan misyonerlerin çabalarıyla Arap yarımadasında yaşayan kabilelerin birçoğu da Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in doğumuna yakın Ebrehe’nin Kulleys adında Yemen’de ihtişamlı bir kilise yaptırması, bölgede Hıristiyanlığın gücünü göstermektedir. Putperestliğin Arap yarımadasının bütün bölgelerinde yaygın olduğu, diğer semavi dinlerin de azımsanamayacak taraftarı bulunduğu bir süreçte, bütün bu inanç sistemlerini boşa çıkarmak hedefiyle gönderilen İslam dini, Arap ülkesinin kalbi Mekke’den doğmuş, Arab’ın tek çatı altında toplanarak dünya medeniyeti kurmasında başat rol oynamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Özet Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat •Yeryüzünde insanlık tarihinin başlangıcından itibaren düşünen sosyal bir varlık olma özelliğine sahip insanoğlu, güvenlik barınma ve iaşe temini için en müsait ortamlarda varlığını sürdürmeyi tercih etmiş ve türdeşleri ile acımasız mücadelelere girişmiştir. Devletlerin siyasi ve kültürel anlamda kalkınmışlığı ile ekonomik gelişmişliklerinin paralellik arz ettiği bilinmektedir. Daha ziyade tarıma ve hayvancılığa dayalı medeniyetlerde vazgeçilmez olan verimli ve sulak arazilerdir. Elde edilen üründeki artış sanayinin oluşmasına ve ihracatın gelişmesine yol açmıştır. Buradan yola çıktığımızda eski çağlarda Mezopotamya ve Mısır’da nehirlerin taşması sonucu oluşan deltalar güçlü medeniyetlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır. •Mezopotamya’da kurulmuş en eski medeniyetlerden ilki M.Ö. 4000’li yıllara dayanan Sümerlerdir. Tekerleğin ve yazının mucidi olmakla ünlenen bu uygarlık, madenleri eriterek insanların hizmetinde kullanmaya başlamış ve bölgede önemli şehir merkezleri inşa etmişlerdir. Şehir devletlerine ayrılan ve zayıflayan Sümerleri yıkan Akadlar, bölgede 200 yıl iktidarlarını devam ettirmişler ve büyük bir imparatorluk kurmuşlardır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçeleri ile ünlü Babil şehri sakinleri, en önemli kralları Hammurabi zamanında oluşturdukları kanunlarla ulaştıkları medeniyet seviyesini ortaya koymuşlardır. Ninova merkezli kurulan ve Suriye, Filistin, Mısır’ı ele geçiren Asurlular, göçebe çöl Arapları üzerine bir çok sefer düzenlemiş, sanatta büyük gelişmeler sağlamıştır. •Sami ırka mensup İsrailoğulları, yakın tarihlerindeki görünümlerinden farksız olarak hep çatışmanın merkezinde yer almış, defalarca yurtlarından sürülmüş, her şeye rağmen varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. •Arapların İslam öncesi ve sonrasında en fazla irtibat içersinde oldukları ve etkilendikleri kadim medeniyet Sasânilerdir. En önemli rakipleri olan Bizans’la mücadelelerinde taraftarı olan Kuzey Araplarını hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktan geri durmamıştır. •Kast sistemine bağlı farklı sınıfsal yapıların bulunduğu Hindistan-Yunan kültürü transferi ile karma bir medeniyetin oluşumunda önemli rol oynamıştır. •Tanrı ve Altay dağları arasında at sırtında hayatını sürdüren savaşçı Türkler Hun imparatorluğu ile ulaştıkları siyasi gücü kavimler göçü sonrası Avrupa’dan Anadolu’ya birçok coğrafyaya taşımışlar ve tarihe adını yazdıran imparatorluklar kurmuşlardır. •İsmini İtalya’nın başkenti Roma’dan alan büyük Roma imparatorluğu batıdaki tesirinden çok doğunun önemli merkezlerindeki baskın konumları ile tanınmıştır. Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldıktan ve Hıristiyanlığı resmi din olarak tanıdıktan sonra Arap sınırlarında baskın bir güç olmuş, yarımadanın bazı bölgelerinin Hıristiyanlaşmasına katkı sağlamıştır. İmparatorluğun İslam’ın yayılma sürecindeki siyasi buhranı, müttefiki olan Kuzey Arapları’nın desteğini asgari düzeye indirmiş ve bölge kolay bir şekilde İslamlaşmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Özet Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat •Büyük kısmı çöllerle ve verimsiz arazilerle kaplı Arap yarımadası, coğrafi koşulların aksine mümbit bir manevi iklime sahiptir. Arap yarımadası dendiğinde her ne kadar akla ilk gelen Orta Arabistan, yani Hicaz bölgesi ise de, yarımadanın kuzey ve güney kısımlarının önemli bir yere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Kuzey bölgesi Arapları güneydeki olağanüstü gerçekleşen doğa olayları sonrasında zorunlu olarak bölgeye göçen Araplardan oluşmaktadır. Güney ise sahil, şeridi verimli arazilerle kaplı dört ayrı bölgeye ayrılan Sebe ve Himyer devletlerine ev sahipliği yapmış Arap yurdudur. Önemli limanları ile dünya ticaretinde söz sahibi olmuş bölge, aynı zamanda ziraat alanındaki reformları ile ekonomik olarak şaşırtıcı boyutlara ulaşmıştır. Bu zirve dönemi ticaret yollarındaki değişim, barajların bakımsızlık sonucu yıkılması ile yerini kıtlık ve zorunlu göçe bırakmıştır. Orta ve Kuzey Arabistan’a göçen Arap kabileleri yeni bölgelerine komşu olan gelişmiş devletlerin siyasi ve kültürel etkileri altına girmişlerdir. Buna rağmen onları bir arada tutan Arap asabiyeti asimile olmalarına mani olmuştur. Kurdukları Petra ve Tedmür gibi hala insanı şaşırtacak bir ihtişama sahip başkentler, kuzeydeki Arap devletlerinin gücünü tescil etmektedir. Bizans ve Sasani uydusu durumunda olan Gassani ve Hire devletleri, rollerini iyi oynamışlar ve bölgenin İslamlaşma sürecine kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. •Dünyanın mensubiyet itibarı ile en büyük dinlerinden biri olan İslam’ın ortaya çıktığı, medeniyet düzeyi düşük Hicaz bölgesinin tarihi hakkında çok az bilgi olsa da, üzerinde en çok konuşulan ve tanınmaya çalışılan bölge olmuştur. Hiçbir ziraatın yapılmadığı bu bölgeyi ilk hareketlendiren olay, yine buraya gelen ve kutsal Kâbe’yi inşa eden Peygamberler olmuştur. Güney-Kuzey ticaret hattının konaklama yeri olması da eklendiğinde, Mekke ve Medine tanınan bir mahal olmuş, fakat hiçbir dış gücün istilasına değer dahi bulunmamıştır. Putperestliği ile ünlü Arap toplumu tek bir dine mensup olamayıp diğer semavi dinlere de kapısını açmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi eski Mezopotamya uygarlıkları arasında değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Akadlar b) Himyeriler c) Sümerler d) Asurlar e) Babiller 2. İsrailoğulları Hz. Davud sonrası altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde iktidarda hangi hükümdar vardı? a) Talut b) Calut c) Buhtunasr d) Süleyman e) Kenan 3. Aşağıdakilerden hangisi eski Çin medeniyeti için söylenemez? a) Konfüçyüs’le birlikte Çin altın çağını yaşamıştır. b) Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsedilemez c) Hz. Peygamber Çin’i tanımaktadır. d) Çin beşeri bilimler alanında çağın en gerisinde kalmış bir ülkedir. e) Çin zaman zaman parçalanma içerisine girmiştir. 4. Roma imparatorluğu insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuştur. Aşağıdakilerden hangisi bunlar arasında sayılmaz? a) Etnisiteyi bir kenara bırakarak ülke ve dil birlikteliği oluşturmuştur. b) Güçlü kültür mirası bırakmıştır. c) İnsanlık tarihine köklü bir hukuk nizamı hediye etmiştir. d) Doğu ve batı toplumlarını tek bir toplum hâline getirmiştir. e) Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasını sağlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat 5. Nabat krallığının başkenti aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Tedmür Dimeşk Petra Babil Sana Cevap Anahtarı: 1. b 2.d 3.d 4.e 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırakça, Ahmet, (1996), ‘Gassaniler’, DİA, İst. Ağrakça, Ahmet, (2006), ‘Nabatîler’ DİA, İst. Ahmed Hilmi, Şehbenderzâde, (2005), Filibeli, İslam Tarihi, İst. Algül, Hüseyin, (1998), ‘Himyeriler’ DİA, İst. Atlan, Sabahat, (1970), Roma Tarihi’nin Ana Hatları, İst. Barthold, V.V., (1990), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Hazırlayan, H. Dursun Yıldız, İst. Bekrî, Ebû Ubeyd, (1998), Cahiliye Arapları, Çev. Levent Öztürk, İst. Brockelmann, Carl, (1964), İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay, Ankara. Buhl, Fr., (1974), ‘Tedmür’ İ.A., İst. Cevad Ali, (1976), El-Mufassal fî Târîhi’l-ArabKablel İslâm, Beyrut. Çağatay, Neşet, (1982), İslam Öncesi Arap Traihi ve Cahiliye Çağı, Ankara. Çandarlıoğlu, Gülçin, (1993), ‘Çin’, DİA, İst. VIII, 321-323. Çelikkol, Yaşar, (2003), İslam Öncesi Mekke, Ankara. Demirkent, Işın, (1992), ‘Bizans’, DİA, İst. VI, 230-244. Demricioğlu, Halil, (1998), Roma Tarihi, Ankara. Eberhard, Wolfram, (1995), Çin Tarihi, Ankara. Erdem, Sargon, (1991) ‘Babil’, DiA, İst., IV, 392-395. Fayda, Musta, (1982), İslamiyetin Güney Arabistan’a Yyaılışı, Ankara. Goiteın, S.D., (2004), Yahudiler Ve Arapla, Çev. Nuh Arslantaş, İst. Gumilöv, L.N., (1999), Eski Türkler, Çev. Ahsen Batur, İst. Güngör, Erol, (1993), Tarihte Türkler, İst. Hamidullah, Muhammed, (1993), İslam Peygamberi, Çev. Salih Tuğİst. Hasanh, İbrahim, (1985), Siyasi Kültürel İslam Tarihi, Çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş, İst. Hdogson, M.G.S., (1993), İslam’ın Serüveni, Çev. Heyet, İst. Herodotos, (1973), Herodot Tarihi, Çev. Müntekim Ökmen, İst. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 33 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Heyet, (1986), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör, H. Dursun Yıldız, İst. Heyet, (1997), İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Çev. Heyet, İst. Heyet, (2006), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, edt. Vecdi Akyüz, Hitti, Philip K., (1995), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İst. Honigman, Ernst, (1970), Bizans Devletinin Doğu Sınırı, Çev. Fikret Işıltan, İst. İbnmü’l-Esîr, (1989), İzzuddin Ebu’l-Hasen, el-Kâmil fi’t-Tarih, çev. Abdullah Köşe, İst. İnana, Afet, (1992), Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, Ankara. Kapar, M. Ali, (2003), ‘Lahmiler’ DİA, Ankara. Lewis, Bernard, (1979), Tarihte Araplar, Çev. Hakkı dursun Yıldız, İst. Mansel, Arif Müfid, (1971), Ege ve Yunana Tarihi, Ankara. Naskali, Esko, (2000), ‘İran’ DİA, İst., XXII, 394-395. Ostragorsky, Georg, (1981), Bizans Devleti Tarihi, Ankara. Özcan, Azmi, (1998), ‘Hindistan’, DİA, İst. Öztuna, Yılmaz (1969), Türk Tarihinden Yapraklar, İst. Taberî, Muhammed b. Cerir, (1964), Tarîhu’r-Rusulve’l-Muluk, Kahire Turan, Ömer, (tsz.) , Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, İst. Yıldız, Hakkı Dursun, (1991), ‘Arabistan’, DİA, İst. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 34 • Cahiliye Dönemi • Hz. Peygamber'in Ailesi • Hz. Peygamber'in Doğumu ve Çocukluğu • Hz. Peygamber'in Gençliği • Hz. Peygamber'in Evliliği ve Ailesi • Hz. Peygamber'in Evliliğinden Vahiy Alıncaya Kadarki Dönemi HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMU VE HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNE KADARKİ HAYATI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Cahiliye denen İslam öncesi dönem hakkında bilgi sahibi olacak • Hz. Peygamber'in ailesi, soyu ve doğumunu bilecek • Hz. Peygamber'in gençliği, evliliği ve çocukluğunu anlayıp değerlendirecek • Hz. Peygamber'in evliliğinden Hira mağarasındaki vahiy alışına kadarki süreci kavrayabileceksiniz. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 2 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı GİRİŞ Peygamberler ‘insanüstü insanlar’ değil, ‘üstün insanlar’ olarak görülmelidir. 63 yıllık hayatının 23 yılını peygamberlikle geçiren Resulullah’ın, peygamberlik hayatı oldukça detayla bilinmesine rağmen, 40 yaşında aldığı risalet görevinden önceki dönemi hakkında birtakım bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Mesela annesi ve babası hakkındaki çok sınırlı bilgilere sahip olmamıza rağmen, doğumu hakkında çoğu mucize anlatımlı oldukça fazla sayılabilecek detaylı bilgilere sahibiz. Yine 12 yaşına kadarki hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı bilgiler bulunmakla birlikte, bu yaştan 25 yaşına kadar çok az bilgimiz bulunmaktadır. Bu yaştaki evlilik ve ticaret hayatına devamı, 35. yılda cereyan eden bazı olaylar ve risaletinin hemen öncesine ait bazı anlatılar dışında bu dönemler hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Tabii 40 yaşında tanınan ve şöhret kazanan bir insanın, kendisini öne çıkaran özelliğinden (ki bu Resulullah için risalet görevidir) önceki dönemi hakkında gelen bilgilerin problemli ve yetersiz olmasını son derece normal karşılamalıdır. Yaşadığı Mekke toplumunda Resulullah’ın İslamiyet’in gelişinden önceki konumu da, sonraki konumu da bellidir. O ‘el-Emîn’dir. Ancak Allah Resulu hakkındaki abartmalı ve yüceltici rivayetlerle, ideolojik ve ön yargılı yaklaşımların oluşturduğu rivayetlerin çokluğunu da son derece normal ve kaçınılmaz bulmaktayız. Bu yüzden onun hayatını incelerken bu durumlar göz ardı edilmemelidir. Hz. Muhammed’i tanımak, İslam dini ve tarihi ile medeniyetini anlamak için de gereklidir. Sadece İslam Peygamber’i Hz. Muhammed’i değil, İslam dini ve tarihi ile medeniyetini anlamak için de, İslam Dini ve Peygamberi’nin ortaya çıktığı ve İslam medeniyetine beşiklik eden Hicaz bölgesinin (Mekke, Medine ve Taif) de İslam’dan önceki (Cahiliye Devri) dinî, idarî ve ilmî durumunu çok iyi seviyede bilmek gerekmektedir. Bu yüzden İslamiyet’in doğuşundan az önceki, yani V. asırdan İslamiyet’in yayılışına kadar geçen zamana ait bölge hakkında öğreneceğimiz kısa bilgiler, İslam dini ve Peygamberi ile medeniyetini daha iyi anlamamıza onu daha iyi değerlendirmemize yardımcı olacaktır. CAHİLİYE DÖNEMİ Bir terim olarak Arapların İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini ifade eden cahiliye kelimesi, Kur’an’da, hadislerde ve dinî literatürde, genel olarak bu anlamda kullanılmıştır. Bu dönemin temel özellikleri, Allah’a şirk koşulması, ahlaki duyu ve yaşantıda zayıflık, asabiyet, hurafelerin çokluğu, soygun, baskın ve tecavüzlerde yaygınlık, aile kavramında yozlaşma, zenginlik ve asaletin insani bir değer olarak öne çıkmasıdır. Yine bu dönem denince akla gelen en önemli olgu Araplar, Hicaz bölgesi ve buradaki şehirlerden bilhassa, Mekke, Medine ve Taif’tir. Hicaz bölgesi, jeopolitik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı konumu dolayısıyla Arap yarımadasında yabancı tesirlerden ve işgallerden en çok korunmuş bir bölge idi. Kiriş, Kumbîz ve diğer İran kisralarının civardaki kabile ve toplulukların çoğunun varlığına son verdikleri dönemlerde dahi, Hicaz bölgesi varlığını korudu. Hicaz, Makedonyalı İskender zamanında da istiklalini muhafaza etmişti. Böylece herhangi bir işgal ve istilaya uğramayan Hicaz halkı, endişesiz bir halde ve hiçbir toplumla karışmadan soy ve soplarının asaletini, dillerinin sadeliğini ve geleneklerini korumuşlardı. Toplum hür, köle ve mevaliden (azat edilmiş köle) oluşmaktaydı. Bu sosyal ve hukukî ayrım, son derece sert ve tavizsiz olarak işlemekteydi. Sınıf atlama söz konusu olmadığı gibi, hürler de kendi aralarında asiller ve asil olmayanlar diye ayrılmaktaydı. Mekke ziraata elverişli olmadığı için, genellikle halk ticaret ve vahalarda hayvancılıkla geçinirdi. Din Bütün Arabistan halkı gibi, Hicaz bölgesi halkı da putperest idi. Çok az sayıda Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt ve diğer dinleri kabul edenler vardı. Ayrıca İbrahim Peygamber’den (as) kaldığına inanılan dinî inanç ve geleneklerin taraftarı olan ve kendilerine ‘Hanif’ denilen bir kaç kişi de bulunmaktaydı. Araplar, hem Yüce, Yaratıcı ve Bir olan Allah’a inanırlar ve Kâbe’ye saygı gösterirler, hem de Kâbe’ye doldurdukları sayısız putlara taparlardı. Araplar, Peygamber olarak kabul ettikleri ve dinini benimseyip saygı duydukları Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in dinini zamanla unutmuşlar ve putlara tapmaya başlamışlardı. Hz. İbrahim’in kurduğu Kâbe’yi ziyarete devam ettirmeleri de bu dinî yozlaşmaya uygun olarak, bir ticaret panayırı ve bir putperestlik tezahürü halinde idi. Birçok Arap kabilesi, Kur’an’da isimleri geçen Vedd (erkek şeklinde), Suva (kadın şeklinde), Yeğûs (arslan şeklinde), Yeuk (at şeklinde) ile Nesr (kerkenes kuşu şeklinde) isimlerini verdikleri putlarına taparlardı. Umyanis, Sad, Hubel, İsaf, Naile adındaki putlar da, bazı Arap kabilelerinin taptıkları, önlerinde kurbanlar kestikleri putlardı. Bunlardan başka her aile bir put edinip, kendi evine koyarak ona tapıyordu. Hicaz halkı gelenek olarak Hz. İbrahim’in şeriatını kabul etmişlerdi ve Allah fikrine yabancı değillerdi. Fakat aynı zamanda putların ve meleklerin Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlar, diğer taraftan ahiret hayatına ise karmaşık bir şekilde de olsa pek azı inanıyordu. Bütün Arap yarımadasında olduğu gibi Hicaz bölgesinde de din anlayışı, çok iptidaî bir durumda idi. Arapların Kâbe’den başka, Hicaz ve diğer yerlerde yüz kadar Tağut denilen tapınakları vardı. Araplar Kâbe’ye yaptıkları gibi onlara da saygı gösterirler, onları tavaf ederler, önlerinde kura (fal) okları çekerler, onlara hediyeler sunarlar ve kurbanlar keserlerdi. Bu tağutların başlıcaları el-Uzzâ, el-Menât, Zu’l-Halasa Tapınağı, Fels Tapınağı, Ruda Tapınağı ve Zu’l-Kaabat Tapınağı idi. Araplar her ne kadar bu putlara tapıyorlarsa da bazen bunlara hakaret de ederlerdi. İşlerine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı geldiği durumlarda ve çekilen fal okları isteklerine uygun bir şekilde sonuçlandığı zaman, memnun olurlar, aksi halde ise onlara hakaret ve hatta küfrederlerdi. Hanifler Bölgede yaşayan bazı kişiler, putlara asla tapmaz, başkalarının tapmalarına rıza göstermez, putlara kesilen kurbanların etinden yemez ve putperestleri de, bu eşyalara tapmamaları hususunda ikaz ederlerdi. Bu yüzden atalarının dinini reddeden bu insanlara, ‘atalarının dininden çıkmış’ (mürted) anlamında ‘Hanif’ derlerdi. Halbuki diğer yandan Hanif, ‘doğru yolda olan, doğruyu bulmuş’ anlamına da gelmekteydi. Kabileleri içinde saygınlıkları olmasına rağmen, çoğunlukla onlar tarafından da dışlanan bu insanların, zaman zaman yaptıkları şehirlerarası yolculuklarla ‘bir ve eşsiz olan Allah inancına bağlılık gösteren bir din’ arayışına giriştikleri hakkında çok sayıda rivayetler mevcuttur. Hatta Yahudilik ve Hıristiyanlığa meyledip orada karar kılan ve kılmayanlar da vardı. Haniflerin içinde en meşhur olanların isimleri şöyleydi: Varaka b. Nevfel, Zeyd b. Amr, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş, Ümeyye b. Salt ve Kus b. Saide. Mekke’nin İdaresi ve Kâbe Hizmetleri Mekke’nin çok eski sakinleri Kinâne ve Huzâ’a kabileleri arasında, Kâbe hizmetleri sebebiyle mücadeleler olmuş ve Kinâne, Kâbe hizmetlerini müstakil olarak yürütmeye başlamıştı. Mudar kabilesine de hac işlerini ifaya yarayacak bazı vazifeler vermişti, Kureyş Kinâne’nin kollarındandı. Mekke’de ikamet eden Kureyşlilere ‘Kureyşü’l-Bitâh’, Mekke civarında oturanlara ise ‘Kureyşü’z-Zevâhir’ denirdi. Mekke’deki Kureyşlilerin önemli vazifeleri vardı. Miladî V. asırda Kureyş’te riyaset Kusay b. Kilâb’da idi. Kusay, Huzâ’a kabilesiyle uzun mücadelelerden sonra idareyi eline geçirdi ve Mekke ile Kâbe’ye taalluk eden bir takım hizmetler ihdas etti. Kureyş’i Mekke’de topladı ve hepsini belli yerlerde iskân ederek, onlar için elMele’ adlı bir de meclis tesis etti. Bu meclis Kâbe ile ilgili her türlü iş ve hizmetlere bakacak, ticarî münasebetleri düzenleyecek, harp ve ittifak kararları alacaktı. “Unutmayın, insanlık için inşa edilen ilk mabed, Bekke'dekiydi: bereketli ve bütün alemler için bir rehber(lik kaynağı).” (Âl-i İmrân/3: 96) “Allah, Kâbe’yi, o Beytül-Haram’ı bütün insanlık için bir sembol kıldı ve (aynı şekilde) kutsal (hac) ayı ve boyunlarında takı olan kurbanlıklar, Allah’ın göklerde ve yerde olan her şeyin tam bilgisine sahip bulunduğunu size anlatmayı amaçla(yan sembollerdi)r.” (Maide/5: 97) Araplar putperest olmakla beraber, Kâbe’ye karşı her şeyden daha saygılı idiler ve çoğunu Kusay’ın ihdas ettiği Mekke ve Kâbe hizmetlerine ait diğer vazife ve hizmetleri ciddiyetle yerine getirirlerdi. Bu hizmet ve vazifeler şunlardır: Sidâne (Hicâbetü’l-Beyt): Kâbe’nin perdedarlığı, anahtar muhafızlığı veya haciplik vazifesidir. Bu görev Kusay’ın elinde bulunurdu. Kâbe’yi bu zat açıp Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı kapardı. Araplarca en yüksek makamdı. Kusay’dan, liva, sikaye ve rifade ödevleriyle birlikte oğlu Abdüddâr’a intikal etti. Mekke’nin fethinde (M. 63O) Hz. Peygamber Kâbe anahtarlarını, yine Abdüddâroğullarına (Osman b. Talha’ya) vermişti. Sikâye ve Rifâde: Cahiliye çağında Mekke’ye gelen hacılara tatlı su ve fakir olanlarına yiyecek temin etmek görevidir. Her iki vazife de Abdülmenafoğullarında idi. “Çünkü İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman (ona demiştik ki:) "Bana kimseyi ortak koşma! Ve Benim Mabedimi, onu tavaf edecek olanlar için, onun önünde (Rablerini tazim ve tefekkür ederek) dikilip duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut!" (Hac/22: 26) Ukab (Liva): KureyşIilerin Ukab (Karakuş) adında bir sancakları vardı. Kusay, ordu komutanlığı demek olan bu vazifeyi de bizzat elinde bulundururdu. Kusay’dan sonra bu vazife Abdüddâroğullarına geçti. Savaş sırasında Ukâb bu işle vazifeli bayraktara verilirdi. Bu vazifeye ‘Kıyâdetü’l-Cüyûş’ adı verilirdi. İdâre=Dârü’n-Nedve: Kusay’ın yaptırdığı ‘Dârü’n-Nedve’ adlı binada toplanan kurula ‘en-Nedve’ denirdi. Buraya kırk yaşından yukarı olan Mekkeli aile reisleri katılabilirdi. KureyşIiler’in nikâh merasimleri burada yapılır, savaş kararlan burada alınır ve büluğ çağına giren kızlara burada gömlek giydirilirdi. Sifâre: Kureyş ile diğer bir kabile arasındaki bir muharebeden sonra sulh yapmak istedikleri zaman bir sefir gönderirlerdi. Kabilelerarası müfaherette (övgü yarışı) de sözcülüğü bu sefir yapardı. Nizâre: Bir yerden başka bir yere gidecek olan eşyanın muayene edilmesi, mühürlenmesi, ruhsat kâğıdı hazırlama vazifesi idi. Kubbe: Savaş aletlerinin muhafızlığı vazifesidir. Kureyşliler harbe çıktıklarında bir çadır kurar, silah ve mühimmatı orada toplarlardı. Eysar: ‘Ezlam’ denilen fal okları ile fal açma işidir. Sefer ve muharebe gibi önemli işlere karar verileceği zaman oklarla kura çekerlerdi. Bu oklar ‘Hübel’ adlı putun yanında durur; fal, ona memur falcı tarafından açılırdı. Hâzin-i Emval: Harp için temin edilen malları, silahları muhafaza vazifesidir. Kıyâde (Kıyâdetü’l-Cüyûş): Ordu komutanlığı vazifesidir. Harp veya ticaret için yola çıkan toplulukların bir emiri bulunur ve seferde önde giderdi. Meşvere: Mühim işlerde bazı kimselerin görüş ve kanaatlerine müracaat etmektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Hz. Peygamber, hayatı boyunca, gerek amme işlerinde ve gerekse ailevî veya şahsî işlerinde istişareyi yönetim ve yaşam prensibi olarak görmüş ve uygulamıştır. Eşnak: Borçları ve para cezalarını takdir ve tadil hususlarına bakan bir görevdir. E’inne: Kureyş’in atlarına bakmak vazifesidir. Harp esnasında atların idaresi, bu görevi elinde bulunduran kişiye aitti. Hükûme: Halk arasında çıkan ihtilafları ve davaları görme ve onları halletme vazifesidir. Emvâl-i Muhaccere İdaresi: KureyşIiler’in Kâbe’deki putlar için vakfettikleri para, mücevherat ve benzeri kıymetli eşyanın muhafaza edilmesi vazifesidir. Beytü’lMal memuriyetine benzerdi. İmâret: Mescid-i Haram’a hürmeti sağlamak, söğüp sayma yüksek sesle konuşmak gibi saygısızlıklara mani olma vazifesidir. Mekke’ye ve Kâbe’ye taalluk eden bu hizmetlerin hepsi aynı derecede ve aynı ehemmiyette değillerdi. Ancak KureyşIiler bu tür vazifeleri çoğaltmak ve hemen her kabileye bu vazifelerden birini vermekle hem onları mesuliyet altına sokarak disiplin altına almış oluyorlar, hem de onları memnun etmiş bulunuyorlardı. Basit olmakla beraber, bu tür bir idareyi Cumhuriyet idaresine benzetmek mümkündür. Cahiliye Devri Araplarında İlim ve Kültür Cahiliye çağında Hicaz bölgesinde ilim ve maarif, bu iklimin ve göçebe hayatın ihtiyaçlarından doğan adet ve geleneklerin geliştirdiği bilgilerden ibaretti. Hicaz bölgesi halkı büyük ekseriyetle okuma yazma bilmeyen insanlardı. Okuma yazma bilenlerin sayısı azdı. İlim ve irfan için ne bir tahsil tarzları, ne de kitap okuma alışkanlıkları vardı. Onların bildikleri, asırlardır devam eden nakli bilgilerden ibaretti. Bu bilgiler de bazı zeki ve imtiyazlı kimselere mahsustu. Okuyup yazmayı da ticaretle uğraşanlar, nüfuzlu bazı asiller bilirlerdi. Büyük halk kitleleri ise tamamen cahildi. İlgili örnek videoyu izleyiniz. Cahiliye devrinde Araplarca bilinen ilimlerden bir kısmını kendileri icat etmişlerdir; diğer bir kısmını ise başka milletlerden almışlardır: İlm-i ensâb, şiir ve hitabet ilimleri Arapların kendilerine mahsus ilimlerdir. İlm-i nücûm, ilm-i ahval-i cevviyye (meteoroloji), ilm-i tıb, ilm-i hayl (at yetiştirme bilgisi), esatir (mitoloji), kehâne, ıyâfe (=zecr-i tayr: kuşların uçuşlarını ve bir yere konmasını yorumlayarak anlamlandırma), kıyafet (iz takip etme) gibi ilimleri de, başka milletlerden almışlardır ki, bunlara ulûm-i dâhile denir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı İlm-i Nücûm (Astroloji): Araplar bu ilmi Arabistan’a hicret eden Keldânilerden almış olmalıdırlar. Burçların isimlerini de Babilliler’den öğrenmişlerdi. Araplar bazı yıldızların isimlerini eskiden beri biliyorlardı. İlm-i Ahval-i Cevviyye (Meteoroloji): Araplar, yağmurlara ve rüzgârlara ait değişiklikleri yıldızlara bağlı zannederlerdi; yani bu ilim, ilm-i nücumun bir kolu gibi telakki edilirdi. Yıldızların insan fiilleri üzerinde tesiri olduğuna inanırlardı. Bulutların rengine bakarak yağmur yağıp yağmayacağını anlarlardı. “Beyaz bulut boştur, kırmızı bulut az yağmurludur, siyah bulut ise en çok yağmur yağdırır” sözleri dillerinde dolaşmaktaydı. Yolculuklarında yönleri ve yolları bilmek için rüzgârların estiği taraflara birer isim vermişlerdi: Kuzeyden esen rüzgâra ‘Saba’; güneyden esene ‘Yebur’; batıdan esene ‘Şimal’; doğudan esen rüzgâra da ‘Cenub’ derlerdi. Bazıları bunlara ilave olarak ‘Saba’ ile ‘Şimal’ arasında esen rüzgâra ‘Nekbâ’ veya ‘Nükeybâ’, ‘Cenub’a yakın yerden esen rüzgâra da ‘Mahvetü’ adını veriyorlardı. Esâtir (Mitoloji): Araplar bu ilmi de ilm-i nücûmun bir şubesi sayarlardı. Araplar da Yunanlılar gibi yıldızlara ilahlık isnad ederek onlara taparlar ve onlar adına putlar dikerlerdi. Meşhur ‘Lât’ putu, ‘Zühre’ yıldızı adına dikilmişti. Bundan başka ‘Güneş’, ‘Ay’ ve ‘Şi’ra’ yıldızına da ibadet ederlerdi. Yunanlılarda olduğu gibi bazı yıldızlar insan şeklinde tasavvur edilir, onların birbirleriyle evlendiklerine ve savaştıklarına inanılırdı. Kehâne ve Arâfe: Her iki kelime de ‘gaipten haber vermek’ manasına, gelmektedir. Cahiliye çağında Araplar, kâhinlerin her şeye kadir olduklarına inanırlardı. Aralarında ihtilaf çıktığında da, hastalandıklarında da onlara başvururlar, rüyalarını onlara tabir ettirirlerdi. Araplara göre putların içinde cinler bulunur, bu cinler kâhinlerle konuşur ve kâhinlere gökte neler olup bittiğini haber verirlerdi. Her kabilede, Arap yarımadası tarihinde meydana gelen önemli hadiseleri önceden bildiren kadın ve erkek meşhur kâhinler ve falcılar vardı. Kıyafe: Kıyafe de kehanetin bir koludur. Kıyafe, ‘iz arama ve bu izlerin incelenmesi ile sahiplerinin bulunması’ ilmidir. ‘Kıyafetü’l-eser’, insanların ve hayvanların kum veya toprak üzerinde bıraktıkları izleri ile onların sahiplerini bulmaya mahsus bir ilimdir. ‘Kıyafetü’l-beşer’ ise, iki kişinin organları arasındaki benzerlikleri mukayese ile aralarındaki nesep bağını bulma ilmidir. Bu, feraset nevinden bir ilimdir. ‘Beni Müdlic’, ‘Beni Leheb’ ve ‘Beni Mürre’ bu ilimde en mahir kabilelerdi. İlm-i Tıb: Araplar tıp ilmini Keldânîlerden almışlar, ancak diğer komşu milletlerden Yunanlılar, Romalılar ve İranlılar’dan da tıp sahasında istifade ederek onlardan aldıkları bilgileri kendi malumatları ile bir araya getirmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Araplar bir hastayı manevî ve maddî olmak üzere iki türlü tedavi ederlerdi: Okuyup üflemek, nüsha (muska) yazmak, Kâbe’ye kurban kesmek manevî tedavi iken; ilaç vermek, şerbet ve bal içirmek, kan aldırmak ve dağlatmak da maddî tedavi yoludur. Şaşıları tedavi için değirmen taşına baktırırlardı. Şiir Arabın divanıdır; tarihî her şeyini orada bulabilirsiniz. Şiir ve Edebiyat: Araplar şiir söylemekte hususi bir kabiliyete ve zevke sahiplerdi. Şiir ve edebiyat, onların fikri hayatlarının en başta gelen unsuru idi. En eski devirlerden İslam devrine kadar şiir geleneği her kabilede sürüp gelmiştir. Neşe ve kederlerini şiirle terennüm ederlerdi. Bütün kabilenin macerasını olduğu gibi, şahsi kahramanlıklarını, ahlaki ve terbiyevi duygularını da şiirle dile getirirlerdi. Şiirde bazen bin ölünün yokluğuna teessür olunur, bazen bir cengâverin kahramanlığı tebcil edilir, bazen da bir kabilenin bir muharebede gösterdiği şecaat ve cesaret tasvir edilirdi. Araplar, şiirin nazımlı ve kafiyeli olmasına özen gösterirlerdi. İslam’dan önce çok sayıda büyük Arap şairi yetişmiştir. Meşhur İmâmü’ş-Şu’ara ‘İmri’u’l-Kays’ bunların en büyüklerindendi. Onun dedesi ‘Mühelhel’ de, Araplarda ilk kaside söyleyen şairdir. İmriu’l-Kays’ın şiir sanatını Yunanlılar’dan öğrenmiş olması muhtemeldir. Arapların bu devirde inşad ettikleri şiirlerin büyük kısmı, ‘gazel’, ‘medhiye’ ve ‘fahriye’den ibaretti. ‘Hecâ’, ‘itâb’, ‘itizâr’, ‘zühd’, ‘risa’, ‘temâsed’ ve ‘vâid’ tarzındaki şiirler de vardı. Kadın, erkek her Arap şiir söylerdi. Şairlerin birbirlerine üstünlüğünü tayin için hususi meclisler kurulur, çocuklar bile şiir söylemeğe teşvik edilirdi. Şairlerin kabile içinde önemli bir yeri vardı. Her şair, mensup olduğu kabilenin şan ve şerefini yükseltmeğe hizmet eder; kabilenin tarihi meziyetlerini gelecek nesillere aktarırdı. İslam devri Arapları, cahiliye devri Araplarının tarihlerini de ancak bu şiirlerden öğrenerek yazabilmişlerdir. Sicistânî ancak bu sayede ‘Kitâbü’l-Mu’ammerîn’ adlı eserini yazabilmiştir. İbn Kuteybe, Câhız ve Dineverî, eserlerinde bu şiirlerden istifade ettiler. Eski Arapların dinleri ve içtimaî yapılarının tetkikinde de bunlara ihtiyaç duyulmuştur. Araplar şairlere fevkalâde hürmet ederlerdi. Cahiliye devrinin çok sayıda şairi arasında ‘Muallakat-ı Seb’a’ (Yedi Askı) şairleri İmriü’l-Kays, Tarefe, Amr, Haris, Lebid, Züheyr ve Antere en meşhurları ve en itibarlıları idiler. Araplar şairlerin hicivlerinden korkarlar, methiyeleriyle iftihar ederler ve onlar tarafından methedilebilmek için her türlü fedakârlığı göze alabilirlerdi. Araplar çok hassas bir kavim oldukları için beliğ ve sanatlı sözlerden de müteessir olurlardı. Bu sebeple hitabet, Araplar arasında mühim bir yer işgal ederdi. Hitabetin esasını haseb ve neseb, ahlâk ve terbiye gibi konular teşkil ederdi. Hatipler başlarına sarık sararlar ve ellerindeki değneklere dayanarak ayakta bazen de deve üzerinde nutuk irâd ederlerdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Şairlerden çoğu hitabetle ve hatiplerden büyük bir kısmı da şiirle uğraşmışlardır. Nutuklarında gayet beliğ cümleler kullanırlar, çocuklarını da güzel konuşmaya ve hitabete alıştırırlardı. Hatipler aynı zamanda kabilelerinin sözcüsü idiler. Cahiliye devrinin en meşhur hatibi ‘Kus b. Sâide’ idi. Hz. Peygamber bu zatı tanımış; onun ‘Ukaz’ panayırında bir deve üzerinde irâd ettiği meşhur nutkunu dinlemiş ve bundan daha sonraları bahsetmişti. Tarih: Cahiliye Arapları’nda bu gün anladığımız manada bir tarih ilmi mevcut değildi. ‘Eyyâmu’l-Arab’ adıyla bilinen kabileler arası savaşlar, Yemen’de Me’rib Seddi, onun yıkılışı ve Yemen’e ait bazı önemli tarihî hadiseler, ‘Zü-Nüvâs’ ve ‘Ashâb-ı Uhdûd’ (Yemen meliklerinden Zü-Nüvâs’ın Necrân ahalisinden yirmi bin kişiyi Hıristiyanlıktan Museviliğe geçmedikleri için hendeklerde yaktırması) hikâyesi, Habeşlilerin Yemen’i istilası, ashab-ı fil (istilâ için fillerle Kâbe’ye gelen Yemen ordusunun) hikâyesi, putlara ait hikayeler, Cürhümlüler’e ait hikâyeler, Zemzem’in kapanması ve bulunması, Kâbe’nin inşası ve tarihi, Hilfu’l-Füdul, Hılfu’l-Mutayyibîn ve Ficâr harpleri gibi büyük tarihi olaylar, Araplarca bilinen konulardı. ‘Ad’ ve ‘Semûd’ kabilelerine ait bilgiler, Tevrat’tan Belkıs ve Süleyman hikâyeleri de yine Arapların malumu olan tarihi hadiselerdi. HZ. MUHAMMED (S) Araplar için soy sop çok önemsenen bir unsurdur. Bu yüzden, çok gerilere giden atalarına kadar şecerelerini bilirlerdi. İnsanlık tarihi içerisinde çeşitli yönleriyle şöhret bulmuş insanların hayat hikâyeleri hakkında belki de en fazla bilgi sahibi olunan kişilerin başında İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s) gelmektedir. Buna rağmen onun da hayatının bazı kesitleri hakkında hemen hiçbir malumat bulunmamaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi 63 yıllık hayatının 23 yılını peygamberlikle geçiren Resulullah’ın, peygamberlik hayatı oldukça detaylı bilinmesine rağmen, 40 yaşında aldığı risalet görevinden önceki dönemi hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Mesela annesi ve babası hakkında çok sınırlı bilgilere sahip olmamıza rağmen, doğumu hakkında çoğu mucize anlatımlı oldukça fazla sayılabilecek detaylı bilgilere sahibiz. Yine 12 yaşına kadarki hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı bilgiler bulunmakla birlikte, bu yaştan 25 yaşına kadar çok az bilgimiz bulunmaktadır. Bu yaştaki evlilik ve ticaret hayatına devamı, 35. yılda cereyan eden bazı olaylar ve risaletinin hemen öncesine ait bazı anlatılar dışında, bu dönemler hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Soyu Hz. Muhammed’in soyu hakkında oldukça zengin malumat vardır. Bu durum sadece Hz. Peygamber’le ilgili olmayıp, diğer şahıslar için de geçerlidir. Bunu, Araplarda gelişmiş olan ‘ensâb’ ilmine borçluyuz. Bu ilmin gelişmesinin sebebi, Arapların asabiye sebebiyle atalarıyla övünmek için onları bilmeye ve sırasıyla saymaya duydukları ihtiyaçtır. Allah Resulu’nün soyunun kesin bilinen en son ismi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Adnan olup bundan sonraki isimlerde ihtilaf vardır. Fakat soyunun Adnan vasıtasıyla Hz İsmail’e ve dolayısıyla Hz İbrahim’e dayandığı kabul edilmektedir. İşte bu mezkûr isimlerden dolayı Hz Peygamber’in soyunun mensup olduğu Kuzey Araplarına, İsmâilîler veya Adnânîler denmektedir. Hz. Peygamber’in Adnan’a kadar genel kabul gören nesebi şu şekildedir: Muhammed (s) b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnan. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Arapların, Hz İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülalesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur. Hz. Resulullah, herkes tarafından bilinen asil, şerefli ve önemli bir ailenin ferdi olarak dünyaya gelmiştir. Sevenleri kadar sevmeyen düşmanları da onu, ailesiyle kınamamış; bilakis Arap geleneğinde kabul edildiği şekliyle asaleti tasdik edilmiştir. Soyu hususunda her hangi bir boşluğun olmamasını, Arap geleneğinden dolayı son derece normal görmelidir. Resulullah’ın büyük dedesi Kusay’ın Kâbe hizmetlerini taksim ederek Mekke’yi teşkilatlandırması, dedesi Abdülmuttalib’in Zemzem kuyusunu açarak Mekke’nin en büyük problemi olan su sıkıntısını çözmesi ve Yemen valisi Ebrehe’yle yaptığı konuşmanın akabinde Kâbe’nin Ebrehe’nin ordusundan korunması, bu sülaleye Mekkeliler nezdinde büyük itibar kazandırmıştır. İşte Hz. Peygamber, ailesinden dolayı böyle itibarlı bir ortamda doğmuş, büyümüş ve risalet görevine başlamıştır. Hz. Peygamber’in hayatını anlamak için onun Arap toplumundaki soyunun ve konumunun bilinmesi birçok açıdan önemlidir. Ona değer verilmesi, soyunun asaletiyle ilişkilidir. Çünkü asabiyette, ferdin kendi kişiliğinden daha çok ailesinin konumuna bakılıyor, daha sonra kişilik değerlendirmesi yapılıyordu. Öte yandan Resulullah’ın yetim olarak büyümesinin onun dünyasında oluşturduğu yerinin anlaşılması da önemlidir. Çünkü ezilmiş, itilip kakılmış ve horlanmış bir yetim ve öksüz olarak değil, bilhassa asil ve görgülü bir aile ortamında büyümüş; kendisine öksüz ve yetimliği hissettirilmediği gibi, tam tersine daha da kişilikli büyümesi için son derece sevgi ve şefkatle, belki de biraz şımartılarak, dede ve amcasının konumundan dolayı, başka çocukların görüp bilemeyecekleri hususları yaşayarak büyümüştür. Bu yüzden onunla ilgili olarak ortaya atılan ‘eziklik’ polemiklerini tamamen reddetmek gerekmektedir. Coğrafi ve stratejik konumları itibariyle ticaretten başka geçim yolları olmayan bu toplumun fertleri, ticaret sebebiyle kapalı toplum olmaktan kurtulmuş ve Hindistan ve Çin’e kadar birçok devleti tanımışlardı. Hz. Peygamber’in dedelerinin de geçimlerini bu şekilde sağladıklarını ve bu meslekî mirasın torunları Muhammed’e (s) de kaldığını görmekteyiz. Bu ticarî faaliyete önce amcası Ebu Talib’le, belli bir yaşa geldikten sonra da kendi adına katılan Resulullah’ın, ailesinin geçimini sağlayacak şekilde kazançlı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı ticarî faaliyetlerde bulunduğunu söylemek mümkündür. Fakat burada daha önemli olan, Allah Resulu’nün ticarî seyahatleri münasebetiyle tanıdığı ve muhtemelen amcası ve dedelerinin de aynı şekilde yakınlık kurduğu Habeşistan’ı ve yöneticilerini tanıması, Mekke’de işkence gören ashabını buraya göçe yönlendirmesidir. Mekkelilerin yaz ve kış devam eden ve bu sayede zenginleştikleri ticari seyahatlerine Kur’an-ı Kerim’de de vurgu vardır “Kureyş'in emniyeti sağlanabilsin diye, kış ve yaz seferlerindeki emniyeti. O halde bu Mabed'in Rabbine kulluk etsinler, O ki, aç kalmasınlar diye onları beslemiş ve tehlikelerden emin kılmıştır.” (Kureyş/106: 1-4) Resulullah’ın babası Abdullah gibi annesi Amine’nin de nesebi bilinmektedir. O da yine Resulullah’ın dedelerinden Kilab’ın Zühre adlı oğlundan gelen kabileye mensup olup, şeceresi şöyledir: Amine bt. Vehb b. Abdümenaf b. Zühre b. Kusay …. Resulullah’ın Babası, Annesi ve Doğumu Allah Resulu, yetim olarak dünyaya gelmiş ve altı yaşında da annesini kaybederek öksüz kalmıştı. Fakat yetim ve öksüz olmasının, onun manevi dünyasında bir yıkıma yol açtığını söylemek asla mümkün değildir. Allah Resulu’nün anne ve babası hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Babasıyla ilgili olarak aktarılan birkaç bilgiden biri, daha sonra Resulullah’ın dilinden, “Ben iki kurbanlığın oğluyum” rivayetiyle birleştirilerek anlatılacaktır. Buna göre, bu iki kurbanlıktan biri, kurban ibadetinin temelini oluşturduğu rivayetiyle bahsedilen babası tarafından İsmail’in (as) kurban edilme teşebbüsünü konu alan meşhur olaydır. Diğeri ise, Resulullah’ın dedesiyle ilgili bir rivayettir: Resulullah’ın dedesi Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’de oturduğu yerde uyuya kalmış ve bu esnada rüyasında Zemzem kuyusunun yerini görmüştür. Oğlu Haris’le birlikte rüyada kendisine işaret edilen yeri kazarak kuyuyu açığa çıkarmış, fakat kuyu temizlenip işlevsel hale gelince kabilesiyle arasında tartışma ve kavga çıkmıştır. Yalnızlığın verdiği duyguyla, çevresindekilerle baş edemeyince çocukları çok olursa kimsenin kendisine yan gözle bakamayacağını düşünerek, “bir gün on oğlu olursa, bunlardan birini Allah’a kurban edeceğini” söyler. Oğullarının sayısı ona ulaşınca, oğlu Abdullah’ı kurban etmek üzere ahdini yerine getirmek ister. Fakat toplumun ileri gelenlerinin itirazı üzerine 100 deve diyet vermek suretiyle çocuk kurban edilmekten kurtulur. İLERİ OKUMALAR İÇİN Araplarda çocuk kurbanı geleneği hakkında, Yavuz Yıldırım’ın “İslam Öncesi Arap Yarımadasında Çocuk Öldürme Olgusu” (İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, 2003, sayı: 7, s. 79-111) başlıklı makalesini okuyabilirsiniz. Diğer bir rivayet, yakışıklılığı ve duruşu ile dikkat çeken Abdullah’ın Amine bt. Vehb ile vuku bulan evliliğidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Diğer bir rivayet de, neredeyse tüm Mekkeliler gibi ticaretle meşgul olan Abdullah’ın, çıktığı ticaret yolculuğu esnasında, oğlunun doğumundan bir kaç hafta önce Medine’de vefat etmesidir. Bunun üzerine Hz. Muhammed ve annesi Amine’yi dede Abdülmuttalib himayesi altına aldı. Mekke’de dul kalan Amine, rivayetlere göre rahat bir hamilelik geçirmiş ve Resulullah’ın doğumu da oldukça rahat olmuştur. Doğum, genel kabule göre Fil Vakasından 50 gün sonra Rebiülevvel ayının 12’sinde (20 Nisan 571) vuku bulmuştur. İLERİ OKUMALAR İÇİN Fil Vakası hakkında, M. Mahfuz Söylemez’in “Fil Hadisesi’nin Arap Yarımadasındaki Etkileri Üzerine Bir İnceleme” (İslami İlimler Dergisi, 2006, cilt: I, sayı: 2, s. 115-130) başlıklı makalesini okuyabilirsiniz. Torununun doğumunu müjdeleyenlere hediyeler veren dede Abdülmuttalib, onu alıp Kâbe’ye giderek dualar etti, ‘herkesin onu övmesi ve yüceltmesi için’ ona ‘Muhammed’ ismini koydu ve bir ziyafet sundu. Yedi günlükken de onu sünnet ettirdi. Olağanüstü anlatımlara fazlaca yer veren kaynaklardan bir kısmı, Resulullah doğduğu gece dünyanın birçok yerinde harikuladelikler meydana geldiğini bildirmektedirler. Sütanneyle Birlikte Amine, oğlu Muhammed’i (s) birkaç gün emzirdirdikten sonra, sütanneye verilinceye kadar o, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından emzirildi. Süveybe, Hz. Hamza’yı da emzirdiği için, Allah Resulu aynı zamanda amcası Hamza ile sütkardeş de olmaktadır. Arap geleneklerine göre çocuklar doğar doğmaz bir sütanneye verilerek çöle gönderilirdi. Bunun birkaç sebebi vardı. En önemli sebep, bebeğin sağlık durumu idi ki, çöl havası şehre göre daha uygun ve daha müsaitti. İkinci sebep de, fasih dili benimsemek, öğrenmek ve geliştirmek, çölde, şehre göre biraz daha kolay, elverişli ve gerçekçiydi. Çöl kalabalık yerlere göre tabiata daha yakın ve insanı içine çekmekteydi. Bunu tüm Arapların yaşaması ve bilmesi istenir; bu yüzden çocuklar genellikle iki yıl sütannelerinin yanında kalırdı. Hz. Peygamber, sütannesi Halime, kocası Haris ve sütkardeşleri Şeyma ve Abdullah ile birlikte Beni Sa’d yurdunda en az iki yıl kaldı. Şakkus-Sadr (Şerhu’s-Sadr) Sütannesinin yanında iken, rivayetlere geçen tek olay dışında Allah Resulu’nün başından geçen herhangi bir önemli olay yoktur. Öyle anlaşılmaktadır ki, Resulullah da tüm çocuklar gibi köy hayatını yaşıyor ve evi sütkardeşleriyle Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı ortaklaşa paylaşıyordu. Bu olay da onun göğsünün yarılması olayıdır ki, kaynaklarımızda ‘Şakkus-Sadr’ veya ‘Şerhu’s-Sadr’ diye geçmektedir. Bu rivayete göre Resulullah, sütkardeşleriyle beraber köyün yakınlarında koyun güderken, yanlarına gelen üç kişinin onu alıp bir düzlükte yere yatırdıkları ve göğsünü yararak kalbini çıkarıp yıkadıkları ve şirk, günah, kötülük gibi her türlü pislikten temizlediklerini ve daha sonra kalbi yerine koyarak göğsünü kapattıklarını anlatılmaktadır. Bu olayı, Resulullah’ın bu yaşta günah ve kötülükten bir ameliyat vasıtasıyla kurtarıldığını düşünmek yerine, daha sonraki dönemlerde meydana gelebilecek her türlü zorluk ve sıkıntıya veya başarı ve zenginliğe karşı Allah Resulu’nun gönül dünyasının dayanıklı ve olgun hale getirilmesi olayının bir anlatım biçimi olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğunu düşünmekteyiz. Bu durum Kur’an’da İnşirah sûresinde de vurgulanmaktadır. Hatta bu göğsün yarılması rivayeti, birkaç kez vuku bulmuş olarak da anlatılmaktadır. Bunlardan biri vahiy almaya başladığı yani risaletle görevlendirildiği zaman, bir diğeri ise risaletin 9. yılında vuku bulan miraca çıkmasından öncedir. “Biz kalbini açıp ferahlatmadık mı, ve üzerinden yük kaldırmadık mı, o belini büken yükü? Şerefini ve itibarını yükseltmedik mi? Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır: Şüphesiz, her güçlükle bir kolaylık! Öyleyse sıkıntıdan kurtulduğun zaman sağlam dur, ve yalnız Rabbine sevgiyle yönel.” (İnşirah/94: 1-8) Bu dönemle ilgili diğer rivayetlerin tamamı, daha bu dönemde Allaha Resulu’nun hayatında başkalıklar göründüğü ve bulunduğu her ortamda bereketler ve bolluklar getirmesidir. Fakat çocuk, anlaşmaya uygun olarak iki yıl sonra geri getirildiği zaman, hem Halime’nin çocukla özdeşleşmesinden ve elde ettiği bereket ve bolluk hissinden dolayı ve hem de o esnada Mekke’de zuhur eden salgın bir hastalık yüzünden, Amine’nin çocuğun geri götürülmesini ve bir müddet daha çölde durmasının uygun olacağını söylemesinden dolayı, Hz. Peygamber’in sütannesinin yanında kalması, akranlarına göre daha uzun sürmüştür. Bu hususta kesin bir rivayet olmamakla beraber, annesinin Resulullah altı yaşında iken öldüğü göz önüne alındığında ve annesiyle birkaç yıl geçirdiği düşünüldüğünde, onun dört veya beş yaşına kadar çölde kaldığı tahmin edilebilir. Halime’nin Resulullah’ı iade etmesinden sonra, annesiyle birlikte kaldığı bu dönemde olanlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz veya dikkate değer bir husus olmadığını söyleyebiliriz. Resulullah altı yaşındayken bir gün annesi, onu Medine’deki Benu Adiy b. en-Neccâr kabilesinden olan dedesinin dayılarının yanına götürdü ve Medine’de bir ay kaldılar. Mekke’ye dönüşte Âmine, Ebvâ denilen yerde vefat etti ve orada defnedildi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Dedesi ve Amcasıyla Birlikte Allah’ın Resulu, sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in şefkat ve ihtimamıyla yaşadı. Abdülmuttalib onu hiç yanından ayırmaz, sürekli gönlünü okşar ve her gittiği yere onu da yanında götürürdü. Tıpkı annesinin dediği gibi, “benim bu oğlum ileride önemli biri olacak” diyerek torununda fark ettiği başkalığı vurgulardı. Abdülmuttalib 82 veya diğer bir rivayete göre 110 yaşında ölürken kendisinin torununa gösterdiği ihtimamı göstermesini tembihleyerek onu öz amcası Ebu Talib’e emanet etti. Zengin olmamakla beraber gönlü zengin ve cömert biri olan Ebu Talib yeğenine gereken ihtimamı hayatı boyunca göstermiştir. Aynı şekilde karısı Fatma bt. Esed de Resulullah’ı çocuklarından ayırt etmemiş; yetim ve öksüz Muhammed’e durumunu hissettirmeyecek biçimde bir hayat yaşatmıştır. Allah Resulu ondan bahsederken, “Annemin vefatından sonra, o benim annem olmuştu” diyecek ve ölünceye kadar ona hürmet ve hizmette kusur etmeyecektir. Hz. Muhammed, dedesinden gördüğü ihtimam ve sevgiyi amcasından da görürken, bir yandan gelişmekte ve gençliğe erişmektedir. Maddi durumu bozulan amcasına yardım etmek ve aile bütçesine katkıda bulunmak için, çok genç yaşta hayatını kazanmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu bağlamda onun daha ergenlik yaşlarında Mekkeliler için çobanlık yapmaya başladığını; dokuz-on yaşında (başka bir rivayette 13 yaşında) iken Suriye’ye bir kervan götürmekte olan amcasına yardımcı olmak amacıyla refakat ettiğini (bir başka rivayete göre, amca Ebu Talib, onun Mekke’de yalnız kalmaması ve yanından ayırmamak için yeğenini kervana aldığını) biliyoruz. Aslında normal bir ticarî seyahat olan bu yolculukta, tartışmalı bir rivayete göre, Dımaşk’ın güneyinde bulunan ‘Busra’ kasabası yakınında bir manastırın rahibi olan ‘Bahira’ ile tanıştılar. Rahip Bahira aslında kimseyle görüşmeyen biri olmasına rağmen, o sırada kervan hakkında tespit ettiği bir harikuladelikten dolayı, tüm Kureyş kervanını misafir etmiş ve Resulullah’ı tanıdıktan sonra, onun “çıkması beklenen peygamber olabileceğini” söyleyerek, amcasına, “bu çocuğa çok dikkat etmesini ve Yahudiler’den uzak tutmaya özen göstermesini” tembih etmiştir. Hayatının bundan sonraki yıllarını Mekke’deki amcasıyla çalışarak ve ticaretine yardım ederek geçirmiştir. Ancak Allah Resulu’nün bundan sonra risaletine kadarki hayatı hakkındaki bilgiler oldukça az olup, şimdi o konulara temas etmek istiyoruz. Ficar Harplerine İştiraki Cahiliye döneminde Araplar arasında bazen yıllarca devam eden savaşlar meydana gelirdi. Ticareti güvenle yürütmek ve belli zamanlarda Kâbe’yi ziyaret edebilmek için aralarında ‘Haram Aylar’ (savaşmanın haram kabul edildiği aylar) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı ihdas etmişler ve bu suretle rahat ve güvenle seyahat yapma imkânı elde etmişlerdi. Yasağın ihlal edilerek bu aylarda harpler yapılmasından dolayı, Hz. Peygamber’in gençliğin de Kureyşlilerin de katıldığı bir dizi harplere ‘Ficar Harpleri’ denilmiştir. Resulullah’ın bu harplere iştirakiyle ilgili farklı rivayetler vardır. Bunları genel olarak şöyle değerlendirmek mümkündür. Ya onun çocukluk ve gençliğinde tek bir harp olmuş veya Hz. Peygamber vuku bulan harplerden sadece birine iştirak etmiştir ya da durum ve pozisyonuna göre, vuku bulan birkaç harbe iştirak etmiştir. Çünkü bazı rivayetlerde onun savaş alanının gerisinde atılan okları toplayarak amcalarına getirdiğinden bahsedilir. Bu durumda Resulullah çocuk yaşta olmalıdır, yoksa bu iş, bir kabile toplumunda yetişkin bir genç için basit ve aşağılayıcı olabilir. Yine bir başka rivayette ise ok veya mızrak kullandığından söz edilmektedir. Bu durumda savaşa katılabilecek yaşta olduğu düşünülebilir. Hatta bu iki olay ayrı zamanda meydana gelmiş olup, küçük olduğu bir savaşta ok, daha büyük olduğu sonraki bir dönemde ise mızrak kullanmayı tecrübe etmiş olması muhtemeldir. Hilfu’l-Fudûl Andlaşması Resulullah (s) gençliğinde katıldığı ‘Hılfu’l-Fudul’ için, yıllar sonra, “bugün olsa aynı işi yapar ve o antlaşmaya iştirak ederdim” demiştir. Gençlik yıllarıyla ilgili diğer rivayet de, Allah Resulu’nun Hılfu’l-Fudûl Antlaşması’na iştirak etmesi ve bu husustan bahsettiği sonraki yıllarda, “bugün olsa aynı işi yapar ve antlaşmaya iştirak ederdim” diyerek, bu antlaşmayı övmesidir. En çok kabul gören rivayete göre, Yemenli bir tüccarın getirdiği malı alan Âs b. Vâil, ödemeyi yapmamış ve yapmayacağını da söyleyerek adamı terslemişti. Adam malının karşılığını kesin olarak alamayacağını anlayınca, herkesin bulunduğu bir sırada Kâbe’ye gidip feryat ve figanla durumunu anlatarak yardım istemiştir. Orada bulunan herkes adama hem acımış, hem üzülmüş ve hem de utanarak, böyle bir olayı yapanlardan bunun hesabını sormak gerektiği kanaatine varmışlardı. Aralarında bazı aşiret lider ve ileri gelenleri ile Resulullah’ın da bulunduğu bir grup insan, Abdullah b. Cüd’an’ın evinde toplanarak ne şekilde hareket edilmesi gerektiği hususunda sözbirliği ettiler: “Mekkeli veya Mekke dışından gelmiş olan herhangi bir insan, hangi sebeple olursa olsun zulme ve haksızlığa uğramış ise, mazlumun hakkı geri alınıncaya kadar zalime karşı mazlumun yanında hareket etmek” üzere yeminleştiler ve ilk icraat olarak Âs b. Vâil’den Yemenli’nin hakkını alıp iade ettiler. Daha sonraki dönemlerde de bu kurum gerektiği durumlarda benzer uygulamaları icra etmekten geri kalmamıştır. Bundan sonraki dönemlerde Allah Resulu’nun yaptığı şey, rivayetlerde herhangi bir detay olmamasına rağmen, ticarete devam etmesi ve bunun için de gerektiği durumlarda Suriye, Yemen vb. yerlere gitmiş olmasıdır. Hz. Hatice İle Evliliği Bundan sonraki döneme ait rivayetler arasında sırasıyla zikredilecek olan, öncelikle Resulullah’ın evliliğidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Allah Resulu hakkındaki rivayetlerden onun bazı yeteneklerini, huylarını ve karakterine ait birçok ipuçlarını yakalamaktayız. Risalet öncesi dönemde onunla ilgili bize kadar ulaşan bilgilerden anlıyoruz ki, o şair değildir, çok konuşmayı sevmez, kahraman değildir (mesela adı Hamza gibi Aslan avcısına çıkmamıştır), Mekke’de lider konumda değildir. Ama peygamberlik öncesinde ve sonrasında dost düşman, seven sevmeyen herkesin ittifakla söylediği ve itiraf ettiği bir yönü vardır ki, o da ‘emin’ (güvenilir) olmasıdır. Bu durumun onun ticari hayatında lehine kazanç sağladığını düşünebiliriz. Bu da onun hem kazançlı çıkmasına hem de çevresini genişletmesine yol açmıştır. Güvenilir olmasının sonuçlarından biri de Hz. Hatice ile olan evliliğidir. Hz. Peygamberin ticari hayatıyla ilgili rivayetlerden çıkardığımız sonuca göre o, bazen amcası ve kendi adına seyahate çıktığı gibi, bazen de başkaları adına ticaret yaptığı oluyordu. Bir gün Mekke’nin zenginlerinden olup, ticari işlerini daha çok emrindeki adamları ve vekilleri vasıtasıyla yürüten dul bir hanım olan Hatice bt. Huveylid’in mallarını satmak için anlaştı. Yemen yolundaki Hubaşe’ye gidecekti. Resulullah bu ticaretten büyük bir karla döndü ve bu anlaşmayı diğerleri takip etti. Hz. Hatice yapılan ticaretten elde ettiği kârdan memnundu. Hatta Resulullah’la birlikte yolculuk yapan kölesi Meysere’nin Resulullah hakkında anlattıklarını ve onunla ilgili saygı ve övgü dolu ifadelerini de dinlemekten kendisini alamıyordu. Zenginliği ve güzelliğinden dolayı şimdiye kadar yapılan birçok evlilik teklifini reddeden Hatice, kendisinin de beğendiği ve uzaktan uzağa tüm hal ve hareketlerini takip ederek soruşturduğu Hz. Muhammed’e evlilik teklifi yaptı. Bu sırada genel kabul gören rivayetlere göre Hatice 40, Peygamberimiz ise 25 yaşlarındaydı. Resulullah da bu teklifi amcasıyla paylaşarak değerlendirdi ve kabul etti. Hz. Hatice validemiz, Resulullah (s) için, bir eş olmaktan çok daha fazla bir şeydir.… Mekke’de çok eşlilik yaygın olmasına rağmen Allah Resulu, Hz. Hatice’nin vefatına kadar, ikinci bir eş almadı ve bu evlilikten dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. İlk doğan çocuk Kasım'dı ve Peygamberimiz, ondan dolayı ‘Ebu'lKasım’ künyesini taşırdı. Kasım iki yaşlarında vefat etti. Peygamberimizin ikinci çocuğunun ismi Abdullah olup, Tayyib ve Tahir lakaplarıyla da anılır. Bundan sonra Hz. Hatice'den ilk doğan kızı, Hz. Zeyneb idi. Zeyneb doğduğu zaman, Peygamberimiz (s) otuz yaşında bulunuyordu. Zeyneb'den sonra, Rukiyye doğdu. Hz. Rukayye doğduğu zaman, Peygamberimiz (s) otuz üç yaşında idi. Hz. Rukayye'den sonra, Hz. Ümmü Külsûm doğdu. Hz. Ümmü Külsûm'dan sonra, Kâbe’nin inşa edildiği yıl Hz. Fâtıma doğdu. Bu evliliğin verdiği huzur ve mutluluk vefatına kadar, Allah Resulu’nun ağzından düşmeyecek ve her zaman Hz. Hatice’den hayır ve minnetle bahsedecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Hz. Hatice Resulullah’a olduğu kadar onun hısım ve akrabası ile sütanne ve kardeşlerine de her fırsatta izzet ve ikramda bulunmaktan geri kalmamıştır. Resulullah’a peygamberlik görevi verildiği zaman dört kızı hayatta idi. Fakat evindeki çocuklar sadece bunlardan ibaret değildi. Daha evliliğinin ilk yıllarında Hz. Hatice, satın aldığı Zeyd b. Harise adındaki köleyi Allah Resulu’ne hediye etti ve o da onu azad ederek evlat edindi. Bundan başka diğer bir kişi de amcası Ebu Talib’in oğlu Ali idi. Onun Allah Resulu’nün ailesine katılması şöyle olmuştur: Resulullah’ın amcası Ebu Talib kalabalık bir nüfusa sahipti. Ailesinin geçimini sağlamakta zorlanan Ebu Talib’in sıkıntı yaşadığını fark eden Peygamberimiz, Mekke’nin zenginlerinden olan amcası Abbas'a, zaten yokluk içindeki Ebu Talib’e iyice sıkıntı veren kıtlığın onun belini iyiden iyiye büktüğünü hatırlatarak, yardımcı olmaları gerektiğini söyledi. Her biri birer çocuğunu yanlarına almakla onun yükünü paylaşabileceklerini düşündüler. Durumu Ebu Talib’e açtılar. O da, "Akîl ve Talib'i bana bırakın, diğerlerinden istediğinizi alın." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer'i yanına aldı. Kâbe Hakemliği Allah Resulu 35 yaşlarındayken binası yıpranan Kâbe’nin onarımı için Kureyş’in bir teşebbüsünden ve Resulullah’ın da burada Hacerülesved’i yerine yerleştirmesinden bahsedilir. Rivayetlere göre daha önceleri de Kâbe birkaç yangın ve sel felaketine uğramış bir durumda olup yıllardır herhangi bir tamir geçirmemişti. Esasen halk da onun bir tamir görmesini istiyordu; ama onları engelleyen iki şey vardı. Birincisi tamir malzemesini temin edememek, diğeri ise, bu mübarek ve kutsal binanın tamirine yeltenme cesaretini kendilerinde bulamamak. İşte tam bu sıralarda Cidde’de karaya vurmuş büyük bir geminin enkazının bulunduğu haberini aldılar. Aralarında yaptıkları kısa bir istişareden sonra, malzemeyi satın alıp tamire başlamaya karar vererek dediklerini de yaptılar. Tamirin önündeki engel çözülmüş ancak yıkım ve yapım işinde ihtilaf çıkmıştı. Sonunda onu da çözerek, bu işleri kabileler arasındaki bir taksimatla hallettiler. Hayırlı ve doğru bir iş yaptıklarını söyleyerek ve birbirlerini yıkım işine de ikna ederek inşaata başladılar. İnşaat yapımı huzur ve sükûnet içinde devam ederken duvarlar yükselmiş, fakat Hacerülesved’in yerine konması işinin kim tarafından yapılması gerektiği hususunda ihtilaf çıkmıştı. Bu husus ciddi bir şekilde tartışılmış, herkes gerilmiş ve kavga yapacak hale gelmişti ki, içlerinden biri, ‘Kâbe’nin çevre kapısından ilk girecek kişinin hakemliğini’ teklif etti. Herkes bunu kabul etti ve beklemeye koyuldular. Derken kapıdan ‘Muhammedü’l-Emin’in girdiğini görünce memnun oldular. Çünkü onun, emin ve adil biri olduğuna, doğru ve yerinde bir karar verebileceğine kanaat getiriyorlardı. Nitekim ona teklif yapılınca, o herkesi memnun eden bir karar vererek, genişçe bir yaygı getirilip, Hacerülesved’in de Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı onun üzerine konmasını ve her kabilenin temsilcisinin yaygının bir kenarından tutarak onu taşımalarını önerdi. Herkes bunu kabul ve icra edince, Hacerülesved’in yerine konma işini de bizzat kendisi yaptı ve böylece herkes memnun oldu. Yalnızlık Sevgisi ve Hıra’ya Çekilmesi Bundan sonraki rivayetler, Allah Resulu’nün sebebini bilmediği bir biçimde yalnız kalma arzusu duyması ve bunu gerçekleştirmek için de dedesi ve Mekke’deki bazı insanların dağlara veya mağaralara çekildiği gibi bir mağaraya çekilmesi olayı hakkındadır. Rivayetlere göre 37-38 yaşlarında olduğu sıralarda Allah Resulu’nün gönlünde uyanan ve sebebini bilmediği bir arzuyla yalnız kalmak istediğini ve derin derin tefekküre daldığını görmekteyiz. Belki Mekkelilerin içinde bulundukları çok karışık ve ibtidai dinî manzaradan sıkılıyor ve üzüntü duyuyordu; hayatın anlamını, insanların neden yaratılıp kâinatın sonunda ne olacağını, bunca nimet ve varlığın kimin için, neden ve nasıl yaratıldığını ve öldükten sonra ne olduğunu sormaya başlamıştı. Çok sık zuhur eden böyle günlerde Hz. Muhammed, Mekke’nin kuzeydoğusunda ve 5 km.’lik mesafedeki ‘Cebelu’n-Nur’daki (Nur Dağı) ‘Gâr-ı Hıra’ya (Hıra Mağarası) çekilerek kendini manevi murakabeye vermekteydi. Bu tarzın dedesinden kaldığı ve belki de çocukluğunda bu mağaraya gelirken yanında sevgili torununu da getirdiği ve Resulullah’ın da zihninde kalan bir uygulama olduğu düşünülebilir. Bilhassa ramazan ayı boyunca yaptığı bu inzivaya çekiliş, çok hoşuna gidiyor, onu ruhî ve manevî bir sükûn ve tatmine kavuşturuyordu. Burada belki tefekkürün dışında bazı ibadetlerle de meşgul olduğu düşünülebilir, ama bunların mahiyet ve biçimleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Rüyaları İlk vahyin nüzulune yakın zamanlarda, Allah Resulu’nün (s) gördüğü rüyalar, gündüz gibi açığa çıkmaya başlamıştı. Yine Allah Resulu’nun 39 yaşından sonra müşahede ettiği hususlardan birinin de, geceleyin gördüğü rüyaların ertesi gün aynen açığa çıkması ve kendisinin de bunu fark etmesi olduğudur. Bunun ne sıklıkla ve nasıl olduğu hakkında detaylı bir bilgimiz olmamakla beraber, Resulullah’ın bu duruma bir anlam veremediği veya buna bir anlam yüklemediği anlaşılmaktadır. Ancak bu durumu, bu sürecin sonunda aldığı ‘Risalet’ görevi ile irtibatlandıran bazı alimler, bu rüyaların ilk vahiyler olduğunu veya ilk vahiylerin de rüya yoluyla gelmiş olduğunu söylemişlerdir ki, buna katılmadığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü bu hali ne vahiyle irtibatlandırmak doğrudur, ne de bizzat Allah Resulu’nün bu hususta bir beyanı vardır. Bununla birlikte vahyin rüya yoluyla gelebileceğini söyleyen alimlerin bulunduğunu da hatırlatmak istiyoruz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı • Bu inziva ve itikaflarının sonunda bir gece ‘vahiy’ hadisesi vuku buldu. Ramazan ayının sonuna doğru son on gün içinde bir gece Cebrail ona Allah’ın kendisini insanlara peygamber olarak seçtiğini bildirdi. O 40 yaşındaydı ve tarihler 610 yılını gösteriyordu. Tartışma İlk Vahiy •Hz. Muhammed'in (s) Hicaz bölgesine Peygamber olarak gönderilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Konuyu gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Bireysel Etkinlik Hz. Peygamber’in (s) vahiy alışı, rivayetlerde ayrıntılı olarak bildirilmiştir. Tarihî bir hadiseyi anlamanın yollarından biri de, o olayı zihnimizde hayal ederek canlandırmak ve empati yaparak anlayabileceğimiz şekilde kurgulamaktır. Allah Resulu’nün (s) vahiy alış sahnesini, biz de Hıra Mağarasına giderek ve onun halini zihnimizde canlandırarak düşünebiliriz. Böyle bir süreci idrak edip anlayabilmenin ve aynı şeyi diğer tüm tarihî hadiselere de uyarlamanın çok kere mümkün olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü bunu yapacak kadar bol rivayete sahip olduğumuzu düşünmekteyiz. • Allah Resulu'nun (s), sizin en çok neyiniz olmasını arzu ederdiniz? Empati ve hayalle düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı • Allah Resulu Hz. Muhammed'in (s) hayatının bilinmesi kadar, Kur'an-ı Kerim'in de hakkıyla anlaşılabilmesi için 'Cahiliye Dönemi' diye adlandırdığımız İslam öncesi dönemin bilinmesi gerekmektedir. Burada 'cahiliye' kelimesi, 'bilgisizlik' anlamında değil, 'Araplar'ın İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini' ve bilhassa 'şirklerini' ifade eden bir kavram olarak anlaşılmalıdır. • Araplar esas olarak Hz. İbrahim (as) ve oğlu İsmail'i (as) tanımışlar ve peygamber olarak kabul etmişlerdi. Bu yüzden tüm Hicaz bölgesi Arapları için önemli şahsiyetler olarak konumlandırılmışlar ve getirdikleri dini gelenekleri sürdürmüşlerdi. Bunların başında Mekke'ye önem ve kişilik katan Kâbe gelmekteydi. Kâbe'nin tüm Araplar'ca kutsal kabul edilmesi, buranın ziyaretine ve diğer taraftan da, ticaret ve kültür merkezi olmasına yol açmıştı. • Coğrafi konumu itibariyle hiç cazip olmadığı için herhangi bir saldırı ve işgale uğramadan asırlarca asıl kimliğini ve konumunu korumuş, bu durum da toplumda bilhassa şiir ve efsane gibi sözlü kültür unsurlarının iyi bilinmesine ve çok güçlü bir kabile dayanılşmasına yol açmıştı. Öyle ki, herkes kabilesine dayanmak ve yaslanmak zorundadır ve bu dayanışmanın dışında da asla hareket etmesi beklenemez. • Toplum bir yandan İbrahim ve İsmail Peygamberler'in (as) şeriat ve gelenekleri kısmen sürdürürken, diğer yandan da zamanla bu unsurlara şirk ve putperestlik karıştırmıştır. Hatta her kabilenin, her evin ve neredeyse her şahsın putu vardı. Bir ve Yüce olan Allah'ı biliyor ve kabul ediyorlar, ancak onun yanında kendilerine şefaat edeceklerine inandıkları diğer varlıklara da tapmak suretiyle, Allah'ın zat ve sıfatına eş ve eşit varlıkları kutsuyorlardı. Bunların arasında putlar kadar, melekler ve çok sayıdaki yıldızlar da vardı. Ahirete inanmıyorlar ve 'zaman'a özel bir güç ve kutsiyet yüklüyorlardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Özet İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı •Çok sayıdaki bu müşrikler yanında az sayıda da olsa Yahudi ve Hıristiyan da vardı. Bunların bir kısmı yabancı kökenli olup köle ve mevalidendi. Ayrıca o bölgeden olan ve toplumun dini geleneklerine karşı çıktığı için 'Hanif' diye adlandırılan birkaç kişi de vardı ki, bunlar Hz. İbrahim'in (as) dininin saflığını ve doğruluğunun arayıcıları olup ne putlara taparlar, ne putlara kesilen kurbanların etinden yerler ve ne de fısk ve günaha meylederlerdi. •İşte Allah Resulu Hz. Muhammed (s) böyle bir ortamda doğdu ve büyüdü. Ailesi, anne ve baba itibariyle Araplarca asil ve şerefli kabul edilen bir aileden olup, Resulullah'ın doğumu ve ilk çocukluk yıllarında Mekke'nin lideriydi. Dedeleri Mekke şehir ve halkına çeşitli hizmetler etmiş ve toplum içinde saygın yer edinmiş bir aileydi. Mekke şehri, Kâbe merkezli çeşitli görevleri üstlenmiş ailelerce yönetilir ve her aile (kabile), yönetimde ortak hakka sahiptir. Ancak bu hakkı kabilesinin gücü, nüfuzu ve zenginliği oranında kullanabilirdi. •Mekke, Rebiülevvel ayının 12’sinde (20 Nisan 571), dünyanın kaderini değiştirecek ve kıyamete kadar kendinden övgüyle söz ettirecek bir şahsın doğumuna şahit oldu. Kırk yaşında peygamberlikle görevlendirilecek Muhammed adı verilen bu bebeğin babası Abdullah, doğumundan önce ölmüştü. Araplardaki geleneğe göre doğumdan hemen sonra Beni Bekr kabilesinden Halime adlı bir kadına süt çocoğu olarak verildi ve yaklaşık olarak 4-5 yaşına kadar orada kaldı. 6 yaşında da annesini kaybeden Muhammed (s), vefatına kadar dedesinin sevgi ve himayesinde büyüdü. Mekke'nin lideri olan dedesi Abdulmuttalib, torununa özel bir ihtimam gösterir ve onu yanından ayırmazdı. Ancak iki yıl sonra vefat etmeden önce, torununu büyük oğlu ve Muhammed'in (s) öz amcası Ebu Talib'e emanet etti. •Amcasının yanında ve onun çocuklarıyla birlikte büyüyen Muhammed (s), amcasının mesleğini edindi ve genç yaştan itibaren ticaretle meşgul oldu. Bu ticareti esnasında Şam'dan Yemen'e kadar birçok yeri görüp tanıma imkânı buldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Ödev Özet İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı • Ticaret hayatı esnasında onun, kabilesi ve Mekke toplumuyla münasebetleri de son derece olumlu olup, kişilik ve dürüstlüğüyle tanınmış, 'Emin (güvenilir) Muhammed' anlamında 'Muhammedü'lEmin lakabını almıştı. Herkes tarafından sevilip güvenilen bir kişi olmak, onun hem Hz. Hatice ile olan evliliğinde ve hem de Kâbe'nin tamiri esnasında Hacerül Esved'in yerine konmasında belirleyici olacaktır. • Hz. Muhammed (s), kabilesinin bir üyesi olarak, cereyan eden birtakım olayların içinde de yer almıştır. Mesela Ficar savaşları denen ve çocukluk ve gençlik çağlarında vuku bulan harplere iştirak ederek yaşına ve durumuna göre pozisyon almıştır. Yine daha sonraki dönemlerde hakkında övgüde bulunduğu 'Hilfu'l-Fudûl' denen ve hakkı yenenleri ve ezilenleri koruma ve kollama işini üstlenen bir cemiyette fiili olarak yer almıştır. • Hz. Peygamber'in Hz. Hatice ile olan evliliğinden 6 çocuğu olmuş, Araplardaki çok eşlilik geleneğine rağmen, Hz. Hatice ölünceye kadar, Allah Resulu başka bir kadınla evlilik yapmamıştır. Bir eş olduğu kadar, arkadaş, danışman, yardımcı ve koruyucu da olan Hz. Hatice, Allah Resulu'ne 'ilk inanan' kişi olarak da tarihe geçmiştir. • Allah Resulu Hz. Muhammed (s), 40 yaşlarına doğru içinde yanlızlık sevgisi ve yanlız kalma hissi duymuş ve bunu gidermek için de Mekke yakınlarındaki Nur Dağında yer alan 'Hıra Mağarası'na gidip gelmeye başlamıştır. Öyle ki, yanına bir miktar azık alır, o yiyecek bitinceye kadar, günlerce bu mağarada kalır, tefekkürle vaktini geçirirdi. • İşte böyle bir vakitte, yalnız başına mağarada tefekkürle meşgulken Cebrail gelerek kendisine 'Peygamberlik Görevi'nin verildiğini söylediğinde, kendisi 40 yaşındaydı ve tarihler 610 yılını gösteriyordu. • Allah Resulu'nun zamanında mı yaşamak isterdiniz, yoksa onun mu şimdi yaşamasını isterdiniz? Her ikisi de olamayacağına göre, kendi durumunuzu ifade eden algıyı, yani onun tebliğini kendi dünyanıza taşımayı 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Terim olarak ‘cahiliye’, aşağıdakilerden hangisine karşılık gelmektedir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Okuma yazma bilmeme b) Cehalet içinde yüzme c) Arapların İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkileri d) Arapların İslamiyet gelmeden önceki dinlerinin adı e) Hz. Peygamber’e kadar geçen zaman dilimi 2. Mekkelilerin ahiret inancı açısından aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Çoğu Ahirete inanırlardı. b) Ahiret yerine ‘zaman’ın her şeyi halleden bir gücü olduğuna inanırlardı. c) Reenkarnasyona inanırlardı. d) Ahireti hiçbir zaman duymamışlardı. e) Azı ahirete inanmazdı. 3. Hz. Peygamber’in nesbî kimliğini aşağıdakilerden hangisi daha iyi ifade eder? a) Asil, hür, Kureyş b) Arap, Adnani, Kureyşi, Haşimi c) Abdullah’ın oğlu d) Mekki, hür e) Muttalibi, Kureyşi , Mekki 4. Hz. Peygamber’in sütannesi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur? a) Kureyş-Halime b) Kureyş-Fadime c) Sa’d-Halime d) Bekr-Şeyma e) Kureyş-Ümmü Eymen 5. Ficar harpleri ne zaman olmuştur? a) Hicretten sonra b) Peygamberimizin çocukluk ve gençliğinde c) Peygamberimizin doğumundan çok önce Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı d) Fil olayının akabinde e) Vahiy almaya başladıktan sonra Cevap Anahtarı: 1.c 2.b 3.b 4.c 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasî, Düşünce Kitabevi, Bursa 2004. Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi (I) Hz. Muhammed (sav) Dönemi, Ensar Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009. Azimli, Mehmet, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yay. Ankara 2010. Belâzurî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir, Ensâbu’l-Eşrâf, Mısır 1379/1959. Berki, Ali Himmet-Osman Keskinoğlu, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, DİB Yay., Ankara 1966. Çağatay Neşet. İslâm Dönemine Dek Arap Tarihi, Ankara 1993. Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet” maddesi, DİA, III,453-455. Dahlan, Ahmed Zeynî, Sîretü’n-Nebî, Beyrut, tsz.. Derveze, İzzet, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammedin Hayatı I-III, çev.: Mehmet Yolcu, Ekin Yay., 3. Baskı, İstanbul 1988. Diyârbekrî, Hüseyin b. Muhammed b. Hasan, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs III, Beyrut tsz.. Esed, Muhammed, Kur’ân Mesajı, Meal-Tefsir, çev.: C. Koytak-A. Ertürk, İşaret Yay., 6. Baskı, İstanbul 2004. Ezrakî, Ebû’l-Velîd Muhammed b. Abdillâh, Ahbâru Mekke ve mâ Câe fîhâ mine’lÂsâr, Mekke 1385/1965. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti) I-II, çev. Salih Tuğ, İrfan Yay., 5. baskı, İstanbul 1990. Hamidullah, Muhammed, “Hilfü’l-Fudûl” maddesi, DİA, XVIII,31-32 Heykel, M. Hüseyin, Muhammed, Hz. Muhammed’in Hayatı I-II, çev. Vahdettin İnce, Yöneliş Yay., İstanbul 2000. Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi I-IV, çev. SalihTuğ, İstanbul 1980 Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi-İlk Dönem, 5. Baskı, Ankara Okulu Yay., Ankara 2006. İbn Habib, Ebû Ca’fer Muhammed b. Habîb b. Ümeyye Bağdâdî, Kitâbu’lMünemmak fi Ahbâri Kureyş, Beyrut 1405/1985. İbn Hacer, el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddin Ahmed b. Ali, el-İsâbe fî Temyîzi’sSahâbe, Kahire 1358/1939. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî, Cevâmi’u’s-Sîreti’nNebeviyye, Mısır tsz.. İbn Hazm, Cemheretu Ensabi’l- Arab, Beyrut 1983 İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Eyyûb el-Himyerî, es-Sîretü’nNebeviyye, Beyrut 1391/1971. İbn İshâk, Ebû Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr, Sîre, Konya 1981. İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed, Zâdü’l-Me’âd fî Hedyi’l-Hayri’-l-’İbâd, Mısır 1390/1970. İbn Kelbi, Putlar Kitabı-Kitabu’l- Asnam, çev. Beyza Düşüngen, Ankara 1969 İbn Kesîr, İmâmüddin İsmâil b. Ömer, Ebü’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut 1386/1966. İbn Kesîr, İmâmüddin İsmâil b. Ömer, Ebü’l-Fidâ, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1396/1976. İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed ez-Zührî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut 1380/1960. İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddin Muhammed b. Muhammed, ‘Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, Beyrut tsz.. İbnü’l-Esîr, İzzeddun Ebû’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Abdi’l-Kerim eşŞeybânî, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965. İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’ân, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yay., İstanbul 2008. Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam I-IX, Bağdad 1993 Kâdî İyâd, Ebû’l-Fadl İyâd b. Mûsâ b. İyâd el-Yahsubî, eş-Şifâ bi-Ta’rîfi Hukûki’lMustafâ, Kahire tsz.. Köksal, Mustafa Asım, İslam Tarihi I-XVIII, Şamil Yay., İstanbul 1987. Lıngs, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. Nazife Şişman), İnsan Yay. Mahmud Esad (Seydişehrî), İslâm Tarihi, Tarih-i Dîn-i İslâm, yay. haz. A. L. KazancıO. Kazancı, İstanbul 1983 Mes’ûdî, Ebû’l-Hasen Ali b. Hüseyin, Murûcu’z-Zeheb, thk. Yusuf Es’ad Dâğir, 2. Baskı, Kum 1404/1984. Müslim, Ebû’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc, Sahîh, İstanbul 1329/1911. Palabıyık, M. Hanefi, “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında Okuma-Yazma Faaliyetleri”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesi. Dergisi, Erzurum, 2007, sayı: 27, ss. 31-68. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı Sarıçam, İbrahim, Başlangıçtan Abbasilere Kadar Emevî-Haşîmî İlişkileri, Ankara, 1997. Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2001. Suyûtî, Ebû’l-Fazl Celâlüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Hasâisü’l-Kübrâ, Kahire 1387/1967, I,312-314 (çevirisi: İmâm Suyûtî, Olağanüstü Yönleriyle Peygamberimiz-el-Hasâisu’l-Kübrâ I-III, çev. Naim Erdoğan, thk. ve red.: Muharrem Tan, Gerçek Hayat Yay. (İz Yay.), İstanbul 2003. Süheyli, Ebû’l-Kasım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed, er-Ravdu’l-Ünüf, Mısır 1332/1913. Şâmî, Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, Sübülü’l- Hüdâ ve’r- Reşâd fî Sîreti Hayri’l‘İbâd I-XIV, thk. Adil Ahmed Abdulmevcûd-Ali Muhammed Mu’avvez, Dâru’lKütübü’l- ‘İlmiyye, Beyrut, 1414/1993. Şibli, Mevlana, Asr-ı Saadet I-V, çev. Ö. Rıza Doğrul, Eser Yay., İstanbul 1977-1978. Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., 2. baskı, İstanbul 2008. Taberî Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Mısır 1326/1908. Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vâdıh el-Kâtip, Târîhu’l-Ya’kûbî, Necef 1358/1939. Zehebî, Ebû Abdillah Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Târîhu’l-İslâm IVI, Siyer I, çev. Muzaffer Can, Cantaş Yay., İstanbul 1994-2002. Zeydan, Corci, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi, (Çev. Z. Megamiz), İstanbul 1328. Zübeyrî, Ebû Abdillah Mus’ab b. Abdillah b. Mus’ab, Nesebu Kureyş, Kahire 1373/1953. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 • İlk vahiy • Fetretü'l-vahiy • İlk namaz • İslam'a davet ve ilk müslümanlar • Hz. Ali'nin müslüman oluşu • Açık davetin başlaması • Daru'l-Erkam'a geçiş • Müşriklerin ilk tepkileri • Baskı ve işkenceler • Müşriklerin uzlaşma teklifleri • Hz. Hamza'nın müslüman oluşu HEDEFLER İÇİNDEKİLER HZ MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN İLK YILLARI, İLK MÜSLÜMANLAR VE İLK TEPKİLER • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Hz. Peygamber'in ilk vahyi alışını kavrayabilecek • İslam davetinin ilk aşamalarını izleyebilecek • İlk müslümanları tanıyabilecek • İslam'ın zuhurunda çekilen sıkıntıları değerlendirebilecek • Müşriklerin tepki ve baskılarıyla müslümanların karşı duruşlarını kavbileceksiniz. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 3 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler GİRİŞ Herhangi bir insanın zihninin tamamen silinmesi veya hafızasının geri gelmesi anında duyulup hissedilen ne ise, herhâlde hidayet ve yeni bir dinle başlangıç yapma da aynı olmalıdır. Allah’ın neden, ne durumda, ne zaman, niçin, nereye ve nasıl vahyi göndererek tarihin akışını değiştirmeyi murat ettiği bilinmemekte, âlimler bu hususta ancak Allah’ın peygamber göndermedeki hikmetini anlamaya çalışmaktadırlar. Ayrıca Yüce Allah’ın Mekke’de Hz. Muhammed’e Arapça bir kitabı indirmesinin sebepleri de belli değildir. Ancak Allah’ın, Peygamberi’nin durumuna bağlı olarak, onun bulunduğu yer olan Mekke’yi seçtiğini ve Kitabını da onun dili olan Arapçayla gönderdiğini söylemek mümkündür. Acaba Hz. Allah neden bu tarihi tercih etmiştir, bu da belli değildir. Tüm bu konularda hikmet adına çeşitli araştırma ve spekülasyonlar yapılmış olsa da sonuçta elimizde, vakıa ile karşı karşıya olduğumuzun bilinci kalmaktadır. Ancak şunu unutmamalıdır ki, buna rağmen geliştirilen birçok teori öne sürülmüş ve bu teoriler üzerine inşa edilen bir ‘İslam Düşüncesi’ geleneği ve medeniyeti oluşmuştur. Genel anlamda nübüvvet (risâlet), insanların dünya ve ahiretle ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla Allah ile insanlar arasında yapılan elçilik görevidir. Elçi olarak seçilen kişi, Allah’ın vahiy yoluyla öğrettiklerini, emirlerini ve yasaklarını insanlara ulaştırma görevi almıştır. Bu kişiye nebi ve resul denmektedir. Hz. Muhammed Allah’ın insanlara gönderdiği ilk peygamber değildir ve kendisine gelinceye kadar, daha çok sayıda peygamberler gönderilmiştir. Gönderilen peygamberlerden bir kısmı kitap getirmiştir ve diğer bir kısmı ise kitaplı değildir. Kur’an’ın kendilerinden bahsettiği peygamberler, çoğunlukla Hicaz bölgesinde bilinen ve iyice tanınıp haberdar olunan peygamberlerdir. İslam kültürü ve düşüncesine göre, Hz. Muhammed (s) peygamber olarak gönderildiği sıralarda, başta Yahudiler ve Hıristiyanlar olmak üzere, çeşitli dinî ve sosyal gruplar arasında bir peygamberin yakınlarda çıkmak üzere olduğu inancı hâkimdi. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, Allah tüm peygamberlerden kendilerinden sonra gelecek olan peygamberi müjdelemeleri ve ona iman etmeleri hususunda söz almıştır. (Âl-i İmran/3: 81) Bu yüzden her peygamber kendilerinden sonra gelecek olanı müjdelemiştir. Hz. İsa (as) da Hz. Muhammed’i (s) müjdelemiştir. İşte Resulullah’ın gelişinin Ehl-i Kitap tarafından bilinmesinin sebebi budur. İkincisi ise, Kitap Ehli’nin bildirdikleri dışında, kendilerine itibar kazandırmak isteyen çeşitli yerlerdeki kâhinler/arrâflar, tarafından da yakında bir peygamberin geleceğinin bilgisi anlaşılmış ve yayılmaya başlamıştır. Bunu, Mekke’de yaşayan hanifler hakkında bilgi veren çeşitli rivayetlerde de görmekteyiz. Mesela “… Gelmesi yakın olan ve gölgesi üzerimize düşen peygambere inananlara ne mutlu! …” diyen Kus b. Saîde’nin Ukaz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler panayırında verdiği nutku, gençlik yıllarında Allah Resulu de dinlemiş ve ondan övgüyle bahsetmiştir. Rivayetlere göre, Kitap ehli, gelecek peygamberin fizikî ve sosyal vasıflarını biliyorlardı. Hatta bu iddianın desteklenmesi için, klasik ve çağdaş kaynaklarda anlatılan çok sayıda rivayet vardır. Bu iddiaların bazı tezahürleri Allah Resulu’nün risaletinin bilhassa Medine döneminde Yahudilerle olan münasebetinde kendini gösterecektir. RİSALET DÖNEMİNİN BAŞLAMASI İlk Vahiy Önceki ünitede Hz. Muhammed’in (s) 40 yaşlarına geldiğinde yalnızlığı sevdiğinden ve bunun için de Hira Mağarasına çekildiğinden, orada tefekkürle ve tedebbürle meşgul olduğundan söz etmiştik. İşte bu inziva ve itikâflarının sonunda bir gece ‘vahiy’ hadisesi vaki oldu. Ramazan ayının sonuna doğru bir gece (son on gününün herhangi bir veya 27. gecesinde) Cebrail ona, Allah’ın, kendisini insanlara peygamber olarak seçtiğini bildirdi. İkrâ suresinin ilk beş ayetini tebliğ etti. Böylece nübüvvet dönemi başlamış oluyordu. Resulullah Hira Mağarasındayken, vahiy meleği Cebrail gelerek, ona “oku!” der... Böylece Risalet başlamış olur. Allah Resulu’nün vahiy alışının bu ilk anını, kabul edilen rivayetiyle vererek değerlendirmek istiyoruz: “Hz. Peygamber mağaradayken (veya uyurken) birden bir varlığın kendisine yaklaştığını görmüştür. Vahiy meleği Cebrail olduğunu sonradan anlayacağı bu varlık, bir kitapla gelip Hz. Peygamber’e (s), “oku!” der. Allah Resulu (s), “Ben okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s), takati kesilinceye kadar sıkar ve bırakır. Öyle ki, Allah Resulu bununla kendisinin öleceğini zanneder. Bundan sonra Cebrail Allah Resulu’ne, “Oku!” der. Allah Resulu (s) yine, “Ben okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s) tekrar nefesi kesilinceye kadar sıkar ve bırakır. Allah Resulu (s), yine bununla kendisinin öleceğini sanır. Sonra, Cebrail Allah Resulune yine, “Oku!” der. Allah Resulu (s), Cebrail’in sıkmasından kurtulmak için, “Neyi okuyayım!” diye sorunca, Cebrail, Alâk suresinin başındaki beş ayeti okur ve gider. Cebrail ayrılıp gittiği zaman, o ayetler Allah Resulu’nün (s) zihnine yazılmış gibidir. Allah Resulu (s) çok korkmuştu. Mağaradan ayrılıp hızla evine gitmek için Hira dağının ortasına geldiği zaman, gökten bir ses işitti: “Ey Muhammed! Sen, Allah’ın Resulu’sün; ben de Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulu (s), başını kaldırıp bakınca, Cebrail’i, ayaklarını göğün ufkuna basmış bir insan suretinde gördü! “Ey Muhammed! Sen, Allah’ın Resulu’sün; ben de, Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulu (s) duraklamış, ona bakakalmıştı. Ne bir adım ilerleyebiliyor, ne de gerileyebiliyordu. Cebrail’i görmemek için, yüzünü göğün ufuklarından ne tarafa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler çevirip baksa, hep onu öylece görüyordu! Cebrail’in sesi, Allah Resulu’ne (s) kâh gökten, kâh yerden, kâh ağaçtan, kâh dağdan geliyordu.” Rivayetlere göre Allah Resulu’nün Cebrail’i aslî suretiyle gördüğü yerlerden biri burasıdır. Bu anlatıya göre, Resulullah, mağaradayken Cebrail kendisine, “Oku (yani duyur)” demek suretiyle “Risaletle görevlendirildiğini duyurmasını” istemiştir. Hz. Peygamber de “Ben okuma bilmem” derken “Neyi duyuracağını bilmediğini” ifade etmek istemiştir. Sonunda Hz. Peygamber, ilk anda pek anlam verememişse de Cebrail’le olan münasebetini anlamış ve ilk nazil olan ayetleri kavramıştır. Hz. Peygamber ciddi bir telaş ve ürperti içerisinde evine girdiğinde, Hz. Hatice bir şeyler olduğunu anlamış, ancak Resulullah’ın “üzerimi ört, biraz uyumak istiyorum” demesi üzerine bir şey sormamıştır. Resulullah uyanınca başından geçenleri sevgili eşine anlatmış ve endişelerini bildirmiştir. Buradaki konuşmalar, son derece önemli ve birçok durumu aydınlatıcıdır. Resulullah, “Ben mağaradayken, bana bir şey uğradı, onun cin veya başka bir şey olmasından korkuyorum. Bilirsin zaten kâhin ve büyücülerden nefret ederim, bana da bir şey musallat olmasın?” diyerek, sözlerini bağlayınca, eşi, “hayır!” dedi ve daha sonra “Sen etrafına karşı iyilik yaparsın, herkese karşı hayırlısın, akrabanı gözetir, yolda kalmışa, yoksula ve düşküne el atarsın. Allah sana bir zarar vermez Bence hiç endişelenme!” diyerek kocasını teselli etti. Allah Resulu ertesi gün işine gücüne dönünce Hz. Hatice, Hıristiyan olan ve Tevrat ve İncil’i iyi bilen yakın akrabası Varaka b. Nevfel’e giderek Resulullah’ın anlattıklarını ona olduğu gibi anlattı. Anlatılanları dikkatle dinleyen Varaka, “anlattıklarından anlaşılan şudur” dedi ve devam etti: “Muhammed’e Cebrail gelmiş ve onu peygamberlikle görevlendirmiştir. Ona gelen daha önce Musa ve İsa’ya da gelmişti.” Daha sonra, Hz. Muhammed’le görüşünce, Hz. Hatice’nin anlattıklarını bizzat onun ağzından da dinledi ve Hz. Muhammed’e, “keşke kavmin senin yerinden yurdundan çıkardıklarında yanında olsam da sana destek olabilsem” dedi. Allah Resulu bu ifadeyi şaşkınlıkla karşılamış ve “kavmim beni yurdumdan mı uzaklaştıracak?” diye sormaktan kendini alamamıştır. Bunun üzerine Varaka, “evet! bu, tüm peygamberlerin başına gelmiştir!” diyerek cevap vermiştir. Vahyin İnişinin Kesilmesi (Fetretü’l-Vahy) Hz. Muhammed (s) olanları anlamlandırmaya çalışırken Cebrail’in yeniden kendisine gelmesini beklemeye başladı. Olay Mekke’de duyulmuş, fakat Cebrail de bir daha görünmez olmuştu. Bu durum Hz. Peygamber’i çok üzmüş, ümitsizliğe düşürmüş ve yaşadığı tecrübenin söylenen ve düşünülenden farklı bir şey olabileceği endişesini taşımaya başlamıştı ki, üç ay kadar devam bu aradan sonra Cebrail yeniden geldi ve kendisine bir daha kesilmemek üzere Kur’an’ı vahyetmeye başladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Hira Mağarasında ilk vahiy alıştan sonra, üç ay boyunca vahiy kesilmiştir. Buna ‘Fetretü’l-Vahy’ denmektedir. Vahiy, bu hadise dışında aralıksız 23 yıl devam etmiştir. Bazı rivayetler vahyin üç yıl kadar kesildiğini ve bu esnada Allah Resulu'nün iyice vahye hazırlatıldığını ifade ederler. Bunu kabul etmek uygun görünmemektedir. Çünkü üç yıl çok uzun bir süre olarak, risalete hazırlanmayı değil, bilhassa yaşanan tecrübenin anlamını yitirmesine ve unutulup ciddiye alınmamasına sebebi olması daha muhtemeldir. Ayrıca bu üç yılın ‘gizli tebliğ’ faaliyetinin üç yıl sürmesiyle karıştırıldığını düşünüyoruz, çünkü süre itibarıyla 3 yıl fetret ve 3 yıl da gizli tebliğ dönemi altı yıl eder ki, bu süre sonunda yani 6. yılda başlayan Habeşistan’a Hicret’in gerekçesi olan işkence ve baskıya zaman kalmamaktadır. Yani en azından hicrete gerekçe olacak birkaç yıla daha ihtiyaç duyulmaktadır. Bu gerekçelerle fetretü’l-vahyin çok kısa sürdüğünü, ancak merak ve endişe doğuracak kadar da devam ettiğini kabul etmelidir ki, bunu ifade eden ‘üç ay’ rivayetleri makul ve tercihe şayan görünmektedir. Rivayetlere göre, Allah Resulu, belki yeniden gelir ve görürüm diye Hira mağarasına gittiği bir sırada Cebrail’i, yine gökyüzünü kaplamış bir hâlde görmüş ve aynı şekilde korkuya kapılarak evine gelmiş ve evde üzerini örterek yatmıştı. İşte bundan sonra gelen vahiyle artık görevine başlamıştır. “Ey örtüye bürünen!” diye başlayan Müzzemmil ve Müddessir surelerinin ilk ayetleri nazil olmuştur. Resulullah kendisine gelen bu vahiyleri anlamaya ve kavramaya, verilen talimatları da ifaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ancak zaten hemen inen bu ayetler onu göreve de davet ediyordu: “Ey örtülere bürünen (insan)! Gece biraz ilerleyince (namaz için) kalk; gece yarısı -biraz önce ya da sonra- (kalk) ve ağır ağır, duyarak Kur'an oku. Biz sana (sorumluluğu) ağır bir mesaj tevdi edeceğiz; (ve) gerçek şu ki, gece vakti zihin daha zinde ve güçlü olur ve okuma daha da berraklaşır, halbuki gündüzleri seni meşgul edecek yığınla iş var, ama (hem gece hem gündüz) rabbinin adını an ve bütün varlığınla kendini O’na ada. (O’dur) doğunun ve batının rabbi; O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse, kaderini belirleme gücünü yalnız O’na izafe et, halkın (senin aleyhinde) söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan uygun şekilde uzaklaş.” (Müzzemmil/73: 1-10) “Sen ey (yalnızlığına) bürünmüş olan! Kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü ve yüceliğini an! Öz benliğini temiz tut! Ve bütün pisliklerden kaçın! İyilik yapmayı kendine kazanç aracı kılma, ama sabırla Rabbine yönel.” (Müddessir/74: 1-7) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler İlk Namaz Namaz, daha vahyin gelişinin ilk başında ve sabah ve akşam olmak üzere günde iki vakit olarak kılınmaya başlamıştır. Şüphesiz namazı ve abdesti emreden ayetler daha sonra nazil olmuştur. Yani abdest ve namazın farz kılınması daha sonradır. Bununla birlikte, yeni dinin ibadet biçiminin uygulanmasının mahiyeti hakkındaki rivayetlere göre Cebrail bir gün Hz. Peygamber’e gelerek, abdest almayı, Allah’a ibadet için namazı nasıl kılacağını öğretmiş ve böylece sabah ve akşam vakitlerinde namaz kılınmaya başlamıştır. Burada şunları hatırlatmak istiyoruz: Namaz, ayetlerden anlaşıldığına göre, Allah’ın göndermiş olduğu tüm dinlerin ortak ve aşikâr ibadetidir (Bakara/2: 83, 125; Maide/5: 12; Yunus/10: 87; Hud/11: 87; Lokman/3 1:17; Beyyine/98: 5). Oruç ve sadaka da böyledir. Diğer yandan cahiliye döneminde bilhassa Haniflerin namaz kıldıklarına dair rivayetler de vardır. Hatta bazı rivayetlere göre Allah Resulu, Hira mağarasında tefekkürle beraber ibadet de etmekteydi ve bu ibadeti namazdı. Zaten namazla ilgili tüm ayetler incelendiğinde görülecektir ki, içeriklerinde namazın biçimi hakkında herhangi bir detay yoktur. Bu da namazın o toplumda iyice bilindiğinin ve hatta icra edildiğinin göstergesidir. Ayetlerdeki emir ise, işin farziyyet tarafıdır, namazın bilinip bilinmediğiyle alakalı değildir. Ayrıca ilk dönem ayetlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Resulullah’tan sürekli Kur’an’ı okuması emredilmektedir ve namazdaki okuma da bu okumanın bir parçasıdır. Yani neredeyse ‘okumak için namaz’, ‘namaz için okumak’ önem kazanmıştır. Ayrıca ibadet esnasındaki okumanın da, Kur’an’ın muhafazasını sağladığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Resulullah her aldığı vahyi ezberleyebilmek için bir yandan yüksek sesle tekrar ederken, akabinde de aldığı vahyi etrafındakilere tebliğ eder ve kâtiplerine de yazdırırdı. Yine inen ayetleri hem namazlarında okur ve okunmasını emreder hem de bazılarına ezberlemelerini emrederdi. Bütün hayatı boyunca hem vahyedilenlerin muhafazası, hem de tebliğ vazifesinin ifası için bu usulü devam ettirdi. İSLAM’A DAVET VE İLK MÜSLÜMANLAR Allah Resulu, peygamberlikle görevlendirildikten sonra, etrafındakilere öncelikle sessiz sedasız bir şekilde aldığı emirleri tebliğ etmeye başladı. Bu faaliyetini Allah Resulu, vefatına kadar devam ettirmiş, yüksek bir vazife şuuru ve bilinciyle her durum ve fırsatta insanları Allah’ın dinine çağırmıştır. Bu çağrı, yapı ve özellikleri itibarıyla birkaç safhaya ayrılabilir. Bi’setin Mekke dönemini üç kısma ayırarak incelemenin uygun olacağını düşünüyoruz. Birinci kısım risaletin başlangıcından Habeşistan’a hicrete kadar, ilk beş yıl; ikinci kısım Habeşistan’a hicretten Taif seferine kadar, ikinci beş yıl, yani bi’setin onuncu yılına kadarki dönem; üçüncü kısım ise Medine’ye hicrete kadar olan üç yıllık dönemdir. Birinci dönemi ‘doğuş ve başlangıç dönemi’; ikinci dönemi ‘direniş ve var oluş dönemi’; üçüncü dönemi ise ‘varlığı sürdürme ve arayış dönemi’ olarak adlandırmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler mümkündür. Tabii başka türlü tasnif ve isimlendirmeler de yapılmıştır. Mesela ‘gizli davet dönemi’, ‘acıma ve alay dönemi’, ‘işkence ve baskı dönemi’, ‘yeni yurt arayışı dönemi’ şeklindeki yaklaşım yerleşmiş bir tasnif olarak kabul edilebilir. ‘Yıldan yıl’a yapılan tasnifler de vardır: ‘Bi’setin birinci yılı’, ‘bi’setin ikinci yılı’ … gibi. Konumuz itibariyle Doğuş ve Başlangıç Dönemi (Gizli Davet Dönemi) safhasını da iki kısma ayırmak mümkündür. İlki ‘doğuş/gizli davet’ dönemidir ki, üç yıl kadar sürmüştür. Daha sonra ‘yürüyüş/aleni davet’ dönemi gelmektedir ki, o da iki-üç yıl sürmüştür. Doğuş ve Başlangıç Dönemi (Gizli Davet Dönemi) Gizli davet, hiç kimsenin duymayacağı şekil ve tarzda yapılan bir davet anlamında değildir. Öyle olsaydı, zaten kimsenin Müslüman olması mümkün olmayacaktı. Burada kastedilen aşağıda temas edeceğimiz üzere, Allah Resulu'nün aşikâr bir şekilde herkesi her yer ve zeminde toplu olarak imana davet etmemesidir. Burada birebir ilişkiyle, tanıdık ve bildiklere, dostlara ve yakınlara tebliğde bulunulmaktadır. Öyle ki kısa süre içerisinde herkes Hz. Muhammed’in ‘peygamberlik iddia ettiği’ni duymuş ve ona göre farklı yaklaşımlar başlamıştı. Mesela kimi yaptıklarından dolayı onu kınıyor; kimi hastalandığı veya cinlerin kendisine musallat olduğu düşüncesiyle ona acıyor ve hâline üzülüyor; kimi de onu ve etrafındakileri kendisinden uzak tutmaya çalışırken, Resulullah’la alay ediyordu. Buna rağmen gerek Resulullah’a ve gerekse diğer müminlere bir şey demiyor, onları hiçbir şekilde ciddiye almıyorlardı. Sadece, “demek Muhammed göklerden haber getiriyormuş ha!” diyerek gülüp geçiyorlardı. Hz. Peygamber bu sıralar çok kez Kâbe’de namaz kılıyor ve hiç kimse onun namazına engel olmuyordu. Namazını bazen Hz. Hatice ve Hz. Ali ile birlikte kıldığı da olurdu, ama kimse bir şey demezdi. Örnek olarak Afif el-Kindî’nin anlattıklarını hatırlayalım: “Ben ticaretle uğraşan bir kişi idim. Hac günlerinde Mekke’ye varmış ve Abbas’la görüşmüştüm. Onun yanında oturmakta iken, bir adam çıkıp Kâbe’ye yönelerek namaz kılmaya başladı. Arkasından bir kadın daha çıkıp onunla birlikte namaz kıldı. Derken bir çocuk daha çıkarak onunla birlikte namaz kılmaya başladı. Bunu görünce, “ey Abbas, bu yeni din de ne oluyor?” diye sordum. Abbas: “Bu kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah’tır. ‘Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini, Kisra ve Kayser’in hazinelerinin fethinin kendisine müyesser kılınacağını’ ileri sürüyor. Bu da onun hanımı Hatice’dir ve ona iman etmiştir. Bu genç de Ali b. Ebî Tâlib olup ona iman etmiştir. Allah’a yemin ederim, yeryüzünde bu din üzere ilk olarak bu üçünden başka kimseyi tanımıyorum.” dedi. Afif şunu da ekledi: “ keşke ben de onların dördüncüsü olsaydım!” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler İlk Müslümanlar Bu durum yaklaşık üç yıl sürdü. Bu esnada epey insan Allah Resulu'nün tebliğini kabul ederek Müslüman olmuş, diğer bir kısmı birbirlerine vesile olarak Müslüman olmuşlardır. Asım Köksal bu isimleri şu şekilde sayar: 1. Allah Resulu’ndan (s) sonra, Yüce Allah’a ve O’nun Resulu’ne ilk inanan, Allah Resulu’nun (s) sevgili eşi Hz. Hatice idi. 2. Kızı Hz. Rukayye bt. Resulillah 3. Kızı Hz. Ümmü Külsûm bt. Resulillah 4. Kızı Hz. Fâtıma bt. Resulillah 5. Zeyd b. Harise, sekiz yaşından beri Resulullah’ın yanında olan Zeyd, vefatına kadar Allah Resulu’nün (s) yanından ve hizmetinden hiç ayrılmamıştır. 6. Hz. Ali 7. Hz. Ebubekir, İslamiyet’ten önce de Allah Resulu’nün (s) en samimi arkadaşı ve dostuydu. Çocukluğundan beri, onun doğruluğunu, dürüstlüğünü, güzel ve üstün ahlâkını yakinen biliyordu. Kendisinin böyle bir ahlaka sahip oluşu başkalarına yalan söylemesine engel olup dururken, Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceği kanaatinde idi. Nitekim Resulullah (s), onu İslamiyet’e davet eder etmez, hemen Müslüman olmuştur. Allah Resulu (s), Hz. Ebubekir hakkında, “İslamiyet’e davet ettiğim herkes, ağırdan aldı, tereddüt etti ve düşündü. Ancak, Ebubekir, İslamiyet’i kendisine arz ve teklif ettiğim zaman, kabulde hiç gecikmedi ve tereddüde de düşmedi” buyurmuşlardır. 8-9. Bilal-i Habeşî ve annesi Hamâme. Annesi de köle olan Bilal, dininden döndürülmek için ağır işkencelere uğradı. Her ikisi de Hz. Ebubekir tarafından satın alınıp azat edilerek kurtarıldı. 10. Ebu Fükeyhe de köle olup müşriklerin ağır işkencelerine uğradı. O da Hz. Ebubekir tarafından satın alınıp azad edildi. 11-12. Hâlid b. Saîd ve eşi Ümeyne de ilk Müslümanlardandır. Hâlid gördüğü korkulu bir rüya üzerine Müslüman olmuştur. Hâlid b. Saîd’in 13-14. Amr b. Saîd ve eşi Fâtıma da kardeşi Hâlid b. Saîd’den biraz sonra Müslüman olmuştur. Bu aralarda tıpkı Allah Resulu’nün yaptığı gibi, Müslüman olan zevat da, İslam’ı tebliğ ve teşvik ediyordu. Bunlardan Hz. Ebubekir ve onun vasıtasıyla hidayete erenler de bulunmaktadır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler 15. Hz. Osman, Mekke döneminde Müslüman olan ilk Ümeyyeli olup, zengin bir tüccardı. 16. Zübeyr b. Avvam, 17. Abdurrahman b. Avf, 18. Sad b. Ebu Vakkas, 19. Talha b. Ubeydillah. İlk sırayı alan bu zatları aşağıdaki isimler takip etmektedir: 20. Ebu Ubeyde b. Cerrah, 21. Ebu Seleme, 22. Erkam b. Ebi’l-Erkam, 23. Osman b. Mazun, 24. Kudâme b. Mazun, 25. Abdullah b. Mazun, 26. Ubeyde b. Haris, 27-28. Saîd b. Zeyd ve eşi Fâtıma bt. Hattab, 29. Esma bt. Ebubekir, 30. Habbab b. Eret, 31. Abdullah b. Mesud, 32. Mes’ud b. Rebi (Rebia), 33-34. Ayyaş b. Ebi Rebia ve eşi Esma bt. Selame, 35. Huneys b. Huzâfe, 36. Âmir b. Rebia, 37. Abdullah b. Cahş, 38. Ebu Ahmed b. Cahş, 39-40. Cafer b. Ebi Talib ve eşi Esma bt. Umeys, 41. Âmir b. Ebi Vakkas, 42. Ma’mer b. Haris, 43. Nuaym b. Abdillah, 44. Hâtıb b. Amr, 45. Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebia, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler 46. Âmir b. Füheyre, 47. Vâkıd b. Abdillah, 48. Süheyl b. Beyzâ, 49. Salît b. Amr, 50-51. Muttalib b. Ezher ve eşi Remle bt. Avf Yine Asım Köksal’a göre aşağıda isimleri sunulan sahabiler de, ilk üç-dört yıl içinde veya biraz sonra bahsedeceğimiz Dârü’l-Erkam’da Müslüman olmuşlardır: 52- Ümmü Seleme, 53- Utbe b. Mesud, 54- Hz. Ebubekir’in eşi Ümmü Ruman 55- Umeyr b. Ebi Vakkas, 56- Salît b. Amr’ın eşi Fâtıma bt. Alkame, 57-58. Hâtıb b. Hâris ve eşi Fâtima, 59-60. Hattab b. Hâris ve eşi Fükeyhe, 61. Sâib b. Osman, 62- Hâlid b. Hizam, 63- Esved b. Nevfel, 64- Amr b. Ümeyye, 65- Yezid b. Zema, 66- Ebu’r-Rum b. Umeyr, 67-68. Kays b. Abdullah ve eşi Bereke bt. Yesar, 69- Firas b. Nadr, 70- Cüheym b. Kays ve eşi Harmele 71- Muaykıb b. Ebi’l-Fâtıma, 72- Şurahbil b. Hasene, 73-74 Haris b. Hâlid ve eşi Reyta bt. Haris, 75- Amr b. Osman, 76- Seleme b. Hişam, 77- Hâşim b. Ebi Huzeyfe, 78. Hebbar b. Süfyan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler 79- Abdullah b. Süfyan, 80- Mamer b. Abdullah, 81- Adiyy b. Nadle, 82- Urve b. Üsâse, 83- Mesud b. Süveyd, 84- Abdullah b. Huzafe, 85- Kays b. Huzâfe, 86- Hişam b.Âs, 87- Ebu Kays b. Haris, 88- Mahmiyye b. Cez, 89- Süfyan b. Mamer. 90-91. Sekran b. Amr ve eşi Sevde, 92-93. Mâlik b.Zema ve eşi Amre, 94- İbn Ümmi Mektum, 95- Amr b. Haris, 96- Osman b. Abdiganm , 97- Sad b. Abdigays, 98- Abdullah b. Hübeyb, 99- Abdurrahman b. Hübeyb, 100- Cuayl b. Sürâka, 101-102- Yâsir b. Âmir ve eşi Sümeyye, 103- Âkil b. Ebi’l-Bükeyr, 104- Hâlid b.Ebi’l-Bükeyr, 105- İyas b. Ebi’l-Bükeyr, 106- Âmir b. Ebi’l-Bükeyr, 107- Ammar b. Yâsir, 108- Abdullah b. Yâsir, 109- Suheyb b. Sinan, 110- Utbe b. Gazvan, 111- Mikdad b. Amr, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler 112- Musab b. Umeyr, 113-114. Ebu Sebre ve eşi Ümmü Külsûm, 115- Şemmas Osman b. Osman, 116- Ebu Musa Abdullah b. Kays el-Eşarî, 119- Zinnîre, 120- Zinnîre’nin kızı Ümmü Ubeys. Bu isimleri bu şekilde detayla vermemizin sebebi, ilk Müslümanların isimlerinin her zaman ve her durumda çok geçmesi ve birçok işte bunların görevlendirilmesidir. İlk Müslümanın Kim Olduğu Hakkında Bir Tartışma Her hususta olduğu gibi, ilk olmak, özel olmaktır. Bu yüzden ilk Müslümanların hepimizin gönlündeki yeri başkadır. Kimin ilk Müslüman olduğunun, hem Kur'ân ve hem de bizim gibi nüzul sonrası dönemi Müslümanları açısından dinen hiçbir öneminin olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak halife seçimleriyle gündeme gelen ve Ali-Muaviye mücadelesiyle şiddetini artıran asabiyenin Emevî-Haşimî gibi soy-sop çekişmesinin etkisiyle, aynı zamanda ve buna bağlı olarak ‘sâbıku’l-İslam/esbaku’l-İslam’ meselesinin gündeme gelerek önem kazandığını kabul edebiliriz. Yoksa birkaç satırda ifade edilebilecek böylesine bir konunun, kaynaklarımızda satırlarca veya sayfalarca ele alınmasını başka türlü izah edememekteyiz. Aşağıda görülebileceği gibi iddialar iki türlüdür: İlk Müslüman Hz. Hatice mi, yoksa Hz. Ali midir? Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman Hz. Ali mi, yoksa Hz. Ebubekir midir? Bu tartışmaların neticesi şudur: Bazılarının iddiasına göre ilk Müslüman olması gereken kişi, Hz. Ali'dir, ilk olmazsa bile, Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman o olmalıdır, ama asla Hz. Ebubekir olmamalıdır. Bu görüşün Şiiler veya Hz. Ali taraftarlarınca ısrarla gündeme getirilip Resulullah'ın dilinden hadisleştirildiği veya sahih rivayetlere dönüştürüldüğü söylenebilir. Buna göre daha ılımlı olan diğer görüş, Hz. Hatice’den sonra Hz. Ebubekir’in ilk Müslüman olduğu yolundadır. Önceki kadar iddialı olan, fakat Hz. Hatice’den sonraki sırayı kabullenen bu görüş de, çoğu Ehl-i Sünnet alimlerinin ve klasik kaynaklarımızın desteklediği görüştür. Burada üçüncü bir orta görüş daha vardır ki, bu görüş ya rivayetleri uzlaştıramayanlar ya da iki tarafı da idare etmek isteyenlerin ve sonraları tamamen öne çıkan ve kaynaklarımızın da genelde netice olarak zikrettiği görüştür: Kadınlardan Hz. Hatice, büyüklerden Hz. Ebubekir, çocuklardan Hz. Ali ve kölelerden de Zeyd b. Harise ilk Müslüman olanlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Kaynaklarımızda bu isimlerin ihtidası ile ilgili olarak çeşitli ve bol malzeme olduğunu da hatırlatalım. Buna birkaç örnek vermek istiyoruz. Hz. Ali’nin Müslüman Oluşu Hz. Ali 10 yaşlarındayken, Resulullah’ın risalet vazifesiyle görevlendirilmesinden sonra, bir gün onu ve ona ilk iman eden kişi olan eşi Hz. Hatice’yi, birlikte namaz kılarken görür ve olay dikkatini çektiğinden yaptıkları şeyin ne anlama geldiğini sorar. Bunun üzerine Resulullah durumunu izah etmek için, “şimdi yapmış bulunduğumuz şey, Allah katında makbul olan dinin ibadetidir. Seni de bir olan Allah’a inanmaya ve O’na ibadete, Lât ve Uzza’yı inkâra davet ediyorum.” der. Hz. Ali’nin, bunun şimdiye kadar görüp duymadığı bir şey olmasından dolayı, babasıyla konuşmadan karar veremeyeceğini söylemesi üzerine, Hz. Peygamber ona, teklifini hemen kabul etmeyecekse, meseleyi gizli tutmasını ve babasına şimdilik açmamasını söyler. O gece Allah’ın Hz. Ali’nin kalbine Müslüman olma arzusunu düşürmesi üzerine, sabahleyin Hz. Peygamber’e gelerek, “sen dün bana ne teklif etmiştin Ey Muhammed?” diye sorar. Hz. Peygamber ona, “Bir olan Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve onun ortağı bulunmadığına inanacak, Lât ve Uzza’yı da reddederek benzerlerinden uzak duracaksın.” deyince, Hz. Ali söylenenleri kabul ederek Müslüman olur. Ebu Zer’in Müslüman Oluşu Ebû Zer, Gıfar kabilesindendir. Mekke’de bir peygamber çıktığını duyunca, önce kardeşini Mekke’ye gönderdi; onun topladığı bilgilerden tatmin olmayınca da bizzat kendisi geldi. Mescid-i Haram’a vararak Hz. Peygamber’i araştırmaya başladı. Onu tanımamakla birlikte kimseye bir şey sormayı da doğru bulmuyordu. Hz. Peygamber’i Kâbe’de bulabileceği ümidi ile maksadını hiç kimseye belli etmeden üç gün boyunca Kâbe’de bekledi. Fakat bu müddet zarfında her nedense Hz. Peygamber Kâbe’ye hiç gelmemişti. Kâbe’yi ziyareti esnasında giyim kuşam ve tavırlarından onun yabancı biri olduğunu anlayan Hz. Ali, onu evine davet etti. Ebû Zer, sabah olunca kırbasını ve azığını yüklenip tekrar Hz. Peygamber’i aradığı mescide döndü. O gün de akşam olmuş, ama o Hz. Peygamber’i yine görememişti. Tekrar mescide uzanmışken yanına Hz. Ali geldi ve “ey adam, artık gelip geceleyeceğin evi bilmenin vakti gelmedi mi?” diyerek onu tekrar alıp eve götürdü. Yine birbirlerine bir şey sormadılar. Üçüncü gün olunca Hz. Ali aynı şekilde mescide vararak Ebû Zer’in yanına geldi. Onu alıp evine götürdü ve misafir etti. Akşam Hz. Ali, “seni buraya getiren sebebi anlatmayacak mısın?” diye sorunca, Ebû Zer, “eğer beni doğru yola ileteceğine ve yardımcı olacağına söz vereceksen geliş sebebimi anlatırım.” diye cevap verdi. Hz. Ali de söz verince, Ebû Zer geliş sebebini anlattı. Bu kez Hz. Ali şöyle dedi: “O gerçek bir nebidir, Allah’ın Resulu’dür. Sabah olunca beni takip et. Eğer endişelenecek bir şey görmezsem, bevl yapmak bahanesiyle yerimden kalkar giderim, sen de beni takip eder ve gireceğim yere girersin.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Ebû Zer sabah olunca Hz. Ali’yle beraber evden çıkarak onu takip etmeye başladı ve nihayet Hz. Peygamber’in yanına vardılar. Ebû Zer onun sözlerini duyunca, hemen orada Müslüman oldu. Daha sonra Hz. Peygamber ona, “kavmine dön; emrim sana gelince onlara risaletimi duyur.” deyince, o, “seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu gerçeği halkın ortasında yüksek sesle haykıracağım.” dedi. Resulullah’ın yanından ayrılıp Kâbe’ye giderek orada en yüksek sesiyle haykırmaya başladı: “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden Resulullâh.” Bu haykırış üzerine orada bulunanlar, ayaklanarak üzerine saldırıp yere düşünceye kadar ona vurdular. Abbas gelip Ebu Zer’in üzerine kapanarak, “yazıklar olsun size!” diye bağırdı. “Bunun Gifar kabilesinden olduğunu ve Şam’a ticaret için giderken yolunuzun bunların yanından geçtiğini bilmiyor musunuz?” diyerek onu saldırganlardan kurtardı. Ertesi gün Ebu Zer, tekrar Kâbe’ye gelerek kelime-i şehadet getirip Müslümanlığını yüksek sesle ilan etti. Onlar, yine onu dövüp yere yıktılar. Abbas da yine gelip üzerine kapanarak onu korudu. Bir müddet sonra Ebû Zer, memleketine döndü. İlk Müslümanların sosyal durumlarına bakıldığında, onların zengin-fakir, hür-köle, kadın-erkek, yaşlı-genç toplumun her kesiminden insanlar olduğu görülecektir. Bu olay hakkında bir değerlendirme yapmanın uygun olacağına inanıyoruz: Aşağıda bahsedeceğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. yılında başladığını düşünmekteyiz. Çünkü zaten üç yıl gizli davet dönemi vardı. Bu dönemin ilk yıllarından itibaren ve açık davetin başlangıcında, Resulullah’ı ciddiye almadıklarını hatta ona, ‘mecnun’ olduğu için(!) acıdıklarını ve onunla alay ettiklerini söylemiştik. Müslümanların sayılarının artması üzerine meselenin ciddiyeti biraz anlaşılmış ve baskı ve işkenceler de artarak onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri de baş göstermiştir. İşte anlattığımız Ebû Zer olayı, Resulullah'ın risalet görevinin başlangıçtan itibaren duyulduğunu, fakat ciddiye alınmadığını; müşriklerin de, putlarının herhangi bir hakarete uğramadığını düşündükleri zamana rast geldiğini göstermektedir. Ancak bu durumda onun dövülmesini de yorumlamak gerekmektedir: Yabancı birinin, kendilerine meydan okuması, müşriklerin zorlarına gitmiş, onlar da buna cevap vermişlerdir. Yahut bu olayın yani Ebû Zer’in Müslüman oluş tarihinin daha sonraya mesela 4. veya 5. yıla kaydırılmasının doğru olduğunu düşünmek durumundayız. Bilhassa Habeşistan’a hicrete kadar Müslüman olanlar, genellikle “İlk Müslümanlar” olarak zikredilenler arasında oldukları için, bu olayın 4. veya 5. yılda meydana geldiğini kabul etmenin de mümkün olduğunu düşünmekteyiz. İlk Müslümanlar Hakkında Bir Açıklama İlk Müslümanlara bakıldığı zaman onların, toplumun çeşitli katmanlarından olduğu görülecektir: Zengin- fakir, hür- köle, kadın- erkek, yaşlı-genç... Bu durum İslam’ın aslında herkes tarafından tam olarak anlaşıldığı ve karşılık gördüğünün de delilidir. Bazılarının genelde ilk iman edenlerin, toplumun ‘düşük’ ve ‘ezilmişleri’ olduğu iddiası, yukarıdaki tabloya göre tamamen çürümektedir. Tabii ki, bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler muhalefeti veya başkaldırıyı ilk destekleyenlerin ‘mağdurlar’ olması uygun ve doğrudur. Ancak bu durum Allah Resulu’nün risalet davasını başka bir şeye indirgemek anlamına gelmektedir ki, bu iddia vuku bulan durumu açıklamaya yetmemektedir. Bu insanlar tamamen dinî duygu ve hissiyatla, bir ihtida ile canu gönülden Hz. Muhammed’in davetine koşmuşlardır. Bu hususta onlar bir zorlama ve baskı görmedikleri gibi, her hangi bir yönlendirme ve özentiyle de bu çağrıya yönelmemişlerdir. Bunu daha sonraki baskı ve işkence dönemlerindeki sebatlarında aileleriyle yaptıkları tartışma ve bizzat kendilerini imanlarını muhafaza ve müdafaa için gösterdikleri fedakârlıklardan da anlamak mümkündür. Allah Resulu, davetinde iki şeye dikkat ediyordu. Birincisi görevini ifadır ki, bu da Kur’an’da açıkça belirtilmiştir: Şahit, müjdeci, ve uyarıcı olmak (Bakara/2: 213; İsra/17: 105; Furkan/25: 56; Ahzab/33: 45; Sebe/34: 28; Fatır/35: 24; Fetih/48: 8), öğüt vermek (Nisa/4: 63; Araf/7: 21, 68; Saffat/37: 13; Kâf/50: 45), hayrı ve azabı hatırlatmak (Kâf/50: 45; Zariyat/51: 55; Tur/52: 29; A’lâ/87: 9; Ğaşiye/88: 21) ve kendisine emredileni tebliğ etmek (Ali İmran/3: 20; Maide/5: 67, 92, 99; A’raf/7: 62, 68; Hud/11: 57; Ra’d/13: 40; Nahl/16: 35; Ankebut/29: 18; Yasin/36: 17; Cin/72: 23). İkincisi ise söylediklerini önce kendisinde tatbik etmek, her hususta önce kendi nefsini ıslah, terbiye ve tezkiye ile güzel ahlakı yaşamak. Bunları yaparken muhataplarının durumu, yaşı, tarzı ve tavrını göz önünde bulundurur, iyilik ve güzellikle hitap eder, sevdirmeye ve nefret ettirmemeye dikkat ederdi. Eşrafa, şaire, yetkili ve etkili muhataplarının durumunu göz önünde bulundurarak hitap ederdi. Tabii şunu asla unutmamalıdır ki, Allah Resulu bütün gücünü Allah’tan ve Kur’an’dan almaktadır. Kur’an’la insanlara meydan okumakta ve tüm halkı ona davet etmektedir. YÜRÜYÜŞ DÖNEMİ (AÇIK DAVETİN BAŞLAMASI) Resulullah bi’setten sonra, ‘açık davet’ emri gelene kadar gizli bir şekilde, güvendiği yakınlarına, dostlarına ve arkadaşlarına peygamberliğinden bahsediyor, onlara kendisine gelen hakikati anlatıyordu. Hz. Peygamber, risaletinin üçüncü senesinin sonunda “Ve en yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar ve seni izleyen müminlere kol kanat ger; buna rağmen sana karşı çıkarlarsa, de ki: “Ben sizin yapıp ettiklerinizden sorumlu değilim!” (Şuara/26: 214-216) emrini aldı ve böylece açık davet dönemi başlamış oldu. Hz. Peygamber, diğer bazı arkadaşları gibi Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evinde belli aralıklarla bulunuyor, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve emsali ileri gelen Müslümanların oraya getirdiği kişilere dinini tebliğ ediyordu. Fakat “Ve en Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar” ayeti, zorunlu olarak gizlilik sürecin artık sona erdiğini bildiriyordu. Bundan sonra Hz. Peygamber emrolunduğu hakikati, her şeye rağmen, başta akrabaları olmak üzere herkese açıktan açığa anlatmakla görevlendiriliyordu. Yakınlarını gereği gibi İslam’a çağırabilme vazifesi, muhtemelen nasıl yapacağını veya nasıl yapması gerektiğini kestiremediğinden onu derin bir düşünceye, çaresizliğe ve sıkıntıya sokmuş, aç susuz bırakmış, adeta hasta etmişti. Yakınları, sıkıntıdan onun helak olacağını sanmışlardı. Rivayetlere göre bir ay kadar bu ilahi emrin büyük sorumluluğunu tefekkürle geçirdi. Bu esnada Cebrail (as) gelerek, yakınlarını ilahî azapla korkutmasını peygamberimize tekrar hatırlattı. (“Öyleyse artık, sana (açıklaman) emredilen şeyi açıkça ortaya koy ve Allah'tan başkasına tanrısal nitelikler yakıştıran o kimseleri kendi hallerine bırak: çünkü, ilahi mesajı küçümseyen, onunla alay edenlere karşı Biz sana yeteriz….”) (Hicr/15: 9499) Bunun üzerine tasarladıklarını uygulamak için Hz. Peygamber, önce Safa tepesine çıktı. Tüm halkı topladı; Haşimoğulları ile Abdülmuttaliboğulları’na ve Kureyş’in diğer kollarına tek tek seslendi. Orada toplananlara peygamberliğini açıkça duyurarak, gelecek günün azabını da bildirerek, onları Allah’a ve Resulu’ne imana davet etti, fakat Kureyş büyükleri onunla alay ettiler. Allah Resulu, yakın akrabalarını İslam’a davet ettiği zaman, onlara bir ziyafet verdi, çağrısını yaptı; fakat istediği cevabı alamadı. Fakat yılmadı… Bundan sonra Resulullah, yakın akrabalarıyla yemekli bir toplantı tertip etmeyi planlamış ve Hz. Ali’yi çağırıp, “ey Ali, bize koyun etiyle bir miktar yemek yap ve bolca ayran hazırla!” dedi veya başka bir rivayette, “bir koyun, bir ölçek buğdaydan yemek ve bir büyük bardak sütten ibaret bir yemek hazırla, sonra da Abdulmutâliboğullarını topla” talimatını verdi. Hz. Ali Resulullah'ın dediklerini aynen yaptı. Olayın devamını Hz. Ali'den dinleyelim: “Bana emredileni yaptım. Abdülmuttaliboğulları o gün kırk kişi kadar toplandılar. Aralarında Resulullah’ın amcaları Ebu Tâlib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Yemek tabağını önce Resulullah’a takdim ettim. Kendileri o tabaktan bir parça et alıp dişleriyle parçaladı. Sonra tabağın etrafına bıraktı ve “Allah’ın adıyla yiyin!” dedi. Oradakiler doyuncaya kadar yemek yedikleri hâlde bitiremediler, onların sadece parmak izlerini görebiliyorduk. Oradakilerden bazıları bir koyunu tek başına yese dahi doymazdı. Sonra Resulullah bana, “Sütü ikram et.” dedi. Ben de o büyük bardak içindeki sütü kendilerine sundum. Kana kana içtiler, yine de tüketemediler. Allah’a and olsun ki, kişi ancak o kadar içebilirdi. Yemekten sonra Resulullah, onlara hitap etmek isteyince, Ebu Leheb hemen söze girişip, “hayret şimdiye kadar bunun gibi bir sihir görmedik (o kadar yedik de yemekte hiç eksilme olmadı), sakın Muhammed bizi büyülemiş olmasın?” dedikten sonra Resulullah'a hitaben şöyle devam etti: “Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Onlara birtakım şeyler söyleyeceğine, asıl sen, dinî sapkınlığını bırak ve şunu da aklından çıkarma: Kavmin, senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Bana kalırsa Kureyş senin üzerine çullanmadan, bizim senin başına dikilip seni hapsetmemiz gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Bizim böyle yapmamız, ötekinden daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben, amcaoğullarına senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren bir kimse daha görmedim.” dedi. Bu sözler üzerine oradakiler dağılıp gittiler. Resulullah, onlara bir şey söyleyemedi. Ali devamla şöyle der: “Ertesi gün Resulullah bana şöyle emir verdi: “Ey Ali, dünkü gibi yine bize yiyecek ve içecek hazırla. O adam ben söze başlamadan hemen söze girişti ve sözümü kesti, ben konuşamadım.” dedi. Ben de verilen emri yerine getirdim, onları topladım. Resulullah bir önceki gün gibi yaptı. Yemeğe başladılar. Doyuncaya kadar yedikleri hâlde bitiremediler. Sonra o büyük kaptan kendilerine süt içirdim. Allah’a and olsun ki kişi, ancak o kadar yiyebilir, o kadar içebilirdi. Hamd ve senadan sonra Resulullah şöyle konuştu: “Herhâlde, gözcülük yapan kimse, gelip de ailesine yalan söylemez. Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam, size karşı yalan söyleyemem. Bütün insanları aldatmış olsam, yine sizi aldatamam. Sizi kendisine davet ettiğim Allah öyle bir Allah'tır ki, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Vallahi, sizler, uyur gibi öleceksiniz; uykudan uyanır gibi de, dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. Bunların sonucu ya temelli cennette, ya da temelli cehennemde kalmaktır. İnsanlardan, ilk inzar ettiğim kimseler, sizlersiniz. Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünya ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse bilmiyorum. Ben, sizi, dile kolay gelen Mîzân'da ağır basan iki kelimeye davet ediyorum ki, o da: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve benim de Allah'ın kulu ve Resulu olduğuma şahadet etmenizdir. Yüce Allah, sizi buna davet etmemi bana emir buyurdu. Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben, özel olarak size, genel olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Siz, bu hususta, görmediğiniz mucizelerden bazısını da görmüş bulunuyorsunuz. Üzerinde bulunduğum şeyde bana yardımcı ve kardeşim olmayı, cennet kazanmayı hanginiz kabul eder? Hanginiz, bu yolda kardeşim ve sahabim olmak üzere bana biat eder?' buyurdu. Hiç kimse ayağa kalkmadı; hemen ben ayağa kalktım, yaşça, oradakilerin en küçüğü idim. Resulullah bana: “Sen, otur.” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında, ben ayağa kalkıyordum. O da: “Sen, otur.” buyuruyordu. “Ey Allah’ın Resulu, bunların yaşça en küçükleri ve bacakça en inceleri olsam da, sana ben kardeş ve yardımcı olurum” dedim. Herkes sustu, Resulullah sorularının üçüncüsünden sonra, elini elimin üzerine koyup “içinizde, bu, benim kardeşim, vasim ve vekilimdir. Onun sözlerini dinleyiniz ve kendisine itaat ediniz. Bu işe, amcamsız, amcamın oğlu varis oldu” buyurdu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Tâlib'e: “Bak! Sana, oğlunu dinlemeni emrediyor, ona itaat et” diyerek onunla alay ettiler. Ebu Tâlib: “Bırakın onunla uğraşmayı. Amcasının oğlu, onun başını, hayırdan başka yana bükmez.” dedi. Resulullah’a dönerek, “bizim katımızda, sana yardım etmek kadar sevgili bir şey yoktur. Öğütlerini benimseyip kabullendik. Sözlerini tamamıyla tasdik edip doğruladık. Bu toplananlar, senin atalarının oğullarıdır. Tabi ki, ben de onlardan birisiyim. Senin istediğin şeye onlardan koşacak olanların, andolsun ki, en çabuğu, en hayırlısı da benden başkası değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et. Andolsun ki, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an geri durmayacağım. Nefsimi, Abdülmuttalib'in dininden ayrılmak hususunda bana boyun eğer bulmadım. Artık, ben, onun üzerinde öldüğü dinle öleceğim.” dedi. Ebu Leheb'den başka herkes yumuşak ve olumlu sözler söylediler. Ebu Leheb ise: 'Ey Abdülmuttalib oğulları. Bu, vallahi, bir şerdir, kötülüktür. Başkaları onun elini tutup bundan alıkoymadan önce, sizler onun ellerini tutup bundan alıkoyunuz. Eğer siz bugün ona boyun eğecek olursanız, zillete, hakarete uğrarsınız. Bunu korumaya kalkışacak olursanız, öldürülürsünüz.” dedi. Peygamberimizin halası Safiyye bt. Abdülmuttalib, Ebu Leheb'e: 'Ey kardeşim. Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yakışır mı? Vallahi, bilginler, öteden beri, Abdülmuttalib'in soyundan bir peygamberin çıkacağını haber vere gelmişlerdir. İşte o peygamber budur.” dedi. Ebu Leheb: “Bu, andolsun ki, boşuna bir avuntudur. Zaten, kadınların sözleri erkeklere ayak bağı ve köstek mesabesindedir. Kureyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı zaman, onlara karşı koyacak bizim ne gücümüz var? Vallahi, biz onların yanında bir lokmayız.” dedi. Ebu Tâlib ona, ey korkak adam, vallahi, biz, sağ oldukça, ona yardım edecek, onu savunacak ve koruyacağız” dedi. Allah Resulü, Kâbe’yi tavaf için gelenlere, pazar ve panayırlara gidiyor, oradakilere tebliği yapıyor ve dine davet ediyordu. Bu durum, bir müddet sonra Kureyş’i tedirgin ve hatta rahatsız etmeye başladı. Bu rivayetin mucizeli anlatılar yanında bir takım problemler ve çelişkiler içerdiğini söylemek mümkündür. Kısaca bunlara değinerek değerlendirmek istiyoruz: Öncelikle bu rivayet, birkaç safhalık bir konuşmanın birleşik hâli gibi görünmektedir; yani bir defada yapılmış bir konuşma intibaını vermemektedir. Gerçi bu durum, yazıya dönüşen sözlü gelenek açısından veya ravi tasarrufları olarak kabul edilebilirse, barındırdığı bir takım problemlerle birlikte normal görülebilir. Ancak bir diğer problem de, Resulullah’ın meramını tam anlatmadan önce mahiyeti belirsiz ve hatta yersiz bir şekilde, bir yardımcı peşine düşmesi ve ısrarla kendisine sanki ölümü yaklaşmış ve davasının sonuna gelmiş biri gibi, halefini tayin etme derdinde olmasıdır. Burada ya bir kopukluk olduğunu veya karşıdan gelen bir itiraz veya teklif üzerine Resulullah'ın konuşmasını bu şekilde sürdürdüğünü düşünmekteyiz. Burada başka sorular da cevap beklemektedir: Resulullah’ın yaptığı ilk konuşmanın böyle bir kısım içermesinin temel sebebi aydınlatılamamaktadır. Resulullah gibi söz ustası bir hatip akrabalarına yaptığı ilk konuşmada neden hemen böyle bir hususu gündeme getirsin ki? İkincisi, eğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler kendisine yardımcı olmaya Ali’den başka bir talip çıksaydı durum ne olacaktı? Kaldı ki, Ebu Leheb’le yapılan tartışmalar asabiyet ve akrabalık duygusundan başka bir şeyle açıklanamamakla birlikte, başka yardımcıların çıkabileceğini de çağrıştırmaktadır. Buradaki en önemli diğer sorun da, eğer Hz. Ali'nin buradaki tayini -Şia’nın iddia ettiği gibi- Allah tarafından yapılmış ve onaylanmışsa, Resulullah neden buna üç kez onay vermeyip, daha başkalarının cevap vermesini beklemektedir? Eğer bu talimat Allah’tan gelmişse, Resulullah’ın buna itiraz etmesi veya bunu beğenmemesi nasıl mümkün olabilir? Hem Allah hem de Resulu, nasıl olur da bir çocuğu vekil ve halef olarak kabul edebilir? Öyle ki, ciddiye bile alınamayacak bu duruma hem Ebu Tâlib, hem de diğer akrabalar şaşmış ve işi alaya almışlardır. Bu durum tabii ve normal bir sonuç olarak görülmelidir. Ayrıca Resulullah'ın hayatının daha sonraki kısımlarına baktığımızda, onun bu anlamda bir yardımcı ve halefe ihtiyaç duymadığını ve Hz. Ali'yi de bir yardımcısı ve halefi olarak kullanmadığını görmekteyiz. Tam tersine Resulullah'ın vekil bırakması hususundaki örneklerin, başta Hz. Ebubekir olmak üzere, diğer birçok sahabe hakkında olduğu da görülebilir. Burada kanaatimize göre kabul edilecek tek husus, genel anlamda değil de özel anlamda ve sadece aile ve çocuklarının gözetilmesi hakkında Resulullah’ın bir yardımcı istemiş olabileceğidir. Bu olaydan sonra Allah Resulu Hz. Muhammed, dur durak demeden, zaman ve mekân gözetmeden, her durum ve fırsatta insanları Allah’ın yüce dinine çağırmış ve onlara dini hayata geçirme ve yaşatma hususunda örnek olmuştur. Resulullah şimdiye kadar birebir ve yakınındakilere yaptığı tebliğ davetini, artık toplu olarak ve grup hâlindeki insanlara da yapıyordu. Kâbe’yi tavaf için gelenlere, pazar ve panayırlara giderek tebliğ tebliği yapıyor ve dine davet ediyordu. Fakat kendisi gibi diğer Müslümanların da tebliğ faaliyetlerine açıkça başlaması ve hız vermesi, artık Kureyş’i tedirgin ve hatta rahatsız etmeye başladı. Bu yüzden Peygamberimiz’i bazen tersliyorlar, bazen itip kakıyorlar ve bazen de konuşmasına imkân vermiyorlardı. Bu durum tebliğ yapan diğer sahabe için de söz konusuydu. Durum öyle bir hal almıştı ki, Müslümanlar artık rahat değillerdi, tedirgindiler ve bazen de birbirlerinden endişe etmeye başlamışlardı. Çünkü bazı aileler çocuklarının Müslüman olmasından rahatsızlık duyuyorlar, birbirleriyle ve Allah Resulu’yle konuşmasına fırsat vermemeye çalışıyorlardı. Bu durum Allah Resulu’nü bir tedbir almaya ve din kardeşleri için toparlayıcı bir çare aramaya itti. Bunun için en uygun yerin ilk Müslümanlardan olan Erkam’ın evi olduğuna karar verdi ve artık günlerinin çoğunu burada geçirmeye başladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Dâru’l-Erkam Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. veya 5. yılında başladığını görmekteyiz. Çünkü zaten 3 yıl gizli davet yapılmıştı. Bu süreçte Resulullah’ı ciddiye almamak hatta ona, ‘mecnun’ olduğu için (!) acımak ve onunla alay etmek vardır. Müslümanların sayılarının artması üzerine baskı ve işkenceler de artarak onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri baş göstermiştir. Bu yüzden Allah Resulu, ashabıyla daha rahat görüşmek, onların sıkıntı ve ihtiyaçlarına yardımcı ve destek olmak, İslam’ı ve yeni inen ayetleri tebliğ etmek için bir yere ihtiyaç duydu. Erkam’ın evi bu iş için ideal bir yerdeydi, hem Kâbe’ye yakın ve onu görüyor, hem müşriklerin karargâhı olan Daru’n-Nedve’yi görüyor ve hem de merkezî bir konumda bulunuyordu. Erkam’ın evinin davet merkezi olarak seçilmesini, bi’setin ilk yıllarına hasredenler olmasına rağmen, doğru rivayetlerin 4. yılı işaret ettiğini düşünmekteyiz. Çünkü ilk yıllarda Erkam’ın evinin kullanılmasını gerektirecek bir ortam olmadığı için, oraya sığınmanın önceki yıllara kadar gidebileceğini de düşünmüyoruz. Müminler burada toplanıp sadece bilgilenme ve yakınlaşma için konuşuyor, ayetleri ezberlemeye çalışıyor ve yeni inen ayetlerden herkes haberdar ediliyordu. Çünkü bu evin Kâbe’nin yakınında oluşu, Mekke’ye umre veya hac için gelenlerle irtibat kurma kolaylığı sağlaması, herkes için rahatça erişilebilecek merkezî bir konumda olması önemliydi. Tabii olarak bilgilenme, yakınlaşma ve inen ayetlerden haberdar olma gerekçesi, evin birinci yıldan itibaren kullanılabileceğini de ima edebilir. Ancak bu durumda Erkam’ın evinin, sosyal ve siyasal bir karargâh, kültürel bir ortak altyapı oluşturmak için bir araya gelme ve düşmandan ve işkenceden kaçacak bir sığınma yeri olmak yerine; oturup konuşulan, sohbet edilen eğitim ocağı ve Kur’an öğretim merkezi olarak görülmesi gerekmektedir. Hamidullah da işkence ve eziyetlerin artışı üzerine Erkam’ın evinin seçildiğini ve evin hem tebliğ ve hem de eğitim maksatlı kullanıldığını söyler. Buna göre, Erkam’ın evinin kullanılmasının 3. yıldan sonra olduğunu düşünmek daha makul gelmektedir. Yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi Erkam’ın Evi, Müslümanlar için öylesine bir sembol olmuştur ki, orada Müslüman olanlar ve Allah Resulu’nün sohbetine ilk olarak orada muhatap olanlar, buraya geçişi bir tarih başlangıcı yapmışlar ve “Erkam’ın Evinden Sonra …” deyimini kullanmışlardır. Bu yüzden ilk Müslümanlardan bir kısmı, Erkam’ın evinde İslam’ı kabul ettiği için, ‘ilk Müslümanlardan’ unvanını almışlardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler İLK TEPKİLER Kureyş’in Allah Resulu’nün davetine itiraz veya muhalefeti, birçok sebeplere mebni idi. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, risaletin üçüncü senesinin sonlarına kadar Kureyş, Müslümanlara karşı şiddete başvurmamıştır. Önceden ciddiye almadıkları bu insanlar, sanki belli bir güç oluşturuyor, toplumda ayrılık meydana getirmeye çalışıyorlardı. Zaten yeni bir grup olarak ortaya çıkanlara karşı dün de bugün de gösterilen tepki budur. Resulullah'ın davetine karşı çıkanların genel tavırları, günümüzde de doğru da olsa yeniliklere karşı çıkanlarla aynı gerekçeye sahipti: Gelenek yani statüko. Allah Resulu’nü asırlardır sürdürdükleri atalarının dinine karşı çıkmak, onu terk etmek ve yermekle suçluyorlardı. Bu durumda en etkili unsuru, Araplardaki kabile yapısı ve atalar kültü oluşturmaktaydı. Aslında Araplar kimsenin dinine karışmazlar ve kendi dinleri olan putperestliğe de sahip çıkarlardı. Bu yüzden gerek Hz. Peygamber ve gerekse diğer müminler, ilk başlarda Kâbe’de de namazlarını kılarlardı ve onları gören müşrik liderler onlara herhangi bir şey demez, sadece güler geçerlerdi. Ancak ne zaman ki, İslamiyet yayılmaya ve her kesimden taraftar bulmaya başladı, bunu kendileri, dinleri, gelenekleri, ataları ve menfaatleri için bir tehlike görmeye başladılar. Bu da onları, başta Allah Resulu olmak üzere, tüm Müslümanlarla mücadeleye sevk etti. Yukarıda verdiğimiz Afif el-Kindî’nin anlatısı Kâbe’de yapılan serbest ibadete örnek verilebilir. Ancak artık tepkiler başlamış ve Müslümanlar da namazlarını sadece evlerinde veya birlikte şehir dışında bir yerde, açık arazide kılmayı tercih eder olmuşlardı. Artık her yerde Müslümanlar konuşuluyor, çarşıda, pazarda, evde, sokakta, hazarda ve seferde onlardan bahsediliyordu. Kimi bunu işin önünün bir an önce alınmasını, Muhammed ve yanındakilere engel olunmasını istiyor, kimi bunun için sert tedbirler öneriyor ve kimi de daha yumuşak çareler teklif ediyordu. Aileler de tedirgindi. Çünkü bir evde iki kardeşten biri mümin diğeri müşrik veya anne-baba müşrik, oğlan veya kız mümin veya ebeveynden biri mümin diğeri müşrik, kabileden birinde müminler var, diğerinde yoktu. Sonuç olarak bu işten etkilenmeyen ev ve aşiret kalmamıştı. Herkes aynı gerekçeyle değilse de çok çeşitli sebeplerle Allah Resulu’nün davetine itiraz veya muhalefet ediyordu. Kureyşlilerin Allah Rasulu’nün getirdiği ilahi mesaja karşı çıkmalarının sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür: Kureyşîler yüzlerce yıldan beri putperest idiler. Atalarının putperest dinini terk etmekte zorlandıkları gibi, ona muhalefetin de kendilerine bir zarar ve uğursuzluk getireceğini düşünüyorlardı. Put ticareti de bundan geliri olanların muhalefetine yol açıyordu. Mekke barındırdığı Kâbe ile Hicaz bölgesinin biricik dinî merkezi olup, her yıl oraya hac mevsiminde hac için, diğer zamanlarda da umre için, her taraftan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler çok sayıda insanı çekmekteydi. Bu insanların ihtiyaçları yukarıda bahsedilen birtakım Kâbe hizmetleriyle karşılanıyordu. Babadan evlada geçen Kâbe hizmetleri, kendilerine hem büyük nüfuz, hem de büyük çıkarlar sağlamakta idi. Aynı zamanda bu, ticari faaliyetleri oluşturan panayırlara da imkân tanıyordu. Bunun için, müşrik uluları, kendilerinin dinî ve ticari durumlarını sarsabilecek her harekete karşı koymayı çıkarlarının bir gereği saymakta idiler. Aksi takdirde hem yoksul ve hem de itibarsız olacaklardı. Hz. Peygamber (s), Kureyş’in ileri gelen azılı müşriklerinin kötülüklerini ve çıkar sağlamak için yaptıklarını ortaya döken ayetleri okuyup duruyordu. Müşrik ileri gelenlerinden kimi, bu ve benzeri ayetlerde sıralanan kötülüklerin tümünü, kimisi de bir kısmını kendisinde bulup rahatsız olmakta; bu kötülüklerle teşhir edilmesinin, kendilerini bir gün gözden düşürebileceğinden kaygılanmakta idiler. Kendilerini toplumun üzerinde ve seçkinleri olarak gören Kureyş ileri gelenleri, kendileri için üstün bir hak tanımayan, herkesi bir tarağın dişleri gibi eşit tutan ve “Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki, birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, ona karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurat/49: 13) diyen bir dini, kabullenip benimsemekte zorluk çekiyorlardı. Kureyş aşiretleri arasında, öteden beri, birbirlerine karşı çekememezlik huyları ve üstünlük davaları vardı. Bunun için Peygamberimiz’in (s), Hâşimoğulları arasından peygamber olarak ortaya çıkmasıyla Hâşimoğulları ailesinin diğerlerine karşı ezici bir üstünlük sağlayacağını düşünerek bundan telaşlananlar olmuştu. Nitekim Ebu Cehil bu yoldaki duygusunu şöyle açıklıyordu: “Biz ve Abdi Menafoğulları, şeref ve şan hususunda şimdiye kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik. Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk ederek diyet yüklendik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bağışta bulunduk. Onlarla kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince, onlar, 'işte, bizden, kendisine gökten vahiy gelen bir peygamber de var!' dediler. Biz bunun dengini nereden bulup da onların seviyesine ulaşacağız? O hâlde vallahi, biz hiçbir zaman ona inanmayacağız ve onu tasdik etmeyeceğiz.” Kureyş ileri gelenlerinin telakkilerine göre, Kur'an inecek idiyse, ne diye Kureyş ileri gelenlerinin yaşlı ve zengin olanlarına değil de, sıradan, fakir ve yetim birisine iniyordu? Nitekim, Velid b. Mugîre: “Ben Kureyşlilerin seyyidi, ulu kişisi olduğum hâlde, nasıl geri bırakılırım da, Muhammed'e vahiy iner? Yahut, Sakîf kabilesinin seyyidi, ulu kişisi Ebu Mesud Amr b. Umeyr es-Sakafî de bu hususta nasıl geri bırakılır? Biz, bu iki kentin ulu kişileriyiz. Biz Umeyr Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler es-Sakafî dururken başkasına vahiy inmesi olacak şey değil!” diyordu (Furkan/25: 41). Mekke aristokrasisinin oluşturduğu bir sömürü düzeni ve yolsuzluklar vardı. Kur’an bunları yasaklıyor ve insanları adil ve hak bir düzene çağırıyordu. Tabii ki, bu düzenden beslenenler muhalefet edeceklerdi. Ahiret düşüncesini anlamak istemiyorlar, dünyada yaptıkları haksızlıkların hesabını verme korkusu, onları kendilerini düzeltecek yerde, karşı çıkmaya itiyordu. Kur’an muarızlarının, Kur’an karşısında aciz kalmaları, hatip ve şairlerin Kur’an’ın benzerini getirememeleri, onları ve diğer düşmanları iyice azgınlığa itmekteydi. İtiraz edecek husus bulamadıkları zaman, peygamberinin kendileri gibi bir ‘beşer’ olmasına itiraz ederek, onun bir ‘melek’ olması gerektiğini söylüyorlardı (İsra/17: 94; Zuhruf/43: 31). Resulullah'ı ve diğer Müslümanları konuşma ve tartışmalarıyla ikna edemeyenler, Kur’an karşısında suskun kalanlar, Müslümanların sayısındaki artışı gördükçe tepkileri iyice artıyor ve artık baskı ve işkencelere başvuruyorlardı. Baskı ve İşkenceler Öncelikle baskı ve işkencenin psikolojik ve sosyal olduğunu görmekteyiz. Anne ve baba çocuklarına tavır alıyor ve onlara karşı ilgisiz kalıyorlardı. Her fırsatta konuyu açarak, onları saygısızlıkla itham ediyor, kendilerine ve toplumlarına bir felaket getireceklerini söylüyorlar, her şeyi başlarına kakıyorlardı. Kureyş’in Müslümanlara uyguladığı baskı ve işkencelerden hiçbir Müslüman istisna edilmemiştir. Resulullah bile… Müslümanlar, anne ve babalarından sonra aynı şeyi, kendi aşiret ve akrabalarından da görüyorlardı. Bu durum bir müddet böyle devam etti ve görüldü ki, hiç kimse İslam’dan ve Hz. Muhammed'den ayrılmak istemiyor, bundan sonra hapis, işkence, dayak ve diğer her türlü eza ve cefaya başladılar. Arapların kendi geleneklerini göz önüne aldığımızda, birinin başka kabileden olan birine aslında herhangi bir şekilde baskı kurması ve eza-cefa çektirmesi mümkün değildi. Bu yüzden herkes öncelikle kendi akrabalarına ve kimsesiz köle ve cariyelere işkence ediyorlardı. Bu baskı ve dayaklardan hiç kimsenin istisna edilmesi mümkün görünmemektedir. Hatta Resulullah'ın bile uygun görüldüğü yerlerde saldırıya uğradığını söyleyebiliriz. Çünkü artık dostluk ve düşmanlık ayrılıp saflar belirginleşmiş ve bu durum tüm kabileleri bile neredeyse Müslüman olan herkese karşı ortak bir tavra itmişti. Baskılar zamanla iyice artmakta ve yayılmakta olup tek istisnasını, ‘öldürmeler’ oluşturmaktadır. Aşiret mensupları kendilerinden birinin dövülüp sövülmesine bir noktaya kadar ses çıkarmasalar da, işin içine öldürme Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler girince, ne olursa olsun akrabalık devreye giriyor ve kan davasına dönüşüyordu. Bu yüzden işkenceciler de dozlarını ona göre ayarlıyorlardı. Mesela bir gün Erkam’ın evindeyken, ashab hep beraber Kâbe’ye gidilmesini istemişler, fakat Resulullah buna yanaşmamıştı. Ancak Ebubekir’in ısrarına dayanamadı ve hep birlikte Harem’e gittiler. Biraz sonra burada toplanmış bulunan müşriklere Ebubekir, birtakım nasihatler etti, konuşmalar yaptı. Buna tahammül edemeyen müşrikler, Müslümanlara saldırarak dövüşmeye başladılar. Utbe b. Rebia, eline düşürdüğü Ebubekir’i çok fena bir şekilde dövdü. Bitkin ve baygın bir şekilde evine götürülen Ebubekir, akşama doğru kendine geldiğinde, ilk işi kendi durumuna düşmüş olmasından endişe ettiği Resulullah’ı sormak ve sağlık durumunu görmek için annesi ve Ümmü Cemil’in yardımıyla, Erkam’ın evine gitmek oldu. Hz. Peygamber’in sağlıklı olduğunu görünce çok sevindi, ona sarıldı ve Müslümanlarla kucaklaştı. Burada, kendisine yardım eden annesinin hidayete ulaşması için Hz. Peygamber’den Allah’a dua etmesini istedi. Yine bir gün Ebubekir, Resulullah’ı müşriklerin elinden kurtarmaya koşmuş, ama fena hâlde dövülmüştü. Rivayetlerin serdedilişine göre, her ne kadar ne zaman yapıldığı belli değilse de Resulullah'a yapılan baskılardan örnek vermek istiyoruz: Übeyy b. Halef’le Ukbe b. Ebi Muayt, birbirlerinin yakın dostu idiler. Ukbe b. Ebi Muayt’ın, bazen Peygamberimiz’in yanına gelip konuştuklarını dinlediği olurdu. Ukbe’nin bu hareketi Übeyy b. Halef’e anlatılınca, Übeyy b. Halef Ukbe’ye, “senin Muhammed’le birlikte oturup konuşmasını dinlediğini işittim. Bir daha onunla oturup da söylediklerini dinlemek yerine, onun yüzüne tükürmezsen, seninle görüşmek de konuşmak da bana haram olsun.” dedi ve ağır yemin etti. Bunun üzerine, Ukbe b. Ebi Muayt, Peygamberimiz’in yanına varıp Übeyy b. Halefin istediğini yerine getirdi. Peygamberimiz, bir gün, Kâbe’yi tavaf ediyor, o sırada Kâbe’nin Hicr mevkiinde de ileri gelen müşriklerden Ukbe b. Ebî Muayt, Ebu Cehil ve Ümeyye b. Halef oturuyorlardı. Peygamberimiz onların hizasından geçerken, ona laflar attılar. Resulullah’ın bu laflardan hoşlanmadığı, yüzünden belli oluyordu. Hz. Ebubekir’le Hz. Osman Peygamberimiz’in yanına giderek onu aralarına aldılar. Peygamberimiz parmağını onların parmakları arasına geçirdi ve bütün tavafları böylece, el ele tutuşarak yaptılar. Ebu Cehil ve arkadaşlarının hizasına geldikleri zaman, Ebu Cehil, Peygamberimiz’e: “Vallahi, sen atalarımızın tapageldikleri tanrılara tapmaktan men ettiğin müddetçe, deniz bir kıl parçasını ıslatacak suya malik bulundukça, seninle barışmayacağız.” dedi. Peygamberimiz de: “Ben de size karşı öyleyim.” buyurdu. Sonra, tavafın üçüncü şavtını yapıp dördüncü şavtı yapmaya geldiği zaman, Ebu Cehil yerinden sıçradı ve Peygamberimizin yakasından tutmak isteyince, itilip sırt üstü düşürüldü. Hz. Ebubekir Ümeyye b. Halef’i, Peygamberimiz de Ukbe b. Ebî Muayt’ı def ettiler. Onlar uzaklaşınca, Peygamberimiz ayakta durarak, “Vallahi, size acil azab mubah oluncaya kadar siz bu yaptıklarınızdan vazgeçmeyeceksiniz. Sizler, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler içinizden çıkan Peygamberiniz için, ne kötü kavimsiniz!” buyurduktan sonra, evine döndü. Hz. Ebubekir’le Hz. Osman da onu evine kadar takip ettiler, daha sonra ayrıldılar. Mahzumoğullarından Ebu Cehil, Velid b. Mugîre ve üçüncü bir arkadaşları, Resulullah’ı öldürmeyi aralarında tasarladılar. Ebu Cehil, ‘Peygamberimiz’i namaz kılarken görürse, başını taşla ezeceğine’ yemin etti. Bir gün, Peygamberimiz’in Kâbe’de namaz kıldığı bir sırada, Ebu Cehil’e, “işte, Muhammed orada.” dediler. Ebu Cehil ise, “nerede o?” diye sorup duruyor, fakat Resulullah’ı göremiyordu. Resulullah’ın, Kâbe’de namaz kılmaya devam ettiği ve Mahzumoğullarının da onun okumasını işittikleri hâlde, Ebu Cehil ne onu görmüş ne de ona ilişebilmişti. Oradakiler Resulullah’ı öldürmesi için, bu defa Velid b. Mugîre’yi gönderdiler. Velid de Resulullah’ın namaz kıldığı yere kadar gelip okumasını işittiği hâlde kendisini bir türlü göremiyordu. Arkadaşlarının yanına dönüp bunu onlara bildirdi: “Vallahi, sesini duyduğum hâlde, kendisini göremiyordum.” dedi. Bunun üzerine, arkadaşlarından üçüncüsü, “Vallahi, gidip onun başını bu kez ben ezeceğim.” dedi. Eline bir taş alıp gitti ve birden peşi sıra geri dönerek, oracıkta baygın düştü. Kendisine gelince: “Sana ne hâl oldu?” diye sordular. “Bana anlayamadığım bir şeyler oldu. Onun yanına yaklaşınca, kulaklarını sallayan bir puğur deve ile karşılaştım. Ben, bu ana kadar, ondan daha iri bir puğur görmedim. O, Muhammed’le benim arama gerilmiş, duruyordu. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, eğer ona biraz daha yaklaşsaydım, muhakkak beni yerdi.” dedi. Daha sonra orada bulunan Mahzumoğulları, Peygamberimiz’in namaz kıldığı ve okumasını işittikleri yere kadar hep birlikte ilerlediler. Sese yaklaştıkları zaman, ses arkadan gelmeye başladı. Bu sefer işittikleri yere doğru gidince de, ses, tekrar arkalarından gelmeye başladı. Bu böyle devam etti. Peygamberimiz’e bir şey yapamayarak gerisin geri döndüler. Allah Resulu’nün evi Ebu Leheb ile Ukbe b. Ebi Muayt'ın evleri arasında idi. Bunlar, hayvan işkembesini getirip Peygamberimiz’in kapısının önüne atarlardı. Ebu Leheb, kendi evinden ve komşusu Adiyy b. Hamra es-Sakafî’nin evinden, Peygamberimiz’e taş atar dururdu. Ebu Süfyan'ın kız kardeşi olan Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil de, Hz. Peygamber'e düşmanlıkta aşırı gider; küfründe, inkârında ve inadında kocasına yardımcı olurdu. Ümmü Cemil her gece pıtrakları, dikenleri ve dikenli ağaç dallarını toplayıp büyük demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batsın, yaralar açılsın diye Peygamberimizin geçeceği yollara saçardı. Tebbet Suresi, Resulullah'ın amcası Ebu Leheb ve Karısı Ümmü Cemil hakkında inmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler “Kahrolsun o parlak yüzlünün iki eli ve kahrolsun kendisi! Ne faydası olacak servetinin ve kazancının? (Öteki dünyada) şiddetle parlayan bir ateşe atılacak, iğrenç söylentilerin taşıyıcısı olan karısı ile birlikte, (o ki,) boynunda bükülmüş iplerden bir halat (taşır)!” (Tebbet/111: 1-5) Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce, kızı Ümmü Külsûm Ebu Leheb'in oğlu Uteybe ile, Rukayye de Ebu Leheb'in diğer oğlu Utbe ile nişanlanmış olup henüz evlenmemişlerdi. Tebbet suresi nazil olunca, Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil, oğullarını, Rukayye ve Ümmü Külsûm’den dinden çıktıkları ve atalarının dininden ayrıldıkları gerekçesiyle boşattı. Abdullah b. Mesud anlatmaktadır: “Peygamberimiz (s) Beytullah'da namaz kılıyordu. Ebu Cehil b. Hişam, Şeybe b. Rebia, Utbe b. Rebia, Ukbe b. Ebi Muayt, Ümeyye b. Halef ve daha başka iki kişiden oluşan yedi kişilik bir topluluk da Hicr'de oturuyorlardı. Allah Resulu (s) namazını kılarken secdesini uzattı. Ebu Cehil, 'hele şu gösterişçiye bakın!” dedi. “Hanginiz varıp filan oğullarının dün boğazlanan devesinin dölyatağını, işkembesini, kanını getirir de secdeye vardığı zaman Muhammed'in iki omzunun arasına koyar?” diye sordu. Oradakilerin en bedbahtı olan Ukbe b. Ebi Muayt, “Ben yaparım” dedi ve kalkıp gitti. Döl yatağını ve işkembeyi alıp getirdi ve Resulullah secdeye vardığı zaman, onları iki omuzunun arasına bıraktı. Hepsi katıla katıla gülerken, Allah Resulu ise secdeden ayrılamıyor ve başını kaldıramıyordu. Nihayet, biri gidip Fâtıma'ya haber verdi. Fâtıma o zaman küçük bir kızdı. Koşarak geldi ve Resulullah’ın (s) üzerinden onları alıp attı. Bunu yapanlara ağır sözler söyledi. Onlar Fâtıma'ya hiçbir karşılık vermediler. Bir gün Peygamberimiz (s) Kâbe'de namaz kılarken, Ukbe b. Ebi Muayt gelmiş, onu boğmak için ridasını boynuna dolayarak şiddetle çekmeye başlamış, Hz. Ebubekir yetişerek onu omuzundan tutup Hz. Peygamber’in (s) üzerinden def etmiştir. Peygamberimiz (s) Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden birtakım kişilerin güneş battıktan sonra Kâbe'nin arkasında toplanarak konuşmak bahanesiyle kendisini çağırıp peygamberlikten vazgeçirtmek için kendisine türlü hakaret ve yersiz tekliflerde ve ölümle tehditlerde bulundular. Allah Resulu, hem Mekke lideri Ebu Talib’in yeğeni ve hem de onun koruması altında olduğu hâlde durumu böyleyken, diğer Müslümanların ve bilhassa koruması olmayanlar ile köle ve cariyelerin durumunun çok daha kötü olduğunu anlayabiliriz. Kaynaklarımız bunların örnekleriyle doludur. Onlara yapılan baskılar bazen dayanılmaz hale gelince, Resulullah'tan kendileri için bir yol bulmasını isterler ve “ey Allah’ın Resulu! Bizi dinimizden döndürmelerinden korktuğumuz şu kavme karşı bizim için Yüce Allah'tan yardım dilemez misin? Bizim için, Allah'a dua etmez misin?” diye rica ederlerdi. Resulullah da onlara sabrı yani direnmelerini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler tavsiye ederek şöyle derdi: “Vallahi, sizden öncekiler içindeki müminlerden bir kimse yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse o çukura dizlerine kadar gömülür sonra bir testere getirilir, başının üzerine konulup biçilerek ikiye bölünürdü de bu işkence kendisini dininden döndüremezdi. Yahut onun kemiğinin üzerinden eti ve siniri demir taraklarla taranır, kazınırdı da yine, bu işkence kendisini dininden döndüremezdi! Allah'tan sakınınız! Hiç şüphesiz, Allah sizin için fetih ihsan edecek ve bu işi muhakkak tamamlayacaktır. O kadar ki, hayvanına binmiş bir kimse, San’a ile Hadramevt arasında, San'a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar gidecek de, Yüce Allah'tan başka, hiçbir şeyden korkmayacak; sadece kişi, koyunu hakkında kurt saldırmasından kaygı duyacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz, sabredin!” buyururdu. Kureyş’in işkencelerine dayanamayan Müslümanlar, Allah Resulu’nün kapısını çalıp, ondan dua ve yardım istiyorlardı. Ama tek çare sabırla direnmekti… Müşriklerin Resulullah’ı ve ashabını maruz bıraktıkları daha birçok işkence ve sıkıntılar ile bunlara karşı gerçekleşen mucizeli anlatımlar, kaynaklarımızda çokça yer almakla birlikte, biz sadece bu kadar örnekle yetinmeyi uygun görüyoruz. Anlatılanların bir kısmının ise abartılı ve o zamanki Arap toplumun geleneğine ve sosyokültürel ortama uygun anlatılar olmadığı için kabul edilemez olduklarını da düşünmekteyiz. Diğer bir problem ise, olayların, onlarla irtibatlandırılmaya çalışılan ayetlere sebebi nüzul olarak gösterilmesidir ki, bu da tartışmalıdır. Bu olaylar bi’setin onuncu yılda cereyan etmesine rağmen Furkân ve Yâsîn surelerinin nüzulünü, beş veya altıncı yıla tarihlemenin uygun olduğuna inanmaktayız. Resulullah’ın, toplumunun geleneğinde karşımıza çıkan telakkilerin dışında tutularak anlatılmasını problemli bulmaktayız. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, burada da Resulullah’ın öldürülmesi hakkındaki rivayetleri, ne kadar sahih görünürse görünsünler, kabule şayan bulamamaktayız. Bu hususta tek kabul edilebilir rivayetin, Medine’ye hicret öncesi, “tüm kabile üyelerinin iştirakiyle” kararlaştırılan suikast teşebbüsü olduğunu düşünmekteyiz. Gelenek, kabile taassubunu o kadar öne çıkarmaktadır ki, ne durumda olursa olsun, kabile, kendi üyelerinden birine karşı işkence ve eziyete göz yumarken, cinayet ve katliamı asla affetmiyordu. Bu yüzden öldürme işi kabileler birliğinin karar ve teşebbüsüyle icra edilebilmekteydi. Bu durumda rivayetlerdeki abartılı ve mucizemsi ifadelerle anlatılmak istenenlerin, Resulullah ve müminlerin, öldürülmeye varacak kadar büyük eziyet ve işkencelere uğradıkları, bunlara rağmen onların da buna karşı koyarak, direnerek mücadelelerini sürdürmekten geri durmadıkları olduğunu düşünmekteyiz. Himayesiz kişilerin ne kadar sıkıntıya ve zulme maruz kalmaları söz konusuysa, Resulullah’ın da aynı sıkıntılara uğradığını düşünmek durumundayız. Onun korunması ise, sadece direnme gücü, mücadele azmi ve kararlığının kırılmaması, tebliğine devam etmesi ve bunun için her türlü fırsatı kollamasıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler İslamiyet Mekke'de yayılmaya başlayınca, müşriklerin ileri gelenlerinden bazıları, Allah Resulu'ne ve Müslümanlara karşı, baskıya, işkenceye, kıskançlığa ve azgınlığa başladılar. Bu müşriklerden bazıları, kıskançlık ve düşmanlıklarını açıkça, bazıları da kapalı ve sinsi bir biçimde sürdürmüşlerdir. Onlardan bazılarını en düşmandan sadece muhâlife doğru şöyle sıralayabiliriz: Kureyş’in Allah Resulü ve Müslümanlara en çok baskı yapanları, 23 kişi olarak sayılmaktadır. 1. Ebu Cehil Amr b. Hişam, 2. Ebu Leheb b. Abdilmuttalib, 3. Ukbe b. Ebi Muayt, 4. Ümeyye b. Halef, 5. Übeyy b. Halef, 5. Nadr b. Haris, 6. Züheyr b. Ebi Ümeyye, 7. Ebu Kays b. Fâke, 8. Hakem b. Ebi'l-Âs, 9. Muaviye b. Mugîre, 10. Münebbih b. Haccac, 11. Sâib b. Ebi Sâib, 12. Esved b. Abdilesed, 13. Âs b. Saîd, 14. İbnül- Asda, 15. Adiyy b. Hamra, 16. Ebu Süfyan b. Haris, 17. Hanzale b. Ebi Süfyan, 18. Esed b. Abduluzzâ, 19. Ebu Zem’a Zem’a b. Esved, 20. Safiy b. Sâib, 21. Amr b. Âs, 22. Haris b. Kays 22. Nübeyh b. Haccac, 23. Üneys b. Miyer, 24. Tuayme b. Adiyy, 25. Rükâne b. Abdi Yezid 26. Mâlik b. Tulatıla, 27. Hübeyra b. Ebi Vehb, 28. İbn Gaytala Haris b. Gays, 29. Esved b. Muttalib, 30. Esved b. Abdi Yağus, 31. Velid b. Mugire, 32. Âs b. Vâil, 33. Haris b. Tulatıla (Gaytala) 34. Utbe b. Rebia, 35. Şeybe b. Rebia, 36. Ebu Süfyan b. Harb İsimlerinde ittifak olmasa da, 23 kişi en azılı düşmanlar arasında sayılmaktadır. Resulullah'a düşman olan bu müşrik ileri gelenlerinden Ebu Süfyan b. Haris, Ebu Süfyan b. Harb, Amr b. Âs ve Hakem b. Ebi'l- Âs'tan başka, hiçbirisi Müslüman olmamıştır. Müşriklerin Bazı İtiraz ve İftiraları Yukarıda kısaca temas etmekle birlikte, burada da bir kısım ayetler ışığında müşriklerin Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an’a itiraz ve iftiralarına kısaca temas etmek istiyoruz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Kur’an’ın Allah katından gelme onun kelamı olduğuna değil, beşer olarak Hz. Muhammed'in sözü olduğunu iddia etmektedirler: “Bu, ölümlü beşer sözünden başka bir şey değildir!” der.” (Müddessir/74: 25) “De ki: “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!”“ (Furkan/25: 6) “… senin kalbine, ki (ey Muhammed, onunla) uyaran kimselerden biri olasın…” (Şuara/26: 194) “De ki: “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!”” (Furkan/25: 6) “Ve o, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağında(n çıkmış)tır; o, gerçekten yücedir, hikmet doludur.” (Zuhruf/43: 4) “… (hâl böyleyken:) ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler, “Bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir ya da bunu değiştir” diyecek olurlar. (Ey Peygamber) de ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın, (bu konuda) rabbime baş kaldıracak olursam, dehşet veren o (Büyük) Gün (gelip çattığında) azabın (beni bulmasın) dan korkarım!”” (Yunus/10: 15) “İşte sana da (ey Muhammed,) kendi buyruğumuz altında hayat veren bir mesaj vahyettik. (Bu mesaj sana gelmeden önce,) sen vahiy nedir, iman (nedir) bilmezdin ama (şimdi) bu (mesajı) bir ışık yaptık ki onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola ulaştıralım; şüphesiz sen de (insanları onunla) doğru yola ulaştıracaksın.” (Şura/42: 52) “İmdi, bu Kur’an, asla Allah'tan başkası tarafından tasarlanmış, uydurulmuş olamaz; üstelik o, önceki vahiylerden hakikat adına bugüne kalmış ne varsa onu doğrulayıp, alemlerin rabbinden (geldiğinden) şüphe olmayan vahyi özlü bir biçimde açıklıyor.” (Yunus/10: 37) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Allah Resulu, Kur’an’ın kendisine bir elçi yani Cebrail tarafından getirildiğini söylemektedir. Müşrikler de onun bu ifadeleri karşısında, bir yandan kendisine diğer yandan da, onlarını akıbetlerini haber veren Cebrail’e düşmanlık beslemeleri: “(Ey peygamber, onlara) şunu anlat: “Kim ki, Allah'ın izniyle senin kalbine, önceki çağlarda indirdiklerini doğrulayan, inananlara bir muştu ve rehber olan bu (ilahi kelam)ı indirdiği için Cebrail'e düşmanlık besliyorsa; kim ki Allah'a, O’nun meleklerine, Cebrail ve Mikail de dâhil O’nun elçilerine düşmanlık besliyorsa, bilsin ki, Allah da hakikati inkâr eden herkese düşmanlık beslemektedir.” (Bakara/2: 97–98) “Bakın, bu (Kur’an) gerçekten şerefli bir Elçi'nin (vahyedilmiş) sözüdür…” (Hakka/69: 40) Kur’an’ın daha ilginç ve daha başka bir biçimde inmiş olmasını istemeleri: “Eğer bu (ilahi kelamın) Arapça dışında bir dilde (indirilmiş) bir hitabe olmasını dileseydik, onlar, (şimdi onu reddedenler,) bu defa, “Neden onun mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil(de indirilmiş bir mesaj bu) ve (tebliğ eden de) bir Arap (elçi)?” diyeceklerdi. De ki: “Bu (ilahi kelam,) iman edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı (Kuran) onlara kapalı, anlaşılmaz gelir. Onlar çok uzaklardan seslenilen (insanlar gibi)ler.”” (Fussilet/41: 44) “İmdi, hakkı inkâra şartlanmış olan kimseler: “Kur’an ona bir bütün olarak bir kerede indirilseydi ya!” diyorlar. Oysa biz onu (sana) böyle tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde belli bir düzen içinde ağır ağır vahyediyoruz ki, onunla senin kalbini pekiştirelim.” (Furkan/25: 32) Allah Resulu’nün ayetleri okumasına karşı onların da karşı propaganda oluşturmaları: “Hakikati inkâr edenler (birbirlerine): “Bu Kuran'ı dinlemeyin ve onun hakkında saçma, anlamsız şeyler uydurun ki onu(n gücünü) bastırasınız!” derler.” (Fussilet/41: 26) Kur’an’ı Hz. Muhammed'in kendisinin gönderilmediğini iddia etmeleri: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi uydurduğu, Allah tarafından 30 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler “De ki: “Allah (başka türlüsünü) dileseydi, size bu (ilahi kelamı) okuyup duyurmazdım; O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki, bu (vahiy bana gelmezden) önce bir ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse, yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?”” (Yunus/10: 16) “Ve (sen ey inanan kişi,) bu kitabın sana ulaşacağını ummazdın; fakat işte rabbinden bir rahmet olarak (sana ulaştı). Öyleyse, artık hakkı inkâra kalkışan kimselere asla arka çıkma…” (Kasas/28: 86) “… çünkü, (ey Muhammed,) sen bu (vahyin gelmesi)nden önce herhangi bir ilahi kelamı okumuş ya da onu kendi ellerinle yazmış değildin; öyle olsaydı, (sana vahyetmiş olduğumuz) hakikati çürütmeye çalışanlar, insanları (onun hakkında) kuşkuya sevk edebilirlerdi.” (Ankebut/29: 48) “Şimdi o, (kendisine bunu emanet ettiğimiz kişi,) (kendi) sözlerinden bir kısmını bize isnat etmeye kalkışsaydı, O’nu sağ elinden yakalardık ve şah damarını keserdik ve hiç biriniz onu koruyamazdı!” (Hakka/69: 44-47) Kur’an’a karşı koyamayınca, onun hakkında “bu eskiden beri duyduğumuz masallardır” demeleri: “Ve kendilerine her ne zaman ayetlerimiz ulaştırılsa, “Biz (bütün bunları) önceden de işitmiştik,” derlerdi, “istesek, şüphesiz, biz (kendimiz) de bu tür sözler düzebiliriz. Eski zamanlara dair masallardan başka bir şey değil, bunlar!”” (Enfal/8: 31) “Gerçek şu ki, bize de bizden önce atalarımıza da aynı şey vaad edilmişti! Eskilerin masallarından başka bir şey değil bu!” (Müminun/23: 83) Kur’an’ın bir şair veya kâhin sözü olduğunu söylemeleri. Çünkü Arapların inancına göre, mükemmel sözler ancak şair ve kâhinler tarafından söylenmektedir: “ve o, inanmaya ne kadar az (eğilimli) olsanız da bir şair sözü değildir ve ders almaya ne kadar az (hazır olsanız) da bir kâhin sözü de değildir…” (Hakka/69: 41-42) “Ve (bu ilahi mesaj öylesine katıksız vahiy ürünüdür ki) onu asla şeytani güçler indirmemiştir…” (Şuara/26: 210) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler “Ve (işte böyle:) Biz bu (Peygamber'e) şiir (yeteneği) bahşetmedik, zaten (şiir) bu (mesaj)a uygun düşmezdi. O yalnızca bir uyarı ve öğüttür ve o özünde apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren bir (ilahi) hitabedir…” (Yasin/36: 69) Kur’an’ın etkileyiciliğine karşı duramayınca, onu ‘söz büyüsü’ olarak adlandırılmak istediler: “İşte böyle, kendilerinden önce yaşamış olanlara da hangi elçi geldiyse, mutlaka, “(O) bir göz boyayıcı(dır), yahut bir deli!” dediler.” (Zariyat/51: 52) “ve “mecnun bir şairin sözüyle biz ilahlarımızı mı terk edeceğiz?” derlerdi.” (Saffat/37: 36) “ve “bu, bir (beşerin) büyülü sözlerinden başka bir şey değildir!” derler…” (Saffat/37: 15) “Ama mesajlarımız ne zaman onlara bütün açıklığıyla iletildiyse, hakikati inkâra şartlanmış olanlar, hakikat kendilerine iletilir iletilmez onun hakkında, “Bu, göz boyayan bir büyüden başka bir şey değil!” diye konuşurlar.” (Ahkaf/46: 7) “Şimdi bu (insanlar) aralarından bir uyarıcının çıkmasına şaşmaktadırlar ve hakikati inkâr edenler şöyle diyorlar: “O (sadece) bir büyücü, bir yalancıdır!” (Sad/38: 4) Allah Resulu'nü reddetmek için ısrarla ondan mucize istemeleri: “Ve bir de şöyle derlerdi: “Ey Allahımız, eğer bu gerçekten Senin katından (indirilen) hakkın kendisi ise, o zaman gökten taş yağdır başımıza, yahut (daha) can yakıcı bir azap çıkar karşımıza!”” (Enfal/8: 32) “Onlar, hâlâ, “Neden O'na Rabbinden hiç mucizevi işaretler indirilmiyor?” diye sorarlar. De ki: “Mucize (göstermek) yalnız Allah'ın kudretindedir; ben ise sadece bir uyarıcıyım”.” (Ankebut/29: 50) “Hayret! Bu ilahi kelamı, kendilerine iletmen için sana göndermiş olmamız onlara yetmez mi? Kuşkusuz onda rahmet(imizin tezahürü) ve iman edecek kimseler için bir uyarı vardır.” (Ankebut/29: 51) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler “Hiç şüphesiz, senden önce de elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik; Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamberin bir mucize göstermesi düşünülemez. Her çağa özgü vahyi bir mesaj vardır…” (Ra’d/13: 38) “Şimdi en emin ve kararlı şekilde Allah’a yemin ediyorlar ki eğer kendilerine bir mucize gösterilmiş olsaydı bu (ilahi kelam)a gerçekten inanmış olacaklardı. De ki: “Mucizeler yalnız Allah’ın elindedir!” Ve hepinizin bildiği gibi, onlara bir mucize gösterilmiş olsaydı bile ona inanmazlardı.” (En’am/6: 109) “Bizi (öncekiler gibi, bu mesajı da) mucizevi belirtilerle birlikte göndermekten alıkoyan tek sebep, önceki toplumların onları hep yalanlamış olmalarıdır; nitekim Semud kavmine uyarıcı ve aydınlatıcı bir belirti olarak o dişi deveyi verdik, ama onlar bunu kale almadılar. Oysa biz bu kabil belirtileri yalnızca korkutup uyarmak amacıyla göndermişizdir.” (İsra/17: 59) Tartışma Bu konularda daha çok sayıda ayet örnekleri zikretmek mümkündür. Biz bu kadarıyla yetinmek istiyoruz. •Günümüzde, gerek müslümanlar ve gerekse gayri müslimlerin Kur'an'a bakışlarını, ilk dönem müslümanları ve müşrikleriyle mukayese ediniz. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBER’E UZLAŞMA TEKLİF ETMELERİ Müşrikler, Resulullah'a Kur'an-ı Kerim hakkında birtakım acayip tekliflerde bulundular. Onlar, Allah Resulu'nün ümmi olduğunu, hiçbir kitap okumadığını çok iyi bilmekte, soy ve ahlaki faziletleri bakımından herkese üstünlüğünü itiraf etmekte ve kendisini el-Emîn diye anmakta idiler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s), böylece kırk yaşına bastıktan sonra, onlara öyle fesahatli bir Hitab getirmişti ki, o her fesahatli kelamı susturuyor, her manzum ve mensur kelama üstün geliyordu. Onun içi, usul ve fürû ilimleriyle dolu idi. İlmin en nefislerini, ahkâm ve ahlâk ilminin en incelerini, geçmiş ümmet ve peygamberlere ait kıssaların en gizli noktalarını, Allah’tan başkasının bilemeyeceği gayp haberlerini bildiriyordu. Edebleri ve ahlaki faziletleri öğretiyordu. Bütün belagat ve fesahat sahipleri ve ilim adamları, Kur'an-ı Kerim'in fesahat ve belagatı, derinliği, genişliği karşısında acizlik ve hayranlık içinde kalıyorlardı. Bu mübarek ‘Kitab’da yer alan ve putperestliği yeren, putperestlerin cehenneme atılacaklarını bildiren ayetler, Kureyş müşriklerini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 33 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler kızdırmaktaydı. Bunun için, müşriklerin ileri gelenleri, Resulullah'a şu tekliflerde bulundular: "Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan, bize; içinde Lât’a, Uzzâ’ya, Menât'a tapmayı bırakmak ve ilahlarımızı yermek, gibi, hoşumuza gitmeyen, bizi kızdıran; öldükten sonra dirilmek, ahiret mükâfat ve cezası, gibi imkânsız saydığımız şeyler bulunmayan başka bir Kur’an getir. Eğer Allah sana öyle bir Kur'an indirmezse, sen kendinden uydur! Yahut şu elinde bulunandakinin tehdit ayetlerini tebşir ayetine, tebşir ayetini tehdit ayetine, haramı helale, helali harama çevir; azab ayeti yerine rahmet ayetini koy. İlahları ve onlara tapmayı yeren ayetleri onun içinden çıkar. Böylece sana inanalım, sana tabi olalım!" dediler. Onların bundan maksatları, alay etmek, Peygamberimizi (s) susturmaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, indirdiği ayetlerde şöyle buyurdu: “Ve (hal böyleyken) ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler, "Bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir; ya da bunu değiştir" diyecek olurlar. (Ey Peygamber) de ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın, (bu konuda) Rabbime baş kaldıracak olursam, dehşet veren o (büyük) gün (gelip çattığında) azabın (beni bulmasın)dan korkarım!" De ki: "Allah (başka türlüsünü) dileseydi, size bu (ilahi kelamı) okuyup duyurmazdım; O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki, bu (vahiy bana gelmezden) önce bir ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse, yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?" Hem, kendi uydurduğu yalanları Allah'a yakıştıran ya da O’nun ayetlerini yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir? Doğrusu, (böyle yaparak) günaha gömülüp giden kimseler kurtuluşa asla erişemeyeceklerdir ve (ne de) Allah'la beraber, kendilerine ne bir yarar ne de zarar verebilecek durumda olmayan şeylere veya varlıklara kulluk edip (kendi kendilerine), "Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımızdır" diyen (kimse)ler! De ki: "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber verebileceğinizi sanıyorsunuz? (Yoo,) kudret ve egemenliğinde sınırsız olan odur, ve insanların O’na, ilahlığında ortak yakıştırdıkları her şeyden sonsuzcasına yücedir.” (Yunus/10: 15-18) Müşrikler Resulullah ile biraz alay olsun diye ve biraz da onu davasından vazgeçirmek için, ona olmadık tekliflerde bulunuyorlardı… Yine bir gün Peygamberimiz (s) Kâbe'yi tavaf ederken, Kureyş müşriklerinden Esved b. Muttalib, Velid b. Mugîre, Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil gibi yaşlı birtakım kimseler, Peygamberimiz’e, "biz sana bir haslet teklif edeceğiz ki, onda hem senin için, hem bizim için iyilik vardır!" dediler. Peygamberimiz (s) de, "Ne imiş o?" diye sorunca, onlar, "ey Muhammed! Gel, sen bizim dinimize tabi ol; biz de senin dinine tabi olalım! Sen bizim ilahlarımıza bir gün veya bir ay veya bir yıl tap; biz de senin İlahına bir gün veya bir ay veya bir yıl tapalım. Böylece bizimle senin aramızda barış meydana gelsin ve aramızdaki düşmanlık gitsin. Ey Muhammed! Eğer senin taptığın bizim taptığımızdan daha hayırlı, senin işin bizimkinden daha doğru ise, biz ondan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 34 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim işimiz daha doğru ise, sen de ondan nasibini almış olursun." dediler. Peygamberimiz (s) de, "Ben Allah'a ibadet ederken, başkasını ona ortak koşmaktan Allah'a sığınırım!" buyurdu. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulmanızı sağlayan ve rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen? Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Allah, insanların tanrısal nitelikler yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir! (Neml/27: 63) “De ki: "Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan o dururken göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’tan başka birini mi dost edineceğim?" De ki: "Ben, Allah’a teslim olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranlar arasında bulunmakla değil". (En’am/6: 14) ayetlerini okudu. Bunun üzerine Müşrikler: "Öyle ise, bazı ilahlarımıza elini sür! Biz de seni tasdik edelim. Senin İlahına tapalım" dediler. Bunun üzerine “De ki: "Siz ey (doğru ile eğriden) habersiz olanlar! Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi teklif ediyorsunuz?" (Zümer/39: 64) ve Kafirun suresi (1-6 ayetleri nazil oldu) “De ki: "Siz ey hakikati inkâr edenler! Ben tapmam sizin taptığınıza, siz de tapmazsınız benim taptığıma. Ve ben tapmayacağım (asla) sizin tapıp durduğunuza, siz de (hiç) tapmayacaksınız benim taptığıma. Sizin dininiz size, benimki bana!" Peygamberimiz sureyi okuyunca, Kureyş müşrikleri Peygamberimiz’e (s) sövüp saydılar ve ümitlerini kestiler. Peygamberimize ve ashabına işkenceye devam ettiler. MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBER’İ KENDİLERİNE TESLİM ETMESİ İÇİN AMCASI EBU TALİB’E MÜRACAATLARI Ebu Talib, Araplardaki asabiye geleneğine uygun olarak, Müslüman olmadığı halde Allah Resulu’nü vefatına kadar korumuş ve bu uğurda her sıkıntıya katlanmıştır. Her türlü baskıya rağmen Müslümanların sayılarının günden güne arttığının görüldüğü sıralarda idi. Aralarında Ebu Cehil’in de bulunduğu Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, bir gün toplantı yaparak Resulullah’ı davasından vazgeçmeye ikna olması için bir teklif götürmeye karar verdiler. Çünkü ne yaparsa yapsınlar Müslümanlarda bir direnç kırılması meydana getirememişler, bir gerileme görememişler ve onlardan hiçbirini -ölüm ve işkenceye rağmen- yollarından vazgeçirememişlerdi. Bir yandan dayak, işkence ve psikolojik baskılarına devam ederken diğer yandan da bu işin başında bulunan Muhammed’i (s) ikna veya elde etmeyi, yolundan ve davasından vazgeçirmeyi düşünmekteydiler. Çünkü o hiçbir surette ve şartta tebliğden vazgeçmemekteydi. Araplarda asabiye duygusu çok güçlü olduğu için, bir noktada hemen devreye girer ve herkes kendi kabilesinden yana davranırdı. Her ne kadar Müslüman olmadıysa da Resulullah'ın amcası Ebu Talib her durumda Hz. Peygamber'i koruyor ve koruduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden Hz. Muhammed'i işinden vazgeçirmenin önemli yolunun amcası ve hamisi Ebu Talib olduğunu bildikleri için ona gidip, yeğenini bu işten vazgeçmesi için ikna etmeye çalışmasını istediler ve ona, "Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaş, şeref ve mevkice bizden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 35 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi, artık onun atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yermesine dayanamayacağız! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vazgeçirirsin ya da iki taraftan birisi yok oluncaya kadar, onunla da, seninle de çarpışırız!" dedikten sonra, dönüp gittiler. Kavmi ile ilgisini kesmek ve onlara düşman kesilmek gibi bir durumla karşılaşmak, Ebu Talib'e çok ağır gelmişti. Fakat Resulullah’ı yardımsız bırakmak da, müşriklere teslim etmek de, gönlünün asla razı olamayacağı bir keyfiyetti. Ebu Talib Resulullah’ı çağırttı ve ona, "Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana geldiler. Şöyle şöyle söylediler. Senden, bana şikayetlendiler. Senden dolayı beni çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek gibi, onların hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç! Hem bana, hem kendine acı! Güç yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yükleme!" dedi. Peygamberimiz (s) de, amcasının bu sözlerinden, fikir değiştirdiğini, artık yanında dikilip kendisine yardım etmekten aciz kaldığını, desteklemeyi bırakacağını, kendisini müşriklere teslim edeceğini sandı ve, "ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı da sol elime koysalar, Allah onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar davamdan vazgeçmem." dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib: "Gel ey kardeşimin oğlu, gel!" diye seslendi. Peygamberimiz (s) dönüp gelince, Ebu Talib, "ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle, işine devam et, istediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edecek değilim!" dedi Kureyş müşrikleri, Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i yardımsız bırakmaktan ve kendilerine teslim etmekten kaçındığını ve bu uğurda kavminden ayrılmayı ve onlara düşman olmayı bile göze aldığını anladıkları zaman, Umâre b. Velid b. Mugîre’yi, Ebu Talib'e götürdüler ve ona, "sen, bizim içimizde, seyyidimiz ve üstünümüzsün. Bu Umâre b. Velid b. Mugîre, Kureyş gençleri içinde en güçlü, en yakışıklı gençtir. Sen, bunu al, kendisinin aklından ve yardımından yararlan. Onu kendine oğul edin. Senin dinine, baba ve atalarının dinine karşı olan, kavminin topluluğunu bölen, akıllarını akılsızlık ve beyinsizlik sayan şu kardeşinin oğlunu bize teslim et, öldürelim. İşte, sana adam yerine adam!" dediler. Ebu Talib, "vallahi, siz bana ne kötü şey teklif ediyorsunuz! Bu insaflı bir davranış mıdır? Siz bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Ben oğlumu size vereceğim, siz ise onu öldüreceksiniz, öyle mi? Vallahi, bu hiçbir zaman olur şey değildir!” diyerek onları reddetti. Yine bir gün aralarında şöyle dediler: “Muhammed’in işi çığırından çıktı, işlerimiz karıştı. Sihirde, kehanette, şiirde en bilgilimizi araştıralım da, topluluğumuzu dağıtan, işimizi karıştıran, dinimizi ayıplayan şu adamın yanına gönderelim, kendisiyle bir konuşsun; üzerinde direndiği şeyle ne yapmak istediğine bir baksın, durumu öğrensin.” dediler. Tartışmaları sonucunda bu iş için, Utbe b. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 36 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Rebia’dan daha uygun birinin olamayacağına kanaat getirdiler. Peygamberimiz de toplantı yerine yakın bir tarafta yalnız başına oturuyordu. Utbe b. Rebia: “Vallahi ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidini işitmişim ve bunlar hakkındaki bilgilere vakıfım; bana bu konulardan kapalı kalan bir taraf yoktur. Ey Kureyşliler! Ben Muhammed’in yanına gidip onunla konuşayım, kendisine bazı şeyler teklif edeyim. Teklif edeceğim şeylerden hangisini kabul ederse, istediğini kendisine veririz, belki artık bizimle uğraşmaktan vazgeçer.” dedi. Müşrikler de: “Tamam, kalk yanına git, hepimiz adına kendisiyle konuş.” dediler. Utbe hemen kalktı, Peygamberimiz’in yanına varıp oturdu ve: “Ey kardeşimin oğlu! Sen de biliyorsun ki, kabile içinde, şeref ve soyca aramızda üstün bir mevkidesin. Fakat kavminin başına büyük bir iş, bir sıkıntı getirdin. Onunla, birliklerini dağıttın, akıllarını akılsızlık saydın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın, babalarından gelip geçmiş olanları tekfir ettin. Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlı? Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdülmuttalib mi daha hayırlı? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdullah mı daha hayırlı?” diye sordu. Peygamberimiz, Utbe’nin bu sorularına hiç karşılık vermedi. Utbe: “Eğer bunların senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan, bunlar ayıplamakta olduğun ilahlara tapıyorlardı. Yok, eğer sen onlardan hayırlı olduğunu sanıyorsan, konuş, bu yoldaki sözünü de dinleyelim? Biz hiçbir zaman kavmine senin yaptığından daha uğursuz ve ağır gelen bir şey görmedik. Topluluğumuzu dağıttın, işimizi karıştırdın, Araplar içinde bizi rezil ettin. ‘Kureyşliler içinde bir sihirbaz, bir kâhin türemiş’ dedirttin. Vallahi, biz kılıçlarımızla birbirimizi yok etmeye kalkacağımız, çığlık koparılacak andan başkasını bekleyemiyoruz. Gel, sen beni dinle, sana bazı şeyler teklif edeceğim; onların üzerinde dur, düşün; belki bazısını kabul etmeyi uygun bulursun.” dedi. İlk Müslümanların, İslam’ı kabul etmelerindeki tek ve en önemli etken, bizzat Kur’an’dır… Bu da, Kur’an’ın mucize olduğunun bir alametidir. Peygamberimiz: “Söyle ey Ebu’l-Velid, seni dinliyorum” buyurdu. Utbe: “Ey kardeşimin oğlu! Eğer sen bu yaptığın işle mal elde etmek istiyorsan, malca en zenginimiz oluncaya kadar, mallarımızdan senin için mal toplayalım. Eğer yaptıklarınla şeref ve şan kazanmak istiyorsan, seni üzerimize seyyid yapalım ve sensiz hiçbir işe karar vermeyelim. Eğer bu sana geldiğini söylediğin şey, sana musallat olup da kurtulmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise, seni tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarıncaya kadar, mallarımızı bu uğurda saçarcasına harcayalım. Tedavi edilinceye kadar cinin adama sataşıp durduğu olabilir. Ne dersin?” dedi. Utbe sözlerini bitirinceye kadar Peygamberimiz onu dinledi ve: “Ey Ebu’lVelid! Söyleyeceklerini söyleyip bitirdin mi?” diye sordu. Utbe “Evet” deyince, Peygamberimiz: “O hâlde şimdi beni dinle!” buyurdu ve Fussilet suresini okumaya başladı. Utbe de susup, sakince onu dinledi. Peygamberimiz, Fussilet suresini okuyup secde ettikten sonra: “Ey Ebu’l-Velid! Hiç işitmediğini dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o! Benim diyeceğim budur.” buyurdu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 37 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler Bundan sonra, Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına döndü. Arkadaşları birbirlerine: “Vallahi, Ebu’l-Velid buradan gittiğinden başka bir yüzle geliyor.” dediler. Gelip yanlarına oturduğu zaman, Utbe’ye: “Ey Ebu’l-Velid! Ne haber getirdin?” diye sordular. Utbe: “Vallahi, ben şimdiye kadar bir benzerini daha önce işitmemiş olduğum bir sözü işittim. Vallahi, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir. Ey Kureyşliler! Gelin, beni dinleyin, bana uyun. Şu adamı, üzerinde durduğu şeyle baş başa bırakın. Siz aradan çekilin, ondan uzak durun! Vallahi, kendisinden dinlemiş olduğum söz, büyük bir haber olacaktır. Eğer onu Araplar öldürürlerse, sizden başkasıyla onun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi de sizin kudret ve şerefiniz demektir. Siz böylece, onun sayesinde, insanların en mutlusu olursunuz. Ey kavmim! Gelin, bugün bana itaat edip sözümü dinleyin de, başka zaman isyan ederseniz edin.” dedi. Kureyşliler: “Vallahi, ey Ebu’l-Velid! O, diliyle seni de büyülemiş.” dediler. Utbe: “Bu, benim onun hakkındaki görüşümdür. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın.” dedi. Utbe’nin, Kureyş müşriklerine devamla, “Muhammed, ‘Onlar bu beyandan sonra yine imandan yüz çevirirlerse, ‘Âd ve Semûd’u çarpan yıldırım gibi, size de bir azabın gelip çatabileceğini hatırlatırım’ de” (Fussilet/41: 13) dediği zaman, ağzını elimle kapatarak, daha fazla okumaması için, kendisine akrabalık adına and verdim. Çünkü Muhammed bir şey söylediği zaman hiç yalanlanmadığını bildiğim için, üzerinize azab ineceğinden korktum.” dediği de rivayet edilir. Müşriklerin bu ve benzeri teşebbüsleri de bir fayda etmiyor; sonuç, inadına inkârdan ve daha da sertleşen mücadeleden başka bir yere varacak gibi görünmüyordu. Nitekim öyle de olmuş, müşrikler, Müslümanlara karşı daha da aşırı ve şiddetle davranmaya devam etmişler ve bu durumdan taviz de vermemişlerdir, ki kendi açılarından haklı olarak yapacakları başka şeyleri de yoktu. HZ. HAMZA’NIN MÜSLÜMAN OLMASI Hz. Hamza’nın Müslüman olması, Müslümanlar için güç, kâfirlere ise, korku ve üzüntü olmuştur. Rasulullah’tan iki ya da dört yaş büyük olan amcası ve sütkardeşi Hz. Hamza’nın, bi’setin ikinci ya da altıncı senesinde Müslüman olduğu rivayet olunur. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. veya 5. yılında başladığını görmekteyiz. Çünkü zaten 3 yıl gizli davet dönemi vardı. Müslümanların sayılarının artması üzerine baskı ve işkenceler de artarak, onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri baş göstermiştir. Dolayısıyla Hamza’nın bi’setin 2. yılında Müslüman olduğuna dair rivayetleri kabule şayan görmüyoruz. Hz. Hamza’nın Müslümanlığı kabul etmesi şöyledir: Müslümanlara eziyet ve işkence edildiği zamanlarda, Ebu Cehil, Kâbe’de Resulullah’a sövüp saymış, hakaretler etmişti. Bu, Resulullah’ın canını çok sıkmış ve üzüntüyle çıkıp evine gitmişti. Safa’da meydana gelen bu olay aleni olmuş, insanlar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 38 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler da buna şahit olmuştu. Olayı görenlerden Abdullah b. Cüd’ân’ın azatlı cariyesi, avdan döndükten sonra Kâbe’yi tavaf ederek evine gitmekte olan Hamza’ya rastlamış ve gördüğü olayı ayrıntısıyla ona nakletmişti. Bu duyduklarına çok sinirlenen ve öfkeyle Mescid-i Haram’da oturmakta olan kalabalığa yönelen Hz. Hamza, Ebu Cehil’in karşısına dikildi. Elindeki yayı kaldırıp şiddetle onun başına vurarak yardı ve: “Yeğenime sövüp sayan sen misin? İşte ben de onun dinindenim! Elinizden geleni ardınıza koymayın!” dedi. Ardından, Resulullah’ın dininin hak olduğunu, Allah’a ve Muhammed’in onun Resulu olduğuna inandığını söyledi. Müşriklerle bir miktar söz dalaşına girdikten sonra evine gitti. Rivayetlere göre Hamza, evine döndükten sonra, gösterdiği bu tepkiyi ve konuşmaları gözden geçirir, öfkesine yenildiğini, bu yüzden dinini değiştirdiğini ve atalarına ihanet ettiğini düşünür. Ertesi sabah Resulullah’a giderek konuşur, tereddütleri gider ve kalbi mutmain olur. Şükrünü ve Resulullah’ı himaye edeceğini beyan eden bir şiirle oradan ayrılır. Araplarda çok sık örneklerine rastladığımız akrabalık duygusuyla oluşan kayırma ve tarafgirlik, Hz. Hamza’da Resulullah lehine tecelli etmiştir. Bununla birlikte biz, diğer amcası Ebu Leheb’e, bu duygunun hiç tesir etmediğini de biliyoruz. Ancak Ebu Leheb’le ilgili durumun çok istisna olup aslında Araplarda her hâlükârda akrabaların kayrılıp gözetilmesinin (asabiye) baskın bir duygu olduğunu, her yer ve dönemdeki örnekleriyle görmekteyiz. İşte Hamza da başlangıçta bu duygularla Müslümanlığı kabul ederek Hz. Peygamber’in yanında yer almıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 39 Özet Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler •Allah Resulü, vahiy aldığı zaman 40 yaşındaydı ve bu onun beklemediği bir anda vuku bulmuştu. Hıra mağarasında vuku bulan bu olaydan sonra 3 ay boyunca hiç vahiy gelmemiştir. Bu durum Resulullah'ı endişelendirmişse de bundan sonra vahiy 23 yıl boyunca hiç kesilmemek üzere devam etmiştir. •Hz. Peygamber almış olduğu risalet görevini ilk önce çok yakın eş ve dostlarına duyurmuş onlarla beraber ve onların da çabalarıyla ilk müslüman cemaat oluşmuştur. Gizli davet dönemi adını alan bu 3 yıllık sürede, müşriklerin herhangi bir tepkisi olmamış sadece onlara alay ve acıma duygusuyla bakılmıştır. Bu dönemde Resulullah'ın daveti Mekke'nin dışında da duyulmuş; Ebu Zer gibi bazıları böylece Müslüman olmuşlardır. •İlk Müslümanların müsteşriklerin iddia ettikleri gibi toplumun mağdur kesimlerinde değil, zengin-fakir, hür-köle, kadın-erkek, genç-ihtiyar her grubundan oluştuğu görülmektedir. Bu da İslam davetinin kabul gördüğünün anlaşıldığının alametidir. •Yüce Allah'ın davetini açıktan yapması emri üzerine Resulullah, Mekke'nin Ebu Kubeys tepesine çıkarak tüm Mekkelileri İslam'a davet etti. Ardından yakın akrabalarına bir ziyafet vererek tümünü İslam'a çağırdı. •Bundan sonra Allah Resulü Kâbe'de, çarşıda, pazarda kısacası heryerde insanları İslam'a davet etti. Müslümanlar'ın rahatça görüşüp Rasulullah'la buluşması için Erkam'ın Evi uygun bir mekan olarak seçilmişti. •Müslümanlar'ın sayısının gittikçe artması üzerine gelecekleri ve menfaatleri açısından bunu tehlikeli gören Mekke'nin ileri gelen müşrikleri Allah Rasulu'nü ve Müslümanları engellemek ve onları putperestliğe dündürmek için çok büyük baskı ve işkencelere başvurdular. Ne yaparsa yapsınlar hiçbir şey elde edemeyince hem Resulullah'la hem de amcasıyla görüşerek davetin sona erdirilmesini istediler. Bu durum daveti engelleyemediği gibi Müslümanların sayılarının her geçen gün artmasının önüne de geçememişti. •Bütün bunlar müşrikleri dahada kızdırmış ve sert davranışlarının devamını sağlamıştır. Hz. Hamza'nın Müslüman olması baskılara duyulan tepkinin sonucudur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 40 Ödev Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler • Müslümanların müşriklerle mücadelesini ve müşriklerin Kur'an'a tepkilerini, Kur'an'dan hareketle yorumlayınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Allah Resulu ilk vahiyi nerede almıştır? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Sevr Mağarasında b) Kâbe’de c) Hira Mağarasında d) Erkam’ın evinde e) Kendi evinde 2. İlk namaz nasıl kılınıyordu? a) Günde 5 vakit b) Günde 1 vakit c) Günde 2 vakit d) Haftada bir vakit e) Ayda bir vakit 3. Gizli davet döneminin süresi aşağıdakilerden hangisidir? a) 1 yıl b) 2 yıl c) 2.5 yıl d) 4 yıl e) 3 yıl Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 41 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler 4. Allah Resulu açık davete ilk olarak nerede başlamıştır? a) Hira’da b) Medine’de c) Ebu Kubeys Tepesinde d) Kâbe’de e) Panayırda 5. Allah Resulu’ne ve Müslümanlara işkence yapan en azılı müşriklerin sayısı kaynaklarımızda kaç kişi olarak verilmektedir? a) 20 b) 23 c) 27 d) 30 e) 33 Cevap Anahtarı: 1. c 2.c 3.e 4.c 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 42 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ I-II, Bedir Yay., İstanbul, 1986 Algül, Hüseyin, İslam Tarihi I-IV, Gonca Yay., İstanbul, 1986 Aydınlı, Abdullah, “Ebu Zer el-Gıfârî” maddesi, DİA, X,266-269 Aykaç, Mehmet, “Fâtıma bint Esed” maddesi, DİA, XII,225 Azimli, Mehmet, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2010 Belâzürî, Ebul-Abbas Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-Eşraf, thk. Süheyl Zekkar-Riyâd Ziriklî, Beyrut, 1417/1996 Çağatay, Neşet, “Zeyd b. Hârise” maddesi, İA, XIII,547-548 -----------------, “Zübeyr b. Avvâm” maddesi, İA, XIII,534-536 Fayda, Mustafa, “Ebubekir” maddesi, DİA, X,101-108 Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam Ali (Ali İbn Ebî Tâlib), TDV Yay., Ankara, 1996 -----------------, “Ebu Tâlib” maddesi, DİA, X,237-238 Halebî, Ebü’l-Ferec Nûreddin ‘Ali b. Burhâniddin, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’lMe’mûn, es-Sîretü’l-Halebiyye I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1400/1980 Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti), çev. Salih Tuğ, İrfan Yay., 5. baskı, İstanbul, 1990 Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi I-VI, çev. İ. Yiğit-S. Gümüş, Kayıhan Yay., 2. baskı, İstanbul, 1987 İbn Abdi’l-Berr, Ebu Ömer Yusuf b. Abdullah b. Muhammed, el-İstîâb fî Marifeti’lAshâb, thk. Muhammed el-Becâvi, Kahire, tsz. İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, Kahîre, 1328 İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik b. Eyyûb el-Himyerî, es-Sîretü’nNebeviyye, Beyrut 1391/1971. İbn İshâk, Ebu Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr, Sîre, thk. Muhammed Hamîdullâh, Konya 1981. İbn Kesîr, Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihâye-Büyük İslam Tarihi, Beyrut 1386/1966. İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b, Muslim ed-Dîneverî, el-Meârif, Beyrut, 1970 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 43 Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler İbn Sa’d. Ebu Abdillah Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1380/1960. İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddin Muhammed b. Muhammed, ‘Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer I-II, 2. baskı, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1974 İbnü’l-Esîr, İzzeddun Ebu’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Abdi’l-Kerim eşŞeybânî, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965 -----------------, Üsdü’l-Ğâbe fî Marifeti’s-Sahâbe, thk. Muhammed İbrahim el-Benna, İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’ân, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yay., 2. baskı, İstanbul, 2008 Kara, Seyfullah, Peygamber Döneminde Gençlik, Ağaç Yay., İstanbul, 2003 Köksal, M. Âsım, İslam Tarihi I-XVIII, Şamil Yay., İstanbul, 1987-1989 -----------------, “Darülerkam”, maddesi, DİA, VIII,520-521 Mes’ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. el-Hüseyn b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’lCevahir, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Kum, tsz. -----------------, et-Tenbîh ve’l- İşrâf, thk. A. İsmail es-Sâvî, Bağdâd, 1357/1938 Mustafa (Kadı) Darir Efendi, Erzurumlu, Siyer-i Nebi, yay. haz. Selman Yılmaz, başucu Kitapları Yay., İstanbul, 2004 Said Havva, Elesas fi’sünne, Siyteün Nebeviyye I-VI, çev. A.Ali Ural vdd., Aksa Yay., İstanbul, 1991 Sallabî, Ali Muhammed, Siyeri Nebi I-II, çev. M. Kasadar vd., Ravza Yay., İstanbul, 2009 Suyûtî, Celalüddîn Abdirrahman b. Ebî Bekir, Tarîhu’l-Hulefâ, thk., M. Muhyiddin Abdulhamid, Mısır, 1952 Şiblî, Mevlâna, Asr-ı Saadet, İslam Tarihi, çev. Ö. Rıza Doğrul, Eser Yay., İstanbul, 1978 Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., 2. baskı, İstanbul 2008 Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târîhu’t-Taberî-Tarihu’l-Umem ve’l Mülûk, Darü’l Kütübü’l İlmiye, Beyrut, 1987 Topaloğlu, Bekir, “Âmine” maddesi, DİA, III,63-64 Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb, Târihu’l-Ya’kûbî, Beyrut, tsz. Yıldız, Hakkı Dursun, (Redaktör) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay., İstanbul, 1986 Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Tarihu’l-İslam, Beyrut, 1995 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 44 HABEŞİSTAN’A HİCRETTEN MEDİNE’YE KADAR İSLAM’IN MEKKE DÖNEMİ İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 4 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi GİRİŞ Hz. Muhammed (s), kırk yaşında Cenâb-ı Allah tarafından ilk kez vahye muhatap oldu ve son peygamber olarak görevlendirildi. Onun, başlangıçta yakın akraba ve arkadaşlarına yönelik olarak gizlice yürüttüğü tebliğ faaliyetleri Mekke’nin ileri gelen müşriklerince, geçici bir durum gibi algılanmış, büyük bir tepki ile karşılanmamıştı. Alenen tebliğ sürecinin başlaması ile İslamiyet’i seçerek, ona tabi olan insanların, -kadın-erkek, zengin-fakir, çocuk-genç-ihtiyar, hür-köle demeden- sayılarında görülen görece artışın zamanla belirgin hâle gelmesi, Kureyş’in ileri gelenlerinin (mele’), Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi toplumun seçkin şahsiyetlerinin Müslüman olmalarından duydukları kaygı ve endişe ile Mekke’nin yerleşik dinî, iktisadi, ticari yapısının değişeceği, geleneksel toplumsal düzeninin yıkılacağı kaygısından duyulan endişe, süreç içerisinde Müslümanlara karşı alay, küfür, iftira vb. sözlü tepkiden ve fiili şiddete doğru çevrilmesine yol açmıştı. Her şeye rağmen Hz. Peygamber, bütün gayreti ile Mekke’de İslamiyet’i anlatmak ve tevhit mücadelesinde başarılı olmak istiyordu. Ancak bütün samimiyeti ve çabasına rağmen bu mümkün olamayacağını anladı. O, insanlığın ilk mabedi olan Kâbe ve kutsal Mekke şehrini pagan kültüründen arındırmak için artık merkezden değil, çevreden mücadeleyi sürdürmeyi tercih edecekti. Tek çare gözüküyordu: o da Hicret. İşte bu ünitede Hz. Muhammed’in tebliğ faaliyetleri çerçevesinde Mekke döneminde yaşadığı önemli olaylar çerçevesinde, Medine’ye hicrete kadar uzanan süreç ana safhaları ile ele alınacaktır. HABEŞİSTAN’A GÖÇ İslamiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin Müslümanlara karşı tutumları gittikçe sertleşmiş, sözlü tepkilerine şiddet ve işkenceyi de içeren fiili müdahaleleri eklenmişti. Ashabının maruz kaldığı zulüm ve işkencelere son derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen Resulullah, Müslümanlara, dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak adaletli idaresiyle bilinen hükümdar Ashame en-Necâşî yönetimindeki Habeşistan’a gitmeyi tavsiye ederek: “Allah sizi içinde bulunduğunuz sıkıntıdan kurtarıncaya kadar Habeş ülkesine göç etseniz iyi olur, çünkü orada hiç kimsenin zulüm görmediği bir hükümdar vardır, ayrıca orası doğruluk ve hakikat ülkesidir, Allah bir kolaylık verene kadar orada kalın” buyurdu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Habeşistan’a hicretin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz: Mekke’de Müslümanlara karşı uygulanan şiddete paralel olarak yaşama şartlarının zorlaşması. Kabile esasına dayalı bir toplum özelliği taşıyan Mekke şehri ve çevresinde, İslam’a giren hür insanların, kendi kabileleri tarafından ötekileştirilmesi neticesinde eman hakkını kaybetmeleri. Muhacirlerin toplumsal statülerine bakıldığında aralarında kölelerin bulunmaması ve tamamının eman hakkını kaybedenlerden hür insanlardan oluşması. Bu dönemde, Mekke ve çevresindeki kabileler ve şehirler doğru ya da dolaylı olarak Mekke ile ilişkisi mevcuttu ve henüz tamamı müşrik idi. Dolayısıyla Hicaz ya da Arap yarımadasının içerinde başka bir yere hicret söz konusu değildi. Yarımada’da bulunan Hıristiyan ve Yahudi topluluklar kendi aralarında çekişme ve mücadele içerisinde bulundukları için, kendilerine rakip olacak Müslüman Muhacirleri içlerine dâhil edemezlerdi. Habeşistan’da emana vb. kurumlara gerek duymadan Müslüman Muhacirlerin rahatça yaşayabilecekleri bir ortamın bulunması hicret mahalli olarak tercih sebebi idi. Arabistan’ın diğer bölgelerine nazaran, Kızıldeniz gibi doğal bir sınır ile yarımadadan ayrılan Habeşistan’ın Bizans’a bağlı bir eyalet olarak nispeten daha sistemli ve adil bir yönetime sahip olması sebebiyle Mekke müşriklerinden gelecek tehlikelere karşı korunabilecekleri emniyetli bir coğrafya olarak kabul edilmesi. (Öztürk, Levent. (2001). s. 55-66.) Nitekim İlk Muhacir kafilesi, bi'setin 5. (m. 615) yılı Recep ayında adil bir hükümdar olarak bilinen Habeşistan hükümdarı Necâşî’nin ülkesine hicret etti. İlk hicret kafilesi toplam on bir erkek, dört kadınla (veya on ikisi erkek dört kadın toplam on altı kişi ile) birlikte hareket ederek, gizlice Kızıldeniz kenarında bulunan Şuayba limanına kimi yaya kimi de binekli olarak ulaştılar. Bu ilk Muhacir kafilesi, reisleri Osman b. Maʻzun dışında, Hz. Peygamber’in kızı Rukiye ile eşi Hz. Osman (b. Affan), Ebu Seleme ile eşi Ümmü Seleme, Âmir b. Ebî Rebîa ile eşi Leylâ b. Ebî Hamse, Ebû Huzeyfe b. Utbe ile eşi Sehle bt. Süheyl, Zübeyr b. Avvâm, Mus‘ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr, Süheyl b. Beydâ’dan oluşuyordu. Müşrikler, yakalamak ve geri çevirmek için ilk Habeşistan Muhacirlerini Kızıldeniz kıyısına kadar takip ettilerse de onlara yetişemediler, Mekke’ye geri dönmek zorunda kaldılar. Zira Muhacirler kiraladıkları bir gemi ile denizin karşı kıyısına geçerek Habeşistan topraklarına ayak bastılar. Bu olay, İslam tarihinde “ilk hicret” olarak bilinir. Hz. Peygamber'in Mekke’de işkence ve eziyet gören Müslümanları Habeşistan’a hicret etmeye teşvik etmesi O’nun, Arap yarımadası ve çevresinde olup biten hadiseler ve yöneticileri hakkında bilgi sahibi olduğu anlamına gelir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Nitekim Habeşistan’a giden Muhacirler bu ülkede başta hükümdar Necaşî olmak üzere gerek yöneticiler gerekse Habeş halkı tarafından hoş karşılanmışlar, dinlerine ve ibadetlerine herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır. Bu arada, Hz. Peygamber’in, Müslümanları teşvik ederken, kendisinin niçin Habeşistan’a hicret etmediğine dair bir soru akla gelebilir? Bu sorunun cevabı muhtemelen şu olabilir: Hz. Peygamber’in Arap yarımdasında Mekke ile ilişkisini koparmayacağı, oradaki mücadelesini dışarıdan sürdürebileceği, coğrafi ve tarihsel olarak Mekke ile irtibatlı ve fakat yerel siyasi ve kabilesel güçler dengesinden bağımsız ve hatta lider olma imkânı doğabilecek ve süreci nispeten daha kolay yönlendirebileceği ve zorlukları aşabileceği bir yere göç etmeyi düşünmüş olmalıdır. Peygamberliğin 5. yılı Receb ayında hicret eden Muhacirlerden bazıları, Şaban ayını da Habeşistan’da geçirdikten sonra Ramazan ayında, Mekke’de döndükleri, ancak şevval ayında tekrar Habeşistan’a gittikleri söylenir. Garanik Meselesi Habeşistan Muhacirlerinin iki ay sonra Mekke’ye gelişlerinin sebebini de teşkil eden olay, İbn Saʻd ve Taberî gibi bazı tarihçilerin eserlerinde yer alan “Garanik” hadisesidir. Rivayetlere göre Peygamberimiz Kâbe’nin yanında iken, “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan diğeri; Menât’ı” mealindeki Necm Sûresi’nin 19.-20. ayetlerini okuduktan sonra, “Bunlar yüksek kuğulardır, onların şefaatleri umulur” mealindeki ‘sözde ayetleri’ şeytanın telkini ile söyledikten sonra sıra Secde ayetine gelince secdeye etmiş, bu olaya şahit olan müşrikler de güya putlarının Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinerek hemen secdeye varmışlar! Akşam olunca Cebrail (a.s.) gelerek Hz. Peygamber’e “Allah tarafından vahyedilmeyen sözleri söylediğini” bildirmiş. Hz. Peygamber buna çok üzülmüş, şeytanın ilkâ ettiği bu sözleri kaldırıp atmış! (Sarıçam, İbrahim. (2003). Hz. Muhammed, 103). Bazı klasik İslam tarihi kaynaklarında da zikredilen Garanik olayı ile ilgili bu rivayet, İslam âlimleri tarafından çeşitli yönlerden eleştiriye tabi tutulmuştur. Yeryüzünde inşa edilen ilk mabedi Kâbe ve çevresinden putları temizlemek maksadıyla hayatını tevhit mücadelesine vakfetmiş bir peygamber olarak Hz. Muhammed’in, böyle bir söz sarf etmesi hatta müşriklerin putlarını övmesi asla mümkün değildir. Kaldı ki, Necm Suresi’nin 19. ve 20. ayetleri, lafzı ve bağlamı dikkate alındığına putların anlamsızlığını ve kötülüğünü ortaya koymak için nazil olmuştur. Belki de putları öven yukarıda zikrettiğimiz ifadeler, edip ve şair bir müşrik tarafından okunmuş, orada bulunan insanlar bunu ayetmiş gibi algılamış da olabilirler. Yalnız bunu destekleyecek rivayetler elimizde mevcut değildir. Dikkatsizlik ve ilmî süzgeçten geçirilmeden kaynaklara girmiş olabilir. Nitekim Kur’an’ın şirk ile mücadelesi yanında ilk dönemlerden itibaren sahih rivayetlerde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi putları övmek bir yana, onları tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir muhtevanı yer aldığı ve kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde bir retorik ve üslubun kullanıldığı aşikârdır. İkinci Habeşistan Göçü Bazı kaynak ve araştırmalar, Habeşistan’a hicretin peyderpey devam ettiğini bildirirler. Ancak meşhur kanaat ise, Habeşistan hicretinin iki ana göç dalgası şeklinde gerçekleştiği yönündedir. Buna göre, yukarıda sözü edilen birinci Habeşistan muhaceretinin ardından (nübüvvetin 6./m. 616’da) Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığında tertip edilen ikinci hicret kafilesi Habeşistan’a ulaştı. İkinci kafile seksen iki erkek ve on seksiz kadından oluşuyordu. Habeşistan Muhacirleri bu ülkede güvenlik içinde hayatlarını idame ettirip dinlerini yaşarlarken, Mekkeli Müşrikler burada da Müslümanları rahat bırakmak niyetinde değildi. Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’yı Necâşî’ye takdim edilmek üzere bolca hediyelerle Habeşistan’a elçi olarak gönderdiler. Kureyş temsilcileri, Necâşî’nin Muhacirleri iade etmesini talep ediyorlardı. Onların konuşmalarının ardından, Muhacirleri temsilen söz alan Cafer b. Ebî Tâlib şunları söyledi: “Ey hükümdar! Biz Cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik” Yukarıda kısa bir özetini naklettiğimiz Cafer’in bu maharetli ve etkili konuşmasını, dinleyen Ashame en-Necâşî Muhacirlerin müşrik elçilerine iade isteğini geri çevirdi. Bu duruma çok öfkelenen Kureyşliler Mekke içerinde Müslümanlara karşı şiddeti ve eziyeti daha da artırdılar. Nitekim Ammar b. Yasir’in annesi Sümeyye ile babası işkence edilerek şehit edilirken, Bilâl b. Ebî Rebâh gibi birçok Müslüman acımasız işkencelere maruz kaldılar. Bazı araştırmalarda Habeşistan’a hicretin iki ana göç dalgası şeklinde değil de küçük gruplar şeklinde peyderpey devam ettiği ifade edilmektedir. Bu görüşün doğru olma imkânı da söz konusu olabilir. Habeşistan’a giden Muhacirlerin bir müddet bu ülkede kaldıktan sonra çeşitli zamanlarda bazılarının Mekke’ye, bazılarının da Medine’ye döndükleri bilinmektedir. Nitekim Habeş Muhacirlerinden otuz üç kişilik bir grubu ileride bahsedilecek olan Şi‘bu Ebû Tâlib’deki boykotun sona ermesinden sonra (620) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Mekke’ye döndükleri, 33 erkek 8 kadından oluşan diğer bir grubun da Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra buraya geldikleri ve bunlardan 24’nün Bedir Savaşına iştirak ettikleri bilinmektedir. Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki son Habeşistan kafilesinin ise, hicretin 7. senesinde Hayber kuşatması sırasında Medine’ye geldikleri kaynaklarımız tarafından nakledilmektedir. Hz. Ömer’in Müslüman Oluşu Habeşistan’a hicrette sonra önem arz eden olaylardan biri de İlk dönem İslam tarihinin önemli simalarından II. Halife Ömer b. el-Hattab’ın Müslüman olmasıdır. Kureyş’in Adiyy boyundan olan Ömer b. el-Hattâb, Mekke’nin sefaret (elçilik) işlerini yürüten, sert mizaçlı, içkiye düşkün, iyi ata binen, şiire düşkün, ensâb bilgisine vâkıf, putperestliğe bağlı, İslamiyet’e karşı, Müslümanlara işkence geri durmayan bir kişi idi. Hz. Peygamber, Kureyş’in ileri gelenlerinden Hz. Ömer ve Ebû Cehil’in Müslüman olmasını çok arzuluyor; “Ya Rabbi! İslamiyet’i Ömer b. Hattâb veya Amr b. Hişâm (Ebû Cehil) ile güçlendir” buyurarak, dua ediyordu. Nitekim bi’setin 6. yılında (m.616) Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşu ile ilgili olarak kaynaklarda iki rivayet nakledilmekte olup, meşhur ve çok bilineni şöyledir: “Hz. Hamza’nın Müslüman olduğunu işiten Ömer, Hz. Peygamber’i öldürmek üzere yola çıkar. Yolda karşılaştığı Nu’aym b. Abdillah’dan, kardeşi Fatıma ve eniştesi Said b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını öğrenir. Doğruca onların evlerine gider. Bu sırada onlar Tâhâ suresini okumaktadırlar. Ömer eve yaklaşınca okudukları şeyi duyar. Önce ne okuduklarını sorar. Ardından okudukları şeyleri kendisine getirmelerini ister. Ömer isteklerini geri çeviren kardeşi ve eniştesini döver. Fatıma ve Zeyd’e Kur’an öğretmek üzere evde bulunan fakat Ömer’den saklanan Habbâb b. Eret, Müslüman olduklarını onun yüzüne karşı söyler. Bunun üzerine kalbi yumuşayan Ömer, Müslüman olmaya karar verir. Habbâb’dan Hz. Peybamber’in Dâru’l-Erkâm’da (Erkâm b. el-Erkâm’ın evi) bulunduğunu öğrenir ve derhal oraya gider. Hz. Peygamber’e biat ederek, orada Müslüman olur” (İbn İshak (1981), 160-163; İbn Sa‘d (1968), III, 267-269). İkinci ve daha az bilinen rivayet ise şu şekildedir: “Ömer bir gece şarap içmek için arkadaşlarını arar, kimseyi bulayınca Kâbe’ye gider. Orada, Kâbe’yi önüne alarak Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılan Hz. Peygamber’i görür. Görünmemek için, Kâbe örtüsünün altına saklanarak yaklaşır. Bu esnada Allah Resulü, müşriklerin “Kur’an, şairlerin, kâhinlerin ve ya Muhammed’in uydurmasıdır” iddialarına cevap niteliğindeki Hâkka suresinin 4146. ayetlerini okumaktadır. Ömer, okunan ayetleri işitir. Müslüman olmaya karar verir ve evine dönen Hz. Peygamber’i takip eder. Evine girmeden önce Ömer’i fark Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi eden İslam Peygamberi, “Ne var Ya Ömer?” diye sorar. Ömer’in cevabı, “Allah’a, Resulü’ne ve onun katından getirdiği şeylere iman etmeye geldim” olunca, “Allah sana hidayet nasip etti, Ey Ömer!” diyen Hz. Peygamber, onun göğsünü sıvazlar ve imanda sebat etmesi için ona dua eder” (İbn Hişâm. (1936). I, s. 346; İbn Saʻd. (1968). III, 267-269). İslam tarihçileri bu rivayetlerden ikincisini daha tercihe değer bulmaktadırlar (Fayda, Mustafa, (2007), “Ömer”, XXXIV, 44). Zira Hz. Ömer’in daha önce Habeşistan’a hicret etmeye hazırlanan bir kadına rastladığı, işkence gören bir kadının şikâyetini dinlediği, ona iyi davranıp, dua ettiği ve bundan dolayı İslam’a karşı kalbinde bir yumuşama meydana geldiğine dair rivayetler göz önüne alındığında Hz. Peygamber’i öldürme kastıyla hareket etmesi ve bundan kolayca vazgeçmesi pek de makul görünmemektedir (Azimli, (2008), 98-111). Hz. Ömer, Müslüman olunca, İslam’ı kabul ettiğini başta Ebû Cehil olmak üzere Kureyş’in bütün ileri gelenlerine açıkça bildirdi. Onun Müslüman olmasına çok sevinen Hz. Peygamber ve arkadaşları ilk defa toplu olarak Kâbe’de namaz kıldılar. Müslümanlara Uygulanan “Boykot” Hz. Peygamber’in tebliğ faaliyetleri başlangıçta zararsız gibi görülmesine rağmen Müslüman sayısında artışında kaydedilen gelişmeye, Hz. Hamza ve Hz. Ömer b. el-Hattâb’ın Müslüman olmaları, Habeşistan’a göç eden Muhacirler arasında Mekke’nin ileri gelen ailelerine mensup kişilerin de iştirak etmeleri, Muhacirlerin orada Necâşî tarafından hoş karşılanması ve Mekke’ye iade edilmemesi de eklenince, müşriklerin moralleri daha da bozuldu. Fakat bütün bu sıkıntı, zorluk ve şiddete rağmen, Resulullah, insanlara İslam’ı anlatmaktan geri durmadı. Böyle bir ortamda müşriklerin Müslümanlara karşı tavırlar daha da sertleşti, onlara karşı kin ve nefretleri daha da arttı. Nihayet, müşrikler Hz. Muhammed’in bertaraf edilmesi ile bu sıkıntının ortadan kaldırılacağına inanmaya başladılar. Bunun ilk adımı olarak, peygamberliğinin 7. yılında Kureyşliler ve Ehabiş kabilelerinden oluşan müttefikleri bir araya gelerek kendi aralarında bir yazılı anlaşmaya vardılar. Hâşimoğulları ve Muttaliboğullarını düşman ilân ederek, muhtemelen bu tavırlarına dinî bir kılıf da uydurarak, anlaşma maddelerini Kâbe’nin duvarına astılar. Artık, Benî Hâşim ve Benî Muttaliboğullarına karşı boykot uygulayacaklardı. Söz konusu anlaşmaya göre, Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınıp, kız verilmeyecek, Haşim ve Muttaliboğullarından hiçbir şey alınıp, satılmayacak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Haşim ve Muttaliboğulları ile insani ilişkiler kesilecek, toplumdan tecrit edileceklerdi, Haşim ve Muttaliboğullarının mahallesine yiyecek, içecek, gıda vs. girişi yasaklanacak. Kureyşliler, ittifakla aldıkları bu karar neticesinde Müslüman-müşrik ayırt etmeksizin Benî Hâşim ve Benî Muttaliboğullarını “Şi‘bu Ebî Tâlib” denilen mahallelerine hapsettiler. Yalnız, Ebû Leheb kendi mahallesini ve akrabalarını terk ederek, Kureyşlilerin yanında yer aldı. Baskı, düşmanlık, tecrit ve eziyet had safhaya ulaştı. Buldukları yerde Müslümanları dövmeye, işkence etmeye başladılar. Şi‘bu Ebî Tâlib’de izole edilen insanlar açlıktan inlemeye başladılar. Mahalleye gizli de olsa yiyecek vb. şeyler oldukça zor sokulabiliyorsa da boykotu kırmaya yönelik teşebbüsler çok sert karşılık buluyordu. Üç sene devam eden (nübüvvetin 7-10 seneleri) boykot esnasında özellikle çocukların elem ve ıstırap dolu bağırışlarının ta mahallenin dışından duyulur hâle gelmesi, yaşanan trajedinin ne büyük şiddete ulaştığını anlamaya kâfidir. Müşrikler tarafından uygulanan boykotun, sadece Hz. Peygamber ile birlikte olan Müslümanlara değil, Ebu Leheb dışında bütün Hâşimoğullarını kapsaması, amcası Ebu Leheb’in, yeğenine olan düşmanlığı dönemin kabile anlayışının gereği olan koruma, kollama ve dayanışma ruhunun önüne geçtiğinin açık bir işaretidir. Son tahlilde, müşriklerin ambargo uygulaması hedefine ulaşamadı. Bunda elbette, akrabalık ilişkilerinin de etkili olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Nitekim Hişâm b. Amr el-Âmirî başkanlığında beş kişilik bir heyet ambargonun kaldırılması için ön ayak oldular. Bundan sonra, Kureyşliler, Kâbe’nin duvarına iliştirdikleri anlaşma metnini, ona musallat olan bir kurt tarafından “Allah” lafzı dışındaki ifadelerin yenilmesi bahane ederek yırtıp attılar ve uyguladıkları boykot faaliyetinden böylece vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu üç senelik muhasara sürecini Resul-i Ekrem Efendimiz seneler sonra unutmamış, Mekke’yi fethetmek (h.8) üzere şehre doğru ilerlerken Minâ yakınlarına geldiğinde, “Yarın Kureyş ve Kinâneoğullarının, küfür ve inkâr üzerine söz ve fikir birliği yaptığı yerde olacağız” diyerek arkadaşlarına hatırlatmış, o acı günleri yâd etmişti. Hüzün Yılı Kureyşliler tarafından Resulullah’ın şahsına ve Müslüman-müşrik ayrımı yapılmaksızın akraba ve yakınları Benî Hâşim ve Benî Abdulmuttalib’e karşı uygulanan ambargonun ortadan kalkmasının sevinci ve heyecanını acı olaylar takip etti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Allah Resulü, bu acılar zincirinin ilk halkası olmak üzere, önce amcasını ardından eşini kaybetti. Art arda meydana gelen bu acı hadiselerin, Hz. Peygamber’de bıraktığı derin iz ve elem sebebiyle, bisetin 10. yılı İslam Tarihinde "Senetü`l-hüzn/Âmu’l-hüzn (Hüzün Yılı)" olarak isimlendirdi. Ebu Tâlib’in Vefatı Üç sene süren zorlu boykot sürecinin ardından küçük yaşından beri ona evini açan, bakımını üstlenen, özellikle tebliğ ile görevlendirildikten sonra her türlü tehlikeyi göze alarak onu himaye eden amcası Ebû Tâlib, bisetin 10. senesinde hastalanarak, ölüm döşeğine düştü. İslam Peygamberi, amcasını son derecede sevdiği, saydığı için onu kaybedeceğine çok üzülüyor, son nefesine kadar onun Müslüman olması için çırpınıyor, ebedî âleme böylece göç etmesini arzuluyordu. Ebû Tâlib, yeğeninin çok arzu ve ısrarına rağmen, Kureyş’in, bunaklık ve ölüm korkusu ile Müslüman olduğunu zannedecekleri gerekçesiyle iman etmeden 87 yaşında vefat etti. Bazı kaynaklarda, Ebû Tâlib’in Müslüman olarak bu dünyadan göçtüğü ileri sürülmekle birlikte, Kasas suresi 56. ayetinin sebeb-i nüzulü olması sebebiyle bu husus, açığa kavuşturulmuştur: “Sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur.” Hz. Hatice’nin Vefatı Hz. Peygamber, amcası ve yegâne hamisi Ebû Tâlib’in ölümünden kısa bir süre sonra yirmi beş yıl boyunca mutlu bir aile hayatı yaşadığı eşi ve en büyük destekçisi Hatice’yi de kaybetti (10 Ramazan/19 Nisan 620). Onu, Hacun (şimdi Cennetü’l-Muallâ) kabristanına defnederken ziyadesiyle üzgün idi. Zira Hz. Hatice, teslimiyeti, itaati, inceliği, vefası, sevgisi, şefkati, imanının kuvveti, sadakat ve faziletiyle Allah’ın Elçisi’nin yeryüzünde en büyük destekçisi ve teselli kaynağı idi. Resulullah Efendimiz Hira’ya gittiğinde Hz. Hatice de ona yiyecek taşırdı. Peygamberliğini ilk önce o tasdik etmişti. Hz. Peygamber de altı çocuğunun annesi sevgili eşi Hz. Hatice’yi çok sever, Vefatından sonra da onu takdir, rahmet ve muhabbetle anar, hatırasını yâd ederdi. Tâif Seferi: Yeni Bir Vatan Arayışı Uğradığı zulüm ve baskı yanında, evlatlarının, eşinin ve yakınlarının ölümü gibi üzüntü verici gelişmeler, Hz. Peygamber’in çilesi birkaç kat daha artmış olmalıdır. Ebû Tâlib’in vefatının ardından Ebû Leheb’in, Hâşimoğullarının liderliğine gelmesi ile Resulullah’a kısa bir süre eman vermek zorunda kalmış, kısmi bir rahatlık sağlamış gibi gözükmüşse de süreç fazla uzun sürmemişti. Esasen, Hz. Muhammed, İslamiyet’i tebliğ açısından Mekke’de şartlar ciddi anlamda Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi kötüleşmiş, Kureyşliler’e yapabilecek bir şey de kalmamış, eza ve cefa tahammül edilemez noktalara ulaşmıştı. Elbette, o her fırsatta risalet görevini en iyi şekilde yerine getirmekten durumunda idi. Bundan uzak kalamazdı. Bu nedenle, çeşitli fırsatlarla, İslam davetini Mekke dışına taşımayı arzu ediyordu. Nitekim nübüvvetin 10. yılı, Şevval ayının sonlarında yeni bir tebliğ çevresi bulmak ve İslam’ı onlara anlatmak üzere azatlısı Zeyd b. Hârise ile birlikte Mekke yakınlarındaki Tâif’e gizlice gitti. Orada Sakîf kabilesinin reisleri ve eşrafı konumunda Abd Yalîl b. Amr b. Umeyr, Mesud b. Amr ve Hubeyb b. Amr adında üç kardeş bulunuyordu. Bunlar, Resulullah’ın uzaktan akrabaları idi. Resulullah burada İbn Saʻd’ın rivayetine göre on gün kadar kaldı. Hz. Peygamber, bunlarla görüşme yaparak onları İslam’a davet etti. Ancak, onun davetine olumlu cevap vermeleri bir yana, rivayetlere göre, birincisi, “Eğer seni Allah gönderdiyse, Kâbe’nin örtüsünü yırtarım”, ikincisi, “Allah senden başka gönderecek kimse bulamadı mı?”, üçüncüsü; “Yemin ederim, seninle hiçbir zaman konuşmayacağım. Eğer Allah tarafından gönderilmişsen benden yüksek mertebede bulunduğun için elbette sana cevap veremem. Şayet Allah’a karşı yalan söylüyorsan zaten seninle konuşmak bana yakışmaz” diyerek çok sert bir şekilde tepkilerini açığa vurdular. Bu arada, Resulullah, İslamiyet’in Tâifliler’e arzından Kureyş’in haberdar olmaması için aralarındaki görüşmenin gizli tutulmasını talep etti. Şehrin ileri gelenleri bunu da reddetmekle kalmadılar, derhal Hz. Peygamber’in Tâif’i terk etmesini bildirdiler. Ardından, şehrin ayak takımını ve kölelerini ona karşı saldırtarak küfürler ettirdiler, hatta geçtiği yolun iki tarafına dizilerek taşlattılar. Resulullah aldığı darbeler neticesinde yara almış, ayakkabıları kana boyanmıştı. Bir kenara oturup dinlenmesine dahi müsaade etmediler, alaya aldılar, gülüştüler. Zeyd de bir taraftan Hz. Muhammed’i korumaya çalışırken, bir taraftan da atılan taşlardan nasibini alıyordu. Onun da başı yarılmıştı. Nihayet, Tâif’te İslam’ı tebliğ vasatının oluşmamasına çok üzülen Resulullah, şehir halkına hidayeti bulmaları için dua etti. Her ikisi de Tâif’ten uzaklaşırken Mekkeli Utbe b. Rebîa ile Şeybe b. Rebîa kardeşlerin bahçesine sığınmak zorunda kaldılar. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü Allah’ın adını anarak (Bismillah) ile yemeye başlaması Addâs’ın dikkatini çekti. Addâs Ninovalı kökenli bir Hristiyan olduğunu dile getirince Hz. Peygamber, Ninova’nın Hz. Yunus’un vatanı olduğunu söyledi. Addâs, bunu nerden bildiğini sordu. Resulullah: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs orada Müslümanlığı kabul etmesi, onu Tâif seferinin ardından teselli etti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Mekke’ye dönmeden önce Resulullah, Ebû Leheb tarafından istenmeyen adam ilan edilmişti. Bu sebeple, Mekke’ye girme konusunda tereddüt etti. Şehrin ileri gelenlerinden iki kişiye haber göndererek eman vermelerini istedi, fakat kabul etmediler. Üçüncü bir zat olarak kendisine haber ulaşan, Mut‘im b. ‘Adiyy onu himayesini üstlendi. Silahlarını kuşanıp gelen oğullarıyla birlikte Hz. Muhammed’i yolda karşıladılar. Kâbe’yi tavaf etmesine müzahir olduktan sonra onu evine götürdüler. Mutim bundan sonra Hz. Peygamber’e eman verdiğini açıkça Mekke’ye ilan etti. İSRA ve MİRAÇ Hz. Peygamber, Müslümanlara ve mensubu olduğu kabilesine üç yıl boyunca uygulanan ambargo, Hüzün senesinde eşini ve amcası kaybetmesi neticesi ve Tâif seferinden arzu ettiği neticeyi bulamamasının ardından son derece üzüntü duyuştu. Onun bu sıkıntılarını ve üzüntülerini hafifletmek, bazı dinî emirler ve talimatları almak ve Müslümanlara iman ve moral desteği olması bakımından İsra ve Miraç hadisesi vuku bulmuştur. Müslümanların çoğunluğu İsra ve Miraç’ın hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesinde gerçekleştiğine inanarak, kutlarlar. Hz. Peygamber’in Mekke şehrindeki Mescid-i Haram’dan, çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı gece yolculuğuna “İsra”, Mescid-i Aksa’dan göğe yükselmesine ise “Miraç” denir. Kur’an-ı Kerim’de İsra hadisesi şu şekilde zikredilmektedir: “Kendisine ayetlerimizin bir kısmını gösterelim diye kulu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz ki O, hakkıyla işiten ve görendir.” (İsra/17: 1) Kur’an’da Miraç kelimesi geçmemektedir. Ancak, Hadis ve İslam Tarihi kaynaklarında bolca detay sunulmaktadır. Klasik kaynakların naklettiği rivayetlerdeki ortak noktalarına göre İsra ve Miraç olayı özetle şu şekilde vukû bulmuştur: “Hz. Peygamber bir gece Kâbe’nin yanında Hicr (Hatim) denilen yerde ya da Ebu Tâlib’in amcası Ümmü Hani’nin evinde bulunurken, Cebrail gelerek onu Burak isimli bir binite bindirerek Kudüs’teki Beytü’l-makdis’e götürdü. Burada peygamberler topluluğuna namaz kıldırdı. Ardından onu dünya semasına yükseltildi. Semaların her birinde peygamberlerle görüştü. Beytü’l-ma’mûr’un bulunduğu yedinci kat göğe geldiğinde Hz. İbrahim ile buluştu. Sidretü’lmüntehâ’ya vardıklarında Cenâb-ı Hak ile buluştu. Burada elli vakit namaz farz kılındı. Hz. Musa’nın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan hafifletilmesini istemesi tavsiyesi üzerine, farz namazlar beş vakte indirildi. Burada Hz. Peygamber’e hediye olarak Allah’a şirk koşmayanların affedileceği müjdesi ile Bakara suresinin son iki ayeti verildi…” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Ancak, bu yaygın ve bilinen anlatımdan farklı olarak bazı kaynak ve modern araştırmalarda; İsra ve Miraç’ın mahiyeti ile ilgili bazı hususlar da tartışılmıştır. İsra ve Miraç’ın meydana geliş tarihi, her ikisinin aynı zamanda meydana gelip gelmediği, ruh ile mi yoksa bedenle mi, rüyada mı uyanık iken mi vuku bulduğu, İsra suresinin ilk ayetinde zikredilen Mescid-i Aksa’dan kastın Kudüs’deki Beytü’lmakdis mi yoksa başka bir yer mi olduğu, İsra ve Miraç’ın Hz. Peygamber’in hayatında kaç defa gerçekleştiği ve Miraç’ta Allah’ı görüp görmediği meselesi gibi meseleleri burada örnek olması bakımından zikredilebilir (Bkz. Yavuz (2005), “Mi’râc”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 132-135). İsra ve Mi‘rac, Hz. Peygamber ve Müslümanlar açısından kuşkusuz büyük ehemmiyeti haizdir. Bu hadise ile Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş, müminlerin inanç ve cesaretleri kuvvetlenmiş, Allah’ın elçisine destek, güven ve bağlılıkları güçlenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber bu olayı Mekkeliler’e anlattığı zaman onlar alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebubekir’e de anlatıp onu zor durumda bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. İsra suresinde işaret edilen (el-İsra 17/22-29) evrensel dinî ve ahlaki prensipler, İslam’ın özelde Müslümanlara genelde insanlığa vaat ettiği faziletli insan ve toplum yapısının temel yapıtaşlarını göstermesi bakımından önemlidir: Allah’tan başkasına kulluk etmemek, Ana-babaya iyi davranmak, Akraba, yoksul ve yolcuya hakkını vermek, Cimrilik ve israftan kaçınmak, Yoksulluk endişesi ile çocukları katletmemek, Fuhuş ve zinadan uzak durmak, Cana kıymamak, Yetim malına el uzatmamak, Verilen sözü yerine getirmek, Ölçü ve tartıda adaletten ayrılmamak, Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek, Gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak. Artan Şiddet, Hicrete Zorluyor Tarihçiler, Resulullah’ın Tâif seferinden umduğu neticeyi elde edemeyince Mekke’nin tarih boyunca Hac ve ticaret merkezi olma özelliğinden faydalanmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi amacıyla, İslamiyet’e davet gayretini Mekke’ye gelen yabancılar üzerine yoğunlaştırdığını dile getirmektedirler. O, gerekirse, Mekke’yi terk ederek başka bir yere göçmek ve kendini ve inananları muhafaza ve müdafaa ettirmek için ittifak yapmayı dahi düşünüyordu. Hz. Muhammed, hac ziyareti ve panayırları için Mekke’ye Hac maksadıyla gelen yaklaşık on beş kabile ile ayrı ayrı görüşüyordu. Bu kabileler, Benî Âmir b. Saʻsaʻa, Muhârib, Fezâra, Ğassân, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benî Nadr, Benî Bükka, Kinde, Kelb, Hâris b. Kab, Uzre ve Hudârime idi. Resulullah’ın davetine karşı bu kabilelerin tavrı, bazen kibar, bazen kaçamaklı bazen de alaycı, fakat sonucu itibariyle daima menfî idi. Öte yandan Ebû Leheb de, propagandasını İslam Peygamberi’ni takip ederek sürdürüyor, dolayısıyla hiçbiri İslam’ı kabule yanaşamıyordu. Mekkeli müşriklerin İslam davetine karşı düşmanlığının arka planında özetle şu düşüncelerin yattığı söylenebilir: Yerleşik putperestlik inanç ve bunun yansımalarının temelden sarsılarak yok olması endişesi. Ümeyye ve Mahzûmoğullarının, Hz. Muhammed’in mensubu olduğu Haşimoğullarıyla öteden beri var olan ezelî rekabetleri gereği mevcut statülerini yitirme kaygıları. Kendilerini Mekke’nin müstakbel liderliğine hazırlayan kişilerin emel ve planları. Zulme, zorbalığa ve haksızlığa dayanan şehrin siyasal ve ekonomik yapısından hoşnut olanların bu erkten mahrum kalma kuşkuları. Yesriblilerle Görüşmeler: “Akabe Biatleri” Resulullah, bütün gayretlerine rağmen, haram aylarda ve hac mevsiminde görüştüğü on beş kabileden hiçbirinden davetine olumlu bir cevap alamayınca, on altıncı olarak karşısına çıkan Yesribli (Medine’nin eski adı) Hazrec kabilesine mensup altı kişilik bir grupla temasa geçti. Bunlar Neccârdan; Esad b. Zürâre ve Avf b. el-Hâris, Zuraykdan; Râfi b. Mâlik, Selîme’den; Kutbe b. el-Âmir, Harâm’dan; Ukbe b. Âmir ve Ubeyd (Selime)’den; Câbir b. Abdillâh b. Riâb idi. Nübüvvetin 11. yılında, Mekke ile Minâ arasında Akabe adı verilen mevkide bir araya geldiler. Allah Resulü, onlara kendini tanıttı, Kur’an okudu, İslam’a davet etti. Artık hayal kırıklığının yerini ümit alıyordu. Son tahlilde, Resulullah’ın söylediklerini tasdik edip, Müslüman olarak Yesrib’e döndüler. Burada insanlara Hz. Peygamber’i tanıttılar ve ondan öğrendikleri kadarıyla İslam’ı anlatmaya başladılar. O kadar ki, kısa bir süre içinde, neredeyse, Yesrib’de Resulullah’ın adının anılmadığı hiçbir ev kalmadı. Medine’den Mekke’ye ihtida haberleri geldikçe ve bunlara eski Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi müttefikleri olan Evs kabilesi mensuplarının da dâhil olmaya başlaması, Kureyş müşriklerini çileden çıkarmaya, sıkıntıya ve endişeye sevk etmeye yetiyordu. Bundan tam bir sene sonra (nübüvvetin 12. yılı) hac için Mekke’ye gelen ve bu sefer on iki kişiden oluşan toplulukla aynı yerde tekrar bir araya gelindi. Bu görüşme, önceki altı kişilik gruptan Câbir b. Abdillâh b. Riâb dışında, onu el-Hazrec, ikisi ise el-Evs’den olmak üzere on iki kişilik Yesribli ile yapılmıştı İslam tarihine “I. Akabe Biati” olarak geçen bu görüşmede, Hz. Peygamber, kendisine bağlılıklarını (biat) deklare eden bu gruptan “savaş hariç olmak üzere” “Allah’a şirk koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocukları öldürmeme, iftiradan uzak durma ve iyiliğe nankörlük etmemeleri” kaydıyla söz aldı. I. Akabe görüşmelerine katılan ‘Ubade b. es-Sâbit, Hz. Peygamber’den aldıkları biatin ayrıntısını açıklarken, “Resulullah’a kadınların biatleri gibi biat ettik” ifadesini kullanmaktadır. Ubâde, bu ifadesiyle, Medine döneminde daha ileri bir tarihte yapılan ve içerisinde savaş zorunluluğunun zikredilmediği Mümtahine (60) Suresi’nin 12. ayetine atıfta bulunmaktadır. Söz konusu on iki kişilik topluluk Mekke’yi terk ettikten sonra, Resulullah, arkalarından İslam’ı anlatma ve Kur’an’ı öğretme göreviyle Mus‘ab b. ‘Umeyr’i Yesrib’e gönderdi. Onun buradaki işi hiç de kolay değildi. Sadece eğitim işleriyle yetinmedi, Evs ve Hazrecli Müslümanlara namazlarında imamlık yaptı. Öte yandan İslam öncesi dönemde, bu iki kabile arasındaki geçmişe dayanan husumetin sebeplerinden biri, kendi kabileleri dışında bir reisin çıkmasını istemiyor olmalarıydı. Bu itibarladır ki, Musʻab iki kabile arasında bir anlamda denge vazifesi gördüğü söylenebilir. Bütün bir sene boyunca çalıştı, çabaladı. Yesrib’deki gelişmeleri Resulullah’a bildirmek için Mekke’ye doğru yola çıktığında buradaki insanların bir kısmı İslam’ı kabul etmiş, çoğunluğu da tamamen haberdar olmuştu. II. Akabe görüşmeleri Yesribliler, ertesi yıl hac mevsiminde (nübüvvetin 13. senesi/m.622’de) büyük kısmını Hazreclilerin teşkil ettiği, yetmiş iki erkek ve üç kadından oluşan yetmiş beş kişilik bir heyetle tekrar Mekke’ye geldiler. Merhum Hamidullah’a göre, Mus‘ab marifetiyle Yesribliler ile yapılacak askeri bir antlaşmanın ilk tasarısı daha önceden hazırlanmıştı. Bu toplantıda ilk defa hicret konusu ele alınmış, Medine İslam toplumu ve site devletinin tohumları burada atılmış, Yesribliler de Hz. Muhammed’i ve Müslümanları koruyacaklarına dair teminat vererek ona biat etmişlerdi. Bu biat savaşla ilgili mevzuları içerdiği için “Beyʻatül-Harb” adı da verilmiştir. Hz. Peygamber onların içerisinden dokuzu Hazrec’e, üçü Evs’e mensup olmak üzere, on iki kişiyi “nakîb/reis” olarak tayin etti. Bunların başlarına da Nakîbü’n-Nukebâ olarak Es‘ad b. Zürâre’yi atadı. Hz. Peygamber, bu görüşmeye katılanlardan, “Darda ve sıkıntıda, sevinçte ve kederde dinleme ve itaat etme üzerine, başkasını kendine tercih edeceklerine, yönetimin ehline verilmesi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi konusunda tartışmaya girmeyeceklerine ve nerede olursa olsun hakkı söyleyeceklerine, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasına aldırış etmeyeceklerine” dair yemin aldı. Artık bu ahidleşme ilkinde olduğu gibi, sadece ahlaki ilkelere değil, bizatihi savaş ve stratejiye yönelik maddeler içeriyordu. Nitekim İbn İshak’ın Urve b. Zübeyr’den naklettiğine göre, II. Akabe biatinden önce savaş ve hicret izni veren ayet nazil olmuştu. Böylece, her iki tarafta dönüşü olmayan bir sürece giriyor, karşılıklı risk alıyor, eski ittifaklar ortadan kaldırılıyor ve birbirilerine tam anlamıyla güvence vermiş oluyordu. Şu kadar ki, Yesribliler, neticede davasında muvaffak olması durumunda Hz. Muhammed’in Mekke’ye geri dönüp dönmeyeceğini dahi sormuşlar, Resulullah da kesinlikle onları yalnız bırakmayacağına dair söz vermişti. Artık, “İki kara taşlık arasında hurmalıkları olan hicret yurdunuz bana gösterildi” (Buhâri, Kitâbu’l-Kefâle: 4) buyurarak, Hz. Peygamber rüyası gerçekleştiğini ve hicret yurdunun Yesrib olduğunu bildiriyordu. Hicretle birlikte Yesrib, Resulullah ve ilk Müslümanları özgürlük ve güven ortamıyla bağrına basarken, aslında bu defa farklı sıkıntılara sahne olacaktı. Sonuçları itibariyle, Hz. Peygamber’in yüklendiği mukaddes görevi ifa ederken maruz kaldığı tüm zorluklara, zulme ve baskılara boyun eğmemesi, engelleri aşmak için sürekli mücadele ederek yeni stratejiler ve alternatif çıkış yolları geliştirmesi, -bütün bunlara şahitlik eden Medine şehrinin ilk Müslümanların vatanı haline gelmesinin ardından dünya tarihi açısından kısa sayılabilecek on senede, Müslümanların gücünün Arap yarımadasını aşarak, Bizans ve Sâsânî devletlerinin sınırlarını zorlayacak ölçüde büyük bir başarıya erişmesinde Akabe biatlerinin, İslam tarihi açısından önemli bir dönüm noktasını teşkil ettiğinde şüphe yoktur. Yesribliler (Medine) muhtemelen şu sebeplerle Hz. Peygamber’in İslam’a davetine ve hicretine olumlu yanıt vermiş olabilirler: Araplar’da, gelecek olan bir peygamber beklentisi dolayısıyla Medineliler’in, kendi doğduğu, yetiştiği kabilesi içerisinde dışlanan Hz. Muhammed’in tebliğini ve mesajını önyargısız dinleyerek, ikna olmaları. Bitip tükenmeyen savaşlardan bıkan Medineli Evs ve Hazrec gruplarının istikrar arayışı. Medineli Araplar’ın, Yahudi unsurunun eski güçlerini toparlayarak Medine’ye hâkim olmasından duydukları endişe. MEDİNEYE HİCRET II. Akabe Biatinden sonra Kureyşliler Mekkeli Müslümanlara karşı şiddet ve zulümlerini gittikçe artırmışlar, artık maruz kalınan işkenceler katlanılamaz hâle Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi gelmişti. Akabe biatleri sonunda Mekkeli Müslümanlara Ensâr kucak açıp onları bağırlarına basınca, hicret başlamış oldu. Yesrib (Medine)’in hicret yurdu seçilmesinin başlıca sebepleri ise şunlar olabilir: Mekkelilerin, alay, küfür, işkence ve tertiplerine karşı, Medineliler’den yardım, sıcak ilgi ve destek bulması. Dolayısıyla Mekke ve Tâif tecrübesinden sonra, İslamiyet’i tebliğe daha elverişli görünen imkân ve şartları değerlendirmek istemesi. Mekke ile Medine şehirlerinin arasının (nispeten Habeşistan’a göre) yakın olması. Hz. Peygamber’in Mekke ile olan alakasını kesmek istememesi. Zira o, peygamberlik vazifesinin bir gereği olarak Müslümanların kıblesi, kutsal mabet Kâbe ve onun bulunduğu şehri pagan kültüründen arındırarak yerine tevhit akidesini ikame arzusunda idi. Medine’deki otorite boşluğu, Hz. Peygamber’e rahat hareket etme imkânı verebilirdi. Medine’de yaşayan Hazrec’e bağlı Neccaroğulları ile olan akrabalık bağı, Hz. Peygamber’in kendine destek bulması açısından önemli bir faktördü. Zira kabile bağı Arap toplumunda önemli bir güç ve dayanışma vesilesi idi. Henüz şehir statüsünden uzak dağınık köylerden oluşan Medine’nin muhtemel Muhacir potansiyelini kaldırabilecek topografik ve coğrafik özelliklere sahip olması. Mevcut nüfusuna rağmen kendi dönemi itibariyle “şehri” oluşturacak unsurlara (Camiler, pazarlar, mezarlar, yollar vs.) elverişli bir mekân özelliğini taşıması. Kur’an’da Müslümanları erkek-kadın ayırt etmeksizin hicrete teşvik eden ayetlerin çokça yer alması, Muhacirlerin övülmesi ve hicret etmekten mazeretsiz geri kalanların yerilmesi hicretin başarılı olmasının sebeplerinden sayılabilir. “Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de and olsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âli İmrân/3: 195. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi “Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: «Ne işde idiniz!» dediler. Bunlar: «Biz yeryüzünde çaresizdik» diye cevap verdiler. Melekler de: «Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır. Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Nisa/4: 97-100) “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler ve (Muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendi.”(Enfal/8: 72) “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir”. (Tevbe/9: 20) “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi...” (Nahl/16: 41) “Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bundan sonra da çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl/16: 110) “Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, Allah onlara muhakkak güzel bir rızık verecektir. Şüphe yok ki Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Hacc/22: 58) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Bundan sonra Hz. Muhammed Mekkeli mazlum Müslümanların artık Medine’ye hicret etmelerine izin verdi. Artık Müslümanlar ferdi ya da topluluklar hâlinde Mekke’den çıkarak Medine’ye göç etmeye başladılar. Muhacirler için durum bu merkezde iken Hz. Peygamber ise, hicret için Allah’tan izin bekliyordu. İbn Hişâm’ın Sîre’sinde Medine’ye -Akabe biatlerinden bir sene önce- ilk hicret eden şahsın Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Seleme b. Abdilesed olduğu zikredilmektedir. Buhari, ilk Muhacirler olarak, I. Akabe biatinden sonra Medine’ye İslam’ı tebliğ için gönderilen Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm’un isimlerini nakleder. II. Akabe biatinden sonra Hz. Peygamber’in hicrete izin verilmesiyle birlikte, yanında karısı Leylâ ile birlikte ilk hicret eden şahıs, Âmir b. Rebîa’ydı. Bunları, Abdullah b. Cahş ve beraberindeki insanların hicreti takip etti. Abdullah b. Cahş’ın ailesinden Mekke’de kimse kalmamıştı. Eşleri ve çocukları, âmâ kardeşi Ebû Ahmed, Ukkâşe b. Mihsân, Şüca b. Vehb, Ukbe b. Vehb ve Erbed b. Hümeyriyye de ilk Muhacirler arasında idi. Bunlardan sonra Muhacirler ardı ardına, fert ya da topluluk hâlinde hicret için gizlice yola koyuluyorlardı. Mekkeliler, hicret yolunda yakaladıkları Muhacirleri şehre geri getiriyorlar, onları hapsedip, cezalandırmaktan geri durmuyorlardı. Bu noktada, Ümmü Seleme’nin hicret uğruna çektiği sıkıntı ile anekdotu hatırlayalım. Ümmü Seleme, amcasının oğlu olan Ebu Seleme ile evli idi. Bir de küçük oğlanları vardı. Ümmü Seleme, eşi ve bebeği ile birlikte Akabe biatlerinden bir yıl önce Medine’ye gitmek üzere yola çıktılar. Fakat bebeğin dayıları, önce Ümmü Seleme’yi eşinden ayırarak hicret etmesine müsaade etmediler, daha sonra da amcaları küçük yavrunun kolunu kırarak annesinin elinden aldılar. Bu ayrılık bir yıl kadar sürdü. Daha sonra, Ümmü Seleme’nin durumuna acıyan akrabaları, kocasının yanına gitmesine izin verdiler. Bunun üzerine, küçük bebeğini de yanına alarak, bir deveye bindi ve Medine’ye gitmek üzere yola koyuldu. Bir süre bebeğiyle birlikte tek başına yolculuk yaptı. Yolda karşılaştığı ve henüz Müslüman olmamış olan Osman b. Talha isimli şahıs, kocasının yanına ulaşıncaya kadar ona bu yolculukta refakat etti. Müşrikler kendi kabilelerine mensup bazı Muhacirlerin Medine’ye gidişini yukarıda örneğini verdiğimiz gibi engellerken bazı Muhacirlere de göz yummuşlar, yeterli tedbir alamamışlardı. Bunun sebebi şöyle açıklanabilir: Müşrikler, hicretin doğuracağı sonuçları öngörememiş olabilirler, Müslümanların hicret faaliyeti ani geliştiği değerlendirebilecek zaman bulamamış olabilirler, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi için, sonuçlarını 18 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Hicret gizlice gerçekleştiği için, yeterli istihbarat temin edememiş, gidenleri sonradan öğrenmiş olabilirler, Mekke’nin kabile toplumu olması sebebiyle müşrikler, kendi boylarından olan Muhacirleri engelleyecek tedbirleri alabilirlerdi. Kendi kabilesi tarafından görmezden gelinen bir Muhacire, başka bir kabilenin müdahalesi düşmanlık getirebilirdi. (Demircan, Adnan, (2000), 104). Alenen hicret eden kişi olarak, kaynaklarımız, Hz. Ömer’i zikrederler. Zira o, Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklere meydan okuyarak ailesi ve arkadaşlarını da yanına alarak yola çıkmış, müşrikler ise onun bu meydan okumasına karşı bir tepki gösterememişlerdi. Bütün zorluk ve meşakkatine rağmen Müslümanlar hicret kervanına katılmak için koşturuyorlar, adeta hicrette birbirleriyle yarışıyorlardı. Nitekim Hz. Ebu Bekir de ne zaman kendisi için hicret yolunun gözükeceğini merak ediyor, bir iki defa Hz. Peygamber’e hatırlatıyor, sabırsızlanıyordu. Hz. Peygamber de her defasında ona, “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan eder.” cevabını veriyordu. Mekke’de, hapsedilenler, hicrete imkân ve fırsat bulamayanlar, köleler, kadınlar, yaşı henüz küçük çocuklar, eman vb. sebeplerle başkalarının himayelerinde yaşamak zorunda olanlar gibi, bazı istisnalar dışında Müslüman neredeyse kalmamıştı. Ani gelişen ve gizlilikle yürütülen hicret faaliyeti sonucunda Mekke’de Hz. Peygamber ve ailesi, en yakın dostu Hz. Ebubekir ve ailesi, yeğeni Hz. Ali, azatlısı Hz. Zeyd. b. Hârise ve eşi Ümmü Eymen gibi şahıslar dışında kısa sürede Müslümanların önemli bir kısmının Medine’ye hicret ettikleri bilinmektedir. Bunların, hicrete imkân ve fırsat bulduğu halde, hicret etmeyen bazı Müslümanların Mekke’de mevcut olduğu da Ayet-i Kerime ile sabittir. (Nisa/4: 97). HZ. PEYGAMBER’İN HİCRETİ Bütün gayretlerine rağmen, bilindiği gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının Mekke’de dinlerinin tebliğ ve tatbikine imkân sağlayacak bir ortamı elde etmek için verdikleri sıkıntılı mücadele süreci, son tahlilde, onların can ve mal güvenliklerini tehdit edecek noktaya gelmişti. Daha sonra Yesribli Müslümanlarla yapılan II. Akabe biatiyle hicret imkânı bulan Mekkeli Müslümanlar, bunu bir kurtuluş vesilesi olarak değerlendirerek önemli bir kısmı göç etmeye başlamıştı. Bu durumdan son derece tedirgin olan müşriklerin ileri gelenleri –Hâşimoğulları dışında-, Dâru’nNedve’de toplanarak yeni durumu istişare etme ihtiyacı duydular. Herkes kendi düşüncesini ortaya koydu. Burada, Kur’an’da “Kâfirler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da sürmeleri için tuzak kuruyorlardı. Allah ise, tuzak kuranların en iyisidir.” (Enfâl/8: 60) ayetinde de işaret edildiği gibi Resulullah’ın farklı yöntemlere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi cezalandırılması gündeme geldi. Neticede, Ebû Cehil’in teklifiyle onun öldürülmesi konusunda anlaştılar. Nitekim evinde Hz. Peygamber’e karşı bir suikast girişiminde bulunarak onu ortadan kaldıracaklardı. Şehrin bütün kabilelerinden seçilmiş gençlerden oluşan bir çete gece vakti evine girerek onu ansızın öldürüvereceklerdi. Suikastçıların teşebbüsünü boşa çıkarmak üzere Allah Resulü, Hz. Ali’yi yatağında bırakarak, evini terk etti. Resulullah’a kendisine karşı tertip edilen bu tuzaktan Cebrail vasıtası ile haberdar olduğunu ve Yasin Suresi’nin ilk on ayetini okuyarak suikastçıların arasından geçip gittiğini bildiren rivayetler meşhur olmakla birlikte, tarihçi İbn Saʻd, Hz. Muhammed’e bu suikast teşebbüsünü halası Rukayka bt. Sayfî b. Hâşim’in haber verdiği bildirmektedir. (İbn Sa‘d, (1957), VIII, 52), Hz. Ali, Mekke’de bir müddet kalarak Hz. Peygamber’in emanetlerini sahiplerine teslim etme görevini üstlenmiş, Medine’ye hicretlerinde Resulullah’ın ailesine refakat etmişti. Hz. Ali, üç gün sonra Resulullah’ın eşi Sevde, kızları Fâtıma ve Ümmü Gülsüm, azatlıları Ümmü Eymen ve eşi Zeyd b. Hârise ile birlikte hicret ederek, Medine’de bulunan Resulullah’a kavuşmuştu. Müşrikler, sabahleyin Hz. Peygamber’in yatağında Hz. Ali’yi görünce çok şaşırdılar. Evinden çıkar çıkmaz, yol arkadaşı, Ebubekir’in evine gitti. Burada, kendileri için hazırlanan yiyecekleri ve binekleri Kasvâ’yı alarak şehri terk ettiler. Hz. Peygamber’in hicreti kolay olmadı. Önce takip edilme endişesi ile kuzeye doğru normal güzergâha değil, şehrin güneyine doğru yönelerek izlerini kaybettirmek istediler. Bu yönde bir saat ilerledikten sonra, Sevr dağının tepesindeki bir mağaraya sığındılar. Burası bilinen bir mağaradan ziyade üç büyük kaya kütlesinin arasında oluşan iki kişinin zor-zahmet sığabileceği bir boşluktan ibaretti. Burada Ebubekir ile birlikte üç gece kaldılar. Geceleri Ebubekir’in oğlu Abdullah, onlara yiyecek getiriyor, Mekke’de olup biten olayları Hz. Peygamber’e naklediyordu. Mağara Arkadaşları Müşrikler, Hz. Peygamber’in şehri terk ettiğini öğrenince telaşlandılar. Onu bulana, yakalayana ve öldürene yüz deve ödül verileceğini ilan ettiler. İz sürücülükte mahir olanların yardımıyla bunu başarabileceklerini düşünüyorlardı. Nitekim Kurz b. Alkame adlı iz sürücü ile birlikte Sevr mağarasının yakınlarına kadar geldiler. Ebubekir, büyük bir heyecan ve endişe ile Rasülullah’a, “Eğilip baksalar bizi görecekler” dedi. Hz. Peygamber’in ona cevabı şöyle oldu: “Ey Ebu Bekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi ne zannediyorsun! Üzülme, Allah bizimledir.” Hz. Ebubekir ve Hz. Peygamber’in mağara arkadaşlığını ve yaşadıkları tehlikeyi Kur’an ayetleri şu şekilde tasvir etmektedir: “… Bilin ki, inkâr edenler onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Arkadaşına (Ebubekir'e) "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu; Allah da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah güçlüdür, hâkimdir.” (Tevbe/9: 40) Gece sabaha kadara babası ve Hz. Peygamber ile kalan Abdullah sabaha doğru mağaradan ayrılırken, Amir b. Füheyre isimli çoban sürüsünü Sevr mağarasının önünden yürütüyor, sağdığı sütlerden Hz. Peygamber’e ikram ediyor, giderken de kumda oluşan ayak izlerini kaybediyordu. Üçüncü gecenin sabahında, Abdullah b. Uraykıt isimli kılavuz birlikte yola çıktılar. Abdullah, yakalanma tehlikesinden dolayı onları akla gelmeyen ve pek de fazla bilinmeyen bir güzergâhtan Medine’ye doğru yola çıkardı. Takip Devam Ediyor Kureyşliler’in, Hz. Peygamber’i yakalayana ödül vereceklerine dair Mekke çevresindeki diğer Arap kabileleri tarafından da duyuldu. Nitekim Müdlicoğullarından Sürekâ b. Mâlik, onu yakalayarak tek başına ödülü almak istedi; buna teşebbüs etti ise de başarılı olamadı. Yine aynı maksatla, Elsem kabilesi liderlerinden Büreyde b. Husayb beraberinde bulunan bir müfreze ile Hz. Peygamber’in önüne geçti. Bir müddet onunla sohbet etme imkânı doğdu. Burada Hz. Peygamber’in tebliğini kabul ederek Müslüman oldu ve Elsem arazisinden çıkıncaya kadar refakat etti. Bütün gayretlerine rağmen müşriklerin onu takip ve yakalama girişimleri sonuçsuz kaldı. On gün süren yolculuğun ardından ve Medine’ye yaklaştılar. Hz. Peygamber Medine’de Hz. Peygamber ve yol arkadaşı Ebubekir’in hicret ettiğini öğrenen Medineli Müslümanlarda heyecanlı bir bekleyiş başladı. Onlar her gün sabah namazından sıcağın yükseldiği ana kadar Kuba yakınlarında bulunan Seniyyetü-l-Vedâ adlı tepeye çıkar, ufka bakarlar, Hz. Peygamber’in yolunu gözlerler, gelmediğini anlayınca da evlerine dönerlerdi. Nihayet, yine sıcaklığın şiddetli olduğu bir günde kendine ait “utum”dan (Utum: Medine’nin kale evleri) bir Yahudi Hz. Peygamber’in gelişini haber verdi. Nihayet Hz. Peygamber, 8 Rebiülvvel Pazartesi günü (20 Eylül 622) Yesrib’e ulaştı. Resulullah, Yesrib’e hicret ettikten sonra ilk önce Kuba köyüne indi. Burası Yesrib’in güneyinde olup ona yaklaşık 6.3 km. uzaklıktadır. Resulullah’dan önce Yesrib’e hicret eden ilk Muhacirlerin gelerek yerleştikleri ve Muhacirlerin toplandıkları yer de Kuba mevkii, özellikle de “el-‘Asabe” bölgesi idi. Böylece Hz. Peygamber’in ilk anda himaye edilmesi ve korunması daha kolay olacaktı. Zira o, aynı kaderi paylaşan, aynı ideali paylaşan arkadaşları yanında kendini daha güvenli hissedecekti. O, evvel emirde düşmanlarıyla uğraşmaksızın, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi kendine inanmış, bağlanmış ve güvenmiş bir avuç insanla İslam toplumunu oluşturmaya ve onların hoşnutluğunu kazanmaya çalışacaktı. Resulullah’ın Kuba’da ne kadar kaldığı konusunda rivayetler farklılık arz etmektedir. Bazı rivayetler, bu sürenin dört gün gibi az bir müddete işaret ederken, diğer bazı rivayetler ise, Kuba’da kalışını 10-14 güne kadar çıkarmaktadırlar. Son rivayet, (10-14 gün) daha makul gözükmektedir. Zira bu süre Kuba mescidinin inşası için de yeterli bir süredir. Çok sade ve basit bir yapı da olsa, Kuba mescidinin inşası dört gün gibi kısa bir sürede bitmiş olması makul görünmemektedir. Müslümanlar açısından Medine’ye Hicretin Sonuçları Müslümanların üzerinden Mekkeli Müşrikler’in uyguladıkları, eza, cefa, işkence ve can, mal güvensizliği gibi kötü muamelelerin ortadan kalkması, Hz. Peygamber’in İslamiyet’i tebliğ mücadelesinin, ilk defa Mekke dışında bir yerde devam ederek büyüme ve başarılı olma imkânına kavuşması, Medine’ye hicretle birlikte, cahiliyenin şeref ve üstünlük, asabiyet anlayışı yerine kan bağına değil, din ve ideal birliğine dayanan kardeşlik yerini aldı. Hicret eden kardeşler Muhacir, yerli kardeşleri Ensar adını aldı. Ensar’a mensup Medineli Müslümanların, başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün Muhacirlere kucak açarak, evlerini, mallarını, yurtlarını paylaşmaları, din kardeşlerinin canlarına, mallarına kefil olmaları, onları koruyup kollayacaklarına dair güvence vermeleri, göçten doğacak ekonomik, sosyal vb. sıkıntıların önünü kesmeleri, Medine’de 120 yıla yakın devam eden Arap kabileleri Evs ve Hazrec arasındaki düşmanlık ve bu durumdan faydalanan Yahudi toplulukları aralarında süre gelen rekabet ortamı, yerini istikrara ve Hz. Peygamber’in liderliği etrafında ideal birliği yapmış İslam ümmetine yerini bıraktı. Müslümanlar için, hicret ile birlikte Medine’de yeni bir dönem başladı. Bu dönemi tarihçiler, Mekke’ döneminden ayırarak Medine dönemi diye adlandırırlar. Hicretten sonra Medine, siyasi bir merkez haline geldi. Ayet ve hadislerin teşvikleri ile Dârul-Hicre (Hicret yurdu) haline geldi. İslam dünyasının kalbi, Haremeyn şehirlerinin ikincisi (diğeri Mekke), Müslümanların ilk başkenti oldu. Kur’an vahyine beşiklik eden ikinci şehir olma özelliği ile burada inen ayet ve surelere adını verdi. (Mekke’de inen ayetler; Mekkî, Medine’ne nazil olanlar ise, Medenî diye isimlendirilirler.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi İlk İslam toplumunun ve devletinin teşekkül ettiği bu şehrin adı, hicretten önce Yesrib iken, hicretten sonra Hz. Peygamber bunu beğenmeyerek, değiştirmiştir. Bu noktada, Hz. Peygamber’in bölgeye, “şehri ve medeniyeti” çağrıştıran “Medine” adını vermesindeki hikmet ve isabet dikkat çekicidir. Müslümanların Mekke dışında bir şehirde organize olarak devletleşme sürecine girmesi suretiyle kısa zamanda Mekke’yi tehdit edecek güce ulaşması. Hicretle birlikte, İslam’a davetin önündeki engeller birer birer kalktı, son dinin yeni ve değişik kitlelere ulaşmasının önü açıldı. Nitekim Hz. Peygamber’in vefatından önce Arap yarımadasının tamamına Müslümanların hâkimiyeti altına girmişti. Mekkeliler açısından Medine’ye Hicretin Sonuçları Hz. Peygamber’den geçici süre kurtulduğunu zanneden Kureyşliler, Hicret hareketinin sonlarını hazırlayacak bir gelişme olduğunu geç fark ettiler. Mekkeliler açısından iç tehdit olarak algılanabilecek “İslam/Müslüman” tehlikesinin, şehirden uzaklaşarak dış tehdit haline gelerek, kontrol edilemez noktaya dönüşmesine sebep oldular. Mekke’de alt edilemeyen ve kendilerini tehdit edebilecek bir gücün, yakın bir şehirde güç ve kuvvet kazanabilecek potansiyel taşımasına yol açtılar. Bunun için Medine’nin Yahudileri ile çevresindeki müşrik kabileleri Müslümanlara karşı kullanmaktan geri durmadılar. Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde yer alan Medine’nin hicret neticesinde Müslümanların hâkimiyetine geçmesi Mekkeli müşriklerin iktisadi faaliyetlerine zarar verdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Müslümanların Habeşistan’a hicretinden sonra Kureyşliler’in, onları geri getirmek üzere gönderdiği elçilerinin adı aşağıdakilerden hangisidir? a) Âs b. Vâil - Şeybe b. Rebia b) Amr b. Âs - Abdullah b. Ebî Rebîa c) Utbe b. Rebîa - Ümeyye b. Halef d) Amr b. Hişâm e) Ebu Süfyan - Vahşî 2. Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerinde adaleti ve hoşgörülü yönetim anlayışı ile etki ettiği bilinen Necaşî hangi büyük devlete bağlı idi? a) Sâsânîler b) Mervaniler c) Safeviler d) Bizanslılar e) Hireliler 3. Müşriklerin Hz. Peygamber’in akrabalarını ve yakınlarını ambargo altında tuttukları Mekke’de bulunan mahallenin adı aşağıdakilerden hangisidir? a) Mesfele b) Müzdelife c) Şiʻbu Ebil-Kâsım d) Şiʻbu Ebit-Turâb e) Şiʻbu Ebî Tâlib 4. Aşağıdakilerden hangisi İslam tarihi kaynaklarında Hicret öncesi Medine şehrinin sakinleri arasında zikredilmez? a) Evs Kabilesi b) Beni Mustalik c) Hazrec Kabilesi d) Beni Kaynuka e) Beni Nadir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi 5. Aşağıdakilerden hangisi Medine’ye hicretin sebeplerinden biri değildir? a) Hz. Peygamber’in Medine’de İslam’ı tebliğ ortamının daha hızlı ve etkili gelişeceğine olan inancı b) Müslümanlara Kureyşliler tarafından uygulanan baskı ve şiddetin dayanılmaz noktaya yükselmesi c) Medineli Müslümanların Hz. Peygamber ve arkadaşlarını şehirlerine davet etmeleri d) Medine’nin, Mekke’ye oranla daha fazla zirai alan ve su kaynaklarına sahip olması e) Kur’an ve hadislerin Müslümanları hicrete teşvik etmesi Cevap Anahtarı: 1. b 2.d 3.e 4.b 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Apak, Adem. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi -I-, Ensar Yayınaları, İstanbul. Azimli, Mehmet. (2008). Siyeri Farklı Okumak -I- (Mekke Yılları), Ankara Okulu Yay., Ankara. el-Belâzurî. (1987). Ensâbu’l-Eşrâf, thk.: Muhammed Hamidullah, Kahire. el-Buharî. (1981). el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1981. Demircan, Adnan. (2000), Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yayınları, İstanbul 2000. Fayda, Mustafa. (2005), “Muhammed”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul. Fayda, Mustafa. (2007).“Ömer”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXXIV, İstanbul. Hamidullah, Muhammed (2004). İslam Peygamberi, (çev.: M. Yazgan), İstanbul. İbn Hişâm. Sîretu’n-Nebî, thk.: M. Muhyiddin Abdulhamid, Kahire ty. İbn Saʻd. (1957), et-Tabakâtu’l-Kübrâ, I-VIII, Dâru Sadır, Beyrut. Komisyon. (2010). İlk Dönem İslam Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir. Önkal, Ahmet. (1998). “Hicret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXX., İstanbul. Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet -I- (Asr-ı Saadette Habeşistan’la Münasebetler, İstanbul. Sarıçam, İbrahim. (2003). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara. Yavuz, Salih Sabri. (2005). “Mi’râc”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 • Medine’nin Dinî, Siyasî, İdarî ve Sosyal Bir Merkez Haline Getirilmesi • Çok Amaçlı Bir Merkez Tesisi - Mescid-i Nebî • Medine’de Yaşayanların Toplum Haline Getirilmesi • Kardeşliğin Tesisi - Muâhât • Medine Sözleşmesi HEDEFLER İÇİNDEKİLER İLK İSLÂM TOPLUMUNUN TEŞEKKÜLÜ VE HUDEYBİYE ANTLAŞMASINA KADAR MEDİNE DÖNEMİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Medine’nin dinî, siyasî, idarî, ve sosyal bir merkez haline getirilmesinin önem ve gerekliliğini kavrayabilecek • Mescid-i Nebî'nin çok amaçlı bir merkez olduğunun önemi ve gerekliliğini anlayabilecek • Ensar-Muhacir kardeşliğinin oluşturulması ile Medine Sözleşmesi'ni değerlendirebileceksiniz. İLK DÖNEM İSLÂM TARİHİ ÜNİTE 5 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları GİRİŞ Medine’nin önceki adı fesat anlamına gelen Yesrib olup, Hz. Muhammed (s) hicretten sonra buraya hoş ve güzel anlamına gelen Tabe veya Taybe adlarını vermiştir. Ancak Müslümanlar, Hz. Peygamber (s)’ın yaşadığı şehir olması sebebiyle Peygamber Şehri anlamında Medinetü’n-Nebî ya da kısaca Medine demişlerdir. Dört tarafı kayalıklarla çevrili olan Medine’nin kuzeyinde Uhud, güneybatısında Âir dağları bulunur. Çok sayıda vadisi vardır. En meşhurları Bathan, Müzeynib, Mahzur ve Akik vadileridir. Medine’de hicret öncesinde Kahtânîlerin Ezd kolundan Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Araplar ile Kurayza, Kaynuka ve Nadîr oğulları kabilelerine mensup Yahudiler yaşıyordu. Yahudiler, Roma’nın Suriye ve Mısır’a hâkimiyetinin ardından bölgeye gelmişler ve zamanla Arap kültürünü benimsemişlerdir. Arapların büyük çoğunluğu ise Yemen’deki Merib barajının yıkılmasından sonra bölgeye yerleşmişlerdir. Evs ve Hazrec’in iç savaşı, Medine’de siyasî birliğin sağlanmasına bir türlü imkân vermediği gibi onları oldukça da zayıflatmıştı. Merkezî bir otoritenin bulunmadığı Medine’de, Mekke’dekine benzer siyasî bir yapı da yoktu. Her kabile, kalelerle çevrilmiş ayrı mahallelerde ve kendi başkanlarının yönetiminde yaşıyordu. Zamanla hem Arapların kendi arasında hem de Araplarla Yahudiler arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Özellikle Araplar kabile savaşları, Medine’deki siyasî birliği tahrip ettiği gibi, kabileleri de oldukça zayıflattı. Hz. Peygamber (s)’ın Medine’ye hicretinden kısa bir süre önce meydana gelen Buas savaşı, Evsliler’in üstünlüğüyle neticelenmişti. Evs ve Hazrec kabilelerinin, Abdullah b. Ubey’i ortak bir başkan olarak seçme teşebbüsleri ise Hz. Peygamber (s)’ın hicretiyle sonuçsuz kaldı. Hz. Muhammed (s)’ın Medine’ye girişi sevinçle karşılandı. Medine’ye geldiğinde şehirdeki kabilelerin her biri, kendilerinde konuk olmasını teklif etiyse de kabileler arasındaki hassas dengeleri dikkate alarak hiç kimsenin incinmeyeceği bir çözüm buldu. Devesinin kendiliğinden çökeceği yere en yakın evde misafir olacağını açıkladı. Deve, Malik b. Neccar oğullarından Sehl ve Süheyl adlı iki yetim kardeşin hurma kurutma işinde kullandıkları arazide çökünce, buraya en yakın olan Ebu Eyyüb el-Ensarî lakabıyla meşhur Halid b. Zeyd’in evinde misafir kalacağı anlaşılmış oldu. İSLAM TOPLUMUNU OLUŞTURMA SÜRECİ Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret sonrasında işe, şehirde hâlâ İslam’a girmemiş olanları davetle başladı. Bunun sonucunda pek çok Medineli onun huzurunda Müslüman oldu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Şehirde yaşayan Arapların yanı sıra Yahudi ileri gelenlerinden Abdullah b. Selâm da Hz. Peygamber (s) ile yaptığı görüşmeler neticesinde ailesiyle beraber İslam’a girdi. Onunla birlikte Sa’lebe b. Sa’ye, Esîd b. Sa’ye, Esed b. Ubeyd, Muhayrık, Meymûn b. Yâmin adlarında az sayıdaki Yahudi de Müslüman oldular. Hz. Muhammed (s)’ın Medine’de gerçekleştirmek istediği en önemli hedef, yeni bir toplum oluşturmaktı. Hz. Muhammed (s)’ın Medine’de gerçekleştirmek istediği en önemli hedef yeni bir toplum oluşturmaktı. Bu hedefe ulaşabilmek için öncelikle Medineli Müslümanlar bir cemaat hâline getirilecek, sonra da çerçeve bütün Medinelileri içine alacak şekilde genişletilecekti. Bu nedenle Allah Rasûlü (s), işe Medine’yi dinî, siyasî, idarî ve sosyal bir merkez hâline getirmekle başladı. Sonra da gayrimüslimleriyle birlikte Medine’de yaşayanların tamamını kuşatacak bir antlaşma düzenledi. MEDİNE’NİN DİNÎ, SİYASİ, İDARİ VE SOSYAL BİR MERKEZ HALİNE GETİRİLMESİ Müslümanların yavaş yavaş Mekke’yi terk etmeleri ve akabinde Hz. Peygamber (s)’ın da Medine’ye hicret etmesi Kureyşliler’i aşırı derecede rahatsız etmişti. Hemen Hz. Muhammed (s)’ın orada barınmasını engellemek için girişimlere başladılar ve o sırada Medine’de sözü dinlenir bir kimse olan Abdullah b. Ubey’e tehditkâr bir mektup yazdılar. Mektupta, Hz. Muhammed (s) ile savaşarak onu öldürmelerini veya şehirden çıkarmalarını, aksi takdirde Mekkelilerin saldırıp buldukları herkesi öldüreceklerine dair ifadeler vardı. Mektup, Abdullah b. Ubey’in de menfaatine yarayacak gibi görünüyordu. Çünkü İslam’ın ve Hz. Muhammed (s)’ın Medine’ye gelişi, onun Medineliler’e lider olma düşüncesini iyice zorlaştırmıştı. Çok Amaçlı Bir Merkez Tesisi - Mescid-i Nebî Müslümanlar Medine’de de birtakım sıkıntılar yaşıyorlardı. Bununla birlikte genel şartlar Mekke’dekiyle kıyaslanamayacak derecede olumluydu. Mekke döneminde bir araya gelip ibadet etme ve Resulullah (s)’ı dinleme imkânları çok kısıtlı olan Muhacirler, yıllarca gizli bir şekilde ibadet yapmak zorunda kaldıkları için açıktan ibadet etme arzusu içindeydiler. Ensar ise hem Hz. Peygamber (s)’la hem de Muhacir kardeşleriyle daha fazla beraber olabilmeyi istiyorlardı. Ayrıca sayıları gün geçtikçe hızla artan yeni Müslümanlar vardı. Bunların da bir an önce eğitilmesi gerekiyordu. Zaten hicret de, Hz. Muhammed (s)’ın risalet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesi, İslam dininin daha güçlü bir şekilde yayılması amacıyla gerçekleştirilmişti. Bu nedenle Hz. Peygamber (s), henüz kendine ait barınacağı bir ev inşa etmeden, Medine’de öncelikle Müslümanların ibadet, eğitim-öğretim, toplantı vb. ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyüklükte bir mekânın yapılmasıyla ilgilendi. Hz. Peygamber (s)’ın Medine’de inşa ettirdiği bu mescide, Peygamber Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Hicret’in amaçlarından biri de, İslam’ı daha güçlü bir şekilde yaymaktır. Mescidi anlamında Mescidü’n-Nebî, Mescid-i Nebî ya da Mescid-i Nebevî gibi adlar verildi. Mescid yeri olarak Medine’ye hicretin son bulduğu nokta, yani Medine’de devesinin çöktüğü yer civarındaki uygun bir alan tercih edildi. Mescidin yapımına hicretin birinci yılı Rebiülevvel (h.1/m.622 Eylül) ayında başlandı. Mescid, her çeşit süs ve ihtişamdan uzak oldukça sade bir yapıydı. Temelleri ve kapı kenarları taştan, duvarları kerpiçtendi. Kıblesi kuzey tarafta bulunan Kudüs’e yani Beytü’l-Makdis’e doğruydu. Mihrap yeri hurma kütüklerinin üst üste dizilmesiyle belirlendi. Üç kapısı vardı. Bunlardan biri Bâbü’s-Selâm adında olup güney tarafındaki arka duvarda (bugünkü kıble duvarında), ikincisi Bâb-ı Âtike adında olup batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Bâb-ı Cibrîl adında olup hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi ve Hz. Muhammed (s) da bu kapıyı kullanırdı. Mescidin güney duvarının bir kısmında ise Suffe denilen bir gölgelik bulunmaktaydı. Kıblenin, güney tarafta bulunan Kâbe’ye çevrilmesiyle mescitte küçük bir tadilat yapıldı. Buna göre güneydeki kapı kapatılarak mihrap yapıldı, kuzey tarafa aynı adla yeni bir kapı açıldı ve Suffe, kuzey tarafa nakledildi. Diğer kapıların yerleri ise değiştirilmedi. Mescid-i Nebî’nin Diğer Fonksiyonları Hz. Peygamber (s)’ın inşa ettiği Mescid-i Nebî, her şeyden önce bir ibadet yeri olarak yapılmıştı. Bununla birlikte Hz. Muhammed (s), namazlardan sonra mescitte oturduğunda sahabiler hemen etrafında toplanır, o da ashabına nasihatte bulunur ve kendileriyle sohbet ederdi. Ancak Mescid-i Nebî, dinî ve ilmî faaliyetlerin yanı sıra zamanla Hz. Peygamber (s)’ın idarî, siyasî, askerî, adlî birtakım işleri görüştüğü bir merkez olma hüviyetini de kazandı. Mescid-i Nebî’nin diğer işlevlerine yönelik olarak şu örnekler verilebilir: Medine’ye yönelecek tehdit ve saldırıların nerelerden gelebileceği ve bunlara nasıl karşı konulacağı veya nerelere asker gönderileceği burada görüşülür ve karara bağlanırdı. Hz. Muhammed (s) bizzat kendi kumandasında bir sefere çıkacağı zaman, burada iki rekât namaz kılar, sonra zırhını burada kuşanır ve mescidin kapısına getirilen atına binerek harekâtı başlatırdı. Seferden döndüğünde de önce mescide gider, yine iki rekât namaz kılar ve harekâtın değerlendirmesini yapardı. Diğer askerî birliklerin komutanları da seferden döndüklerinde önce mescide gelir ve sefer hakkında bilgi verirlerdi. Medine, aynı zamanda İslam devletinin başkenti olduğu için şehre, sıklıkla çevredeki kabile veya şehirlerden elçiler gelmekteydi. Medine dışından gelen elçi ve misafirler, mescitte kabul edilip ağırlanmakta ve heyetler arası görüşmeler yine burada yapılmaktaydı. Ancak bu görüşmelerin gelişigüzel bir yerde yapılmadığı ve Hz. Muhammed (s)’ın, elçileri kabul etmek ve onlarla görüşmek üzere sabit bir yer belirlediği bilinmektedir. Buraya üstüvanetü’l-vüfûd (elçiler sütunu) adı verilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Mescid-i Nebî: İdarî, siyasî, sosyal ve askerî gelişmelerin görüşüldüğü meclis, Elçi ve misafirlerin kabul edilip ağırlandığı devlet konuk evi, Davaların görüldüğü ve anlaşmazlıkların karara bağlandığı mahkeme, Mescid-i Nebî, pek çok İslâmî kurumun homojen yapısını meydana getirmiştir. Bağış, cizye ve zekât mallarının toplanıp dağıtımının yapıldığı hazine, Savaş esirlerinin ve suçluların gözaltında tutulduğu nezaret ve hapishane, Yaralıların tedavi edildiği hastane, Nikâhların ilân edildiği nikâh salonu, Gösteri ve merasimlerin yapıldığı salon olarak da kullanılmıştır. Kısaca Mescid-i Nebî’nin, pek çok İslam kurumun homojen (farklılaşmamış) yapısını meydana getirdiği, sonraki asırlarda ortaya çıkan ve cami, mektep, medrese, türbe, han, çarşı vb. birimlerden oluşmuş binalar topluluğu anlamına gelen külliyelerin ilk örneği sayılabileceği söylenebilir. Mescid-i Nebî’nin Diğer Birimleri Çok fonksiyonlu bir yapı olan Mescid-i Nebî’de bazı faaliyetler onun içinde bir tarafında, bazıları ise dışında bitişik bir kenarında yürütülmüştür. Bu nitelikte üç birim vardır. Onlar da Hücre-i Saâdet, Suffe ve Hızânedir. Hücre-i Saadet - Hz. Peygamber (s)’ın Evi Medine’de, Hz. Peygamber (s)’ın dayıları bulunmasına rağmen şahsına mahsus bir evi yoktu. O, kendisine bir ev inşa edilinceye kadar Ebu Eyyüb elEnsarî’nin evinde misafir oldu. Buradaki misafirliği yaklaşık yedi ay devam etti. Enes b. Malik de bu dönemde annesi Ümmü Süleym ya da üvey babası Ebu Talha tarafından Hz. Peygamber (s)’a hizmet etmesi amacıyla bırakılmıştı. Hz. Peygamber (s)’ın evi, Mescid-i Nebî’nin doğu tarafında yapılan odalardan ibaretti. Mescid-i Nebî’nin yapımı tamamlandığında, Hz. Peygamber ve ailesinin barınma ihtiyaçlarını karşılayacak konutun inşasına başlandı. Onun evi, mescidin doğu duvarının güney tarafında yapılan hücrelerden (odalar) ibaretti. Oda sayısı Hz. Peygamber (s)’ın eşlerinin sayısına göre belirlenmişti. Bu nedenle de başlangıçta iki idi. Bunlardan biri Hz. Hatice’nin vefatından sonra evlendiği eşi Hz. Sevde’ye ait olup kapısı Hz. Ali’nin evinin koridoruna açılmaktaydı. Diğeri ise henüz zifafa girmediği nikâhlısı Hz. Aişe için inşa edildi. Bunun kapısı ise doğrudan mescide açılmaktaydı. Ayrıca bu odaların yanında kızları Ümmü Gülsüm ve Fatıma’ya ait de odalar yapıldı. Hz. Peygamber (s)’ın odalarının duvarları kerpiçle örülmüş, üstleri hurma dal ve yaprakları ile örtülmüş, kapı açıklıkları ise kilim vb. malzemeyle kapatılmıştı. Odalar hazır hâle geldiğinde Hz. Peygamber kendi konutuna yerleşti ve ailesini getirtme amacıyla azatlıları Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi’e iki deve vererek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Mekke’ye gönderdi. Zeyd, hanımı Ümmü Eymen ve oğlu Üsame ile Hz. Peygamber (s)’ın eşi Sevde, kızları Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ü alarak Medine’ye getirdi. Hz. Ebu Bekir de eşi Ümmü Rûmân ile kızları Esma ve Hz. Peygamber (s)’ın nikâhlı nişanlısı Âişe’yi oğlu Abdullah vasıtasıyla Mekke’den getirtti. Hz. Peygamber (s)’ın kızlarından Rukiyye daha önce eşi Hz. Osman ile birlikte Medine’ye hicret etmişti. Zeyneb’in hicreti ise eşi Ebu’l-Âs b. Rebî o zamanlar müşrik olduğu için ancak Bedir savaşından sonra gerçekleşebildi. Suffe - Yatılı Okul Suffe’de kalanlar arasında zâhidane bir hayatı tercih edenlerle kendilerini ilim tahsiline adayanlar da vardı. Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretleri sonrasında Ensar ile Muhacirler arasına oluşturulan kardeşliğe rağmen yine de bazı Muhacirler açıkta kalmıştı. Resulullah bunlar için Mescid’in güneybatısında üzeri yapraksız hurma dallarıyla örtülü bir yer ayırdı. Buraya güneşe karşı yapılan gölgelik ya da sofa anlamında Suffe, burada barınanlara ise ashab-ı suffe, suffe ashabı veya suffe ehli denildi. Suffe’nin, hicretten on altı ay sonra kıblenin Kudüs istikametinden Kâbe’ye çevrilmesi sonrasında boş kalan önceki kıble duvarının üzerinin örtülmesiyle oluşturulduğuna dair rivayetler de vardır. Suffe, günümüzde bazı İslam tarihi kaynaklarında, dünya tarihinde bilinen ilk yatılı okul olarak nitelendirilmektedir. Suffe’nin Sakinleri Suffe’de öncelikle barınacak yer bulamayan bekâr Muhacirler kalırdı. Evlenme imkânı bulanlar ise ayrı bir eve taşınırdı. Hz. Peygamber (s) ile görüşmeye gelen ve Medine’de bir tanıdığı bulunmayan kimsesiz misafirler ile Arap kabilelerinden Müslüman olup da Medine’ye göç edenler de suffenin sakinlerindendi. Suffede kalanlar arasında iki grup insan daha vardı. Bunlar da Medine’de evleri bulunduğu hâlde zâhidane bir hayatı tercih eden Ka’b b. Malik, Hanzala b. Ebi Amir ile Haris b. Numan gibi Ensardan bazıları ile kendilerini ilim tahsiline adayan sahabilerden oluşmaktaydı. Ashab-ı suffeye mensup başlıca sahabiler arasında Ebu Zer el-Gıfârî, Huzeyfe, Talha b. Ubeydullah, Ebu Said elHudrî, Bilal-i Habeşî, Abdullah b. Ömer, Ammar, Habbâb, Ebu Hüreyre, Selmân-ı Fârisî, Suheybi’r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ukkâşe, Abdullah b. Mes’ud, Berâ b. Mâlik gibi önemli sahabiler vardır. Suffe Ashabı’nın Sayısı Zamanla suffede kalanların sayısı azalmaya başladı. Suffede yaşayanların sabit bir sayısı bulunmadığı gibi bunların toplam sayısı hakkındaki rivayetler de çok farklıdır. Nitekim kaynaklarda on kişi ile dört yüz kişi arasında olduklarına dair bilgiler vardır. Rivayetlerdeki farklılığın sebebi büyük ihtimalle Medine’ye gelen misafirlerden kaynaklanmaktadır. Zira bunların sayısı artıp eksildikçe suffede misafir olanların sayısı da fazlalaşıyor ya da azalıyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Bununla birlikte sayılarının ortalama olarak yetmiş kişi civarında olduğu kabul edilir. Zamanla suffede kalanların sayısı azalmaya başladı. Çünkü yapılan savaşlarda elde edilen ganimetler Müslümanların ekonomik durumlarını oldukça iyi bir konuma getirdi. Hatta Hz. Peygamber (s) hayattayken suffedekilerin hepsi kendi evlerine taşındılar. Böylelikle fakir Muhacirlerin mescitte barınmaları da sona erdi. Suffe Ashabı’nın Günlük Hayatı Ashab-ı suffe daima Hz. Peygamber (s)’ın yanında bulunur ve onun ilim ve feyzinden yararlanır; Kur’an okur; hadis-i şerifler, çeşitli dinî bilgiler ve yazı yazmayı öğrenir; zikir ve ibadetle meşgul olurlardı. Dinlenme ve ders çalışma yerleri Suffe, dershaneleri ise Mescid idi. Hocaları arasında başta Hz. Peygamber (s) olmak üzere, Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Muâz b. Cebel ve Ebu’d-Derdâ gibi ilim sahibi sahabiler idi. Ailevi kaygıları olmadığı için dünya meşguliyetlerinden uzak bir şekilde kendilerini ilme verebiliyorlardı. Bu nedenle Suffe, gelişigüzel bir toplanma yeri olmayıp bir ilim müessesesiydi. Nitekim burada Ubâde b. Sâmit gibi okuma-yazma ve Kur’an öğretmek üzere öğretmenlik yapanlar da vardı. İçlerinden Ebu Hüreyre gibi bazıları ise kendilerini ilme adadılar. Suffe Ashabı’nın Hayat Standardı Suffe ashabı, fakir insanlardı ve kendilerini tamamıyla ilme verdikleri için belirli bir gelirleri de yoktu. Gücü kuvveti yerinde olanlar odun kesmek, su taşımak gibi sınırlı işler yaparak mümkün mertebe ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor; ihtiyaç içinde bulunsalar dahi iffet ve vakarları sebebiyle kimseden bir şey istemiyorlardı. Nitekim bu hususa, suffe ashabı hakkında nazil olduğu belirtilen aşağıdaki ayette de değinilmiştir: “Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyenlere, hayâlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin sandıkları yoksullara verin. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan yüzsüzlük ederek bir şey istemezler” (Bakara/2: 273) Suffe Ehli, İslam’ın yayılmasında ve İslami ilimlerin öğretiminde önemli hizmetler verdi. Ashab-ı suffe, genellikle kendilerini soğuktan koruyacak bir elbiseye sahip değillerdi. Aralarında, ancak diz kapaklarına kadar örtünebilenler olduğu gibi yeterli elbisesi bulunmadığı için toplum içine çıkamayanlar bile vardı. En lüks yiyecekleri hurmaydı. Bu nedenle Hz. Muhammed (s), çoğunlukla kendi ailesinden önce onların ihtiyaçlarını karşılamaya özen gösterir, onları yatsı namazından sonra akşam yemeği yemeleri için ashabına dağıtırdı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Hicretin ilk yıllarındaki bu sıkıntılı şartlar, zamanla elde edilen ganimetler sayesinde sona erdi ve onların da hayatları normale döndü. Suffe Ashabı’nın Tarihteki Yeri ve Önemi Ashab-ı suffe, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (s)’ın anlaşılmasında son derece önemli hizmetler yaptı. Onların, diğer ashaba oranla Hz. Muhammed (s) ile daha fazla beraber olup sohbetinde daha çok bulunmaları pek çok hadisin sonraki kuşaklara ulaşmasında önemli katkı sağladı. Gerçekten de en çok hadis rivayet eden yedi sahabiden üçünün (Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Ebu Said el-Hudrî) onların arasından çıkmış olması da bu görüşü doğrulamaktadır. Suffe ehli, İslam’ın yayılmasında ve İslamî ilimlerin öğretiminde önemli hizmetler verdi. Hatta onlardan bazıları kendilerini çok iyi yetiştirdi. Hz. Muhammed (s), suffede yetişen bu kişileri bilgi, beceri ve birikimlerine göre muhtelif hizmetlerde görevlendirdi. Mesela, Medine dışına gönderilecek tebliğ ve irşad elemanları ile muallimler kurrâ denilen bu kişiler arasından seçildi. Nitekim Reci’ ve Bir-i Maûne (h.4/m.625) hadiselerinde şehit edilen yetmiş hafız ve âlim sahabiden çoğu bunlardandı. Bunlara ek olarak ashab-ı suffe arasında müezzinlik yapanlar ve diplomatik faaliyetlerde görevlendirilenler olduğu gibi cihada katılıp şehit olanlara da rastlanmaktadır. Hatta Ebu Hüreyre’den nakledilen bir rivayete göre suffede kendisiyle beraber kalan üç yüz kişinin büyük çoğunluğu zamanla bir yere vali ya da komutan olarak görevlendirilmiştir. İslam tarihinde örnek ve öncü bir eğitim yuvası olarak hizmet gördüğü bilinen suffe mensuplarından fakir, muhtaç ve kimsesiz olmadığı halde sırf zahidane bir hayatı tercih ettiği ve kendilerini tamamen ruhi-manevi bir hayata adadıkları için burada bulunanların, İslam düşünce tarihi içinde yer alan Tasavvuf ekolünün ilk örneklerini oluşturdukları kabul edilir. Hatta tasavvuf kavramı da bir görüşe göre Suffe’den gelmiştir. Hızâne - Beytü’l-Mal Mescidi-i Nebî’nin dışında, Hz. Peygamber (s)’ın odaları gibi mescidin bitişik kenarında yapılan bir oda daha vardı. Yeri tam olarak belirlenemese de buranın gıda maddeleri ile silahlar vs. eşyanın saklandığı bir depo olarak kullanıldığı bilinmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla o günkü şartlarda devlet hazinesi olarak hizmet gören bu odaya meşrube, gurfe, ulliyye veya hızâne adları verildi ve buranın muhafaza ve idareciliğine ise Bilâl-i Habeşî getirildi. Odaya verilen ulliye isminden, buranın nispeten yüksek bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s), eşlerinden ayrıldığı ve uzak durduğu dönemde bir ay süreyle bu odada kalmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Zevr - Devlet Konuk Evi Mescid-i Nebî’nin doğusunda zevr adı verilen ve elçilerin kabul mekânı olarak kullanılan odalar bulunmaktaydı. Aslında bunlar Hz. Peygamber (s)’ın kızı Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ün kaldıkları odalardı. Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ün buradan ayrılmalarıyla odalar boş kalmıştı (h.4/m.626). Hz. Muhammed (s) da boş kalan bu odaları misafir ve ziyaretçilerin kabul mekânı olarak kullanmaya başladı. Medine’deki Diğer Mescitler Medine’de, Mescid-i Nebî ile Hz. Peygamber (s)’ın hicret yolculuğundaki misafirliği esnasında Kuba’da inşa ettirdiği mescidin dışında da mescitler vardı. Bunlar genellikle kabile adlarıyla anılırdı. Bununla birlikte bir kısmı adlarını bulundukları mekânlardan ya da bazı olaylardan almıştı. Bunların arasında Mescid-i Nebî’den daha önce ibadete açılanlar bile vardı. Nitekim Esad b. Zürâre’nin, Birinci Akabe Biati sonrasında (m.621) Medine’deki Müslümanların sayısının artmasıyla, Mescid-i Nebî’nin inşa edileceği arsanın bir kenarında yaptırdığı mescit, hicretten önce faaliyete geçmişti. Kaynaklarda Medine içinde ve civarında çeşitli kabilelerin kendi yurtlarında inşa ettikleri on kadar mescidin ismi geçer. Müslümanlar her ne kadar vakit namazlarını bu mescitlerde kılıyorlarsa da cuma namazı için Mescid-i Nebî’ye geliyorlardı. MEDİNE’DE YAŞAYANLARIN TOPLUM HALİNE GETİRİLMESİ Hz. Peygamber (s), toplum oluşturma çabaları çerçevesinde öncelikle Ensar ile Muhacirler arasında bir işbirliği ve dayanışma tesis etmeyi hedefledi. Medine’ye hicret edildiğinde Hicaz bölgesinin diğer yerlerinde olduğu gibi burada da teşkilatlanmış bir devlet yoktu. Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret gerçekleştirildikten sonra burada yeni bir toplum meydana getirebilmek için önemli adımlar attı. Bunların bir kısmı Medine’nin sadece Müslüman nüfusuna, diğer bir kısmı ise hem Müslüman ve hem de gayrimüslim nüfusu yönelikti. Sadece Müslümanlara Yönelik Olanlar Hz. Peygamber (s), toplum oluşturma çabaları çerçevesinde öncelikle Medine’de Evs ve Hazrec Araplarından oluşan Ensar ile Muhacirler arasında bir iş birliği ve dayanışma tesis etmeyi hedefledi. Çünkü bunlar samimi bir şekilde kendisine değer veriyor ve tavsiyelerini tereddütsüz yerine getiriyorlardı. Ancak böylesi bir kenetlenmiş çekirdek kadro, kendilerinden sayıca çok fazla olan kitlelere kendini kabul ettirebilirdi. Hz. Muhammed (s), İslam toplumu düşüncesini gerçekleştirebilmek için de sosyal, ekonomik, idari, dinî ve ahlaki birtakım teşebbüslerde bulundu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Sosyal ve Ekonomik Olanlar Kardeşliğin Tesisi - Muâhât “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz” (Hucurat/49: 10) Kur’an’a göre Müminler ancak kardeştirler. Hz. Peygamber (s)’ın, İslam toplumunu meydana getirme sürecinde attığı adımların en önemlisini bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret eden Muhacirler ile onlara yurtlarını açıp yardım eden Ensar arasında kurmuş olduğu çok özel bir bağ oluşturur. Bu bağ, kaynaklarda muâhât olarak da adlandırılan kardeşlik sistemidir. Kardeşlik kelimesi, İslam’a inananlar birliğine üye olan kişinin vasfıdır. Nasıl ki bir devletin üyesine vatandaş ya da yurttaş adı veriliyorsa, İslam dinine mensup olan müminlere de Kur’an’ın ifadesiyle ihve (kardeş) adı verilmiştir. Hz. Peygamber (s)’ın uygulamalarından öyle anlaşılıyor ki Kur’an-ı Kerim, kardeş kelimesine bilindiğinden daha fazla bir anlam yüklemiş ve Hz. Peygamber (s) da bu yeni anlamıyla kardeşliği Müslümanlar arasında oturtmaya ve yaygınlaştırmaya gayret göstermiştir. Kardeşliğin İlk Örnekleri Aslında Hz. Muhammed (s), henüz Mekke’de iken ve İslam’ı ilk tebliğ etmeye başladığından itibaren insanları kabile ve ırk, dil ve ülke, hür ve köle ayırımına bakmaksızın eşit kabul etmiş ve onları cahiliye toplumunun önem verdiği kabile dayanışması yerine inanç esasına dayalı İslam kardeşliği merkezinde birleşmeye davet etmişti. Böylece o, bir taraftan eşref-i mahlûk olarak yaratılmış olan insanı hakir gören ve köleleştiren katılaşmış şirk izlerini toplumdan temizlemeye gayret gösterirken, diğer taraftan insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmaya, onları yeni bir potada, din kardeşliği etrafında kaynaştırmaya çalışıyordu. Sadece Arapların değil, diğer toplumların da o döneme kadar şahit olmadıkları bu yeni anlayışa göre bir köle ile bir asilzade, bir yerli ile bir yabancı arasında fark kalmıyordu. O, insanlık tarihinin en önemli devrimi niteliğindeki bu sistemin sadece teorisini ortaya koymakla yetinmedi. Müslümanların en zayıf oldukları ve Kureyş müşriklerinin de en güçlü oldukları bir ortamda kardeşlik sistemini uygulamaya koydu. Nitekim Ebu Ubeyde b. Cerrâh ile Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim, Ubeyde b. Hâris ile Hz. Ebu Bekir’in azatlısı Bilâl b. Rebâh el Habeşî ve Hz. Hamza ile Hz. Peygamber (s)’ın azatlısı Zeyd b. Hârise Mekke’de iken kardeş ilan edilmişlerdi. İslam tarihinde kardeşliğin, biri Mekke diğeri ise Medine döneminde olmak üzere iki kez ilan edildiğini söylemek mümkündür. Ancak Mekke’de yürürlüğe konulan kardeşliğin, sadece köle kökenli Müslümanları korumayla sınırlı kalmadığı görülmektedir. Bu çerçevede Hz. Muhammed (s) ile Hz. Ali, Hz. Osman ile AbdurrahmanHata! Yer işareti tanımlanmamış. b. Avf, Zübeyir b. Avvam ile Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Abdullah b. Mes’ud, Sa’id b. Zeyd ile Talha b. Ubeydullah ve Mus’ab b. Umeyr ile Sa’d b. Ebu Vakkas arasında kardeşlik akdi yapıldığı bilinmektedir. Kardeşliğe Olan İhtiyaç Mekke’de ilk örnekleri başarıyla sergilenen İslam kardeşliği anlayışı, Medine’ye hicret sonrasında daha da bir anlam kazandı. Çünkü Medine’deki Arap toplumunun çoğunluğunu oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri, aynı atadan gelmelerine rağmen yüzyılı aşkın bir zamandır bitmez tükenmez bir savaş içindeydiler. Hatta Birinci Akabe Biatı öncesinde yapılan görüşmelerde (m.620) Müslüman olan sağduyulu altı Medineli, içlerine düştükleri vahameti Hz. Muhammed (s) ile paylaşmışlar ve onunla tanışmalarının aralarındaki kin, nefret ve düşmanlığın kalkmasına vesile olmasını temenni etmişlerdi. Medineliler hicretten önce, kendilerini birleştirecek bir lider arayışı içinde idiler. Medine toplumunun birlik ve beraberliğe olan şiddetli ihtiyacı, Hz. Peygamber (s)’ın din kardeşliği prensibini başarıyla uygulamasına önemli bir kolaylık sağladı. Hz. Muhammed (s) altı ay kadar Ensar ve Muhacirlerin birbirlerini tanımalarına fırsat tanıdı. O, kardeşliğe çok önem verdiği ve mutlaka yürürlüğe konulmasını istediği için bu hususta genel bir davet ve çağrıyı yeterli görmedi. Hicretin birinci yılı ortalarında onları Enes b. Malik’in evinde ya da Mescid-i Nebî’de toplayarak ikişer ikişer kardeşleştirdi. Bunların sayısı hakkında karşılıklı olarak kırk beşerden doksan veya ellişerden yüz kişi ya da yüz seksen altışardan üç yüz yetmiş iki kişi oldukları gibi farklı rivayetler vardır. Hatta bir rivayette Ensardan biriyle kardeşleştirilmeyen hiçbir Muhacirin kalmadığı da belirtilmiştir. Ensar, Muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul etmiş; hatta onlara ellerindeki hurmalıkları paylaşmayı bile teklif etmişti. Ancak Hz. Muhammed (s) bunu uygun görmedi. Bunun üzerine onların beraber çalışmak suretiyle üretilen mahsule ortak olmaları kararlaştırıldı. Kardeşliğin, savaşlara yansıyan yönü de vardı. Bilindiği gibi o dönemde henüz düzenli bir ordu teşkilâtı yoktu. Bu nedenle savaş kararı alınıp ilan edildiğinde kardeşlerden biri orduya gönüllü asker olarak yazıldı, diğeri ise geride kalarak iki ailenin sorumluluğunu üstlendi. Bu nöbet anlayışı aslında barış ortamında da geçerli idi. Yani kardeşlerden biri çalışmaya giderken diğeri Hz. Peygamber (s)’ı izledi ve olup bitenleri kardeşine aktardı. Kaynaklarda Ensarın Hz. Peygamber (s)’a ve Muhacirlere olan yakın ve samimi ilgileri ile gönülden gösterdikleri sevgi ve saygıya değinen birçok olay nakledilir. İnsanlık tarihinde benzeri görülmeyen bu İslam kardeşliğini Kur’an-ı Kerim de şu ifadelerle övmüş ve takdir etmiştir: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar dahi onları öz canlarına tercih ederler” (Haşr/59: 9). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Kardeşlerin Birbirine Vâris Olmaları Ensar-Muhacir kardeşliği başlangıçta varis olmayı da kapsıyordu. Ensar-Muhacir kardeşliğinin kurulması akabinde, aralarında kan bağı olmayan, ancak karşılıklı olarak kardeş kabul edilen Müslümanlar Enfâl suresinde belirtildiği üzere başlangıçta birbirlerine mirasçı kabul edildi (Enfâl/8: 72). Ancak kardeşliğin miras hükümleriyle ilgili kısmının uzun süre geçerli olmadığı görülmektedir. Çünkü yapılan savaşlarda elde edilen ganimetlerle Müslümanların ekonomik durumunda iyileşmeler oldu. Bir rivayete göre Bedir (h.2/m.624), diğer birine göre ise Uhud gazvesinden (h.3/m.625) sonra nazil olan Enfâl suresindeki başka bir ayet ile tevarüs uygulamasına son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir. “Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmaya) daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir”. (Enfâl/8: 75) Muâhât Ne Zamana Kadar Devam Etti? Ensar-Muhacir kardeşleştirmesinin, tevarüsün kaldırılmasından (h.2-3 / m.624-625) sonraki yıllarda da devam ettiğine dair örnekler vardır. Nitekim Hz. Muhammed (s), Uhud savaşından sonra Müslüman olduğu bilinen Selmân-ı Fârisi ile Ebu Derdâ’yı (h.3/m.625), Habeşistan’dan Medine’ye dönen Cafer b. Ebu Talib ile Muâz b. Cebel’i (h.7/m.629) kardeş ilan etmiştir. Ancak bu dönemdeki kardeşliğin nasihat ve yardımlaşma ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Muhacirlerin Medine’de Yerleştirilmesi Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret eden veya edecek olanlar için bir yerleşim planı hazırladı. Öncelikle Muhacirler için uygun arsalar üretti. Bunu da bağış ve boş yerlerin iskâna açılması yollarıyla gerçekleştirdi. Nitekim Ensar, ellerindeki fazla arazilerini hiç tereddüt etmeden Muhacirlere vermek üzere Hz. Peygamber (s)’a bağışladı, o da üretilen bu arsaları Muhacirlere tahsis etti. Ailesi olmayan ya da yanında bulunmayan bekâr Müslümanların bir kısmı, kendisi de bekâr olan Sa’d b. Heyseme’nin evine yerleştirilerek onların da dayanışma içinde olmaları sağlandı. Özetle Ensar-Muhacir kardeşliği: Evs ve Hazrec arasındaki savaşları sona erdirdi Her iki tarafa da birtakım sorumluluklar yükledi Ensarı, varlıklarını paylaşmaya yönelik fedakârlık sınavına; Muhacirleri ise bütün servetlerini terk etmiş olmalarına rağmen yük olmadan yaşayabilme imtihanına tabi tuttu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Muhacirlerin Medine’deki hayata daha kolay bir şekilde ve kısa sürede intibaklarını sağladı ve onların gurbet hissiyatını en aza indirdi Ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı Dayanışma anlayışını kan unsurundan çıkarıp manevi bir temele dayandırdı Soya dayalı kabilevî ittifakı akidevî ittifaka çevirdi Kabile ve aşiretin yerini ümmet ve milletin almasını sağladı Muâhât, ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı. İçeride Yahudi ve münafıkların hile ve tuzaklarını boşa çıkardı Dışarıda müşrik Arapların baskılarına karşı koyabilme gücü sağladı Bilgi ve tecrübelerini paylaşarak ortaklaşa iş yapabilmeleri kendilerine olan güvenlerini daha da arttırdı Müslümanlar arasında paylaşma kültürünün iyice yerleşmesine imkân sağladı Kardeşliğin gereğini yerine getirme Muhacirlerle Ensarı birbirine daha da yakınlaştırdı. Evlenmenin Teşviki “Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir” (Nûr/24: 32) Hz. Muhammed (s), bekârların evlendirilmesini teşvik eden ayetlerin de katkısıyla İslam toplumunun nüfusunu arttırmaya yönelik birtakım tedbirler de aldı. Bu çerçevede, hiçbir maddi gücü olmayan Müslümanlara mihir konusunda birtakım kolaylıklar getirdi. Ayrıca fey ganimetlerinden evlilere iki, bekârlara ise bir hisse verilmesi, onun evlenmeye teşvik edici uygulamaları arasında yer alır. Evliliğin, nüfus artışına katkı sağlaması yanında başka etkileri de oldu. Söz gelimi Muhacirlerden bazılarının hicretten sonra Medineli kadınlarla evlenmeleri, Arapların geleneğine uygun olarak, evlilik bağına dayalı dayanışmayı arttırdı ve sosyal bütünleşmeye katkı sağladı. Medine Pazarı Hicret öncesinde Medine’deki ekonomik hayat büyük oranda Yahudilerin kontrolündeydi. İslam öncesi Medine’de, meşhur Kaynukaoğulları Çarşısı’yla birlikte dört tane pazar vardı. Bunların tamamı Rânûna vadisinde olup Medine’nin batı tarafında güneyden kuzeye doğru sıralanmış olan Safâsif, Müzâhim, Kaynuka ve Zübâle adlarındaki pazarlardır. Bunlardan Kaynuka ve Zübâle pazarlarının kontrolü doğrudan Yahudilerin elinde idi. Müzâhim ve Safâsif pazarları ise her ne kadar Arap kabilelerinin elinde görünüyorsa da dolaylı olarak onlar da Yahudilerin kontrolündeydi. Çünkü Medine’deki Arap kabileleri, Abdullah b. Ubey’in Kaynukalılarla yaptığına benzer şekilde Yahudi kabileleriyle ittifak içindeydiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Hz. Peygamber (s), yeni oluşturduğu İslam toplumunda, ekonomik güç ve istikrarın, siyasî bağımsızlığın kazanılmasında ne derecede önemli rolü olduğunu biliyordu. Ayrıca uluslararası ticareti çok iyi bilen Mekkeli Muhacirlerin, Medine’de bir çarşı ve pazar yerine olan ihtiyacı da hemen fark ettikleri söylenebilir. Bu sebeple Hz. Peygamber (s), Medine’deki ticari hayatı büyük oranda kontrolünde bulunduran Yahudilere karşı alternatif bir pazar oluşturmayı düşündü. Bu amacını gerçekleştirmek üzere Yahudilerin pazarlarında gözlemlerde bulundu ve Medine’de Müslümanlara mahsus olmak üzere bir pazar yeri belirledi. “…Bu ıslak kısmı üstte bırakıp herkesin görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan benden değildir” (Müslim, İman: 164). Hz. Muhammed (s) çarşı ve pazarla yakından ilgilendi, tüccarları ve ticaret mallarını teftiş etti. Bazen teftiş esnasında bile kurallar koydu. Mezarlık Alanı Mezarlıklar da din ve kültürler arasında belirleyici rolü olan alanlardır. Hz. Peygamber (s)’ın Medine’de Müslüman kimliğini oluşturma sürecinde yaptığı yeniliklerden biri de mezarlık konusunda idi. Bu çerçevede Mescid-i Nebî’nin güneydoğu tarafındaki alanı Müslümanlara mahsus mezarlık alanı olarak belirledi. Bu mezarlığa Cennetü’l-Bakî’ ya da kısaca el-Bakî’ adı verildi. Bakî’ Mezarlığı’na ilk defnedilen sahabi, bir rivayete göre İslam’ın Medine’de yayılmasında büyük emeği geçen ve İslam’da ilk defa Müslümanlara cuma namazı kıldıran Esad b. Zürare, başka bir rivayete göre ise Hz. Peygamber (s)’ın sütkardeşi Osman Maz’un’dur. İdari Olanlar - Nüfus Sayımı Hz. Muhammed (s), Müslümanların henüz yeterince güçlenemediği Medine’deki ilk yıllarda gerek Mekke’den gerekse Medine çevresinden biat etmek üzere gelenlere Medine’ye hicret etmelerini şart koşuyor, hicret edenlerin ise daha sonra oradan ayrılmalarına gönlü razı olmuyordu. Gerçekten de onun bu hassasiyeti sayesinde Müslümanlar Medine’de toplanmaya başladılar ve birbirinden aldıkları destekle kendilerini daha güçlü hissettiler. Mekke’de henüz Müslümanların sayısı oldukça sınırlı iken Hz. Peygamber (s), ümmetinin durumunu yakından takip etti, ihtiyaç ve sıkıntılarına çözüm bulmaya çalıştı. Hicretle birlikte Müslümanların sayısı hızla artmaya başlayınca bir durum tespitine gerek duyuldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s) da bir nüfus sayımı yaptırdı. İlk nüfus sayımının yapıldığı yıl ve sayımın sonucu hakkındaki rivayetler farklıdır. Bununla birlikte hicretin ilk yılında yapıldığı ve Müslüman nüfusun yedi yüz ya da bin beş yüz kişi olduğu genel kabul görmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Medine’de yaşayan gayrimüslimlerin sayısı hakkında da kesin bir rakam verilememekle birlikte dört bin civarında Yahudi, kırk - elli gibi çok az sayıda da Hıristiyan nüfusun bulunduğu belirtilmektedir. Kaynaklarda şehrin toplam nüfusu da ancak tahmini olarak verilebilmektedir. Meselâ Muhammed Hamidullah’a göre Medine’de Yahudilerle Arapların nüfusları birbirine yakın olup, Müslümanlarla birlikte şehrin toplam nüfusu on binden fazladır. Dinî-Siyasî ve Dinî-Ahlakî Olanlar İlk cuma namazı hicretten önce kılındı. Müslümanların Mescid-i Nebî gibi çok fonksiyonlu bir merkezde baştan aşağı yeniden yapılandırılmaları, muâhât ile maddi ve psikolojik sıkıntıların üstesinden gelmeleri İslam toplumunun oluşumu açısından gerçekten çok anlamlı girişimlerdi. Ancak bunlar sağlıklı bir toplum oluşturulması, özellikle de sonraki nesillere örnek bir çekirdek kadro meydana getirilmesi amacıyla cuma namazı, cemaatle namaz, ezan, kıblenin çevrilmesi, içki ve kumarın yasaklanması gibi birtakım emir ve yasaklarla da tezyin edildi. Bunların bir kısmının dinî-ahlakî, bir kısmının ise dinîsiyasî nitelikli oldukları görülmektedir. Böylece atılacak olan yeni adımlarla sıradan bir siyasî birlik seviyesinin üzerine çıkılması hedeflenmiş oldu. Toplumsal Farklılığın Vurgulanması - Cuma Namazı Cuma namazı ilk defa hicretten önce Medineli Müslümanlar tarafından eda edilmişti. O vakit Hz. Muhammed (s) Mekke’dedir ve cuma namazı da henüz farz kılınmamıştır. Medine’de kılınan cuma namazı ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre Medineliler, Yahudiler ile Hıristiyanların her hafta toplanıp ibadet ettikleri belirli bir günün benzerinin Müslümanlar için de olmasını aralarında müzakere ettiler. Müzakere sonucunda Cahiliye dönemindeki adıyla arûbe gününün, yani haftanın altıncı gününün haftalık toplantı günü olmasını kararlaştırdılar. O gün, Es’ad b. Zürare’nin evinde toplandılar ve bu güne toplanma günü anlamında cuma günü adını verdiler. Es’ad iki rekât namaz kıldırdı ve Sa’d b. Üsâme de bir koyun keserek ikramda bulundu. Bu hadiseden sonra ise cuma namazını farz kılan ayet indirildi. Cuma namazının, Yahudi ve Hıristiyanlara karşı bir varlık gösterisi mahiyetinde olduğu ifade edilebilir. “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır” (Cuma/62: 9). Cemaatle namaz, bir Müslümanın toplumsal eğitimini sağlayan ilk eylemdir. Birlikte Hareket Etme Bilincinin Gelişmesi - Cemaatle Namaz Hz. Muhammed (s), farklı kabile, ırk ve statüden gelen Müslümanlarda cemaat bilinci oluşturabilmek ve birlikte hareket edebilme becerisini geliştirebilmek amacıyla farz namazları cemaatle kılmayı teşvik etmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları “Bir köy veya kırda üç kişi birlikte bulunur da namazı aralarında cemaatle kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp mağlup eder. Şu hâlde cemaate devam ediniz. Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” (Ebu Davud, Salât: 46). Gerçekten de bir Müslümanın toplumsal eğitimini sağlayabilecek ilk eylem, cemaatle namaz kılmaktır. İslam toplumunda cemaatle namaza o kadar önem verilmiştir ki savaş esnasında bile cemaatin ertelenmesi ya da terk edilmesi söz konusu değildir. “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar...” (Nisa/4: 102). Dinî İletişim Aracı Oluşturulması - Ezan Ezan, hicretin birinci (h.1/m.622) ya da ikinci (h.2/m.623) yılında tespit edilmiştir. Namaz Mekke döneminde farz kılındığı hâlde, Medine’ye hicret edinceye kadar namaz vakitlerinin bildirilmesini sağlayacak herhangi bir yöntem düşünülmemişti. Zaten Mekke’deki ortam da buna müsait değildi. Ezan, hem bir çeşit davet, hem de din hürriyetinin bir sembolüdür. Ezan, hem namaz vaktinin geldiği ilan eden bir işaret, hem de İslam’ın esaslarının yayılmasını sağlayan bir çeşit davettir. Mekke’de baskı altındayken okunamadığı göz önüne alındığında ise ezanın, din hürriyetinin bir sembolü olduğu da belirtilebilir. Ezanın aynı zamanda siyasî bir niteliği de vardır. Nitekim düşman işgaline uğrayan Müslüman topraklarında uygulanan ilk yasaklama ezan okumaya yönelik olmaktadır. Dinî Kimliğin Belirginleşmesi - Kıblenin Çevrilmesi Hz. Muhammed (s) Mekke’de iken Kâbe’yi, Beyt-i Makdis ile arasına alarak namaz kılıyordu. Hicretten sonra ise Kâbe’yi araya alma imkânı kalmamıştı. Bu nedenle yaklaşık bir buçuk yıl boyunca namazlarını Kudüs’e doğru kıldı. Bu durumdan antlaşmalı olduğu Yahudiler hoşnut olurken müşrik Araplar ise rahatsızlık duyuyorlardı. Bu arada o, Allah’ın birliğini ikrar ve ona ibadet için kurulmuş ilk mabet olan Kâbe’ye, İbrahim (s)’ın kıblesine yönelmeyi düşünüyordu. Bu arzusu ancak hicretten on altı ay ya da on yedi ay sonra, Recep ayı ortalarında bir Pazartesi günü ashabıyla birlikte Selimeoğulları’na ait mescitte öğle namazının ilk iki rekâtını tamamladığında nazil olan ayetler (Bakara/2: 115, 142, 143, 144, 149-150) ile gerçekleşti ve kıble Kâbe’ye çevrildi (h.2/m.624). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları “Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir, Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara/2: 149). Hz. Peygamber (s)’ın aynı namazda iki ayrı kıbleye dönerek namaz kılması sebebiyle Selimeoğulları’na ait bu mescid Mescidü’l-Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid) adıyla meşhur oldu. Müslümanlar, kıblenin değişmesiyle Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kıble bağımsızlığını da kazandılar. Kıblenin Kâbe’ye doğru çevrilmesinin, Müslümanlara, Mekke’nin fethine ve Kâbe’nin şirk izlerinden ve putlardan arındırılmasına yönelik bir hedef gösterdiğini söylemek mümkündür. Ayrıca kıblenin değişmesi, her ne kadar ilk bakışta dinî bir hadise olarak görünse de sonuçları ve oluşturduğu etki bakımından bir cephesinin de siyasî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Müslümanlar siyasî bağımsızlıklarının ardından Kâbe’ye yönelmek suretiyle Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kıble bağımsızlığını da kazandılar. Toplumun Sağlıklı Bireylerden Oluşması - İçki ve Kumarın Yasaklanması “Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bir kısım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı, faydalarından daha büyüktür…” (Bakara/2: 219). Hz. Muhammed (s), oluşturmayı hedeflediği toplumun aynı zamanda kötülüklerden arınmış bireylerden meydana gelmesine oldukça fazla özen gösterdi. Bu çerçevede Müslümanlara bir taraftan iyi ve güzel şeyler tavsiye ederken, diğer taraftan birtakım kötülüklerden uzak durmalarını istedi. Bütün bunlar insan fıtratı da dikkate alınarak yerine getirildi. Meselâ içki ve kumar hakkındaki hükümler, İslam’ın ilk yıllarında ortaya konulmadı. Mekke döneminde sarhoşluk veren şeylerin, güzel ve makbul bir içecek sayılmadığını belirten ayet (Nahl/16: 67) ile başlayan süreç Medine’de içki ve kumarın hem büyük günah olduğu, hem de insanlar için bir kısım faydaları olduğunu ifade eden ayet ile (Bakara/2: 219) devam etti. Sonra sarhoş iken namaza yaklaşılmaması emredildi (Nisa/4: 43) ve nihayet tamamen yasaklandı (Mâide/5: 90-91) (h.4/m.626). Hz. Peygamber (s) da içkiye farklı isimler vererek içilmesinin yasağı kaldırmayacağını belirterek Müslümanları uyardı. “Ümmetimden birtakım kimseler, içkiye başka isimler vererek onu içeceklerdir!” (Ebu Davud: 3688). Medine Dönemi Başlarındaki Diğer Bazı Önemli Gelişmeler Mukim iken kılınan öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta çıkarıldı (Rebiulahir h.1/m.622). Ramazan orucu farz kılındı (Şaban h.2/m.624). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Fıtır sadakası ile ilgili hükümler açıklandı (Ramazan h.2/m.624). Zekât farz kılındı (Şevval h.2/m.624). Ramazan bayramı namazı kılındı (1 Şevval h.2/m.624). Kurban bayramı namazı kılındı (10 Zilhicce h.2/m.624). Erkek ve kadınlara yönelik tesettür kuralları belirlendi (h.3/m.625, h.5/m.627). Hem Müslümanlara Hem de Gayrimüslimlere Yönelik Olanlar Medine Sözleşmesi sayesinde Medine’de yaşayan gayrimüslimler, Müslümanların tarafına çekildi ve düşman cephesi küçültüldü. Hz. Muhammed (s), çekirdek kadrosunu Ensar-Muhacir kardeşliği ile oluşturduğu İslam toplumunun daha da güçlenmesini istiyordu. Bu nedenle yeni bir hedef belirledi. Bu hedef, kısaca dışa açılım şeklinde de ifade edilebilir. Yani Müslüman olmadığı hâlde bazı kesimlerle işbirliği yapabilmek için onların sadece İslam hâkimiyetini kabul etmeleri yeterli görüldü. Böylece gayrimüslimlerin en azından Medine’de birlikte yaşayan kesimi, kendi tarafına çekilecek ve düşman cephesi küçültülmüş olacaktı. Hz. Muhammed (s), bu çerçevede Medine’deki Müslümanlar ile Yahudiler arasında şehirde birlikte yaşamaya yönelik birtakım kurallar konulmasına öncülük etti ve bu prensiplerin geçerli olacağı coğrafyayı belirledi. Medine Sözleşmesi Hz. Muhammed (s), Araplar ile Yahudilerden oluşan Medineliler arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı bir antlaşma yaptı. Burada Medine’deki tarafların hakları, görev ve sorumlulukları ayrı ayrı belirlendi. Antlaşma, bizzat metnin içinde ve ilk dönem İslam tarihi kaynaklarında Kitap, Sahife ve Müvadea, çağdaş kaynaklarda ise Medine Vesikası, Medine Sözleşmesi, Medine Belgesi veya Medine Anayasası adlarıyla anıldı. Medine Sözleşmesinde ülke Yesrib Vadisi, halk Müslümanlar, Yahudiler ve bunlara tabi olanlar ve iktidar sorumlusu Hz. Muhammed olarak belirlenmiştir. Medine Sözleşmesi, Hz. Peygamber (s)’ın Medine’ye gelişinden kısa bir süre sonra, hicretin birinci yılında yürürlüğe girdi. Medine Sözleşmesi’nin Müslüman tarafa ait ilk yirmi üç maddesi Enes b. Malik’in evinde, Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki ilişkileri düzenleyen müteakip yirmi dört maddesi ise Bint-i Haris’in evinde ve karşılıklı görüşmeler sonucunda imzalandı. Müslümanlar vesikanın şartlarına riayet ettiler ise de tarihi hadiseler Yahudilerin benzer hassasiyeti göstermediklerini, ahde vefasızlık yaptıklarını, Kureyş müşriklerini Müslümanlara karşı kışkırttıklarını, üstelik Evs ve Hazrec kabilelerinin aralarını bozmaya çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı önce Kaynuka (h.2/m.624) akabinde de Nadîroğulları (h.4/m.625) anlaşmayı bozmaları sebebiyle Medine’den çıkarıldı. Son olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Kurayzaoğulları’nın (h.5/m.627) cezalandırılmasıyla da Medine Sözleşmesi yürürlükten kalkmış oldu. Maddeleri Medine Belgesi, ilk kaynaklarda düz bir metin hâlinde yer almış olmasına rağmen sonradan maddeleştirilmiştir. Madde sayısı ise bazı konu başlıklarının ayrı kabul edilmesine göre 47 veya 52 olarak belirlenmiştir. Medine Sözleşmesi’nde devletin kurulduğu toprak parçası yani ülke Yesrib Vadisi (39. madde), halk Müslümanlar, Yahudiler ve bunlara tabi olanlar (1-2, 20b, 25-35) ve iktidar sorumlusu ise Hz. Muhammed (s) (23-42) olarak belirlendi. Sözleşmede temel hak ve özgürlükler çerçevesinde can (21-39, 40, 47) ve mal emniyeti (46) ile inanç özgürlüğü (25) güvence altına alındı ve hukukun üstünlüğü (46) ile herkesin hukuk önünde eşit (15, 16, 45) olduğu prensibi kabul edildi. Ayrıca maddeler arasında ülke savunması (37, 44, 45b), devletin bağımsızlığı (2), hisbe teşkilatı (12, 13) ile savaş ve barışın bağlı olduğu şartlar (17, 18, 24, 38) da bulunmaktadır. Medine Sözleşmesi’ne göre Burada söz edilen topluluk diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir. İhtilaf çıktığında kanunların ve adaletin yegâne kaynağı olarak Allah, en yüksek hakem olarak da Hz. Muhammed (s) belirlenmiştir. Yahudilerin, Mekke müşriklerine veya onların iş birlikçilerine bir yardım ya da himaye hakkı vermeleri yasaklanmıştır. Medine’ye düşman saldırısı hâlinde buna karşı çıkmak üzere bir Müslüman Yahudi ittifakı oluşturulacaktır. Şehrin savunulması için girişilecek savaşların masrafları taraflarca karşılanacaktır. Medine dışında yapılacak savaşlarda hiçbir topluluk diğerine yardımda bulunma sorumluluğu altında olmayacaktır. Tarafların birbirine karşı hile ve vefasızlık yapmaları yasaklanmıştır. Müslümanların çıktıkları savaşlara Yahudilerin katılması, Hz. Peygamber (s)’ın izin ve rızasına bağlıdır. Yahudiler, Müslümanlara vermeyeceklerdir. düşman Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi olan Mekkelilere eman hakkı 19 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Değerlendirmeler Medine Sözleşmesi; Dünyada yazılı hâle getirildiğinde uygulanabilmiş ilk anayasadır. Bu bakımdan önceki uygulamaların bir tasviri niteliğinde olan Aristo’nun Atina Anayasası’ndan farklıdır. Medine Sözleşmesi, tarihte, yazılı hale getirildiğinde uygulanabilmiş ilk anayasadır. Her şeyden önce Hz. Peygamber (s)’ın göz kamaştırıcı diplomatik yeteneğinin sonucudur. Medine toplumunun iç ve dış tehditlere karşı barış ve güven içinde yaşamasını sağlama amacı taşır. Farklı din ve etnik kökene mensup grupları bir vatandaşlık potası altında birleştirme projesidir. Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapıyı öngörmüştür. Medine’de siyasî bir topluluk meydana getirmeyi amaçlamıştır. Medine Sözleşmesi sayesinde; Medine’deki Yahudiler ve Araplar İslam dinini ve Müslümanları hukukî, siyasî ve sosyal olarak tanımış oldular. (Kureyş müşrikleri de Hudeybiye Antlaşması (h.6/m.628) ile tanıdılar.) Medine’deki Yahudiler ve Araplar Mekkelilerle ittifaklarını bozup bilakis onlara karşı Müslümanlarla işbirliğine girmiş oldular. Müslümanlar gayrimüslimlere inanç ve fikir hürriyeti ile mal ve can güvenliği sağlamış oldu. Müslümanlar nazarında peygamber ve başkanlık vasıflarını birlikte taşıyan Hz. Muhammed (s), gayrimüslim gruplar nazarında Medine’nin siyasî lideri olarak kabul edildi. Özetle Medine Vesikası, farklı din ve etnik kökene sahip olan Müslümanlara ve Yahudilere Medine’de hürriyet ve emniyet içinde yaşayabilme, istediği gibi inanabilme ve istediği şekilde ibadet edebilme özgürlüğü verdi. Ayrıca dünyaya, Müslümanların, İslam’a inanmayanları dışlamadan ve ötekileştirmeden birlikte yaşayabilecekleri örneğini gösterdi. Medine’nin Sınırlarının Belirlenmesi - Harem Olarak İlanı “Medine’nin iki kara taşlığı arası haremdir” (Müslim, Hac: 471) Hicretten sonra yapılan önemli işlerden biri de Medine’nin sınırlarının belirlenmesidir. Bu husus Medine Sözleşmesi’ne de eklenmiş ve Yesrib Vadisi harem bölgesi olarak ilan edilmiştir. Hz. Muhammed (s), sınırların işaretlenmesi görevini Hazrec kabilesinden Kaʻb b. Malik’e vermişti. Belirlenen yerlere taşlar dikilerek Medine Devleti’nin sınırları tespit edildi. Sınırları belirlenen Medine’ye Harem-i Resul denildi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Ödev Özet İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları •Hz. Muhammed (s)’ın yirmi üç yıllık peygamberlik hayatının son on yılına Medine Dönemi denir. Bu dönem de kendi içinde Kureyş’in Medine’deki siyasi oluşumla yani Müslümanlarla barış masasına oturduğu Hudeybiye Antlaşması'na (h.6/m.628) kadar ve Hudeybiye sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. •Hicret öncesindeki adı Yesrib olan Medine’ye Müslümanlarla birlikte Hz. Muhammed (s)’ın da yaşadığı şehir olması sebebiyle Peygamber Şehri anlamında Medinetü’n-Nebî denildi. Mekke’den gelen Müslümanlara hicret eden manasına Muhacir, onlara gönüllerini açıp yurtlarını paylaşan Medineli Müslümanlara ise yardımcı anlamında Ensar adı verildi. •Bir bütün olarak bakıldığında Medine dönemi, İslam’ın uygulamaya yönelik temel prensiplerinin belirlendiği bir dönem olarak kabul edilir. • Gerçekten de dinin birçok hükmü Medine’de tebliğ olunduğu gibi ibadetlerin çoğu da burada farz kılınmıştır. •Hz. Peygamber (s)’ın ilk İslam toplumunu oluşturma çerçevesindeki faaliyetlerinin başında gelen mescid bu dönemde inşa edilmiştir. •Ensar-Muhacir kardeşliği ile Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki antlaşma da Medine'de yapılmıştır. • Diğer bilim dallarından istifade ederek Hicret sonrasında Medine'de Müslümanların karşılaştığı problemleri araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi Hicret öncesinde Medine’de yaşayan kabilelerden biri değildir? a) Kurayza kabilesi b) Hazrec kabilesi c) Nadîr kabilesi d) Evs kabilesi e) Kureyş kabilesi 2. Aşağıdakilerden hangisi Mescid-i Nebî’nin kapılarına verilen isimlerden biridir? a) Âtike b) Muâhât c) Zevr d) Vüfûd e) Hızâne 3. Aşağıdakilerden hangisi hicret öncesinde Medine’de kurulan pazarlardan biri değildir? a) Müzâhim b) Kurayza c) Kaynuka d) Safâsif e) Zübâle 4. Hz. Peygamber (s)’ın uyguladığı Ensar-Muhacir kardeşliği için hangisi yanlış bir ifadedir? a) Kardeşlik sayesinde Evs ve Hazrec arasındaki savaşlar sona erdi. b). Kardeşlik sayesinde Müslümanlar dışarıda müşrik Arapların baskılarına daha rahat karşı koyabildiler. c) Kardeşlik, ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı. d) Kardeşlik sayesinde Medine’de siyasî bir topluluk da meydana getirildi. e) Kardeşlik sayesinde Muhacirler Medine’deki hayata daha kolay bir şekilde ve kısa sürede intibak edebildiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları 5. Aşağıdakilerden hangisi Medine Sözleşmesi ile ilgili doğru bir ifade değildir? a) Hz. Muhammed (s), gayrimüslim gruplar nazarında Medine’nin siyasî lideri olarak kabul edildi. b) Hz. Peygamber (s)’ın göz kamaştırıcı diplomatik yeteneğinin sonucunda gerçekleşmiştir. c) Kureyş müşrikleri İslam dinini ve Müslümanları hukukî, siyasî ve sosyal olarak tanımış oldular. d) Medine toplumunun iç ve dış tehditlere karşı barış ve güven içinde yaşamasını sağlamayı amaçlar. e) Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapıyı öngörmüştür. Cevap Anahtarı: 1.e 2.a 3.b 4.d 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (S.A.V.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları, Ravza Yay., İstanbul Algül, Hüseyin. (1986). İslam Tarihi, Gonca Yay., İstanbul Apak, Apak. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi 1, Ensar Neşriyat, İstanbul Apaydın, Mehmet. (1995). Resulûllah’ın Günlüğü: Medine Dönemi Yeni Kronolojisi, İnsan Yay., İstanbul Aydın, Mustafa. (1991). İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yay., İstanbul Baktır, Mustafa. (1990). İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Ashâb-ı Suffa, Timaş Yay., İstanbul Berki, Ali Himmet, Keskioğlu, Osman. (1978). Hâtemü’l-Enbiya Hazret-i Muhammed ve Hayatı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara Daryal, Ali Murat. (1993). İslamın Doğuş ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan Tahlîli, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul Demircan, Adnan. (2000). Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yay., İstanbul Derveze, İzzet. (1995). Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. Mehmet Yolcu), Yöneliş Yay., İstanbul Devalibî, Ma’ruf. (1985). İslam’da Devlet ve İktidar, (Çev. Mehmet Sait Hatiboğlu), Dergâh Yay., İstanbul Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi I-II, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yay., İstanbul Hamidullah, Muhammed. (1997). Hz. Peygamber Döneminin Siyasi - İdari Belgeleri ---------, el- Vesaiku’s-Siyasiyye, (Çev. Vecdi Akyüz), Kitabevi Yay., İstanbul Kettâni, Muhammed Abdülhayy b. Abdülkebir. (1990). Hz.Peygamber’in Yönetimi (et-Terâtîbu'l-İdâriyye) I-III, (Çev. Ahmet Özel), İz Yay., İstanbul Köksal, Mustafa Âsım. (1987). İslam Tarihi I-XVIII, Şâmil Yay., İstanbul Mahmud Esad. (1983). İslam Tarihi, Tarih-i Din-i İslam, (Haz. Ahmet Lütfi Kazancı, Osman Kazancı), Marifet Yay., İstanbul Sarıçam, İbrahim. (2007). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları Sırma, İhsan Süreyya. (1986). İslamî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, Beyan Yay., İstanbul Şiblî, Mevlânâ. (1975). Asr-ı Saadet I-V, (Çev. Ömer Rıza, Sad. Osman Zeki Mollamehmetoğlu), Eser Neşriyat, İstanbul Tuğ, Salih. (1969). İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İrfan Yay., İstanbul Uğur, Mücteba. (1980). Hicrî Birinci Asırda İslam Toplumu, Çağrı Yay., İstanbul Umerî, Ekrem Ziya. (1992). Medine Toplumu, (Çev. Nureddin Yıldız), Risale Yay. İstanbul Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HUDEYBİYE’DEN HZ. PEYGAMBER’İN VEFATINA KADAR MEDİNE DÖNEMİ • Hudeybiye Andlaşması • Hükümdarları İslam’a Davet • Hayber’in Fethi • Umretu’l-Kazâ • Mûte Savaşı • Zâtu’s-Selâsil Seriyyesi • Mekke’nin Fethi • Huneyn Savaşı • Tâif Kuşatması • Ganimetlerin Taksimi • Tebük Seferi • Heyetler Yılı • Vedâ Haccı • Yalancı Peygamberlerin Zuhuru • Üsâme Ordusu Hz. Peygamber’in Vefatı • Hz. Peygamber’in Mirası • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Hz. Peygamber’in Medine hayatını daha iyi kavrayabilecek • Medineli Müslümanlar ile Mekke Müşrikleri arasındaki münasebetleri daha iyi bilecek • Hz. Peygamber ile Bizans imparatorluğu arasındaki münasebetleri bilecek • Mekke’nin Fethini ve İslâm’ın Arap Yarımadsına yayılmasını bilecek • Hz. Peygamber’in Veda haccını ve Vedâ hutbesini daha iyi kavrayacak • Hz. Peygamber’in vefatını ve geriye bıraktığı mirası öğreneceksiniz. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 6 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi GİRİŞ Yüce Allah tarafından peygamberlik görevi ile görevlendirildikten sonra bu görevinin on üç yılını Mekke’de yerine getiren Hz. Peygamber, 622 yılında Medine’ye hicret etti. Mekke’de müşriklerle mücadele eden Hz. Peygamber Medine’de de Yahudilerin ve münafıkların muhalefeti ile karşılaştı. Birincilerin muhalefeti dıştan ve görünür, ikincilerin muhalefeti ise içten ve görünmezdi. Hz. Peygamber, hicretten hemen sonra Medine şehrinde yaşayanları bir araya getirerek gerçekleştirdiği hukuki düzenleme ve hayata geçirdiği Medine sözleşmesiyle, Medine’de bağımsız bir İslam Devleti kurdu. Kurulan bu devleti daha kuruluş aşamasında yok etmek isteyen Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in Medine’deki düşmanları ile gizliden gizliye anlaştılar. Medine Müslümanlarına karşı açtıkları Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında istedikleri neticeyi elde edemediler. Yüce Allah’ın yardımı, Hz. Peygamber’in başarılı taktikleri ve Müminlerin üstün gayretleri sayesinde Mekke müşrikleri her seferinde elleri boş döndüler. Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları, Hz. Peygamber’in kendilerine uzattığı barış elini tutmadılar. Kendilerine, dinlerinde serbestçe yaşama imkânı veren Hz. Peygamber’e ve onun getirdiği İslam dinine düşmanlıkta birbirleri ile yarışa girdiler. Birinin başına gelen felaketten diğeri ders ve ibret almadı. Neticede hepsi Medine’den sürgün edildi. Bu arada da Hz. Peygamber, Mekke müşrikleri ile barış yolunu aradı ve Hudeybiye musalahasını imzaladı. Bu bölümde Hudeybiye musalahası ile Hz. Peygamber’in vefatına kadar olan olayları göreceğiz. Hudeybiye Musalahası (Zilhicce 6 / Nisan 628) Hudeybiye Barış antlaşması Hicretin altıncı yılında Zilkade ayında (Mart 628) Mekke müşrikleriyle Hudeybiye kuyusu yanında yapılmıştır. Bu antlaşmadan önce Hz. Peygamber, rüyasında ashabıyla birlikte Mekke’ye gittiğini ve Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştü. Gördüğü bu rüyadan sonra ashabına, umreye gidileceğini ve gitmek isteyenlerin hazırlanmaları gerektiğini söyledi. Umre için hazırlık yapanlara yanlarına yol emniyeti için gereken kılıçtan başka bir silah almamalarını emretti. Hz. Peygamber, bununla Mekkeliler’e savaş için gelmediklerini ve maksatlarının barış olduğunu göstermek istiyordu. Ayrıca kurbanlık olarak yetmiş deve hazırlattı. Hz. Peygamber, Medine’den her ayrıldığında yerine birini vekil bırakırdı. Bu sefer de Abdullah b. Ümmü Mektûm’u bıraktı. Zilkade ayının ilk pazartesi günü 1400 (veya 1500) sahabi ile birlikte Medine’den yola çıktı. Hanımlarından Ümmü Seleme’yi de yanına aldı. Ümmü Seleme ilk Müslümanlardan ve Habeş Muhacirlerindendir. Eşi Ebû Seleme, Uhud savaşında yaralanmış ve kısa bir müddet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi sonra da vefat etmişti. Hz. Peygamber, dört çocuğu ile dul kalan bu hanımefendi ile evlenmiş, kendisini ve çocuklarını koruma altına almıştı. Hz. Peygamber, beraberindeki sahabilerle birlikte öğle vakti Zulhuleyfe’ye geldi. Öğle namazını kıldırdıktan sonra umre için ihrama girdi. Abbâd b. Bişr başkanlığındaki yirmi kişilik bir süvari birliğini müşriklerin durumu hakkında bilgi toplamak için önden gönderdi. Savaş yapılması yasak olan aylar Zilkade ile başlardı. Zilhicce ise hac ayı idi. Mekke hac ayında kalabalık olurdu. Hz. Peygamber, diğer kabilelerle karşılaşmamak için, Kâbe ziyaretini bir ay önce yapmak istedi. Muhacirler, içinde çocukluk yılları geçen Mekke’ye altı yıldan beri hasret kalmışlardı. Mekke’ye gitmek ve Kâbe’yi ziyaret etmek için can atıyorlardı. Birçoklarının aileleri hâlen daha Mekke’de bulunuyordu. Medineli Ensar’ın birçoğu da Hz. Peygamberle birlikte Kâbe’yi ziyaret etmeyi çok istiyorlardı. Hz. Peygamber’in bu hareketi Mekke’de duyuldu. Müşrikler, geliş maksatları ne olursa olsun Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hatta bu yüzden çıkacak bir savaşı da göze alarak savaş hazırlığı yapmaya başladılar. Ayrıca Hâlid b. Velid kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini Müslümanların gelişini engellemek üzere yola çıkardılar. O sırada Mekke civarında yaşayan ve öteden beri Hâşimoğullarına dostluk besleyen Huzâa kabilesine mensup bir şahıs gelip durumu Hz. Peygamber’e bildirdi. Bu haberden bir süre sonra da Hâlid b. Velid, Müslümanların yolunu kesti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Mekke’ye 20 km. uzaklıktaki Hudeybiye kuyusu yanında konakladı. Mekkeliler, Hudeybiye kuyusu yanında konaklayan Hz. Peygamber’e Huzâa kabilesi reisi Büdeyl b. Verka’yı elçi gönderdiler. Büdeyl, müşriklerin aldıkları karar ve savaş hazırlıklarını anlattıktan sonra Hz. Peygamber’den geri dönmesini istedi. Hz. Peygamber de Mekke’ye sadece ziyaret için geldiklerini söyleyerek izin verilmesini istedi. Büdeyl, Hz. Peygamber’in bu teklifini Mekkeliler’e ulaştırdı. Mekkeliler, Büdeyl’i Hz. Peygamber için çalışmakla itham ederek Ehâbiş kabilesinin reisi Huleys’i, onun ardından da Tâif’te oturan Sakîf kabilesinin reisi Urve b. Mesûd’u göndererek Müslümanları umre yapmaktan vazgeçirmeye çalıştılar. Kurbanlık develerden etkilenen Huleys, dönüşünde Mekkeliler’e, Kâbe’yi ziyaret için gelenlere izin verilmesini tavsiye ederken, ashabın Hz. Peygamber’e bağlılıklarını yakından gören Urve, bu arkadaş topluluğunun O’nu hiçbir zaman yardımsız bırakmayacakları kanaatine ulaştığını bildirdi. Bütün bunlara rağmen müşrikler kararlarından dönmediler. Müslümanlara bir baskın yapmaları için askeri bir birlik bile gönderdiler. Fakat Müslümanlar, savaş niyetinde olmadıklarını göstermek için, esir ettikleri bu birliği serbest bıraktılar. Hz. Peygamber, niyetlerinin savaş değil, umre yapmak olduğunu bildirmek ve izin sağlamak için bu sefer Huzâa kabilesinden Hıraş b.Ümeyye’yi gönderdi. Mekkeliler, elçiye kötü davrandılar. O da son olarak Hz. Osman’ı gönderdi. Mekke Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi liderleri, Hz. Peygamber ve arkadaşlarını Mekke’ye sokmayacaklarını tekrar ettiler ve Hz. Osman’a kendisi isterse Kâbe’yi ziyaret edebileceğini bildirdiler. Hz. Osman, hep birlikte ziyaret için ısrarlarını sürdürünce onu üç gün gözaltında tuttular. Hz. Osman: “Ben Kâbe’yi ancak Hz. Peygamber’in arkasında ziyaret ederim” demiş, yalnız başına tavaf etmemişti. Hz. Osman, beklenen zaman içinde geri dönmedi. Müslümanlar arasında onun Mekke’de öldürüldüğüne dair bir söylenti çıktı. Bu haber, gergin olan havayı iyice gerginleştirdi. Eğer bu haber doğruysa müşriklerle savaş kaçınılmazdı. Hz. Peygamber, bu işi Kureyş’in yanına bırakmak istemedi. Hemen ashabını topladı ve: “Müşriklerle vuruşmadıkça, buradan ayrılamayız!” buyurdu. Müslümanlık uğrunda canlarını feda için ashabını biate çağırdı. Ashab-ı kiram da, “ölünceye kadar savaşmak ve asla savaştan kaçmamak” şartıyla biat ettiler. Ashabın, Hz. Peygamber’in ellerini tutarak biat etmesinden sonra; Hz. Peygamber, Osman adına bir eliyle diğer elini tutarak onu da biat işlemine kattı. Yüce Allah’ın, biate katılanlardan razı olduğunu bildirmesi sebebiyle (Fetih/48: 18) bu biat “Bey’atürrıdvan” denildi. Bu biatin haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler, ölüm-kalım savaşı için sözleşen Müslümanlarla savaşı göze alamadılar ve Hz. Osman’ı serbest bıraktılar. Daha sonra da Süheyl b. Amr ve arkadaşlarını elçi olarak Hz. Peygamber’e gönderdiler. Neticede Hz. Peygamber ve Kureyş heyeti arasında, Medine İslam Devleti’nin Kureyş tarafından resmen tanındığı Hudeybiye antlaşması imzalandı (Zilhicce 6 / Nisan 628). Bu antlaşmanın metni şudur: “Bismikallâhümme! Bu, Muhammed b. Abdullah ve Süheyl b. Amr arasında yapılan antlaşmadır: Halkın (Müslümanlarla müşriklerin) emniyet ve selamet içinde yaşamaları ve birbirlerine zarar vermemeleri için on yıl iki taraf arasında savaş yapılmayacak. Taraflardan biri, bu ittifaka dâhil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse, diğeri bu savaşa müdahil olmayacaktır. Bu antlaşma aramızda ağzı kilitli heybe gibi olup antlaşma hükümleri herhangi bir suretle bozulmaktan veya geri bırakılmaktan korunmak; taraflar, birbirlerine karşı olan her türlü kinlerini ve düşmanlıklarını heybede kilitlemek, onları açığa vurmaktan kaçınmak üzere, aramızda hırsızlık ve hainlik olmayacaktır. Muhammed’in akit ve ahdine girmek isteyen kimse, bu konuda serbest olacaktır. Kureyş’in akit ve ahdine girmek isteyen kimse de, bu hususta serbest olacaktır. Kureyşliler’den velisinin izni ve haberi olmadan Muhammed’in yanına gelecek kimseler, Kureyşliler’e geri gönderilecektir. Muhammed’in yanında bulunanlardan Kureyşliler’e gelecek olanlar, Muhammed’e geri çevrilmeyecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Muhammed ile ashabı bu yıl geri dönüp gidecekler; gelecek yıl, yanlarında yalnız yolcu silahı olarak kınlarında sokulu kılıçlar bulunduğu hâlde Mekke’ye girip orada üç gün kalacaklardır.” (İbn Hişâm, III, 248; Vâkıdî, II, 611-612) Hudeybiye barış antlaşmasını Hz. Ali kaleme aldı. İki nüsha olarak hazırlanan antlaşma metnini, iki tarafın şahitleri imzaladı. Kaynaklarımızda antlaşmanın şahitleri olarak Ebubekir b. Ebî Kuhâfe, Ömer b. Hattâb, Ebû Ubeyde b. Cerrâh, Muhammed b. Mesleme, Huveytıb b. Abdüluzza ve Mikrez b. Hafs b. Ahyaf’ın isimleri geçmektedir. Antlaşma şartlarının ağırlığından dolayı üzülen Hz. Ali, bir iki defa kalemi elinden bırakmıştı. Ayrıca Kureyş’in temsilcisi Süheyl b.Amr, antlaşma metni üzerine “besmele ve Allah’ın Resulü” yazılmasına itiraz etmiş, yerine Abdullah oğlu Muhammed yazılmasında ısrar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de “Vallahi, siz yalan saysanız da ben Allah’ın elçisiyim.” diye cevap vermişti. Hz. Ali de : “Vallahi, ben, Resulullah ünvanını kesinlikle silmem!” deyince Hz. Peygamber, Ali’ye dönmüş ve: “Sen, bana o kelimelerin yerini göster!” demiş, o ifadeleri kendi eliyle çizerek yerine “Abdullah oğlu Muhammed” ifadelerini yazdırmıştır. Mekke müşriklerinin temsilcisi Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, evvelce Müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincirle bağlanmış ve Mekke’de hapsedilmişti. Antlaşma yazılırken hapisten kurtulmuş, zincirini sürüyerek bin bir güçlükle Hz. Peygamber’in huzuruna can atabilmişti. Süheyl, biraz önce imzalanan antlaşma gereği oğlunun kendisine geri verilmesini istedi ve bu konuda ısrar etti. “Bu antlaşmaya göre sizden ilk isteyeceğim adam budur.” dedi. Aksi takdirde, barışın bozulacağını kesin bir dille söyledi. Hz. Peygamber, barışı kurtarmak için Ebû Cendel’i babasına teslim etmeğe razı oldu. Fakat Ebû Cendel, babasının bu inadı karşısında sonsuz derecede üzüldü ve acıklı hâlinden Müslümanları haberdar etmek istedi. O zaman Hz. Peygamber: -“Ey Ebû Cendel! Sabret ve Allah’tan ümidini kesme! Yüce Allah, Yakında sana da senin gibi olanlara da kurtuluş yolu gösterecektir.” sözleriyle kendisini teselli etti. Ancak durum nazik ve sinirler gergindi. “Resulullah” ifadesinin metinden silinmesi, bir iki maddenin ağır gibi görünmesi ve Ebû Cendel’in uğradığı felaket, Müslümanların sabrını taşırdı. Hatta Hz. Ömer dayanamadı ve Hz. Peygamber’ in huzuruna çıkarak şöyle dedi: -“Ey Allah’ın Resulü! Sen, Allah’ın elçisi değil misin? Dinimiz hak değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?” Hz. Peygamber de ona şöyle cevap verdi: -“Muhakkak ki ben, Allah’ın elçisiyim ve hiçbir zaman Allah’a isyan etmiş değilim. Allah da beni zarara uğratmaz.” Hz Ömer, sonradan pişmanlık duyacağı sözlerini şöyle devam ettirdi: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi -“Sen, bize Kâbe’yi tavaf edeceğiz dememiş miydin?” Bunun üzerine Hz. Peygamber: -“ Evet, söyledim. Fakat “bu sene tavaf edeceğiz” demedim. Yine tekrar ederim ki, Mekke’ye girecek ve Kâbe’yi ziyaret edeceksiniz! “ buyurdu. Bu cevaplar üzerine Hz. Peygamber’in yanından ayrılan Hz. Ömer, doğru Hz. Ebubekir’in yanına gitti. Aynı soruları ona sordu ve ondan da aynı cevapları aldı. Daha sonra Hz. Peygamber, ashabına seslenerek : “Haydi, kurbanlarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz!” buyurdu. Fakat Ashab-ı kiramdan hiçbiri yerinden kımıldamadı. Hz. Peygamber, emrini üç kere tekrarladı. Ashab’ın bu kırgınlığına sebep, barış şartlarının görünüşte ağır olmasıydı. Ancak Hz. Peygamber, ashabının bu haline çok üzüldü. Hemen eşi Ümmü Seleme’nin çadırına girdi. Üzüntüsünü ona bildirdi. O zaman Ümmü Seleme, büyük ve tarihi bir görev yaptı. -“Ey Allah’ın elçisi! Siz çıkınız, kurbanınızı kesiniz ve tıraşınızı olunuz. Ashabınız da size uyacaktır.” dedi ve Hz. Peygamber’i teselli etti. Ümmü Seleme’nin yanından çıkan Hz. Peygamber, hiç kimseye bir şey demeden kurbanlık develerini kesti. Daha sonra da berberini çağırarak tıraş oldu. Hz. Peygamber’in bu hareketini gören Ashab-ı kiram da birer birer kurbanlarını kesti ve başlarının saçını tıraş ettiler. Hz. Peygamber, Hudeybiye’de 19 veya 20 gün kaldıktan sonra, ashabı ile birlikte Medine’ye döndü. Ashabı, Kâbe’yi ziyaret edemedikleri için üzüntü içindeydiler. Yüce Allah, onların üzüntülerini Fetih Suresini göndererek giderdi. Müslümanlar, daha Mekke ile Medine arasında yolda iken Fetih Suresi nazil oldu. Bu sure, Hudeybiye barış antlaşmasının, birçok fethe başlangıç olacağını bildirdi, gelecek fetihleri müjdeledi. Bu müjdeler, Müslümanların üzüntüsünü büyük bir sevince çevirdi ve gönül rahatlığıyla Medine’ye geldiler. İlk bakışta Müslümanların aleyhine görünen Hudeybiye antlaşması, Müslümanların ve İslam’ın lehine döndü. Bu antlaşma, İslam’ın yayılışı açısından bir dönüm noktası oldu. Başta o zamana kadar Hz. Peygamber’i hiç bir şekilde muhatap kabul etmeyen Mekkeli müşrikler, bu antlaşma ile onun kurduğu Medine İslam Devleti’ni resmen tanımış oldular. Ayrıca Hz. Peygamber, bu antlaşmayla Hendek savaşında Medine’yi kuşatan düşman ittifakını parçalamış oldu. Müslümanların aleyhine gibi görünen maddeler kahraman Ebû Basîr, Ebû Cendel ve arkadaşlarının fedakârlıkları ile lehe çevrildi. Hz. Peygamber, imzaladığı antlaşmanın şartlarına son derece saygı gösterdi. Hudeybiye’den Medine’ye döndükten sonra, bazı Mekkeli kadınlar, İslam dinine girerek Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber bu kadınları Mekkeliler’e teslim etmedi. Çünkü imza edilen antlaşmanın, geri çevrilmesini mecbur ettiği madde yalnız Müslüman erkekler içindi; kadınlar buna dâhil değildi. Bu sırada Ebû Basîr adında bir kişi Müslüman olarak Mekke’den Medine’ye gelmiş ve Hz. Peygamber’e sığınmıştı. Ebû Basîr de Ebû Cendel gibi Mekke’de hapsedilen Müslümanlardandı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Hz. Peygamber evvelce Ebû Cendel’i nasıl babası Süheyl’e teslim etmişse, şimdi de Ebû Basîr’i Mekkeliler’e hiç itiraz etmeden geri verdi. Yolcu ederken de Ebû Basîr’e şunları söyledi: -“Ey Ebû Basîr! Biz antlaşmamızı bozamayız. Sen de biraz sabret! Allah, elbet sana ve müşrikler içinde kalan senin gibi Müslümanlara bir kurtuluş yolu gösterecektir.” Ebû Basîr, kendisini Mekke’ye götüren müşriklerden kurtulmayı başarıp Kureyş’in ticaret yolu üzerinde “İys” denilen yere giderek oraya yerleşti. Bu durum Mekke’de duyulunca, Müslüman olan diğer Mekkeliler de onun yanına gittiler. Ebû Cendel de oraya gitti. Sayıları üç yüze ulaşan bu Müslümanlar, Kureyş’in Şam’a giden ticaret kervanlarının geçişini engellemeye başladılar. Neticede Mekkeliler, “Mekke’den Medine’ye sığınan Müslümanların geri verilmesi” şartının kaldırılmasını teklif etmek zorunda kaldılar. Bu şart Mekkeliler’in isteği üzerine kaldırıldıktan sonra Hz. Peygamber, Ebû Basîr ve arkadaşlarını Medine’ye davet etti. Fakat bu sırada mücahit Ebû Basîr hastaydı, ölüm döşeğindeydi; vefat edince, cemaatini Ebû Cendel alıp Medine’ye getirdi. Hudeybiye antlaşması, Müslümanlar için gerçekten bir fetih oldu. Bu antlaşmadan sonra İslam’ın yayılışı hızlandı. Bundan sonraki iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı, antlaşmaya kadar geçen on sekiz yılda İslam’a girenlerin sayısını aşmıştı. Bu arada Hâlid b. Velid, Amr b. el-Âs ve Osman b. Talha gibi Kureyş’in üç önemli şahsiyeti Medine’ye gelerek Müslüman oldular. Diğer taraftan Hz. Peygamber bu barış ortamından yararlanarak komşu ülkelerin hükümdarlarını İslam’a davet etti. Hudeybiye barış antlaşması iki yıl devam etti. İki yıl sonra antlaşmayı bozanlar ve hükümlerine saygısızlıkta bulunanlar Kureyşliler oldu. HİCRETİN YEDİNCİ YILI OLAYLARI (628-629) Hükümdarları İslam’a Davet (7/628) Hudeybiye antlaşması ile Müslümanlar ve Mekke müşrikleri arasında barış kurulmuş ve güven sağlanmıştı. Bütün insanlığa peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber, bu yeni dönemi iyi değerlendirdi ve davetini bütün insanlığa duyurdu. Başta zamanın iki büyük devleti Bizans ve Sâsânî imparatorlukları olmak üzere, komşu ülkelerin hükümdar ve idarecilerine İslam’a davet mektupları gönderdi. Mektuplarını “Muhammedün Resulullah” (Muhammed Allah’ın elçisidir) ibaresinin yazılı olduğu bir mühür ile mühürledi. Bizans kayseri (imparatoru) Herakliyus’a elçi olarak Dıhye b. Halife gönderildi. O sırada imparator Kudüs’te bulunuyordu. Mektubu alıp okuyan Herakliyus, mektubu yazan Hz. Peygamber hakkında bilgi almak için onu tanıyan birinin bulunmasını emretti. İşte o sırada ticaret için Kudüs’te bulunan Ebû Süfyan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi imparatorun huzuruna getirildi. İmparator ona, Hz. Peygamber’in soyu, hayatının safhaları, kendisine inananların durumu, ahlaki özellikleri hakkında sorular sordu. Aldığı cevaplardan, onun peygamber olduğuna kanaat getirdi ve Ebû Süfyân’a şöyle dedi: “Eğer bu söyledikleriniz doğruysa, ben de size haber vereyim ki, şu ayaklarımın bastığı yerler pek yakında o zatın olacaktır.” Ayrıca Hz. Peygamber’in elçisine çok iyi davrandı, güzel bir şekilde ağırladı ve onunla Hz. Peygamber’e hediyeler gönderdi. İran kisrâsı (hükümdarı) II. Hüsrev Perviz’e elçi olarak Huzâfe b. Abdullah gönderildi. İranlılar, o zaman adına “mecûsîlik” denilen “ateşe tapma” sapıklığı içindeydiler. Huzâfe, devletin başkenti Medâin’e giderek Hz. Peygamber’in mektubunu Hüsrev Perviz’e takdim etti. Besmele ile başladığı mektubunda Hz. Peygamber: “Allah’ın Resulü Muhammed’den Fars (İran)’ın ulusu Kisrâ’ya!” diye hitap ediyordu. Kendi adının Muhammed’in adından sonra yazılmasına sinirlenen Kisrâ, mektubun tamamının okunmasını beklemeden yırttı ve elçiye de hakaret etti. Bununla da kalmadı, o zaman İran’ın idaresi altında bulunan Yemen valisi Bâzân’a, Hz. Peygamber’i yakalatıp kendisine göndermesini emretti. Bâzân da Hz. Peygamber’i yakalayıp Kisrâ’nın huzuruna getirecek iki adamını Medine’ye gönderdi. Hz. Peygamber de bunlara Kisrâ’nın, oğlu tarafından öldürüldüğünü haber verdi ve bunlar aracılığı ile Bâzân’a davetini ulaştırdı. Daveti aldıktan sonra Müslüman olan Bâzân, Hz. Peygamber’in Yemen valisi olarak göreve devam etti. Hz. Peygamber, gönderdiği mektubun Kisrâ tarafından yırtıldığını duyunca şöyle dedi: “O, benim mektubumu nasıl parçaladıysa yüce Allah da onun memleketini öyle parçalayacak!” Aradan çok zaman geçmeden Hz. Ömer zamanında (16/637) Kisrâların imparatorluğu parçalandı. Sâsânî sülâlesi yıkıldı ve İran toprakları İslam Devleti’nin sınırlarına dâhil oldu. Habeş Necâşi’si (hükümdarı) Ashame’ye elçi olarak Amr b. Ümeyye gönderildi. Elçiyi çok iyi karşılayan Necâşi’nin Müslüman olduğu ve fakat Müslümanlığını çevresinden gizlediği rivayet edilir. Bilindiği gibi Necâşi, Mekke döneminde ülkesine hicret eden Müslümanlara çok iyi davranmıştı. Ülkesinde bulunan Müslümanları, davet mektubunu aldıktan sonra Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığında bir gemiyle yola çıkardı. Bu kafilede Necâşi’nin, Hz. Peygamber’e nikâhladığı Ümmü Habîbe (Ebû Süfyân’ın kızı) de vardı. Kafilede bulunanlar, Hayber’in fethinden sonra gelip Medine’ye ulaştılar. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber, Hicretin dokuzuncu yılında Medineliler’e Necâşî’nin vefatını haber verdi ve onun için Cennetü’l-baki’de gıyabi cenaze namazı kıldırdı. Mısır Mukavkısı’na elçi olarak Hâtıb b. Ebî Beltea gönderildi. Hristiyan olan Mukavkıs, İslam’ı kabul etmedi, ama Hz. Peygamber’in mektubuna cevap yazdı. Hz. Peygamber’e iki cariye ve ayrıca değerli hediyeler gönderdi. Hz. Peygamber, bu cariyelerden Mâriye’yi kendine aldı, Sîrîn’i de Hassan b. Sâbit’le evlendirdi. Hz. Peygamber’in son çocuğu İbrahim, Mâriye’den dünyaya gelmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Kuzey Arabistan topraklarında yaşayan ve Bizans’a tâbi bir devlet olan Gassân Devleti’nin kıralı Hâris b. Ebî Şemir’e, Şüca’ b. Vehb gönderildi. Hâris, Hz. Peygamber’in mektubunu öfkeyle yere attı ve ardından da Müslümanlara karşı bir saldırı için hazırlık yapmaya başladı. Ancak bağlı olduğu Bizans imparatoru buna izin vermeyince o da bu saldırıdan vazgeçti. Arap beyliklerinden Yemâme kıralı Hevze’ye Selît b. Amr gönderildi. Hristiyan olan Hevze, Hz. Peygamber’e, Müslüman olma karşılığında bazı şartlar ileri sürdü. Hz. Peygamber de bu şartları kabul etmedi. Busra emirine gönderilen elçi, Gassânîlerin Mûte valisi Şurahbil b. Amr tarafından yolda yakalanıp öldürüldü. Bu olay Mûte savaşının sebebi oldu. Hz. Peygamber, Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan diğer kabile liderlerine ve bazı şahıslara da davet mektupları göndermiştir. Bu mektuplarda muhataplara isimleriyle hitap edilmiş ve kendileri Allah’ın birliğine ve Hz. Peygamber’in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul ederek Müslüman olmaya davet edilmiştir. Muhtevaları aynı olan bu mektuplar, kısa ve anlaşılır bir biçimdeydi. Hz. Peygamber, bu mektupları, göndereceği ülkeleri bilen arkadaşlarından seçtiği elçilerle gönderdi. Hz. Peygamber, tebliğ maksatlı olan diplomatik işlerde görevlendirdiği kişileri güzel konuşan, cesur, insan ilişkilerinde başarılı, temsil kabiliyeti yüksek ve tebliğin muhtevasına vakıf kişilerden seçerdi. Tebliğ maksatlı olmayan ve iş bitirmeye yönelik işlerde ise cesur, gözü pek, söz sanatını iyi kullanan kimseleri tercih ederdi. Hayber’in Fethi (7/628) Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’de üç Yahudi kabilesi vardı. Ayrıca Hayber, Fedek, Teymâ ve Vadilkurâ’da yaşayan Yahudiler de vardı. Medine’den sürgün edilen Yahudilerden bir kısmı buralara yerleşmişti. Medine-Suriye yolu üzerinde, Medine’ye 150 km. uzaklıkta bulunan Hayber, sadece Yahudilerin yaşadığı önemli bir şehirdi. Şehir, üç ayrı bölgedeki sekiz kaleden oluşuyordu. Hayber’e yerleşen Nadîroğulları liderleri, Hayber Yahudilerini Müslümanlara karşı düşmanca bir siyaset takip etmeye sevk ettiler. Hendek savaşından önce Arap kabilelerini Kureyş’in etrafında toplamayı başaran bu liderler, istediklerini elde edemeyince yeni arayışlara girdiler. Bu sefer Fedek, Teymâ ve Vadilkurâ Yahudilerini ve Gatafanoğullarını yanlarına alarak Hayber’de yeni bir hazırlığa başladılar. Hz. Peygamber, Yahudilerin bu faaliyetini haber alınca düşmana saldırı fırsatı vermemek için onlardan önce harekete geçti. İki yüzü atlı, bin dört yüzü yaya olan 1600 kişilik ordusuyla Medine’den yola çıktı. Ordunun içinde 20 hanım vardı. Bunların içinde Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Seleme ve halası Safiyye’de vardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Bunlar, yaralıları tedavi edecek, yemek yapacak ve geri hizmette orduya yardımcı olacaklardı. İslam ordusu hızlı bir yürüyüşle, önce Gatafan üerine yürüyormuş gibi bir hava vererek dört gün sonra bir gece vakti Hayber şehrine ulaştı. Hz. Peygamber, gece baskını yapmadı ve sabahı bekledi. Gatafanoğullarından ve daha başka yerlerden Hayber’e gelebilecek yardımı engellemek için yollara birlikler yerleştirdi. Bu sırada da şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Biz, bu şehir halkının hayrını istiyoruz. Bu şehrin halkının kötülüklerine karşı sana sığınıyoruz.” Hayber de Medine gibi ziraate elverişli bir yerdi. Oranın halkı da Medineliler gibi ziraatle meşgul olurdu. Sabah erkenden bahçelerine ve tarlalarına gitmek için kalelerinden çıkan Hayberliler, İslam ordusunu görünce korku içinde kalelerine çekilip kapılarını kapattılar. Hz. Peygamber, her zaman yaptığı gibi önce Yahudileri İslam’a davet etti. Teklifinin reddedilmesi üzerine Hayber kalelerini kuşatma altına aldı. Yapılan çarpışmalar neticesinde kaleler birer birer alındı. İlk anda alınamayan Kamûs kalesini de Hz. Ali’nin kumanda ettiği birlik aldı. Neticede Hayber fethedildi. Çeşitli rivayetlere göre Yahudilerin 20.000 veya en az 10.000 savaşçıları vardı. Ayrıca müstahkem kalelerinde savunma avantajına sahiptiler ve silahları da boldu; yine de mağlup oldular. Hayber’in fethi esnasında Müslümanlar on beş şehit verdi. Yahudilerden de doksan üç kişi öldü. Yenik duruma düşen Hayberliler, ziraat işlerini iyi bildiklerini söyleyerek topraklarında yarıcı olarak kalma teklifinde bulundular. Hz. Peygamber, İslam Devleti’nin gerekli gördüğünde onları topraklarından çıkarma hakkını saklı tutarak bu tekliflerini kabul etti. Buna göre Yahudiler, her yıl ziraattan elde ettiklerinin yarısını İslam Devleti’ne vereceklerdi. Hayber’in fethinde ele geçirilen taşınabilir ganimetlerin dağıtımında Hz. Peygamber, savaşa katılan kadınlara da pay verdi. Savaşta öldürülen Nadîroğulları lideri Huyey b. Ahtab’ın gizlediği hazinesi bulunarak yoksullara dağıtıldı. Hayber savaşı sırasında Habeş Muhacirleri de Medine’ye dönmüşlerdi. Medine’den Hayber’e gelen Cafer ve arkadaşlarına da ganimetten pay ayrıldı. Hayber çevresindeki Yahudi yerleşim merkezleri olan Fedek, Teymâ ve Vadilkurâ’da oturan Yahudiler de topraklarında yarıcı kalarak İslam Devleti’nin hâkimiyetini kabul ettiler. Fetihten sonra birkaç gün Hayber de kalan Hz. Peygamber’i Zeynep adındaki bir Yahudi kadın zehirlemek istedi. Kendisine ikram edilen oğlak etindeki zehiri fark eden Hz. Peygamber, lokmayı ağzından çıkardı. Ancak etten yiyen Bişr b. Berâ isimli sahabi zehirlenip öldüğü için bu kadına kı Sâsânî uygulandı. Affedildiği de rivayet edilir. Hayber’in fethinde alınan esirler arasında Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye’de vardı. Safiyye’nin kocası Kinâne b. Rebî, bu savaşta ölmüştü. Hz. Peygamber, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Safiyye’yi Müslüman olup kendisiyle evlenme veya ailesine geri dönme hususunda serbest bıraktı. Safiyye de Müslüman oldu ve Hz. Peygamber ile evlendi. Umretu’l-Kazâ (Zilkade 7 / Mart 629) Hudeybiye musalahasının üzerinden bir yıl geçmişti. Hz. Peygamber, bu musalahada hicretin yedinci yılının Zilkade ayında yapılması kararlaştırılan umre için hazırlık yapmaya başladı. Hudeybiye’de bulunanlar başta olmak üzere 2.000 kişiyle birlikte umre yapmak için Mekke’ye doğru yola çıktı. Yanına 70 kurbanlık deve aldı. Müslümanların Mekke’ye yaklaştığını duyan müşrikler üç günlüğüne şehri terk ederek civardaki tepelere ve dağ yamaçlarına çekildiler. Müslümanlar büyük bir sevinç içinde telbiye getirerek şehre girdiler. Kâbe’yi görünce de tekbir getirdiler. Hz. Peygamber’in peşine takılarak tavaflarını yaptılar; Safâ ile Merve arasında say ettiler. Güçlü ve kuvvetli olduklarını göstermek için tavaf ve say esnasında dimdik bir hâlde, koşarcasına ve omuzlarını silke silke yürüdüler. Müslümanların tavaf ve saʻy bitirmelerinden sonra Hz. Bilal, Kâbe’nin damına çıkarak öğle ezanını okudu. Sonra da Müslümanlar cemaat hâlinde öğle namazını kıldılar. Daha sonra saçlarını tıraş ettiler, sonra da kurbanlarını kestiler ve ihramdan çıktılar. Bir yıl önce yapılmayan umre, şimdi yapıldığı için “el-umretu’lkazâ” diye anıldı. Hz. Peygamber’in bir yıl önce gördüğü rüya gerçekleşmiş ve Müslümanlar huzura kavuşmuş oldular. Müslümanlarla yan yana olmamak için şehri terk eden müşrikler, bulundukları yerlerden Müslümanları izledi ve onların olgun davranışlarından etkilendiler. İçlerinde İslam’a ve Müslümanlara karşı bir ilgi ve alaka uyandı. Bu açıdan umre, Mekkeliler’in gönüllerini fetheden bir ibadet oldu. Hz. Peygamber’in amcası Abbas, İslam’ı kabul ettiği hâlde hâlen Mekke’de ikamet ediyordu. Hz. Peygamber, amcası Abbas’ın dul ve Müslüman olan baldızı Meymûne’nin teklifini kabul ederek onunla evlendi. Bu evliliğinden dolayı Müslümanlara ve Mekkeliler’e bir düğün yemeği vermek ve iki toplumu bir araya getirmek istiyordu. Mekkeliler, verdikleri üç günlük sürenin dolduğunu ileri sürerek bu daveti kabul etmediler. Üç gün Mekke’de kalan Müslümanlar, büyük bir sevinç içinde Medine’ye döndüler. Hz. Peygamber, dönerken şehit amcası Hamza’nın öksüz kızı Ammâre’yi, onun isteği ve bazı sahabilerin dilekleri doğrultusunda beraberinde Medine’ye getirdi. Zeyd b. Hârise, Ali b. Ebî Tâlib ve Cafer b. Ebî Tâlib arasında Ammâre’nin bakımı ve himayesini üstlenme konusunda çıkan anlaşmazlığı tatlıya bağlayan Hz. Peygamber, bu görevi Cafer b. Ebî Tâlib’e verdi. Hz. Peygamber, Ammâre’yi Cafer’e vermesinin sebebini ise Cafer’in, Ammâre’nin teyzesi Esmâ bt. Umeys ile evli olması, teyzenin ise anne makamında olduğu, dolayısıyla bir kızın teyzesi ve halası üzerine nikâhlanamayacağı şeklinde açıkladı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi HİCRETİN SEKİZİNCİ YILI OLAYLARI (629-630) Mûte Savaşı (Cemaziyülevvel 8 / Ağustos-Eylül 629) Hz. Peygamber’in, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği ve Medine’de İslam Devletini kurduğu sırada dünyanın en büyük devletlerinden biri de Bizans imparatorluğuydu. Bizans imparatorluğu, Arap yarımadası ile kendi toprakları arasında bir tampon devlet kurarak kendini emniyete almıştı. Bu devlet, Gassânîler Devleti’ydi. Arap olan Gassânîler, Bizanslılar gibi Hristiyan dinine mensuptular. Hudeybiye musalahasından sonra hükümdarlara İslam’a davet mektupları gönderen Hz. Peygamber, hem Bizans imparatoruna hem de Gassân emirine davet mektubu göndermişti. Müslümanlarla Bizanslılar arasında yapılan ilk savaş olan Mûte savaşının sebebi, Gassânî emirlerinden birinin, bu davet mektubunu götüren Müslüman bir elçiyi öldürmesidir. Hz. Peygamber’in İslam’a davet için Busrâ emirine gönderdiği elçi Hâris b. Umeyr, Mûte’den geçerken, Bizans adına bölgeyi idare eden Hristiyan Gassânî emiri Şurahbil b. Amr tarafından öldürüldü. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in aynı yıl içinde (Rebiülevvel 8/Temmuz 629) bölge halkını İslam’a davet için Belkâ’ya bir günlük mesafedeki Zatuatlâh’a gönderdiği on beş kişilik heyet üyeleri, ok yağmuruna tutularak şehit edildiler. İçlerinden sadece Kaʻb b. Umeyr yaralı olarak kurtuldu ve acı haberi Medine’ye getirdi. Elçisinin öldürülmesini bir savaş sebebi sayan Hz. Peygamber, bölgeye göndermek üzere 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun başına Zeyd b. Hârise’yi komutan tayin etti sonra da şöyle buyurdu: “Şayet, Zeyd, savaşta şehit olursa, komutayı Cafer alsın! Cafer de şehit düşerse, Abdullah b. Revâha orduya komutanlık etsin! O da şehit olursa, artık Müslümanlar kendi aralarından birini komutan olarak seçsinler.” Hz. Peygamber, orduyu yolcu etmek için Medine’nin “Seniyyetü’l-veda” denilen tepesine kadar gitti ve onlardan Mûte’ye kadar giderek elçiyi öldüren Şurahbil b. Amr’ı ve halkını önce İslam’a davet etmelerini, kabul etmezlerse savaşmalarını istedi. Kadınları, çocukları, yaşlıları ve manastırlara çekilmiş din adamlarını öldürmemeleri, evleri yıkıp tahrip etmemeleri, ağaçları kesmemeleri emrini verdi. İslam ordusunun Medine’den hareket ettiğini öğrenen Şurahbil b. Amr, o sırada bölgede bulunan Bizans imparatorundan yardım istedi. İmparator, Sâsânîlerle savaş için hazırladığı birlikleri onun yardımına gönderdi. Bölgede yaşayan Arap kabilelerinden savaşçıların da bu orduya katılmasıyla Bizans ordusunun sayısı yüz bine (bir rivayete göre iki yüz bine) ulaştı. Maân’a gelip karargâh kuran Zeyd b. Hârise, düşmanın gücünü öğrenince durumu arkadaşlarıyla müzakere etti. Vaziyetin derhal Hz. Peygamber’e bildirilmesi ve alınacak cevaba Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi göre hareket edilmesi fikri kabul edilmek üzere iken Abdullah b. Revâha, etkili bir konuşma yaparak, düşmanla derhal savaşılması gerektiğini, yenseler de yenilseler de iki güzel neticeden birine ulaşacaklarını, ya gazi ya da şehit olacaklarını söyledi. Abdullah’ın bu konuşmasından sonra savaş kararı alındı. Yürüyüşe geçen ordu Mûte’ye vardı. İslam ordusu, kendisinin otuz (veya altmış) katı bir ordu ile savaşa girmeye çekinmeden düşman üzerine atıldı. Çarpışmanın ilk safhasında Zeyd b. Hârise, ikinci safhasında da Cafer b. Ebî Tâlib kahramanca savaşarak şehit oldular. Sancağı devralan ve şiirler okuyarak savaşan Abdullah b. Revâha’nın da şehit düşmesinden sonra İslam ordusu Hâlid b. Velid’i komutan seçti. Akşama doğru kumandayı eline alan Hâlid, hava kararıncaya kadar savaştı. Onun etrafında saf bağlayan sahabiler, ani saldırıyla pek çok düşman askerini öldürdüler. Gece olunca iki taraf da karargâhlarına çekildi. Düşman ordusunun büyüklüğünü dikkate alan Hâlid, ertesi gün değişik bir taktik uygulamayı düşündü. Ordunun sağ tarafındaki askerleri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya ve arkadakileri öne almak suretiyle, düşman üzerinde, geceleyin kendilerine yardım birliklerinin geldiği intibaını uyandırmaya ve ani bir taarruzdan sonra birliklerini emniyet içinde çöle doğru çekmeye karar verdi. Sabah olunca, düşman üzerine ani bir taarruza geçti. Karşılarında değişik simalar gören düşman askerleri, Müslümanlara yardım geldiğini sanarak korkuya kapıldılar ve gerilemeye başladılar. Beklediği anın geldiğini gören Hâlid, ordusunu hızlı bir şekilde geri çekti. Kendileri için bir tuzak kurulmasından ve Hâlid’in kendilerini çöle çekerek orada savaşmak istemesinden endişeye kapılan düşman askerleri, Müslümanları takip etme cesaretini gösteremeyince savaş sona erdi. Hâlid b. Velid, ordusunu sağ salim Medine’ye getirmeyi başardı. Mûte savaşının olduğu gün Hz. Peygamber, Medine’de mescidin minberine oturup savaş meydanına bakarak olup bitenleri mescitte bulunanlara anlattı. Üç komutanın şehit düşmesini şöyle dile getirdi: “Zeyd, sancağı eline aldı; şimdi vurulup şehit düştü. Sonra sancağı Cafer aldı, o da şehit oldu. Daha sonra sancağı Revâha’nın oğlu aldı ve oda şehit düştü. Son olarak sancağı Allah’ın kılıçlarından biri aldı. Nihayet Allah, mücahitlere fethi müyesser kıldı.” Bundan sonra Hâlid, Seyfullah (Allah’ın kılıcı) olarak anıldı. Hz. Peygamber, bu savaşta kesilen iki kolunun yerine iki kanat verilen ve bu kanatlarıyla cennete uçtuğunu müjdelediği Cafer’in evine gidip ev halkına baş sağlığı dileğinde bulundu. O günden sonra Cafer, uçan Cafer manasında Cafer-i Tayyar olarak anıldı. Bu çetin savaşta İslam ordusu üçü komutan, dokuzu da asker olmak üzere 12 şehit verdi. Bu netice, İslam ordusu için büyük bir zaferdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Zâtü’s-selâsil Seriyyesi (Cemaziyülahir 8 / Ekim 629) Hudeybiye musalahasının şartlarından biri de çevredeki kabilelerin durumu ile alakalıydı. Arap kabileleri Mekke müşriklerinin veya Müslümanların yanında bulunma konusunda serbest bırakılmışlardı. Müşriklerle birlikte hareket etmeyi seçen bazı kabileler, Medine’ye saldırılar düzenleyerek insanlara ve hayvanlara zarar veriyorlardı. Kudâa kabilesinin bazı kollarının, Medine’nin otlaklarında otlayan sürüleri yağmalamak için hazırlık yaptıkları duyuldu. Hz. Peygamber, onlara fırsat vermemek için Amr b. el-Âs komutasındaki 300 kişilik bir askeri birliği onların üzerine gönderdi. Düşmanın kalabalık ve güçlü olduğunu öğrenen Amr, Medine’ye adam gönderip Hz. Peygamber’den yardım istedi. Ebû Ubeyde b. Cerrâh komutasında gönderilen yardım birliğinin içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de vardı. Amr b. el- Âs, iyi bir asker ve başarılı bir diplomattı. Hudeybiye musalahasından sonra Medine’ye gelerek Müslüman olmuştu. Vaktiyle Habeş Muhacirlerini geri istemek için Kureyş adına Necâşi’nin huzuruna çıkmıştı. Şimdi ise İslam’la şereflenmiş ve bir seriyyeye komutan olmuştu. Amr b. Âs, başarılı olmak için gerekli olan bütün tedbirleri aldı ve itirazlara kulak asmadı. Havanın çok soğuk olmasına rağmen gece ateş yakılmasına izin vermedi. Ayrıca ihtilam olup gusletmek mecburiyetinde kalanlara da yıkanma izni vermedi, teyemmümle namazlarını kılmalarını emretti. Sabah erkenden düşman üzerine hücum etti ve galip geldi. Düşman geride birçok ganimet malı bırakarak kaçtı. Amr, birkaç gün orada kaldıktan sonra elde ettiği ganimet mallarıyla birlikte Medine’ye geri döndü. Hz. Peygamber, her seriyye dönüşünde, seriyye komutanı ve askerlerin intibalarını dinlerdi. Bu seriyyede bulunanlar Amr’ın uygulamalarından şikâyetçi oldular. Amr b. el-Âs kendisini şöyle savundu: “Ateş yakmalarına izin verseydim, düşman bizim az olduğumuzu anlardı. Kaçan düşmanı, muhtemel bir pusuya düşürmemek için takip ettirmedim. Hava soğuktu, ihtilam olanların su ile yıkanmaları tehlikeliydi. Bu sebepten dolayı buna da izin vermedim.” Hz. Peygamber, komutan Amr b. Âs’ın hareket tarzını beğendi ve kendisini takdir etti. Mekke’nin Fethi (20 Ramazan 8 / 11 Ocak 630) Mekke müşrikleri, Hudeybiye antlaşmasından sonraki gelişmelerin Müslümanların lehine dönmesinden rahatsız oldular. Bu antlaşmanın üzerinden henüz iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Bilindiği gibi antlaşmanın şartlarından biri de “Diğer Arap kabileleri, iki taraftan biriyle ittifak kurmada serbesttirler.” şeklindeydi. Bu maddeye göre Mekke yakınlarında oturan Huzâa kabilesi Müslümanlarla, Bekiroğulları kabilesi de müşriklerle ittifak kurmuştu. Bekiroğulları, hicretin sekizinci yılı Şaban ayında Huzâa kabilesine bir gece baskını düzenleyerek 23 kişiyi öldürdüler. Bu baskından canlarını kurtarmak için Harem’e sığınanları da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi öldürdüler. Mekke müşrikleri, tamamen haksız olan bu saldırıda Bekiroğullarına silah ve binek desteği verdiler. Hatta Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil ve müşriklerden bazı gençler yüzlerini gizleyerek baskına katılmışlardı. Huzâa kabilesinin reisi, durumu bildirmek ve yardım istemek için kırk kişilik bir heyetle Medine’ye geldi. Hz. Peygamber de yardım sözü verip kendilerini kabilelerine gönderdi. Huzâalılar’ı yolcu ettikten sonra Mekke’ye bir elçi göndererek, kendilerine şu üç tekliften birini kabul etmelerini sundu: Öldürülen Huzâalılar’ın ailelerine diyet ödenmesi, Bekiroğullarını himaye etmekten vazgeçilmesi, Bu iki şarttan herhangi birinin kabul edilmemesi hâlinde iki taraf arasında yapılmış olan Hudeybiye barış antlaşmasının bozulmuş sayılması. Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’in çok makul olan birinci teklifini kabul etmek yerine, üçüncü teklifini kabul ettiler. Aslında bu, Müslümanları Mekke fethine davet etmek demekti. Bunun böyle olacağını sonradan anladılar ve yaptıklarına pişman oldular. Bir çözüm yolu bulması veya antlaşmayı yenilemesi için reisler Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Medine’ye gelen Ebû Süfyan, burada hiçbir iş göremedi. Hz. Peygamber’in kendisine olumlu veya olumsuz herhangi bir cevap vermemesi üzerine, Hz. Peygamber’in eşi olan kızı Ümmü Habibe ve ardından da ashabın ileri gelenlerini dolaşarak yardımlarını istedi. Ancak hiç kimseden destek bulamayınca Mekke’ye eli boş döndü. Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ın Medine’den ayrılmasından sonra, nereye gidileceği ve kiminle savaşılacağını açıklamadan ashabına savaş için hazırlanmalarını emretti. Çevredeki Müslümanlara da haber göndererek silahlarını kuşanıp ramazanın ilk günlerinde Medine’ye gelmelerini bildirdi. Yapılan hazırlıkların Mekkeliler tarafından duyulmaması için Mekke’ye giden yolları kontrol altına aldı. Hz. Peygamber, bir savaşa çıkacağı zaman asıl hedefini saklar, başka bir hedefe gidecekmiş intibaını verirdi. Şimdi de Mekke üzerine gidileceğini gizleyerek Necid taraflarına gidecekmiş gibi o tarafa birlikler gönderdi. Niyeti, Mekkelileri hazırlıksız yakalamak ve kan dökülmeden teslim olmalarını sağlamaktı. Bu arada istenmeyen bir durum oldu. Hâtıb b. Ebî Beltea isimli sahabi bir yanlışlık yaparak, yazdığı bir mektupla, yapılan savaş hazırlıklarını Mekkeliler’e bildirmek istedi. Yüce Allah bu durumu vahiy yoluyla Hz. Peygamber’e haber verdi. Hz. Peygamber’in yola çıkardığı Ali, Zübeyir ve Mikdat isimli sahabiler mektubu götüren meczup kadını yolda yakaladılar, mektubu alıp getirdiler. Hz. Peygamber tarafından sorguya çekilen Hâtıb, asla İslam’dan dönmediğini, bu mektubu Mekke’deki kimsesiz yakınlarına faydası olur düşüncesiyle yazdığını söyledi. Hâtıb, ilk Muhacirlerden ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Bedir ashabındandı. Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın Bedir gazileri hakkındaki umumi af vadine dayanarak onu affetti. Hz. Peygamber, Medine’den her ayrıldığında yerine sahabilerden birini vekil bırakırdı. Şimdi de bu görevi Ebû Ruhm’a (veya Abdullah b. Ümmü Mektûm’a) bırakarak on bin kişilik ordusuyla Medine’den ayrıldı (10 Ramazan 8/1 Ocak 630). Yolda, o sırada Mekke’den Medine’ye hicret eden amcası Abbas ile karşılaştı. Abbas, eşini ve çocuklarını Medine’ye göndererek Hz. Peygamber’in ordusuna katıldı. Ordu, Mekke yakınlarındaki Merrüzzahran vadisine kadar gelerek orada konakladı. Hz. Peygamber, Mekkeliler’in gözünü korkutmak ve çarpışmadan teslim olmalarını sağlamak için geceleyin her askerin bir ateş yakmasını emretti. Müslümanların kendilerine savaş açabilecekleri korkusu içinde olan ve şehir dışına çıkarak gelip gidenlerden bir haber almaya çalışan Ebû Süfyan ve iki arkadaşı bu ateşlerin mahiyetini öğrenmeye çalışırken Müslüman gözcüler tarafından yakalanıp Hz. Peygamber’in huzuruna getirildiler. Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in huzurunda Müslüman oldu. Sabah olunca Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ı amcası Abbas’ın nezaretinde İslam ordusunun resmigeçit yapacağı daracık yol geçidine gönderdi ve ordunun geçişini izlettirdi. Sonra da onu, Mekkeliler’in savaşsız teslim olmalarını sağlamak üzere şu üç talimatla Mekke’ye gönderdi. Kâbe’ye sığınanlara dokunulmayacak. Ebû Süfyan’ın evinde toplananlara dokunulmayacak. Kendi evinde kalanlara dokunulmayacak. Ebû Süfyan’ı bu talimatlarla Mekke’ye gönderen Hz. Peygamber, resmigeçitten sonra ordusunu dört kola ayırdı. Mecbur kalmadıkça kan dökülmemesini emretti. Önceden işledikleri ağır suçlar sebebiyle on bir erkek ve altı kadın af dışında tutuldu. Fetihten sonra bunların üçü hariç diğerleri affedildi. Dört kola ayrılan birliklerden birinin başında Hâlid b. Velid vardı. Diğer kolların komutanları da Zübeyir b. Avvâm, Saʻd b. Ubâde ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh idi. Hâlid’in kumandasındaki birlik hariç, diğer üç kol Mekke’ye çarpışma olmadan girdiler. Hâlid’in birliği küçük bir gurubun saldırısıyla karşılaşınca çatışma çıktı. Bu arada iki Müslüman şehit oldu, müşriklerden on üç kişi öldü. Bu duruma üzülen Hz. Peygamber, çatışmanın müşriklerin saldırıları yüzünden çıktığını öğrenince rahatladı. On bin kişilik İslam ordusu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630) Cuma günü sabahleyin Mekke’ye girdi. Şehre, merkezi birliğin başında giren Hz. Peygamber, sancağını Hacûn mevkiine diktirdikten sonra biraz dinlendi, sonra da Kâbe’ye geldi, Hacerülesved’i selamladı ve öptü. Elindeki sopa ile putları devirdi, Kâbe’yi tavaf etti. Daha sonra da ashabına Kâbe’nin içinde ve çevresinde hiçbir put bırakılmamasını emretti. Kâbe kapısının eşiğinde durarak şu konuşmayı yaptı: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi “Allah’tan başka ilah yoktur. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Allah, vaadini yerine getirdi ve kuluna yardım etti. İyi biliniz ki, bütün cahiliye âdetleri, bütün mal ve kan davaları ayağımın altındadır. Sadece Kâbe hizmeti (hicâbe) ve hacılara su dağıtılması (sikâye) bunun dışındadır. Ey Kureyş topluluğu! Allah, sizden cahiliye gururunu, soyla ve babayla övünmeyi gidermiştir. Bütün insanlar Âdem’den Âdem de topraktan yaratılmıştır…” Hz. Peygamber, bu konuşmasının ardından kendilerine nasıl muamele edileceğini endişe içinde ve merakla bekleyen Mekkeliler’e şu genel af ilanını duyurdu: “Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” Hz. Peygamber, Mekke döneminde kendisine ve arkadaşlarına her türlü olumsuz muameleyi yapan ve Medine’ye hicret ettikten sonra kurulan İslam Devleti’ni yıkmak için savaşlar açan Mekkelileri, isteseydi kılıçtan geçirebilirdi, ama bunu yapmadı ve hepsini affetti. Çünkü onun hedefi insanları yok etmek değil, onları diriltmekti. Mekke’yi fetheden Hz. Peygamber, hiç kimsenin malına mülküne dokunmadı. Muhacirlerin geride bıraktıkları ev ve gayrimenkul malların peşine düşmedi. Hz. Peygamber, bu davranışlarıyla Mekkeliler’in en kısa zamanda Müslüman olmalarına zemin hazırlamış, onlara dünyanın en büyük fırsatını sunmuştu. Çok geç de olsa gerçeği anlayan Mekkeliler, bu defa onu yanıltmadılar. Öğle namazının ardından önce Müslüman olan erkekler, ardından da kadınlar kendisine biat ettiler. Henüz buna hazır olmadığını bildirenlere istediklerinden fazla mühlet verdi. Mekke fethinden sonra Mekkeliler’in Müslüman olması Hz. Peygamber’i çok sevindirdi. Fetihten sonra birkaç gün Mekke’de kalan Hz. Peygamber, bu günlerde bazı sahabileri Mekke civarındaki kabilelere ait putları yıkmakla görevlendirdi. Ardından da bazı kabileleri İslam’a davet için elçiler gönderdi. Neticede İslam dini her tarafa yayıldı. Hz. Peygamber, etrafa elçiler ve seriyyeler gönderdiği bu günlerde Hâlid b. Velid’i de 350 kişilik birliğin başında Cezîme b. Amir kabilesine gönderdi. Hâlid, onlardan silahlarını bırakıp Müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silahlarını bırakmaya razı oldular ve “sabe’nâ=dinimizi değiştirdik” ifadesini kullandılar. Ancak Hâlid, bu ifadeden onların Müslüman olmadıkları anlamını çıkardı ve kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti; ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Ensar ve Muhacirlerden oluşan askerler, onların Müslüman olduklarını düşünerek esirleri öldürmediler. Ancak Süleymoğullarından olan askerler, otuz kadar esiri öldürdü. Hz. Peygamber, bu durumu öğrenince çok üzüldü. Hâlid’i onların durumu hakkında acele etmekle suçladı ve “Allah’ım! Ben Hâlid’in yaptıklarından beriyim” dedi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddi zararı tazmin ettirdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Huneyn Savaşı (11 Şevval 8 / 1 Şubat 630) Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra çevre kabileler üzerine ya seriyyeler gönderiyor, onlardan gelebilecek tehlikeleri önlüyor veya onlara elçiler gönderiyor, kendilerini İslam’a davet ediyordu. İşte bu sırada Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin savaş hazırlığı yaptıklarını öğrenince, yeni Müslüman olan Attâb b. Esîd’i Mekke’de vali olarak bırakıp Huneyn vadisine doğru hareket etti. Büyük bir kabile olan Hevâzin ve Tâif’te oturan Sakîf, şimdiye kadar Mekkeliler’in yanında yer alıyorlardı. Mekke’nin fethi ile sarsılan Hevâzin ve Sakîf sıranın kendilerine geldiğini anladılar. Bu iki kabile, Müslümanlara karşı ittifak kurarak savaş hazırlığına başladılar. İstihbarata çok önem veren Hz. Peygamber, Hevâzin lideri Mâlik b. Avf’ın kumandasında yürütülen savaş hazırlığını duyunca, durumun tespiti için Abdullah b. Ebî Hadred’i onların oturduğu bölgelere gönderdi. Haber doğrulanınca, ordusunun başında Huneyn vadisine hareket etti. Huneyn vadisi, Mekke’nin kuzeydoğusunda ve Mekke’ye 36 km. uzaklıktaydı. Hz. Peygamber, buraya on iki bin kişilik ordu ile hareket etti. Mekke fethine gelen on bin kişiye, iki bin kişi de Mekke’den katıldı. Henüz iman etmeyen 80 kişi de bu orduya katılmıştı. Ordunun azameti bazı Müslümanları gururlandırmış ve “bu ordu yenilmez” diyenler olmuştu. Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin oluşturduğu orduyu idare edecek olan Mâlik b. Avf, otuz yaşlarında genç bir liderdi. Askere cesaret vermek, cepheden kaçmalarını önlemek ve bir ölüm kalım savaşına girmelerini sağlamak maksadıyla, kabilesinin kadınlarını, çocuklarını ve tüm hayvanlarını savaş meydanına getirdi. Bu genç lider, yaşlı lider Düreyd b. Sımme’nin, “yenilgiye uğrayan askeri, hiçbir şeyin geri çeviremeyeceği” uyarılarına aldırmamıştı. Düşman, Huneyn vadisinin dar bir noktasındaki yamaçlara okçularını yerleştirerek İslam ordusuna pusu kurdu. 11 Şevval 8/1 Şubat 630 günü sabahın alacakaranlığında vadiye giren İslam ordusunun Hâlid b. Velid komutasındaki öncü birlikleri, iki taraftan ok yağmuruna tutuldu. Öncü birlik geri çekilmek zorunda kalınca panik hali tüm orduyu etkiledi ve askerler kaçışmaya başladılar. Ancak Hz. Peygamber, bu zor anda olduğu yerde kaldı ve kaçışan askerlerine seslenerek onları etrafında toplamaya çalıştı. Amcası Abbas da gür sesiyle ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu sırada askerlerin büyük bir bölümü savaş alanından uzaklaşmıştı. Hz. Peygamber’in etrafında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali başta olmak üzere yüz kadar sahabi kalmıştı. Hz. Peygamber’in gösterdiği sebat ve metaneti ayrıca Abbas’ın uzak noktalardan duyulabilen gür sesi sayesinde İslam askerleri yeniden toparlandı. Hz. Peygamber’in emriyle başlayan taarruz, kısa süre içinde kazanılan bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların taarruzu karşısında bozguna uğrayan düşman, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını savaş alanında bırakıp kaçtı. Bu savaşta Müslümanlardan dört şehit, düşmandan 170 (yüz yetmiş) ölü vardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Ayrıca Müslümanlar, bu savaşta düşmandan çok büyük miktarda ganimet elde ettiler. Düşmanın savaş alanına getirdiği kadınlar, çocuklar ve malları oldukları yerde bırakıp kaçmaları sebebiyle, çok sayıda esir ve bol miktarda ganimet ele geçirildi. Hz. Peygamber, kaçan düşmanın takip edilmesi için, esirler ve ganimetlerin Cirâne denilen yerde koruma altına alınmasını emretti. Düşman ordusunun büyük bir kısmı, komutanlarıyla birlikte Tâif’e, bir kısmı Evtâs’a, geri kalanları da Nahle’ye doğru kaçmışlardı. Savaşın ertesi günü bir birliği Evtâs’a, bir birliği Nahle’ye sevk eden Hz. Peygamber, ordunun büyük bir kısmıyla Tâif üzerine yürüdü. Nahle’ye doğru kaçanlar, Müslümanlar tarafından takip edildi ve zararsız hale getirildiler. Hz. Peygamber, Evtâs’a gönderdiği birliğin başına Ebû Musa el-Eşʻarî’nin amcası Ebû Amir’i komutan tayin etti. Evtâs’ta toplanan düşmanların başında da Düreyd b. Simme vardı. Yapılan savaşta Düreyd öldürüldü. Ebû Amir’de yaralandı. Yanında bulunan Ebû Musa’yı kendi yerine komutan yaptıktan sonra da vefat etti. Ebû Amir, Düreyd’in oğlu tarafından yaralanmış ve İslam sancağı elinden alınmıştı. Yerine geçen Ebû Musa, düşmana karşı hücuma geçti. Hem sancağı kurtardı, hem de savaşı kazandı. Pek çok esir ve ganimetle geri döndü. Tâif Kuşatması (Şevval 8 / Şubat 630) Tâif’e ulaşan Sakif ve Hevâzinliler, şehir surlarının kapılarını kapatıp şehrin kalesinde savaşa hazırlanmışlardı. Bir yıllık erzak depolamışlar ve savunmada kullanmak üzere taş toplayıp bunları atacak sapanlara yerleştirmişlerdi. Onların peşinden Tâif’e kadar gelen Hz. Peygamber, sağlam bir surla çevrili şehri kuşatma altına aldı. İslam’a girmeyi veya teslim olmayı reddeden Tâifliler, erzakları tükeninceye kadar savunmayı devam ettirip sonunda ölüm kalım mücadelesine gireceklerini söylüyorlardı. Kuşatmanın ilk safhasında kalelerden Müslümanları ok yağmuruna tuttular. Atılan oklardan Müslümanlardan yaralananlar ve şehit düşenler oldu. Bunun üzerine ordugâhını biraz geriye çeken Hz. Peygamber, sur içine taş ve yanıcı maddeler atabilen mancınık; ayrıca surlara yaklaşıp tahrip etmekte yararlanılan sığır derisiyle kaplı tahtadan yapılmış debbâbe ve debr denilen savaş araçlarını kullandırdı. Ancak savunma savaşını iyi bilen Tâifliler, surlara yaklaşmaya çalışan debr ve debbâbelerin üzerine kızgın yağ veya kızgın demir atarak içindeki askerlerin surlara yaklaşmasına izin vermediler. Hz. Peygamber Tâif’ten çıkıp kendilerine sığınacak kölelerin azat edileceklerini ilan etti. Bunun üzerine 20 civarında köle kaleden inmeyi başararak Müslümanlara katıldı. Bir ay civarında sürdürülen kuşatmanın uzayacağı anlaşılınca, Resulullah, arkadaşlarıyla bir durum değerlendirmesi yaptı. Muâviye b. ed-Di’lî’nin, uzun süre beklenilirse Tâifliler’in teslim olmak zorunda kalacağı, kuşatma kaldırılırsa da artık onlardan Müslümanlara bir zarara gelmeyeceği şeklindeki görüşünü, yerinde bulup kuşatmayı kaldırdı (8/630). Kuşatma sırasında on bir (veya on dört) şehit verilmişti. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Tâif’ten ayrılırken, Tâifliler aleyhinde bedduada bulunması istenince, Allah’tan onlara hidayet nasip etmesini ve onları Müslüman olarak kendisine göndermesini istedi. Resul-i Ekrem’in bu sözleri, Tâif’in kan dökülerek fethedilmesini istemediği ve Tâif halkının Müslüman olarak kendisine gelmeleri beklentisi içinde fethi tehir ettiği şeklinde de yorumlanmıştır. Gelişmeler bu yorumu teyit etmektedir. Şöyle ki, Mekke pazarını kaybeden ve İslamiyet’e giren komşu kabileler tarafından çepeçevre kuşatılan Sakifliler Müslümanlarla savaşarak başa çıkamayacaklarını anlayınca 9/630 yılında Medine’ye bir heyet göndererek İslam’ı kabul ettiler. Kuşatmayı kaldıran Hz. Peygamber, Huneyn’de alınan esir ve ganimetlerinin bekletildiği Cirâne’ye hareket etti. Ganimetlerin Taksimi Hz. Peygamber, 6 Zilkade 8 / 25 Şubat 630’da Cirâne’ye ulaştı. Altı bin civarında esir ile birlikte, büyük miktarda para, kıymetli eşya ve binlerce küçük ve büyükbaş hayvandan oluşan ganimetin taksimi işine başladı. Bu sırada Hevâzin kabilesinden bir heyet, Resulullah’ın huzuruna gelerek pişmanlıklarını arz ettiler. Bu kabileye mensup olan sütannesi Halime ve esirler içinde olan sütkardeşi Şeyma dolayısıyla akraba olduklarını söyleyip kendilerini affetmesi ve esirlerle mallarını geri vermesini istediler. Hz. Peygamber, onlara esirlerle malları arasından birini tercih etmelerini söyledi. Heyet üyeleri savaş esirlerini tercih ettiklerini bildirdiler. Bunun üzerine, kendisi ve ailesinin payına düşen esirleri serbest bıraktığını söyledi. Namazın ardından ashabına hitap ederek onların da hisselerine düşen esirleri serbest bırakmalarını isteyeceğini ifade etti. Namazdan sonra askerler arasında taksim edilen esirlerin geri verilmesi için bir konuşma yaptı. O’nu dinleyen sahabiler, ellerindeki esirlerin tamamını serbest bıraktılar. Bundan çok etkilenen Hevâzinliler, vakit geçirmeden İslam’a girdiklerini açıkladılar. Ganimetlerin beşte biri beytülmale ayrıldı, kalanı gaziler arasında paylaştırıldı. Bütün askerlerin hisseleri dağıtıldıktan sonra, yeni Müslüman olmuş Mekke eşrafı ve diğer kabile liderlerine beytülmale ayrılan beşte birlik hisseden fazla miktarda pay ayrıldı. Kur’an’da “müellefe-i kulûb=kalpleri İslam’a ısındırılmak istenenler” adıyla anılan bu şahıslara yapılan ayrıcalıkta, onların bu lütuf sayesinde samimi birer Müslüman olmalarını sağlamak hedefleniyordu. Hz. Peygamber’in, Cirâne’de yeni Müslüman olmuş Mekke eşrafına ganimet malından bol miktarda hisse vermesi, Ensar gençlerinin kıskançlığına yol açmıştı. Bunu duyan Hz. Peygamber, sadece Ensar’ın katıldığı bir toplantıda, bunun sebebini açıkladı. Onları son derece etkileyen sözlerini şöyle bitirdi: “Eğer hicret şerefi ve fazileti olmasaydı, muhakkak Ensardan bir fert olmak isterdim.” (İbn Hişâm, II, 490). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Bazı Arap Emirliklerine Elçiler Gönderilmesi Huneyn savaşından sonra, Arabistan yarımadasında Müslümanlara karşı koyabilecek ve onlarla boy ölçüşebilecek askeri veya siyasi bir güç kalmamıştı. Dolayısıyla bu savaş, yarımada halkından putperest Araplarla yapılan son büyük çarpışma oldu. Bu gruplara karşı daha sonra yapılan çarpışmalar, küçük çarpışmalar şeklinde geçti. Ganimetleri taksim edip ardından umre yaptıktan sonra Medine’ye dönen Resulullah, Arabistan’da yaşayan Arap kabilelerinin aşağı yukarı tamamına elçiler gönderdi. Yarımadada yaşayan Ehl-i kitap mensuplarına da heyetler göndererek onları İslam’a girmeye davet etti. Diğer taraftan Arap kabilelerinin pek çoğu Medine’ye heyetler göndermeye başladılar. Peygamberimiz’in Oğlu İbrahim’in Doğumu Peygamber Efendimiz’in son çocuğu İbrahim, hicretin sekizinci yılı içinde doğdu. Daha önce belirtildiği gibi İbrahim’in annesi Mısır Mukavkısı tarafından hediye olarak gönderilmiş olan Mâriye isimli kadındı. Peygamberimizin kızlarından Zeynep de bu yıl vefat etti. Mescid-i Nebevî’ye Minber Yapılması Hicri sekizinci yılın sonlarına doğru, önceden minberi olmayan Mescid-i Nebevî’ye üç basamaklı bir minber yapıldı. Resulullah (s) bundan itibaren hutbelerini bu minberin üçüncü basamağında okumaya başladı. HİCRETİN DOKUZUNCU YILI OLAYLARI Tebük Seferi (Receb 9 / Ekim- Kasım 630) Tebük, Medine’nin kuzeyinde, Suriye ticaret yolu üzerinde, Medine’ye 700 km. uzaklıktadır. Kur’an’da, Tebük Seferi’nin düzenlendiği zamana “Sâatü’lusre=güçlük zamanı” denildiği için (Tevbe/9: 117) orduya “ceyşü’l-usre=güçlük ordusu”, gazveye de “Gazvetü’l-usre=güçlük gazvesi” adı verilmiştir. Tebük Seferi’nin sebebi, Bizanslılar’ın Medine’ye saldırı için savaş hazırlığı yaptığı, Suriye’deki Hristiyan Arap kabilelerinin de onlara katıldığı haberinin alınmasıdır. Bu haber yaz mevsiminin en sıcak günlerinde alınmıştı. Ayrıca önemli bir kıtlığın yaşandığı bu günlerde, hurmalar ve diğer meyveler olgunlaşmak üzereydi. Hz. Peygamber, bu haber üzerinde derhal savaş hazırlığını başlattı. Daha önceki gazvelerinde kiminle savaşılacağını son ana kadar gizler, hatta başka bir tarafa gitmek istediğini göstermeye çalışırdı. Ancak bu defa şartların ağırlığı ve özellikle düşman ordusunun büyüklüğü sebebiyle, kiminle savaşılacağını baştan itibaren açıkladı. Çünkü askerlerin ona göre hazırlık yapmasını istiyordu. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Bu arada münafıklar, bozgunculuk yapıyorlar, bu sıcakta sefere çıkılmaz diyerek Müslümanları seferden alıkoymaya çalışıyorlardı (Tevbe/9: 91). Onlardan bazıları, bu maksatla bir Yahudi evini merkez edinmişlerdi. Bu ev ateşe verilerek yakıldı. Birtakım bedeviler savaşa gitmemek için izin istiyorlardı. Müslümanların bir kısmında da, sefere karşı bir isteksizlik vardı. Bu yüzden nazil olan ayetlerle uyarıldılar: “Ey iman edenler! Size ne oldu ki “Allah yolunda seferber olunuz!” denilince Bu yığıldınız ayetlerinkaldınız? inmesinin ardından vazgeçip seferberlik hızlandı. yerinize Yoksa ahiretten dünya hazırlığı hayatına razı mı Peygamberimiz kıtlık ve asker fazlalığı dolayısıyla savaş hazırlıkları için yardım oldunuz. Fakat o dünya hayatının saadeti, ahiret saadetinin yanında pek az bir kampanyası Ebubekir Allah bütünsize malını, Hz.bir Ömer getirdi. şeydir. Eğerbaşlattı. seferberHz. olmazsanız, sızlatıcı azapise ile yarısını azap eder ve Miktar olarak en büyük yardımı yapan Osman, bütün levâzımâtıyla üç yüz yerinize başka bir kavim getirir (veHz. emirlerini o kavme infaz ettirir) de deve siz vePeygamber’e bin dinar bağışladı. Müslüman ona kadınlar mücevherlerini teslim kadar ederek yardım etmezseniz, Allah da yardım eder. Ve şimdiye kampanyaya yardım etti katıldılar. de…” (Tevbe/9: 38–40). Bu ayetlerin inmesinin ardından seferberlik hazırlığı hızlandı. Peygamberimiz kıtlık ve asker fazlalığı dolayısıyla savaş hazırlıkları için yardım kampanyası başlattı. Hz. Ebubekir bütün malını, Hz. Ömer ise yarısını getirdi. Miktar olarak en büyük yardımı yapan Hz. Osman, bütün levazımatıyla üç yüz deve ve bin dinar bağışladı. Müslüman kadınlar da mücevherlerini teslim ederek kampanyaya katıldılar. Resulullah (s), kısa sürede toplanan 30 bin kişilik ordusuyla yola çıktı. Medine’de vekil olarak bu defa Hz. Ali’yi bırakmıştı. Orduyla Veda tepesine kadar gelen baş münafık Abdullah b. Übey, adamlarıyla birlikte geri döndü. Bazı münafıklar, ganimet arzusuyla bu sefere katılmışlardı. Sefer esnasında yine fitne çıkarmaya çalıştılar. Bu sefer hakkında inen ayetlerde, münafıkların gerçek yüzleri bütün açılığıyla ortaya konulmuştur. İslam ordusu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Tebük’e ulaştı. Ancak Bizans ve onu destekleyen Araplarda bir hareket görülmüyordu. Neticede alınan haberin asılsız olduğu anlaşıldı. Peygamberimiz, 20 gün civarında Tebük mevkiinde bekledi. Orada kaldığı bu süre içinde, Eyla, Cerbâ ve Ezruh gibi merkezlerin yerel yöneticileriyle anlaşmalar yaptı. Bu idareciler, Tebük seferinin hazırlıkları sırasında inmiş olan Tevbe suresindeki cizye ayeti (ayet 29) hükmünce, cizye vergisini ödemek şartıyla İslam devletinin hâkimiyetini tanıdılar. Bu ayete göre Ehl-i Kitap olanlar önce İslam’a davet edilir, kabul etmeyip kendi dinlerinde kalmak isterlerse, cizye ödemeleri şartıyla İslam Devleti’nin egemenliğini kabul etmeleri teklif edilirdi. Bunu da kabul etmedikleri takdirde onlarla savaşılırdı. Cizye ayeti ilk defa Tebük seferi esnasında bu yerleşim merkezlerinde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara uygulandı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Düşmanın harp etmek niyetinde olmadığı kesin olarak anlaşılınca Resulullah, daha fazla beklemenin faydasız olacağı kanaatine vardı ve ordusuna geriye dönüş emrini verdi. Sefer dönüşü Medine‘ye yaklaşıldığı sırada, Peygamberimiz’i karşılayan bir grup münafık, Kubâ köyünde yapmış oldukları bir mescitte namaz kılmasını istediler. Bu sırada inen ayette, bu yapının münafıkların toplanması için yapılmış bir fitne yuvası olduğu haber verildi (Tevbe/9: 107). Resulullah, birkaç sahabi göndererek Kur’an dilinde “Mescid-i Dırar” diye isimlendirilen bu yapıyı yıktırdı. Seferden Geri Kalanlar Peygamberimiz, her sefer dönüşünde, Medine mescidinde sefere katılmayanların mazeretlerini dinlerdi. Tebük seferine katılmayan 80 kişi, Mescid-i Nebevî’ye gelerek uydurdukları mazeretlerini açıkladılar. Peygamberimiz, onların dilleriyle söylediklerini e Sâsânî alarak, kalplerinde gizledikleri gerçeği Allah’a havale etti. Bu arada Ensar’dan savaşa katılmayan üç kişi (Kaʻb b. Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilal b. Ümeyye) doğruyu söylediler. Geçerli bir mazeretleri olmadığı hâlde seferden geri kaldıklarını beyan ettiler. Peygamberimiz, onları toplumdan tecrit etmekle cezalandırdı. Diğer Müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı. Bu yasak üzerine, 50 gün boyunca hiçbir Müslüman onlarla konuşmadı. Allah’tan başka sığınacak kapı olmadığını anlayan bu üç kişi, büyük bir pişmanlık içine girmişlerdi. Geniş yeryüzü, artık kendilerine dar geliyordu. Nihayet Cenâb-ı Allah, indirdiği ayetle, büyük bir imtihana tabi tuttuğu üç kulunu affettiğini bildirdi (Tevbe/9: 118-119). Bu hadise, İslam toplumunda sosyal sorumlulukların dağılımındaki has Sâsânîiyeti göstermesi açısından çok dikkat çekicidir. Heyetler Yılı Müzeyne kabilesi, hicretin beşinci yılında İslam’a girdiklerini bildirmek için Medine’ye bir heyet göndermişti. Ancak Mekkelilerle Hudeybiye Antlaşması yapılıncaya kadar, Medine’ye gelen kabile heyetleri yok denecek kadar azdı. Mekke müşriklerinin bu antlaşmayla İslam devletini resmen tanımaları, dinî, siyasi ve ticari nüfuzları altındaki müşrik Arap kabilelerinin tümünü etkiledi. Bu kabilelerden bazıları, bu sulhun yapılmasından itibaren Medine’ye siyasi heyetler göndermeye başladılar. 8 / 630 yılında Mekke’nin fethinin ardından Kureyşliler’in, Huneyn Savaşı’nın ardından da kalabalık Hevâzin kabilesinin İslam’ı kabul etmesi, İslamiyet’in kısa süre içinde bütün Arabistan’a yayılmasına zemin hazırladı. Tebük seferiyle de önemli siyasi bir zafer kazanılmış; ayrıca Arabistan’ın kuzey kısmı İslam hâkimiyetine girmişti. Bu gelişmeler üzerine, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler, Medine’ye heyetler göndermeye başladılar. İslam’a girmek için adeta Kureyş’in İslamiyet’i kabulünü bekleyen bu kabileleri temsil eden heyetlerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi sayısı gittikçe artıyor; Medine’ye gelen heyetler Hz. Peygamber’e İslam’a girdiklerini açıklıyorlardı. Nasr suresinde bu hususa şöyle işaret edilmiştir: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği, insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, rabb’ini överek tesbih et. Ondan mağrifet dile. Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr/110: 1-3) Kabile heyetleri en yoğun olarak hicretin 9. yılında (630-631) geldiler. Onun için bu yıla “heyetler yılı=senetü’l-vüfûd” denildi. Heyetlerin gelişi onuncu yılda da devam etti. Heyet gönderen kabilelerin sayısı 70’i aşıyordu. Medine’de bazen on gün bazen daha uzun süre kalan heyetler önceleri ashabtan bazılarının evlerinde ağırlanıyorlardı. Bazı evler misafirhane olarak tahsis edilmişti, ayrıca Mescid-i Nebevî’nin bitişiğindeki Suffe ve mescidin yanında kurulan çadır misafirhane olarak kullanılıyordu. Heyetlerin büyük bir kısmı, İslam’a girdiklerini açıklamak üzere geliyordu, bunların arasında Sakîf heyeti gibi İslam’ı kabul etmek için bazı şartlar ileri sürenler oluyordu. Tağlib kabilesi ve Necran Hristiyanları gibi Ehl-i Kitab’a mensup birkaç kabile de eski dinlerinde kalarak İslam devletinin hâkimiyeti altına girmeyi kabul ettiler. Hz. Peygamber, heyetleri çok iyi karşılıyor, onları Mescid-i Nebevî’de “Üstüvânetü’l-vüfûd=heyetler sütunu” denilen direğin önünde kabul ederek, her biriyle, kabilelerinin âdetleri üzerine muhatap oluyordu. Onlarla yakından ilgilenip onlara karşı çok nazik davranıyordu. Müslüman olan heyet üyelerinin bir süre Medine’de kalmalarını, bu süre içinde Kur’an okumayı ve dinin temel prensiplerini ve ibadet ahkâmını öğrenmelerini sağlamaya çalışıyordu. Muhacirler ve Ensarla birlikte olmalarını ve onların davranışları ve İslam’ı nasıl yaşadıklarını görmelerini arzuluyordu. Bazılarına emanname ve kendilerine tahsis edilen arazileri bildiren yazı veriyor, bazı kabilelere kendilerinden valiler tayin ediyordu. Hz. Peygamber, İslam’ı kabul eden bu kabilelere, İslam dinini öğretecek muallimler gönderiyor; onlara vazifelerini ve takip edecekleri politikayı belirleyen ahitnameler veriyordu. Kabile halkına İslam dininin e Sâsânîlarını ve Kur’an okumasını öğretmelerini, onların dini meselelerle ilgili her türlü problemlerini çözmelerini istiyordu. Vazifelerini yürütürken Allah rızasını e Sâsânî almalarını, halka iyi davranmalarını ve dini kuralların tatbikinde ihmal göstermemelerini bildiriyordu. Bu kabilelere, idareciler, zekât ve vergi memurları, öğretmenler gönderildi. Neticede İslam dini tüm yarımadaya yayıldı, bazı bölgelerde yaşayan ve cizye vergisi ödemek şartıyla İslam Devleti’nin hâkimiyetini kabullenen birkaç Yahudi ve Necran halkı gibi Hristiyan kabileler dışında, bütün Araplar Müslüman oldu. Ancak bu süreçte, Medine’ye gelen bazı bedevi kabile heyetleri ve heyet içindeki bazı şahıslar, İslam’ı kabul noktasında samimi değillerdi. İslam’ı kabul ettiklerini söyleyerek dönmüş olsalar da bunu kendilerini Müslüman görünmek zorunda hissettikleri için yapmışlardı. Nitekim Esedoğulları ve Hanifeoğulları başta olmak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi üzere bu kabileler, Hz. Peygamber’in hastalandığını duyunca peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan liderlerinin etrafında dinden döndüler. Hz. Ebubekir'in Hac Emiri Olarak Görevlendirilmesi ve Müşriklere Verilen Ültimatom Mekke’de bulunan ve kıblemiz olan Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapıldı. Yapar yapmaz Kâbe’yi ilk tavaf eden de bunlar oldu. Sonra da Hz. İbrahim, halkı Beytullah’ı ziyaret etmeye ve hacı olmaya davet etti. O günden beri insanlar bu ibadeti devam ettirmektedirler. Mekke’nin fethi ile Cahiliye devri Araplarının Kâbe’ye doldurduğu putlar temizlenince Yüce Allah tarafından hac ibadeti de farz kılındı. Hac, hicretin 9. yılında (631) farz kılındı. Ancak Hz. Peygamber, henüz İslam'a girmeyen müşriklerin de hacca geleceğini ve bazılarının, âdetleri olduğu üzere, Kâbe'yi çıplak tavaf edeceğini bildiğinden bu yıl bizzat hacca gitmedi ve Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak görevlendirdi. Hz. Ebubekir'in, 300 hacı adayıyla birlikte Mekke'ye hareket etmesinden kısa bir süre sonra, Tevbe suresinin müşriklerle daha önce yapılmış olan antlaşmaları konu alan ilk ayetleri nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah, Mekke'ye giderek bu ayetlerdeki müşriklere yönelik bir ültimatom mahiyetindeki hükümlerini bildirmesi için kendi ailesinden Hz. Ali'yi yola çıkardı. Hz. Ali yolda kafileye yetişti ve durumu Hz. Ebubekir'e anlattı. Hac ibadeti Hz. Ebubekir'in idaresinde ifa edilirken, Hz. Ali bayramın birinci günü Minâ'da Tevbe suresinin ilk ayetlerini okuduktan sonra müşriklere dört maddelik şu ültimatomu açıkladı: Müşrikler bu seneden sonra Kâbe'ye yaklaştırılmayacaktır. Kâbe'yi çıplak tavaf etmek artık yasaklanmıştır. Müminlerden başkası cennete giremeyecektir. Önceden yapılmış olan antlaşmalar, süresi doluncaya kadar bozulmayacak, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır. O günden sonra hiçbir müşrik, hacca gelmedi; hiçbir çıplak, Kâbe’yi tavaf etmedi. Yani bu ültimatom etkisini gösterdi. Başta itiraz edenler olmakla birlikte, dört ay beklemeye gerek duymaksızın müşrik kabilelerin tamamı Müslüman oldu. HİCRETİN ONUNCU YILI OLAYLARI Veda Haccı Ve Veda Hutbesi Hz. Peygamber, Ramazan aylarında her gece Cebrail ile buluşur ve o zamana kadar nazil olan ayetleri onunla mukabele ederdi. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise Cebrail, kendisine Kur'an-ı Kerim'i iki defa tilavet ettirdi. Resulullah'ın, bunu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördüğü nakledilmiştir. Diğer taraftan her yıl Ramazan ayında on gün itikâfa girerken 10. yılın ramazan ayında yirmi gün itikâfa kalmıştı. Hz. Peygamber, aynı yıl Zilkade ayının başında hac hazırlığına başladı. Ashabına da hacca hazırlanmalarını söyledi; habercilerle durum bütün Müslümanlara bildirildi. Hazırlıklarını tamamlayan hacı adayları, kafileler hâlinde Medine'ye gelmeye başladılar. Medine'de Ebû Dücâne'yi vekil olarak bırakan Hz. Peygamber; 26 Zilkade 10 /23 Şubat 632 günü öğle namazının ardından Medine'de toplanan sahabilerle birlikte yola çıktı. Hanımlarını ve kızı Fâtıma'yı da beraberinde götürüyordu. Kurbanlık yüz deve aldırmıştı. İkindi namazı, Medine’nin mikat mahalli olan Zülhuleyfe'de seferi olarak kılındı. Gece orada geçirildi ve sabahleyin ihrama girildi. Resulullah, buradan itibaren telbiye getirmeye başladı. O "Lebbeyk" dedikçe, her taraftan aynı nida yükseliyor, dağ-taş bu sesle yankılanıyordu. On gün sonra 4 Zilhicce Pazar günü Mekke'ye ulaşıldı ve Mekke'yi dolduran hacı adaylarıyla birlikte Kâbe tavaf edildi ve ardından Safa ve Merve tepeleri arasında say yapıldı. Pazartesi, Salı ve Çarşamba günlerini de Mekke'de geçiren Resulullah, bu günlerde de Kâbe'yi tavaf etti. 8 Zilhicce Perşembe (tevriye) günü Minâ'ya hareket etti. Geceyi orada geçirdi. Arefe günü güneş doğduktan sonra Minâ'dan hareketle, Müzdelife'yi geçerek Arafat'ta kurulmuş olan çadıra indi. Zeval vaktinden sonra çadırından çıkıp devesi Kasvâ'ya binen Resulullah, Arafat vadisinin ortasına geldi ve burada meşhur hutbesini okudu. Öğle ve ikindi namazları Cem’i takdim ile birlikte kılındı. Ardından akşama kadar dua ile meşgul oldu. Aynı gün akşamüzeri Arafat'ta iken, artık dinin tamamlandığını bildiren Kur'an-ı Kerim'in son ayeti nazil oldu: “Bugün size dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam'ı seçtim." (Mâide/5: 3). Hz. Peygamber, güneş battıktan sonra, devesi Kasvâ'ya binip Arafat'tan ayrıldı. Müzdelife'de konaklayıp yatsı vakti girince akşam namazı ile yatsı namazını cem'i te'hir ile birlikte kıldı ve geceyi orada geçirdi. Bayramın birinci günü sabah namazından sonra el-Meş'arü'l-Haram'a geldi. Ardından Cemre-i Akabe'de şeytana ufak taşlardan yedi tane attı. Daha sonra Minâ'ya geldi ve yüz bini aşan ashabına bir konuşma daha yaptı. Hutbesini bitirdikten sonra kurban kesim yerine geçti ve kurbanlık develerinden altmış üçünü, ömrünün her yılı için bir tane hesabıyla, bizzat kendisi kesti. Diğer develeri Hz. Ali kesti. Daha sonra tıraş olup ihramdan çıktı. Kurban etinden bir parça yiyen ve kalanının Müslümanlara dağıtılmasını söyleyen Hz. Peygamber, Kâbe'ye geldi ve Tavaf-ı Sadr'ı yaptı. Zemzem kuyusuna gidip su içti. Sonra tekrar Minâ'ya dönerek bayram günlerini burada geçirdi. Çarşamba günü Harem-i Şerife dönüp veda tavafını yaptı. Böylece haccını tamamlayıp Medine'ye doğru yola çıktı (29 Zilhicce 10 /26 Mart 632) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Hz. Peygamber'in Arefe günü Arafat'ta 120.000 civarındaki topluluğa okuduğu ve sahabileriyle vedalaştığı bölümler dolayısıyla "Veda Hutbesi" olarak isimlendirilen ve İslam dininin temel prensiplerini özet bir şekilde sunan hutbesi, temel insan hakları bakımından eşsiz bir vesikadır. Bu hutbenin ilgili kaynaklardan yapılan bir derlemesi şöyledir: "Hamd ve şükür Allah'a mahsustur; O’na hamd eder ve O’ndan yardım isteriz. Allah kime hidayet nasip ederse, artık onu kimse saptıramaz, sapıklığa düşürdüğünü de kimse hidayete ulaştıramaz. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur, tektir, eşi ortağı ve dengi benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür. Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyin. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü taarruzdan korunmuştur. Ashabım! Yarın rabbinize kavuşacak ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada işitenden daha iyi anlayarak itaat eder. Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Faizin her türlüsü kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Ancak borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme maruz kalınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamıyla kaldırılmıştır. Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınlarınızı Allah emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Ey Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Din kardeşinize ait olan hakka tecavüz helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır. Ey Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün insanlar Âdem’dendir. Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük Allah'tan hakkıyla korkma, takva iledir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi Ey inananlar! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah'ın kitabı Kur'an ve O'nun peygamberinin sünnetidir. Ey insanlar! Devamlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl on iki aydır, bunlardan dördü, Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb, mukaddes aylardır. Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında, küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız, bu da onu sevindirir, ona cesaret verir. Dininizi muhafaza etmek için bunlardan da uzak durunuz. Ashabım! Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu tutun, malınızın zekâtını verin, amirlerinize itaat edin. Böylece Rabbinizin cennetine girersiniz. Peygamberimiz, hutbesinin sonunda ashabına şöyle dedi: "Tebliğ ettim mi? Bu muhteşem kalabalık hep bir ağızdan: "Evet! Ey Allah'ın Resulü tebliğ ettin." karşılığını verdiler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, üç defa: "Şahit ol ya Rab!" dedikten sonra, "Burada hazır olanlar, benim söylediklerimi burada bulunmayanlara tebliğ etsinler." buyurdu. Bu veciz konuşma, dinleyenlerin tamamının işitebilmesi için gür sesli sahabiler tarafından tekrarlanmıştı. Bu konuşmayı yaptıktan yaklaşık üç ay sonra vefat eden Hz. Peygamber, vasiyeti özelliğini taşıyan ve en önemli hususları dile getirdiği bu hutbesinde, insan hayatının, malının ve namusunun mukaddes ve dokunulmaz olduğunu beyan etmiş; can, mal ve ırz emniyetinin önemini açıklamıştır. Toplum düzenini bozan, can, mal ve ırz emniyetini ortadan kaldıran Cahiliye devrinin içki, kumar, faiz ve kan davası gibi bütün kötü âdetlerinin kaldırıldığını bir kere daha ilan etmiştir. Bu yanlış inançların yerine insanların insan olma açısından eşit olduklarını, bütün insanların Hz. Âdem'den, onun ise topraktan yaratıldığını hatırlatmıştır. Müminlerin kardeş olduğunu; erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu vurgulamak suretiyle toplumda dirlik ve düzeni sağlayan üstün değerleri dile getirmiştir. Kısaca insanlığın birinci derecede dikkate alması gereken temel ilkeleri özetlemiştir. Hz. Peygamber, bir daha hac yapamadığı ve haccı esnasında ashabıyla vedalaştığı için bu haccına "Veda Haccı" denilmiştir. Daha ziyade bu isimle meşhur olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in ilk haccı olması dolayısıyla "Haccetü'l-İslam", hac esnasında hac ibadetinin bütün hükümlerini ve rükünlerini açıklamış ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi uygulamış olması bakımından "Haccetü'l-Belâğ", İslam ahkâmının hac ibadetiyle tamamlanmış olması dolayısıyla da "Haccetü'l-kemâl ve't-tamâm" adları verilmiştir. Yalancı Peygamberlerin Zuhuru Veda haccından döndükten bir süre sonra Hz. Peygamber'in sağlığı bozuldu. Aynı günlerde Yemen'de Esved el-Ansî isimli birinin peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktığı duyuldu. Mensubu olduğu Ans ve Mezhic kabilesinin diğer kollarının desteğini sağlayan Esved, 600 kadar taraftarıyla San'a'ya saldırdı. Vali Şehr b. Bâzân'ı öldürdü ve onun karısı Âzâd'la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber, bölgedeki valilere ve ileri gelenlere onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, zorla evlendiği Âzâd'ın yardımıyla öldürüldü. Onun Hz. Peygamber'in vefatından beş veya bir gün önce öldürüldüğü zikredilir. Öte yandan hicretin onuncu yılında Benî Hanife kabilesi heyetiyle Medine'ye gelip İslam'ı kabul ettiğini açıklayan Müseylimetülkezzâb da Yemâme'ye döndükten sonra peygamberlik iddiasında bulundu. Kendisine gönderilen elçinin yeniden İslam'a dönme teklifini reddettiği gibi, yazdığı bir mektupla Hz. Peygamber'e Arabistan'ı paylaşmayı teklif etti. Resul-i Ekrem, ona verdiği cevapta, yeryüzünün Allah'a ait olduğunu ve kullarından dilediğini ona varis kılacağını bildirdi. Gelişmeler böyle devam ederken Hz. Peygamber vefat etti ve Müseylime, Hz. Ebubekir döneminde ortadan kaldırıldı. Üsâme Ordusunun Hazırlanması Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarına doğru (632 Mayıs sonları), Mûte savaşının cereyan ettiği bölgeye göndermek üzere bir ordu hazırlamış; ordunun başına komutan olarak Mûte şehidi Zeyd b. Hârise'nin 18-19 yaşlarında olan oğlu Üsâme'yi tayin etmişti. Ancak tam o günlerde Hz. Peygamber son hastalığına yakalandı. Hazırlanan ordu Medine'nin dışında Cüruf mevkiinde karargâh kurmuştu. Bazı sahabiler, Hz. Ebubekir ve Ömer gibi yaşlı sahabilerin bulunduğu bir orduya genç ve tecrübesiz olan Üsâme'nin komutan yapılmasını eleştirmeye başlamışlardı. Bunu duyan Hz. Peygamber, mescide gitti, “Daha önce onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız! Babası komutanlığa nasıl layık idiyse, oğlu da layıktır." diyerek itirazların yersizliğini açıkladı. Bu sırada Resulullah'ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme beklemeyi tercih etti. Onun vefatı dolayısıyla hareketi, Hz. Ebubekir dönemine kaldı. Hz. Peygamber’in Vefatı (8 Haziran 632 / 13 Rebiülevvel 11) Hz. Peygamber, Safer ayının son günlerinde rahatsızlandı. Hz. Meymûne'nin odasında tutulduğu hastalığının ilk günlerini, yine sırayla eşlerinin odalarında kalarak geçirdi. Ancak rahatsızlığı giderek arttığı için, beşinci gününden itibaren, diğer hanımlarının rızasıyla Hz. Âişe'nin odasında kalmaya başladı ve son günlerini, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi içinde defnedileceği bu odada geçirdi. Önceleri hasta hâlinde mescide çıkıp namazları kıldırdığı hâlde, son üç gününde mescide çıkamaz hâle geldi. Mescide son çıkışlarında ashabına önemli hatırlatma ve tavsiyelerde bulundu. Camiye çıkamadığı üç gün içinde, namazları Hz. Ebubekir'in kıldırmasını emretti. Bu üç gün zarfında ancak bir vakit namaza çıktı ve ashabına son defa namaz kıldırdı. Bu namazın ardından yaptığı son konuşmasında şu tavsiyelerde bulundu: "Ey insanlar! Size Ensar hakkında hayırlı olmanızı, onlara karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Onlar benim has cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar sizi vaktiyle evlerinde misafir etmediler mi? Her hususta sizi nefislerine dahi tercih etmediler mi? Ey insanlar! Bugün halk, Medine'de günden güne çoğalmakta, hâlbuki Ensar, yemek içindeki tuz kadar azalmaktadır. Sizden biriniz iş başına geçer de iyilik veya kötülük edebilecek nüfusa sahip olursa, Ensar'ın iyiliklerinin karşılığını versin, kusurlularının da günahlarını bağışlasın. Ashabım! İlk Muhacirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün Muhacirler de birbirlerine karşı iyi davransınlar. Her iş Allah'ın izin ve iradesiyle cereyan eder. Allah'ın iznine, iradesine karşı gelmeye çalışanlar en sonunda muhakkak yenik düşerler. Allah'ı aldatmak isteyenler de muhakkak aldanırlar. Ey insanlar! Peygamberinizin irtihalini düşünerek telaşa kapıldığınızı işittim. Hangi peygamber gönderildiği ümmeti arasında ebedî kalmıştır ki, ben de sizin aranızda sonsuza kadar kalayım? Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım ve buna hepinizden daha müstahakım. Yine biliniz ki siz de bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer de Kevser havuzunun kenarıdır. Orada benimle buluşmak isteyenler, ellerini ve dillerini günahlardan çeksinler. Allah Teala, bir kulunu dünya hayat ve nimeti ile kendi nezdindeki ahiret hayat ve saadeti arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allah nezdindekini seçti. (Bu sırada Hz. Ebubekir ağlamaya başlamıştı. Resulullah, ona hitap ederek konuşmasını devam ettirdi) Ey Ebubekir ağlama! Gerek arkadaşlık gerek mal fedakârlığı itibariyle bana en çok yardımcı olan Ebubekir'dir. Ümmetimden birini kendime halil (dost) edinseydim hiç şüphesiz Ebubekir'i seçerdim. Ancak din kardeşliği, şahsi kardeşlikten üstündür. Mescitte Ebubekir'in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın." Bir gün öğle üzeri hastalığının biraz hafiflediğini hissetti. Hz. Abbas ve Hz. Ali'nin yardımıyla mescide çıktı. O esnada cemaat namaza durmuştu; Hz. Ebubekir onun geldiğini anlayınca mihrabı ona bırakmak istedi. Ancak Hz. Peygamber namaza devam etmesi için işaret etti onun yanında namaza durdu. 13 Rebiülevvel Pazartesi günü hastalığı yine biraz hafiflemişti. Hz. Âişe'nin odasından, sabah namazını kılmakta olan ashabına baktı. Durumu fark eden sahabiler, onun iyileşmekte olduğunu sanıp sevinmişlerdi. Ancak tekrar yatağına uzandı, son nefesini vermeden kölelere iyi davranmayı, onları giydirmeyi, yedirmeyi, yumuşak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi söz söylemeyi ve namazı aksatmamayı tavsiye etti. Ateşi oldukça yüksekti, ellerini yanındaki su kabına batırıyor ve devamlı Kelime-i tevhit getiriyordu. Aynı gün "Refîk-i A'la'ya" (en yüce dosta) diyerek ruhunu teslim etti. Ebedî âleme göçtüğü sırada 63 yaşında bulunuyordu (13 Rebiülevvel 11/8 Haziran 632). Resulullah'ın vefatı Müslümanları son derece üzmüş, onları mateme boğmuştu. Öyle bir şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, peygamberlerin de diğer insanlar gibi öleceği gerçeğini sanki unutmuşlardı. Hâlbuki daha bir iki gün önce Resulullah, son konuşmasında bu gerçeği kendilerine tekrar hatırlatmıştı. Ne var ki, metanetiyle bilinen Hz. Ömer bile onun ölmediğini söylüyor, bu haberin doğruluğuna inananları ölümle tehdit ediyordu. Onları bu şaşkınlıktan kurtaran Hz. Peygamber'in en yakın arkadaşı Hz. Ebubekir oldu. Acı haberi Sunh mevkiindeki evinde alan Hz. Ebubekir, doğruca Mescid-i Nebevî'ye geldi. Etrafa bakmaksızın Hz. Peygamber'in bulunduğu odaya girdi. Yüzünü açıp gözyaşları içinde, "Babam ve anam, yolunda feda olsun ya Resulallah! Sağlığında güzeldin; ölümünde de aynı şekilde güzelsin." dedi. Sonra eğilip yüzünü öperek üzerini örttü. Ardından dışarı çıktı ve şaşırmış bir hâlde bekleşen Müslümanları teskin eden önemli bir konuşma yaptı. Konuşmasının sonuna doğru, "İçinizde Muhammed'e tapanlar varsa, iyi bilsinler ki, Muhammed artık ölmüştür. Allah'a tapanlara gelince, bilsinler ki, Allah bakîdir, asla ölmez." dedi. Arkasından şu ayeti okudu: "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelipgeçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Her kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmrân/3: 144). Hz. Ebubekir'in bu konuşması, ashabı sakinleştirdi. Resulullah'ın öldüğü gerçeğini acı da olsa kabullenmişlerdi. Bunun ardından Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in yakın akrabalarıyla birlikte, cenazenin bulunduğu odaya girdiler. Bu sırada Ensar'ın aralarından birini halife seçmek üzere Benî Sâide gölgeliğinde toplandığı haberini alan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde'yi alarak oraya gitti. Orada yapılan görüşmelerin sonunda Hz. Ebubekir halife seçildi. Pazartesi günü öğleden sonra vuku bulan vefatının ardından, Hz. Peygamber'in cenazesi ancak salı günü hazırlanabildi. Onu Hz. Ali yıkadı, Hz. Abbas ve oğullarıyla Üsâme ve Şükran ona yardımcı oldular. Kefenlendikten sonra cenaze sedirin üzerine konuldu. Onun cenaze namazı, vefat etmiş olduğu odada, önce erkekler, arkasından kadınlar, daha sonra da çocuklar olmak üzere küçük gruplar hâlinde imamsız olarak kılındı. Resulullah'ın defnedileceği yer hususunda ihtilaf çıkmıştı. Mescid-i Nebevî'ye veya Bakî kabristanına defnedilmeli diyenler oldu. Bu esnada Hz. Ebubekir, peygamberlerin öldükleri yerlere gömüleceklerini bildiren hadisi hatırlattı. Bunun üzerine, Hz. Âişe'nin odasına kazılan kabre, Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi defnolundu. Daha sonraki yıllarda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de onun yanına defnedildiler. Hz. Peygamber’in Mirası Hz. Peygamber, yetim olarak dünyaya geldi, annesinin, dedesinin ve amcasının himayesinde büyüdü. Çocukluğunda önce çobanlık yaptı, ardından ticaretle uğraşıp amcasının geçimine katkı sağladı. Zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenince onun evine geçti ve maddi durumu iyileşti. Ancak Medine'ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer Muhacirler gibi bir süre Ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren ayet (Enfâl/8: 41), Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu. Hz. Peygamber, savaşa katılan asker sıfatıyla, gaziler arasında paylaştırılan ganimetten kendisine düşen hisseyi de alırdı. "Safiy" denilen ve ganimetlerin taksiminden önce komutanın tercihine bırakılan komutanlık hakkı hususunda ise, bazen bir kılıç, bazen bir at, bazen bir köle veya cariye gibi sembolik bir tercih yapar, hiçbir şekilde maddi değeri fazla olan bir mal almazdı. Hz. Peygamber'i öldürmek maksadıyla tuzak kurmaları sebebiyle Medine'den savaşsız bir şekilde sürgün edilen Benî Nadîr Yahudilerinin ganimet "fey" denilen toprakları da, bu konuda inen ayet gereğince onun tasarrufuna bırakıldı. Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilave edildi. Fethedilen yerlerden alınan bazı malların yanı sıra Uhud Gazvesi'ne katılan mühtedi sahabi Muhayrîk en-Nadrî, savaşta şehit düşerse, hurma bahçelerinin gelirinin Resul-i Ekrem'e bırakılmasını vasiyet etmişti. Hz. Peygamber, kendisine verilen hediyeleri de kabul ederdi. Hz. Peygamber, peygamberliği veya devlet başkanlığı dolayısıyla herhangi bir ücret almıyordu. Fakirlere verilmesi gereken zekâttan ve diğer vergi gelirlerinden de hiçbir şekilde yararlanmazdı. Zekâtın ve vergi gelirlerinin kendisi ve aile fertleri için helal olmadığını söylerdi. Buna göre, Hz. Peygamber'in ana gelirleri; Enfâl suresinin 41. ayetine göre, ganimetlerin beşte birinden kendisine tahsis edilmiş olan hisse ve ayrıca asker sıfatıyla ganimetlerden payına düşen miktar. Sulh yoluyla ele geçirilen arazilerden elde edilen gelir. Fedek arazisi bunun en meşhur örneğidir. Çeşitli hediyelerden ibaretti. Hz. Peygamber kendisi son derece mütevazi bir hayat sürer, bu kalemlerden elde edilen malını Müslümanların ihtiyaçlarına harcardı. Elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazen birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Hz. Peygamber vefatı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi öncesinde zırhını rehin bırakarak bir Yahudiden 30 ölçek arpa almıştı. Vefatı sırasında zırhı Yahudinin elinde bulunuyordu (Buhârî, Cihâd: 89, Megâzî: 86; Müslim, Müsâkât: 124-126). Ölümünden kısa bir süre önce elinde kalan 7 dirhemin, bununla Allah'ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek fakirlere dağıtılmasını istedi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, geride para veya mal olarak zikredilmeye değer maddi bir miras bırakmadı. Mirasının tamamı sadece bir katır, birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç araziden ibaretti. Arazilerin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ashab-ı kiramdan Amr b. Hâris, Peygamberimiz'in terekesiyle ilgili olarak şöyle demiştir: "Resul-i Ekrem, ölümünde ne bir dirhem ne bir dinar ne bir cariye ne de bir mal bırakmıştı. Onun geriye bıraktığı şeyler, beyaz katırı, silahı ve tasadduk ettiği birkaç arazi parçasından ibaretti (Buhârî, Vesâyâ: 1, Cihâd: 61, 86)". Resulullah (s), savaşsız ele geçirilen ve hukuki bakımdan kendisinin tasarrufuna bırakılan Fedek hurmalıklarını, Medine'deki bir bağı ve Hayber arazisindeki hissesini vakfetmişti. Hz. Fâtıma, babasının bu arazilerinin kendisine kaldığını düşünerek Hz. Ebubekir'e müracaat ettiğinde, Hz. Ebubekir, Peygamberimiz'in, "Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktığımız mal sadakadır." hadisini aktardıktan sonra şöyle dedi: "Şimdi bu vakıf malından Muhammed ailesi yiyerek istifade edebilir. Ancak bundan fazla hakları yoktur." Hz. Peygamber, maddi olarak zikredilmeye değer bir miras bırakmamasına karşılık, başta ümmetine olmak üzere bütün insanlığa, onların kurtuluşunu sağlayacak, son derece büyük manevi bir miras bıraktı. Veda hutbesinde de belirttiği gibi Kur'an ve sünnetten meydana gelen bu miras, insanları hidayet ve selamete kavuşturan ve bu açıdan hiçbir alternatifi olmayan tek miras olarak kalacaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 33 Özet Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi •Hudeybiye Antlaşması, İslam'ın Medine döneminde yeni bir sürecin başlangıcı oldu. Mekke müşriklerinin Medine İslam Devleti'ni resmen tanıdığı bu antlaşmayla, davet için bir sulh ortamının sağlanmasının yanı sıra, düşman ittifakı da parçalanmış, İslâm düşmanlığının ikinci merkezi haline gelen Hayber yalnız bırakılmıştı. Hz. Peygamber, bir taraftan hükümdar ve emirlere dâvet mektupları gönderdi, bir taraftan da Hayber'in fethini gerçekleştirdi. Ayrıca İslam'ın yayılışı hızlandı, bazı kabileler, kendiliklerinden Medine'ye siyâsî heyetler göndermeye başladılar. Bu arada Kazâ umresi yerine getirilip Kâbe ziyaret edildi. Bu ziyaret Mekkeliler'in Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini müsbet yönde etkiledi. •Resul-i Ekrem bütün insanlığa son peygamber olarak gönderilmiştir. Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Bizans ve Sasani imparatorlarına, Habeş hükümdarına, Mısır mukavkısı'na, Umân melikine mektup gönderip İslam'a dâvet etmesi bunu göstermektedir. •Hz. Peygamber'in amacı insanlara İslam'ı anlatmaktı. Son çare olarak başvurduğu savaş ise caydırıcı olmak ve İslam'ın önündeki engelleri kaldırmak içindir. Bununla birlikte o, savaş durumunda da insani ilkelerden taviz vermemiştir. Gönderdiği birliklere önce muhataplarını İslam'a dâvet etmelerini istemiş, savaş sırasında kadın, çocuk ve yaşlıların öldürülmemesini, ağaçların kesilmemesini, mamur yerlerin yıkılmamasını emretmiştir. •8 /630 yılında Mekke'nin fethinin ardından Kureyşliler'in, Huneyn Savaşı'nın ardından da kalabalık Hevâzin kabilesinin İslam'ı kabul etmesi, İslamiyet'in kısa süre içinde bütün Arabistan'a yayılmasına zemin hazırladı. Tebük seferiyle de, önemli siyasi bir zafer kazanılmış; ayrıca Arabistan'ın kuzey kısmı İslam hâkimiyetine girmişti. Bu gelişmeler üzerine, Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler, Medine'ye heyetler göndermeye başladılar. İslam’a girmek için adeta Kureyş'in İslamiyeti kabulünü bekleyen bu kabileleri temsil eden heyetlerin sayısı gittikçe artıyor; Medine'ye gelen heyetler Hz. Peygamber'e İslam’a girdiklerini açıklıyorlardı. Kabile heyetleri en yoğun olarak hicretin 9. yılında (630-631) geldiler. Onun için bu yıla "heyetler yılı/senetü’l-vüfûd" denildi. Heyetlerin gelişi onuncu yılda da devam etti. Hz. Peygamber'in vefatı sırasında İslam bütün Arap yanmadasına yayılmış bulunmaktaydı. •İslam'da insanın sadece insan olması itibariyle birçok hakkı vardır. Can ve mal emniyetinin sağlanması, din ve vicdan hürriyeti bunların başında gelir. Irk ve renk ayırımı yoktur. Allah katında herkes eşittir. Üstünlük takva iledir. Hz. Peygamber, hicretin onuncu yılında ashabıyla birlikte hacca giderek ilk ve son haccı olan Veda Haccı'nı ifa etti. Bu haccı sırasında yaptığı konuşmalarda, İslâm dininin en önemli ilkelerini veciz bir şekilde açıkladı. Temel insan haklarını dile getirdiği Veda Hutbesi sırasında ashabıyla vedalaştı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 34 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Hudeybiye Musalahası’nda Mekke müşriklerini kim temsil etti? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Ebû Sûfyan b) Ebû Cehil c) Süheyl b. Amr d) Ebû Leheb e) Safvân b. Ümeyye 2. Hayber Yahudilerinin akıbeti ne oldu? a) Yarıcı olarak topraklarında kaldılar. b) Hayber’den Suriye’ye sürgün edildiler. c) Mekke’ye yerleştiler. d) Toptan idam edildiler. e) Müslüman olup Medine’ye yerleştiler. 3. Mûte savaşında Hz. Peygamber’in tayin ettiği üç komutan sırasıyla şehit oldu. Askerlerin kendi aralarından seçtikleri dördüncü komutan kimdir? a) Hz. Hamza b. Abdülmüttalib b) Hz. Ali b. Ebî Tâlib c) Hz. Ömer b. el Hattab d) Hz. Hâlid b. Velid E) Hz. Amr b. el-Âs 4. Huneyn savaşında İslam ordusu hangi kabile ile savaştı? a) Hevâzin kabilesi b) Müzeyne kabilesi c) Mustalıkoğulları kabilesi d) Gatafan kabilesi e) Hazrec kabilesi 5. Tebük seferi için aşağıdaki cümlelerin hangisi doğrudur? a) Bu sefer Mekke müşriklerine karşı yapılmıştır. b) Hz. Peygamber’in katıldığı son seferdir. c) Hz. Peygamber, bu sefere katılmamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 35 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi d) İslam ordusunun hiçbir zorluk çekmediği bir seferdir. e) Düşman ordusu savaştan sonra İslam’ı kabul etti. Cevap Anahtarı: 1. c 2.a 3.d 4.a 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 36 Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006. Algül, Hüseyin, İslam Tarihi, İstanbul 1986. Apak, Âdem, Anahatlarıyla İslam Tarihi, İstanbul 2006. Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre, Çevirenler: Ali Nar-Orhan Aktepe, İstanbul 2003. Fayda, Mustafa, "Muhammed", TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 408-423. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1980. Hamidullah, Muhammed, Hz. Muhammed’in Savaşları, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1972. Heykel, Muhammed Hüseyin, Hz. Muhammed’in Hayatı, Çeviren: Vahdettin İnce, İstanbul 2000. Karakılıç, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Eşsiz Ahlâkı, Ankara 2006. Köksal, M. Asım, İslam Tarihi, İstanbul 1980. Mahmudov, Elşad, Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber'in Savaşları, İstanbul 2010. Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara 2007. Şibli, Mevlânâ, Asr-ı Saadet, Çeviren: Ömer Rıza Doğru, İstanbul 1977. Şulul, Kasım, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İstanbul 2003. Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000. Yiğit, İsmail-Küçük, Raşit, Hz. Muhammed, İstanbul 2007. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 37 • Hz. Peygamber'in Yahudilerle İlişkileri • Hz. Peygamber'in Hıristiyanlarla İlişkileri • Hz. Peygamber'in Mecusilerle İlişkiler • Ehl-i Kitab ve Cizye Uygulaması HEDEFLER İÇİNDEKİLER HZ. PEYGAMBER’İN YAHUDİLER, HRİSTİYANLAR VE MECUSİLER’LE İLİŞKİLERİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam’ın doğuş dönemindeki kitaplı dinleri tanımlayabilecek • Müşrik ve Ehl-i Kitap ayrımını yapabilecek • Medine, Yemen, Necran, Mısır, İran, San’a ve Aden’in coğrafi konumunu gösterebilecek • Ehl-i Kitap, Gayr-i Müslim, Zimmî, Mecusi ve Sabiî kavramlarını açıklayabilecek • Cizye uygulamasını kavrayabilecek • Ehl-i kitaba bütüncül bir şekilde bakabileceksiniz. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 7 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri GİRİŞ Hz. Muhammed, İslâm dinini tebliğ etmeye başladığı sırada Arap yarımadasında putperest Müşrikler, Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler ve Sabiîler gibi farklı inanış sahipleri bulunuyordu. Hz. Peygamber Mekke ve Medine dönemlerini içine alan tebliğ süreci boyunca din, dil, millet farkı gözetmeksizin mesajını herkese ulaştırmaya çalışmıştır. Bu safhada en çok muhatap olduğu kesim ise Arap Müşrikler’di. Önceki altı ünitede Hz. Peygamber’in Arap Müşrikler’le olan ilişkileri ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Hicaz bölgesinde genellikle kabileler hâlinde ve belli bölgelerde yaşayan semâvî din mensupları olan kitap ehli gayrimüslimler de nüfuzlu ve etkin topluluklardı. Bu toplulukların yanı sıra komşu devletlerden Bizans Devleti ve Habeş Devleti Hristiyanlığı, Sâsânî Devleti ise Mecusiliği resmî din olarak benimsemişlerdi. Araplar arasında da bu devletlere ve dinlerine tâbî olan kabileler mevcuttu. Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in risaleti öncesinde Yahudi ve Hristiyanlar kendi kutsal kitaplarında haber verildiği şekilde bir son peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Ancak, pek azı dışında Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeğe yanaşmadılar. Bununla birlikte Hz. Peygamber Kur’an-ı Kerim’de belirtilen usul ve kurallara bağlı kalarak Ehl-i kitap mensupları ile iletişimini her şekilde devam ettirmiştir. Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle ilişkilerinde öne çıkan önemli gelişmeleri ise bir arada şu şekilde ele almak mümkündür: HZ. PEYGAMBER’İN YAHUDİLERLE İLİŞKİLERİ Yahudiler Hicaz yarımadasının değişik bölgelerinde yaşamaktaydılar. Özellikle Medine, Hayber, Fedek, Teyma şehirleri Yahudilerin toplu olarak yaşadıkları merkezler arasında yer alıyordu. Yemen bölgesinde hüküm süren Himyerliler’in son hükümdarı Zû Nuvas zamanında ise Yahudilik devletin resmi dini olmuştu. Hz. Peygamber’in dünyaya geldiği zaman diliminde Hicaz bölgesindeki Yahudi ve Hristiyanlar son peygamberi bekliyorlardı. Kendi kitaplarında verilen bilgiler ışığında son peygamberin doğumunun yaklaştığını müjdeliyorlardı. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir: “Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları, doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim’ demişti. Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu apaçık bir sihirdir’ demişlerdi.” (Saff/61: 6) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri Ancak Yahudi ve Hristiyanlar bu son peygamberin Araplar arasından çıkmasını kabullenmek istememişlerdir. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (s) peygamber kimliğini tanımamışlar ve İslamiyet’e davetine uymamışlardı. Tarihte ve Asr-ı Saadet’te Yahudilerin ve Hristiyanların tutumlarına dair Kur’an-ı Kerim’de geniş bilgiler verilmektedir. Bu semavi din mensupları “kendilerine kitap verilenler” anlamında kitap ehli, yani Ehl-i kitap veya “Müslümanların dışındaki kimseler” manasında gayrimüslim şeklinde adlandırılmışlardır. Ehl-i kitap: Kur’an-ı Kerim’de kutsal kitap sahibi din mensupları olan Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılan bir tabirdir. (Bakara/2: 101, 121, 144146; Âl-i İmrân/3: 19-20) Gayrimüslim: Müslim/Müslüman olmayan anlamında, İslam dinine inanmayan bütün inanç sahiplerini kasteden bir ifade biçimidir. Mekke’de az sayıda Yahudi olmakla birlikte, Medine’de önemli bir Yahudi nüfusu bulunmaktaydı. Tanınan Medineli Yahudi kabileleri Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları’dır. Bilindiği üzere Hz. Peygamber Medine’ye hicretinin ardından ilk olarak Medine’de yaşamakta olan Arap ve Yahudi toplulukla Sahîfe, Medine Vesikası veya Medine Anayasası adı verilen bir antlaşma yapmıştı. Bu Medine sözleşmesi ile müşterek bir düşman saldırısı durumunda ortak savunma yapılması, taraflardan birisinin savaşa girmesi durumunda diğerlerinin tarafsızlığını koruması ve bir Müslüman ile bir Yahudi’nin anlaşmazlığa düşmesi hâlinde Hz. Peygamber’in hakemliğine başvurulması kararlaştırılmıştı. Ancak Yahudiler, görünüşte bu anlaşmaya uyduklarını beyan etseler de Hz. Peygamber’e muhalefetlerini sürdürerek Mekkeli müşriklere destek vermekten geri durmamışlardır. Medine’de Müslümanlarla Yahudiler Kaʻb b. Eşref’in Medine Sözleşmesi’ne aykırı bir şekilde davranması sebebiyle karşı karşıya gelmişlerdir. Aynı zamanda şair olan Kaʻb b. Eşref, Müslümanların Bedir’de galip gelmeleri üzerine büyük üzüntü duymuştu. Hem taziyede bulunmak hem de Kureyş’i Müslümanların aleyhine tahrik etmek amacıyla yaklaşık kırk adamıyla Mekke’ye gitmiş ve Ebû Süfyân ile ortak savaş kararı almışlardı. Medine’de de bu tutumunu açıktan sürdürmesi üzerine Hz. Peygamber, Kaʻb b. Eşref’in öldürülmesini uygun görmüştür. Bunun üzerine Rebîülevvel 3/Eylül 624’te Muhammed b. Mesleme ve arkadaşları tarafından öldürülmüştür. Bu hadiseden sonra hayatlarından endişe duyan Yahudiler, Hz. Peygamber’e müracaat ederek anlaşmalarını yenilemişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri Kaynukaoğulları (Benî Kaynuka) Kaynukaoğulları Medine’nin güneybatısında oturuyor, Arapça konuşuyor, ticaret, silah üretimi ve kuyumculukla uğraşıyorlardı. Medineli Araplar’dan Hazrec kabilesiyle müttefiktiler. Müslümanların Bedir galibiyetini hazmedemeyerek Müslümanları rahatsız edecek tavırlar sergilemişlerdir. Çarşıda alışveriş yapan bir Müslüman hanıma tacizde bulunmaları ve olaya karışanların birbirlerini öldürmeleri ile de ilişkiler tamamen bozulmuştur. Benî Kaynuka’nın bu olumsuz tutumunu karşılıksız bırakmak istemeyen Hz. Peygamber Kaynukaoğulları’nın mahallesini on beş gün kuşatarak teslim aldı. Hz. Peygamber’in emriyle Zilkade 2/Mayıs 624’te Kaynukaoğulları’nın tamamı, verilen üç günlük mühletin bitiminde Medine’den sürülmüşler ve Suriye bölgesinde Ezrîat’a yerleşmişlerdir. Kaynukaoğulları taşıyabilecekleri kadar mal varlıklarını giderken yanlarına almışlardır. Götüremedikleri eşyaları ise Medine’de kalmış ve bu mallar ganimet hükmünde kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, humus hissesinin taksimini ilk olarak bu ganimetleri paylaştırırken uygulamıştır. “Ganimetin beşte biri” anlamına gelen humus hissesi, Enfâl suresinin 41. ayetinde şöyle açıklanmıştır: “Eğer Allah’a ve bir de hak ile batılın ayrıldığı, iki ordunun karşılaştığı gün, kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz ganimetlerin beşte biri Allah’a, Peygamber’e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir. Allah, her şeye gücü yetendir.” (Enfâl/8: 41) Nadîroğulları (Benî Nadîr) Medineli en kalabalık Yahudi topluluğu olan Nadîroğulları, şehrin dışında Benî Hatme Mezarlığı civarında oturuyorlardı. Evs kabilesi ile müttefik durumdaydılar. Bedir Gazvesi’nin ardından Benî Kaynuka’nın sürülmesi ve kendi kabilelerine mensup şair Kaʻb b. el-Eşref’in öldürülmesi üzerine müşriklerin safında hareket etmeye başladılar. Nadîroğulları, Hz. Peygamber’le yeniden antlaşma yapmalarına rağmen Uhud Gazvesi’nin hazırlıkları sırasında Müslümanlar hakkında Ebû Süfyân’a bilgi sızdırdılar. Uhud’da Müslümanların açık bir üstünlük kazanamamasından aldıkları cesaretle müşriklerin Hz. Peygamber’e suikast düzenleme teklifini kabul ederek antlaşmalarını bozmaya kalkıştılar. Bu suikast girişimini öğrenen Hz. Peygamber, on gün içinde Nadîroğulları’nın Medine’yi terk etmelerini istemiştir. Benî Nadîr önce bu teklifi kabul etti; ancak münafıkların ve bazı Arap kabilelerinin yardım gönderecekleri vaadinde bulunmaları üzerine kalelerine kapanarak yerlerinden çıkmayacaklarını ve savaşacaklarını ilan ettiler. Önce Benî Kurayza ile tarafsızlık antlaşması yapan Hz. Peygamber Rebîülevvel 4/Ağustos 625’te Benî Nadîr’in kalesini kuşatmıştır. Bekledikleri yardım gelmeyen Nadîroğulları, kuşatmaya on beş gün dayanabilmişler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri ve teslim olmuşlardır. Kendi talepleri üzerine Medine’yi terk etmelerine izin verilmiş; bir kısmı Suriye ve Ezrîat’a, bir kısmı da Hayber’e yerleşmişlerdir. Benî Nadîr Yahudilerinin geride bıraktığı mallar, Medine’den sürülmelerinden sonra nazil olan ve bir adı da Benî Nadîr olan Haşr suresinin 6-10. ayetlerine dayanarak fey statüsünde kabul edilmiş ve Hz. Peygamber’e tahsis edilmiştir. Hz. Peygamber bu malların bir kısmını kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarına sarf etmiş; bir kısmını da ordunun hazırlıkları ve muhtaçlar için ayırmıştır. Fey: Barış yoluyla ele geçirilen taşınır veya taşınmaz malları ifade eden bir terimdir. Halifeler döneminde, İslam devletinin gayrimüslim tebaadan aldığı cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinin ortak adı olmuştur. Kurayzaoğulları (Benî Kurayza) Kurayzaoğulları da diğer iki kabile gibi Medine’nin Yahudi nüfusunu meydana getiriyorlardı. Yerleşim yerleri şehrin güneydoğusunda yer alıyordu. Benî Nadîr ile birlikte Evs kabilesinin müttefiki idiler. Benî Kurayza, sürgün sonrasında Hayber’e yerleşmiş olan Nadîroğulları’nın kışkırtmasıyla Hendek Savaşı sırasında Müslümanlara ihanet etmiştir. Bu durum Medine sözleşmesini bozmaları anlamına geliyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, Hendek Gazvesi’nin bitiminde vakit geçirmeden, kalelerine sığınan Benî Kurayza’yı kuşatmıştır. “Allah, kitap ehlinden, kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş, kalplerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah size miras olarak verdi. Allah her şeye kadir olandır.” (Ahzâb/33: 26-27) Hz. Peygamber’in İslam’a davetini ve teslim çağrısını reddeden Kurayzaoğulları, yaklaşık yirmi gün kuşatma altında tutuldular. Çaresiz kalan ve münafıklardan da bekledikleri yardım gelmeyen Benî Kurayza, mal ve silahlarını bırakarak birer deve yükü eşyalarını alarak Medine’yi terk etme teklifinde bulundular. Bu önerileri kabul edilmeyince de kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda kaldılar. Müttefikleri olan Evsliler’in aracılık etmesi üzerine Evsli Saʻd b. Muâz, Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermek üzere tayin edildi. Verdiği hükme uyacaklarına dair hem Hz. Peygamber’den hem de Benî Kurayza’dan söz alan Saʻd b. Muâz, savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesini, kadın ve çocukların esir alınmasını ve mallarına el konmasını karara bağlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri Hayber Gazvesi Hayber, Hicaz yarımadasının kuzeyinde, Medine-Suriye ticaret yolunun üzerinde bulunan, tarihi milattan önceye giden eski bir yerleşim yeridir. Medine’den sürüldükten sonra Hayber’e yerleşen Nadîroğulları Suriye-Medine arasındaki ticaret yolunu kullanan Müslümanların kervanları için tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Ayrıca Mekkeli müşriklerle iş birliği içine girerek onları ve özellikle de Medine civarındaki Arap kabilelerini Müslümanların aleyhinde sürekli tahrik ediyorlardı. Hendek Gazvesi’nde (5/627) bu teşviklerinin önemli etkisi olmuştu. Hz. Peygamber bu tehlikenin farkındaydı. Hudeybiye’de Mekkeli müşriklerle saldırmazlık antlaşması yaparak, Yahudilerle aralarında çıkabilecek bir savaş durumunda onların tarafsız kalmasını sağlamış oldu. Hazırladığı 1500 kişilik bir ordu ile Hayber’e ulaşarak bazısını savaşla, bazısını barış yoluyla olmak üzere Nâim, Kamûs, Şık, Netâh, Ketîbe, Vatîh ve Sülâlim kalelerini teslim aldı. Önce bütün Hayberliler’in yerlerini terk etmelerini isteyen Hz. Peygamber daha sonra Hayberliler’in yerlerinde kalmalarına, ortakçılık yoluyla topraklarını işlemelerine ve böylece mahsulün yarısını almalarına izin verdi. Hayber’in fethi Hicaz yarımadasındaki diğer Arap kabilelerini de etkilemiş, Müslümanların gerçek gücünü tanımalarına yol açmıştır. Bundan sonra artık açıktan Müslümanların karşısına çıkmamışlardır. Ayrıca bu zafer ile kuzeyden gelebilecek Yahudi tehlikesi bertaraf edilerek Mekke’nin fethine giden yoldaki en önemli engellerden birisi daha aşılmıştır. HZ. PEYGAMBER’İN HIRİSTİYANLAR’LA İLİŞKİLERİ Hristiyanlık, Hz. Peygamber İslamiyet’i tebliğ etmeye başladığı sıralarda Güney Arabistan’da yaygın durumda idi. Ancak Hristiyanlık Araplar arasında geniş halk kitleleri tarafından benimsenmemiştir. İslam öncesi dönemde Yahudiler ve Hristiyanlar Yemen’de mücadele hâlinde idiler. VI. yüzyılda son Himyer hükümdarı Zû Nuvas Yemen’de Hristiyanlığın yayılışına mani olmak için Necranlı Hristiyanlara baskı yapmış ve dinlerini değiştirmeyince onları ateşli kuyuların içerisinde yakmaya teşebbüs etmiştir. Burûc suresinin 4-7. ayetlerinde bu hadiseye işaret edilir: “Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın” (Burûc/85: 4-7). Hz. Muhammed’in (s) dünyaya gelişi yaklaştığı sıralarda Necran, Hristiyanlığın merkezi durumundaydı. Yemen’de Himyerli Zû Nuvas’ı mağlup ederek hâkimiyeti ele geçiren Habeşliler bölgede Hristiyanlığı yaymaya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri çalışıyorlardı. Necran, Sana, Aden, Me’rib ve Zafer gibi bölgelerde kiliseler inşa edilmişti. Habeşli yönetici Ebrehe de Hicaz yarımadasındaki Araplar’ı Sana’da yaptırdığı kiliseye yönlendirmek için Kâbe’yi yıkma girişiminde bulundu. Ebrehe içinde filler bulunan ordusuyla Kâbe’yi yok etmek için Mekke’ye geldiğinde ağızlarında taş taşıyan kuş sürülerinin saldırısına uğramışlar ve geri dönmek zorunda kalmışlardı. Hz. Peygamber bu hadiseden kısa bir süre dünyaya gelmiş ve bu seneye “fil yılı” denmiştir. “Ey Muhammed, fil sahiplerine Rabbinin ne yaptığını görmedin mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine, sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekinler gibi yaptı.” (Fîl/105: 1-5) Peygamberlik dönemine kadar Hz. Peygamber’in karşılaştığı Hristiyanlar arasında Busrâ’daki Rahip Bahîra’nın adı geçer. Mekke’de ise az sayıda Hristiyan bulunmaktaydı. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b. Nevfel bu kişiler arasında sayılır. Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in (s) Hira’da gördüğünün vahiy meleği Cebrail olduğunu teşhis etmiş ve onun beklenen peygamber olduğunu açıklamıştır. Müslümanlar, İslamiyet’in tebliğinin beşinci yılında Habeşistan’ın devlet başkanı Hristiyan Necâşî Ashame’nin himayesine sığınmışlardır. Hz. Peygamber müşriklerden işkence gören Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerine izin vermişti. Hz. Peygamber onu adil bir hükümdar olması sebebiyle övmüştür. Necâşî de, Mekkeli müşriklere karşı Müslümanları savunmuş ve korumuştur. Bu Mekkeli Müslüman mültecilerin geriye iadesini talep etmek üzere Necâşî ile görüşmeye gelen Mekkeli müşriklerden Amr b. el-Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’nın girişimleri ise sonuçsuz kalmıştır. Müslümanlar bu şekilde iki kez Habeşistan’a hicret etmişlerdir. Nasrânî: Kur’an-ı Kerim’de Hıristiyanlar “nasrânî (Âl-i İmrân 3/67)” veya çoğul şekilde “nasârâ (Bakara/2: 62, 111, 113; Mâide/5: 14, 18)” olarak adlandırılırlar. Hristiyan Komşu Devlet Başkanlarına Yazılan İslam’a Davet Mektupları Hz. Peygamber hicretin altıncı yılında komşu devletlerin Hristiyan devlet başkanlarına İslamiyet’e davet mektupları göndermiştir. Bu devletler arasında Habeşistan, Bizans, Mısır ve Gassânî Melikliği yer alır. Habeşistan Necâşîsi Ashame’ye giden elçinin adı Amr b. Ümeyye edDamrî’dir. Amr b. Ümeyye, biri İslam’a davet eden, diğeri Habeşistan’da Muhacir olarak bulunan Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe’nin Hz. Peygamber ile nikâhının kıyılmasını ve onunla birlikte Muhacirlerin Medine’ye gönderilmesini isteyen iki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri mektup ve bazı hediyeler götürmüştür. Necâşî Ashame bu davete olumlu cevap vermiş ve Müslüman olmuştur. “Resulullah Muhammed’den, Habeşliler’in kralı Necâşî’ye. Kendisinden başka tanrı olmayan, Melik, Kuddûs, Selam, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah’ın övgüsünü sana iletirim. Tasdik edip şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah’ın ruhu ve kelimesidir ve afife, dokunulmamış Meryem’e bırakılmıştır; böylece o İsa’ya hamile olmuş ve Allah da onu, kendi ruh ve nefesinden olmak üzere Âdem’i eli ve nefesi ile nasıl yarattı ise onu da öylece yaratmıştır. Seni tek olan Allah’a çağırıyorum ki onun hiç şeriki yoktur. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma çağırıyorum; beni takip et, bana uy, bana gelen şeye iman et! Zira ben Allah’ın elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki askerlerini Kâdir ve Azîm olan Allah’a dâvet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul etmenizi tavsiye ederim. Amca tarafından yeğenim olan Cafer’i beraberinde az sayıda bir Müslüman kümesiyle birlikte sana doğru hemen yola çıkarıyorum. O, sana varır varmaz taşıdığın boş ve faydasız gurur ve azameti bir kenara koyup onlara misafirperverlik göster! Selam, gerçek hidayet yolunu takip eden kimsenin üzerine olsun. (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.” Necâşî Ashame bu Muhacirlerin yanı sıra altmış kişilik bir toplulukla birlikte oğlu Erhâ’yı ve ayrıca yetmiş kişilik Habeşli bir heyeti de yollamıştır. Hz. Peygamber, Medine’ye gelen heyete Yâsîn suresini okumuş, kalplerinde oluşan İslam sevgisi üzerine de Mâide suresinin 82. ayeti inmiştir. Hz. Peygamber, bu heyete bizzat kendisi hizmet etmiştir. Hz. Peygamber 9/630 yılında vefat eden Ashame için Medine’de Cennetü’l-Bakî’de gıyabî cenaze namazı kılmıştır. Hz. Peygamber döneminde Mısır, Bizans hâkimiyeti altında yaşıyordu ve Hristiyanlaşmıştı. Mısır’a davet mektubunu iletmekle görevlendirilen Hâtib b. Ebî Baltaa Mısır’ı iyi tanıyan bir sahabi idi. O gün Mısır hâkimi olan Mukavkıs’a yazılan mektubun metni şu şekildedir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu-kölesi ve Resulü Muhammed’den, Koptlar’ın Büyük Başkanı el-Mukavkıs’a. Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerinde olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslâm dâveti ile çağırıyorum. İslâm’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap verecektir; şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Koptlar’ın günahı senin üzerinde toplanacaktır. Ve siz ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek kelimede, Allah’tan başka tanrıya tapmamak, O’na hiçbir şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızda hiçbir kimseyi amir ve efendi yapmamak hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: ‘Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, Allah’a itaat edip teslim olan Müslümanlarız.’ (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri Mukavkıs, bu davet mektubuna nazik bir şekilde ret cevabı vermiştir. Cevabını götüren elçi ile birlikte de Hz. Peygamber’e iki kadın köle, bir elbise ve bir katırı hediye olarak göndermiştir. Bu hanımlardan Mâriye, Hz. Peygamber ile evlenmiş ve İbrahim’i dünyaya getirmiştir. Bizans ve Sâsânî devletlerinin arasında uzun seneler devam eden savaşlar olmuştur. Bu savaşları uzaktan takip eden Mekkeli müşrikler Sâsânî Devleti’nin tarafını tutuyorlardı. Hz. Peygamber ise İranlılar’a karşı yaptıkları savaşta Bizans’ı desteklemiş ve on yıldan daha az bir zaman içerisinde Bizans’ın galip geleceğini haber vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde işaret edildiği şekilde Bizans Devleti 628 senesinde Ninova’da Sâsânî Devleti’ne karşı zafere kavuşmuştur: “Rumlar en yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden sonra üç ile dokuz yıl arasında galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah’a aittir. İşte o gün, inananlar, istediğine yardım eden Allah’ın yardımına sevineceklerdir. O güçlüdür, merhametlidir. Bu Allah’ın vaadi; Allah verdiği sözden caymaz, fakat insanların çoğu bilmezler.” (Feth/30: 2-6) Bu zaferden birkaç ay sonra imzalanan Hudeybiye sulh antlaşmasının ardından Hz. Peygamber, elçi Dihye el-Kelbî’nin eliyle Heraklius’a şu mektubu göndermiştir: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu-kölesi ve Elçisi Muhammed’den, Rumlar’ın Başbuğu Heraklius’a. Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerinde olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. İslam’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap verecektir; şayet bundan kaçınacak olursan, köylülerin günahları da senin üzerinde toplanacaktır. Ve siz ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek kelimede, Allah’tan başka hiçbir tanrıya tapmamak, ona hiçbir şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiçbir kimseyi amir ve efendi yapmamak hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: ‘Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, Allah’a itaat edip teslim olan Müslümanlarız.’ (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.” Bizans İmparatoru, elçiye iyi davranmış; fakat olumlu bir cevap vermemiştir. Hz. Peygamber ileri gelen bir Hristiyan din adamına da benzer şekilde bir davet mektubu göndermiştir. Arap yarımadasının kuzeyinde Bizans Devleti ile sınır bölgesinde yaşayan Araplar arasında da Hristiyanlığı benimseyen kabileler bulunmaktaydı. Bu bölgede Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri yerleşik olan ve her zaman Bizans’a bağlılık gösteren Gassân kabilesi güçlü bir krallıktı. Bizans’ın 628 yılında Ninova’da İranlılar’ı yenmesi üzerine, Hz. Peygamber Gassânîler’in kıralı Hâris b. Ebî Şemr’e bir davet mektubu göndermiştir. Bu mektupta şunlar yazılıdır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın Resulü Muhammed’den Hâris b. Ebî Şemr’e. Allah’ın selâmı, hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrar edenin üzerinde olsun. Buna göre, seni mülkünün senin elinde kalması için, hiçbir şeriki ve ortağı bulunmayan bir ve teklik sıfatında olan Allah’a inanmaya davet ederim. (Mühür:) Muhammed-Resûl-Allah” Gassânî Melîki bu mektuba olumlu cevap vermemiştir. Başka bir Gassânî Melîki Şurahbil b. Amr ise, Busrâ valisine mektup götüren Hz. Peygamber’in elçisini kendi topraklarından geçerken yakalayıp öldürtmüştür. Hz. Peygamber, Cebele adında bir başka Gassânî yöneticiye daha İslam’a davet mektubu göndermiştir. Gassânîler, ancak hicretin 9. yılında kabilelerinden üç kişinin Medine’ye gelip Müslüman olmaları ile İslam’a girmişlerdir. Mekke’de olduğu gibi Medine’de de cemaat şeklinde yaşayan Hristiyan toplulukları yoktur. Medine döneminde Müslümanlar komşu ülke Bizans yönetimindeki ordulara karşı iki sefer düzenlemiştir. Bunlardan birincisi Mûte savaşı, ikincisi Tebük seferidir. Mûte Savaşı Mûte, Lût gölünün güneyinde Kudüs’e 50 km. uzaklıkta bir yerdir. Müslümanlar Suriyeli Hristiyan Araplar ve Bizans ordusuyla ilk kez 8/629 yılında Mûte’de karşı karşıya gelmişlerdir. Savaşın sebebi Gassânî-Hristiyan Arap meliki Şurahbil b. Amr’ın, Hz. Peygamber’in elçisi Hâris b. Umeyr’i öldürmesidir. Bunun üzerine Hz. Peygamber kısa zamanda 3000 kişilik bir ordu hazırlayarak biri şehit olduğunda diğerinin başa geçmesi şartıyla üç komutan tayin etmiştir. Bu üç kumandanın da şehit olması durumunda Müslümanlar aralarından birini komutan seçeceklerdi. Hz. Peygamber ordunun, elçisinin öldürüldüğü yere ulaşmasını, karşılarına çıkanları İslamiyet’e davet etmelerini, kabul ettikleri takdirde savaşmamalarını, çocukları, kadınları, yaşlıları, manastıra çekilmiş insanları öldürmemelerini, hurmalıklara zarar vermemelerini, ağaçları kesmemelerini ve binaları yıkmamalarını emretmiştir. Müslümanlar, Mûte’de sayısı 100.000’i bulan Bizans İmparatoru Herakleios’un ordusuyla karşılaştılar. Birinci kumandan Zeyd b. Sâbit savaşın başında şehit düşünce yerine Cafer b. Ebî Tâlib geçti. Onun da şehit olmasıyla son Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri olarak sancağı Abdullah b. Revâha teslim aldı. Bir süre sonra o da şehit düşünce Hâlid b. Velîd komutan seçildi. Hâlid b. Velîd kanatlardaki askerlerin yerlerini değiştirerek, Medine’den takviye birlikleri gelmiş izlenimi uyandırmış ve İslam ordusunu daha fazla zayiat vermeden Medine’ye getirmeyi başarmıştır. Hz. Peygamber Mûte’de savaş alanında yaşananları Medine’de Mescid-i Nebevî’de Müslümanlara olduğu gibi nakletmiştir. Savaşın neticesini ise şu cümleleri ile aktarmıştır: “En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Nihayet Allah mücahidlere fethi müyesser kıldı.” (Buhârî, Meğâzî: 44) Tebük Seferi Hz. Peygamber Mûte savaşı sonrasında hicretin 9. (630) senesinde Gassânîler’in endişe uyandıracak şekilde savaş hazırlıkları yaptıklarını haber alınca bir ordu hazırlamıştır. Sıcak yaz günlerinde zor şartlarda hazırlanan bu ordu yola çıkarak Tebük’te konaklamıştır. Savaş meydanında Hz. Peygamber, Heraklius’a yeniden İslamiyet’i tebliğ eden bir mektup göndermiştir. Tebük’te ordugâh kuran Hz. Muhammed (s) her istikamete birlikler sevk etmiştir. Müslümanlar, Tebük’te her hangi bir düşmanla karşılaşmadan geri dönmüşlerdir. Bizans İmparatoru, Müslüman olması sebebiyle Maân valisi Fervâ’yı öldürtünce, Hz. Peygamber tekrar bir ordu hazırlamıştır. Başına Üsâme b. Zeyd’i getirdiği bu askerî birlik, Hz. Peygamber’in vefat etmesi üzerine, Hz. Ebubekir tarafından Suriye’ye gönderilmiştir. Hz. Peygamber’in Hristiyanlarla ilişkilerinde önemli safhalardan bir diğeri Medine döneminde Necranlı Hristiyanlarla olan görüşmesidir. Hz. Peygamber Necran bölgesindeki Hristiyanlara da İslam’a davet mektubu göndermişti. Bunun üzerine Necran’dan altmış kişilik bir heyet Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber tekrar İslam’a davetini yineledi; ancak Necranlılar bu davete cevap vermek yerine Hz. Peygamber’e Hz. İsa hakkında sorular sordular. Hz. Peygamber, Âl-i İmrân suresinin Hz. İsa’nın şahsiyeti ve Hristiyanlıkla ilgili bilgiler içeren ilk seksen ayeti inene kadar sessizliğini korudu. Daha sonra kendisi ile münakaşa eden heyet mensuplarına gereken cevapları verdi. Son olarak da aynı surenin 61. ayetinde bildirildiği şekilde onları mübaheleye, yani yalancı kim ise ona karşı lanet okumaya davet etti: “Ey Muhammed! Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışacak olursa de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra lanetleşelim de, Allah’ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Âl-i İmrân/3: 61) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri Hz. Peygamber Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak mübaheleye hazır olduğunu bildirmiştir. Ancak Necranlı heyet aralarındaki görüşmede bir peygamberle lanetleşenin zürriyetinin kesileceğini söyleyerek Hz. Peygamber’in karşısına çıkmaya cesaret edememişlerdir. İstediği şartlar üzerinden Hz. Peygamber’le antlaşma imzalayıp yurtlarına dönmüşlerdir. HZ. PEYGAMBER’İN MECUSİLERLE İLİŞKİLERİ İslam öncesi Arabistan’da putperest Müşrikler, Hristiyanlar ve Yahudilerin dışında başka inanç mensupları da yaşamaktaydı. Bunlar arasında özellikle Mecusiler’i ve Sabiîler’i zikretmek gerekir. Mecusiler Mecusilik, Zerdüştlüğün eski İran inanç ve gelenekleriyle karışmasından oluşan bir dindir. Bu din Müslümanlar arasında Mecusilik, Batı kaynaklarında Zoroastrianism veya Ahura Mazda isminden hareketle Mazdeizm olarak adlandırılır. Ayrıca ateş kültüyle ilgili inanç ve ritüelleri sebebiyle Ateşperestlik ismi de verilmiştir. Hz. Peygamber dünyaya geldiği gün Mecusiler’in bin yıldır yanmakta olan ateşi sönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de Hac suresinin 17. ayetinde Mecusiler’den bahsedilmektedir. Bu ayette “Mecusiler” anlamına gelen mecûs kelimesi geçmektedir: “Gerçekten de Allah, Müminler, Yahudiler, Sabiîler, Nasranîler, Mecusiler ve Allah’a ortak koşup şirke sapanlar hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak ki Allah her şeye şahittir.” (Hacc/22: 17) Mecusilik Zerdüşt’le başlayan ilk inanç döneminde İran sınırları dışında Anadolu ve Avrupa’ya kadar yayılmıştır. Bu dönemde Mecusiler, tanrı inancı olarak tek tanrılı bir özellik göstermekteydi. Persler’in yıkılmasından sonra Mecusiler’in yaşadıkları bölgeler Yunan hâkimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde Zerdüşt öncesi İran dinî inançları ve Helenistik inanç ve ritüeller Zerdüştlüğü etkilemiş ve tek tanrılı yapısından uzaklaşmaya başlamıştır. Milattan sonra 272’de ise Sâsânî Devleti’nin resmi dini hâline gelmiştir. Mecusilik, Sâsânîler yönetimde bulunduğu sürede Irak, Bahreyn, Uman ve Yemen’de hâkim din olmuştur. Sâsânîler’in yıkılması ve İran’ın İslam yönetimine geçmesinin ardından Mecusilik zayıflamıştır. 6/628’te Hz. Peygamber, İslam’a davet mektubunu Kisrâ’ya iletmek üzere Mekkeli Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi elçi olarak göndermiştir. Kisrâ, okunurken daha tamamlanmasını beklemeden, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri hitabe kısmının kendi imparatorluk şanına denk düşmediğini söyleyerek mektubu yırtmıştır. Bu mektubun içeriği şu şekildeydi: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın Resulü Muhammed’den, İranlılar’ın Büyük Başkanı Kisrâ’ya. Hidayet yoluna girip ona tabi olana, Allah’a, O’nun kulu Resulü’ne iman edene, Allah’tan başka tanrı olmadığına, O’nun bir tek ve ortaksız bulunduğuna, Muhammed’in O’nun Resulü ve kulu-kölesi olduğuna şehadet edip bunu kabul edene selam olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. Zira ben, kim olursa olsun can taşıyan herkese belli bir tehlikeyi haber verip bunları uyandırmak ve inanmayanlar üzerinde Allah’ın sözünü gerçekleştirmek için istisnasız bütün insanlara gönderilmiş bir Allah Resulüyüm. O hâlde sen İslam’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Şayet kaçınacak olursan, bu hâlde hiç şüphesiz Mecusiler’in günahları da senin üzerinde toplanacaktır. (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.” Kisrâ’nın bu hakaret içeren tavrını işiten Hz. Peygamber, şöyle dua etmiştir: “Allah da onun hükümranlığını tamamen yırtarak parçalasın.” Daha sonra Hz. Peygamber’in bu duasının gerçekleştiğini ve İran kisrâsının öldürüldüğünü haber alan İran’ın Yemen valisi Bâzan ve adamları İslamiyet’e girmişlerdir. Sabiîler Hz. Peygamber döneminde bölgede mevcut olduğu bilinen farklı inanç biçimlerinden bir diğeri ise Sabiîliktir. Hz. Peygamber ile doğrudan münasebetleri olduğuna dair bir bilgi bulunmayan, ancak Kur’an-ı Kerim’de üç yerde mensuplarından ismen bahsedilen Sâbiîlik, Güney Mezopotamya’da yaşamış olan ve ışık-karanlık düalizmine dayalı gnostik inançlarıyla tanınan topluluğun bağlı olduğu bir dindir. Sabiîliğin tarihçesi bugünden iki binyıl geriye gider. Sabiîlik, Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut bulunan heterodoks Yahudi akımlarından doğmuştur. Sabiîler, büyük bir önder ve ışık peygamberi şeklinde tanımladıkları Hz. Yahya tarafından getirilen bir dindir. Yahudi olan Hz. Yahya, peygamber olunca Yahudiliğe karşı çıkarak Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştur. Ancak Yahudilerce kışkırtılan Roma valisi, Hz. Yahya’yı başını kesmek suretiyle idam edince Sabiîler göç ederek Güney Mezopotamya’ya yerleşmişlerdir. VII. yüzyılda Irak’ın Müslümanların eline geçmesiyle de Sabiîler zimmi statüsü ile İslam hâkimiyeti altına girmişlerdir. Zimmî: İslam devletinin hâkimiyetini kabul eden, cizye vermek suretiyle can, mal ve din hürriyetini her şartta korumak Müslüman yöneticinin zimmetinde bulunan gayrimüslim vatandaşları ifade eden bir terimdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri Kur’an-ı Kerim’de Sabiîler anlamına gelen “sâbiûn/sabiîn” kelimesi üç ayrı ayette geçmekte, bazı hadis metinlerinde de bu kelimeye rastlanmaktadır. “Şüphesiz inananlar, Yahudi olanlar, Hristiyanlar ve Sabiîler’den Allah’a ve ahret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri rableri katındandır. Onlar için artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara/2: 62) “Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a ve ahret gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Mâide/5: 69) “Gerçekten de Allah Müminler, Yahudiler, Sabiîler, Nasranîler, Mecusiler ve Allah’a ortak koşup şirke sapanlar hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak ki Allah her şeye şahittir.” (Hac/22: 17) Kur’an’da geçen Sabiîler ile tam olarak kimlerin kastedildiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sabiîler’in inanış biçimleri ve kimlikleri hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hz. Peygamber devrinde doğduğu yer olan Irak da dahil olmak üzere diğer bölgelerde de bu dinin bağlılarının azlığı bilinmektedir. Sabiîler’in esasında yıldızlara tapmakta oldukları kabul edilmektedir. EHL-İ KİTAB VE CİZYE UYGULAMASI İslam devletinin hâkimiyetini kabul eden ve bu şartla kendi dininde kalmakta serbest bırakılan kitap ehlinden alınan baş vergisi olan cizye, Tevbe suresinin 29. ayeti ile kayıt altına alınmıştır. Bu ayet hicretin 9. yılında Tebük seferinin hazırlık safhasında nazil olmuştur: “Kitap verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (Tevbe/9: 29) Müslümanlar aldıkları bu verginin karşılığında kitap ehlinin can, mal ve din hürriyetini her şartta korumak mesuliyetini üstlenmiş olurlar. Himaye sorumluluğu, bu şekilde Müslüman yöneticinin zimmetinde bulunan kişi aynı zamanda Zimmî olarak adlandırılır. Yahudi ve Hristiyanların kitap ehli olduklarında şüphe yoktur. Hz. Peygamber ilk olarak Tebük’te Heraklius’a yazdığı mektupta cizye şartlarından bahsetmiştir. Hz. Peygamber Tebük’te iken Eyle, Cerbâ ve Ezruh’lu Hristiyanlarla da cizye Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri antlaşması yapmıştır. Yine Yemen, Necran, Maknâ, Dûmetü’l-cendel, Teymâ, Bahreyn ve çevresindeki Ehl-i kitap cizye ödemesi yapılan topluluklar arasında yer alırlar. Bu kitap ehli yaptıkları cizye antlaşması ile can, mal ve din himayesini kazandıkları gibi, hürdürler, harp esiri ve köle muamelesi görmezler. Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hristiyanlarla birlikte Mecusiler de zikredilmektedir. Hz. Peygamber, o gün Ehl-i kitaptan farklı özellikler taşımakla birlikte Mecusiler’den de cizye almıştır. Hz. Peygamber, bu uygulamayı özellikle Yemen ve Hecer Mecusileri’ne karşı tatbik etmiştir. Aynı şekilde Sâmirî ve Sabiîler de Hz. Peygamber zamanında cizye alınan farklı din mensupları arasında yer alırlar. Hz. Peygamber’in Mecusiler’in hukukî durumu ile ilgili sözü ise şudur: “Onlara Ehl-i kitap muamelesi yapın.” (Muvattâ, Zekât: 42) Cizye uygulamasında Mecusiler ile Hristiyan ve Yahudiler aynı statüde kabul edilirler. Ancak Müslümanların Hristiyan ve Yahudi hanımlarla evlenmeleri ve kestikleri hayvanları yemeleri serbest iken, Mecusi hanımlarla nikâhlanmalarına ve Mecusiler’in kestiklerini yemelerine izin verilmemiştir. Dört halife döneminde de bu uygulama aynı şekilde devam etmiştir. Cizye: İslam devleti sınırları içerisinde yaşayan kitaplı din mensuplarından alınan baş vergisidir. Asr-ı Saadet’te her kabile ve bölgenin durumuna göre cizye miktarları belirlenmiştir. Bazı bölgelerden ise, toplu cizye miktarı hesaplanarak müşterek cizye alınmıştır. Cizye miktarı nakdî olabildiği gibi, aynî olarak da tahsil edilmiştir. Cizye ödeyecek kişi yetişkin, sağlıklı ve erkek olmak zorundadır. Müslüman olan gayrimüslimin cizye mükellefiyeti düşer. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Özet Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri •Arap yarımadası farklı din, dil, ırk ve medeniyetlere beşiklik etmiş bir coğrafyadır. İslamiyet’in geldiği sırada Arap yarımadasında dinî merkez Kâbe idi. Araplar putperest olmakla birlikte Beytullah/Allah'ın evi olduğuna inandıkları Kâbe’yi Hac mevsiminde tavaf ediyorlardı. Kâbe’yi ayrıcalıklı kılan ise üç semavi dinin de atası olan Hz. İbrâhim tarafından hem fizikî hem de manevî olarak inşa edilmiş olmasıydı. Hz. Peygamber İslâmiyet’i bu kutsal mâbedin bulunduğu Mekke’de tebliğ etmeye başlamıştır. •Arap yarımadasında Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler, Sabiîler gibi farklı din mensupları da var olagelmiştir. Özellikle ehl-i kitap, kendi kutsal kitaplarında geleceği müjdelenen son peygamberi beklemekteydiler. Ancak beklenen peygamber olduğunu teşhis etmekle birlikte Hz. Peygamber’e ve getirdiği Kur’an-ı Kerim’e inanmadılar. Zaman zaman Hz. Peygamber’e alenen muhalefet ederek müşriklerle işbirliği yaptılar ve onun konumunu sarsarak risaletini zayıf düşürmek gayreti içinde oldular. Muhalefet, saldırı ve ihanet içerdiği takdirde Hz. Peygamber bu girişimlere misliyle mukabelede bulunmuş ve yeri gelince de cezaî müeyyideye başvurmuştur. •Kimi olumsuz tutumları dışında Hz. Peygamber kitap ehli ile iletişim içinde olmuş ve her zaman anlaşma zeminini muhafaza etme ilkesini benimsemiştir. Her fırsatta öncelikle onları İslam’a dâvet etmiş, kabul etmemeleri durumunda da belli şartlarla anlaşmalar yapmıştır. İslam devletinin siyâsî hâkimiyetini kabul eden gayrimüslimler cizye vergisi ödemek koşuluyla din serbestîsi kazanmışlar, can ve mallarının korunması güvencesini elde etmişlerdir. •Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle olan ilişkilerinin çerçevesi Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda belirlenmiştir. Hz. Peygamber’in bu konudaki uygulamaları, kısa sürede Hicaz yarımadasında farklı din mensuplarının uyum ve anlayış içinde yaşayabilecekleri çatışmasız bir ortamın doğmasını sağlamıştır. Hz. Peygamber’in önderliğinde Müslümanlar, dinleri sebebiyle dışlanan küçük bir toplulukken, içinde doğdukları toplumu dönüştüren ve yaşadıkları coğrafyaya huzur getiren hâkim bir zümre hâline gelmişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi kitap ehli olarak kabul edilebilir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Mecusiler b) Kureyşliler c) Müşrikler d) Gatafanlılar e) Putperestler 2. Benî Nadîr’in Medine’den sürülmesinin sebebi ne olmuştur? a) Kâ‘b b. el-Eşref’i öldürmeleri b) Müslümanların aleyhinde şiirler söylemeleri c) Hendek Gazvesi sırasında Müslümanlara ihanet etmeleri d) Hz. Peygamber’e suikast düzenlemiş olmaları e) Çarşıda bir Müslümanı öldürmüş olmaları 3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in davet mektubunu götürmekle görevli elçilerinden birisidir? a) Amr b. el-Âs b) Ömer b. el-Hattâb c) Câfer b. Ebî Tâlib d) Abbâs b. Abdulmuttalib e) Dihye el-Kelbî 4. Aşağıdakilerden hangisi değerlendirilebilir? Mûte Savaşı’nın sonuçları arasında a) Müslüman ordusunun olabilecek en az zararla Medine’ye dönmeyi başarması b) Müslümanların Bizans Devleti ile antlaşma imzalamaları c) Hâlid b. Velîd’in girişimiyle Müslümanların teslim olmaları d) Kumandan tayin edilen üç kişinin, Mûte dönüşü ödüllendirilmeleri e) Suriye-Medine ticaret yolunun Müslümanların kontrolüne geçmesi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri 5. Âl-i İmrân suresinin 61. ayeti ile emredilen mübahelenin amacı nedir? a) Medine’ki Yahudilerle antlaşma yapmak b) Mucizelere inanmayan müşriklere meydan okumak c) Necranlı Hristiyanları karşılıklı lanetleşmeye davet etmek d) Medine antlaşmasını bozup ihanet eden Benî Kurayza’yı cezalandırmak e) Hristiyanların soruları üzerine Hz. İsa ve Meryem hakkında bilgi aktarmak Cevap Anahtarı: 1.a 2.d 3.e 4.a 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağarı, Murat, “Hz. Muhammed'in Hristiyan ve Yahudi Siyasetlerine Genel Bir Bakış”, İslamî Araştırmalar, 2007, cilt: 20, sayı: 2, ss. 135-144. Algül, Hüseyin, “Mûte Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2006, XXXI, 385-387. Arslantaş, Nuh. (2005). Emeviler Döneminde Yahudiler, Gökkubbe, İstanbul. Arslantaş, Nuh. (2008). İslam Toplumunda Yahudiler: Abbasi ve Fatımi dönemi Yahudilerinde Hukuki, Dini ve Sosyal Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul. Atçeken, İsmail Hakkı. (1996). Hz. Peygamber’in Yahudiler’le Münasebetleri, Marifet Yayınları, İstanbul. Bostancı, Ahmet. (2001). Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri, Rağbet Yayınları, İstanbul. Duman, Abdullah. (1995). Asr-ı Saadette Müslüman-Yahudi İlişkileri, (yüksek lisans tezi), Van. Fayda, Mustafa. (1982). İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara. Fayda, Mustafa. (2006). Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, İFAV, İstanbul. Gündüz, Şinasi, “Mecusilik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara 2003, XXVIII, 279-284. Gündüz, Şinasi, “Sabiîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2008, XXXV, 341-344. Gündüz, Şinasi. (1995). Sabiîler Son Gnostikler, Vadi Yayınları, Ankara. Hamîdullah, Muhammed. (1990). İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), 5. Baskı, İrfan Yayıncılık, İstanbul. Mahmudov, Elşad. (2010). Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Savaşları, İSAM Yayınları, İstanbul. Özkuyumcu, Nadir. (1985). Hz. Peygamber Devrinde Yahudiler’e Karşı Güdülen Siyaset (yüksek lisans tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Öztürk, Levent, “Necâşî Ashame”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2006, XXXII, 476-477. Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet I: Asr-ı Saadet’te Habeşistan’la Münasebetler, İz Yayıncılık, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İÇİNDEKİLER • Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Eşleri ve Çocukları • Hz. Peygamber’in Ahlaki Güzellilkleri • Hz. Peygamber’in Şemaili • Hz. Peygamber’in Siyasi ve Askeri Kişiliği HEDEFLER HZ. PEYGAMBER’İN AİLE HAYATI, AHLAKI, SİYASİ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Hz. Peygamber’in aile hayatını, eşlerini, çocuklarını ve yakınlarını daha iyi tanıyabilecek • Hz. Peygamber’in bedeni ve ahlaki güzelliklerin bilecek • Hz. Peygamber’in siyasi ve askeri dehasını daha iyi kavrayacak • Hz. Peygamber’in çevresindeki insanlara verdiği değeri ve onlarla olan geçimini çok iyi bileceksiniz. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 8 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği GİRİŞ Yüce Allah, Hz. Âdem’i topraktan yaratmış sonra ona kendinden ruh üflemiştir. “Bir zaman rabbin meleklere demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr/15: 2829). İnsan, Yüce Allah’tan aldığı ruh sebebiyle meleklerin kendisine secde ettiği bir varlıktır. Bu sebepten dolayı İslam dini, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür. Kur’an-ı Kerim’de belirtildiğine göre insan, Yüce Allah tarafından hem beden hem de ruh yapısı bakımından en güzel şekilde yaratılmış, yerde ve gökte olanlar buyruğu altına verilmiş, temiz gıdalarla rızıklandırılmıştır. İnsan, yaratılıştan hak dine yönelebilecek ve güzel ahlaka erişebilecek iyi eğilimlerle donatılmıştır. İnsana bahşedilen bu temel özelliği koruyup geliştirebilmek, onu güzel ahlakla donatabilmek için peygamberler gönderilmiştir. Peygamberler, yaşantıları ve ahlak güzelliğiyle çevrelerine örnek olmuşlar, insanları tevhide ve güzel ahlaka davet etmişlerdir. Bu gaye ile gönderilen peygamberler zincirinin son halkası, Peygamber Efendimizdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun ahlakı, kıyamete kadar tüm insanlık için örnektir. “Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir” (Ahzâb/33: 21). Bu ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber’in aile hayatı, ahlaki üstünlüğü, siyasi ve askeri kişiliği onun yolundan gidenler için güzel örneklerle doludur. AİLE HAYATI Yüce Allah, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra eşi Havva’yı yaratmış ve ikisini cennete koymuş sonra da cennetten dünyaya göndermiştir. Dünya üzerinde ilk aile yuvası kuran ve çocuk sahibi olan bu ikisidir. Aile, inanç, ibadet ve ahlak değerlerinin aktarımı açısından vazgeçilmez bir kurumdur. Yeni nesillerin sevgi, şefkat ve merhametin hâkim olduğu huzurlu bir aile ortamında yetişmeleri fevkalâde önemlidir. Aile, toplumun en küçük birimidir. Toplumun sağlam olması aile yapısının sağlam olmasına bağlıdır. Yüce Allah Kur’an-Kerim'de sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi için ailenin kurulmasını emreder, ailenin temelini oluşturan eşler arasındaki sevgi ve merhameti de varlığının delillerinden biri kabul eder (Nûr/24: 32; Rûm/30: 21). Peygamber Efendimiz de sürekli ailenin önemine dikkat çekmiş, gençleri yuva kurmaya teşvik etmiş, yoksul gençlerin aile kurabilmeleri için çaba göstermiştir. Ailede huzur için eşlerin birbirlerine sevgi ve saygılı davranmalarını, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği olumsuzlukları değil, güzellikleri öne çıkararak iyi geçim ortamını oluşturmalarını istemiştir. Hz. Peygamber, "En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince ben, aileme karşı en hayırlı olanınızım" buyurmuştur (İbn Mâce, Nikâh: 50). Hanımlarına iyi davrananların en hayırlı kişiler olduğunu bildiren Hz. Peygamber, müminlerin iman bakımından en mükemmel ve ahlakça en güzel olabilmelerini de aileleriyle sağlıklı ilişkilerine bağlamıştır. Çocuklarına sarfettiği her şeyin sadaka olduğunu söyleyen Peygamberimiz; "Sen, ev halkına bir harcamada bulunduğun zaman şüphesiz ki ondan sevap alırsın, hatta hanımına ikram ettiğin lokmadan bile" demiştir. (Buhârî, Nafakât: 1; Müslim, Vasiyyet: 1) Eşleri ve Ev Hayatı Hz. Peygamber Efendimiz de diğer peygamberler gibi zamanı gelince evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Kurduğu yuvada çocuklarını çok güzel bir şekilde yetiştirmiş, eşleri ile çok güzel bir evlilik hayatı yaşamış ve müminlere bu yönüyle de örnek olmuştur. Peygamberimizin ilk eşi, yirmi beş yaşında iken evlendiği Hz. Hatice'dir. O sırada kırk (veya yirmisekiz) yaşında dul bir hanım olan Hz. Hatice, ticaretle meşgul oluyordu ve Mekkeliler arasında Tâhire yani, saf, temiz unvanıyla tanınıyordu. Kendisine yapılan evlenme tekliflerinin hepsini geri çevirmiş ve el-Emîn (doğru, güvenilir) unvanıyla tanınan Hz. Peygamber'le evlenmeyi tercih etmişti. Hz. Peygamber ile yirmi beş yıl evlilik hayatı yaşayan Hz. Hatice, ölünceye kadar Peygamberimize içten bir sevgi duymuştur. Hz. Peygamber’in davetini kabul ederek İslam'a giren ilk mümin olma şerefini kazanmış, çeşitli sıkıntılara karşı O’na her zaman destek olmuştur. Peygamberimiz de onu çok sevip saymış, iyiliklerini hiçbir zaman unutmamış, ölümünden sonra da onu sürekli rahmet ve minnetle anmış, kabrini ziyaret etmiş, geride kalan yakınları ve dostlarıyla ilgilenmiştir. Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in ona olan bu ilgisini zaman zaman kıskanmıştır (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensar: 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe: 74-76). Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice'nin vefatına kadar başka bir evlilik yapmadı. İlk eşi vefat ettiğinde kendisi elli yaşına ulaşmıştı. Diğer evliliklerinin tümünü bu yaşından sonra gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla sonraki evliliklerinde bazen iddia edildiği gibi cinselliğin değil, birtakım özel sebepler ve hikmetlerin söz konusu olduğu açıktır. Peygamberimiz'in Hz. Hatice'nin vefatından sonra çeşitli gayelerle, çeşitli zamanlarda evlendiği hanımlar, Hz. Şevde, Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz. Zeyneb bint Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye, Hz. Zeyneb bint Cahş, Hz. Ümmü Habîbe, Hz. Safıyye, Hz. Meymûne ve Hz. Mâriye'dir. Hz. Peygamber'in eşleri "müminlerin anneleri=ümmehâtü'l-müminîn” olarak kabul edilirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Hiçbir şeyi sebepsiz ve boş yere yapmayan Hz. Peygamber'in evliliklerinde de çeşitli hikmetler vardır. Bu hikmetleri şu şekilde sıralayabiliriz: Hz. Âişe ve Hz. Hafsa annelerimiz vasıtasıyla hanımlara dînî alanda bilgi aktarımı yaptığı ve İslamî hizmetlerde önceliği olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'le dostluğunu pekiştirdiği düşünülebilir. Bazı hanımlarla evliliği, onların İslam'daki fedakârlığına bir vefa şeklinde gerçekleşmiştir. Habeşistan'a göç etmiş olan Hz. Ümmü Habîbe ile Hz. Sevde buna örnektir. Peygamber Efendimiz bir kısım evlilikleriyle de bazı kabilelere dostluk mesajları vermek istemiştir. Necid bölgesinin en büyük kabilelerinden Âmir b. Sasaa'ya mensup olan Hz. Zeyneb bint Hüzeyme ile Hz. Meymûne buna örnek sayılır. Hz. Cüveyriye ve Hz. Safiyye ile evliliği ise siyasi amaçlıydı. Bunlardan Cüveyriye ile evliliği, Mustalik oğulları kabilesinin İslam'a girmesine vesile olmuştur. Safiyye ile evlilikten maksat ise Yahudilerin dostluğunu kazanmaktı. Zeyd b. Hârise'den boşanan Zeyneb bint Cahş ile evliliği ise Cahiliye döneminde evlâtlıkları öz çocuk olarak gören anlayışa karşı İslam hukukunda yeni bir ilkenin uygulanması şeklinde olmuştur. Bütün bu gerçekler ortada iken çok evliliği sebebiyle Hz. Peygamber'i şehvete düşkünlükle itham etmek hakikate aykırı bir durum olup, yalan ve yanlış bir iddiadan ibarettir. Hz. Peygamber, aile fertlerini vahyin ışığında eğitirdi, İslamî konularda sürekli bilgilendirir, onların din ve ibadet hayatlarıyla yakından ilgilenirdi. Aile fertlerinin görüşüne önem verirdi. Hanımlarına nazik ve güleryüzlü davranırdı; selâm verir, hal hatır sorar, elini tutup yüzüne sevgi ile bakardı. Aile fertlerinin yakınlarıyla da ilgilenir, bunlardan ziyaretine gelenlere iltifat eder, hediyeler verirdi. Nitekim ev halkından saydığı Hz. Enes'in annesi, teyzesi, dayısı ve büyük annesiyle ilgilenirdi. Peygamber Efendimiz, eş ve çocuklarına zaman ayırır, onlarla gezintiye çıkar ve kendileriyle çok güzel sohbetler ederdi. Geleneksel folklor gibi meşru eğlenceleri seyretmelerini teşvik ederdi. Bayramlara aile fertleriyle birlikte katılırdı. Spor amaçlı yürüyüşe çıkar, bazen Hz. Âişe örneğinde olduğu gibi koşu yarışı yapardı. Bir defasında Hz. Âişe ile yarışmışlar, Hz. Âişe geçmişti. Birkaç yıl sonra tekrar yarıştıklarında bu sefer yarışmayı Hz. Peygamber kazanmış ve Hz. Âişe'ye gülümseyerek "bu önceki yarışmanın rövanşıdır" demişti (Ebû Dâvûd, Cihâd: 61; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,264). Hz. Âişe'nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz ev işleriyle de yakından ilgilenirdi. Gerektiğinde kendi elbisesinin söküğünü diker, ayakkabılarını tamir eder, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği koyunları sağar, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gittiğinde alışveriş yapar, yükünü de kendisi taşırdı. Hz. Peygamber, Arap toplumunda yaygın olarak görülen hanımlara şiddet uygulanmasına kesinlikle karşı çıkardı. Ashabını da "Dövdüğünüz kadınla akşamleyin aynı yatağı utanmadan nasıl paylaşırsınız?" sözleriyle uyarırdı (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,17). Hanımlarına kötü davrananların iyi kimseler olmadığını söylerdi. Çocukları Hz. Peygamber Efendimizin çocukları biri dışında Hz. Hatice'den doğmuştur. Tercih edilen görüşe göre bunlar Kâsım, Abdullah, Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma'dır. Oğlu İbrahim ise Mısırlı Mâriye'den dünyaya gelmiştir. Bilindiği gibi oğulları Kâsım, Abdullah ve İbrahim küçük yaşta vefat etmişlerdir. Araplar’da herkesin bir ismi, bir künyesi, bir nisbesi bir de lakabı vardı. İsmi doğdukları zaman anne-babalarından veya büyüklerinden alırlar, künyeyi de ilk çocuklarının ismine göre alırlardı. Peygamberimiz, ilk çocuğu Kâsım sebebiyle "Ebü'l-Kâsım" künyesini almıştır. Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları koluna mensup olduğu için Hâşimî nisbesiyle, ayrıca doğruluğundan ve güvenilirliğinden dolayı herkesin ittifakla uygun gördüğü el-Emin lakabıyla anılmıştır. Peygamberimizin kızı Zeyneb, peygamberlikten 10 yıl önce doğdu. Mekke'de teyzesi Hâle bint Huveylid'in oğlu Ebül-Âs b. Rebî ile evlendi. Bedir'de müşrikler tarafında savaşarak esir düşen kocası serbest bırakılırken Hz. Peygamber Zeyneb'in Medine'ye gönderilmesini şart koştu. Hicret yolculuğunda bir müşriğin saldırısına uğrayan Zeyneb, bineğinden düştü ve karnındaki çocuğunu kaybetti. Daha sonra Ebül-Âs, Müslüman olarak Medine'ye geldi, aile birliği yeniden kurulmuş oldu. Çok geçmeden Hz. Zeyneb 8 /630 yılında vefat etti. Ebül-Âs ile Zeyneb'in, Ali ve Ümâme adlarında iki çocukları dünyaya gelmiş, bunlardan Ali küçük yaşta ölmüştür. EbulÂs, eşi Zeyneb’in vefatından dört yıl sonra 12/634 yılında vefat ederken kızı Ümâme’yi dayısını oğlu Zübeyir b. Avvâm’ın himayesine bırakmıştı. Zübeyir de Ümâme’yi Hz. Ali ile evlendirdi (Ümâme’nin Hz. Ali ile evliliğinin teyzesi Hz. Fâtıma’nın ölümünden sonra olduğu unutulmamalıdır). Bu evlilik, Hz. Ali’nin şehid edilmesine kadar devam etmiştir. Hz. Ali ve Ümâme çiftinin Ali Evsat adında bir oğulları dünyaya gelmiş ve bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir. Ümâme, Hz. Alinin şehadetinde sonra Muğîre b. Nevfel b. Hâris b. Abdülmüttalib ile evlenmiş; ondan da Yahya adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Yahya da küçük yaşta vefat ettiğinden Zeyneb’in nesli de tükenmiştir. Hz. Peygamber'in ikinci kızı Rukıyye, Zeynep'ten üç yıl sonra dünyaya geldi. Yetişkin bir kız olduğunda Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile, kızkardeşi Ümmü Gülsüm de diğer oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. Resul-i Ekrem'in, peygamber oluşunun hemen Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği ardından Ebû Leheb nişanı bozdurdu. Nişanın bozulmasından sonra Hz. Osman, Rukıyye ile evlendi ve eşi ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet sonra Mekke’ye döndüler, ordan da Medine’ye hicret ettiler. Rukıyye, hicretin ikinci senesinde Medine'de hastalandı ve Bedir Savaşı günlerinde (2/624) vefat etti. Hz. Osman ve Rukıyye'nin Abdullah adlı bir çocukları dünyaya gelmiş, ancak küçük yaşta ölmüştür. Daha sonra Hz. Osman, Ümmü Gülsüm’le evlenmiş, o da 9/631 yılında Medine'de vefat etmiştir. Hz. Osman ve Ümmü Gülsüm çiftinin çocukları olmamıştır. Hz. Fâtıma, Peygamber Efendimizin Hz. Hatice'den dünyaya gelen çocukları arasında en küçüğü olup peygamberliğin ilk yılında doğdu. Hicretten sonra 2/624 yılında Hz. Ali ile evlendi. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adlarında beş çocuğu dünyaya geldi. Hz. Fâtıma, Peygamberimizin vefatından altı ay sonra vefat etti. Peygamber Efendimiz, Fâtıma'yı çok severdi. Kendisi henüz altı yaşındayken kaybettiği annesinin hasretini onunla gidermeye çalışırdı. Bu sebeple Fâtıma "Ümmü ebîhâ=babasının annesi” künyesiyle de anılmaktadır. Ayrıca "beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın" anlamında Zehra, "iffetli ve namuslu kadın" anlamında Betûl lakaplarıyla da bilinmektedir (Ebû Nuaym, II,39). Hz. Peygamber'in son çocuğu İbrahim'dir. Mısırlı Mâriye'den dünyaya gelen İbrahim, yaklaşık iki yaşında iken vefat etti. Resulullah'ın Hz. Fâtıma dışındaki bütün çocukları kendisinden önce vefat etmiştir. Peygamber Efendimiz, çocuklarını ve torunlarını çok sever, onların her biriyle ayrı ayrı ilgilenirdi. Çocuk ve torunlarının dünyaya gelişinde sevincini belli eder, doğum müjdesi getirenlere bahşiş ve Allah'a şükür için yoksullara sadaka verir, akika kurbanı keserdi. Peygamberimiz, Hz. Fâtıma' yı çok severdi. Hz. Peygamber, onun eğitimiyle özel olarak ilgilenmiş, o da babasının tüm edep ve nezâketini kapmıştı. Peygamberimiz, Fâtıma'yı görünce sevinir, onu ayakta karşılar, elini tutarak yanaklarından öper, ona iltifat ederek yanına oturturdu. Hz. Fâtıma da babası kendi evine geldiğinde onu, sevgisine layık olacak bir içtenlikle karşılardı. Hz. Peygamber bir yolculuğa giderken aile fertlerinden en son onunla vedalaşır, yolculuktan dönünce de ilkönce onunla görüşürdü. Peygamberimizin bildirdiğine göre "Fâtıma, cennet ehli hanımların öncülerindendir. Fâtıma onun yüreğinden bir parçaydı, Onu üzen Peygamberimizi üzmüş olurdu" (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 12, 31). Peygamber Efendimiz, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'i çok severdi; onlar için "dünyada kokladığım reyhanlarım, çiçeklerim" derdi, "cennet gençlerinin beyefendileri olduğunu" söylerdi ve "Allahım! Ben bunları seviyorum sen de sev bunları" diye dua ederdi (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 24). Peygamber Efendimiz, kızı Zeyneb'ten torunu olan Ümâme ile ve diğer bütün torunlarıyla Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği ilgilenirdi. Deve taklidi yaparak onları sırtında taşır, namazda omuzuna tırmanmalarına müsaade ederdi. Aile fertleriyle birlikte iken torunlarından biri su istese müsaitse hemen kalkıp su verirdi. Sık sık verdiği hediyelerle onları sevindirirdi. HZ. PEYGAMBER'İN AHLAKİ ŞAHSİYETİ İslam âlimleri, Kur’an-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber’in iyi anlaşılabilmesi için çok gayret göstermişler ve bu iki kaynağı bize öğretecek ilim dalları ihdas etmişlerdir. Yüce kitabımızın iyi anlaşılabilmesi için, Tefsir ve Tefsir Usûlü ilimlerin geliştiren âlimler, Hz. Peygamber’i de bütün yönleriyle inceleyecek ilim dalları geliştirmişlerdir. Hz. Peygamber Efendimiz konusunda söz sahibi olmak isteyen herkesin bilmesi lazım gelen bu ilim dallarını şu şekilde sıralayabiliriz: Siyer: Sîret kelimesinin çoğulu olan Siyer, Hz. Peygamber’in doğumu ile vefâtı arasında geçen altmış üç senelik hayatını anlatan bir ilim dalıdır. Meğâzî: Hz. Peygamber’in savaşlarını bütün tafsilatıyla anlatan bir ilim dalıdır. Meğâzî, Hz. Peygamber’in son on senelik Medine hayatının yalnızca kurmay ve diplomat yönünü özel olarak ele alan bir ilim dalıdır. Hadis: Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait haberlere hadis denildiği gibi bu üç konuyu mevzû edinen ilim dalına da Hadis ismi verilmiştir. Şemail: Hz. Peygamber’in beşerî yönünü kendine konu edinen ilim dalına da Şemail adı verilmiştir. Fiziki özelliklerinden ve güzelliklerinden bahseden ilim dalına Şemail, huy ve ahlak güzelliğinden bahseden ilim dalına da Hilye adı verilir. Delâil: Şemail, Hz. Peygamber’in beşerî yönünü ele alırken Delâil de nebevî yönünü ele almış bir ilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in sıradan insanlarda bulunmayan birtakım özellikleri vardır. Bu özellikler ona, peygamberlik sıfatı ile birlikte Yüce Allah tarafından verilmiştir. Delâil, işte bu özellikleri konu edinir. Sevgili Peygamberimiz, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini ifade etmiştir. Kur'an'da belirtildiğine göre Yüce Allah onu en güzel ahlakla donatmıştır. Bu sebeple onun ahlaki kişiliği, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar, Allah'ı çok zikredenler ve tüm insanlık için en güzel örnektir (Kalem/68: 4; Ahzâb/33: 21). Nitekim Hz. Âişe, Peygamber Efendimizin ahlakını soranlara "Onun ahlakı Kur'andı" cevabını vermiştir (Müslim, Müsâfirîn: 139). Peygamberimizi görerek Müslüman olma şerefine erişen ashabın bildirdiğine göre Sevgili Peygamberimiz, hem fiziki hem de ahlak yapısı itibariyle insanların en güzeli idi. Bir insanın ahlaki şahsiyeti hakkında en doğru bilgileri aile fertlerinin ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği diğer yakınlarının verebileceğinde hiç kuşku yoktur. Peygamber Efendimizin ahlak güzelliğine en ayrıntılı biçimde şahit olanlar da onun aile fertleri ve yakın çevresinde yer alan ashabıdır. Biz de Peygamberimizin örnek ahlakı ile ilgili bilgileri onların anlatımlarından öğrenmekteyiz. Peygamber Efendimizin tüm insanlık için örnek olan ahlak güzelliğini tanıyabilmek için ilkönce onun şemailini ve hilyesini yani fiziki özelliklerini, huy güzelliğini ve davranışlarındaki mükemmelliği sonra da ahlaki şahsiyetini incelemek gerekir. Fiziki Özellikleri ve Gündelik Hayatı Peygamber Efendimizin fiziki özelliklerine şemail, bunların anlatıldığı edebî eser ve levhalara hilye denilmektedir. Onun fiziki görünüşü yanında ahlaki özelliklerine ve bu konuda yazılan eserlere de Şemail ve Hilye adı verilmektedir. Şemail ve Hilye kaynaklarına göre Hz. Peygamber, uzuna yakın orta boylu idi. Başı, insanlar arasında hoş ve güzel sayılacak ölçüdeydi. Yüzünün rengi beyazdı. Gözleri siyah, kaşlarının arası az açıktı. Kirpikleri sık ve uzundu. Sakalı sık, omuz başları ve omuzlarının arası geniş, elleri ve ayakları itidal üzere idi. Saçı kumral olup hafifçe dalgalı idi. Peygamberimiz, güler yüzlüydü. Dinleyenlerin eksiksiz anlayabilmelerini sağlamak amacıyla yavaş yavaş konuşur, daha iyi anlaşılabilmesi için de önemli konuları birkaç kere tekrarlardı. Zaman zaman insanları rahatsız etmeyecek hafif kokular kullanır, ikram edilen çiçekleri kabul ederdi. Gürültü çıkarmadan son derece dikkatli bir şekilde yürürdü, bakışlarıyla kimseyi rahatsız etmezdi. Diz üstü oturur, bağdaş kurar, bazen de uyluklarını karnına çekip ellerini dizlerinin üstüne bağlardı. Geceleyin yatarken, kendisine nimetler veren, ihtiyaçlarını gideren, evinde huzura erdiren Allah'a hamd eder, O'nun adını anarak uykuya yatar, uyandığında da yine Allah'a hamd ve şükreder, dönüşün O'na olacağını söylerdi. Temizliğe çok önem verir, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat ederdi. Her abdest alışında, o günkü şartlarda bir çeşit diş fırçası sayılan misvakla dişini temizlerdi. Estetiğe, tertipli ve düzenli olmaya önem verirdi. Peygamber Efendimiz giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Ev döşemesi olarak, yaşadığı dönemdeki yaygın eşyayı kullanırdı. Gerek giyim, gerekse ev eşyasında ihtiyacı karşılamaya, sadeliğe, temizliğe ve tertipliliğe özen gösterirdi. Yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı. Yemeğe besmele ile başlar, bitince Allah'a hamd ve şükrederdi. İyice acıkmadan sofraya oturmaz, karnını tıka basa doldurmadan da sofradan kalkardı. Şartların elvermesi durumunda yemek davetlerine katılırdı. Sofrayı paylaştığı kişilerle hoş sohbet ederdi. Gerek yiyecekler, gerek giyim, gerekse ev eşyasının helâl yollardan kazanılmış para ile alınmış olmasına önem verirdi. Gündelik hayatta her zaman Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği güler yüzlü, tatlı sözlüydü; kimseyi, üzmez, kimseyi hor görmez ve azarlamazdı. Herkes onun yanında kendisini rahat hissederdi. İbadet Hayatı İbâdet, kulluk demektir; Yüce Allah’ın razı olduğu amel demektir. Hz. Peygamber, Yüce Allah'a kulluğunda samimi idi. İbâdetlerini huşu üzere, Allah'a gönülden bağlılıkla, samimiyetle ve sürekli olarak yapardı. Onun kulluğu, ihsan mertebesindeydi. Yani ibadetlerini, Allah'ı görüyormuşçasına yerine getirirdi. Gerçekten de o, namazda kendisini o denli Allah'a teslim ederdi ki, okuduğu Kur'an ayetlerinin anlamlarına göre duygulanır ve kendinden geçerdi. Sevgili Peygamberimiz, ibadetleri Allah'ın sonsuz nimetlerine karşı bir şükür olarak görürdü. Namazlarını, haccını, umresini, orucunu, zekâtını, kurban ibadetini, teheccüdü ve diğer nafileleri hep aynı derinlikte yerine getirirdi; namazla hayatı birbirinden ayırmazdı. Onun anlayışında yoldaki bir engeli kaldırmak, bir yoksulun ihtiyacını karşılamak, Allah'ı zikretmek, O'na dua ve tövbe etmek, Kur'an okumak ve dinlemek de kulluğun gereklerindendi. İbâdet eden insan, aynı zamanda yararsız söz ve davranışlardan uzak durmalı, iyilik yapmalı, yardımsever olmalı, namus ve şerefini korumalı, sözünde durmalı, emaneti gözetmeliydi (Müminûn/71: 1-11). Onun ibadetlerdeki ilkesi huşu, devamlılık ve ölçülü olmaktı. Her konuda olduğu gibi ibadetlerde de aşırılığa karşıydı. Dünya ile ilgilenir, aile fertlerine zaman ayırır, bedenini dinlendirir, zamanı gelince de ibadetlerini yerine getirirdi. Peygamber Efendimiz, zühd ve takva sahibiydi. Dünyevi ihtiraslardan uzak dururdu. Ebedî hayatın önemini aklından hiç çıkarmazdı. Her zaman ebedî olanı geçici olana tercih ederdi. Harama, günaha yaklaşmazdı. Allah'ın rızasına engel olacak davranışlardan kaçınırdı. Dünyalığa erişince taşkınlık göstermez, Dünyevi kayıplara uğradığı zaman da ölçüsüz bir şekilde üzülmezdi, şükredilecek yerde şükreder, sabredilecek yerde de sabrederdi. Alçak gönüllülüğü Alçak gönüllülük, Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve kendi küçüklüğünü anlamak ve idrak etmek esası üzerinde gelişen , fikre ve vicdana dayalı bir histir. Büyüklenmenin zıddı olup, şeref ve yükselmenin merdivenidir. Yüce Allah, alçak gönüllü olmayı emretmiş, kibirli olmayı da yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur: “Sana tâbi olan müminlere tevazu kanadını indir” (Şuarâ/26: 215). “Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir, ne de boy bakımından dağlara ulaşabilirsin” (İsrâ/15: 37). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Hz. Peygamber'in Allah'a samimi kulluğu ve dinî duyarlılığı, toplum hayatına engin bir tevazu olarak yansırdı. Nitekim bir gün bir şahıs onu ziyarete gelmiş, huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz, "Arkadaş, titreme! Ben bir kral değilim. Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum" diyerek muhatabını rahatlattı. Yine bir gün Peygamberimizin huzuruna bir kadın geldi, belli ki bir ihtiyacının karşılanmasını istiyordu. Yaşlı olması sebebiyle derdini tam anlatamıyordu. Herkese ayıracak bu kadar zamanı olmasa da Peygamber Efendimiz, bu hanıma yaşlılık sebebiyle bunamış biri gibi davranmadı, herhangi bir usanç belirtisi göstermeksizin onunla ilgilendi. Ashab–ı Kirâm’dan bir zat, Peygamber Efendimizin insanlara elbise dağıttığını duymuş, bir elbise edinebilmek için oğlunu göndermek istemiş, fakat oğlu böyle bir sebeple Peygamberimizin yanına gitmekten çekinmişti. Bunun üzerine babası herhangi bir endişe taşımamasını, Hz. Peygamber'in huzuruna rahatlıkla çıkabileceğini bildirdi. Adiy b. Hâtim, Müslüman olmadan önce bir gün Peygamberimizi görmeye gelmişti. Hz. Peygamber, onu evine götürürken yolda bir kadınla karşılaştı, uzunca bir süre onu dinledi. Eve vardıklarında minderini misafirine verip kendisi yere oturdu. Onun tevazuundan etkilenen Adiy, Hz. Peygamber'in bir kral değil, Allah'ın elçisi olduğunu anladı ve Müslüman oldu. Hilmi, Sabrı ve Şükrü Hilm, yumuşak huyluluk demektir. Acele etmemek, hiddetlenmemek mânâların da gelir. Peygamber Efendimiz, yumuşak huyluydu, ağırbaşlı ve sabırlıydı; öfkesine galip gelir, intikam fikrinden uzak dururdu. Zira Yüce Allah, onu, kaba ve katı yürekli olmaktan uzaklaştırmış, insanları bağışlamayı, doğru yola ulaşmaları için onlara dua etmeyi öğretmişti (Âl-i İmrân/3: 159). Sevgili Peygamberimiz, kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir herkese eşit davranır, kimseye ayrıcalık yapmazdı. Namaz kılarken, çocuklar secdede omuzuna tırmansalar da onları azarlamazdı. Omuzunda iz bırakacak derecede onu sarsarak devesine erzak yüklenmesini isteyen bedeviyi bile yumuşaklıkla karşılamış, kolaylıkla isteğini yerine getirmişti. Zaman zaman İslam'ın özüne aykırı soru soranları da soğukkanlılıkla dinler, onlara uygun cevaplar verirdi. Duygularına hâkimdi. Rastgele ve tepkisel davranmaz, sözü düşünerek söyler, işi tartarak yapardı. Tatsız gelişmeler karşısında rahatsız olsa bile bunu dışarıya yansıtmazdı. O, "Güçlü kişi, güreşte hasmını yenen değil, öfkelenince öfkesini yenebilendir"(Buhârî, Edeb: 76; Müslim, Birr: 108) buyururdu. Hz. Peygamber, risaletle görevlendirildikten sonra müşriklerin türlü baskı ve eziyetlerine mârûz kaldı. Öte yandan inkârcılar ona büyücü, şair ve deli diye iftira attılar. Peygamberliğin onuncu yılında Tâif ten dönerken taşlayıp hakaret ettiler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Kısacası Hz. Peygamber, sıradan bir insanın asla dayanamayacağı bu tür sıkıntılar karşısında sabırlı, fedakâr ve cesur davranmayı bildi. Peygamber Efendimiz, sabırlı olduğu kadar şükür sahibiydi de. Allah'ın ihsan ettiği sayısız nimetlere karşı şükretmeyi bir görev bilirdi. Çünkü Yüce Allah, kendisine şükredilmesini, nankörlük edilmemesini belirtiyor; şükretmenin, nimetlerin artmasına vesile olacağını bildiriyordu (Bakara/2: 152-153). Allah Resulü (s), sürekli Allah'a şükrederdi. Bir gece kalkıp namaza durdu. Uzunca bir süre namazda kaldı. Bu durum, Hz. Âişe'nin dikkatini çekti ve "Ey Allah'ın Resulü! Senin geçmiş-gelecek tüm günahların affolunmuşken namazı bu denli uzatmanın sebebi nedir?" diye sorduğunda Hz. Peygamber "Allah'a şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verdi (Buhârî,Teheccüd: 6; Müslim, Münâfikîn: 79). Allah'a gereği gibi şükretmesini bilmeyenler, insanlardan gördüğü iyiliklere de teşekkür etmezler. İnsanlardan gördüğü iyiliğe karşı teşekkür etmeyenler de Allah'a gereği gibi şükretmezler. Sevgili Peygamberimiz, hem Allah'a şükreden hem de gördüğü iyilikler karşısında insanlara teşekkür eden yüksek bir ahlaki kişiliğe sahipti. Şefkat ve Merhameti Yüce Allah Kur'an'da Peygamberimizin alemlere rahmet olarak gönderildiğini bildirmektedir (Enbiyâ/21: 107). Hz. Peygamber, inananlara çok şefkatli ve merhametli idi. Allah da onun hakkında "çok şefkatli ve merhametli" anlamına gelen "raûf ve rahîm" sıfatlarını kullanmıştır (Tevbe/9: 128). Peygamber Efendimiz, düşmanlara lanet okumasını isteyen birine, kendisinin lanet için değil, alemlere rahmet için gönderildiğini söylemiştir. Nitekim Tâif’ten dönerken kendisini taşlayanlara bile beddua etmemiş, onlar hakkında Yüce Allah'tan hidayet dilemiştir. Bir gün ashabından birinin Allah'ın rahmetinin sadece şahsına ve Peygamber'e ait olması için dua ettiğini duyan Peygamberimiz, "Allah'ın lütuf ve rahmet dairesini çok daralttın" diyerek o kişiyi uyarmıştır. Kendisi de bir yandan, merhamet etmeyenin merhamet göremeyeceğini hatırlatırken, "Siz yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösterin ki, göktekiler de size merhamet etsinler" diyerek merhamet yollarını genişletiyordu (Ebû Dâvûd, Edeb: 58). Hoşgörüsü ve İnsanların Kalbini Kazanması Peygamber Efendimiz hoşgörü sahibiydi. Bunun doğal bir sonucu olarak insanları farklılıklarıyla kabul ederdi. Hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bir kişide olumsuz bir durum görse onu düzeltirken şahsiyetini incitmemeye özen gösterirdi. Düzeltilmesi gereken davranışları, "içinizde şöyle şöyle yapanlar var, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği bunlardan vazgeçsinler" diyerek herkesi kapsayacak tarzda söylerdi. Böylece hiç kimse rahatsız edilmeden yanlışlıklar düzeltilmiş olurdu. Sevgili Peygamberimiz, şartlar ne olursa olsun her zaman ve her yerde hoşgörülü olmayı benimsemiştir. Bu sebeple Mekke fethinden sonra Kâbe önünde toplanmış olan düşmanları hakkında genel af ilan ederek gönüllerini İslam'a kazanmak istemiştir. Bu durum, Ebû Süfyan ve oğlu Muâviye ile Süheyl b. Amr gibi çok sayıda Kureyş ileri gelenlerinin İslam'a adım atmalarına sebep olmuştur. Azim ve Cesareti Hz. Peygamber, yumuşak huylu ve hoşgörülü olduğu kadar azimli ve cesurdu. Mekke döneminde İslam'ın yayılmasını engellemek için akla gelmedik zorluklarla karşılaştı. Fakat o, bunlardan yılmadı, engelleri azim ve cesaretiyle aştı. Hz. Ali diyor ki: "Savaşlarda Hz. Peygamber kadar düşmana yaklaşan bir kişi olmazdı, ne zaman savaş kızışıp da darlansak ona sığınırdık." Hz. Enes de: "Başımız dara düşünce Peygamber Efendimizle korunurduk" diyor. Yine Hz. Enes, Peygamberimizin cesaretiyle ilgili ilginç bir olay anlatır: “Bir gece Medineliler bir gürültü ile sarsılmışlar, korku içinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Peygamber Efendimiz, ashabını korkutan bu gürültüyü işitince kılıcını almış, bir ata binerek gürültünün duyulduğu tarafa tek başına gitmiş, olayı inceledikten sonra geride kalan Medineliler’in yanına dönüp korkulacak bir şey olmadığını söyleyerek onları rahatlatmıştı (Müslim, Fedâil: 48). Uhud Savaşında bazı Müslüman askerlerin disiplinsizliği sebebiyle meydana gelen karışıklıkta 70 şehit verilmesine rağmen Hz. Peygamber dağılan askerlerini toplayarak düşmanı durdurmuş ve Mekkeliler’i dönemeyecekleri bir yere kadar takip etmişti. Hz. Peygamber'in bu azmi karşısında düşman geri dönme cesaretini gösteremedi. Benzer bir gelişme de Hevâzin Savaşı'nda yaşanmıştır. Şöyle ki Hz. Peygamber, ilk hücumda neye uğradığını şaşırarak dağılan İslam ordusunu, "Dağılıp kaçmayın! Buraya gelin...Ben Allah'ın Resulüyüm!.." diyerek etrafında toplamış ve yeni taktiklerle parlak bir zafer kazanmıştır. Bu olaya şahit olan bir sahabi şöyle diyor: "Şehadet ederim ki Allah Resulü, bir adım bile gerilemedi. Savaş vahşi bir yangın gibi yayıldığı zaman hepimiz Peygamber Efendimizin çevresine sığındık." Peygamber Efendimiz, zulmün, haksızlığın, baskı, şiddet ve saldırganlığın önünde asla eğilmedi, korkmadı, yılmadı. Zulme ve haksızlığa karşı azim, kararlılık ve cesaretle, kahramanca mücâdele etti, Müslümanlığın önündeki engelleri aştı. Duyarlılığı ve Duygulu Oluşu Sevgili Peygamberimiz, çevesinde yaşadıklarından etkilenen duygulu bir kişiliğe sahipti. Bunun doğal bir yansıması olarak güzel sesli birinin okuduğu Kur'an, Yüce Allah'ı zikir ve tefekkürle O'na huşu üzere ibadet, kimsesiz bir çocuğun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği sıkıntısı ve ölüm hâli onu hislendirirdi. Küçük oğlu İbrahim, hastalandığında onu bağrına basıp şefkatle öptü ve gözyaşlarını tutamadı. Bu sırada şöyle diyordu: "Allah'ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim! Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz, Allah'ın rızasına aykırı bir söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ölümün sebebiyle derin bir üzüntü içindeyiz..." (Buhârî, Cenâiz: 43). Benzer şekilde kızı Zeynep'ten olan torunu Ali’nin vefatı üzerine Peygamberimiz gözyaşlarını tutamadı. Bunu yadırgayan bir şahsa ise şunları söyledi: "Bu gözyaşı, Allah'ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir..." (Buhârî, Merdâ: 9). Doğruluğu ve Güvenilirliği Peygamber Efendimiz, Müslümanı, insanların kendisine güvendiği, elinden ve dilinden diğerlerinin zarar görmediği kişi olarak tanımlar. "Söz söylerken yalancılık edeni, söz verdiği zaman sözünde durmayanı, kendisine bir şey emanet edilince hıyanet edeni" de ikiyüzlülükle niteler (Müslim, İman: 107). Bu örneklerden anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimizin, kişiliğiyle bütünleşmiş özelliklerinden biri de onun doğruluğu ve güvenilirliğidir. Hz. Peygamber, doğup büyüdüğü Mekke çevresinde henüz peygamber olmadan önce doğru ve güvenilir anlamında "el-Emîn" olarak tanındı. Bir kısım Mekkeliler bu özelliği sebebiyle emanetlerini ona teslim ederlerdi. Ticari faaliyetlerinde de o hep dürüstlüğüyle ün yapmıştı. Her zaman insanların yardımına koşar, verdiği sözde dururdu. Dürüstlüğü, düşmanlarının bile dikkatini çekerdi. Nitekim Bizans İmparatoru ticaret amacıyla Suriye'ye giden Mekkeliler’den Hz. Peygamber hakkında bilgi isteyince heyet içerisinde yer alan müşrik liderlerinden Ebû Süfyan bile, onun, Mekkeİiler arasında emin olarak tanındığını itiraf etmiştir. Kur’an-ı Kerim'de, Peygamberimizin şahsında bütün Müslümanlara dosdoğru ve doğrularla beraber olmaları gerektiği vurgulanmaktadır (Hûd/11: 112; Tevbe/9: 119). Doğruluktan ayrılmayan tevhit ehli kişilere korku ve keder olmayacak, doğruluklarının karşılığı olarak onlar ebediyen cennette olacaklardır (Ahkâf/46: 13). Bir gün ashabtan bazıları Hz. Peygamber'e "Yaşlandınız ey Allah'ın elçisi!" diye seslenince Peygamber Efendimiz, "Beni, Hûd ve Şûrâ sureleri yaşlandırdı" demiştir. Çünkü her iki surede de "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyurulmuştur (Hûd/11: 112; Şûrâ/42: 15). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Cömertliği Cömertlik, malı ve zenginliği Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine vermek demektir. Peygamberimiz, cömertlikte de Müslümanlara örnekti. Bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Allah cömerttir, cömertliği sever" (Tirmizî, Edeb: 41). Yine ona göre cömert kişi, Allah'a, cennete ve insanlara yakın, cehennem ateşinden ise uzaktır. Hz. Peygamber'den dünya ile ilgili bir şey istenilince reddetmezdi; istenilen şey varsa verir, yoksa vaat ederdi; duruma göre kimine yemek yedirir, kimine elbise giydirir, kimine para verirdi. Yardım isteyen kişi, sağlıklı ve çalışabilecek durumda ise onu çalışma hayatına yölendirerek kendi kazancıyla ayakta durmasını sağlardı. Kendisine bir hediye verildiği zaman daha değerlisiyle karşılık verirdi. Ashab-ı Kirâm, Hz. Peygamber'in cömertliğini bereketli yağmur taşıyan rüzgârlara benzetirdi. Onun cömertliği, ramazan ayında daha da artardı. Peygamber Efendimiz, cömert kişinin rızkının bereketleneceğini, cömertliğin yoksulluk sebebi olmayacağını söylerdi. Ona göre cömertlik, sağlıklı bir toplum inşasında önemli bir etken olup cimrilik de toplumların zayıflayıp çökmesine sebeptir. Cimrilik, kişiyi mal hırsına götürür, demir bir zırh gibi sıkar ve rahatsız eder. İnsanı bu huzursuzluktan kurtaracak erdem ise cömertliktir. Bir defasında yanına gelen bir kişiye Hz. Peygamber bol miktarda yardımda bulununca o kişi kabilesine giderek "Ey kavmim, Müslüman olun! Çünkü Muhammed yoksul düşmekten korkmaksızın büyük iyilik yapıyor" demiştir (Müslim, Fedâil: 57). Vefakârlığı Vefakârlık, Sevgili Peygamberimizin ruhunu süsleyen erdemlerden biriydi. Sözünde durur, vaadinden dönmezdi. İslam'a hizmet edenleri hiçbir zaman unutmaz, arkadaşlarını ve aile dostlarını sık sık arar ve anardı. Bir defasında Habeşistan hükümdarının elçileri Medine'ye geldiklerinde onlarla bizzat ilgilenmişti. Bunun sebebi, vaktiyle Habeşliler’in, ülkelerine sığınan Müslümanlara gösterdikleri konukseverlikti. Peygamber Efendimiz, bir sefer esnasında yolunu Ebvâ'dan geçirerek annesi Âmine'nin kabrini ziyaret etti; eliyle toprağı düzelterek kendisine olan şefkatini hatırladı ve hüzünlendi. Kendisine süt emziren Süveybe hanıma çeşitli yardımlarda bulundu. Yine sütannesi Halîme'ye hürmet eder ve ihtiyaçlarını karşılardı. Dadısı Ümmü Eymen'e, "Sen benim ikinci annem sayılırsın" diyerek iltifat ederdi. Amcası Ebû Tâlib'in eşi, yengesi Fâtıma Hanım için de sık sık şöyle derdi: "O, benim annemdi!" Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Mut'im b. Adiy, Kureyş'in ileri gelenlerinden olup İslam'a girmemişti. Hz. Peygamber, risaletin onuncu yılında Tâif'ten dönerken Mekke müşriklerinden eman istemek zorunda kaldı. Onun talebine sadece Mutim cevap verdi. Hz. Peygamber bu sayede Mekke'ye girebildi. Mut'im, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra Mekke’de öldü. Ölümü dolayısıyla Mekke’de bir yıl yas tutulduğuna dair rivayetler, Mekke halkının onu ne kadar çok sevdiğini göstermektedir. Onun ölümü Medine’deki Müslümanları da üzmüştür. Hz. Peygamber devrinin Müslüman şairlerinden Hassan b. Sâbit, onun ölümünün ardından bir mersiye yazmış, şiirinde vaktiyle Peygamberimizi himaye ettiğinden bahisle onu iyilikle anmıştı. Peygamber Efendimiz, kendisi adına gösterilen bu vefakârlıktan hoşnut oldu. Ayrıca Peygamberimiz, Bedir esirlerinin serbest bırakılmasını sağlamak için Medine’ye gönderilen heyette yer alan oğlu Cübeyr’e söylediği şu sözlerle ona olan vefasını ifade etmiştir: "Şayet babanız Mut'im b. Adiy sağ olsaydı ve benden esirleri isteseydi fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım"(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 80). Çeşitli Toplum Kesimleriyle İlişkileri Peygamber Efendimiz çocukları çok severdi, onların arasına katılır, selâmlaşır, onlarla konuşur ve şakalaşırdı. Bu sebeple çocuklar, bir yolculuğa çıkacağında onu uğurlar, dönüşünü de özlemle beklerlerdi. Hz. Enes, çocukluk ve gençlik yıllarını onun yanında geçirdi. Ona göre Hz. Peygamber, çocukları sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, tehlikelere karşı onları korumayı cehennemden kurtuluşa vesile ve merhametli olmanın gereği sayardı. Peygamberimiz, iman, ibadet ve ahlak bilgilerinin çocuklara seviyelerine uygun bir şekilde öğretilmesini isterdi. Kendisi de bu konuda örnek olur, torunları Hasan, Hüseyin ve kızı Zeyneb'ten torunu olan Ümâme'nin namazda omuzuna binmesini hoşgörürdü. Özellikle yoksul, kimsesiz, hizmetçi ve öksüz çocuklarla ilgilenilmesini isterdi. Bir defasında Peygamberimiz, küçük bir kızın ağladığını gördü. Sebebini sorduğunda evine un almak için yanında bulunan parasını kaybettiğini söyledi. Peygamberimiz, kaybettiği parayı ona verdi, ama çocuğun bu sefer de geciktiği için evdekilerin azarlamasından korktuğunu fark etti ve unu aldıktan sonra çocuğu evine kadar götürdü. Ev sahipleri, Peygamberimizin evlerine kadar gelişine sebep olduğu için, çocuğa kızmak yerine memnuniyetlerini ifade ettiler. Hz. Peygamber şehit yetimi olan çocuklarla özellikle ilgilenilmesini istemiştir. Hz. Hamza'nın yetimi olan kız çocuğunun bakımının üstlenilmesi hususunda çok istekli olan Hz. Zeyd b. Hârise'ye, Hz. Cafer ve Hz. Ali'ye duyarlı davrandıkları için çok teşekkür etti ve teyzesiyle evli olması dolayısıyla onun eğitimini Hz. Cafer'e verdi. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Hz. Peygamber, kız ve erkek çocuklar arasında ayırım yapılmasına karşı çıkardı. Halbuki İslamiyetten önce Cahiliye çağında kız çocukları doğuştan potansiyel suçlu gibi algılanırlardı. Bu anlayış, kimi kabilelerin kız çocuklarını öldürmelerine sebep olurdu. Hz. Peygamber, bu Cahiliye anlayışını yıktığı gibi kız çocuklarına gereken önemin verilmesini emretmiş, onları eğitip hayata hazırlayanların büyük sevaba erişeceğini ve cennete gireceğini müjdelemiştir. Peygamber Efendimiz, İslam'ı yaymaya başladığı ilk günlerden itibaren gençlere değer vermiştir. Çünkü İslam'a ilk girenler arasında çok sayıda genç vardı. Bu genç insanlar, çevreden gelen baskılara boyun eğmediler, yılgınlık göstermediler, sabırla engelleri aştılar ve İslam'ın yayılmasında önemli hizmetler yaptılar. Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Hârise, Zübeyr b. Avvam, Abdullah b. Mes'ûd, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebû Vakkas, Erkam b. Ebi'l-Erkam, Mus'ab b. Umeyr, Cafer b. Ebû Tâlib, Hz. Osman, Ebû Ubeyde b. Cerrah bunlardan bazılarıdır. Gençlerin, İslam'ın yayılmasına katkıları Medine döneminde de devam etti. Nitekim henüz hicretten önce Medine'ye öğretmen olarak görevlendirilen ilk şahıs, Mus'ab b. Umeyr adlı bir gençti. Bir yıl içinde İslam'ın Medine'de duyulmasına ve yayılmasına önemli katkı sağladı. Medine'de bu gençler arasına Zeyd b. Sâbit, Muâz b. Cebel gibileri eklendi. Özellikle Zeyd b. Sâbit, Hz. Peygamber'in isteğiyle İbranice, Süryanice ve diğer bazı yabancı dilleri öğrenerek yabancı misafirlerle Peygamberimiz arasında tercümanlık yaptı. Hz. Peygamber, gençlerle olduğu kadar yaşlılarla da iyi ilişkiler geliştirmiştir. Nitekim, "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir"(Tirmizî, Birr: 15) diyerek çocuklara şefkatin, yaşlılara da hürmetin ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Allah Resulü, herkese, en başta ana-babalar olmak üzere yaşlılara saygılı davranmalarını tavsiye ederdi. Yaşlı kimselere ikramda bulunmanın Allah'a itaatin bir eseri olduğunu söylerdi. Bir gün huzuruna biri genç, biri orta yaşlı ve biri yaşlı olmak üzere üç kişi gelmişti. Söze ilkönce en genç olan başlamak isteyince Peygamberimiz, yaşlı şahsı göstererek ilkönce onun konuşmasının daha doğru olacağını belirtti. Yine bir gün Peygamber Efendimiz, yanında bulunanlara süt ikram ediyordu. Kâseye sütü koyup önce en yaşlı olana sundu ve "Buyurunuz, bereket büyüklerimizdedir" buyurdu. Hz. Peygamber, hanımlarla da sağlıklı ilişkiler geliştirmiş, bu da hanımların İslam'ın yayılmasına büyük katkı sağlamalarına vesile olmuştur. Unutulmamalıdır ki, İslam tarihinde ilk Müslüman, Hz. Peygamberin hanımı Hz. Hatice'dir. İslam tarihinde Allah yolunda şehitlik derecesine erişen ilklerden birinin Sümeyye Hanım olması da dikkat çekicidir. Hicret aşamasında eşinden ve çocuğundan ayrı kalmaya zorlanan Ümmü Seleme' nin Medine'ye hicreti de önemlidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Mekke dönemi itibariyle Hz. Âişe ve ablası Esma gibi hanımlar ve anneleri, Hz. Ömer'in kız kardeşi Fâtıma Hanım gibileri İslam'a önemli hizmet vermişlerdir. Hicret sürecinde Hz. Esma'nın, Babası Hz. Ebubekir'in ve Peygamberimizin erzak torbalarını kuşağından kopardığı iplerle bağlayarak onları Sevr mağarasına uğurlaması önemli bir hizmet olarak İslam tarihine geçmiştir. Hanımların İslam'a hizmeti Medine döneminde artarak devam etmiştir. Ensar’dan Ümmü Süleym'in hizmet için oğlu Enes'i Peygamber Efendimize getirip bırakması ve sahip olduğu küçük bir hurma bahçesini Müslümanların kullanımına sunması oldukça anlamlıdır. Ümmü Umâre, Uhud Savaşı'nda kocası ve iki oğlu ile birlikte savaşırken yaralanmıştı. Savaşın ardından düşmanı takip için hazırlanan birliğe de katılmak istedi. Ancak Hz. Peygamber, yaralı olması sebebiyle buna izin vermedi. Peygamberimizin, düşman takibinden döndükten sonra ilk sorduğu kişi, Ümmü Umâre oldu. Yine Uhud Savaşı'nda kocası, kardeşi ve oğlunu şehit vermiş olan Sümeyra Hanım, sürekli Peygamberimizi sorup araştırmış, onu sağ olarak görünce de, "Değil mi ki sen sağsın, bütün musibetler bana hiç gelir" diyerek sevincini dışa vurmuştur. Ashab'ın eşleri ve kızları arasında okuma yazma bilenlerle Peygamberimizin eşleri Hz. Âişe ve Hz. Hafsa gibileri, İslam'ın özellikle hanımlara öğretilmesinde önemli hizmetler yapmışlardır. Hz. Peygamber'in sağlığında hanımlar, istedikleri zaman cuma ve bayram namazlarına gidebiliyorlardı. Peygamberimiz, hanımlardan gelen istek üzerine Mescid-i Nebevî'de onlara haftada bir gün sohbet etmiştir. Hz. Peygamber'in sağladığı imkânlarla hanımlar, İslami dönemde savaşta ve barışta her zaman önemli sorumluluklar üstlenmişlerdir. Resul-i Ekrem, tüm toplum kesimleriyle ilişki kurmuş, herkesin yeteneğine uygun ilerleme yollarını açmış, hiç kimseyi ihmale ve ilgisizliğe terk etmemiştir. Sosyal hayatı oluşturan kesimler arasında onun ilgi ve şefkatinden sadece çocuklar, gençler, yaşlılar ve hanımlar değil, yoksullar, muhtaçlar, işsizler, iş sahipleri, işçiler, hizmetçiler, öksüzler, şehit aile çocukları ve özürlüler de nasibini almıştır. O, toplumda her kesimle ilgilenmiş, insanlara moral, sevinç, ümit ve huzur veren projelerinden her kesimi yararlandırmıştır. Dolayısıyla hiçbir yoksul, hiçbir yetim, başta Abdullah b. Ümmü Mektûm olmak üzere- hiçbir özürlü onun geliştirdiği toplumda ilgisizliğin ve duyarsızlığın karanlığına terk edilmemiş, onun rehberliği sayesinde hayatlarını hep bir ümit, neşe ve moral içinde yürütüp gitmişlerdir. Sosyal Çevreye Önem Vermesi Kur’an-ı Kerim'de Müslümanların kardeş oldukları, birlik-beraberlik içinde olmaları, birbirleri aleyhine dedikodu yapmamaları, iftira etmemeleri, ön yargılarla Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği birbirlerini töhmet altında bırakmamaları, birbirlerinin hatalarını açıklayıp yaymamaları hatırlatılmaktadır (Hucurât/49: 1-15). İslam bilginleri, Peygamber Efendimize "Yaşayan Kur'an" demişlerdir. Dolayısıyla o, Kur'an'da işaret edilen kardeşliği, birlik ve beraberliği Müslümanlar arasında gerçekleştirmeye çok çalışmıştır. Ona göre nasıl ki, insanın organlarından biri rahatsızlandığı zaman diğer organlar da o ağrıyı hissederse Müslümanlar da birbirlerinin dertleriyle, sıkıntılarıyla ilgilenmelidirler (Buhârî, Edeb: 27; Müslim, Birr, 66). Peygamber Efendimiz, din kardeşlerinin birbirlerine destek olmalarını bir duvarı sağlamca tutan örülmüş tuğlalara ve birbirine kenetlenmiş sağlam binalara da benzetir (Buhârî, Edeb, 36; Müslim, Birr: 65) ve Müslümanlara birlik hâlinde olmalarını, ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmalarını tavsiye eder(Tirmizî, Fiten: 7). Müslümanlar, birbirlerine kin tutmamalı, haset etmemeli, sırt çevirmemeli, ilgiyi kesmemelidirler. Din kardeşleri arasındaki ilişkilerde barış üzere olmak esastır; kin, haset, kovuculuk, gıybet gibi şeylere yer yoktur. Temel gaye, toplumun birliği, sosyal hayatın huzur ve barışı olmalıdır. Peygamber Efendimiz, "Mümin olmadıkça cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman etmiş olmazsınız" buyurmuş (Müslim, iman, 93), Müslüman ve mümini şöyle tarif etmiştir: "Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu; mümin ise, insanların, canları ve malları hususunda kendisinden güvende olduğu kimsedir." (Tirmizî, iman: 12; Nesâî, iman: 8) Peygamber Efendimiz, hicretten sonra Medine'de İslam toplumunda barışı tesis için gayret göstermiştir. Bu amaçla ilkönce Müslümanlar arasında selamlaşmayı yaygınlaştırmış, muhtaçlara yardımcı olmayı tavsiye etmiş, akraba ve komşularla ilgilenmek gereğini vurgulamış, bu hizmetlerin ibadetle olgunluk kazanacağına işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz, "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse, akrabasını görüp gözetsin" (Buhârî, İlim: 37; Müslim, iman: 74-77) sözleriyle akraba ile ilgilenmenin önemini vurgulamıştır. Kur'an'da da akrabalık bağlarını kesmenin yanlışlığına ve komşulara iyiliğin önemine dair ayetler mevcuttur (Ra'd/13: 21-22; en-Nisa/4: 36). Allah Resulü (s), toplumun birliğini sadece ilke bazında ele almakla kalmamış, bu ilkeleri pratiğe yansıtacak kurumları da oluşturmuştur. Bunların başında camiler gelir. Hz. Peygamber, hicret yolculuğunun nihayetinde henüz Medine'ye girmeden Kubâ'da birkaç gün içinde İslam tarihinin beş vakit açık ilk mescidini yapmıştır. Daha sonra Mescid-i Nebevî'yi inşa etmiş, bitişiğine de Suffe Okulu'nu yaparak hizmete açmıştır. Böylece iç huzuru, camide yan yana saf tutan Müslümanların birliğiyle görünür hâle getirmiş, Suffe Okulu'nda eğittiği öğrencilerle söz konusu birliği pekiştirmiştir. Bununla birlikte Peygamberimiz, Muhacirlerle Ensar arasında sosyal birliği sağlama adına kardeşlik kurmuştur. Buna göre, Ensar Muhacirlere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği ekonomik alanda destek verirken, Muhacirler de onlara sabır ve fedakârlık tecrübelerini aktarmışlardır. Resulullâh (s), Müslümanlar arasında kurulmuş olan barışın bozulmasına asla izin vermemiş, barışı bozabilecek herhangi bir tartışma meydana geldiğinde hemen müdâhale etmiştir. Örnek vermek gerekirse, aralarındaki tartışma esnasında Bilâl-i Habeşî'yi "Kara kadının oğlu!" diye küçük gören bir sahabiyi, "Ben aranızda iken hâlâ mı Cahiliye gayreti güdüyorsun?" diye uyarmış, bunun üzerine o sahâbi, Bilâl'den özür dilemiştir. Benzer şekilde Kubâ’lılar arasında bir kavga çıktığını duyan Peygamberimiz, hemen bir ata binip oraya ulaşmış ve ikindi namazının vakti biraz gecikse de kavga edenleri barıştırmadan Medine'ye dönmemiştir. Ashab-ı Kirâm'dan bir zat, Müslümanlar arasındaki dayanışmanın korunması hususunda ilginç bir olay anlatıyor: “Bir gün birkaç sahabi Peygamberimizin huzurunda otururken âniden Hz. Ebubekir bir telaş içinde gelir. Peygamberimiz, onun, biriyle çekiştiğini tahmin eder. Sebebini sorduğunda Hz. Ebubekir, Ömer'le arasında bir tartışma yaşandığını, kendisinin biraz ileri gittiğini ve özür dilediğini söyler. Bunun üzerine Resulullâh (s), onun için Allah'tan mağfiret diler. Aynı anda Hz. Ömer de pişmanlık duyarak özür dilemek üzere Hz. Ebubekir'i aramaya koyulur ve Peygamberimizin huzuruna gelir. Bu esnada Peygamberimizin yüz ifadesinin değiştiğini fark eden Hz. Ebubekir, onun, Ömer'i azarlamasından endişe duyarak bu işte kendisinin daha ileri gittiğini ısrarla belirtir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, orada bulunan herkese hitap ederek, peygamberlikle görevlendirildiği ilk günlerde kimi davet ettiyse şüphe ve itirazla karşılaştığını, hiçbir endişe taşımaksızın ilk iman edenin Ebubekir olduğunu söyler, ardından da, "Şimdi ashabım! Siz bu aziz dostumu, bu nisbetiyle ve özelliğiyle bana bırakırsınız değil mi?" (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 5, 13) diyerek onun Müslümanların birliği ve huzuru adına gösterdiği fedakârlık ve gayreti takdir eder. Fiziki Çevreye Duyarlılığı Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti, sadece insanlarla sınırlı değildi. O, aynı zamanda fiziki çevrenin korunması ve yaşatılmasına da önem vermiştir. Bu anlamda Müslümanlarda sürekli çevre bilinci uyandırmayı hedeflemiştir. Nitekim kuru ve çorak bir araziyi işe yarar hâle getirene Allah'ın mükâfat vereceğini, insan ve hayvanlar ondan yararlandıkça araziyi verimli hâle getirene sadaka sevabı yazılacağını müjdelemiştir. Buna karşılık bir serçeyi haksız yere öldürenden kıyamet gününde Yüce Allah'ın hesap soracağını haber vermiştir. Hayvan haklarının gözetilmesine işaret eden Peygamberimiz, çölde giderken susuz bir köpeğe su veren kişinin cenneti kazandığını, aç-susuz bırakılarak ölüme terk edilen bir kedi yüzünden de bunu yapanın cehennemlik olduğunu bildirmiştir. Peygamber Efendimiz, yolculuk sırasında ibadet için mola verdiğinde, ilk önce hayvanların yükünü indirir, istirahatlarını sağlar, ibadetini ise sonra yapardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği Hz. Peygamber, çevre temizliği ve insan sağlığı için Müslümanlardan, evlerinin etrafını, sokakları, park-bahçe gibi dinlenme yerlerini temiz tutmalarını istemiştir. Peygamberimizin öğretilerine ve uygulamalarına göre Müslüman, çevre dostudur, ona asla zarar vermez. Resul-i Ekrem, Medine'de bazı bölgeleri herkesin yararlanacağı park alanı ilan etmiş, buradaki tüm canlıları şu sözleriyle koruma altına aldığını açıklamıştır: "Ya Rabbi! İbrahim Peygamber'in Mekke'yi haram (korumaya alınmış yeşil alan) kıldığı gibi ben de Medine'yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası haram bölgesidir; ağaçları kesilmez, ağaçların yaprakları koparılmaz, otları yolunmaz, hayvanları avlanmaz!" Peygamberimiz, benzer şekilde Tâif şehri için önem taşıyan Vecc Vadisi'ni de korumaya almıştır. Bu gibi mekânlarda mecburiyet olmadıkça ağaç kesilmesini yasaklamış, kesilmek zorunda kalınırsa yerine bir ağaç dikme ilkesini insanlara benimsetmiştir. SİYASÎ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ Yönetimin Oluşumu Hz. Peygamber’in hayatında iki dönem vardır. Biri Mekke dönemi, diğeri de Medine dönemidir. Mekke dönemi, Medine dönemi için bir hazırlık safhasıdır. Hz. Peygamber Mekke'de 610 yılı Ramazan ayında peygamberlikle görevlendirildiği andan Medine'ye hicret edinceye kadar Mekke şehir devletinin çeşitli engelleriyle karşılaştı. Müslümanlara yapılan eziyet ve işkenceler bir yana, bi'setin yedinci yılında Müslümanlar aleyhine üç yıl boyunca ekonomik ve sosyal boykot kararı almış olmaları, 10. yılında Tâif'ten dönerken Hz. Peygamber'i müşrik olan Mutim b. Adiy’in himayesinde şehre girmeye mecbur bırakmaları ve 13. yılında Hz. Peygamber hakkında ölüm kararı almış olmaları, Mekke şehir devletinin siyasi gücünü Müslümanlar aleyhine kullandıklanı açıkça ortaya koyar. Hz. Peygamber de buna karşılık tebliğin başarıya ulaşması için siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duydu. Bunun ilk adımı Akabe biatlarıyla atıldı. Bu amaçla Hz. Peygamber, ikinci Akabe biatında dokuzu Hazrec'ten, üçü de Evs'ten olmak üzere oniki kişiyi hicretten sonra Medine'de oluşturacağı siyasi organizasyonun ilk temsilcileri olarak tayin etti. Bu oniki kişden biri olan Es’ad b. Zürâre’yi de teşkilatın başkanı olarak tayin etti. Böylece teşkilatlanmada ilk adım atılmış oldu. Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke'den Medine'ye hicret edince henüz şehre girmeden Kubâ'da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü olarak ilk mescidi bina etti. Sâlim b. Avf oğulları yurdundan geçerken Rânûna vadisinin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği ortasına varıldığında Hz. Peygamber, Müslümanların birliğini temsilen ilk Cuma hutbesini okudu ve namazı kıldırdı. Hicretin tamamlanmasından sonra da Muhacirlerle Ensar arasında kardeşliği kurmak suretiyle ilk Müslüman toplumu ve siyasi birliği oluşturmuş oldu. Bunun ardından Hz. Peygamber, Müslümanlar dışında şehrin sakinleri olan Yahudi ve başka inanç sahiplerini de adalet ve insaf ölçülerinde kapsayacak hukukî bir metin ortaya koydu. Medine Vesikası adı verilen bu metinde karşılıklı ilişkiler, görev, sorumluluk ve haklar açık bir şekilde belirlenmişti. Bu şekilde ortaya çıkan teşkilatlanmanın kaynağı, Kur'an ve onun uygulayıcısı durumunda olan Hz. Peygamber'di. Kurulmakta olan yönetimin amacı, yeryüzünde düzen ve huzurun, Hakk'a teslimiyet ve hukukun üstünlüğüyle adaletin sağlanması idi. Bunun için, sosyal hayatı ayakta tutacak tüm hukukî ve ahlaki değerlerin korunması, iyiliğin yayılması, kötülüğün önlenmesi, danışma (müşâvere), sosyal adaletin gerçekleştirilmesi, devletler arası ilişkilerin kurulması, din ve vicdan hürriyeti, ehliyet ve liyakata önem verilmesi yönetimin temel ilkeleri olmuştur. Hz. Peygamber, kurduğu yönetimle asayiş ve güvenliği sağlamış, ekonomik hayatın temellerini atmış, eğitim öğretimi planlamış, zekât, cizye, öşür gelirlerinin ve vergilerin toplanması için görevliler, mülki yönetim için valiler, hukukla ilgili meseleler için hâkimler, ilmi ve dini yaymak için öğretmenler, resmî yazışmaları yürütmek için kâtipler, askerin sevk ve idaresi için komutanlar görevlendirmiştir. Hz. Peygamber, Başta Necran Hristiyanları olmak üzere gayrimüslim zimmîlerle yaptığı anlaşmalarda onlara can ve mal güvenliğiyle din ve vicdan özgürlüğü tanımıştır. Diplomasiye önem vermiş, özellikle Hudeybiye Barışı'ndan sonra komşu devlet başkanlarına ve önemli kabile reislerine elçiler ve mektuplar göndererek iyi ilişkiler kurmayı amaçlamıştır. Bürokrasi Peygamber Efendimizin yönetim ilkelerinden biri de halkın işlerinin hızla ve kolaylıkla yürütülmesidir. Bunun için "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!" talimatını vermiştir (Buhârî, İlim: 11; Müslim, Cihâd: 51). Kamu görevlilerinin uygulamalarıyla ilgili olarak Peygamberimizin yaptığı bir dua bu açıdan mühimdir: "Allahım! Her kim Müslüman toplumun bir işini üstlenir de güçlük çıkarırsa sen de ona meşakkat ver! Her kim de merhametle davranıp kolaylık gösterirse sen de ona merhamet et!" (Müslim, İmâre: 19). Hz. Peygamber'e göre halka ait işlerin yürütülmesi, sosyal bir sorumluluktur. Dolayısıyla görevliler, bu yükümlülüğün gereğini yerine getirecek bilgi ve ehliyete sahip olmalıdırlar. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’an-ı Kerim'de yer alan "emanetlerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği ehline verilmesi" (Nisâ/4: 58) prensibini kamu görevlerinde önemle uygulamış ve "İş, ehil olmayana verildi mi kıyameti bekle!" buyurmuştur (Müslim, İmâre: 16). Allah Resulü, aynı şekilde kamu görevi için aşırı istekli olmayı uygun bulmamıştır. Çünkü ona göre ihtiras, kişinin görevini kötüye kullanmasına, rüşvete ve adam kayırmaya yol açabilirdi. Bu hususta şu talimatı vermiştir: "Bir devlet görevini ısrarla istemeyiniz. Zira ısrar ettiğin göreve getirilirsen, işin yürütülmesi esnasındaki yetersizliğinden dolayı sorumlu tutulursun. Şayet böyle bir görev ısrarın dışında sana verilirse yardım ve destek görürsün!" (Müslim, İmâre: 13; Ebû Dâvûd, İmâre: 2). Hz. Peygamber, devletin çeşitli işleri için tayin ettiği memurlarına, aile fertleriyle birlikte geçinebileceği bir maaş, barınabileceği bir ev, iş yerine gidip gelebileceği bir binek tahsis ediyordu. Memurun, bunun dışında alacağı hediyeyi bile bir çeşit rüşvet sayıyor, en küçük bir devlet malını şahsi işinde kullanmayı hıyanet ve hırsızlık olarak değerlendiriyordu. Ekonomik Hayat Hz. Peygamber, kişisel kazanca önem verirdi. Bu sebeple hicretten sonra Medine'de Müslümanlar için alışveriş merkezi kurarak çalışma hayatının temellerini attı; iş hayatı, işveren, işçi, esnaf, tüketici, hububat ve meyve üreticisi ve ticari ortaklığa dair çeşitli düzenlemeler yaptı. Alışverişte güvenliğin sağlanması için denetçiler görevlendirdi, kendisi de denetlemeler yapardı. Bir defasında hileli satış yapmaya çalışan birini, "Alışverişte Müslümanları kandırmayınız. Aldatan, bizden değildir" diyerek uyarmıştır (Müslim, İman: 10). Zaman zaman Müslümanların alışveriş yaptıkları mekânları ziyaret edip ölçü ve tartı aletlerinin başına geçerek ticarette dürüstlüğün önemini vurgular, böyle davrananların cenenette peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraber olacağını söylerdi (Tirmizî, Büyû’: 4). Hz. Peygamber, alışverişte güven ortamının yaygınlaşmasına önem verirdi. Pazarda bir Müslümanın kesinlik kazanan alışverişini bozacak tarzda yeniden pazarlık yapılmasını, üreticinin malını pazara intikal ettirmeden önce hile ile ucuza kapatılmasını, karaborsacılığı, satılan malın kusurlarının gizlenmesini, gereğinden fazla abartı ile övülmesini, yalan yere yeminle malın sürümünün artırılmak istenmesini doğru bulmazdı. Hz. Peygamber, zenginlerin dinî, sosyal, mali sorumluluklarının gereğini yerine getirmelerini isterdi. Darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet verilmesini tavsiye eder, ribâ (faiz) ile borç alıp vermeyi kesinlikle yasaklardı. Çünkü Kur’an-ı Kerim'de ribâ kesin bir dille yasaklanmıştır (Bakara/2: 279; Âl-i İmrân/3: 130). Hz. Peygamber döneminde beytülmal (hazine) gelirlerini humus denilen ganimetin beşte biri, Müslümanlarla anlaşmalı olan gayrimüslimlerden can, mal güvencesi ve inanç hürriyetinin sağlanmasına karşı belirli kurallara göre alınan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği cizye, Müslümanlardan alınan zekât ve toprak mahsullerinin zekâtı olarak bilinen öşür oluştururdu. Bunlar amil denilen vergi memurları tarafından toplanırdı. Bazen bu görevi valiler de yapardı. Toplanan vergiler, Kur'an ve Sünnet ölçülerine göre sarf olunurdu. Askeri Hayat İslam’da esas olan barıştır. İslam, bütün insanların barış içinde yaşamalarını esas alır ve müminleri hep birden barışa davet eder (Nisâ/4: 128; Bakara/2: 208). Savaş arızî ve geçici bir durumdur. İslam’da,Temel hak ve özgürlükler engellendiği takdirde savaşa izin verilmiştir. Anarşiye, karışıklığa, kargaşaya, hiçbir zaman izin verilmemiştir. Mekke döneminde müşriklerin baskısından bunalan Müslümanlar, peygamberimize gelerek onlara karşılık vermek istemişler, ancak Peygamber Efendimiz savaşa izin verilmediğini bildirerek sabır tavsiyesinde bulunmuştur . Mekke’den Medine’ye hicret edildikten ve devlet kurulduktan sonra savaşa izin verilmiştir. Hudeybiye musâlahasına kadar olan savaşlar savunma savaşlarıdır, ondan sonra cereyan eden savaşlar da İslam’ı ve İslam devletini koruma altına almak için yapılmış savaşladır. Hz. Peygamber’in savaşlarında güdülen gaye ve hedef, düşmanları yok etmek değil; onları İslam ile buluşturmak ve hidayetlerine vesile olmaktır. Bizans İmparatorluğuna karşı yapılan Mûte ve Tebük savaşları hariç, Hz. Peygamber’in katıldığı bütün savaşlarda bu hedefe ulaşılmıştır. Hz. Peygamber, insanları ve insanlığı imhâ için değil, ihyâ için gönderilmiş bir peygamberdir. Yüce Allah, O’nu alemlere rahmet olarak göndermiştir (Enbiyâ/21: 107). Dünya ve ahiret adına her şeyi kendisinden öğrendiğimiz sevgili Peygamberimiz, savaşın nasıl yapılacağını bile bize öğretmiştir. Hem de tatbikatını yaparak öğretmiştir. Katıldığı savaşlarda zâyiâtın fazla olmaması için komutanlarına ve askerlerine şu emirleri vermiştir: Kadınları öldürmeyiniz, Çocukları öldürmeyiniz, Çok yaşlı olanları öldürmeyiniz, Din adamlarını öldürmeyiniz, Geri hizmette çalışan işçileri ve himetçileri öldürmeyiniz, Mâmur (bayındır) yerleri tahrip etmeyiniz, Ekili araziye zarar vermeyiniz, Mabedleri (tapınakları) yıkmayınız, Öldürmek mecburiyetinde kaldığınız insanı bir hamlede öldürünüz. Müsle yapmayınız (öldürmek mecburiyetinde kaldığınız insanın organlarını Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği vücudundan ayırmayınız). Hz. Peygamber Efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Ben, rahmet peygamberiyim; ben, savaş peygamberiyim” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,395). Hz. Peygamber, savaşlarında bile rahmet olan bir peygamberdir. O, hiç kimsenin evini, ocağını ve yuvasını yıkmamıştır. Kadınları ve çocukları öldürmemiştir. Askerlerine, mecbur kalmadıkça düşmandan kimseyi öldürmemelerini emretmiştir. Bu sebepten dolayı az zayiatla çok büyük neticeler elde etmiştir. Dünyanın, bugün bile Hz. Peygamber’den öğreneceği çok şey vardır. Hz. Peygamber,Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra başlattığı askeri faaliyetlerini vefatına kadar devam ettirdi. Bilindiği gibi bizzat Hz. Peygamber’in katıldığı savaşlara gaza, katılmadıklarına da seriyye adı verilirdi. Hicretten vefatına kadar olan on yıllık zaman zarfında Medine’den çıkan 120 askeri hareket neticesinde Müslümanlardan 340, düşman birliklerinden ise yaklaşık 800 olmak üzere toplam 1200 kadar insan hayatını kaybetmişti. Bu rakamlar gösteriyor ki , Hz. Peygamber’in hedefi kan dökmek değil,insanları İslam’la buluşturmaktır.O, bu hedefe varmak için savaşı bile barışa çevirebilecek taktikler ve stratejiler kullandı. Birçok yeri cephe açmadan aldı, birçok kabilenin gönlünü dostlukla fethetti. Siyaset,diplomasi ve istihbaratı birleştirerek çok kere silah kullanmadan hedefine ulaştı. Vefat ederken geriye bıraktığı Arap yarımadası,az zayiatla elde edilmiş büyükbir toprak parçasıdır. Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin katıldığı yirmi dokuz savaştan on altı tanesinde fiilî çatışma çıkmış, bunlarda Müslümanlardan 135 şehid verilirken düşman saflarından da 335 kişi hayatını kaybetmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği •Hz. Peygamber, ilk evliliğini yirmi beş yaşına geldiğinde dul bir kadın olan Hz. Hatice ile yaptı. Bu evlilik yirmi beş yıl sürdü. Hz. Peygamber’in bu evlilikten ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. İlk çocuklarına Kâsım ismini verdikleri için kendisi de Ebul-Kâsım künyesi ile anıldı. Oğulları Kâsım ve Abdullah, küçük yaşlarda vefat ettiler. Kızlarından Zeyneb, Mekke döneminde teyzesinin oğlu Ebul-Âs ile evlendi; 8/630 yılında Medine’de vefat etti. Rukıye de Mekke döneminde Hz. Osman ile evlendi. Bedir savaşının hazırlıkları yapılırken hastalanan Rukıye, zafer haberi Medine’ye geldiğinde (2/624) vefat etmişti. Bu sefer Hz. Osman, Ümmü Gülsüm ile evlendi. Oda 9/631 yılında Medine’de vefat etti. Hz. Peygamber, en küçük kızı Fâtıma’yı 2/624 yılında Hz. Ali ile evlendirdi. Ümmü Gülsüm’ün çocuğu olmadı. Rukıye ve Zeyneb’in çocuklarının da soyu devam etmedi. Hz. Peygamber’in soyu kızı Fâtıma kanalıyla devam etti. Bilindiği gibi Mısırlı Mâriye’den olan oğlu İbrahim de küçük yaşta vefat etmişti. •Hz. Peygamber, ilk eşi Hz. Hatice vefat edinceye kadar ikinci bir evlilik yapmadı. Hz. Hatice vefat ettiğinde Hz. Peygamber elli yaşındaydı. Diğer hanımlarıyla olan evliliklerini bu yaştan sonra yaptı. İkinci evliliğini Hicretten önce Mekke’de yaşlı bir hanım olan Hz. Sevde ile yaptı. Hz. Âişe ve diğer hanımlarıyla Medine’de evlendi. Hz. Peygamber’in bâkire olarak evlendiği tek eşi Hz. Âişe’dir. Evlendiği hanımlar içerisinde önceki eşlerinden çocuk sahibi olanlar ise, Hz. Hatice, Hz. Ümmü Seleme ve Hz. Ümmü Habibe’dir. Hz. Peygamber, onların çocuklarına çok iyi baktı ve yaşları gelince kendilerini evlendirdi, yuvalarını kurdu. •Hz. Peygamber’in, hanımları, çocukları, torunları ve hanımlarının yakınları ile çok güzel bir geçimi vardı. Hanımlarına değer verir, çocuklarını ve torunlarını çok severdi. Her biri ile dini, sosyal ve siyasal bir gerekçe ile evlendiği hanımlarının yakınlarına da ayrı bir değer verir ve onlarla güzel diyaloğlar kurardı. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Özet Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği •Hz. Peygamber, hem dış görünüş itibariyle hem de ahlak itibariyle insanların en mükemmeliydi. Ahlak ve şemail bakımından eşsizdi. Görenleri etkileyen tatlı bir fiziki görüntüsü ve herkese örnek olacak üstün bir ahlakı vardı. Dış görünüşü güzel olan Hz. Peygamber’in iç dünyası da güzeldi. Rabbine çok ibadet eden takva sahibi bir kuldu. Alçak gönüllü, güvenilir, yumuşak huylu, sabırlı ve devamlı şükreden bir kuldu. Şefkat ve merhamet sahibiydi. Hoşgörüsü ile herkesin kalbini kazanmıştı. •Hz. Peygamber, azim ve cesaret sahibi bir liderdi. Doğruluk ve güvenilirlik O’nun ayrılmaz vasıflarındandı. Cömertti, daima verirdi. Toplumun her kesimiyle iyi ilşkileri vardı. Kendisine yapılan iyiliği unutmazdı, vefalıydı. Çok geniş bi çevresi vardı. Çok evliliklerinin hedeflerinden biri de buydu. Evinde, mescidinde ve çevresinde temizliğe dikkat ederdi. Fizikî çevrenin korunmasına düşkündü. •Hz. Peygamber, dünyanın gördüğü eşsiz bir liderdi. O,Siyasi, ictimai ve askeri yönden bir dâhiydi. Hicretten sonra Medine’de güçlü bir devlet ve iyi bir yönetim kudu. Bürokraside görev verdiklerini ehil olanlardan seçti. Tayin ettiği komutanların hepsi başarılı oldu. Düşmanlarından hiçbir zaman korkmadı. Onlarla yaptığı savaşlarda adil olmayı elden bırakmadı. Eşi bulunmaz bir lider, gerçek bir devlet reisiydi. Rabbimizin buyurduğu gibi “Âlemlere rahmetti.” Unutmayalım ki, insanlığın bugün ve kıyamete kadar her gün O’ndan öğreneceği çok şey vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Hz. Peygamber’in ilk eşi ve altı çocuğunun annesinin adı nedir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Hz. Âişe b) Hz. Hafsa c) Hz. Hatice d) Hz. Mâriye e) Hz. Safiye 2. Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerinden baseden ilim dalının adı nedir? a) Delâil b) Siyer c) Hilye d) Şemail e) Hadis 5. Aşağıdaki özelliklerden hangisi Hz. Peygamber’de bulunmazdı? a) Hilim, sabır, şükür. b) Cömetlik, vefakârlık, duyarlılık. c) Sadakat, emanet, fetanet. d) Acelecilik, cimrilik, kibirlilik. e) Adalet, ihsan, takva. 7. Hz. Peygamber’in, hakkında “Şayet sağ olsaydı ve benden Bedir esirlerinin serbest bırakılmasını isteseydi, fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım.” dediği şahıs kimdir? a) Mut’im bin Adiy b) Adiy bin Hatem c) Cübeyr bin Mut’im d) Ebu Leheb e) Ebu Cehil 9. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in savaş öncesinde verdiği emirlerden biri değildir? a) Çocukları öldürmeyiniz Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği b) Kadınları öldürmeyiniz. c) Din adamlarını öldürmeyiniz. d) Çok yaşlıları öldürmeyiniz. e) Müsle yapınız. Cevap Anahtarı: 1. c 2.d 3.d 4.a 5.e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırman, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006. Algül, Hüseyin, Peygamberimizin Şemaili, Ahlak ve Âdâbı, İstanbul 2010. Algül, Hüseyin, Sevgi ve Rahmet Peygamberi, Bursa 2007. Apak, Apak, Hz. Peygamber'in Etrafındaki Çocuklar ve Gençler, Bursa 2009. Avcı, Casim, Muhammedü'l-Emîn - Hz. Muhammed'in Peygamberlik Öncesi Hayatı, İstanbul 2008. Çelik, Ömer-Öztürk, Mustafa-Kaya, Murat, Üsve-i Hasene, İstanbul 2004. Çetin, Abdurahman, Örneklerle Peygamberimiz, İstanbul 2007. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1990. Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1972. Kandemir, M. Yaşar, Hayatımıza Peygamber Modeli, İstanbul 2005. Karakılıç, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Eşsiz Ahlakı, Ankara 2006. Kazıcı, Ziya, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Eşleri ve Aile Hayatı, İstanbul 1991. Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003. Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul 1992. Savaş, Rıza, "Asr-ı Saâdet'te Hz. Peygamber'in Aile Hayatı ve Evlilikleri", Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet'te İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006. TDV İslam Ansiklopedisi'nin "Hilye", "Şemail", "Cihad", "Gazve", "Muhammed" maddeleri. Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemaili, İstanbul 2005. Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000 Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29