ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE
KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET
VE DİNİ HAYAT
• Eski Dünyada Siyaset ve Dini Hayat
• Mezopotamya uygarlıkları
• Cahiliyeye Kadar Arabistan'da
Siyaset ve Dini Hayat
• Güney Arabistan
• Kuzey Arabistan
• Orta Arabistan (Hicaz)
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Eski uygarlıkların siyasi ve kültür tarihini
kavrayabilecek
• Geçmişle bugün arasında köprü oluşturan
medeniyetlerin tarihi süreçleri ve insanlığa
katkıları hakkında daha sağlıklı
değerlendirmelerde bulunabilecek
• İslam dininin ortaya çıktığı ve yayıldığı
merkezlerin sosyo kültürel ve dini yapılarını
analiz etmiş olacak.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
1
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
GİRİŞ
Tarih birbirinden bağımsız olmayan olgulardan meydana gelir. Hadiseler,
zincirin halkaları misali birbiri ile bağlantılı olup sebep ve sonuç ilişkileri ile
hayatiyet kazanabilir. Dolayısıyla tarihin bir bölümünü cımbızla çekip öncesi ve
sonrasından bağımsız olarak değerlendirmek muhatabını hiçbir zaman sağlıklı bir
neticeye ulaştırmayacaktır. Semavi dinlerin birbirinin devamı ve tamamlayıcısı
olduğu düşünüldüğünde en son din olan İslam’ın ortaya çıktığı şartları ve etkilediği
toplum yapısını tetkik için hem İslam dininin doğduğu Arap Yarımadası’nın geçmiş
tarihinin ve hem de ona komşu olan diğer medeniyetlerin siyasi ve dini yapılarının
açıklığa kavuşturulması bir zorunluluktur.
İşte bu kaygı ile İslam dininin doğuş merkezi olan Arap Yarımadası’nın siyasi
ve dini yapısı, taşıdığı şartlar hakkında bilgi vermeden önce Araplara komşu olan
kadim/eski dünya devletlerini tanımak faydalı olacaktır.
ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA
SİYASET VE DİNİ HAYAT
ESKİ DÜNYADA SİYASET VE DİNİ HAYAT
MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI
Mezopotamya, Araplar tarafından “siyah” anlamına gelen “Sevâd”, Sâsânîler
ise ülkenin kalbi anlamına gelen Dîl-i İranşehr olarak isimlendirilmiştir. Tarihi
kaynakların bazılarına göre burası Hz. Nuh’un tufandan sonra yerleştiği ve insan
neslinin çoğaldığı bölgedir. Medeniyetin beşiği sayılan ve çoğunluğu sulanabilen
alüvyonlu topraklarla kaplı Mezopotamya’nın sınırlarını Fırat ve Dicle nehirleri
tayin etmektedir. Kuzey’de bugün Irak şehri olan Tikrit’ten, güneyde Basra
körfezine, doğuda Hulvan şehrinden başlayarak batıda Kadisiye’ye kadar
uzanmaktadır. Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması sonucu oluşan bu verimli
topraklar insanlık tarihinin başlangıcından itibaren çok önemli medeniyetlere ev
sahipliği yapmıştır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkan tarihi bulgular bölgedeki
hareketliliğin M.Ö. 6000 yılına kadar uzandığına tanıklık etmektedir. Sümerler,
Akadlar, Babilliler, Asurlular bölgenin en eski sakinleri olarak kabul edilir. Hz. Ömer
döneminde fethedilen bu topraklar İslam kültürünün şekillenmesinde de önemli
pay sahibi olmuştur. Kültürel etkileşimin tarihi temellerini iyi analiz edebilmek için
bu topraklar üzerinde kurulan önemli medeniyetleri kısaca da olsa tanımak
gerekecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Sümerler ve Akadlar
Sümerler yazıyı ve tekerleği icat etmeleri, tarım sektöründe devrim
niteliğindeki yenilikleri ile şöhret kazanmışlardır. M.Ö. 3500 yıllarında
Mezopotamya’da ortaya çıkan bu kadim uygarlık tarım sektörüne bağlı bir gelişim
göstermiştir. Bölgenin ilk yerli halkı olarak tanınmaktadırlar. Bakır madenini ilk
keşfeden ve sanayide ilk defa kullanarak insanlığın hizmetine sunanlar da
Sümerler’dir. Deri işlemeciliği, demircilik, taş oymacılığı gibi zanaat dallarında çığır
açmışlardır. Tarım ve sanayi toplumu olmanın zorunlu bir sonucu olarak Sümerler
yerleşik hayatı benimsemiş ve etrafı muhkem surlarla çevrili sayıları otuzu aşkın
şehir kurmuşlardır. Larsa, Ur, Uruk, Kiş Umma bunların en meşhurlarındandır.
Ayrıca, Sümerce ismi Kadingirra olan Babil’in ilk sakinlerinin de Sümerler olduğu
bilinmektedir.
Şehir devletlerine ayrılan Sümerler krallar tarafından yönetilmekte olup
zaman zaman şehirlerin idari yapılanmaları tekelde toplanmaktaydı. Toplum din
adamları, askerler, halk ve köleler olmak üzere dört gruba ayrılmaktaydı. Toplumun
aristokrat sınıfını daha ziyade din adamları oluşturmaktaydı. Şehrin baş rahibi aynı
zamanda yönetici konumundaydı.
Çok tanrılı bir inanca sahip olan Sümerler kerpiçten yapılan Ziggurat adıyla
bilinen tapınaklarda ibadet etmekteydi. Yedi kattan oluşan mabetler; depo, okul ve
rasathane olarak kullanılmaktaydı. Tanrıları insan şeklinde olup ölümsüz olduğuna
inanılırdı. Anu, Enlil, Enki, Nimnah, Ecem, İnanna tanrılarına verdikleri adlardan
bazılarıdır.
Şehir devletleri arasındaki siyasi çekişmeler devletin zayıflamasına neden
olmuş, önce Elamlılar ve daha sonra Sami tarihinin ilk büyük ismi olan Akad
imparatorluğunun kurucusu Sargon tarafından sürdürülen saldırılar sonucu
yıkılmıştır.
Sümer çivi yazısı
Sümerler’in hâkimiyetinde olan Kiş şehri kralının muhasebecisi olan Sargon
darbe sonucu iktidarı ele geçirmiş ve onun soyundan gelen hanedanlar yaklaşık bir
asır boyunca şehirleri birleştirerek ele geçirdiği bu topraklarda varlığını
sürdürmüştür. Şehir devletinden merkezi devlet anlayışına geçen Akadlar 200 yıl
iktidarlarını devam ettirmişlerdir. Mezopotamya’nın tamamına hâkim olan ilk
devlet olma unvanına sahiptirler. Sümer kültürünü, kendi kültürleriyle
harmanlayan Akadlar, büyük bir medeniyetin oluşmasında önemli rol
oynamışlardır. Akadlılar, Sargon’dan sonra en ihtişamlı dönemini torunu Naram-Sin
döneminde yaşamıştır. o dönemde Akadca bütün Mezopotamya’da kullanılan
ortak dil hâline gelmiştir.
Akadlar arasında gök tanrı inancının yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Güneş,
Ay, Venüs en fazla tapılan tanrılar arasındaydı. Meşhur kral Naram-Sin, kendisini
tanrı ilan eden ilk kral olmakla kalmamış dünya krallığına soyunmuştur. Bu güçlü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
kralın ölümü sonrası Akadlar zayıflamış ve “dağ canavarları” olarak isimlendirilen
Gutiler tarafından yıkılmıştır.
Babil Krallığı (Amurrular-Keldaniler)
Babil’in asma bahçeleri
Krallık ismini Akadca Tanrının Kapısı anlamına gelen Babil şehrinden
almaktadır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçelerine ev sahipliği
yapan ve kulesi ile ünlü Babil şehri Tevrat’a göre (Tekvin 10/10) Nemrud’un krallık
yaptığı dört önemli şehirden biridir. Hz. İbrahim de Peygamber olarak bu
coğrafyaya gönderilmiştir. Hz. İbrahim Nemrud’a karşı sürdürdüğü mücadeleden
sonra inananlarla birlikte önce Harran’a oradan Kenan İli’ne geçmiştir. Babil krallığı
Sümer ve Akad topraklarını içine alan büyük bir imparatorluktur. Babilliler, M.Ö.
4000 yılından itibaren bölgedeki kültürlerin tüm izlerini taşımaktadır. Akadca
yazılan ve 282 maddeden oluşan kanunları ile tanınan Hammurabi, devletin en
kudretli hükümdarıdır. Mezopotamya’da yeniden siyasi birliği kuran Hammurabi
eski töreleri bir araya toplayıp yeniden düzenlemiş ve ilk kanun yapıcı olarak ün
salmıştır. Onun ölümü ile beraber eski Babil krallığı zayıflamış ve 1595’te Hititler’in
saldırısı sonucu yıkılmıştır.
Uzun süre Asur egemenliği altında kalan Babil’liler başkent valisi
Nabupolassar’ın öncülüğünde M.Ö. 612 yılında Yeni Babil Krallığını (KaldelilerKeldaniler) kurdular. Devlet Nabupolassar’ın oğlu Buhtunnasr (Nabukadnezar)
döneminde en parlak dönemini yaşamıştır. Suriye, Filistin/Kudüs M.Ö.587 yılında
egemenlik altına alınmış ve Mısır ordusu mağlup edilmiştir. Devlet Persler
tarafından M.Ö. 338 yılında ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonraki süreçte
Mezopotamya Krallıkları sona ermiş, bölgeye sırasıyla Persler, Helenler ve
Romalılar hâkim olmuştur.
Döneme ilişkin önemli bilgiler:

Yahudiler Yeni Babil devleti döneminde sürgün edilmiştir.

Hammurabi kanunları ilk yazılı anayasa niteliğindedir.

Babil şehri, imparatorluğun dünya harikası asma bahçeleri ile tarihe
damgasını vurmuş başkentidir.

Dini devlet yapılanmasından seküler bir devlet yapısına geçiş
sağlanmıştır.
Asurlar
Asurlular, Kuzey Irak bölgesinde Aşur veya Asur şehri çevresinde yaşayan
Sami ırka mensup bir topluluktur. Ticari alandaki başarıları sayesinde topraklarını
genişletmeyi başarmışlardır. Aynı zamanda savaşçı özelliğe sahip olan Asurlular,
M.Ö. 1200 yılında Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır’ı hâkimiyetleri altına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
almışlardır. Başkentleri Ninova’dır. İlkçağda Ortadoğunun en geniş sınırlara sahip
imparatorluğunu kurmuşlardır. Anadolu’ya yazıyı taşıyanlar da Asurlular’dır. Aşırı
lüks düşkünlüğü ve savaşlar devletin zayıflamasına yol açmış ve M.Ö. 1208’den
itibaren gerileme dönemine girmişlerdir. İmparatorluğun ikinci kurucusu kabul
edilen III. Tiglat Pileser (M.Ö. 745-727) birliği sağlamış ve Yeni Asur Krallığı’nın
temellerini atmıştır. Asurlular Kur’an’da adı geçen Semud, Medyen ve Sebe
kavimleri başta olmak üzere Arap toplulukları üzerine dokuza yakın sefer
düzenlemişlerdir. Sanatta büyük bir gelişme sağlayan Asurlular M.Ö. 612-609 yılları
arasında bölgeye Keldaniler ve Medler tarafından düzenlenen saldırılar sonucunda
yıkılmıştır. Diğer halklar arasında eriyip gittikleri ifade edilmekle birlikte bugün
Süryani toplulukların Asurluların soyundan geldikleri de iddia edilmektedir.
İbraniler (İsrailoğulları)
İsrailoğulları, Sümerler ve Akadlar’ın son dönemlerinde tarih sahnesine
çıkmışlardır. Sami kökenli bu topluluk hakkındaki bilgiler daha ziyade kutsal
kitaplara dayanmaktadır. İsrailoğullarının atası olarak kabul edilen İbrahim Ur
şehrinde doğmuş daha sonra Harran’a oradan da Kenan diyarına yani, Beyt-i
Makdis’in bulunduğu bölgeye yerleşmiştir. Burada da kuraklık baş göstermesi
nedeniyle verimli arazilerden oluşan Nil deltasına göçmüştür. İsrailoğulları Kenan
iline yerleşene kadar İbranî olarak tanınmaktadır. İbrahim’in 12 oğlu ve onların
soylarından gelenler ise İsrailoğulları olarak adlandırılmaktadır. Mısır’a köle olarak
satılan ve sarayda üst kademelere yükselen Yusuf, akrabalarını da yanına alarak
M.Ö. 1700’lü yıllarda Mısır’a yerleşmiştir.
Firavunlar ailesinin iş başına gelmesi ile İsrailoğullarının buradaki düzeni
bozulmuş ve ağır inşaat işlerinde çalıştırılmaya başlanmıştır. İşçileri elinden
kaçırmak istemeyen Firavun II. Ramses’in tüm çabalarına rağmen Hz. Musa’nın
önderliğinde İsrailoğulları Mısır’dan çıkmayı başarmışlardır. Bir süre sonra
Musa’nın yol göstericiliğini kabul etmeyip sapkınlık içerisine düşmüşler ve kırk yıl
Sina çölünde kalmışlardır. Peygamber olduğuna inanılan Yeşû veya Yuşâ
öncülüğünde toparlanan İsraoğulları Kur’an’da Talut diğer kaynaklarda ise Saul
olarak bilinen şahsın krallığına kadar birlik ve beraberlik içerisinde olamamışlardır.
Talut’un başarılarına rağmen asıl birlik Hz. Davud döneminde sağlanmıştır. M.Ö.
1400 yılında Sion olarak bilinen Kudüs’ü ele geçirdikten sonra merkezi burası olan
büyük bir krallık kurulmuştur. Kırk yıllık iktidar sonrası yerine oğlu Süleyman
geçmiştir. Babası gibi Peygamber olan Hz. Süleyman döneminde İsrailoğulları altın
çağını yaşamış ve Süleyman Mabedi olarak bilinen Beyt-i Makdis inşa edilmiştir.
Böylelikle Kudüs Yahudilerin dini merkezi olmuştur. Hz. Süleyman sonrası birliği
bozulan devlet kuzey ve güney olmak üzere iki kısma ayrılmış ve M.Ö. 722 yılında
Asurlar tarafından yıkılmıştır. M.Ö. 587 yılında ise Babil kralı Buhtunnasr tarafından
Kuzey Yahuda krallığı ortadan kaldırılmış ve daha önce ifade edildiği gibi Yahudiler
Babil’e sürülmüştür. Pers Hükümdarının Babil Krallığını ortadan kaldırması sonrası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
İsrailoğullarından bir kısmı Kudüs’e dönmüş ve kutsal mabet başta olmak üzere
şehri yeniden inşa etmişlerdir. Pers hâkimiyeti Büyük İskender’in bölgeyi ele
geçirmesine kadar devam etmiştir. Bölge, Müslümanların fethi öncesi sırasıyla
Helenler ve Romalılar tarafından ele geçirilmiştir.
İran
İran tarihine ilişkin bilgiler M.Ö. IX. asra kadar dayanmaktadır. Urmiye
gölünün batısında oturan Persler bölgeye Avrupa’dan gelen Medler’le ittifak
kurarak Mezopotamya uygarlıklarının sonunu hazırlamışlardır. Medlerin
hâkimiyetine son veren Ahameniler M.Ö. 525’te Mısır’a kadar uzanan büyük bir
bölgeyi ele geçirdi. Suriye ve Mısır’a hâkim olduktan sonra İran’a yönelen Büyük
İskender Ahameni İmparatorluğu’nu sonlandırdı. Büyük İskender, İran’ı valisi
Selevkos’a bıraktıktan sonra bölgeden çekilmiştir. M.Ö. 141 yılında Partlar Seleuko
Krallığını ortadan kaldırarak imparatorluk hâline gelmiştir. M.Ö. 53 yılından
itibaren Romalılar’la sürdürdükleri savaşlarda zayıflayan Partlar M.S. 224 yılında
yıkılmıştır. Ateşgede muhafızı olan Sâsân isimli şahıs M.S. 226 yılında Sâsânî
İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bizans imparatoru Konstantinos ve Sâsânîler’e
komşu olan Ermeniler Hıristiyanlığı kabul edince, Sâsânî topraklarındaki
Hıristiyanlar bu ülkelerle ittifak içerisine girmişlerdir. Bu sıkıntılı süreci aşmak için
ek vergiler konmuş, dini alanda reformlar yapılmıştır. Her şeye rağmen bir türlü
başarı elde edilemeyince I. Hüsrev (Enûşirvan), ‘Şehinşah’ unvanıyla yönetime el
koyarak Sâsânî Devleti’ne en parlak dönemini yaşatmıştır. Hz. Peygamber’in
doğum tarihine tekabül eden yıllarda Arabistan’ın Güney bölgesini yani Yemen’i
Sâsânî topraklarına katmıştır. Yönetimi ele alan oğlu IV. Hürmüz döneminde Bizans
ile şiddetli savaşlar yaşandı. Gözlerine mil çekilerek öldürülen Hürmüz’ün yerine
oğlu II. Hüsrev tahta geçti. Başlangıçta Bizans’a karşı üstün başarılar elde etse de
Bizans İmparatoru Herakleios’un ordularına mağlup oldu ve bir ayaklanmada
öldürüldü. II. Hüsrev Hz. Peygamber’in elçi göndererek kendisini İslam’a davet
ettiği Sâsânî kralıdır. Sâsânî imparatorluğu Müslüman ordularınca son Sâsânî
hükümdarı III. Yezdücerd’in 651 yılında öldürülmesi ile son bulmuştur.
Zerdüşt Tapınağı
(Ateşgede)
Eski İran topraklarında adını kurucusundan alan Zerdüştîlik ya da Mecusîlik
dini yaygındı. En büyük tanrı kabul edilen Ahura Mazda’ya nispetle Zerdüştîliğe
Mazdeizim adı da verilmiştir. İyilik-kötülük, karanlık-aydınlık ikilemi üzerine
kurgulanan bu dinî inanışa göre ateş saflığı ve temizliği sembolize etmektedir.
İbadet mahallerine, merkezinde ateş yakıldığı için ateşgede denmiştir. İnanışa göre
öldükten sonra ruh bedenden ayrıldığı için kirli sayıldığından vahşi hayvanlara terk
edilmekte, geriye kalan kemikler ise yakılmaktaydı. I. Şapur döneminde devletin
resmi dini hâline gelen ve kurucusu Mani’den (216-276) ismini alan diğer bir din ise
Maniheizimdir. Sabiiliğin etkisi ile ortaya çıkan bu inanç biçiminin yaygınlık
kazanması Mecusi din adamlarını rahatsız etmiş ve baskılar sonucu Mani, Kral I.
Behram tarafından işkence ile öldürülmüştür. İran’da M. V. asırda bir başka dinî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
hareket daha ortaya çıkmıştır. Bu günkü anlamda komünist sistemin temelini de
oluşturduğu iddia edilen ve Mazdekiyye olarak isimlendirilen inanç biçimi mülkte
ve kadında eşitlik temeline dayanmaktaydı. Bu anlayış, çatışmaların temeli olan
kıskançlığı ortadan kaldırmıştır. Mazdek dinine en fazla karşı çıkanlar aristokratlar
olmuştur. Enuşirvan bozulan ekonomik ve sosyal yapıyı düzene sokmak için
Mazdek dinini yasaklamış taraftarlarını ağır işkencelere maruz bırakmıştır. Eski İran
topraklarında izah etmiş olduğumuz dinler yanında Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi
semavi din mensuplarının varlığı da bilinmektedir.
Çin
Çin Seddi
Çin, tarihi oldukça eskilere dayanan köklü bir medeniyete sahiptir. İslam’ın
ilk ortaya çıktığı Arap yarımadasına uzak bir mesafede oluşu nedeniyle İran ve
Bizans tarihi kadar Müslümanların dikkatini çekmemiş görünse de, aslında en az ilk
fetihlerin gerçekleştiği komşu medeniyetler kadar İslam toplumu üzerinde
etkinliğinin olduğu söylenebilir. Çin tarihi Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) ile özdeşleşmiş
ve onunla birlikte Çin, altın çağını yaşamıştır. Konfüçyanizm, daha sonraki
dönemlerde Çin medeniyetinin temel dinamiklerini oluşturmuştur. Bu günkü isimle
anılan Çin hanedanlığı Konfüçyüs sonrası kurulmuştur. Baskıcı bir yönetim şekli
benimseyen halkı ağır işlerde çalışmaya zorlayan bu yönetim anlayışı kısa sürmüş
ve yıkılarak yerine Han hanedanlığı kurulmuştur. Han hanedanlığının yıkılması ile
birlikte dört asır devam edecek parçalanma dönemi başlamıştır. İslam’ın ilk ortaya
çıktığı dönemlerde Çin’i Sui hanedanlığı yönetmekteydi. Daha sonra kurulan Tang
hanedanlığı ise Konfüçyanizm’i yeniden canlandırmıştır. Tangler döneminde İslam
dini Asya’ya doğru yayılmaya başlamıştır.
Hz. Peygamber’in “İlim Çin’de de olsa gidip onu arayınız” şeklindeki
ifadesinin aslında uzaklık ile ilim arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya matuf
söylenmediği, Çin kültür ve medeniyeti incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Hz.
Peygamber’in Uman bölgesine yaptığı ziyarette Çinliler’le karşılaşması sebebiyle,
onların kültür ve sanat alanında ne denli ileri olduklarına vakıf olması kuvvetle
muhtemeldir. Çinliler’in matematik, astronomi, müzik, fizik, kimya, coğrafya gibi,
bilim dallarında oldukça ileri bir seviyede olmaları, bunun en açık göstergesidir.
Ortaçağ İslam dünyasının altın çağını yaşamasında önemli bir faktör olan kağıdın
yaygın kullanımı ise yine Çinliler kanalıyla olmuştur.
Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsetme imkânı yoktur. M.S. tüccarlar
kanalıyla Çin’e Budizm ulaşmış ve çok sayıda taraftar bulmuştur. Bir süre sonra
Budizm’e karşı Taoculuk yaygınlaşmış ancak Sui hanedanlığı ile birlikte yeniden
Konfüçyüsçülük kabul görmeye başlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Hindistan
Hindistan Farsça Hind ülkesi anlamına gelmektedir. Hindu kelimesi ise eski
Sanskritçedeki nehir anlamına gelen ‘Sindhu’dan alınma bir kelimedir Bu nedenle
Arapça kaynaklarda bölge, çoğunlukla Sind olarak adlandırılmaktadır. Güney
kısmında Hint okyanusu, batısında Umman denizi, doğusunda Bengal körfezi ile
çevrili büyük bir üçgeni andıran yarımada şeklindeki Hindistan köklü bir tarih ve
kültüre sahiptir. Tarihi boyunca parçalanmış görüntü arz eden, yer üstü ve yer altı
zenginlikleri ile diğer kıtaların cazibe merkezi olan eski Hindistan bu gün Hindistan,
Pakistan, Bengladeş, Myanmar ve Sri Lanka arasında paylaşılmış olan genişçe bir
toprak parçasına sahiptir.
Taş devrinden sonra bölgede insan topluluklarının varlığı bilinmekle
beraber ilk uygarlık belirtilerinin M.Ö. 5000-1700 yılları arasında İndus medeniyeti
ile ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Harappa uygarlığı olarak da bilinen bu kadim
topluluğun icat etmiş olduğu yazı bugün dahi çözülememiştir. Muhteşem bir
şehircilik örneği de ortaya koyan bu medeniyet Ariler tarafından M.Ö. 1500 yılında
ortadan kaldırılmıştır. İranlılar’la akraba olan Ariler Hindistan’da M.Ö.1500-1000
yılları arasında Ganj medeniyetini oluşturmuşlardır. Hindular’a ait kutsal metinler
ve kast sistemi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Zaten farklı etnik yapılanmalara sahip
olan Hint halkı kast sisteminin zorunlu bir sonucu olarak; din adamları
(Brahmanlar), aristokratlar (Kşatriyalar), çifçiler, sanatkârlar, tüccarlar (Vaisyalar),
İşçiler (Sudralar) olmak üzere dört ayrı sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıfsal ayrım Ganj
uygarlığının sonunu hazırlamış, M.Ö. VI. yüzyılda Magadhalar bölgede kontrolü
sağlamıştır. M.Ö. 518 yılında Persler bölgeyi istila etmişler ve Büyük İskender’in
bölgeyi zaptına kadar hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Büyük İskender ve
takipçileri ile birlikte kurulan koloniler sayesinde Greko-Hint medeniyeti olmuş ve
böylelikle İslam kültürünü de etkileyecek olan Helenizm akımı başlamıştır.
İskender’in bölgeye intikali ile Magadha krallığı yıkılmış ve M.Ö. 185 yılına kadar
varlığını devam ettiren Maurya imparatorluğu kurulmuştur. Bu imparatorluğun
yıkılması sonrasında birçok küçük devletçikler ortaya çıkmıştır. M.S. 330 yılında
kurulup 540 yılında yıkılan Gupta imparatorluğu döneminde Hint medeniyeti en
yüksek seviyesine ulaşmıştır. Akhunların saldırısı ile yıkılan Guptalar sonrası tekrar
siyasi istikrarsızlık baş göstermiş, bağımsız devletler doğmuştur. İslamiyetin ortaya
çıktığı ve yayıldığı dönemlerde (606-647) Kral Harşa bölgede yeniden birliği
sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda Hinduizm’in başlangıcı sayılmıştır. Kral Harşa
sonrasında birçok bölgesel krallıklar kurulmuş, X. yüzyıldan sonra ise bölge
Türkler’in ve Afganlılar’ın saldırılarına maruz kalmıştır. İslamiyet bölgeye 710-711
yıllarında Emevi devletinin Sind bölgesi komutanlarından Muhammed b. Kasım’ın
gerçekleştirdiği fetihlerle ulaşmıştır.
Ariler döneminde dini inanış olarak kast sistemini önceleyen Brahmanizm,
bir başka ismiyle Vedizm ortaya çıkmıştı. M.Ö. IV. yüzyılda Brahmanizm’e karşı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Budizm ağırlığını hissettirmeye başlamış Brahmanizm daha ziyade kırsal bölgelere
çekilmiştir. M.Ö. 600-850 yılları arasında ise Brahmanizm’in değiştirilmiş şekli olan
Hinduizm resmi din olarak kabul edilmiştir. Jainizm ve Sihizm de Hindistan kökenli
dinlerdir. Yine diğer medeniyetlerde olduğu gibi Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık
gibi bölgeye intikal eden diğer dinlere mensup tebaa ile de karşılaşmak
mümkündür. Bölgenin en yaygın dini olan Hinduizm hiçbir ayrıma gitmeden çeşitli
ibadet ve inanç sistemlerini de bünyesinde topladığından yaygın bir kabul
görmüştür.
Türkistan/Orta Asya
Türkler’in eski tarihlerine ilişkin bilgilere Çin vakayinamelerinden (kronolojik
cetvel) ve arkeolojik kazılardan ulaşılmaktadır. Tarihi geçmişlerinin M.Ö. 9000
yılına kadar ulaştığı bilinmekle beraber bazı tarihçilere göre Türk tarihinin
başlangıcı ilk defa aslı Türük olan Türk isminin kullanıldığı M.S. 545 yılına
dayandırılmaktadır. Bazı topluluklar Türklerin yaşadıkları bölgeleri Turan olarak da
isimlendirmişlerdir. Türkler, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında kalan Orta Asya
diye tanınan bölgede yaşamaktaydı. Hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluk olan
Türkler, sahip oldukları atlı birliklerle komşuları Çin üzerine akınlar düzenlemişler
ve bu bölgede hâkimiyet kurmuşlardır.
Türk Savaşçılar
Türklerin ilk kurdukları devlet Hun İmparatorluğudur (M.Ö. 220). Bugünkü
Moğolistan bölgesine hâkim olan Hunlar, yaptıkları saldırılarla Çinlileri, Çin Seddi
olarak ün yapan muhkem surları yapmaya mecbur bırakmıştır. İlk Hun hükümdarı
Türk birliğini gerçekleştiren Teoman Yabgu’dur. Oğlu Metehan döneminde ise
Hunlar en parlak dönemini yaşamış, imparatorluğun sınırları Japon Denizi’nden
Hazar Denizi’ne kadar uzanmıştır. Mete Han’dan sonra gerilemeye başlayan devlet
önce ikiye ayrılmış ve M.S. II. yüzyılda yıkılmıştır. Devletin parçalanması ve yaşam
koşullarının zorlaşması nedeniyle, tarihte “Kavimler Göçü” olarak bilinen büyük göç
Avrupa içlerine kadar uzanmıştır. Batı Roma imparatorluğu Hunlarla anlaşmak
zorunda kalmıştır. Doğuda ise Anadolu içlerine kadar ilerleme sağlamış ve Bizans
İmparatorluğu, Türklere vergi öder duruma gelmiştir. Hunluları Orta Asya’da
mağlup eden Tabgaçlar kendi kültürlerini koruyamayıp Çinlilerin arasında eriyip
gitmişlerdir. M.S. 552-745 yılları arasında varlığını sürdüren, Türk ismiyle anılan ve
bir süre sonra doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılan Göktürkler döneminde
İslam dini bireysel olarak Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Göktürk
devletinin yıkılması sonucu Uygurlar ve Karluklar bölgeye hâkim olmuşlar ve doğal
olarak da bölgede fetih gerçekleştiren Müslüman Araplarla karşı karşıya
gelmişlerdir. 751 yılında Araplarla ittifak kurarak Çinlilere karşı düzenlenen savaşta
Çinliler mağlup edilmiş, bu da Türkler’in İslamlaşma sürecini hızlandırmıştır.
Türkler’in din olarak tek tanrılı ya da çok tanrılı bir dine sahip olduklarına
dair farklı görüşler mevcuttur. Türkler yaşam koşulları gereği basit bir dini inanışa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
sahipti. Dolayısıyla yerleşik hayatı benimseyen toplumlara göre hızlı din
değiştirmişlerdir. Birçok tarih kaynağında Türkler’in Şaman oldukları ifade edilir.
Türkler, Şaman yerine “tabiatüstü varlıklarla irtibata geçen insan” anlamında Kam
ifadesini de kullanmaktadırlar.
Türkler “Tengri” denen bir yaratıcıya inanıyorlardı. Her şeyi o yaratmış olup
göğün dokuzuncu katında oturmaktaydı. Tabiat kuvvetlerinin ruhu olduklarına
inanır, gökyüzüne ve güneşe saygı duyarlardı. Göktürkler zamanında Teoculuk ve
Budizm yayılma eğilimi göstermiştir. Uygurlar, Mani dinini kabul etmiş, bir kısmı ise
Budist olmuşlardır. Avrupa’ya göçen Türkler ise Yahudi ve Hıristiyanlığı kabul
etmişlerdir.
Roma-Bizans İmparatorluğu
Roma İmparatorluğunun
hâkim olduğu toprak
parçasını gösteren bir
harita.
Roma imparatorluğu, ismini İtalya’nın başkenti Roma’dan almakla birlikte
aslında bu şehrin veya civar vilayetlerin ahalisinden müteşekkil olmayıp bütün
İtalya ve Akdeniz topluluklarının ortak ismi olarak kullanılmıştır. Mezopotamya
uygarlıklarının en parlak dönemlerinde (M.Ö. VIII. yy) Roma’nın varlığı bile
bilinmemekteydi. Zira bu şehir, köylüler ve çobanlar tarafından henüz kurulma
aşamasındaydı. Sayıları otuzu bulan çoban grupları hayvan yetiştirerek ve harp
ederek güvenli dağ yamaçlarında köy grupları hâlinde yaşamaktaydı. Bu yerler
kendilerine kabile kralları tarafından verilmişti. Aslında Roma’nın kuruluşuna ilişkin
kaynaklarda birçok efsaneye yer verilmiştir. Bu anlatılan efsanelerin tarih
sahnesinde yer almış diğer medeniyetlerin kuruluş efsaneleri ile benzerlik
göstermesi aslında imparatorluğu mitolojik temele dayandırma teşebbüsünün
insanlığın eski bir alışkanlığı olduğu kanaatini uyandırmaktadır.
Roma devlet olma hüviyetini M.Ö. IV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
göstermiştir. Yavaş yol kat eden, fakat azim ve kararlılıkla devam eden bu ilerleyiş
İtalya üzerinde ilk siyasi birliğin kurulmasını sağlamıştır. Devlet M.Ö. 200’de
Akdeniz’in batı kısmını, daha sonra doğusunu ele geçirerek imparatorluk hâline
gelmiştir. Roma, kuruluşundan altı asır sonra Atlantik’ten Fırat havzasına kadar
uzanan ve adından söz ettiren bir devlet olmuştur. Kuruluşu temel alınırsa on bir
asır devam edecek bir tarihi sürece imza atmıştır. Buna Roma imparatorluğunun
devamı olarak kabul edilen Bizans’ı da ilave ettiğimizde bir on asırlık dönemden
daha bahsetmek gerekecektir. Roma imparatorluğu bu uzunca hâkimiyetinden
daha çok bırakmış olduğu hukuk ve kültür mirası ile kendinden söz ettirmiştir. Şehir
devletinden cihan hâkimiyetine giden yolda etnisiteyi bir kenara atarak ülkü ve dil
birlikteliği oluşturmuştur. Bu yönüyle kültürel mirası üzerine kurulan batı
toplumuna bugün dahi esas kabul edilen hukuk nizamını bırakmıştır. Ayrıca Roma
birbirinden farklı doğu ve batı toplumlarını ilk defa tek bir toplum hâline getirme
yönünde önemli adımlar atmıştır. Kökenleri ve İtalya’ya gelişleri hakkında farklı
görüşler bulunmakla birlikte örf, adet, gelenek ve inançları irdelendiğinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Anadolu’dan göç etikleri kanaati kuvvetle muhtemel olan Etrüskler’in Roma
imparatorluğunun doğu ve batı arasındaki birliği sağlamada önemli bir kültürel alt
yapı oluşturdukları ihtimalini ciddiye almak gerekir.
Krallık dönemlerinde kralların görev süresi ölünceye kadar devam ederdi.
Ölüm sonrasında krallık babadan oğla geçmez, ölmeden kral yerine geçecek kişiyi
belirlerdi. Şayet tayini gerçekleştirmeden ölürse şehir meclisi konumundaki senato
tarafından kral tespit edilirdi. Roma nüfusu üç ayrı gruptan oluşmaktaydı.
Bunlardan ilki toplumun seçkinleri olan Gensler’di. Bu aristokrat grubun
hizmetinde bulunan ve onlara sürekli bağlılığını bildiren ikinci gruba Clientes, küçük
zanaatkâr ve çiftçilerden oluşan gruba ise Plebler denmekteydi. Halk devlet
yönetimine Comita’lar aracılığı ile iştirak ederdi. Comitalar’ın salahiyetleri siyasi
alanlardan öte sosyal içerikli idi.
Romalılar ilkel düzeyde çok tanrılı dinlere inanmaktaydı. Bir şahıs rahatlıkla
birden fazla dine girebilirdi. En büyük tanrıları kazandıkları zaferlerden sonra büyük
törenlerle önünde eğildikleri Mars isimli tanrı idi. Diğer tanrılardan bazıları Jüpiter,
Ianus, Saturnus, Quirunus, Juno, Minerva ve Vesta’dır. Bu tanrılardan bazıları
Greklerden alınmış ve zaman geçtikçe artış göstermiştir. Romalıya göre tanrı
görünmez bir kudrete sahip olup, onun bütün hayatını kuşatmaktaydı. O,
gerçekleştirdiği her işte kendisine karışan başka bir tanrının olduğunu düşünürdü.
Bu anlayış, onları olabildiğince dindarlaştırmıştı. Romalılar’ın Circus ve Saturnalia
adında iki dini bayramları mevcuttu. Özellikle cumhuriyet döneminde bu bayramlar
dini özelliklerini yitirmişlerdir. Falamines ve Augurlar adıyla devlet tarafından
atanan rahipler din işlerini yürütürlerdi.
İmparatorluk iç ve dış etkenler nedeniyle M.S. III. asırdan itibaren
zayıflamaya başlamış ve çöküş süreci içerisine girmiştir. Tahammül edilemez
Germen saldırıları başkent Roma’yı güvensiz hâle getirmiş ve yeni başkent
arayışlarına girilmiştir. İmparator Konstantinos bu gereklilik üzerine siyasi, askeri ve
coğrafi konumu itibariyle doğu ve batı arasında köprü olan İstanbul’u seçmiş,
inşasına M.S. 324 yılında başladığı yeni baş şehri 330 yılında muhteşem bir açılışla
Roma’ya kazandırmış ve ona nispetle Kostantinopolis olarak adlandırılmıştır. Artık
bu aşamadan sonra kökeni doğuya dayanan Hıristiyanlık devletin resmi dini hâline
gelmiştir. Yeni kurulan askeri sistem ve malî politikalardaki reformlar eski
Roma’dan Bizans’a geçisin habercisi idi. Doğu ve Batı Roma’yı bir arada tutan son
hükümdar Theodosios’dur. Onun zamanında Hıristiyanlık artık tam anlamıyla
resmiyet kazanmıştır. Ölümüyle Roma oğulları arasında doğu ve batı olmak üzere
iki kısma ayrılmış ve bir daha da hiç birleşememiştir.
Bizansın resmi dini hâlini alan Hıristiyanlık kendi içinde birliği sağlayamamış;
daha ilk İznik konsilinde (325) muhalif görüşlerle ortaya çıkan rahip Arius
reddedilmiştir. İstanbul’da toplanan ikinci konsilde ise aforoz edilerek imparatorluk
topraklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Efes’teki üçüncü konsilde bu defa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Nesturiliğin görüşleri reddedilerek tabileri Harran bölgesine göç etmek zorunda
kalmıştır.
476 yılında Germen saldırıları sonrasında Batı Roma yıkılmış, doğu ise
saldırılar ve mezhepsel çatışmalara rağmen yeni imparator Anastasios’un önlemleri
sayesinde kurtulmuştur.
I. Lustinianos döneminde imparatorluk yeniden
şahlanmış; batıda elden çıkan topraklar yeniden kazanılmıştır. VI. yüzyılın ikinci
yarısına kadar devam eden parlak dönem, İtalya’nın işgali, Avarlar’ın balkanlar
üzerine saldırıları, İran’ın batıya doğru genişleme politikaları ile son bulmaya
başladı. İslam fetihlerinin başladığı dönemlerde Bizans İmparatorluğu’nu yeniden
toparlamaya başlayan Herakleios devletin başındaydı. Anadolu’da gerçekleştirmiş
olduğu askeri reformlar ve devleti yeniden canlandırma çabaları olumlu sonuçlar
vermiş; İran’ı Anadolu’dan püskürtmüş, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri almıştır.
Herakleios İran’a karşı göstermiş olduğu başarıyı bir zamanlar ciddiye dahi
almadıkları çölün derinliklerinden kopup gelen Müslüman Araplara karşı
tekrarlayamamış, üst üste aldığı mağlubiyetler sonucu Doğu Akdeniz, Cezire ve
Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Asırlar boyunca devam eden bu
mücadele İstanbul’un fethi ile birlikte son bulmuştur.
CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNÎ HAYAT
İslam tarihi kaynaklarında “cahiliye dönemi” olarak isimlendirilen zaman
diliminin başlangıç ve bitişine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ahzab
Suresi 33. Âyet-i kerime’de geçen “ilk cahiliye” tanımlamasından yola çıkarak
cahiliye dönemini ilk ve ikinci olmak üzere iki kısma ayıranlar dahi olmuştur. Ancak
cahiliye dönemi denildiğinde şöhrete kavuşmuş hâliyle daha ziyade peygamberlik
öncesi Arapların putperestlik dönemi akla gelmektedir. Dolayısıyla ‘Cahiliyeye
Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat ’ başlığı altında Miladi, V. yüzyıla kadar
Arabistan yarımadasının dini ve siyasi tarihi incelenecektir.
Arabistan’ın yerli halkı olan Araplar Sami ırka mensup olup dilleri Sami
dillerin en zengini olan Arapçadır. Arap kelimesinin kökeni ve ilk kullanıldığı dönem
hakkında tarihçiler arasında ortak bir görüş mevcut değildir. Bir kısmı tarafından ilk
defa Arap kelimesinin Fırat’ın batısındaki toplumlar için kullanıldığı ifade edilirken,
diğer bir kısmı göçebe toplumları ifade etmek için “çöl insanı” anlamında İbranice
dilinde kullanılan arabha veya erebhe kelimesinden türediğini iddia etmişlerdir.
Arapların tarihteki yaşam biçimleri göz önüne alındığında ikinci görüşün daha
isabetli olduğu söylenebilir.
Arap Yarımadasının eski
tarihini gösteren harita
Her ne kadar bazı görüş ayrılıkları olmuş olsa da Arapların anayurtlarının
Arabistan olduğu hususu genel bir kabul hâline gelmiştir. Arap yurdunun orijinal
kullanımı “Şibhu Cezireti’l-Arab”dır. Arap yarımadası anlamında bu isim
kullanılırken zamanla Ceziretü’l-Arab/Arap Adası veya Cezire/Ada olarak da
adlandırılmıştır. Ülkenin yarımada olmasına rağmen ada olarak isimlendirilmesini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
bazı tarihçiler kuzey sınır hattının çöllerle çevrili olmasına bağlamaktadırlar. Hz.
Peygamber’in bu topraklarda dünyaya gözünü açmış olması ve burada vefat
etmesi, İslam dininin buradan yayılmış olması, yine Kâbe gibi önemli bir merkezin
burada bulunması nedeniyle büyük bir şöhrete kavuşan yarımadanın aslında eski
tarihi hakkında, kesin verilere dayalı sonuçlara ulaşma imkânı yok denecek kadar
azdır. Üç milyon metrekareyi aşan geniş bir toprak parçasına sahip olan yarımada,
geniş bir dikdörtgeni andırmaktadır. Yarımadanın doğusunda, Uman ve Basra
körfezi, güneyde, Hint okyanusu, batıda, Kızıldeniz, kuzeyde ‘Münbit Hilal’ olarak
adlandırılan Mezopotamya/Irak, Suriye ve Filistin bulunmaktadır. Kara parçasıyla
çevrili olan ülkenin Kuzey sınırının nereye kadar dayandığı hususu tartışmalı olduğu
için kaynaklarda yarımadanın yüzölçümüne dair farklı rakamlar verilmiştir. Asya,
Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşme noktası olan Arabistan, Yemen bölgesi dışında
tarıma elverişsiz olup daha ziyade çöllerle kaplıdır. Bu çöllerden Kuzeydeki Nüfûd,
ve güneydeki Rub’u’l-hâli (Ahkâf olarak da isimlendirilen bölge “boş çeyrek”
anlamındır), ülke yüzölçümünün büyük bir kısmını içermektedir. Güney sahil şeridi
volkanik dağlardan ve derin vadilerden oluşmaktadır. Batı kısmında Kızıldeniz sahili
boyunca uzanan şeridi (Tihâme), zaman zaman yüksekliği 3000 metreyi aşan
yüksek dağlarla iç kesimlerden ayrılmaktadır. Arabistan’ın üçüncü bölümü ise
merkezinde Necid adı verilen bir platodan oluşmaktadır.
Bu coğrafi malumatlar, ortaçağ insanlık tarihine damgasını vuracak olan
Arapların nasıl izole bir topluluk olduğunun ve bölgenin jeopolitik konumunun
anlaşılması açısından önemlidir. Ayrıca bölgelerarası nüfus kaymaları, yarımadanın
eski demografik yapısının tespitine yönelik rivayetlerin tetkiki için de fiziki haritanın
zihinlerde canlandırılması gerekmektedir. Yazılı tarihin bize sunmuş olduğu verilere
dayalı olarak bugün olduğu gibi geçmişte de, Arap yarımadasının belirli bölgeleri
dışında çoğunlukla kurak, tarıma elverişsiz, nüfus yoğunluğu az olan bir yapıda
olduğu belirtilmektedir. Caitani, P. K. Hitti başta olmak üzere bazı araştırmacılar
Arabistan yarımadasının eski tarihine dair nazariyeler ortaya atmışlardır. Bu görüşe
göre ‘Sami ırkın ana yurdu Arabistan’dır. Aslında bu coğrafya, tarihin eski
devirlerinde Anadolu’da olduğu gibi buzullarla kaplı olmayıp, ılıman iklime sahip,
sürekli yağış alan verimli arazilerden oluşmaktaydı. Eski Mezopotamya
uygarlıklarına mensup Babilliler Asurlular, Fenikeliler, İbranilerin anayurdu burası
olup, aşırı kuraklık ve buna bağlı olarak bölgenin çölleşmesi ile halk
Mezopotamya’ya göçmüştür.’ Henüz bu görüşü mutlak anlamda doğrulayacak
tarihi malumatlara ulaşılamamıştır.
Göç nazariyesini ortaya atanların en temel dayanağı, bölgedeki kadim
medeniyetlerin kullanmış oldukları diller arasındaki benzeşmedir. Çivi yazısının
deşifre edilmesinden sonra eski Mezopotamya uygarlıklarının kullanmış olduğu
diller ile Arapça arasındaki benzerlik, bu dillerin aynı temele dayandığı, dolayısıyla
bu toplulukların da aynı kökten geldiği görüşünün yaygınlaşmasına neden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
olmuştur. Örneğin fiil kökleri, bu dillerin hepsinde sülasi, yani üç harflidir. Geçmiş
(mazi) ve şimdiki zaman (muzari) fiil çekimleri aynıdır. Bazı isimler ve şahıs
zamirleri yakın benzerlik göstermektedir. Her şeye rağmen bu görüşler detaylı ve
uzun soluklu arkeolojik çalışmalarla desteklenmediği sürece, kesin bir yargıda
bulunmamıza imkan olmeyacaktır. Zira Sami ırkın aslında anayurdunun Güney
Mezopotamya olduğu, oradan dağıldığı veya Afrika ve Anadolu’dan Arap
yarımadasına geldikleri gibi farklı görüşleri benimseyenler de olmuştur.
Coğrafi bölge olarak üç ayrı kısımda ele aldığımız Arap yarımadası siyasi tarih
açısından da Kuzey, Güney ve Hicaz (Orta Arabistan) olmak üzere üç ayrı
kategoride değerlendirilecektir. Mekke, Medine ve Taif gibi orta Arabistan
bölgesinde yaşayanlar, Kuzey Arapları olarak tanımlanmakla birlikte, siyasi ve
kültürel olarak daha kuzey bölgedeki Araplardan farklıdır. Bu ayrışma her üç
toplumun dil ve kültürel farklılığına dayanmaktadır. Daha ziyade kutsal kitaplarda
bahsi geçen Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan gelenlerin, bölgeye iki ayrı koldan
yayılması sonucu kuzey ve güney Arapları’nın teşekkül ettiği görüşü, soy bilimciler
(Etnologlar) tarafından henüz doğrulanamadığı için inanç boyutuyla sınırlı kalmıştır.
Yine özellikle Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Ad ve Semud gibi topluluklar için Arabı Bâide (helak olan Araplar), günümüzde varlığını sürdüren Araplar için ise, Arab-ı
Bakiye tanımlamasında bulunan tarihçiler, Arap tarihini iki ayrı kısma ayırmışlardır.
İkincisi yaygın ve çok kabul gören bir tasnif değildir. Literatürde Arap tarihi daha
ziyade Güney, Kuzey, Orta (Hicaz) olmak üzere üç kısımda incelenmiştir.
Güney Arabistan/Yemeniler/ Kahtaniler
Güney Arabistan, dar bir şekilde uzanan Kızıldeniz sahil şeridinin Hint
okyanusuyla buluştuğu, bereket anlamındaki “yümn” kelimesinden türemiş Yemen
olarak isimlendirilen bölgedir. Güney Arabistan denildiğinde her ne kadar ilk akla
gelen Yemen bölgesi olsa da, tarihçiler tarafından farklı bölümlere ayrılmıştır.
Örneğin, coğrafyacıların bölgenin taksimatına ilişkin görüşlerini değerlendirenler,
Necran, Yemen, Hadramevt ve Uman olmak üzere Güney Arabistan’ı dört ayrı
bölgeye ayırmıştır. Verimli arazilere sahip, ayrıca iç bölgelerden gelen deve
kervanları ile deniz filolarının kesişme noktası olan güney Arabistan, değerli ticaret
ürünlerinin sergilendiği fuar alanını andırmaktadır. İhtiyaç fazlası mal toplumun
zenginleşmesine, buna paralel olarak sosyal tabaka içerisinde sınıfsal farklılıkların
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca bölgenin ticari bir kavşak noktası olması,
karma toplumların oluşmasını da zorunlu hâle getirmiştir. Suriyelinin,
Hindistanlının, Habeşistanlının gelip Yemen’de bir Arap’la evlenmesi veya ticaret
amaçlı farklı bölgelere giden Arap tüccarların o bölge halkları ile izdivacı, bölgeyi
çeşitli din ve ırkların bir arada yaşadığı panayır hâline getirmiştir. Bütün bu
ekonomik ve sosyal farklılaşmalar bölgeyi Arap yarımadasının diğer kısımlarından
farklı bir konuma yükseltmiştir. Sermayeye dayalı güç, siyasi olarak da kendini
göstermiş; aristokrat sınıf, yönetimi eline almış ve güçlü kraliyetler oluşturmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Bunlardan bir kısmı yıkılmış ve beylikler oluşarak çözülme yaşanmış, ancak bir süre
sonra ortaya çıkan güçlü şahsiyetler yeniden birliği sağlamayı başarmıştır.
Güney Arabistan hareketli bir bölge olmasına rağmen ilk devirlere ilişkin
bilgiler oldukça sınırlıdır. Bölgede kısmi kalıntıları bulunan ilk devletin Maan veya
Mainliler tarafından kurulduğu ifade edilmektedir. M.Ö. 1200’lü yıllarda ortaya
çıktığı anlaşılan bu devlet, bölgenin ürünleri ile uzak doğu, kuzey Afrika ve
Ortadoğu mallarının ticaretle değişimini sağlayan önemli bir işlev üstlenmekteydi.
Elde etmiş olduğu gelirlerle zenginleşen Mainliler M.Ö. 750-650 yılları arasında
tarih sahnesinden çekilmiştir. Mainlilerin muasırı olan Kataban ve Hadramevt
devletleri hakkında ise yine detaylı bir bilgi mevcut değildir. Başkentleri Şebve olan
Hadramevt devleti, M.Ö. V. Asırda kurulmuş ve miladi ilk asrın sonlarına kadar
hüküm sürmüştür. Yıkılıncaya kadar Sebe Devleti hâkimiyetine girmişlerdir. Güney
Arabistan’da kurulan ve diğer iki devlete nazaran daha ön plana çıkan
Sebe/Saba/Seba ile Himyeri Devletleridir.
Sebe Devleti
Sebe Devleti, Güney Arabistan’da kurulan en eski krallıklardandır. İlk kuruluş
sürecine ilişkin fazla bir tarihi bilgi yoktur. Sebe devleti, Tevrat’ta ve Kur’an’ı
Kerim’de (Neml/27: 24-44) bahsi geçen Sebe kraliçesi Belkıs ve Hz. Süleyman
arasındaki olayla şöhrete kavuşmuştur. Sebe Devleti, Mainlileri ortadan
kaldırdıktan sonra güçlenmiş, başkent olarak Ma’rib şehrini seçmişlerdir. Sebe
Devletini tarihte ön plana çıkartan diğer bir husus da, ziraat alanında yapmış
oldukları reformlardır. Ticaret yanında zirai alanda da verimliliği artırmak için
birçok baraj inşa etmişlerdir. Bunların en önemlisi Kur’an da bahsi geçen (Sebe/34:
15-19) Ma’rib Seddi’dir. Kur’an’da bir sureye de ismini veren Sebeliler, yağışlı
mevsimlerde yağan yağmur sularının boşa gitmemesi ve bu suların arazilere
kanalize edilmesi için vadilerin dar bölgelerini, geliştirdikleri inşaat teknikleri ile
tutmuşlar ve başta Ma’rib olmak üzere önemli barajlar inşa etmişlerdi. Bu setler
hem sel baskınlarına mani oluyor, hem de arazileri sulayarak yılda iki defa ürün
alınmasını sağlıyordu. Aslında Sebe devletinin refah düzeyini zirveye çıkaran bu
atılım, diğer tali faktörlerle beraber devletin yıkılmasına ve halkın büyük
çoğunluğunun kuzeye göçmesine de yol açmıştır.
Me’rib Barajı kalıntıları
Afrika ve Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere geniş bir bölgenin ticari
koordinasyonunu sağlayan Sebe Krallığı, milattan önceki tarihlerde özellikle
Afrika’da sömürgeciliği yaygınlaştırmıştır. Hz. Peygamber döneminde önemli bir rol
üstlenecek olan Habeş krallığının kuruluşu da bu saikle gerçekleşmiştir. Devlet
M.Ö. V. yüzyılda en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. Bir taraftan Mısırlılar’ın
Kızıldeniz üzerindeki hedeflerini büyütmeleri ve Güney Arabistan kıyılarına keşif ve
ticari amaçlı seferler düzenlemeleri, diğer taraftan devletin ekonomik anlamda
güçlenmesinde en önemli rolü oynayan barajların bakımsızlık nedeni ile yılmaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
yüz tutması, devletin zayıflamasına ve çökmesine neden olmuştur. Sebe Suresinde
belirtildiğine göre devletin çöküşü yine birçok kavim örneğinde olduğu gibi ilahi
cezalandırmayla gerçekleşmiştir. Elbette ki bu ceza doğrudan bir müdahâle ile değil
herhangi bir doğa olayına bağlı olarak vuku bulmuştur. “Seylü’l-Arim=Arim Seli”
olarak isimlendirilen felaket sonrasında, barajların patladığı, bağ ve bahçelerin
sular altında kaldığı anlaşılmaktadır. Halk yaşanamaz hâle gelen bölgeyi terk
ederek daha korunaklı Kuzey Arabistan’a göçmüş ve böylece M.Ö. 115 yılında Sebe
Devleti yıkılmıştır. Tarihçiler Ma’rib seddinin yıkılışının M.S. Himyeriler döneminde
gerçekleştiğini ifade etmektedirler.
Himyerî Devleti
Kahtanî Arapları’na mensup olan Himyerîler ismini ataları Himyer b.
Yeşcub’dan almaktadır. Anayurtları Güney Arabistan’ın yüksek stepleri olan
Himyeriler, zamanla Cened şehrini merkez seçmişlerdir. Sebe devletinin yukarıda
saydığımız nedenlerle zayıflamasıyla birlikte Himyerî kabileleri Yemen’i
egemenlikleri altına almaya başlamışlardır. Yeniden barajları ıslah etmiş ve ticarete
canlılık kazandırmışlardır. Başkent olarak ise, daha sonraları Zafâr veya Kataban
olarak isimlendirilen Reydân’ı seçmişlerdir. Hâlen bu şehrin günümüzde harabeleri
mevcuttur. Savaşçı bir yapıya sahip olan Himyeriler, kısa sürede Güney Arabistan’ın
tamamını ele geçirdikleri gibi İranlılar’la mücadele edecek hâle gelmişler ve
Arabistan’ın en güçlü devleti olmuşlardır.
Kuruluş tarihi olan M.Ö. 115 yılından M.S. IV. yüzyıla kadar olan süreç,
Himyerler’in birinci hâkimiyet dönemidir. Bu dönemde feodal bir yapı göze
çarpmaktadır. Geniş yetikleri elinde bulunduran hükümdar, mülkün sahibidir.
Kendi üstünlüğünü sembolize eden altın, gümüş ve bakır paralar bastırmıştır. Ne
ilginçtir ki, elde edilen bu madeni paralardaki figürler Bizans ve Sâsânî etkisini
yansıtmaktadır. Himyeri devletinin birinci döneminde ekonomik anlamda sıçrama
yapması ve Büyük İskender’in Dicle-Fırat havzasındaki ticaret güzergâhlarını tehdit
altında tutması, güney deniz yolunu canlandırmış; Himyerî devleti, bundan büyük
kâr sağlamıştır. Ticaretin yoğunlaşması nedeniyle baharat üretimi yapmayan
Yemen, baharat ülkesi olarak tanımlanır olmuştur. Ancak Mısır’ın güney denizlerde
hâkimiyet kurması ve daha sonra Mısır’ı ele geçiren Romalılar’ın aynı siyaseti
devam ettirmesi Himyerî devletinin ticari anlamda sonu olmuş, siyaseten
zayıflamışlardır.
Ebrehe’nin yaptırdığı
Kulleys kilisesi
M.S. IV. ve V. asırlar arasında Himyeri Devleti ‘Tebabia’ olarak da
isimlendirilen ikinci dönemini yaşamıştır. “Tubba” hükümdarlık ünvanı olarak
kullanılmıştır. Ancak sadece Hadramevt bölgesini ele geçirenler için bu unvan
kullanılmıştır. İkinci dönemde Himyeriler, yabancı din ve milletlerin baskısı altına
girmişledir. Yemen, Roma ve Sâsânîler’in rekabet alanı hâline gelmiştir. Bu rekabet
ortamında Doğu Romanın önemli merkezlerinden biri olan Suriye topraklarından
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
buralara gelen Hıristiyan misyonerler, bölgede faaliyet yürütmeye başlamışlar ve
etkinliklerini artırmışlardır. M.S. 500’lü yıllarda Necran bölgesinde Hıristiyanlık
toplu olarak kabul edilmeye başlamış ve kiliseler inşa edilmiştir. Bizans ve yine
Hıristiyan olan Habeşliler’in baskısı, Himyeri hükümdarları tarafından tepkiyle
karşılanmış ve onları Yahudiliği kabule itmiştir. M.S. 70’li yıllarda bölgede yayılma
sürecine giren Yahudilik, son Tebabia kralı Zûnuvâs tarafından kabul edilerek
devletin resmi dini hâline getirilmiş ve halk da bu dini kabule zorlanmıştır.
Hıristiyanları, Habeş yandaşı olarak gören kral onları hainlikle suçlayarak ateş
çukurlarına atıp yaktırmıştır. Kur’an’da ‘Ashâbu’l-Uhdûd’ (Burûc/85: 4-7) olarak
isimlendirilenlerin, Zûnuvâs tarafından ateş çukuruna atılanlar olduğu
düşünülmektedir. Bazı araştırmacılar ise bu olayın, Zûnuvasla alakalı olmadığını,
putperest bir kralın işi olduğunu ifade etmektedirler. Bu katliamdan canını kurtaran
bir kişi, olanları Bizans kralı I. Justinianos’a aktarmış, kral derhal Habeşistan
hükümdarı Necaşi’ye (Kaleb Ela Esbaha) mektup göndererek Yemen’e müdahale
etmesini istemiştir. Büyük bir ordu ile Yemen’e geçen Necaşi, Zûnuvas’ı mağlup
etmiş (523) ve böylelikle Himyeri Devleti yıkılarak ülke Habeşistan’ın hâkimiyetine
girmiştir.
Himyeri Devleti üzerine büyük bir orduyla gelip onları mağlup eden
başkomutan Habeşli Aryat’la, yardımcısı Ebrehe arasında anlaşmazlık çıkmış ve
Ebrehe hile ile Aryat’ı öldürerek iktidarı ele geçirmiştir. Hz. Peygamber’in dedesi
Abdulamuttalib’in Mekke lideri olduğu dönemde Yemen’in hâkimi Ebrehe idi. Hz.
Peygamber’in doğum yılında (570) gerçekleşen Fil Vak’ası, Ebrehe öncülüğünde
gerçekleşmiştir. Sana şehrinde Kulleys olarak isimlendirilen tapınağı inşa eden
Ebrehe, Kâbe’nin itibarını aşağı çekmek istemekteydi. Bunu başaramayacağını
anladığında fillerle donattığı ordusuyla Kâbe’ye saldırmış, fakat sonu bilindiği gibi
hüsran olmuştur.
Habeşliler’in idaredeki zafiyetleri ve halka karşı katı tutumları Himyeri
sülalesini yeniden harekete geçirmiş, Bizans’a karşı İran desteğini arkalarına alarak
iktidarı ele geçirmişlerdir. Hükümdar olan Seyf’i tebrik amacıyla Mekke lideri
Abdulamuttalib öncülüğünde bir grubun Yemen’e kadar geldiği tarih kaynaklarında
yer almaktadır. Bölgede sürekli emelleri olan İran, Yemen’e kendi desteği ile kral
tayin ettiği Seyf b. Zîyezen’in ölmesiyle birlikte yeniden bölgeye çıkarma yapmış ve
İslam fetihlerine kadar (629) Yemen İran’ın hâkimiyeti altında kalmıştır. Son İran
valisi Bazan ise İslam’ı kabul etmiş ve Müslümanların valisi olarak görevine devam
etmiştir.
Ziraat ve ticarette Arap yarımadasının en gelişmiş bölgesi olan Güney
Arabistan’da kurulan devletler, yarımadanın iç bölgelerinden siyasi, sosyal ve
kültürel açıdan çok farklı özelliklere sahiptir. Bölgenin İran, Bizans, Habeşistan,
Hindistan gibi muasırı olan devletlerle ticari bağları olduğu gibi, siyasi açıdan da
sürekli bir rekabet süreci yaşanmıştır. Habeşlilerden ve Sâsânîlerden binlerce asker
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Yemenli kızlarla evlenmiş ve bunun sonucu olarak farklı bir sınıf ortaya çıkmıştır.
Ticaret güzergâhlarındaki farklılaşma ve verimlilik ile zirai gelişmişlik düzeyleri,
devletlerin bekası için belirleyici olmuştur. Diğer bölgelerdeki Araplarla olan dil
farklılığı ve din farklılığı, daha ötesi yaşam farklılığı bölgenin jeopolitik konumuyla
ilgilidir. Yarımadanın bu bölümünde kutsal kitaplara konu olacak kadar tarihi
olayların yaşanmış olması, zaten Güney Arabistan’ın insanlık tarihi ve özellikle
İslam tarihi içerisindeki önemini ortaya koymaktadır. Din ilk çağlardan itibaren
bölgede belirleyici unsur olmuş, rekabetin merkezi hâline gelmiştir.
Arap yarımadasının, daha doğrusu bütün Sami ırk mensuplarının dini
inanışlarında benzerlik vardır. Güney, Kuzey ve Orta Arabistan inanç biçimleri,
ileriki sayfalarda değerlendirilecektir.
Kuzey Arabistan
Petra şehrinde tapınak
binası
Güneyle mukayese edildiğinde bu bölge tarihi hakkındaki bilgiler daha
sınırlıdır. Yeterli arkeolojik çalışmalar yapılmadığı için özellikle ilk çağlara ilişkin elde
edilen bilgilere kutsal kitaplardan, Asuri, İbrani, Sâsânî kaynaklarından
ulaşmaktayız. Zamanla Helen kültürünün Suriye üzerinden Arabistan’ın iç
bölgelerine intikali ile birlikte yeni devletlerin kurulması bölgeye canlılık
kazandırmıştır. Güneyden kuzeye uzanan deniz yollarındaki uluslararası ilişkilere
bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik problemleri, orta Arabistan’dan Suriye’ye uzanan
kara yolunu canlandırmış çöllerin derinliklerinde yarı medeni topluluklar
oluşmuştur. Güneyde meydana gelen siyasi, sosyal ve ekonomik değişim halkı
kuzeye ve yarımadanın orta kısımlarına göçe zorlamış bu da bölgede yeni iskânları
beraberinde getirmiştir. Daha önce bahsettiğimiz göç nazariyesi kabul edilecek
olursa Arap yarımadasındaki iklimsel ve buna bağlı coğrafi farklılaşma nüfus yapısı
üzerinde gelgitlere sebep olmuştur. Komşu köklü medeniyetler, kültürlerinin
muhafazası açısından kuzeydeki Araplara olumsuz etkiler yapmıştır. Orta
Arabistan’da kurulan küçük çaplı devletler ise kendilerini her açıdan izole etmeyi
başarmışlardır. Ekonomik girdileri ağırlıklı olarak ticarete dayanan kuzey ülkeleri,
güneyde olduğu gibi salt askeri yapılanmalar üzerine tesis edilmemiştir. Kuzey
yerleşim bölgeleri güneye göre daha geniş, metrekareye düşen kişi sayısı ise daha
azdır. Düzensiz bir siyasi hayata sahip kuzey Arapları homojen hâle getiren unsur,
onların etnik kökenleridir. Bütün iç ve dış etkilere rağmen Arap olarak kalmayı
başarmışlardır. Çöl hayatını benimseyen göçebelerle sulak arazilerdeki yerleşik
halk, bir arada yaşama geleneğini asırlar boyunca devam ettirmişlerdir. Aslında
vahalarda şehirler oluşturan Araplar, geçmişin göçebe toplulukları idi. Münbit Hilal
olarak tanımlanan Suriye, Filistin, Irak topraklarına sınır bölgelerde ticaret
güzergâhları üzerinde kurulan Arap devletlerinin gelişim trendi doğrudan KuzeyGüney arasındaki ticaret potansiyelindeki değişime bağlı kalmıştır. Kuzey
Arabistanda kurulan devletlerin beklide en önemli ortak yanı tam bir bağımsızlık
zevkini hiçbir zaman tadamamış olmalarıdır. Daima etraftaki güçlü imparatorluklar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
siyasi ve ekonomik anlamda belirleyici olmuşlardır. Hireliler, Sâsânî; Nabatiler,
Helen ve Roma; Tedmürler, Sâsânî; Gassaniler, Bizans egemenliği altında
kalmışlardır.
Nabatîler
Akabe körfezinden Akdeniz’e kadar uzanan bir sahada hâkimiyetini sürdüren
Nabatîler, Kuzey Arabistan’da M.Ö. IV.yüzyılın sonlarında kurulduğu tahmin edilen
ilk önemli Arap devletidir. Kitabelere göre devletin ilk kralı Haris (Araethas) ve
başkenti de, bugün Ürdün sınırları içerisinde bulunan Petra (Arabia Patria) şehridir.
Tamamen taştan oyma olan bu şehir hâlen bütün ihtişamıyla ayakta durmaktadır.
Nabatilerin kökenine dair farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazıları onların Arap
bazıları ise, Aramî kökenli olduklarını ifade etmişlerdir. Ağırlıklı olan görüş,
Nabatiler acemlerle karışmış olsalar da aslen Arap oldukları yönündedir.
Nabatiler başlangıçta çöllerde hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluktu.
Vurkaç taktikleri ile civar yerleşkelere saldırılar düzenlerler, kendilerine bir saldırı
olduğunda ise çöl içlerine saklanarak hasımlarına pusu kurarlardı. Çöl yaşamının
belirgin özelliği olan asi ruha sahip Nabatiler, Buhtunnasr tarafından Yahudiler
Babil’e zorunlu göçe zorlandığı dönemde onlarla birlikte göçebe yaşamı terk
ederek Petra şehri civarına yerleşip kayaları oymuşlar ve kendileri için güvenli bir
şehir inşa etmişlerdi. Muhteşem kale görüntüsü arz eden ve daracık bir geçitten
girişi olan şehirde sizi ilk karşılayan tapınak olacaktır. Bütün yapılar estetik ön
planda tutularak kayalar oyulmak suretiyle yapılmıştır. Saraylar, depolar, mahkeme
binaları, su kanalları, ziyaretçilerine M.Ö. kurulmuş bu krallığın nedenli siyasi ve
ekonomik güce sahip olduğunu anlatmaya yetecektir. Arap yazısının ilk basamağını
oluşturan Nabat yazısıyla bezenmiş kitabeleri, şehrin yüksek kesimlerinde görmek
mümkündür.
M.Ö. 312 yılında Büyük İskender’in Suriye valisi Nabatiler üzerine saldırıya
geçmiş ancak mağlup olmuştur. Nabatiler sonraki dönemlerde Roma ile işbirliği
içerine girmiş Arabistan’ın iç kısımlarına ortak seferler düzenlemişlerdir. III. Haris
döneminde Romalılar’la irtibat daha da güçlendirilmiştir. II. Ubeyde döneminde
Arabistan içlerine Romalılarla birlikte tekrar bir askeri müdahalede bulunulmuştur.
Nabatiler en parlak dönemlerini M.S. I. asırda IV. Haris döneminde yaşamıştır ki, bu
da onun Hz. İsa’nın muasırı olduğunu göstermektedir. Şam’ı kendilerine bağlayarak
vali atamışlar, söz konusu bu vali, öğretileri ile Hıristiyanlığın ikinci kurucusu sayılan
Aziz Pavlos’u yakalamaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır.
Petra Şehrinin girişi
Petra merkezli Nabati devletinin hızlı yükselişinden tedirgin olan Roma,
siyasi ve ekonomik anlamda birtakım önlemlere başvurmuştur. Nabatilerin en
önemli geçim kaynağı olan doğu-batı arasındaki ticaret güzergâhını kuzeydeki
deniz yoluna kaydırarak onların zayıflamasına sebep olmuş, buna karşılık Tedmür
devletinin yıldızının parlamasına katkı sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen Roma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Petra şehrinden bir
görünüm
19
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
imparatoru Traianus saldırıya geçerek Petra şehrini ele geçirmiş ve M.S. 106 yılında
Nabati devletine son vermiştir. Yıkılışları sonrası daha önce hâkim oldukları
bölgelerde dağınık bir hâlde varlıklarını devam ettirmişledir. Tarihçi Belazurî,
Müslümanların Suriye topraklarına gerçekleştirdikleri fetihler esnasında Nabati
toplulukları ile karşılaşıldığından bahsetmektedir. Hatta Hz. Peygamber döneminde
Nabati tüccarlarının Medine ile ticari alışveriş içerisinde oldukları rivayetler
arasındadır. Nabatilerin orta Arabistan Arapları arasında iyi bir imaj bırakmadığını,
Arapların, aşağılamaya çalıştıkları kişiler için ‘Nabat’ ismini kullanmalarından
anlamaktayız. Hz. Ömer’in uzak bölgelere göndermiş olduğu askerlere ve
komutanlara söylemiş olduğu “Nabatlaşmayın” ifadesi, İslami dönemde Nabatların
Araplar arasında iyi tanınmadığının bir başka kanıtıdır.
Tedmür/Palmira
En eski Sami dilinde Tadmor olarak bilinen, Yunanlar’ın Palmira olarak
isimlendirdikleri Suriye’nin başkenti Şam’ın Kuzey doğusunda çöl içerisindeki bir
vahada kurulmuş olan şehrin tarihinin M.Ö. 1000’li yıllara dayandığı sanılmaktadır.
Bölge doğu ile Şam arasındaki ticaret güzergâhı üzerinde bulunmaktadır. Şehrin
çölle kaplı bir alanda kurulmasına rağmen ticari merkez hâlini alması, şöhretini gün
geçtikçe artırmıştır. Bölgenin önemli iki gücü Sâsânî ve Roma arasında dengeli
politika izlemeye çalışan Tedmür halkı bunun karşılığını görmüş, her iki devletin de
desteğini arkasına almıştır. Tedmür’ün yıldızı M.S. I. yüzyıldan itibaren parlamaya
başlamıştır. Romalılar’ın Hindistan’a kadar uzanan deniz ve kara yolundaki değişimi
Tedmür’ü güçlendirirken Nabatilerin zayıflamasına sebep olmuştur. Artık Romalılar
ticaret yollarını daha kuzeye yani Tedmür üzerine kaydırmış, bu da şehrin yakın
doğunun en zengin şehri olmasını sağlamıştır. Şehrin kalıntılarının ihtişamlı
görüntüsü tarihçileri de etkilemiş olacak ki, İbnü’l-Esir başta olmak üzere birçok
Arap tarihçi Hz. Süleyman’ın cinlere inşa ettirdiği şehrin burası olduğunu iddia
etmiştir.
Tedmür’ün M.S. I. asırda Roma himayesi altına girdiği ancak tam anlamıyla
bağımsızlığını kaybetmediği görülmektedir. M.S. 130-270 yılları arasında devlet en
parlak dönemlerini yaşamıştır. Roma ile gerçekleştirilen ittifak İran hükümdarı I.
Şapur’u kızdırmış, kendisine uzatılan barış elini kabul etmemiş ve Suriye
topraklarını ele geçirmeye başlamıştır. O zamanlar devletin başında bulunan
Uzayne (Odenathus) daha önce savaş alanlarında boy göstermemiş olan
ordularıyla saldırıları püskürtmüş, 295 yılında da Sâsânîleri ağır bir yenilgiye
uğratmıştır. Bu başarısının sonucu olarak Roma imparatoru tarafından kendisine
Doğu İmparatoru nişanesi verilmiştir. Bu başarı devletin şanını yüceltse de birkaç
yıl sonra Romalılar tarafından suikast sonucu öldürülmesine neden olmuştur.
Yerine güzelliği ile ünlü, Arap efsanelerine konu olan karısı Zeyneb (Zenobia-Zebba)
tahta geçmiştir. Zaferden zafere koşan doğunun imparatoriçesi Zeyneb, Mısır ve
Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirmiş, Kadıköy önlerine kadar dayanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Bizans kralı Aurelian bu ilerleyişi durdurmak için bölgeye sefer düzenlemiştir. Hıms
şehri yakınlarındaki savaşı kazanarak Kraliçenin oturduğu Tedmür’e girmiştir.
Kraliçe şehri terk edip hecin devesi ile çölün derinliklerine doğru kaçtığı esnada
yakalanmış ve altın zincirlere vurularak Roma’ya götürülmüştür. Şehirde tekrar bir
ayaklanmanın baş gösterdiğini duyan Aurelian geri dönerek Tedmür’ü tahrip edip
harabe hâline getirmiştir. Böylelikle Tedmür devleti yıkılmış oldu. Şehir
Müslümanların fethine kadar Bizans’ın hâkimiyetinde kaldı.
Tedmür’de oluşan medeniyet Yunan, Suriye ve Fars medeniyetinin
karışımından teşekkül etmiştir. Batı Arami dilini kullanmalarına rağmen, sıkça
geçen Arapça kelimeler onların Arap ırkından olduklarının en önemli kanıtları
arasında sayılmıştır. Petra gibi Tedmür şehri de Kuzeydeki çöl Araplarının ulaştığı
medeniyet seviyesinin en önemli kanıtıdır. Ticari girdilerle refah düzeylerini artıran
bu devletlerin yıkılışı ticaret yollarının değişimi sonrası gerçekleşmiştir.
Gassaniler
Nabat ve Tedmür krallıklarının yıkılması sonrası Arap çölünün
derinliklerinden gelen saldırılar, hem Bizans hem de Sâsânîler’i sıkıntıya
sokmaktaydı. Yapılan hücumlar sonrasında elde ettikleri ile birlikte çöle çekilen
Arapları takip imkânı da yoktu. Bu gerekçeyle Bizans ve Sâsânîler tampon bölge
oluşturmak amacıyla sınır bölgelerinde Arap toplumlarından oluşan yarı bağımsız
devletler oluşturma çabasına girmişleridir. Bu devletlerin ortaya çıkışında Sâsânî ve
Bizans arasındaki rekabetin de payının olduğunu ifade etmek gerekir.
Güney Arabistan’da kurulan Sebe veya Himyeri devletlerinin inşa ettikleri
barajların yıkılması sonucu bölgenin sular altında kalmasıyla, halkı kuzeye göçmüş
ve bunlardan bir kısmı Suriye topraklarına yerleşmişti. M. III. yüzyılda Kahtanilerin
Kehlan koluna mensup Güney Arabistan kabilesi reisi Amr Müzeykıya’nın oğlu
Cefne önderliğinde Gassani devleti kurulmuştur. Kurucusuna nispetle bu devlete
Cefneoğulları adı da verilmiştir. Gassaniler, göç sonrasında bir süre Selihoğulları
kabilesinin himayesi altında kalmışlardır. Güçlenen Gassaniler, Selihoğullarını
bölgeden sürerek Şam ve Tedmür bölgelerinin hâkimi oldular. Roma, Gassanilerin
güçlendiğini gördüğünde bunu kabul etti ve Kralı onlardan seçti. Miladi V. asırda
tam olarak Bizans’a bağımlı hâle gelen devlet Arap saldırılarına karşı koyan tampon
ülke konumundaydı. Devlet II. Haris zamanında (529-569) en ihtişamlı dönemini
yaşadı. Haris, Bizans’a karşı yapmış olduğu hizmetlerden dolayı “en büyük
hükümdar/Patricius” unvanını almıştır. ‘Topal veya Aksak Haris’ olarak da tanınan
bu kral döneminde Bizans hiçbir savaşta mağlup olmamıştır. Soydaşları olan
Hireliler’e karşı birçok savaş kazanmasına rağmen 544 yılında Hire kralı III. Münzir
ile yaptığı savaşta oğlu esir alınmış ve Münzir tarafından en büyük put olan Uzza’ya
kurban edilmiştir. Aradan geçen on yıl sonunda gücünü toplayan Haris tekrar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Lahmiler/Hireliler üzerine yürümüş ve Arapların “Halime Günü” olarak
isimlendirdikleri savaşta düşmanları ağır bir hezimete uğramıştır.
Elde etmiş olduğu başarıları taçlandıran olay ise 563 yılında Bizans
hükümdarı I. Jüstinye’nin, Haris’i başkent Kostantineye’ye çağırmasıdır. Burada
düzenlenen tören sonrasında Urfa başpiskoposluğuna getirilen Yakub el-Bardaî
Arapların başpiskoposu kabul edildi. Monofizit mezhebe mensup Urfa
başpiskoposluğu ile ona muhalif olan Bizans başkenti arasında uzlaştırıcı görevi II.
Haris üstlendi ve aranın yumuşamasına katkı sağladı. Haris’in bu diyalog ağırlıklı
politikası Hıristiyan olmayan diğer Arap kabilelerine karşı desteğinde de göze
çarpmaktadır.
Haris’in ölümü sonrası yerine oğlu Münzir geçmiştir. Aşırı Monofizit olması
nedeniyle Münzir’in Bizans’la arası açılmıştır. Aynı zamanda Hireliler saldırılarını
yoğunlaştırmış, ancak Gassani hükümdarı Münzir onları ağır bir yenilgiye
uğratmıştır. Bu başarı Bizans hükümdarının gözüne girmeye yetmemiş, tam tersine
kendisine suikast düzenlenmiş, Münzir bu suikasttan kurtulmayı başarmıştır. Bir
süre Bizans ile ilişkileri askıya alan Münzir, Bizans imparatorunun yakınlaşma
arzusu karşısında uzlaşma yoluna gitmiştir. Başkente çağrılan Münzir’e taç
giydirilmiş ve ‘Arapların Kralı’ namıyla anılır olmuştur. Dönüşte Hire başkentine
saldırmış ve şehri tahrip etmiştir. Bütün bunlara rağmen Bizans’ın Gassani içindeki
temsilcileri Münzir hakkında aleyhte propaganda yürütmüş ve o esir alınıp
Kostantiniye’ye götürülerek hapsedilmiştir. Tahta geçen Münzir’in oğlu Numan
babasının intikamını almak maksadıyla Anadolu içlerine seferler düzenlese de, o da
yakalanıp Bizans’a götürülmüştür. Numan sonrasında Gassani ülkesinde büyük bir
çalkantı başlamış her kabile kendi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu fırsatı iyi
değerlendiren Sâsânî hükümdarı Hüsrev Perviz Gassani hâkimiyetine son vermiştir.
Bizans’ta iktidara Herakleios’un geçmesi sonrası Sâsânîler’den kaybedilen
topraklar tekrar geri alınmıştır. Gasaniler Bizans’ın bölgedeki hâkimiyeti sağlaması
sonrası onlarla ittifakını sürdürmeye devam etmiştir. Söz konusu dönemde
Gasaniler’in başında Cebele b. Eyhem’in bulunduğu anlaşılmaktadır. Cebele
Yermuk savaşında 12.000 kişi ile Bizans ordusu içerisinde yer almış, savaş sonunda
cizye vermeyi kabul etmediği için kabile mensupları ile birlikte Bizans’a sığınmıştır.
Hz. Peygamber döneminde dağınık hâlde bulunan Gassaniler’e liderleri
vasıtasıyla İslam’a davet mektubu gönderildiği bilinmektedir. Gassaniler’in
kendilerine gelen elçileri öldürmeleri sonrası Müslümanlarla Gassani birlikleri Mute
savaşında karşı karşıya gelmiştir. Gassaniler’in Medine üzerindeki tehditleri son
bulmamış olacak ki, Hz. Peygamber Tebuk bölgesine büyük bir ordu gönderme
zarureti hissetmiştir. Gassaniler’in bölgedeki kalıntılarının İslami dönemde bazı
fetih hareketlerine iştirak ettikleri rivayet edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Gassaniler’in bölgede ulaştıkları medeniyet seviyesi soydaşları olan diğer
Arap devletlerinden daha üst düzeyde idi. Suriye’de harabeleri bulunan çok
sayıdaki Gassani şehri ve kasabaları bunun kanıtıdır. Gassani saraylarında ağırlanan
ünlü şairler, edebiyatçılar, İslam öncesi dönemde Yunan ve Suriye kültürü yanında
Arap kültürünün de canlı tutulmaya çalışıldığını göstermektedir.
Hireliler/Lahmiler
Gasaniler gibi Hireliler de Güney Arabistan’dan göçen Araplardan
oluşmaktaydı. Kahtani soyundan gelen Lahm b. Adi b. Haris’e dayandırıldığı için
Lahmiler olarak isimlendirilmişlerdir. Lahmiler Başkentleri Hire olduğu için Hireliler,
kurucularına nispetle Amr b. Adioğulları, üç hükümdarlarının ismi Münzir olduğu
için Menâzire adlarıyla da anılmıştır. Hire devletinin kurulmasında İran’ın içerisinde
bulunduğu siyasi durumun önemli etkisi olmuştur. Büyük İskender’in İran’da
tohumlarını attığı eyalet sistemine bağlı yönetim biçimi milattan sonraki
dönemlere kadar devam etmiş, bu da güneyden göçen Arapların yarı bağımsız bir
devlet kurmalarını kolaylaştırmıştır. Gassaniler nasıl Bizans sınırında tampon görevi
yürütmekteydilerse, Hireliler de Sâsânîler için aynı görevi görmekteydiler. Fırat
nehri kenarında, Kufe’ye yakın bir bölgede tarihi kökenleri M.Ö. 600’lü yıllara kadar
götürülen Hire şehrinde kurulan Arap devletinin ilk hükümdarı Amr. b. Adî’dir.
Amr, İran’da Erdeşir b. Babek’in birliği sağlaması sonucu Sâsânî devletini kurdu
(230). Hire’ye bedevi ve Bizans tehlikesine karşı özel bir statü verdi.
Hireliler’in en meşhur hükümdarı ise İmruulkays’tır (288-328). Hıristiyan
olduğu için Bizans’la da iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş, Suriye üzerine düzenlediği
sefer esnasında ölmüştür. Zamanla Hireliler Sâsânîler’in iç işlerine karışacak kadar
güç kazanmıştır. Örneğin, Numan el-A’ver başkent Medâin’i basarak hükümdar
değişikliği yapacak kadar ileri gitmiştir. III.Münzir VI. yüzyıl içerisinde hükümdar
olduğunda Bizans’la olan mücadeleler hız kazanmış ve Bizans mağlup edilerek barış
imzalamak zorunda kalmıştır. Münzir, Gassaniler’le girdiği savaşta öldürülmüş ve
yerine geçen oğlu Bizans-Sâsânî arasındaki barış gereği çatışmadan uzak
durmuştur. Hire’nin son hükümdarlarından biri olan III. Numan b. Münzir
döneminde Hire’de Arap hâkimiyeti pekişmiştir. Siyasi başarılar yanında devlet
kültür ve sanat alanında da zirve dönemlerinden birini yaşamıştır. Kızıyla evlenmek
isteyen Sâsânî kralına ret cevabı veren Münzir, kralın huzuruna çağrılmıştır.
Mecburen başkent Medâin’e giden Münzir yakalanarak hapsedilmiş ve daha sonra
öldürülmüş ve böylece Hire devleti yıkılmıştır.
Fırat kenarında bereketli topraklarda hâkimiyetini sürdüren Hireliler tarım,
hayvancılık ve ticaretle meşgul olmuşlardır. Düzenlenen panayırlar bölgeyi ticari
merkez hâline getirmiştir. Siyasi anlamda Bizans-Sâsânî ilişkisinde denge görevi
gören her iki Arap devleti, bölgenin İslamlaşma sürecinde Arap topluluklarının
adaptasyon sürecini hızlandırmış ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi ile birlikte iç siyaseti
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
belirleyen kabile dengelerinde Kuzeyli-Güneyli çekişmelerinin merkezinde yer
almıştır.
Orta Arabistan (Hicaz)
Hicaz, incelediğimiz dönemde siyasi ve ekonomik gelişmişlik düzeyi açısından
Arap yarımadasının en geri bölgesi olmasına rağmen bu gün tarihi geçmişi
açısından en fazla dikkat çeken bir merkez olmuştur. Elbette İslam dininin
Mekke’den yayılmış olması bunun temel nedenidir. Güney ve kuzeyde kurulan;
şehirleri, büyük imparatorluklarla ittifakları, sermaye birikimleri ile ün yapmış Arap
devletlerinin aksine, orta Arabistan kurak, tarıma elverişsiz arazilerle kaplı halkın
daha ziyade göçebe yaşam tarzını benimsediği bir merkezdi. Bu durum dünya
imparatorluğu kuran ve Güney Arabistan bölgesine kadar inen Büyük İskender
dahil olmak üzere güçlü devletlerin dikkatinin bu bölgeye yönelmemesine neden
olmuştur. Önemli siyasi olayların yaşanmadığı, içe kapalı bir bölgenin geçmiş tarihi
hakkındaki bilgiler de elbette sınırlı olacaktır. Bununla birlikte İslam tarihi
kaynaklarında cahiliye dönemi adı altında teyide muhtaç birçok bilgi ile karşılaşmak
mümkündür. Bunun asıl nedeni insanlık tarihi açısından dönüm noktası olan Hz.
Peygamber’in burada doğması ve İslam’ın buradan yayılmaya başlamasıdır. Her
şeye rağmen yazıdan çok sözlü edebiyata önem veren çöl Arapları, bizlere tarihi
aydınlatacak vesikalar bırakmadığı ve İslam öncesi Hicaz bölgesi hakkında çok sınırlı
bilgilere sahip olunduğu bilinmelidir.
Bağımsızlığına düşkün insanların bir arada yaşadığı Hicaz; İran, Bizans,
Habeşistan gibi güçlü devletlerin boyunduruğu altına hiç girmemiş, kültürel
anlamda safiyetini korumuşlardır. Onların sahip oldukları en büyük zenginlik
merkezlerinde barındırmış oldukları kutsal Kâbe idi.
Orta Arabistan denildiğinde üç önemli şehir akla gelmektedir. Bunlar;
Mekke, Medine ve Taif’dir. Pek tabiidir ki, Mekke bunlar arasında tarihi açıdan ayrı
bir yere sahiptir. Aslında Hicaz denildiği zaman ilk akla gelen önce Mekke sonra
Medine’dir. Mekke, etrafı üç yüzü aşkın dağlarla çevrili, Kur’an’ın ifadesiyle ‘hiçbir
ziraatın yapılmadığı’ verimsiz arazilerle kaplı bölgedir. Şehre otuzdan fazla isim
atfedilmektedir. Bugün de yaygın olarak kullanılan ‘Mekke’, bunların en fazla
bilinenidir. Kur’an’da zikri geçen ‘Bekke’ kelimesinin aynı anlamda olduğu, dilcilerin
ağırlıkla kabul ettikleri bir görüştür.
Mekke tarihine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Mekke şehrinin
Hz. İbrahim tarafından kurulduğunu iddia edenler olduğu gibi, çok daha önce Hz.
Hud ve Hz. Salih’in burada yaşadıkları, şehir tarihinin onlarla başladığı da ifade
edilmektedir. Hatta İslami inanışa göre Kâbe’nin ilk temelleri Hz. Adem tarafından
atılmış, tufandan sonra yıkılan binayı Hz. İbrahim ile oğlu İsmail yeniden yapmıştır.
Mekke’nin ilk sakinleri Hz. Nuh’tan itibaren burada yaşadıklarına inanılan
Amâlika’dır. Bunların Kuzeyden yani Mezopotamya bölgesinden geldikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Mekke’nin tepeden
görünümü
belirtilmektedir. Kalablık bir kabile olan Amâlika bugün Kâbe’nin bulunduğu
bölgede değil, suyun daha bol olduğu civar bölgelerde yaşamaktaydı. Bir süre sonra
Cürhümlüler Mekke’ye hâkim olmuşlardır. Cürhümlüler’in gelişinden kısa bir süre
sonra (M.Ö. 2000) Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i buraya yerleştirdiği
rivayet edilmektedir. Mekke yakınlarındaki Faran dağına bırakılan Hz. İsmail’in, bu
esnada bazılarına göre henüz bebek, diğer bazılarına göre ise 12-13 yaşında olduğu
iddia edilmiştir. Dikenlik ve çalılıklarla kaplı olan Harem bölgesinde suyun çıkması
sonucu Amalika ve Cürhümlüler bu bölgede toplanmışlardır. Şehirleşmenin
başladığı tarihten itibaren Cürhüm kabilesinden bir kızla evlenen Hz. İsmail’in soyu
Araplaşmaya (Arab-ı Mustaribe) başlamıştır. Güney Arabistan’dan bölgeye göçen
Cürhümlüler’in hâkimiyeti M. 200’lü yıllara kadar devam etmiştir. Yine Yemen’den
buraya gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüleri Mekke’den çıkartarak şehre hâkim
olmuşlardır. Huzalılar’ın iktidarı 300 yıl kadar sürmüştür. Kureyş kabilesi bu
dönemde yavaş yavaş güçlenmeye başlamış, Hz. Peygamber’in dördüncü göbekten
dedesi Kusay b. Kilâb Mekke idaresini ele geçirmiştir (M. 440). Huzaalıları
Mekke’den sürgün eden Kusay’ın etkinliği daha da fazla artmış, itibar kazanmanın
en önemli aracı olan Kâbe görevlerini (Sifaret (Elçilik) - Hicabet (Perdedarlık) - Liva
(Sancaktarlık) - Sikâyet (Hacılara su dağıtımı) - Rifadet (yemek dağıtımı) - Nizaret
(malların kontrol görevi), Nedve (Meclis başkanlığı) uhdesine almış ve şehir
meclisinin toplandığı Daru’n-Nedve’yi yaptırmıştır. Kusay, Kinaneoğulları’ndan
olup, kökenleri ise Adnan’a ve ondan Hz. İsmail’e kadar uzanmaktaydı. M. 540
yılına gelindiğinde, Mekke hâkimi Kusay’ın torunlarından Abdulmuttalib idi. Zaten
popüler bir kişiliği olan Kureyş lideri Abdülmuttalib’in ününü bir kat daha artıran
olay, Ebrehe ile olan karşılaşması ve Ebrehe ordularının Kur’an’ın Fil Suresinde
aktarıldığı şekliyle ağır bir hezimete uğraması olmuştur. Bu olayın olduğu yıl, Arab
yarımadasının kaderini değiştirecek olan Resulullah’ın (s) doğum yılıdır. Bundan
sonra Mekke’de, daha ötesi Arabistan’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Mekke’nin, Kur’an vahyin indiği şehir olması ve vahyin iniş merkezi olarak
buranın seçilmesinin tesadüflere bağlı olmayıp birçok gerekçesinin olduğu ifade
edilmektedir. Gerçekten Mekke’nin kuruluşundan itibaren tarihi süreci
incelendiğinde, dinî merkez olarak seçilmesinin hiç de tesadüfü olamayacağı
anlaşılacaktır. Muhammed Hamidullah, Mekke’nin merkez olarak seçilmesinin
coğrafi, sosyolojik, psikolojik ve filolojik sebeplere bağlı olduğunu ifade etmiş ve
bunları başlıklar hâlinde inceleyerek temellendirmeye çalışmıştır. Mina, Zü’lMecaz, Mecenne, Ukaz adındaki dört önemli fuar alanı, senenin dört ayının Haram
Aylar (Eşhuru’l-Hurum) olarak ilan edilmesi ve hiçbir bölgede olmayan güvenli bir
ortamın oluşturulması, buna bağlı olarak Kur’an’da ‘kış ve yaz seferleri’
(Kureyş/106: 1-4) olarak isimlendirilen ve yılda iki defa tertip edilen büyük ticaret
filolarının buradan hareket etmesi, Mekke’yi dini olduğu kadar ticaret merkezi
hâline de getirmiştir. Bu nedenle Mekke Şehirlerin Anası (Ummu’l-Kura) olarak
isimlendirilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Mekke dışında verimli arazileri ve sularının bolluğu ile tanınan Medine
(Yesrib) ve Taif şehirleri de, Hicaz’ın’ın diğer iki önemli merkezlerindendi.
Mekke’nin 500 km. kuzeyinde yer alan, Yemen’le Suriye’yi birleştiren baharat yolu
üzerindeki Yesrib şehri, daha sonraları Aramice ‘Medine’ ismiyle anılır olmuştur.
Şehrin eski sakinlerinden olan Yahudi kabileleri hurma yetiştiriciliğine önem
vererek bölgeyi ziraat merkezi hâline getirmişlerdir. Yahudilerin buraya Filistin’in
Romalılar tarafından işgali sonrası gelip yerleştikleri sanılmaktadır. Yahudiler
dışında şehrin diğer sakinleri ise Kuzey’e göçen Araplarla aynı kökene sahip
Yemenli Evs ve Hazrec kabilesidir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar
kozmopolit yapıya sahip Medine Yahudi ağırlıklı bir siyasi yapılanma ile varlığını
sürdürmüştür. Aynı kökene sahip Evs ve Hazrec ise, yıllardır süren savaşlara
tutuşarak barışı temin edecek bir kurtarıcı bekler hâle gelmişlerdir.
Medine hurma
bahçeleri
Taif, Mekke’den 150 km. uzaklıkta olmasına rağmen denizden yüksekliği
1000 m. civarında olup serin ve yağış alan bir şehirdir. Oldukça eski yerleşke alanı
olan Taif’te yağmur sularını tutan ve tarihi çok eskilere dayanan su bendi kalıntıları,
bölgenin geçmişte de önemli bir tarım şehri olduğunu göstermektedir. Taif,
yarımadanın nar, gül, incir, üzüm ve bademi ile ünlü bir şehridir. Halen tarihteki bu
özelliğini korumaktadır. Serin olması nedeniyle Mekke zenginleri tarafından sayfiye
olarak kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in Taif kuşatması esnasında şehrin surlarla
çevrili olduğu görüldüğünde, doğal zenginliği nedeniyle şehrin saldırıya açık olduğu
düşünülebilir. Taif’ten tarihe damgasını vurmuş önemli komutanlar çıkmıştır.
Haşimi-Umeyye çekişmesinde, bölge kabilesi olan Sakifliler önemli rol oynamıştır.
Orta Arabistan’ın eski tarihi hakkında bilgilerin birçoğuna, ‘eyyâmu’l-Arab’
olarak isimlendirilen kabileler arası savaş hatıralarından ulaşılmaktadır. Sınır
anlaşmazlığı, otlak ve su paylaşımındaki çekişmeler gibi hususlardan ortaya çıkan
savaşlar, Arap çöl hayatının vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Medine’li Hazrec ve Evs
kabileleri arasındaki Yevmu’l-Buâs, Kureyş ile Hevazin arasındaki Yevmü’l-Ficâr
bunlardan bazılarıdır.
Bölgedeki göçebe Araplarda, ortak mülkiyet söz konusudur. Kabile yönetimi
erkek egemen bir anlayışa dayanmaktadır. Özgürlüğüne düşkün Araplar tek adam
idaresini benimsemezler. Kabilenin en yaşlısı olan ve halkın itibar ettiği kişi yönetici
konumdadır. Kabile reisi seyyid, şeyh, arif gibi isimlerle anılmakta olup, görevi
kabile içinde hakemlik yapmaktır. Düzenli bir orduları olmadığı gibi vergi
mükellefiyetleri de yoktu. Yerleşik hayatı tercih edenler ise şehirlerde oturmakta
ve hayatlarını ziraat ve ticaretle sürdürmektedirler. Çok eşle evlilik ve kız
çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi sanıldığı gibi yaygın değildi.
Kabile rekabetlerinde propaganda aracı olarak kullanılan şiir, bugünkü
anlamda medya gücünü temsil etmekte ve toplumda belirleyici bir rol
oynamaktaydı. Şairler ülke ülke gezmekte ve hünerleri karşılığında taltif
edilmekteydi. Hicaz bölgesinde okuma yazma oranı yok denecek kadar düşüktü.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Yaşam koşulları gereği gök cisimlerinin hareketleri ve bunların yeryüzüne etkileri
konusunda uzmanlaşmışlardı. Araplar ayrıca çok iyi iz sürmekteydi. İz sürmekle
kalmaz ayak izlerinden şahısları tanıyacak kadar uzmanlaşırlardı. Asabiyet
(kabilecilik) anlayışının zorunlu bir sonucu olarak İlmu’l-Ensâb (soy ilmi) konusunda
oldukça mahirdiler. Ağırlıklı olarak göçebe yaşamı benimsemiş olan Hicaz Arapları
dünya medeniyetlerinin en az etkileyebildiği kendine özgü bir yaşam biçimi
benimsemiş işlenmeye hazır bir hammadde görüntüsündeydi.
Arap toplumun dünya tarihinde söz sahibi olması son dinin temsilcileri
olmalarına bağlıdır. Yukarıda izah ettiğimiz gibi kuzey ve güneyde güçlü devletlerin
boyunduruğu altında olan, iç kesimlerde ise medeni bir toplum olma özelliğinden
uzak kabile anlayışını benimsemiş Arapların İslam’ı kabulleri, medeniyet
hazinelerine ulaşan kapıları açan anahtar olmuştur. Bu açıdan bakıldığında İslam
öncesi Arapların dini durumları önem arz etmektedir. Aslında sanıldığının aksine,
Arapların eski dini yaşantıları hakkında elimizde bol materyal mevcut değildir.
Kitabeler, diğer milletlerden kalma eserler ve kutsal kitaplardan Arapların dinleri
hakkında bilgiye ulaşabilmekteyiz.
İslami kaynaklarda Arapların en eski dinlerinin tevhit esaslı olduğu ifade
edilmektedir. Özellikle güney Arapları tarafından Rahmân ve Allah ifadelerinin
kullanıldığı görülmektedir. Allah kelimesi diğer putlardan ayrı olarak en yüce
yaratıcı için kullanılmaktaydı. Cahiliye şiirleri, onların Allah’ı tanıdıklarını ve ona
daha üstün sıfatlar atfettiklerini göstermektedir. Kur’an’ı Kerim bazı ayetlerle bunu
teyit eder. (Ankebut/29: 61-65, Lokman/31: 25, 32). Araplar zamanla Allah inancını
kabulle beraber ona “evsân”, ensâb” adlarıyla aracı putlar edinmeye
başlamışlardır. Putperestliği Arap yarımadasına getiren ilk kişinin Amr b. Luhay
olduğu rivayet edilmektedir. Çok tanrılı inancın yaygınlaştığı dönemlerde dahi
Haniflik olarak isimlendirilen İbrahimî dinin bazı inanç ve ibadetlerinin mevcut
olduğu bilinmektedir. Haklarında çok fazla bilgi olmayan Hanifler bir birlik
oluşturamadan bireysel olarak dinlerini yaşamaya çalışmışlardır.
Güney Arabistan’da Ay, Güneş, Zühre yıldızı üçlüsü tanrı olarak kabul
edilmiştir. Bu inancın Mezopotamya’dan bölgeye intikal ettiği düşünülmektedir. Ay
en büyük Tanrıdır ve adı Almakah veya Vedd’dir. Vedd isminin kuzey Arabistan
kitabelerinde ve Kur’an’da Nuh Suresinde bahsi geçmesi (Nuh/71: 23), bu ismin,
kuzeyde tanındığını göstermektedir. Ay kadar Güneş’e tapınma geleneği de
yaygındır. Güneyde Güneş, dişi; kuzeyde ise, erkek tanrı olarak bilinirdi.
‘Abduşems’ (güneşin kulu) isminin şahıslar için kullanılması, Lat, Menat, Uzza gibi
putların güneş tanrıçası olarak addedilmesi, bölgede güneşin tanrılaştırıldığının
kanıtıdır. Zühre yıldızı, eski Mezopotamya medeniyetlerinin Tanrılarından biri olan
Aster’i andırmaktadır. Cinsiyet farkı olsa da güneyde ve kuzeyde tanınan bir
tanrıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Mekke’de her evde bir put bulunmaktaydı. Lat, Menat, Uzza ve Hübel putları
dışında başka isimlerle anılan birçok put mevcuttur. Kur’an‘da da ismi geçen Yeuk,
Yegus, Suva, Nesr, İsaf, Naile bunlardan bazılarıdır. Üç yüz altmışa yakın put
bulunan Kâbe merkez olup, ayrıca imkânı olanlar evlerinde de put edinmekteydiler.
Kâbe dışında tapındıkları mahallere de bazen aynı ismi (Kâbe) vermişlerdir.
Güneyde Himyeriler’in putlarla bezenmiş Riyem adlı tapınakları vardı. Özellikle
Kâbeyi hac eden Araplar, kendi putları önünde durarak onlara saygı gösterirdi.
Putperestlerde tam bir ahiret inancı yoktu
Putlar’ın temsili
görünümü
Araplardan bazılarının ticari ilişki içerisinde bulundukları Yahudilerle
münasebetleri sonrası onların dinini kabul ettikleri, Himyeri kralını etkisi altına alan
iki Yahudi din adamının Himyerileri ikna edip Yahudileştirdiği, yine Evs ve Hazrec
kabilelerinden bir kısmının Medine’ye geldikten sonra bu dine katıldıkları rivayet
edilmektedir. Arap yarımadasında varlığı bilinen bu dine çok farklı teveccüh
gösterilmediği anlaşılmaktadır. Baskı altına alındıkları Filistin başta olmak üzere
farklı bölgelerden sığınmacı olarak Arabistan’a gelen Yahudilerle Arapların arası hiç
düzelmemiştir. Hıristiyanlığın Araplar üzerindeki etkinliği çok fazla olmuş ve birçok
Arap kabilesi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Örneğin kuzey Araplarından Hireliler ve
Gassaniler, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir. Bunlar dışında Hıristiyan
misyonerlerin çabalarıyla Arap yarımadasında yaşayan kabilelerin birçoğu da
Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in doğumuna yakın Ebrehe’nin Kulleys
adında Yemen’de ihtişamlı bir kilise yaptırması, bölgede Hıristiyanlığın gücünü
göstermektedir. Putperestliğin Arap yarımadasının bütün bölgelerinde yaygın
olduğu, diğer semavi dinlerin de azımsanamayacak taraftarı bulunduğu bir süreçte,
bütün bu inanç sistemlerini boşa çıkarmak hedefiyle gönderilen İslam dini, Arap
ülkesinin kalbi Mekke’den doğmuş, Arab’ın tek çatı altında toplanarak dünya
medeniyeti kurmasında başat rol oynamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Özet
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
•Yeryüzünde insanlık tarihinin başlangıcından itibaren düşünen sosyal bir
varlık olma özelliğine sahip insanoğlu, güvenlik barınma ve iaşe temini
için en müsait ortamlarda varlığını sürdürmeyi tercih etmiş ve türdeşleri
ile acımasız mücadelelere girişmiştir. Devletlerin siyasi ve kültürel
anlamda kalkınmışlığı ile ekonomik gelişmişliklerinin paralellik arz ettiği
bilinmektedir. Daha ziyade tarıma ve hayvancılığa dayalı medeniyetlerde
vazgeçilmez olan verimli ve sulak arazilerdir. Elde edilen üründeki artış
sanayinin oluşmasına ve ihracatın gelişmesine yol açmıştır. Buradan yola
çıktığımızda eski çağlarda Mezopotamya ve Mısır’da nehirlerin taşması
sonucu oluşan deltalar güçlü medeniyetlerin oluşumuna zemin
hazırlamıştır.
•Mezopotamya’da kurulmuş en eski medeniyetlerden ilki M.Ö. 4000’li
yıllara dayanan Sümerlerdir. Tekerleğin ve yazının mucidi olmakla
ünlenen bu uygarlık, madenleri eriterek insanların hizmetinde
kullanmaya başlamış ve bölgede önemli şehir merkezleri inşa etmişlerdir.
Şehir devletlerine ayrılan ve zayıflayan Sümerleri yıkan Akadlar, bölgede
200 yıl iktidarlarını devam ettirmişler ve büyük bir imparatorluk
kurmuşlardır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçeleri ile
ünlü Babil şehri sakinleri, en önemli kralları Hammurabi zamanında
oluşturdukları kanunlarla ulaştıkları medeniyet seviyesini ortaya
koymuşlardır. Ninova merkezli kurulan ve Suriye, Filistin, Mısır’ı ele
geçiren Asurlular, göçebe çöl Arapları üzerine bir çok sefer düzenlemiş,
sanatta büyük gelişmeler sağlamıştır.
•Sami ırka mensup İsrailoğulları, yakın tarihlerindeki görünümlerinden
farksız olarak hep çatışmanın merkezinde yer almış, defalarca
yurtlarından sürülmüş, her şeye rağmen varlıklarını sürdürmeye devam
etmişlerdir.
•Arapların İslam öncesi ve sonrasında en fazla irtibat içersinde oldukları
ve etkilendikleri kadim medeniyet Sasânilerdir. En önemli rakipleri olan
Bizans’la mücadelelerinde taraftarı olan Kuzey Araplarını hedeflerini
gerçekleştirmek için kullanmaktan geri durmamıştır.
•Kast sistemine bağlı farklı sınıfsal yapıların bulunduğu Hindistan-Yunan
kültürü transferi ile karma bir medeniyetin oluşumunda önemli rol
oynamıştır.
•Tanrı ve Altay dağları arasında at sırtında hayatını sürdüren savaşçı
Türkler Hun imparatorluğu ile ulaştıkları siyasi gücü kavimler göçü
sonrası Avrupa’dan Anadolu’ya birçok coğrafyaya taşımışlar ve tarihe
adını yazdıran imparatorluklar kurmuşlardır.
•İsmini İtalya’nın başkenti Roma’dan alan büyük Roma imparatorluğu
batıdaki tesirinden çok doğunun önemli merkezlerindeki baskın
konumları ile tanınmıştır. Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldıktan ve
Hıristiyanlığı resmi din olarak tanıdıktan sonra Arap sınırlarında baskın bir
güç olmuş, yarımadanın bazı bölgelerinin Hıristiyanlaşmasına katkı
sağlamıştır. İmparatorluğun İslam’ın yayılma sürecindeki siyasi buhranı,
müttefiki olan Kuzey Arapları’nın desteğini asgari düzeye indirmiş ve
bölge kolay bir şekilde İslamlaşmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Özet
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
•Büyük kısmı çöllerle ve verimsiz arazilerle kaplı Arap yarımadası, coğrafi
koşulların aksine mümbit bir manevi iklime sahiptir. Arap yarımadası
dendiğinde her ne kadar akla ilk gelen Orta Arabistan, yani Hicaz bölgesi
ise de, yarımadanın kuzey ve güney kısımlarının önemli bir yere sahip
olduğunu unutmamak gerekir. Kuzey bölgesi Arapları güneydeki
olağanüstü gerçekleşen doğa olayları sonrasında zorunlu olarak bölgeye
göçen Araplardan oluşmaktadır. Güney ise sahil, şeridi verimli arazilerle
kaplı dört ayrı bölgeye ayrılan Sebe ve Himyer devletlerine ev sahipliği
yapmış Arap yurdudur. Önemli limanları ile dünya ticaretinde söz sahibi
olmuş bölge, aynı zamanda ziraat alanındaki reformları ile ekonomik
olarak şaşırtıcı boyutlara ulaşmıştır. Bu zirve dönemi ticaret yollarındaki
değişim, barajların bakımsızlık sonucu yıkılması ile yerini kıtlık ve zorunlu
göçe bırakmıştır. Orta ve Kuzey Arabistan’a göçen Arap kabileleri yeni
bölgelerine komşu olan gelişmiş devletlerin siyasi ve kültürel etkileri
altına girmişlerdir. Buna rağmen onları bir arada tutan Arap asabiyeti
asimile olmalarına mani olmuştur. Kurdukları Petra ve Tedmür gibi hala
insanı şaşırtacak bir ihtişama sahip başkentler, kuzeydeki Arap
devletlerinin gücünü tescil etmektedir. Bizans ve Sasani uydusu
durumunda olan Gassani ve Hire devletleri, rollerini iyi oynamışlar ve
bölgenin İslamlaşma sürecine kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir.
•Dünyanın mensubiyet itibarı ile en büyük dinlerinden biri olan İslam’ın
ortaya çıktığı, medeniyet düzeyi düşük Hicaz bölgesinin tarihi hakkında
çok az bilgi olsa da, üzerinde en çok konuşulan ve tanınmaya çalışılan
bölge olmuştur. Hiçbir ziraatın yapılmadığı bu bölgeyi ilk hareketlendiren
olay, yine buraya gelen ve kutsal Kâbe’yi inşa eden Peygamberler
olmuştur. Güney-Kuzey ticaret hattının konaklama yeri olması da
eklendiğinde, Mekke ve Medine tanınan bir mahal olmuş, fakat hiçbir dış
gücün istilasına değer dahi bulunmamıştır. Putperestliği ile ünlü Arap
toplumu tek bir dine mensup olamayıp diğer semavi dinlere de kapısını
açmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi eski Mezopotamya uygarlıkları arasında değildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Akadlar
b) Himyeriler
c) Sümerler
d) Asurlar
e) Babiller
2. İsrailoğulları Hz. Davud sonrası altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde
iktidarda hangi hükümdar vardı?
a) Talut
b) Calut
c) Buhtunasr
d) Süleyman
e) Kenan
3. Aşağıdakilerden hangisi eski Çin medeniyeti için söylenemez?
a) Konfüçyüs’le birlikte Çin altın çağını yaşamıştır.
b) Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsedilemez
c) Hz. Peygamber Çin’i tanımaktadır.
d) Çin beşeri bilimler alanında çağın en gerisinde kalmış bir ülkedir.
e) Çin zaman zaman parçalanma içerisine girmiştir.
4. Roma imparatorluğu insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuştur.
Aşağıdakilerden hangisi bunlar arasında sayılmaz?
a) Etnisiteyi bir kenara bırakarak ülke ve dil birlikteliği oluşturmuştur.
b) Güçlü kültür mirası bırakmıştır.
c) İnsanlık tarihine köklü bir hukuk nizamı hediye etmiştir.
d) Doğu ve batı toplumlarını tek bir toplum hâline getirmiştir.
e) Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasını sağlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
5. Nabat krallığının başkenti aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Tedmür
Dimeşk
Petra
Babil
Sana
Cevap Anahtarı:
1. b 2.d 3.d 4.e 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırakça, Ahmet, (1996), ‘Gassaniler’, DİA, İst.
Ağrakça, Ahmet, (2006), ‘Nabatîler’ DİA, İst.
Ahmed Hilmi, Şehbenderzâde, (2005), Filibeli, İslam Tarihi, İst.
Algül, Hüseyin, (1998), ‘Himyeriler’ DİA, İst.
Atlan, Sabahat, (1970), Roma Tarihi’nin Ana Hatları, İst.
Barthold, V.V., (1990), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Hazırlayan, H. Dursun
Yıldız, İst.
Bekrî, Ebû Ubeyd, (1998), Cahiliye Arapları, Çev. Levent Öztürk, İst.
Brockelmann, Carl, (1964), İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay,
Ankara.
Buhl, Fr., (1974), ‘Tedmür’ İ.A., İst.
Cevad Ali, (1976), El-Mufassal fî Târîhi’l-ArabKablel İslâm, Beyrut.
Çağatay, Neşet, (1982), İslam Öncesi Arap Traihi ve Cahiliye Çağı, Ankara.
Çandarlıoğlu, Gülçin, (1993), ‘Çin’, DİA, İst. VIII, 321-323.
Çelikkol, Yaşar, (2003), İslam Öncesi Mekke, Ankara.
Demirkent, Işın, (1992), ‘Bizans’, DİA, İst. VI, 230-244.
Demricioğlu, Halil, (1998), Roma Tarihi, Ankara.
Eberhard, Wolfram, (1995), Çin Tarihi, Ankara.
Erdem, Sargon, (1991) ‘Babil’, DiA, İst., IV, 392-395.
Fayda, Musta, (1982), İslamiyetin Güney Arabistan’a Yyaılışı, Ankara.
Goiteın, S.D., (2004), Yahudiler Ve Arapla, Çev. Nuh Arslantaş, İst.
Gumilöv, L.N., (1999), Eski Türkler, Çev. Ahsen Batur, İst.
Güngör, Erol, (1993), Tarihte Türkler, İst.
Hamidullah, Muhammed, (1993), İslam Peygamberi, Çev. Salih Tuğİst.
Hasanh, İbrahim, (1985), Siyasi Kültürel İslam Tarihi, Çev. İsmail Yiğit-Sadreddin
Gümüş, İst.
Hdogson, M.G.S., (1993), İslam’ın Serüveni, Çev. Heyet, İst.
Herodotos, (1973), Herodot Tarihi, Çev. Müntekim Ökmen, İst.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Heyet, (1986), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör, H. Dursun Yıldız,
İst.
Heyet, (1997), İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Çev. Heyet, İst.
Heyet, (2006), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, edt. Vecdi Akyüz,
Hitti, Philip K., (1995), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İst.
Honigman, Ernst, (1970), Bizans Devletinin Doğu Sınırı, Çev. Fikret Işıltan, İst.
İbnmü’l-Esîr, (1989), İzzuddin Ebu’l-Hasen, el-Kâmil fi’t-Tarih, çev. Abdullah Köşe,
İst.
İnana, Afet, (1992), Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, Ankara.
Kapar, M. Ali, (2003), ‘Lahmiler’ DİA, Ankara.
Lewis, Bernard, (1979), Tarihte Araplar, Çev. Hakkı dursun Yıldız, İst.
Mansel, Arif Müfid, (1971), Ege ve Yunana Tarihi, Ankara.
Naskali, Esko, (2000), ‘İran’ DİA, İst., XXII, 394-395.
Ostragorsky, Georg, (1981), Bizans Devleti Tarihi, Ankara.
Özcan, Azmi, (1998), ‘Hindistan’, DİA, İst.
Öztuna, Yılmaz (1969), Türk Tarihinden Yapraklar, İst.
Taberî, Muhammed b. Cerir, (1964), Tarîhu’r-Rusulve’l-Muluk, Kahire
Turan, Ömer, (tsz.) , Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, İst.
Yıldız, Hakkı Dursun, (1991), ‘Arabistan’, DİA, İst.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
• Cahiliye Dönemi
• Hz. Peygamber'in Ailesi
• Hz. Peygamber'in Doğumu ve Çocukluğu
• Hz. Peygamber'in Gençliği
• Hz. Peygamber'in Evliliği ve Ailesi
• Hz. Peygamber'in Evliliğinden Vahiy
Alıncaya Kadarki Dönemi
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMU
VE HZ. MUHAMMED’İN
PEYGAMBERLİĞİNE KADARKİ
HAYATI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Cahiliye denen İslam öncesi dönem hakkında
bilgi sahibi olacak
• Hz. Peygamber'in ailesi, soyu ve doğumunu
bilecek
• Hz. Peygamber'in gençliği, evliliği ve
çocukluğunu anlayıp değerlendirecek
• Hz. Peygamber'in evliliğinden Hira
mağarasındaki vahiy alışına kadarki süreci
kavrayabileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
2
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
GİRİŞ
Peygamberler
‘insanüstü insanlar’
değil, ‘üstün insanlar’
olarak görülmelidir.
63 yıllık hayatının 23 yılını peygamberlikle geçiren Resulullah’ın,
peygamberlik hayatı oldukça detayla bilinmesine rağmen, 40 yaşında aldığı risalet
görevinden önceki dönemi hakkında birtakım bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Mesela
annesi ve babası hakkındaki çok sınırlı bilgilere sahip olmamıza rağmen, doğumu
hakkında çoğu mucize anlatımlı oldukça fazla sayılabilecek detaylı bilgilere sahibiz.
Yine 12 yaşına kadarki hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı bilgiler bulunmakla
birlikte, bu yaştan 25 yaşına kadar çok az bilgimiz bulunmaktadır. Bu yaştaki evlilik
ve ticaret hayatına devamı, 35. yılda cereyan eden bazı olaylar ve risaletinin hemen
öncesine ait bazı anlatılar dışında bu dönemler hakkındaki bilgilerimiz oldukça
kısıtlıdır. Tabii 40 yaşında tanınan ve şöhret kazanan bir insanın, kendisini öne
çıkaran özelliğinden (ki bu Resulullah için risalet görevidir) önceki dönemi hakkında
gelen bilgilerin problemli ve yetersiz olmasını son derece normal karşılamalıdır.
Yaşadığı Mekke toplumunda Resulullah’ın İslamiyet’in gelişinden önceki
konumu da, sonraki konumu da bellidir. O ‘el-Emîn’dir. Ancak Allah Resulu
hakkındaki abartmalı ve yüceltici rivayetlerle, ideolojik ve ön yargılı yaklaşımların
oluşturduğu rivayetlerin çokluğunu da son derece normal ve kaçınılmaz
bulmaktayız. Bu yüzden onun hayatını incelerken bu durumlar göz ardı
edilmemelidir.
Hz. Muhammed’i
tanımak, İslam dini ve
tarihi ile medeniyetini
anlamak için de
gereklidir.
Sadece İslam Peygamber’i Hz. Muhammed’i değil, İslam dini ve tarihi ile
medeniyetini anlamak için de, İslam Dini ve Peygamberi’nin ortaya çıktığı ve İslam
medeniyetine beşiklik eden Hicaz bölgesinin (Mekke, Medine ve Taif) de İslam’dan
önceki (Cahiliye Devri) dinî, idarî ve ilmî durumunu çok iyi seviyede bilmek
gerekmektedir. Bu yüzden İslamiyet’in doğuşundan az önceki, yani V. asırdan
İslamiyet’in yayılışına kadar geçen zamana ait bölge hakkında öğreneceğimiz kısa
bilgiler, İslam dini ve Peygamberi ile medeniyetini daha iyi anlamamıza onu daha
iyi değerlendirmemize yardımcı olacaktır.
CAHİLİYE DÖNEMİ
Bir terim olarak Arapların İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini
ifade eden cahiliye kelimesi, Kur’an’da, hadislerde ve dinî literatürde, genel olarak
bu anlamda kullanılmıştır. Bu dönemin temel özellikleri, Allah’a şirk koşulması,
ahlaki duyu ve yaşantıda zayıflık, asabiyet, hurafelerin çokluğu, soygun, baskın ve
tecavüzlerde yaygınlık, aile kavramında yozlaşma, zenginlik ve asaletin insani bir
değer olarak öne çıkmasıdır.
Yine bu dönem denince akla gelen en önemli olgu Araplar, Hicaz bölgesi ve
buradaki şehirlerden bilhassa, Mekke, Medine ve Taif’tir. Hicaz bölgesi, jeopolitik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
konumu dolayısıyla Arap yarımadasında yabancı tesirlerden ve işgallerden en çok
korunmuş bir bölge idi. Kiriş, Kumbîz ve diğer İran kisralarının civardaki kabile ve
toplulukların çoğunun varlığına son verdikleri dönemlerde dahi, Hicaz bölgesi
varlığını korudu. Hicaz, Makedonyalı İskender zamanında da istiklalini muhafaza
etmişti. Böylece herhangi bir işgal ve istilaya uğramayan Hicaz halkı, endişesiz bir
halde ve hiçbir toplumla karışmadan soy ve soplarının asaletini, dillerinin sadeliğini
ve geleneklerini korumuşlardı.
Toplum hür, köle ve mevaliden (azat edilmiş köle) oluşmaktaydı. Bu sosyal
ve hukukî ayrım, son derece sert ve tavizsiz olarak işlemekteydi. Sınıf atlama söz
konusu olmadığı gibi, hürler de kendi aralarında asiller ve asil olmayanlar diye
ayrılmaktaydı. Mekke ziraata elverişli olmadığı için, genellikle halk ticaret ve
vahalarda hayvancılıkla geçinirdi.
Din
Bütün Arabistan halkı gibi, Hicaz bölgesi halkı da putperest idi. Çok az sayıda
Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt ve diğer dinleri kabul edenler vardı. Ayrıca İbrahim
Peygamber’den (as) kaldığına inanılan dinî inanç ve geleneklerin taraftarı olan ve
kendilerine ‘Hanif’ denilen bir kaç kişi de bulunmaktaydı.
Araplar, hem Yüce,
Yaratıcı ve Bir olan
Allah’a inanırlar ve
Kâbe’ye saygı
gösterirler, hem de
Kâbe’ye doldurdukları
sayısız putlara
taparlardı.
Araplar, Peygamber olarak kabul ettikleri ve dinini benimseyip saygı
duydukları Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in dinini zamanla unutmuşlar ve putlara
tapmaya başlamışlardı. Hz. İbrahim’in kurduğu Kâbe’yi ziyarete devam ettirmeleri
de bu dinî yozlaşmaya uygun olarak, bir ticaret panayırı ve bir putperestlik
tezahürü halinde idi. Birçok Arap kabilesi, Kur’an’da isimleri geçen Vedd (erkek
şeklinde), Suva (kadın şeklinde), Yeğûs (arslan şeklinde), Yeuk (at şeklinde) ile Nesr
(kerkenes kuşu şeklinde) isimlerini verdikleri putlarına taparlardı. Umyanis, Sad,
Hubel, İsaf, Naile adındaki putlar da, bazı Arap kabilelerinin taptıkları, önlerinde
kurbanlar kestikleri putlardı. Bunlardan başka her aile bir put edinip, kendi evine
koyarak ona tapıyordu.
Hicaz halkı gelenek olarak Hz. İbrahim’in şeriatını kabul etmişlerdi ve Allah
fikrine yabancı değillerdi. Fakat aynı zamanda putların ve meleklerin Allah katında
kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlar, diğer taraftan ahiret hayatına ise
karmaşık bir şekilde de olsa pek azı inanıyordu. Bütün Arap yarımadasında olduğu
gibi Hicaz bölgesinde de din anlayışı, çok iptidaî bir durumda idi.
Arapların Kâbe’den başka, Hicaz ve diğer yerlerde yüz kadar Tağut denilen
tapınakları vardı. Araplar Kâbe’ye yaptıkları gibi onlara da saygı gösterirler, onları
tavaf ederler, önlerinde kura (fal) okları çekerler, onlara hediyeler sunarlar ve
kurbanlar keserlerdi. Bu tağutların başlıcaları el-Uzzâ, el-Menât, Zu’l-Halasa
Tapınağı, Fels Tapınağı, Ruda Tapınağı ve Zu’l-Kaabat Tapınağı idi. Araplar her ne
kadar bu putlara tapıyorlarsa da bazen bunlara hakaret de ederlerdi. İşlerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
geldiği durumlarda ve çekilen fal okları isteklerine uygun bir şekilde sonuçlandığı
zaman, memnun olurlar, aksi halde ise onlara hakaret ve hatta küfrederlerdi.
Hanifler
Bölgede yaşayan bazı kişiler, putlara asla tapmaz, başkalarının tapmalarına
rıza göstermez, putlara kesilen kurbanların etinden yemez ve putperestleri de, bu
eşyalara tapmamaları hususunda ikaz ederlerdi. Bu yüzden atalarının dinini
reddeden bu insanlara, ‘atalarının dininden çıkmış’ (mürted) anlamında ‘Hanif’
derlerdi. Halbuki diğer yandan Hanif, ‘doğru yolda olan, doğruyu bulmuş’ anlamına
da gelmekteydi. Kabileleri içinde saygınlıkları olmasına rağmen, çoğunlukla onlar
tarafından da dışlanan bu insanların, zaman zaman yaptıkları şehirlerarası
yolculuklarla ‘bir ve eşsiz olan Allah inancına bağlılık gösteren bir din’ arayışına
giriştikleri hakkında çok sayıda rivayetler mevcuttur. Hatta Yahudilik ve
Hıristiyanlığa meyledip orada karar kılan ve kılmayanlar da vardı. Haniflerin içinde
en meşhur olanların isimleri şöyleydi: Varaka b. Nevfel, Zeyd b. Amr, Osman b.
Huveyris, Ubeydullah b. Cahş, Ümeyye b. Salt ve Kus b. Saide.
Mekke’nin İdaresi ve Kâbe Hizmetleri
Mekke’nin çok eski sakinleri Kinâne ve Huzâ’a kabileleri arasında, Kâbe
hizmetleri sebebiyle mücadeleler olmuş ve Kinâne, Kâbe hizmetlerini müstakil
olarak yürütmeye başlamıştı. Mudar kabilesine de hac işlerini ifaya yarayacak bazı
vazifeler vermişti, Kureyş Kinâne’nin kollarındandı. Mekke’de ikamet eden
Kureyşlilere ‘Kureyşü’l-Bitâh’, Mekke civarında oturanlara ise ‘Kureyşü’z-Zevâhir’
denirdi. Mekke’deki Kureyşlilerin önemli vazifeleri vardı. Miladî V. asırda Kureyş’te
riyaset Kusay b. Kilâb’da idi. Kusay, Huzâ’a kabilesiyle uzun mücadelelerden sonra
idareyi eline geçirdi ve Mekke ile Kâbe’ye taalluk eden bir takım hizmetler ihdas
etti. Kureyş’i Mekke’de topladı ve hepsini belli yerlerde iskân ederek, onlar için elMele’ adlı bir de meclis tesis etti. Bu meclis Kâbe ile ilgili her türlü iş ve hizmetlere
bakacak, ticarî münasebetleri düzenleyecek, harp ve ittifak kararları alacaktı.
“Unutmayın, insanlık
için inşa edilen ilk
mabed, Bekke'dekiydi:
bereketli ve bütün
alemler için bir
rehber(lik kaynağı).”
(Âl-i İmrân/3: 96)
“Allah, Kâbe’yi, o Beytül-Haram’ı bütün insanlık için bir sembol kıldı ve (aynı
şekilde) kutsal (hac) ayı ve boyunlarında takı olan kurbanlıklar, Allah’ın göklerde
ve yerde olan her şeyin tam bilgisine sahip bulunduğunu size anlatmayı
amaçla(yan sembollerdi)r.” (Maide/5: 97)
Araplar putperest olmakla beraber, Kâbe’ye karşı her şeyden daha saygılı
idiler ve çoğunu Kusay’ın ihdas ettiği Mekke ve Kâbe hizmetlerine ait diğer vazife
ve hizmetleri ciddiyetle yerine getirirlerdi. Bu hizmet ve vazifeler şunlardır:
 Sidâne (Hicâbetü’l-Beyt): Kâbe’nin perdedarlığı, anahtar muhafızlığı veya
haciplik vazifesidir. Bu görev Kusay’ın elinde bulunurdu. Kâbe’yi bu zat açıp
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
kapardı. Araplarca en yüksek makamdı. Kusay’dan, liva, sikaye ve rifade
ödevleriyle birlikte oğlu Abdüddâr’a intikal etti. Mekke’nin fethinde (M. 63O)
Hz. Peygamber Kâbe anahtarlarını, yine Abdüddâroğullarına (Osman b.
Talha’ya) vermişti.
 Sikâye ve Rifâde: Cahiliye çağında Mekke’ye gelen hacılara tatlı su ve fakir
olanlarına yiyecek temin etmek görevidir. Her iki vazife de
Abdülmenafoğullarında idi.
“Çünkü İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman (ona
demiştik ki:) "Bana kimseyi ortak koşma! Ve Benim Mabedimi, onu tavaf
edecek olanlar için, onun önünde (Rablerini tazim ve tefekkür ederek) dikilip
duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut!" (Hac/22: 26)
 Ukab (Liva): KureyşIilerin Ukab (Karakuş) adında bir sancakları vardı. Kusay,
ordu komutanlığı demek olan bu vazifeyi de bizzat elinde bulundururdu.
Kusay’dan sonra bu vazife Abdüddâroğullarına geçti. Savaş sırasında Ukâb bu
işle vazifeli bayraktara verilirdi. Bu vazifeye ‘Kıyâdetü’l-Cüyûş’ adı verilirdi.
 İdâre=Dârü’n-Nedve: Kusay’ın yaptırdığı ‘Dârü’n-Nedve’ adlı binada toplanan
kurula ‘en-Nedve’ denirdi. Buraya kırk yaşından yukarı olan Mekkeli aile reisleri
katılabilirdi. KureyşIiler’in nikâh merasimleri burada yapılır, savaş kararlan
burada alınır ve büluğ çağına giren kızlara burada gömlek giydirilirdi.
 Sifâre: Kureyş ile diğer bir kabile arasındaki bir muharebeden sonra sulh
yapmak istedikleri zaman bir sefir gönderirlerdi. Kabilelerarası müfaherette
(övgü yarışı) de sözcülüğü bu sefir yapardı.
 Nizâre: Bir yerden başka bir yere gidecek olan eşyanın muayene edilmesi,
mühürlenmesi, ruhsat kâğıdı hazırlama vazifesi idi.
 Kubbe: Savaş aletlerinin muhafızlığı vazifesidir. Kureyşliler harbe çıktıklarında
bir çadır kurar, silah ve mühimmatı orada toplarlardı.
 Eysar: ‘Ezlam’ denilen fal okları ile fal açma işidir. Sefer ve muharebe gibi
önemli işlere karar verileceği zaman oklarla kura çekerlerdi. Bu oklar ‘Hübel’
adlı putun yanında durur; fal, ona memur falcı tarafından açılırdı.
 Hâzin-i Emval: Harp için temin edilen malları, silahları muhafaza vazifesidir.
 Kıyâde (Kıyâdetü’l-Cüyûş): Ordu komutanlığı vazifesidir. Harp veya ticaret için
yola çıkan toplulukların bir emiri bulunur ve seferde önde giderdi.
 Meşvere: Mühim işlerde bazı kimselerin görüş ve kanaatlerine müracaat
etmektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Hz. Peygamber, hayatı boyunca, gerek amme işlerinde ve gerekse ailevî veya
şahsî işlerinde istişareyi yönetim ve yaşam prensibi olarak görmüş ve
uygulamıştır.
 Eşnak: Borçları ve para cezalarını takdir ve tadil hususlarına bakan bir görevdir.
 E’inne: Kureyş’in atlarına bakmak vazifesidir. Harp esnasında atların idaresi, bu
görevi elinde bulunduran kişiye aitti.
 Hükûme: Halk arasında çıkan ihtilafları ve davaları görme ve onları halletme
vazifesidir.
 Emvâl-i Muhaccere İdaresi: KureyşIiler’in Kâbe’deki putlar için vakfettikleri para,
mücevherat ve benzeri kıymetli eşyanın muhafaza edilmesi vazifesidir. Beytü’lMal memuriyetine benzerdi.
 İmâret: Mescid-i Haram’a hürmeti sağlamak, söğüp sayma yüksek sesle
konuşmak gibi saygısızlıklara mani olma vazifesidir.
Mekke’ye ve Kâbe’ye taalluk eden bu hizmetlerin hepsi aynı derecede ve
aynı ehemmiyette değillerdi. Ancak KureyşIiler bu tür vazifeleri çoğaltmak ve
hemen her kabileye bu vazifelerden birini vermekle hem onları mesuliyet altına
sokarak disiplin altına almış oluyorlar, hem de onları memnun etmiş
bulunuyorlardı. Basit olmakla beraber, bu tür bir idareyi Cumhuriyet idaresine
benzetmek mümkündür.
Cahiliye Devri Araplarında İlim ve Kültür
Cahiliye çağında Hicaz bölgesinde ilim ve maarif, bu iklimin ve göçebe
hayatın ihtiyaçlarından doğan adet ve geleneklerin geliştirdiği bilgilerden ibaretti.
Hicaz bölgesi halkı büyük ekseriyetle okuma yazma bilmeyen insanlardı. Okuma
yazma bilenlerin sayısı azdı. İlim ve irfan için ne bir tahsil tarzları, ne de kitap
okuma alışkanlıkları vardı. Onların bildikleri, asırlardır devam eden nakli bilgilerden
ibaretti. Bu bilgiler de bazı zeki ve imtiyazlı kimselere mahsustu. Okuyup yazmayı
da ticaretle uğraşanlar, nüfuzlu bazı asiller bilirlerdi. Büyük halk kitleleri ise
tamamen cahildi.
İlgili örnek videoyu
izleyiniz.
Cahiliye devrinde Araplarca bilinen ilimlerden bir kısmını kendileri icat
etmişlerdir; diğer bir kısmını ise başka milletlerden almışlardır:
İlm-i ensâb, şiir ve hitabet ilimleri Arapların kendilerine mahsus ilimlerdir.
İlm-i nücûm, ilm-i ahval-i cevviyye (meteoroloji), ilm-i tıb, ilm-i hayl (at
yetiştirme bilgisi), esatir (mitoloji), kehâne, ıyâfe (=zecr-i tayr: kuşların uçuşlarını ve
bir yere konmasını yorumlayarak anlamlandırma), kıyafet (iz takip etme) gibi
ilimleri de, başka milletlerden almışlardır ki, bunlara ulûm-i dâhile denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
 İlm-i Nücûm (Astroloji): Araplar bu ilmi Arabistan’a hicret eden Keldânilerden
almış olmalıdırlar. Burçların isimlerini de Babilliler’den öğrenmişlerdi. Araplar
bazı yıldızların isimlerini eskiden beri biliyorlardı.
 İlm-i Ahval-i Cevviyye (Meteoroloji): Araplar, yağmurlara ve rüzgârlara ait
değişiklikleri yıldızlara bağlı zannederlerdi; yani bu ilim, ilm-i nücumun bir kolu
gibi telakki edilirdi. Yıldızların insan fiilleri üzerinde tesiri olduğuna inanırlardı.
Bulutların rengine bakarak yağmur yağıp yağmayacağını anlarlardı. “Beyaz bulut
boştur, kırmızı bulut az yağmurludur, siyah bulut ise en çok yağmur yağdırır”
sözleri dillerinde dolaşmaktaydı.
 Yolculuklarında yönleri ve yolları bilmek için rüzgârların estiği taraflara birer isim
vermişlerdi: Kuzeyden esen rüzgâra ‘Saba’; güneyden esene ‘Yebur’; batıdan
esene ‘Şimal’; doğudan esen rüzgâra da ‘Cenub’ derlerdi. Bazıları bunlara ilave
olarak ‘Saba’ ile ‘Şimal’ arasında esen rüzgâra ‘Nekbâ’ veya ‘Nükeybâ’, ‘Cenub’a
yakın yerden esen rüzgâra da ‘Mahvetü’ adını veriyorlardı.
 Esâtir (Mitoloji): Araplar bu ilmi de ilm-i nücûmun bir şubesi sayarlardı. Araplar
da Yunanlılar gibi yıldızlara ilahlık isnad ederek onlara taparlar ve onlar adına
putlar dikerlerdi. Meşhur ‘Lât’ putu, ‘Zühre’ yıldızı adına dikilmişti.
 Bundan başka ‘Güneş’, ‘Ay’ ve ‘Şi’ra’ yıldızına da ibadet ederlerdi. Yunanlılarda
olduğu gibi bazı yıldızlar insan şeklinde tasavvur edilir, onların birbirleriyle
evlendiklerine ve savaştıklarına inanılırdı.
 Kehâne ve Arâfe: Her iki kelime de ‘gaipten haber vermek’ manasına,
gelmektedir. Cahiliye çağında Araplar, kâhinlerin her şeye kadir olduklarına
inanırlardı. Aralarında ihtilaf çıktığında da, hastalandıklarında da onlara
başvururlar, rüyalarını onlara tabir ettirirlerdi. Araplara göre putların içinde
cinler bulunur, bu cinler kâhinlerle konuşur ve kâhinlere gökte neler olup
bittiğini haber verirlerdi. Her kabilede, Arap yarımadası tarihinde meydana
gelen önemli hadiseleri önceden bildiren kadın ve erkek meşhur kâhinler ve
falcılar vardı.
 Kıyafe: Kıyafe de kehanetin bir koludur. Kıyafe, ‘iz arama ve bu izlerin
incelenmesi ile sahiplerinin bulunması’ ilmidir. ‘Kıyafetü’l-eser’, insanların ve
hayvanların kum veya toprak üzerinde bıraktıkları izleri ile onların sahiplerini
bulmaya mahsus bir ilimdir. ‘Kıyafetü’l-beşer’ ise, iki kişinin organları arasındaki
benzerlikleri mukayese ile aralarındaki nesep bağını bulma ilmidir. Bu, feraset
nevinden bir ilimdir. ‘Beni Müdlic’, ‘Beni Leheb’ ve ‘Beni Mürre’ bu ilimde en
mahir kabilelerdi.
 İlm-i Tıb: Araplar tıp ilmini Keldânîlerden almışlar, ancak diğer komşu
milletlerden Yunanlılar, Romalılar ve İranlılar’dan da tıp sahasında istifade
ederek onlardan aldıkları bilgileri kendi malumatları ile bir araya getirmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Araplar bir hastayı manevî ve maddî olmak üzere iki türlü tedavi ederlerdi:
Okuyup üflemek, nüsha (muska) yazmak, Kâbe’ye kurban kesmek manevî tedavi
iken; ilaç vermek, şerbet ve bal içirmek, kan aldırmak ve dağlatmak da maddî
tedavi yoludur. Şaşıları tedavi için değirmen taşına baktırırlardı.
Şiir Arabın divanıdır;
tarihî her şeyini orada
bulabilirsiniz.
 Şiir ve Edebiyat: Araplar şiir söylemekte hususi bir kabiliyete ve zevke sahiplerdi.
Şiir ve edebiyat, onların fikri hayatlarının en başta gelen unsuru idi. En eski
devirlerden İslam devrine kadar şiir geleneği her kabilede sürüp gelmiştir. Neşe
ve kederlerini şiirle terennüm ederlerdi. Bütün kabilenin macerasını olduğu gibi,
şahsi kahramanlıklarını, ahlaki ve terbiyevi duygularını da şiirle dile getirirlerdi.
Şiirde bazen bin ölünün yokluğuna teessür olunur, bazen bir cengâverin
kahramanlığı tebcil edilir, bazen da bir kabilenin bir muharebede gösterdiği
şecaat ve cesaret tasvir edilirdi.
Araplar, şiirin nazımlı ve kafiyeli olmasına özen gösterirlerdi. İslam’dan önce
çok sayıda büyük Arap şairi yetişmiştir. Meşhur İmâmü’ş-Şu’ara ‘İmri’u’l-Kays’
bunların en büyüklerindendi. Onun dedesi ‘Mühelhel’ de, Araplarda ilk kaside
söyleyen şairdir. İmriu’l-Kays’ın şiir sanatını Yunanlılar’dan öğrenmiş olması
muhtemeldir.
Arapların bu devirde inşad ettikleri şiirlerin büyük kısmı, ‘gazel’, ‘medhiye’ ve
‘fahriye’den ibaretti. ‘Hecâ’, ‘itâb’, ‘itizâr’, ‘zühd’, ‘risa’, ‘temâsed’ ve ‘vâid’
tarzındaki şiirler de vardı. Kadın, erkek her Arap şiir söylerdi. Şairlerin birbirlerine
üstünlüğünü tayin için hususi meclisler kurulur, çocuklar bile şiir söylemeğe teşvik
edilirdi. Şairlerin kabile içinde önemli bir yeri vardı. Her şair, mensup olduğu
kabilenin şan ve şerefini yükseltmeğe hizmet eder; kabilenin tarihi meziyetlerini
gelecek nesillere aktarırdı. İslam devri Arapları, cahiliye devri Araplarının tarihlerini
de ancak bu şiirlerden öğrenerek yazabilmişlerdir. Sicistânî ancak bu sayede
‘Kitâbü’l-Mu’ammerîn’ adlı eserini yazabilmiştir. İbn Kuteybe, Câhız ve Dineverî,
eserlerinde bu şiirlerden istifade ettiler. Eski Arapların dinleri ve içtimaî yapılarının
tetkikinde de bunlara ihtiyaç duyulmuştur.
Araplar şairlere fevkalâde hürmet ederlerdi. Cahiliye devrinin çok sayıda şairi
arasında ‘Muallakat-ı Seb’a’ (Yedi Askı) şairleri İmriü’l-Kays, Tarefe, Amr, Haris,
Lebid, Züheyr ve Antere en meşhurları ve en itibarlıları idiler.
Araplar şairlerin hicivlerinden korkarlar, methiyeleriyle iftihar ederler ve
onlar tarafından methedilebilmek için her türlü fedakârlığı göze alabilirlerdi.
Araplar çok hassas bir kavim oldukları için beliğ ve sanatlı sözlerden de müteessir
olurlardı. Bu sebeple hitabet, Araplar arasında mühim bir yer işgal ederdi.
Hitabetin esasını haseb ve neseb, ahlâk ve terbiye gibi konular teşkil ederdi.
Hatipler başlarına sarık sararlar ve ellerindeki değneklere dayanarak ayakta bazen
de deve üzerinde nutuk irâd ederlerdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Şairlerden çoğu hitabetle ve hatiplerden büyük bir kısmı da şiirle
uğraşmışlardır. Nutuklarında gayet beliğ cümleler kullanırlar, çocuklarını da güzel
konuşmaya ve hitabete alıştırırlardı. Hatipler aynı zamanda kabilelerinin sözcüsü
idiler. Cahiliye devrinin en meşhur hatibi ‘Kus b. Sâide’ idi. Hz. Peygamber bu zatı
tanımış; onun ‘Ukaz’ panayırında bir deve üzerinde irâd ettiği meşhur nutkunu
dinlemiş ve bundan daha sonraları bahsetmişti.
 Tarih: Cahiliye Arapları’nda bu gün anladığımız manada bir tarih ilmi mevcut
değildi. ‘Eyyâmu’l-Arab’ adıyla bilinen kabileler arası savaşlar, Yemen’de Me’rib
Seddi, onun yıkılışı ve Yemen’e ait bazı önemli tarihî hadiseler, ‘Zü-Nüvâs’ ve
‘Ashâb-ı Uhdûd’ (Yemen meliklerinden Zü-Nüvâs’ın Necrân ahalisinden yirmi
bin kişiyi Hıristiyanlıktan Museviliğe geçmedikleri için hendeklerde yaktırması)
hikâyesi, Habeşlilerin Yemen’i istilası, ashab-ı fil (istilâ için fillerle Kâbe’ye gelen
Yemen ordusunun) hikâyesi, putlara ait hikayeler, Cürhümlüler’e ait hikâyeler,
Zemzem’in kapanması ve bulunması, Kâbe’nin inşası ve tarihi, Hilfu’l-Füdul,
Hılfu’l-Mutayyibîn ve Ficâr harpleri gibi büyük tarihi olaylar, Araplarca bilinen
konulardı. ‘Ad’ ve ‘Semûd’ kabilelerine ait bilgiler, Tevrat’tan Belkıs ve
Süleyman hikâyeleri de yine Arapların malumu olan tarihi hadiselerdi.
HZ. MUHAMMED (S)
Araplar için soy sop çok
önemsenen bir
unsurdur. Bu yüzden,
çok gerilere giden
atalarına kadar
şecerelerini bilirlerdi.
İnsanlık tarihi içerisinde çeşitli yönleriyle şöhret bulmuş insanların hayat
hikâyeleri hakkında belki de en fazla bilgi sahibi olunan kişilerin başında İslam
Peygamberi Hz. Muhammed (s) gelmektedir. Buna rağmen onun da hayatının bazı
kesitleri hakkında hemen hiçbir malumat bulunmamaktadır. Yukarıda ifade
ettiğimiz gibi 63 yıllık hayatının 23 yılını peygamberlikle geçiren Resulullah’ın,
peygamberlik hayatı oldukça detaylı bilinmesine rağmen, 40 yaşında aldığı risalet
görevinden önceki dönemi hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Mesela annesi
ve babası hakkında çok sınırlı bilgilere sahip olmamıza rağmen, doğumu hakkında
çoğu mucize anlatımlı oldukça fazla sayılabilecek detaylı bilgilere sahibiz. Yine 12
yaşına kadarki hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı bilgiler bulunmakla birlikte, bu
yaştan 25 yaşına kadar çok az bilgimiz bulunmaktadır. Bu yaştaki evlilik ve ticaret
hayatına devamı, 35. yılda cereyan eden bazı olaylar ve risaletinin hemen öncesine
ait bazı anlatılar dışında, bu dönemler hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır.
Soyu
Hz. Muhammed’in soyu hakkında oldukça zengin malumat vardır. Bu durum
sadece Hz. Peygamber’le ilgili olmayıp, diğer şahıslar için de geçerlidir. Bunu,
Araplarda gelişmiş olan ‘ensâb’ ilmine borçluyuz. Bu ilmin gelişmesinin sebebi,
Arapların asabiye sebebiyle atalarıyla övünmek için onları bilmeye ve sırasıyla
saymaya duydukları ihtiyaçtır. Allah Resulu’nün soyunun kesin bilinen en son ismi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Adnan olup bundan sonraki isimlerde ihtilaf vardır. Fakat soyunun Adnan
vasıtasıyla Hz İsmail’e ve dolayısıyla Hz İbrahim’e dayandığı kabul edilmektedir. İşte
bu mezkûr isimlerden dolayı Hz Peygamber’in soyunun mensup olduğu Kuzey
Araplarına, İsmâilîler veya Adnânîler denmektedir. Hz. Peygamber’in Adnan’a
kadar genel kabul gören nesebi şu şekildedir: Muhammed (s) b. Abdullah b.
Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b.
Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İyâs b.
Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnan. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Arapların, Hz
İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları
sülalesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.
Hz. Resulullah, herkes tarafından bilinen asil, şerefli ve önemli bir ailenin
ferdi olarak dünyaya gelmiştir. Sevenleri kadar sevmeyen düşmanları da onu,
ailesiyle kınamamış; bilakis Arap geleneğinde kabul edildiği şekliyle asaleti tasdik
edilmiştir. Soyu hususunda her hangi bir boşluğun olmamasını, Arap geleneğinden
dolayı son derece normal görmelidir. Resulullah’ın büyük dedesi Kusay’ın Kâbe
hizmetlerini taksim ederek Mekke’yi teşkilatlandırması, dedesi Abdülmuttalib’in
Zemzem kuyusunu açarak Mekke’nin en büyük problemi olan su sıkıntısını çözmesi
ve Yemen valisi Ebrehe’yle yaptığı konuşmanın akabinde Kâbe’nin Ebrehe’nin
ordusundan korunması, bu sülaleye Mekkeliler nezdinde büyük itibar
kazandırmıştır. İşte Hz. Peygamber, ailesinden dolayı böyle itibarlı bir ortamda
doğmuş, büyümüş ve risalet görevine başlamıştır.
Hz. Peygamber’in hayatını anlamak için onun Arap toplumundaki soyunun ve
konumunun bilinmesi birçok açıdan önemlidir. Ona değer verilmesi, soyunun
asaletiyle ilişkilidir. Çünkü asabiyette, ferdin kendi kişiliğinden daha çok ailesinin
konumuna bakılıyor, daha sonra kişilik değerlendirmesi yapılıyordu. Öte yandan
Resulullah’ın yetim olarak büyümesinin onun dünyasında oluşturduğu yerinin
anlaşılması da önemlidir. Çünkü ezilmiş, itilip kakılmış ve horlanmış bir yetim ve
öksüz olarak değil, bilhassa asil ve görgülü bir aile ortamında büyümüş; kendisine
öksüz ve yetimliği hissettirilmediği gibi, tam tersine daha da kişilikli büyümesi için
son derece sevgi ve şefkatle, belki de biraz şımartılarak, dede ve amcasının
konumundan dolayı, başka çocukların görüp bilemeyecekleri hususları yaşayarak
büyümüştür. Bu yüzden onunla ilgili olarak ortaya atılan ‘eziklik’ polemiklerini
tamamen reddetmek gerekmektedir.
Coğrafi ve stratejik konumları itibariyle ticaretten başka geçim yolları
olmayan bu toplumun fertleri, ticaret sebebiyle kapalı toplum olmaktan kurtulmuş
ve Hindistan ve Çin’e kadar birçok devleti tanımışlardı. Hz. Peygamber’in
dedelerinin de geçimlerini bu şekilde sağladıklarını ve bu meslekî mirasın torunları
Muhammed’e (s) de kaldığını görmekteyiz.
Bu ticarî faaliyete önce amcası Ebu Talib’le, belli bir yaşa geldikten sonra da
kendi adına katılan Resulullah’ın, ailesinin geçimini sağlayacak şekilde kazançlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
ticarî faaliyetlerde bulunduğunu söylemek mümkündür. Fakat burada daha önemli
olan, Allah Resulu’nün ticarî seyahatleri münasebetiyle tanıdığı ve muhtemelen
amcası ve dedelerinin de aynı şekilde yakınlık kurduğu Habeşistan’ı ve yöneticilerini
tanıması, Mekke’de işkence gören ashabını buraya göçe yönlendirmesidir.
Mekkelilerin yaz ve kış devam eden ve bu sayede zenginleştikleri ticari
seyahatlerine Kur’an-ı Kerim’de de vurgu vardır
“Kureyş'in emniyeti sağlanabilsin diye, kış ve yaz seferlerindeki emniyeti. O
halde bu Mabed'in Rabbine kulluk etsinler, O ki, aç kalmasınlar diye onları
beslemiş ve tehlikelerden emin kılmıştır.” (Kureyş/106: 1-4)
Resulullah’ın babası Abdullah gibi annesi Amine’nin de nesebi bilinmektedir.
O da yine Resulullah’ın dedelerinden Kilab’ın Zühre adlı oğlundan gelen kabileye
mensup olup, şeceresi şöyledir: Amine bt. Vehb b. Abdümenaf b. Zühre b. Kusay ….
Resulullah’ın Babası, Annesi ve Doğumu
Allah Resulu, yetim
olarak dünyaya gelmiş
ve altı yaşında da
annesini kaybederek
öksüz kalmıştı.
Fakat yetim ve öksüz
olmasının, onun manevi
dünyasında bir yıkıma
yol açtığını söylemek
asla mümkün değildir.
Allah Resulu’nün anne ve babası hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Babasıyla
ilgili olarak aktarılan birkaç bilgiden biri, daha sonra Resulullah’ın dilinden, “Ben iki
kurbanlığın oğluyum” rivayetiyle birleştirilerek anlatılacaktır. Buna göre, bu iki
kurbanlıktan biri, kurban ibadetinin temelini oluşturduğu rivayetiyle bahsedilen
babası tarafından İsmail’in (as) kurban edilme teşebbüsünü konu alan meşhur
olaydır. Diğeri ise, Resulullah’ın dedesiyle ilgili bir rivayettir: Resulullah’ın dedesi
Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’de oturduğu yerde uyuya kalmış ve bu esnada
rüyasında Zemzem kuyusunun yerini görmüştür. Oğlu Haris’le birlikte rüyada
kendisine işaret edilen yeri kazarak kuyuyu açığa çıkarmış, fakat kuyu temizlenip
işlevsel hale gelince kabilesiyle arasında tartışma ve kavga çıkmıştır. Yalnızlığın
verdiği duyguyla, çevresindekilerle baş edemeyince çocukları çok olursa kimsenin
kendisine yan gözle bakamayacağını düşünerek, “bir gün on oğlu olursa, bunlardan
birini Allah’a kurban edeceğini” söyler. Oğullarının sayısı ona ulaşınca, oğlu
Abdullah’ı kurban etmek üzere ahdini yerine getirmek ister. Fakat toplumun ileri
gelenlerinin itirazı üzerine 100 deve diyet vermek suretiyle çocuk kurban
edilmekten kurtulur.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Araplarda çocuk kurbanı geleneği hakkında, Yavuz Yıldırım’ın “İslam Öncesi
Arap Yarımadasında Çocuk Öldürme Olgusu” (İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
2003, sayı: 7, s. 79-111) başlıklı makalesini okuyabilirsiniz.
Diğer bir rivayet, yakışıklılığı ve duruşu ile dikkat çeken Abdullah’ın Amine bt.
Vehb ile vuku bulan evliliğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Diğer bir rivayet de, neredeyse tüm Mekkeliler gibi ticaretle meşgul olan
Abdullah’ın, çıktığı ticaret yolculuğu esnasında, oğlunun doğumundan bir kaç hafta
önce Medine’de vefat etmesidir. Bunun üzerine Hz. Muhammed ve annesi
Amine’yi dede Abdülmuttalib himayesi altına aldı.
Mekke’de dul kalan Amine, rivayetlere göre rahat bir hamilelik geçirmiş ve
Resulullah’ın doğumu da oldukça rahat olmuştur. Doğum, genel kabule göre Fil
Vakasından 50 gün sonra Rebiülevvel ayının 12’sinde (20 Nisan 571) vuku
bulmuştur.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Fil Vakası hakkında, M. Mahfuz Söylemez’in “Fil Hadisesi’nin Arap
Yarımadasındaki Etkileri Üzerine Bir İnceleme” (İslami İlimler Dergisi, 2006, cilt: I,
sayı: 2, s. 115-130) başlıklı makalesini okuyabilirsiniz.
Torununun doğumunu müjdeleyenlere hediyeler veren dede Abdülmuttalib,
onu alıp Kâbe’ye giderek dualar etti, ‘herkesin onu övmesi ve yüceltmesi için’ ona
‘Muhammed’ ismini koydu ve bir ziyafet sundu. Yedi günlükken de onu sünnet
ettirdi.
Olağanüstü anlatımlara fazlaca yer veren kaynaklardan bir kısmı, Resulullah
doğduğu gece dünyanın birçok yerinde harikuladelikler meydana geldiğini
bildirmektedirler.
Sütanneyle Birlikte
Amine, oğlu Muhammed’i (s) birkaç gün emzirdirdikten sonra, sütanneye
verilinceye kadar o, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından emzirildi. Süveybe,
Hz. Hamza’yı da emzirdiği için, Allah Resulu aynı zamanda amcası Hamza ile
sütkardeş de olmaktadır. Arap geleneklerine göre çocuklar doğar doğmaz bir
sütanneye verilerek çöle gönderilirdi. Bunun birkaç sebebi vardı. En önemli sebep,
bebeğin sağlık durumu idi ki, çöl havası şehre göre daha uygun ve daha müsaitti.
İkinci sebep de, fasih dili benimsemek, öğrenmek ve geliştirmek, çölde, şehre göre
biraz daha kolay, elverişli ve gerçekçiydi. Çöl kalabalık yerlere göre tabiata daha
yakın ve insanı içine çekmekteydi. Bunu tüm Arapların yaşaması ve bilmesi istenir;
bu yüzden çocuklar genellikle iki yıl sütannelerinin yanında kalırdı. Hz. Peygamber,
sütannesi Halime, kocası Haris ve sütkardeşleri Şeyma ve Abdullah ile birlikte Beni
Sa’d yurdunda en az iki yıl kaldı.
Şakkus-Sadr (Şerhu’s-Sadr)
Sütannesinin yanında iken, rivayetlere geçen tek olay dışında Allah
Resulu’nün başından geçen herhangi bir önemli olay yoktur. Öyle anlaşılmaktadır
ki, Resulullah da tüm çocuklar gibi köy hayatını yaşıyor ve evi sütkardeşleriyle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
ortaklaşa paylaşıyordu. Bu olay da onun göğsünün yarılması olayıdır ki,
kaynaklarımızda ‘Şakkus-Sadr’ veya ‘Şerhu’s-Sadr’ diye geçmektedir. Bu rivayete
göre Resulullah, sütkardeşleriyle beraber köyün yakınlarında koyun güderken,
yanlarına gelen üç kişinin onu alıp bir düzlükte yere yatırdıkları ve göğsünü yararak
kalbini çıkarıp yıkadıkları ve şirk, günah, kötülük gibi her türlü pislikten
temizlediklerini ve daha sonra kalbi yerine koyarak göğsünü kapattıklarını
anlatılmaktadır. Bu olayı, Resulullah’ın bu yaşta günah ve kötülükten bir ameliyat
vasıtasıyla kurtarıldığını düşünmek yerine, daha sonraki dönemlerde meydana
gelebilecek her türlü zorluk ve sıkıntıya veya başarı ve zenginliğe karşı Allah
Resulu’nun gönül dünyasının dayanıklı ve olgun hale getirilmesi olayının bir anlatım
biçimi olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğunu düşünmekteyiz. Bu durum
Kur’an’da İnşirah sûresinde de vurgulanmaktadır. Hatta bu göğsün yarılması
rivayeti, birkaç kez vuku bulmuş olarak da anlatılmaktadır. Bunlardan biri vahiy
almaya başladığı yani risaletle görevlendirildiği zaman, bir diğeri ise risaletin 9.
yılında vuku bulan miraca çıkmasından öncedir.
“Biz kalbini açıp ferahlatmadık mı, ve üzerinden yük kaldırmadık mı, o belini
büken yükü? Şerefini ve itibarını yükseltmedik mi? Elbette her güçlükle birlikte
bir kolaylık vardır: Şüphesiz, her güçlükle bir kolaylık! Öyleyse sıkıntıdan
kurtulduğun zaman sağlam dur, ve yalnız Rabbine sevgiyle yönel.” (İnşirah/94:
1-8)
Bu dönemle ilgili diğer rivayetlerin tamamı, daha bu dönemde Allaha
Resulu’nun hayatında başkalıklar göründüğü ve bulunduğu her ortamda bereketler
ve bolluklar getirmesidir. Fakat çocuk, anlaşmaya uygun olarak iki yıl sonra geri
getirildiği zaman, hem Halime’nin çocukla özdeşleşmesinden ve elde ettiği bereket
ve bolluk hissinden dolayı ve hem de o esnada Mekke’de zuhur eden salgın bir
hastalık yüzünden, Amine’nin çocuğun geri götürülmesini ve bir müddet daha
çölde durmasının uygun olacağını söylemesinden dolayı, Hz. Peygamber’in
sütannesinin yanında kalması, akranlarına göre daha uzun sürmüştür. Bu hususta
kesin bir rivayet olmamakla beraber, annesinin Resulullah altı yaşında iken öldüğü
göz önüne alındığında ve annesiyle birkaç yıl geçirdiği düşünüldüğünde, onun dört
veya beş yaşına kadar çölde kaldığı tahmin edilebilir.
Halime’nin Resulullah’ı iade etmesinden sonra, annesiyle birlikte kaldığı bu
dönemde olanlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz veya dikkate değer bir
husus olmadığını söyleyebiliriz. Resulullah altı yaşındayken bir gün annesi, onu
Medine’deki Benu Adiy b. en-Neccâr kabilesinden olan dedesinin dayılarının yanına
götürdü ve Medine’de bir ay kaldılar. Mekke’ye dönüşte Âmine, Ebvâ denilen yerde
vefat etti ve orada defnedildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Dedesi ve Amcasıyla Birlikte
Allah’ın Resulu, sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in şefkat ve
ihtimamıyla yaşadı. Abdülmuttalib onu hiç yanından ayırmaz, sürekli gönlünü okşar
ve her gittiği yere onu da yanında götürürdü. Tıpkı annesinin dediği gibi, “benim
bu oğlum ileride önemli biri olacak” diyerek torununda fark ettiği başkalığı
vurgulardı. Abdülmuttalib 82 veya diğer bir rivayete göre 110 yaşında ölürken
kendisinin torununa gösterdiği ihtimamı göstermesini tembihleyerek onu öz amcası
Ebu Talib’e emanet etti.
Zengin olmamakla beraber gönlü zengin ve cömert biri olan Ebu Talib
yeğenine gereken ihtimamı hayatı boyunca göstermiştir. Aynı şekilde karısı Fatma
bt. Esed de Resulullah’ı çocuklarından ayırt etmemiş; yetim ve öksüz Muhammed’e
durumunu hissettirmeyecek biçimde bir hayat yaşatmıştır. Allah Resulu ondan
bahsederken, “Annemin vefatından sonra, o benim annem olmuştu” diyecek ve
ölünceye kadar ona hürmet ve hizmette kusur etmeyecektir.
Hz. Muhammed, dedesinden gördüğü ihtimam ve sevgiyi amcasından da
görürken, bir yandan gelişmekte ve gençliğe erişmektedir. Maddi durumu bozulan
amcasına yardım etmek ve aile bütçesine katkıda bulunmak için, çok genç yaşta
hayatını kazanmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu bağlamda onun daha ergenlik
yaşlarında Mekkeliler için çobanlık yapmaya başladığını; dokuz-on yaşında (başka
bir rivayette 13 yaşında) iken Suriye’ye bir kervan götürmekte olan amcasına
yardımcı olmak amacıyla refakat ettiğini (bir başka rivayete göre, amca Ebu Talib,
onun Mekke’de yalnız kalmaması ve yanından ayırmamak için yeğenini kervana
aldığını) biliyoruz. Aslında normal bir ticarî seyahat olan bu yolculukta, tartışmalı
bir rivayete göre, Dımaşk’ın güneyinde bulunan ‘Busra’ kasabası yakınında bir
manastırın rahibi olan ‘Bahira’ ile tanıştılar. Rahip Bahira aslında kimseyle
görüşmeyen biri olmasına rağmen, o sırada kervan hakkında tespit ettiği bir
harikuladelikten dolayı, tüm Kureyş kervanını misafir etmiş ve Resulullah’ı
tanıdıktan sonra, onun “çıkması beklenen peygamber olabileceğini” söyleyerek,
amcasına, “bu çocuğa çok dikkat etmesini ve Yahudiler’den uzak tutmaya özen
göstermesini” tembih etmiştir.
Hayatının bundan sonraki yıllarını Mekke’deki amcasıyla çalışarak ve
ticaretine yardım ederek geçirmiştir. Ancak Allah Resulu’nün bundan sonra
risaletine kadarki hayatı hakkındaki bilgiler oldukça az olup, şimdi o konulara temas
etmek istiyoruz.
Ficar Harplerine İştiraki
Cahiliye döneminde Araplar arasında bazen yıllarca devam eden savaşlar
meydana gelirdi. Ticareti güvenle yürütmek ve belli zamanlarda Kâbe’yi ziyaret
edebilmek için aralarında ‘Haram Aylar’ (savaşmanın haram kabul edildiği aylar)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
ihdas etmişler ve bu suretle rahat ve güvenle seyahat yapma imkânı elde
etmişlerdi. Yasağın ihlal edilerek bu aylarda harpler yapılmasından dolayı, Hz.
Peygamber’in gençliğin de Kureyşlilerin de katıldığı bir dizi harplere ‘Ficar Harpleri’
denilmiştir. Resulullah’ın bu harplere iştirakiyle ilgili farklı rivayetler vardır. Bunları
genel olarak şöyle değerlendirmek mümkündür. Ya onun çocukluk ve gençliğinde
tek bir harp olmuş veya Hz. Peygamber vuku bulan harplerden sadece birine iştirak
etmiştir ya da durum ve pozisyonuna göre, vuku bulan birkaç harbe iştirak etmiştir.
Çünkü bazı rivayetlerde onun savaş alanının gerisinde atılan okları toplayarak
amcalarına getirdiğinden bahsedilir. Bu durumda Resulullah çocuk yaşta olmalıdır,
yoksa bu iş, bir kabile toplumunda yetişkin bir genç için basit ve aşağılayıcı olabilir.
Yine bir başka rivayette ise ok veya mızrak kullandığından söz edilmektedir. Bu
durumda savaşa katılabilecek yaşta olduğu düşünülebilir. Hatta bu iki olay ayrı
zamanda meydana gelmiş olup, küçük olduğu bir savaşta ok, daha büyük olduğu
sonraki bir dönemde ise mızrak kullanmayı tecrübe etmiş olması muhtemeldir.
Hilfu’l-Fudûl Andlaşması
Resulullah (s)
gençliğinde katıldığı
‘Hılfu’l-Fudul’ için, yıllar
sonra, “bugün olsa aynı
işi yapar ve o
antlaşmaya iştirak
ederdim” demiştir.
Gençlik yıllarıyla ilgili diğer rivayet de, Allah Resulu’nun Hılfu’l-Fudûl
Antlaşması’na iştirak etmesi ve bu husustan bahsettiği sonraki yıllarda, “bugün olsa
aynı işi yapar ve antlaşmaya iştirak ederdim” diyerek, bu antlaşmayı övmesidir. En
çok kabul gören rivayete göre, Yemenli bir tüccarın getirdiği malı alan Âs b. Vâil,
ödemeyi yapmamış ve yapmayacağını da söyleyerek adamı terslemişti. Adam
malının karşılığını kesin olarak alamayacağını anlayınca, herkesin bulunduğu bir
sırada Kâbe’ye gidip feryat ve figanla durumunu anlatarak yardım istemiştir. Orada
bulunan herkes adama hem acımış, hem üzülmüş ve hem de utanarak, böyle bir
olayı yapanlardan bunun hesabını sormak gerektiği kanaatine varmışlardı.
Aralarında bazı aşiret lider ve ileri gelenleri ile Resulullah’ın da bulunduğu bir grup
insan, Abdullah b. Cüd’an’ın evinde toplanarak ne şekilde hareket edilmesi
gerektiği hususunda sözbirliği ettiler: “Mekkeli veya Mekke dışından gelmiş olan
herhangi bir insan, hangi sebeple olursa olsun zulme ve haksızlığa uğramış ise,
mazlumun hakkı geri alınıncaya kadar zalime karşı mazlumun yanında hareket
etmek” üzere yeminleştiler ve ilk icraat olarak Âs b. Vâil’den Yemenli’nin hakkını
alıp iade ettiler. Daha sonraki dönemlerde de bu kurum gerektiği durumlarda
benzer uygulamaları icra etmekten geri kalmamıştır.
Bundan sonraki dönemlerde Allah Resulu’nun yaptığı şey, rivayetlerde
herhangi bir detay olmamasına rağmen, ticarete devam etmesi ve bunun için de
gerektiği durumlarda Suriye, Yemen vb. yerlere gitmiş olmasıdır.
Hz. Hatice İle Evliliği
Bundan sonraki döneme ait rivayetler arasında sırasıyla zikredilecek olan,
öncelikle Resulullah’ın evliliğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Allah Resulu hakkındaki rivayetlerden onun bazı yeteneklerini, huylarını ve
karakterine ait birçok ipuçlarını yakalamaktayız. Risalet öncesi dönemde onunla
ilgili bize kadar ulaşan bilgilerden anlıyoruz ki, o şair değildir, çok konuşmayı
sevmez, kahraman değildir (mesela adı Hamza gibi Aslan avcısına çıkmamıştır),
Mekke’de lider konumda değildir. Ama peygamberlik öncesinde ve sonrasında dost
düşman, seven sevmeyen herkesin ittifakla söylediği ve itiraf ettiği bir yönü vardır
ki, o da ‘emin’ (güvenilir) olmasıdır. Bu durumun onun ticari hayatında lehine
kazanç sağladığını düşünebiliriz. Bu da onun hem kazançlı çıkmasına hem de
çevresini genişletmesine yol açmıştır.
Güvenilir olmasının sonuçlarından biri de Hz. Hatice ile olan evliliğidir. Hz.
Peygamberin ticari hayatıyla ilgili rivayetlerden çıkardığımız sonuca göre o, bazen
amcası ve kendi adına seyahate çıktığı gibi, bazen de başkaları adına ticaret yaptığı
oluyordu. Bir gün Mekke’nin zenginlerinden olup, ticari işlerini daha çok emrindeki
adamları ve vekilleri vasıtasıyla yürüten dul bir hanım olan Hatice bt. Huveylid’in
mallarını satmak için anlaştı. Yemen yolundaki Hubaşe’ye gidecekti. Resulullah bu
ticaretten büyük bir karla döndü ve bu anlaşmayı diğerleri takip etti. Hz. Hatice
yapılan ticaretten elde ettiği kârdan memnundu. Hatta Resulullah’la birlikte
yolculuk yapan kölesi Meysere’nin Resulullah hakkında anlattıklarını ve onunla ilgili
saygı ve övgü dolu ifadelerini de dinlemekten kendisini alamıyordu.
Zenginliği ve güzelliğinden dolayı şimdiye kadar yapılan birçok evlilik teklifini
reddeden Hatice, kendisinin de beğendiği ve uzaktan uzağa tüm hal ve
hareketlerini takip ederek soruşturduğu Hz. Muhammed’e evlilik teklifi yaptı. Bu
sırada genel kabul gören rivayetlere göre Hatice 40, Peygamberimiz ise 25
yaşlarındaydı. Resulullah da bu teklifi amcasıyla paylaşarak değerlendirdi ve kabul
etti.
Hz. Hatice validemiz,
Resulullah (s) için, bir
eş olmaktan çok daha
fazla bir şeydir.…
Mekke’de çok eşlilik yaygın olmasına rağmen Allah Resulu, Hz. Hatice’nin
vefatına kadar, ikinci bir eş almadı ve bu evlilikten dördü kız olmak üzere altı
çocuğu oldu. İlk doğan çocuk Kasım'dı ve Peygamberimiz, ondan dolayı ‘Ebu'lKasım’ künyesini taşırdı. Kasım iki yaşlarında vefat etti. Peygamberimizin ikinci
çocuğunun ismi Abdullah olup, Tayyib ve Tahir lakaplarıyla da anılır. Bundan sonra
Hz. Hatice'den ilk doğan kızı, Hz. Zeyneb idi. Zeyneb doğduğu zaman,
Peygamberimiz (s) otuz yaşında bulunuyordu. Zeyneb'den sonra, Rukiyye doğdu.
Hz. Rukayye doğduğu zaman, Peygamberimiz (s) otuz üç yaşında idi. Hz.
Rukayye'den sonra, Hz. Ümmü Külsûm doğdu. Hz. Ümmü Külsûm'dan sonra,
Kâbe’nin inşa edildiği yıl Hz. Fâtıma doğdu.
Bu evliliğin verdiği huzur ve mutluluk vefatına kadar, Allah Resulu’nun
ağzından düşmeyecek ve her zaman Hz. Hatice’den hayır ve minnetle
bahsedecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Hz. Hatice Resulullah’a olduğu kadar onun hısım ve akrabası ile sütanne ve
kardeşlerine de her fırsatta izzet ve ikramda bulunmaktan geri kalmamıştır.
Resulullah’a peygamberlik görevi verildiği zaman dört kızı hayatta idi. Fakat
evindeki çocuklar sadece bunlardan ibaret değildi. Daha evliliğinin ilk yıllarında Hz.
Hatice, satın aldığı Zeyd b. Harise adındaki köleyi Allah Resulu’ne hediye etti ve o
da onu azad ederek evlat edindi. Bundan başka diğer bir kişi de amcası Ebu Talib’in
oğlu Ali idi. Onun Allah Resulu’nün ailesine katılması şöyle olmuştur:
Resulullah’ın amcası Ebu Talib kalabalık bir nüfusa sahipti. Ailesinin geçimini
sağlamakta zorlanan Ebu Talib’in sıkıntı yaşadığını fark eden Peygamberimiz,
Mekke’nin zenginlerinden olan amcası Abbas'a, zaten yokluk içindeki Ebu Talib’e
iyice sıkıntı veren kıtlığın onun belini iyiden iyiye büktüğünü hatırlatarak, yardımcı
olmaları gerektiğini söyledi. Her biri birer çocuğunu yanlarına almakla onun yükünü
paylaşabileceklerini düşündüler. Durumu Ebu Talib’e açtılar. O da, "Akîl ve Talib'i
bana bırakın, diğerlerinden istediğinizi alın." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Hz. Ali'yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer'i yanına aldı.
Kâbe Hakemliği
Allah Resulu 35 yaşlarındayken binası yıpranan Kâbe’nin onarımı için
Kureyş’in bir teşebbüsünden ve Resulullah’ın da burada Hacerülesved’i yerine
yerleştirmesinden bahsedilir. Rivayetlere göre daha önceleri de Kâbe birkaç yangın
ve sel felaketine uğramış bir durumda olup yıllardır herhangi bir tamir
geçirmemişti. Esasen halk da onun bir tamir görmesini istiyordu; ama onları
engelleyen iki şey vardı. Birincisi tamir malzemesini temin edememek, diğeri ise,
bu mübarek ve kutsal binanın tamirine yeltenme cesaretini kendilerinde
bulamamak. İşte tam bu sıralarda Cidde’de karaya vurmuş büyük bir geminin
enkazının bulunduğu haberini aldılar. Aralarında yaptıkları kısa bir istişareden
sonra, malzemeyi satın alıp tamire başlamaya karar vererek dediklerini de yaptılar.
Tamirin önündeki engel çözülmüş ancak yıkım ve yapım işinde ihtilaf çıkmıştı.
Sonunda onu da çözerek, bu işleri kabileler arasındaki bir taksimatla hallettiler.
Hayırlı ve doğru bir iş yaptıklarını söyleyerek ve birbirlerini yıkım işine de ikna
ederek inşaata başladılar.
İnşaat yapımı huzur ve sükûnet içinde devam ederken duvarlar yükselmiş,
fakat Hacerülesved’in yerine konması işinin kim tarafından yapılması gerektiği
hususunda ihtilaf çıkmıştı. Bu husus ciddi bir şekilde tartışılmış, herkes gerilmiş ve
kavga yapacak hale gelmişti ki, içlerinden biri, ‘Kâbe’nin çevre kapısından ilk
girecek kişinin hakemliğini’ teklif etti. Herkes bunu kabul etti ve beklemeye
koyuldular. Derken kapıdan ‘Muhammedü’l-Emin’in girdiğini görünce memnun
oldular. Çünkü onun, emin ve adil biri olduğuna, doğru ve yerinde bir karar
verebileceğine kanaat getiriyorlardı. Nitekim ona teklif yapılınca, o herkesi
memnun eden bir karar vererek, genişçe bir yaygı getirilip, Hacerülesved’in de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
onun üzerine konmasını ve her kabilenin temsilcisinin yaygının bir kenarından
tutarak onu taşımalarını önerdi. Herkes bunu kabul ve icra edince, Hacerülesved’in
yerine konma işini de bizzat kendisi yaptı ve böylece herkes memnun oldu.
Yalnızlık Sevgisi ve Hıra’ya Çekilmesi
Bundan sonraki rivayetler, Allah Resulu’nün sebebini bilmediği bir biçimde
yalnız kalma arzusu duyması ve bunu gerçekleştirmek için de dedesi ve Mekke’deki
bazı insanların dağlara veya mağaralara çekildiği gibi bir mağaraya çekilmesi olayı
hakkındadır.
Rivayetlere göre 37-38 yaşlarında olduğu sıralarda Allah Resulu’nün
gönlünde uyanan ve sebebini bilmediği bir arzuyla yalnız kalmak istediğini ve derin
derin tefekküre daldığını görmekteyiz. Belki Mekkelilerin içinde bulundukları çok
karışık ve ibtidai dinî manzaradan sıkılıyor ve üzüntü duyuyordu; hayatın anlamını,
insanların neden yaratılıp kâinatın sonunda ne olacağını, bunca nimet ve varlığın
kimin için, neden ve nasıl yaratıldığını ve öldükten sonra ne olduğunu sormaya
başlamıştı.
Çok sık zuhur eden böyle günlerde Hz. Muhammed, Mekke’nin
kuzeydoğusunda ve 5 km.’lik mesafedeki ‘Cebelu’n-Nur’daki (Nur Dağı) ‘Gâr-ı
Hıra’ya (Hıra Mağarası) çekilerek kendini manevi murakabeye vermekteydi. Bu
tarzın dedesinden kaldığı ve belki de çocukluğunda bu mağaraya gelirken yanında
sevgili torununu da getirdiği ve Resulullah’ın da zihninde kalan bir uygulama
olduğu düşünülebilir. Bilhassa ramazan ayı boyunca yaptığı bu inzivaya çekiliş, çok
hoşuna gidiyor, onu ruhî ve manevî bir sükûn ve tatmine kavuşturuyordu. Burada
belki tefekkürün dışında bazı ibadetlerle de meşgul olduğu düşünülebilir, ama
bunların mahiyet ve biçimleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Rüyaları
İlk vahyin nüzulune
yakın zamanlarda, Allah
Resulu’nün (s) gördüğü
rüyalar, gündüz gibi
açığa çıkmaya
başlamıştı.
Yine Allah Resulu’nun 39 yaşından sonra müşahede ettiği hususlardan birinin
de, geceleyin gördüğü rüyaların ertesi gün aynen açığa çıkması ve kendisinin de
bunu fark etmesi olduğudur. Bunun ne sıklıkla ve nasıl olduğu hakkında detaylı bir
bilgimiz olmamakla beraber, Resulullah’ın bu duruma bir anlam veremediği veya
buna bir anlam yüklemediği anlaşılmaktadır. Ancak bu durumu, bu sürecin
sonunda aldığı ‘Risalet’ görevi ile irtibatlandıran bazı alimler, bu rüyaların ilk
vahiyler olduğunu veya ilk vahiylerin de rüya yoluyla gelmiş olduğunu
söylemişlerdir ki, buna katılmadığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü bu hali ne vahiyle
irtibatlandırmak doğrudur, ne de bizzat Allah Resulu’nün bu hususta bir beyanı
vardır. Bununla birlikte vahyin rüya yoluyla gelebileceğini söyleyen alimlerin
bulunduğunu da hatırlatmak istiyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
•
Bu inziva ve itikaflarının sonunda bir gece ‘vahiy’ hadisesi vuku buldu.
Ramazan ayının sonuna doğru son on gün içinde bir gece Cebrail ona
Allah’ın kendisini insanlara peygamber olarak seçtiğini bildirdi. O 40
yaşındaydı ve tarihler 610 yılını gösteriyordu.
Tartışma
İlk Vahiy
•Hz. Muhammed'in (s) Hicaz bölgesine Peygamber olarak
gönderilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Konuyu gerekçeleri ile
forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Bireysel Etkinlik
Hz. Peygamber’in (s) vahiy alışı, rivayetlerde ayrıntılı olarak bildirilmiştir.
Tarihî bir hadiseyi anlamanın yollarından biri de, o olayı zihnimizde hayal ederek
canlandırmak ve empati yaparak anlayabileceğimiz şekilde kurgulamaktır. Allah
Resulu’nün (s) vahiy alış sahnesini, biz de Hıra Mağarasına giderek ve onun halini
zihnimizde canlandırarak düşünebiliriz. Böyle bir süreci idrak edip anlayabilmenin
ve aynı şeyi diğer tüm tarihî hadiselere de uyarlamanın çok kere mümkün olduğu
akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü bunu yapacak kadar bol rivayete sahip
olduğumuzu düşünmekteyiz.
• Allah Resulu'nun (s), sizin en çok neyiniz olmasını
arzu ederdiniz? Empati ve hayalle düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
• Allah Resulu Hz. Muhammed'in (s) hayatının bilinmesi kadar, Kur'an-ı
Kerim'in de hakkıyla anlaşılabilmesi için 'Cahiliye Dönemi' diye
adlandırdığımız İslam öncesi dönemin bilinmesi gerekmektedir.
Burada 'cahiliye' kelimesi, 'bilgisizlik' anlamında değil, 'Araplar'ın
İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini' ve bilhassa
'şirklerini' ifade eden bir kavram olarak anlaşılmalıdır.
• Araplar esas olarak Hz. İbrahim (as) ve oğlu İsmail'i (as) tanımışlar ve
peygamber olarak kabul etmişlerdi. Bu yüzden tüm Hicaz bölgesi
Arapları için önemli şahsiyetler olarak konumlandırılmışlar ve
getirdikleri dini gelenekleri sürdürmüşlerdi. Bunların başında
Mekke'ye önem ve kişilik katan Kâbe gelmekteydi. Kâbe'nin tüm
Araplar'ca kutsal kabul edilmesi, buranın ziyaretine ve diğer taraftan
da, ticaret ve kültür merkezi olmasına yol açmıştı.
• Coğrafi konumu itibariyle hiç cazip olmadığı için herhangi bir saldırı ve
işgale uğramadan asırlarca asıl kimliğini ve konumunu korumuş, bu
durum da toplumda bilhassa şiir ve efsane gibi sözlü kültür
unsurlarının iyi bilinmesine ve çok güçlü bir kabile dayanılşmasına yol
açmıştı. Öyle ki, herkes kabilesine dayanmak ve yaslanmak zorundadır
ve bu dayanışmanın dışında da asla hareket etmesi beklenemez.
• Toplum bir yandan İbrahim ve İsmail Peygamberler'in (as) şeriat ve
gelenekleri kısmen sürdürürken, diğer yandan da zamanla bu
unsurlara şirk ve putperestlik karıştırmıştır. Hatta her kabilenin, her
evin ve neredeyse her şahsın putu vardı. Bir ve Yüce olan Allah'ı biliyor
ve kabul ediyorlar, ancak onun yanında kendilerine şefaat
edeceklerine inandıkları diğer varlıklara da tapmak suretiyle, Allah'ın
zat ve sıfatına eş ve eşit varlıkları kutsuyorlardı. Bunların arasında
putlar kadar, melekler ve çok sayıdaki yıldızlar da vardı. Ahirete
inanmıyorlar ve 'zaman'a özel bir güç ve kutsiyet yüklüyorlardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Özet
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
•Çok sayıdaki bu müşrikler yanında az sayıda da olsa Yahudi ve
Hıristiyan da vardı. Bunların bir kısmı yabancı kökenli olup köle ve
mevalidendi. Ayrıca o bölgeden olan ve toplumun dini geleneklerine
karşı çıktığı için 'Hanif' diye adlandırılan birkaç kişi de vardı ki, bunlar
Hz. İbrahim'in (as) dininin saflığını ve doğruluğunun arayıcıları olup ne
putlara taparlar, ne putlara kesilen kurbanların etinden yerler ve ne de
fısk ve günaha meylederlerdi.
•İşte Allah Resulu Hz. Muhammed (s) böyle bir ortamda doğdu ve
büyüdü. Ailesi, anne ve baba itibariyle Araplarca asil ve şerefli kabul
edilen bir aileden olup, Resulullah'ın doğumu ve ilk çocukluk yıllarında
Mekke'nin lideriydi. Dedeleri Mekke şehir ve halkına çeşitli hizmetler
etmiş ve toplum içinde saygın yer edinmiş bir aileydi. Mekke şehri,
Kâbe merkezli çeşitli görevleri üstlenmiş ailelerce yönetilir ve her aile
(kabile), yönetimde ortak hakka sahiptir. Ancak bu hakkı kabilesinin
gücü, nüfuzu ve zenginliği oranında kullanabilirdi.
•Mekke, Rebiülevvel ayının 12’sinde (20 Nisan 571), dünyanın kaderini
değiştirecek ve kıyamete kadar kendinden övgüyle söz ettirecek bir
şahsın doğumuna şahit oldu. Kırk yaşında peygamberlikle
görevlendirilecek Muhammed adı verilen bu bebeğin babası Abdullah,
doğumundan önce ölmüştü. Araplardaki geleneğe göre doğumdan
hemen sonra Beni Bekr kabilesinden Halime adlı bir kadına süt çocoğu
olarak verildi ve yaklaşık olarak 4-5 yaşına kadar orada kaldı. 6 yaşında
da annesini kaybeden Muhammed (s), vefatına kadar dedesinin sevgi
ve himayesinde büyüdü. Mekke'nin lideri olan dedesi Abdulmuttalib,
torununa özel bir ihtimam gösterir ve onu yanından ayırmazdı. Ancak
iki yıl sonra vefat etmeden önce, torununu büyük oğlu ve
Muhammed'in (s) öz amcası Ebu Talib'e emanet etti.
•Amcasının yanında ve onun çocuklarıyla birlikte büyüyen Muhammed
(s), amcasının mesleğini edindi ve genç yaştan itibaren ticaretle meşgul
oldu. Bu ticareti esnasında Şam'dan Yemen'e kadar birçok yeri görüp
tanıma imkânı buldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ödev
Özet
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
• Ticaret hayatı esnasında onun, kabilesi ve Mekke toplumuyla
münasebetleri de son derece olumlu olup, kişilik ve dürüstlüğüyle
tanınmış, 'Emin (güvenilir) Muhammed' anlamında 'Muhammedü'lEmin lakabını almıştı. Herkes tarafından sevilip güvenilen bir kişi
olmak, onun hem Hz. Hatice ile olan evliliğinde ve hem de Kâbe'nin
tamiri esnasında Hacerül Esved'in yerine konmasında belirleyici
olacaktır.
• Hz. Muhammed (s), kabilesinin bir üyesi olarak, cereyan eden birtakım
olayların içinde de yer almıştır. Mesela Ficar savaşları denen ve
çocukluk ve gençlik çağlarında vuku bulan harplere iştirak ederek
yaşına ve durumuna göre pozisyon almıştır. Yine daha sonraki
dönemlerde hakkında övgüde bulunduğu 'Hilfu'l-Fudûl' denen ve hakkı
yenenleri ve ezilenleri koruma ve kollama işini üstlenen bir cemiyette
fiili olarak yer almıştır.
• Hz. Peygamber'in Hz. Hatice ile olan evliliğinden 6 çocuğu olmuş,
Araplardaki çok eşlilik geleneğine rağmen, Hz. Hatice ölünceye kadar,
Allah Resulu başka bir kadınla evlilik yapmamıştır. Bir eş olduğu kadar,
arkadaş, danışman, yardımcı ve koruyucu da olan Hz. Hatice, Allah
Resulu'ne 'ilk inanan' kişi olarak da tarihe geçmiştir.
• Allah Resulu Hz. Muhammed (s), 40 yaşlarına doğru içinde yanlızlık
sevgisi ve yanlız kalma hissi duymuş ve bunu gidermek için de Mekke
yakınlarındaki Nur Dağında yer alan 'Hıra Mağarası'na gidip gelmeye
başlamıştır. Öyle ki, yanına bir miktar azık alır, o yiyecek bitinceye
kadar, günlerce bu mağarada kalır, tefekkürle vaktini geçirirdi.
• İşte böyle bir vakitte, yalnız başına mağarada tefekkürle meşgulken
Cebrail gelerek kendisine 'Peygamberlik Görevi'nin verildiğini
söylediğinde, kendisi 40 yaşındaydı ve tarihler 610 yılını gösteriyordu.
• Allah Resulu'nun zamanında mı yaşamak isterdiniz,
yoksa onun mu şimdi yaşamasını isterdiniz? Her ikisi
de olamayacağına göre, kendi durumunuzu ifade eden
algıyı, yani onun tebliğini kendi dünyanıza taşımayı 200
kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Terim olarak ‘cahiliye’, aşağıdakilerden hangisine karşılık gelmektedir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Okuma yazma bilmeme
b) Cehalet içinde yüzme
c) Arapların İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkileri
d) Arapların İslamiyet gelmeden önceki dinlerinin adı
e) Hz. Peygamber’e kadar geçen zaman dilimi
2. Mekkelilerin ahiret inancı açısından aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Çoğu Ahirete inanırlardı.
b) Ahiret yerine ‘zaman’ın her şeyi halleden bir gücü olduğuna inanırlardı.
c) Reenkarnasyona inanırlardı.
d) Ahireti hiçbir zaman duymamışlardı.
e) Azı ahirete inanmazdı.
3. Hz. Peygamber’in nesbî kimliğini aşağıdakilerden hangisi daha iyi ifade eder?
a) Asil, hür, Kureyş
b) Arap, Adnani, Kureyşi, Haşimi
c) Abdullah’ın oğlu
d) Mekki, hür
e) Muttalibi, Kureyşi , Mekki
4. Hz. Peygamber’in sütannesi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Kureyş-Halime
b) Kureyş-Fadime
c) Sa’d-Halime
d) Bekr-Şeyma
e) Kureyş-Ümmü Eymen
5. Ficar harpleri ne zaman olmuştur?
a) Hicretten sonra
b) Peygamberimizin çocukluk ve gençliğinde
c) Peygamberimizin doğumundan çok önce
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
d) Fil olayının akabinde
e) Vahiy almaya başladıktan sonra
Cevap Anahtarı:
1.c 2.b 3.b 4.c 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasî, Düşünce Kitabevi, Bursa 2004.
Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi (I) Hz. Muhammed (sav) Dönemi, Ensar
Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009.
Azimli, Mehmet, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yay. Ankara 2010.
Belâzurî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir, Ensâbu’l-Eşrâf, Mısır 1379/1959.
Berki, Ali Himmet-Osman Keskinoğlu, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı,
DİB Yay., Ankara 1966.
Çağatay Neşet. İslâm Dönemine Dek Arap Tarihi, Ankara 1993.
Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet” maddesi, DİA, III,453-455.
Dahlan, Ahmed Zeynî, Sîretü’n-Nebî, Beyrut, tsz..
Derveze, İzzet, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammedin Hayatı I-III, çev.: Mehmet Yolcu,
Ekin Yay., 3. Baskı, İstanbul 1988.
Diyârbekrî, Hüseyin b. Muhammed b. Hasan, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs III, Beyrut tsz..
Esed, Muhammed, Kur’ân Mesajı, Meal-Tefsir, çev.: C. Koytak-A. Ertürk, İşaret Yay.,
6. Baskı, İstanbul 2004.
Ezrakî, Ebû’l-Velîd Muhammed b. Abdillâh, Ahbâru Mekke ve mâ Câe fîhâ mine’lÂsâr, Mekke 1385/1965.
Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti) I-II, çev. Salih Tuğ,
İrfan Yay., 5. baskı, İstanbul 1990.
Hamidullah, Muhammed, “Hilfü’l-Fudûl” maddesi, DİA, XVIII,31-32
Heykel, M. Hüseyin, Muhammed, Hz. Muhammed’in Hayatı I-II, çev. Vahdettin
İnce, Yöneliş Yay., İstanbul 2000.
Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi I-IV, çev. SalihTuğ, İstanbul 1980
Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi-İlk Dönem, 5. Baskı, Ankara Okulu Yay., Ankara 2006.
İbn Habib, Ebû Ca’fer Muhammed b. Habîb b. Ümeyye Bağdâdî, Kitâbu’lMünemmak fi Ahbâri Kureyş, Beyrut 1405/1985.
İbn Hacer, el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddin Ahmed b. Ali, el-İsâbe fî Temyîzi’sSahâbe, Kahire 1358/1939.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî, Cevâmi’u’s-Sîreti’nNebeviyye, Mısır tsz..
İbn Hazm, Cemheretu Ensabi’l- Arab, Beyrut 1983
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Eyyûb el-Himyerî, es-Sîretü’nNebeviyye, Beyrut 1391/1971.
İbn İshâk, Ebû Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr, Sîre, Konya 1981.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed, Zâdü’l-Me’âd fî
Hedyi’l-Hayri’-l-’İbâd, Mısır 1390/1970.
İbn Kelbi, Putlar Kitabı-Kitabu’l- Asnam, çev. Beyza Düşüngen, Ankara 1969
İbn Kesîr, İmâmüddin İsmâil b. Ömer, Ebü’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut
1386/1966.
İbn Kesîr, İmâmüddin İsmâil b. Ömer, Ebü’l-Fidâ, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut
1396/1976.
İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed ez-Zührî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut
1380/1960.
İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddin Muhammed b. Muhammed, ‘Uyûnü’l-Eser fî
Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, Beyrut tsz..
İbnü’l-Esîr, İzzeddun Ebû’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Abdi’l-Kerim eşŞeybânî, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965.
İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’ân, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yay.,
İstanbul 2008.
Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam I-IX, Bağdad 1993
Kâdî İyâd, Ebû’l-Fadl İyâd b. Mûsâ b. İyâd el-Yahsubî, eş-Şifâ bi-Ta’rîfi Hukûki’lMustafâ, Kahire tsz..
Köksal, Mustafa Asım, İslam Tarihi I-XVIII, Şamil Yay., İstanbul 1987.
Lıngs, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. Nazife Şişman), İnsan Yay.
Mahmud Esad (Seydişehrî), İslâm Tarihi, Tarih-i Dîn-i İslâm, yay. haz. A. L. KazancıO. Kazancı, İstanbul 1983
Mes’ûdî, Ebû’l-Hasen Ali b. Hüseyin, Murûcu’z-Zeheb, thk. Yusuf Es’ad Dâğir, 2.
Baskı, Kum 1404/1984.
Müslim, Ebû’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc, Sahîh, İstanbul 1329/1911.
Palabıyık, M. Hanefi, “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında Okuma-Yazma
Faaliyetleri”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesi. Dergisi, Erzurum, 2007, sayı: 27, ss.
31-68.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Sarıçam, İbrahim, Başlangıçtan Abbasilere Kadar Emevî-Haşîmî İlişkileri, Ankara,
1997.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2001.
Suyûtî, Ebû’l-Fazl Celâlüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Hasâisü’l-Kübrâ, Kahire
1387/1967, I,312-314 (çevirisi: İmâm Suyûtî, Olağanüstü Yönleriyle
Peygamberimiz-el-Hasâisu’l-Kübrâ I-III, çev. Naim Erdoğan, thk. ve red.: Muharrem
Tan, Gerçek Hayat Yay. (İz Yay.), İstanbul 2003.
Süheyli, Ebû’l-Kasım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed, er-Ravdu’l-Ünüf, Mısır
1332/1913.
Şâmî, Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, Sübülü’l- Hüdâ ve’r- Reşâd fî Sîreti Hayri’l‘İbâd I-XIV, thk. Adil Ahmed Abdulmevcûd-Ali Muhammed Mu’avvez, Dâru’lKütübü’l- ‘İlmiyye, Beyrut, 1414/1993.
Şibli, Mevlana, Asr-ı Saadet I-V, çev. Ö. Rıza Doğrul, Eser Yay., İstanbul 1977-1978.
Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., 2.
baskı, İstanbul 2008.
Taberî Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Mısır
1326/1908.
Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vâdıh el-Kâtip, Târîhu’l-Ya’kûbî, Necef
1358/1939.
Zehebî, Ebû Abdillah Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Târîhu’l-İslâm IVI, Siyer I, çev. Muzaffer Can, Cantaş Yay., İstanbul 1994-2002.
Zeydan, Corci, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi, (Çev. Z. Megamiz), İstanbul 1328.
Zübeyrî, Ebû Abdillah Mus’ab b. Abdillah b. Mus’ab, Nesebu Kureyş, Kahire
1373/1953.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
• İlk vahiy
• Fetretü'l-vahiy
• İlk namaz
• İslam'a davet ve ilk müslümanlar
• Hz. Ali'nin müslüman oluşu
• Açık davetin başlaması
• Daru'l-Erkam'a geçiş
• Müşriklerin ilk tepkileri
• Baskı ve işkenceler
• Müşriklerin uzlaşma teklifleri
• Hz. Hamza'nın müslüman oluşu
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HZ MUHAMMED’İN
PEYGAMBERLİĞİNİN İLK YILLARI,
İLK MÜSLÜMANLAR VE İLK
TEPKİLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Hz. Peygamber'in ilk vahyi alışını kavrayabilecek
• İslam davetinin ilk aşamalarını izleyebilecek
• İlk müslümanları tanıyabilecek
• İslam'ın zuhurunda çekilen sıkıntıları
değerlendirebilecek
• Müşriklerin tepki ve baskılarıyla müslümanların
karşı duruşlarını kavbileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
3
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
GİRİŞ
Herhangi bir insanın zihninin tamamen silinmesi veya hafızasının geri
gelmesi anında duyulup hissedilen ne ise, herhâlde hidayet ve yeni bir dinle
başlangıç yapma da aynı olmalıdır. Allah’ın neden, ne durumda, ne zaman, niçin,
nereye ve nasıl vahyi göndererek tarihin akışını değiştirmeyi murat ettiği
bilinmemekte, âlimler bu hususta ancak Allah’ın peygamber göndermedeki
hikmetini anlamaya çalışmaktadırlar. Ayrıca Yüce Allah’ın Mekke’de Hz.
Muhammed’e Arapça bir kitabı indirmesinin sebepleri de belli değildir. Ancak
Allah’ın, Peygamberi’nin durumuna bağlı olarak, onun bulunduğu yer olan
Mekke’yi seçtiğini ve Kitabını da onun dili olan Arapçayla gönderdiğini söylemek
mümkündür. Acaba Hz. Allah neden bu tarihi tercih etmiştir, bu da belli değildir.
Tüm bu konularda hikmet adına çeşitli araştırma ve spekülasyonlar yapılmış
olsa da sonuçta elimizde, vakıa ile karşı karşıya olduğumuzun bilinci kalmaktadır.
Ancak şunu unutmamalıdır ki, buna rağmen geliştirilen birçok teori öne sürülmüş
ve bu teoriler üzerine inşa edilen bir ‘İslam Düşüncesi’ geleneği ve medeniyeti
oluşmuştur.
Genel anlamda nübüvvet (risâlet), insanların dünya ve ahiretle ilgili
ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla Allah ile insanlar arasında yapılan elçilik
görevidir. Elçi olarak seçilen kişi, Allah’ın vahiy yoluyla öğrettiklerini, emirlerini ve
yasaklarını insanlara ulaştırma görevi almıştır. Bu kişiye nebi ve resul denmektedir.
Hz. Muhammed Allah’ın insanlara gönderdiği ilk peygamber değildir ve kendisine
gelinceye kadar, daha çok sayıda peygamberler gönderilmiştir. Gönderilen
peygamberlerden bir kısmı kitap getirmiştir ve diğer bir kısmı ise kitaplı değildir.
Kur’an’ın kendilerinden bahsettiği peygamberler, çoğunlukla Hicaz bölgesinde
bilinen ve iyice tanınıp haberdar olunan peygamberlerdir.
İslam kültürü ve düşüncesine göre, Hz. Muhammed (s) peygamber olarak
gönderildiği sıralarda, başta Yahudiler ve Hıristiyanlar olmak üzere, çeşitli dinî ve
sosyal gruplar arasında bir peygamberin yakınlarda çıkmak üzere olduğu inancı
hâkimdi. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, Allah
tüm peygamberlerden kendilerinden sonra gelecek olan peygamberi
müjdelemeleri ve ona iman etmeleri hususunda söz almıştır. (Âl-i İmran/3: 81) Bu
yüzden her peygamber kendilerinden sonra gelecek olanı müjdelemiştir. Hz. İsa
(as) da Hz. Muhammed’i (s) müjdelemiştir. İşte Resulullah’ın gelişinin Ehl-i Kitap
tarafından bilinmesinin sebebi budur. İkincisi ise, Kitap Ehli’nin bildirdikleri dışında,
kendilerine itibar kazandırmak isteyen çeşitli yerlerdeki kâhinler/arrâflar,
tarafından da yakında bir peygamberin geleceğinin bilgisi anlaşılmış ve yayılmaya
başlamıştır. Bunu, Mekke’de yaşayan hanifler hakkında bilgi veren çeşitli
rivayetlerde de görmekteyiz. Mesela “… Gelmesi yakın olan ve gölgesi üzerimize
düşen peygambere inananlara ne mutlu! …” diyen Kus b. Saîde’nin Ukaz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
panayırında verdiği nutku, gençlik yıllarında Allah Resulu de dinlemiş ve ondan
övgüyle bahsetmiştir.
Rivayetlere göre, Kitap ehli, gelecek peygamberin fizikî ve sosyal vasıflarını
biliyorlardı. Hatta bu iddianın desteklenmesi için, klasik ve çağdaş kaynaklarda
anlatılan çok sayıda rivayet vardır. Bu iddiaların bazı tezahürleri Allah Resulu’nün
risaletinin bilhassa Medine döneminde Yahudilerle olan münasebetinde kendini
gösterecektir.
RİSALET DÖNEMİNİN BAŞLAMASI
İlk Vahiy
Önceki ünitede Hz. Muhammed’in (s) 40 yaşlarına geldiğinde yalnızlığı
sevdiğinden ve bunun için de Hira Mağarasına çekildiğinden, orada tefekkürle ve
tedebbürle meşgul olduğundan söz etmiştik. İşte bu inziva ve itikâflarının sonunda
bir gece ‘vahiy’ hadisesi vaki oldu. Ramazan ayının sonuna doğru bir gece (son on
gününün herhangi bir veya 27. gecesinde) Cebrail ona, Allah’ın, kendisini insanlara
peygamber olarak seçtiğini bildirdi. İkrâ suresinin ilk beş ayetini tebliğ etti. Böylece
nübüvvet dönemi başlamış oluyordu.
Resulullah Hira
Mağarasındayken,
vahiy meleği Cebrail
gelerek, ona “oku!”
der... Böylece Risalet
başlamış olur.
Allah Resulu’nün vahiy alışının bu ilk anını, kabul edilen rivayetiyle vererek
değerlendirmek istiyoruz: “Hz. Peygamber mağaradayken (veya uyurken) birden
bir varlığın kendisine yaklaştığını görmüştür. Vahiy meleği Cebrail olduğunu
sonradan anlayacağı bu varlık, bir kitapla gelip Hz. Peygamber’e (s), “oku!” der.
Allah Resulu (s), “Ben okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s), takati
kesilinceye kadar sıkar ve bırakır. Öyle ki, Allah Resulu bununla kendisinin öleceğini
zanneder. Bundan sonra Cebrail Allah Resulu’ne, “Oku!” der. Allah Resulu (s) yine,
“Ben okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s) tekrar nefesi
kesilinceye kadar sıkar ve bırakır. Allah Resulu (s), yine bununla kendisinin öleceğini
sanır. Sonra, Cebrail Allah Resulune yine, “Oku!” der. Allah Resulu (s), Cebrail’in
sıkmasından kurtulmak için, “Neyi okuyayım!” diye sorunca, Cebrail, Alâk suresinin
başındaki beş ayeti okur ve gider. Cebrail ayrılıp gittiği zaman, o ayetler Allah
Resulu’nün (s) zihnine yazılmış gibidir.
Allah Resulu (s) çok korkmuştu. Mağaradan ayrılıp hızla evine gitmek için
Hira dağının ortasına geldiği zaman, gökten bir ses işitti: “Ey Muhammed! Sen,
Allah’ın Resulu’sün; ben de Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulu (s), başını kaldırıp
bakınca, Cebrail’i, ayaklarını göğün ufkuna basmış bir insan suretinde gördü! “Ey
Muhammed! Sen, Allah’ın Resulu’sün; ben de, Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulu
(s) duraklamış, ona bakakalmıştı. Ne bir adım ilerleyebiliyor, ne de
gerileyebiliyordu. Cebrail’i görmemek için, yüzünü göğün ufuklarından ne tarafa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
çevirip baksa, hep onu öylece görüyordu! Cebrail’in sesi, Allah Resulu’ne (s) kâh
gökten, kâh yerden, kâh ağaçtan, kâh dağdan geliyordu.”
Rivayetlere göre Allah Resulu’nün Cebrail’i aslî suretiyle gördüğü yerlerden
biri burasıdır. Bu anlatıya göre, Resulullah, mağaradayken Cebrail kendisine, “Oku
(yani duyur)” demek suretiyle “Risaletle görevlendirildiğini duyurmasını” istemiştir.
Hz. Peygamber de “Ben okuma bilmem” derken “Neyi duyuracağını bilmediğini”
ifade etmek istemiştir. Sonunda Hz. Peygamber, ilk anda pek anlam verememişse
de Cebrail’le olan münasebetini anlamış ve ilk nazil olan ayetleri kavramıştır.
Hz. Peygamber ciddi bir telaş ve ürperti içerisinde evine girdiğinde, Hz.
Hatice bir şeyler olduğunu anlamış, ancak Resulullah’ın “üzerimi ört, biraz uyumak
istiyorum” demesi üzerine bir şey sormamıştır. Resulullah uyanınca başından
geçenleri sevgili eşine anlatmış ve endişelerini bildirmiştir. Buradaki konuşmalar,
son derece önemli ve birçok durumu aydınlatıcıdır. Resulullah, “Ben
mağaradayken, bana bir şey uğradı, onun cin veya başka bir şey olmasından
korkuyorum. Bilirsin zaten kâhin ve büyücülerden nefret ederim, bana da bir şey
musallat olmasın?” diyerek, sözlerini bağlayınca, eşi, “hayır!” dedi ve daha sonra
“Sen etrafına karşı iyilik yaparsın, herkese karşı hayırlısın, akrabanı gözetir, yolda
kalmışa, yoksula ve düşküne el atarsın. Allah sana bir zarar vermez Bence hiç
endişelenme!” diyerek kocasını teselli etti.
Allah Resulu ertesi gün işine gücüne dönünce Hz. Hatice, Hıristiyan olan ve
Tevrat ve İncil’i iyi bilen yakın akrabası Varaka b. Nevfel’e giderek Resulullah’ın
anlattıklarını ona olduğu gibi anlattı. Anlatılanları dikkatle dinleyen Varaka,
“anlattıklarından anlaşılan şudur” dedi ve devam etti: “Muhammed’e Cebrail
gelmiş ve onu peygamberlikle görevlendirmiştir. Ona gelen daha önce Musa ve
İsa’ya da gelmişti.” Daha sonra, Hz. Muhammed’le görüşünce, Hz. Hatice’nin
anlattıklarını bizzat onun ağzından da dinledi ve Hz. Muhammed’e, “keşke kavmin
senin yerinden yurdundan çıkardıklarında yanında olsam da sana destek
olabilsem” dedi. Allah Resulu bu ifadeyi şaşkınlıkla karşılamış ve “kavmim beni
yurdumdan mı uzaklaştıracak?” diye sormaktan kendini alamamıştır. Bunun
üzerine Varaka, “evet! bu, tüm peygamberlerin başına gelmiştir!” diyerek cevap
vermiştir.
Vahyin İnişinin Kesilmesi (Fetretü’l-Vahy)
Hz. Muhammed (s) olanları anlamlandırmaya çalışırken Cebrail’in yeniden
kendisine gelmesini beklemeye başladı. Olay Mekke’de duyulmuş, fakat Cebrail de
bir daha görünmez olmuştu. Bu durum Hz. Peygamber’i çok üzmüş, ümitsizliğe
düşürmüş ve yaşadığı tecrübenin söylenen ve düşünülenden farklı bir şey
olabileceği endişesini taşımaya başlamıştı ki, üç ay kadar devam bu aradan sonra
Cebrail yeniden geldi ve kendisine bir daha kesilmemek üzere Kur’an’ı vahyetmeye
başladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Hira Mağarasında ilk
vahiy alıştan sonra, üç
ay boyunca vahiy
kesilmiştir. Buna
‘Fetretü’l-Vahy’
denmektedir. Vahiy, bu
hadise dışında aralıksız
23 yıl devam etmiştir.
Bazı rivayetler vahyin üç yıl kadar kesildiğini ve bu esnada Allah Resulu'nün
iyice vahye hazırlatıldığını ifade ederler. Bunu kabul etmek uygun
görünmemektedir. Çünkü üç yıl çok uzun bir süre olarak, risalete hazırlanmayı
değil, bilhassa yaşanan tecrübenin anlamını yitirmesine ve unutulup ciddiye
alınmamasına sebebi olması daha muhtemeldir. Ayrıca bu üç yılın ‘gizli tebliğ’
faaliyetinin üç yıl sürmesiyle karıştırıldığını düşünüyoruz, çünkü süre itibarıyla 3 yıl
fetret ve 3 yıl da gizli tebliğ dönemi altı yıl eder ki, bu süre sonunda yani 6. yılda
başlayan Habeşistan’a Hicret’in gerekçesi olan işkence ve baskıya zaman
kalmamaktadır. Yani en azından hicrete gerekçe olacak birkaç yıla daha ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu gerekçelerle fetretü’l-vahyin çok kısa sürdüğünü, ancak merak
ve endişe doğuracak kadar da devam ettiğini kabul etmelidir ki, bunu ifade eden
‘üç ay’ rivayetleri makul ve tercihe şayan görünmektedir.
Rivayetlere göre, Allah Resulu, belki yeniden gelir ve görürüm diye Hira
mağarasına gittiği bir sırada Cebrail’i, yine gökyüzünü kaplamış bir hâlde görmüş ve
aynı şekilde korkuya kapılarak evine gelmiş ve evde üzerini örterek yatmıştı. İşte
bundan sonra gelen vahiyle artık görevine başlamıştır. “Ey örtüye bürünen!” diye
başlayan Müzzemmil ve Müddessir surelerinin ilk ayetleri nazil olmuştur.
Resulullah kendisine gelen bu vahiyleri anlamaya ve kavramaya, verilen
talimatları da ifaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ancak zaten hemen inen
bu ayetler onu göreve de davet ediyordu:
“Ey örtülere bürünen (insan)! Gece biraz ilerleyince (namaz için) kalk;
gece yarısı -biraz önce ya da sonra- (kalk) ve ağır ağır, duyarak Kur'an oku. Biz
sana (sorumluluğu) ağır bir mesaj tevdi edeceğiz; (ve) gerçek şu ki, gece vakti
zihin daha zinde ve güçlü olur ve okuma daha da berraklaşır, halbuki gündüzleri
seni meşgul edecek yığınla iş var, ama (hem gece hem gündüz) rabbinin adını
an ve bütün varlığınla kendini O’na ada. (O’dur) doğunun ve batının rabbi;
O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse, kaderini belirleme gücünü yalnız O’na izafe
et, halkın (senin aleyhinde) söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan
uygun şekilde uzaklaş.” (Müzzemmil/73: 1-10)
“Sen ey (yalnızlığına) bürünmüş olan! Kalk ve uyar! Rabbinin
büyüklüğünü ve yüceliğini an! Öz benliğini temiz tut! Ve bütün pisliklerden
kaçın! İyilik yapmayı kendine kazanç aracı kılma, ama sabırla Rabbine yönel.”
(Müddessir/74: 1-7)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İlk Namaz
Namaz, daha vahyin
gelişinin ilk başında ve
sabah ve akşam olmak
üzere günde iki vakit
olarak kılınmaya
başlamıştır.
Şüphesiz namazı ve abdesti emreden ayetler daha sonra nazil olmuştur. Yani
abdest ve namazın farz kılınması daha sonradır. Bununla birlikte, yeni dinin ibadet
biçiminin uygulanmasının mahiyeti hakkındaki rivayetlere göre Cebrail bir gün Hz.
Peygamber’e gelerek, abdest almayı, Allah’a ibadet için namazı nasıl kılacağını
öğretmiş ve böylece sabah ve akşam vakitlerinde namaz kılınmaya başlamıştır.
Burada şunları hatırlatmak istiyoruz: Namaz, ayetlerden anlaşıldığına göre, Allah’ın
göndermiş olduğu tüm dinlerin ortak ve aşikâr ibadetidir (Bakara/2: 83, 125;
Maide/5: 12; Yunus/10: 87; Hud/11: 87; Lokman/3 1:17; Beyyine/98: 5). Oruç ve
sadaka da böyledir. Diğer yandan cahiliye döneminde bilhassa Haniflerin namaz
kıldıklarına dair rivayetler de vardır. Hatta bazı rivayetlere göre Allah Resulu, Hira
mağarasında tefekkürle beraber ibadet de etmekteydi ve bu ibadeti namazdı.
Zaten namazla ilgili tüm ayetler incelendiğinde görülecektir ki, içeriklerinde
namazın biçimi hakkında herhangi bir detay yoktur. Bu da namazın o toplumda
iyice bilindiğinin ve hatta icra edildiğinin göstergesidir. Ayetlerdeki emir ise, işin
farziyyet tarafıdır, namazın bilinip bilinmediğiyle alakalı değildir.
Ayrıca ilk dönem ayetlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Resulullah’tan sürekli
Kur’an’ı okuması emredilmektedir ve namazdaki okuma da bu okumanın bir
parçasıdır. Yani neredeyse ‘okumak için namaz’, ‘namaz için okumak’ önem
kazanmıştır. Ayrıca ibadet esnasındaki okumanın da, Kur’an’ın muhafazasını
sağladığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Resulullah her aldığı vahyi ezberleyebilmek için
bir yandan yüksek sesle tekrar ederken, akabinde de aldığı vahyi etrafındakilere
tebliğ eder ve kâtiplerine de yazdırırdı. Yine inen ayetleri hem namazlarında okur
ve okunmasını emreder hem de bazılarına ezberlemelerini emrederdi. Bütün
hayatı boyunca hem vahyedilenlerin muhafazası, hem de tebliğ vazifesinin ifası için
bu usulü devam ettirdi.
İSLAM’A DAVET VE İLK MÜSLÜMANLAR
Allah Resulu, peygamberlikle görevlendirildikten sonra, etrafındakilere
öncelikle sessiz sedasız bir şekilde aldığı emirleri tebliğ etmeye başladı. Bu
faaliyetini Allah Resulu, vefatına kadar devam ettirmiş, yüksek bir vazife şuuru ve
bilinciyle her durum ve fırsatta insanları Allah’ın dinine çağırmıştır. Bu çağrı, yapı ve
özellikleri itibarıyla birkaç safhaya ayrılabilir. Bi’setin Mekke dönemini üç kısma
ayırarak incelemenin uygun olacağını düşünüyoruz. Birinci kısım risaletin
başlangıcından Habeşistan’a hicrete kadar, ilk beş yıl; ikinci kısım Habeşistan’a
hicretten Taif seferine kadar, ikinci beş yıl, yani bi’setin onuncu yılına kadarki
dönem; üçüncü kısım ise Medine’ye hicrete kadar olan üç yıllık dönemdir. Birinci
dönemi ‘doğuş ve başlangıç dönemi’; ikinci dönemi ‘direniş ve var oluş dönemi’;
üçüncü dönemi ise ‘varlığı sürdürme ve arayış dönemi’ olarak adlandırmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
mümkündür. Tabii başka türlü tasnif ve isimlendirmeler de yapılmıştır. Mesela ‘gizli
davet dönemi’, ‘acıma ve alay dönemi’, ‘işkence ve baskı dönemi’, ‘yeni yurt arayışı
dönemi’ şeklindeki yaklaşım yerleşmiş bir tasnif olarak kabul edilebilir. ‘Yıldan yıl’a
yapılan tasnifler de vardır: ‘Bi’setin birinci yılı’, ‘bi’setin ikinci yılı’ … gibi. Konumuz
itibariyle Doğuş ve Başlangıç Dönemi (Gizli Davet Dönemi) safhasını da iki kısma
ayırmak mümkündür. İlki ‘doğuş/gizli davet’ dönemidir ki, üç yıl kadar sürmüştür.
Daha sonra ‘yürüyüş/aleni davet’ dönemi gelmektedir ki, o da iki-üç yıl sürmüştür.
Doğuş ve Başlangıç Dönemi (Gizli Davet Dönemi)
Gizli davet, hiç kimsenin duymayacağı şekil ve tarzda yapılan bir davet
anlamında değildir. Öyle olsaydı, zaten kimsenin Müslüman olması mümkün
olmayacaktı. Burada kastedilen aşağıda temas edeceğimiz üzere, Allah Resulu'nün
aşikâr bir şekilde herkesi her yer ve zeminde toplu olarak imana davet
etmemesidir. Burada birebir ilişkiyle, tanıdık ve bildiklere, dostlara ve yakınlara
tebliğde bulunulmaktadır. Öyle ki kısa süre içerisinde herkes Hz. Muhammed’in
‘peygamberlik iddia ettiği’ni duymuş ve ona göre farklı yaklaşımlar başlamıştı.
Mesela kimi yaptıklarından dolayı onu kınıyor; kimi hastalandığı veya cinlerin
kendisine musallat olduğu düşüncesiyle ona acıyor ve hâline üzülüyor; kimi de onu
ve etrafındakileri kendisinden uzak tutmaya çalışırken, Resulullah’la alay ediyordu.
Buna rağmen gerek Resulullah’a ve gerekse diğer müminlere bir şey
demiyor, onları hiçbir şekilde ciddiye almıyorlardı. Sadece, “demek Muhammed
göklerden haber getiriyormuş ha!” diyerek gülüp geçiyorlardı. Hz. Peygamber bu
sıralar çok kez Kâbe’de namaz kılıyor ve hiç kimse onun namazına engel
olmuyordu. Namazını bazen Hz. Hatice ve Hz. Ali ile birlikte kıldığı da olurdu, ama
kimse bir şey demezdi.
Örnek olarak Afif el-Kindî’nin anlattıklarını hatırlayalım: “Ben ticaretle
uğraşan bir kişi idim. Hac günlerinde Mekke’ye varmış ve Abbas’la görüşmüştüm.
Onun yanında oturmakta iken, bir adam çıkıp Kâbe’ye yönelerek namaz kılmaya
başladı. Arkasından bir kadın daha çıkıp onunla birlikte namaz kıldı. Derken bir
çocuk daha çıkarak onunla birlikte namaz kılmaya başladı. Bunu görünce, “ey
Abbas, bu yeni din de ne oluyor?” diye sordum. Abbas: “Bu kardeşimin oğlu
Muhammed b. Abdullah’tır. ‘Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini,
Kisra ve Kayser’in hazinelerinin fethinin kendisine müyesser kılınacağını’ ileri
sürüyor. Bu da onun hanımı Hatice’dir ve ona iman etmiştir. Bu genç de Ali b. Ebî
Tâlib olup ona iman etmiştir. Allah’a yemin ederim, yeryüzünde bu din üzere ilk
olarak bu üçünden başka kimseyi tanımıyorum.” dedi. Afif şunu da ekledi: “ keşke
ben de onların dördüncüsü olsaydım!”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İlk Müslümanlar
Bu durum yaklaşık üç yıl sürdü. Bu esnada epey insan Allah Resulu'nün
tebliğini kabul ederek Müslüman olmuş, diğer bir kısmı birbirlerine vesile olarak
Müslüman olmuşlardır.
Asım Köksal bu isimleri şu şekilde sayar:
1. Allah Resulu’ndan (s) sonra, Yüce Allah’a ve O’nun Resulu’ne ilk inanan, Allah
Resulu’nun (s) sevgili eşi Hz. Hatice idi.
2. Kızı Hz. Rukayye bt. Resulillah
3. Kızı Hz. Ümmü Külsûm bt. Resulillah
4. Kızı Hz. Fâtıma bt. Resulillah
5. Zeyd b. Harise, sekiz yaşından beri Resulullah’ın yanında olan Zeyd, vefatına
kadar Allah Resulu’nün (s) yanından ve hizmetinden hiç ayrılmamıştır.
6. Hz. Ali
7. Hz. Ebubekir, İslamiyet’ten önce de Allah Resulu’nün (s) en samimi arkadaşı ve
dostuydu. Çocukluğundan beri, onun doğruluğunu, dürüstlüğünü, güzel ve üstün
ahlâkını yakinen biliyordu. Kendisinin böyle bir ahlaka sahip oluşu başkalarına
yalan söylemesine engel olup dururken, Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceği
kanaatinde idi. Nitekim Resulullah (s), onu İslamiyet’e davet eder etmez, hemen
Müslüman olmuştur.
Allah Resulu (s), Hz. Ebubekir hakkında, “İslamiyet’e davet ettiğim herkes,
ağırdan aldı, tereddüt etti ve düşündü. Ancak, Ebubekir, İslamiyet’i kendisine arz
ve teklif ettiğim zaman, kabulde hiç gecikmedi ve tereddüde de düşmedi”
buyurmuşlardır.
8-9. Bilal-i Habeşî ve annesi Hamâme. Annesi de köle olan Bilal, dininden
döndürülmek için ağır işkencelere uğradı. Her ikisi de Hz. Ebubekir tarafından satın
alınıp azat edilerek kurtarıldı.
10. Ebu Fükeyhe de köle olup müşriklerin ağır işkencelerine uğradı. O da Hz.
Ebubekir tarafından satın alınıp azad edildi.
11-12. Hâlid b. Saîd ve eşi Ümeyne de ilk Müslümanlardandır. Hâlid gördüğü
korkulu bir rüya üzerine Müslüman olmuştur. Hâlid b. Saîd’in
13-14. Amr b. Saîd ve eşi Fâtıma da kardeşi Hâlid b. Saîd’den biraz sonra Müslüman
olmuştur.
Bu aralarda tıpkı Allah Resulu’nün yaptığı gibi, Müslüman olan zevat da,
İslam’ı tebliğ ve teşvik ediyordu. Bunlardan Hz. Ebubekir ve onun vasıtasıyla
hidayete erenler de bulunmaktadır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
15. Hz. Osman, Mekke döneminde Müslüman olan ilk Ümeyyeli olup, zengin bir
tüccardı.
16. Zübeyr b. Avvam,
17. Abdurrahman b. Avf,
18. Sad b. Ebu Vakkas,
19. Talha b. Ubeydillah.
İlk sırayı alan bu zatları aşağıdaki isimler takip etmektedir:
20. Ebu Ubeyde b. Cerrah,
21. Ebu Seleme,
22. Erkam b. Ebi’l-Erkam,
23. Osman b. Mazun,
24. Kudâme b. Mazun,
25. Abdullah b. Mazun,
26. Ubeyde b. Haris,
27-28. Saîd b. Zeyd ve eşi Fâtıma bt. Hattab,
29. Esma bt. Ebubekir,
30. Habbab b. Eret,
31. Abdullah b. Mesud,
32. Mes’ud b. Rebi (Rebia),
33-34. Ayyaş b. Ebi Rebia ve eşi Esma bt. Selame,
35. Huneys b. Huzâfe,
36. Âmir b. Rebia,
37. Abdullah b. Cahş,
38. Ebu Ahmed b. Cahş,
39-40. Cafer b. Ebi Talib ve eşi Esma bt. Umeys,
41. Âmir b. Ebi Vakkas,
42. Ma’mer b. Haris,
43. Nuaym b. Abdillah,
44. Hâtıb b. Amr,
45. Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebia,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
46. Âmir b. Füheyre,
47. Vâkıd b. Abdillah,
48. Süheyl b. Beyzâ,
49. Salît b. Amr,
50-51. Muttalib b. Ezher ve eşi Remle bt. Avf
Yine Asım Köksal’a göre aşağıda isimleri sunulan sahabiler de, ilk üç-dört yıl
içinde veya biraz sonra bahsedeceğimiz Dârü’l-Erkam’da Müslüman olmuşlardır:
52- Ümmü Seleme,
53- Utbe b. Mesud,
54- Hz. Ebubekir’in eşi Ümmü Ruman
55- Umeyr b. Ebi Vakkas,
56- Salît b. Amr’ın eşi Fâtıma bt. Alkame,
57-58. Hâtıb b. Hâris ve eşi Fâtima,
59-60. Hattab b. Hâris ve eşi Fükeyhe,
61. Sâib b. Osman,
62- Hâlid b. Hizam,
63- Esved b. Nevfel,
64- Amr b. Ümeyye,
65- Yezid b. Zema,
66- Ebu’r-Rum b. Umeyr,
67-68. Kays b. Abdullah ve eşi Bereke bt. Yesar,
69- Firas b. Nadr,
70- Cüheym b. Kays ve eşi Harmele
71- Muaykıb b. Ebi’l-Fâtıma,
72- Şurahbil b. Hasene,
73-74 Haris b. Hâlid ve eşi Reyta bt. Haris,
75- Amr b. Osman,
76- Seleme b. Hişam,
77- Hâşim b. Ebi Huzeyfe,
78. Hebbar b. Süfyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
79- Abdullah b. Süfyan,
80- Mamer b. Abdullah,
81- Adiyy b. Nadle,
82- Urve b. Üsâse,
83- Mesud b. Süveyd,
84- Abdullah b. Huzafe,
85- Kays b. Huzâfe,
86- Hişam b.Âs,
87- Ebu Kays b. Haris,
88- Mahmiyye b. Cez,
89- Süfyan b. Mamer.
90-91. Sekran b. Amr ve eşi Sevde,
92-93. Mâlik b.Zema ve eşi Amre,
94- İbn Ümmi Mektum,
95- Amr b. Haris,
96- Osman b. Abdiganm ,
97- Sad b. Abdigays,
98- Abdullah b. Hübeyb,
99- Abdurrahman b. Hübeyb,
100- Cuayl b. Sürâka,
101-102- Yâsir b. Âmir ve eşi Sümeyye,
103- Âkil b. Ebi’l-Bükeyr,
104- Hâlid b.Ebi’l-Bükeyr,
105- İyas b. Ebi’l-Bükeyr,
106- Âmir b. Ebi’l-Bükeyr,
107- Ammar b. Yâsir,
108- Abdullah b. Yâsir,
109- Suheyb b. Sinan,
110- Utbe b. Gazvan,
111- Mikdad b. Amr,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
112- Musab b. Umeyr,
113-114. Ebu Sebre ve eşi Ümmü Külsûm,
115- Şemmas Osman b. Osman,
116- Ebu Musa Abdullah b. Kays el-Eşarî,
119- Zinnîre,
120- Zinnîre’nin kızı Ümmü Ubeys.
Bu isimleri bu şekilde detayla vermemizin sebebi, ilk Müslümanların
isimlerinin her zaman ve her durumda çok geçmesi ve birçok işte bunların
görevlendirilmesidir.
İlk Müslümanın Kim Olduğu Hakkında Bir Tartışma
Her hususta olduğu
gibi, ilk olmak, özel
olmaktır. Bu yüzden ilk
Müslümanların
hepimizin gönlündeki
yeri başkadır.
Kimin ilk Müslüman olduğunun, hem Kur'ân ve hem de bizim gibi nüzul
sonrası dönemi Müslümanları açısından dinen hiçbir öneminin olmadığı rahatlıkla
söylenebilir. Ancak halife seçimleriyle gündeme gelen ve Ali-Muaviye
mücadelesiyle şiddetini artıran asabiyenin Emevî-Haşimî gibi soy-sop çekişmesinin
etkisiyle, aynı zamanda ve buna bağlı olarak ‘sâbıku’l-İslam/esbaku’l-İslam’
meselesinin gündeme gelerek önem kazandığını kabul edebiliriz. Yoksa birkaç
satırda ifade edilebilecek böylesine bir konunun, kaynaklarımızda satırlarca veya
sayfalarca ele alınmasını başka türlü izah edememekteyiz.
Aşağıda görülebileceği gibi iddialar iki türlüdür:
 İlk Müslüman Hz. Hatice mi, yoksa Hz. Ali midir?
 Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman Hz. Ali mi, yoksa Hz. Ebubekir midir?
Bu tartışmaların neticesi şudur: Bazılarının iddiasına göre ilk Müslüman
olması gereken kişi, Hz. Ali'dir, ilk olmazsa bile, Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman
o olmalıdır, ama asla Hz. Ebubekir olmamalıdır. Bu görüşün Şiiler veya Hz. Ali
taraftarlarınca ısrarla gündeme getirilip Resulullah'ın dilinden hadisleştirildiği veya
sahih rivayetlere dönüştürüldüğü söylenebilir. Buna göre daha ılımlı olan diğer
görüş, Hz. Hatice’den sonra Hz. Ebubekir’in ilk Müslüman olduğu yolundadır.
Önceki kadar iddialı olan, fakat Hz. Hatice’den sonraki sırayı kabullenen bu görüş
de, çoğu Ehl-i Sünnet alimlerinin ve klasik kaynaklarımızın desteklediği görüştür.
Burada üçüncü bir orta görüş daha vardır ki, bu görüş ya rivayetleri
uzlaştıramayanlar ya da iki tarafı da idare etmek isteyenlerin ve sonraları tamamen
öne çıkan ve kaynaklarımızın da genelde netice olarak zikrettiği görüştür:
Kadınlardan Hz. Hatice, büyüklerden Hz. Ebubekir, çocuklardan Hz. Ali ve
kölelerden de Zeyd b. Harise ilk Müslüman olanlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Kaynaklarımızda bu isimlerin ihtidası ile ilgili olarak çeşitli ve bol malzeme
olduğunu da hatırlatalım. Buna birkaç örnek vermek istiyoruz.
Hz. Ali’nin Müslüman Oluşu
Hz.
Ali
10
yaşlarındayken,
Resulullah’ın
risalet
vazifesiyle
görevlendirilmesinden sonra, bir gün onu ve ona ilk iman eden kişi olan eşi Hz.
Hatice’yi, birlikte namaz kılarken görür ve olay dikkatini çektiğinden yaptıkları şeyin
ne anlama geldiğini sorar. Bunun üzerine Resulullah durumunu izah etmek için,
“şimdi yapmış bulunduğumuz şey, Allah katında makbul olan dinin ibadetidir. Seni
de bir olan Allah’a inanmaya ve O’na ibadete, Lât ve Uzza’yı inkâra davet
ediyorum.” der. Hz. Ali’nin, bunun şimdiye kadar görüp duymadığı bir şey
olmasından dolayı, babasıyla konuşmadan karar veremeyeceğini söylemesi
üzerine, Hz. Peygamber ona, teklifini hemen kabul etmeyecekse, meseleyi gizli
tutmasını ve babasına şimdilik açmamasını söyler. O gece Allah’ın Hz. Ali’nin
kalbine Müslüman olma arzusunu düşürmesi üzerine, sabahleyin Hz. Peygamber’e
gelerek, “sen dün bana ne teklif etmiştin Ey Muhammed?” diye sorar. Hz.
Peygamber ona, “Bir olan Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve onun ortağı
bulunmadığına inanacak, Lât ve Uzza’yı da reddederek benzerlerinden uzak
duracaksın.” deyince, Hz. Ali söylenenleri kabul ederek Müslüman olur.
Ebu Zer’in Müslüman Oluşu
Ebû Zer, Gıfar kabilesindendir. Mekke’de bir peygamber çıktığını duyunca,
önce kardeşini Mekke’ye gönderdi; onun topladığı bilgilerden tatmin olmayınca da
bizzat kendisi geldi. Mescid-i Haram’a vararak Hz. Peygamber’i araştırmaya başladı.
Onu tanımamakla birlikte kimseye bir şey sormayı da doğru bulmuyordu. Hz.
Peygamber’i Kâbe’de bulabileceği ümidi ile maksadını hiç kimseye belli etmeden üç
gün boyunca Kâbe’de bekledi. Fakat bu müddet zarfında her nedense Hz.
Peygamber Kâbe’ye hiç gelmemişti. Kâbe’yi ziyareti esnasında giyim kuşam ve
tavırlarından onun yabancı biri olduğunu anlayan Hz. Ali, onu evine davet etti. Ebû
Zer, sabah olunca kırbasını ve azığını yüklenip tekrar Hz. Peygamber’i aradığı
mescide döndü. O gün de akşam olmuş, ama o Hz. Peygamber’i yine görememişti.
Tekrar mescide uzanmışken yanına Hz. Ali geldi ve “ey adam, artık gelip
geceleyeceğin evi bilmenin vakti gelmedi mi?” diyerek onu tekrar alıp eve götürdü.
Yine birbirlerine bir şey sormadılar. Üçüncü gün olunca Hz. Ali aynı şekilde mescide
vararak Ebû Zer’in yanına geldi. Onu alıp evine götürdü ve misafir etti. Akşam Hz.
Ali, “seni buraya getiren sebebi anlatmayacak mısın?” diye sorunca, Ebû Zer, “eğer
beni doğru yola ileteceğine ve yardımcı olacağına söz vereceksen geliş sebebimi
anlatırım.” diye cevap verdi. Hz. Ali de söz verince, Ebû Zer geliş sebebini anlattı.
Bu kez Hz. Ali şöyle dedi: “O gerçek bir nebidir, Allah’ın Resulu’dür. Sabah olunca
beni takip et. Eğer endişelenecek bir şey görmezsem, bevl yapmak bahanesiyle
yerimden kalkar giderim, sen de beni takip eder ve gireceğim yere girersin.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Ebû Zer sabah olunca Hz. Ali’yle beraber evden çıkarak onu takip etmeye
başladı ve nihayet Hz. Peygamber’in yanına vardılar. Ebû Zer onun sözlerini
duyunca, hemen orada Müslüman oldu. Daha sonra Hz. Peygamber ona, “kavmine
dön; emrim sana gelince onlara risaletimi duyur.” deyince, o, “seni hak ile
gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu gerçeği halkın ortasında yüksek sesle
haykıracağım.” dedi. Resulullah’ın yanından ayrılıp Kâbe’ye giderek orada en
yüksek sesiyle haykırmaya başladı: “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
Muhammeden Resulullâh.” Bu haykırış üzerine orada bulunanlar, ayaklanarak
üzerine saldırıp yere düşünceye kadar ona vurdular. Abbas gelip Ebu Zer’in üzerine
kapanarak, “yazıklar olsun size!” diye bağırdı. “Bunun Gifar kabilesinden olduğunu
ve Şam’a ticaret için giderken yolunuzun bunların yanından geçtiğini bilmiyor
musunuz?” diyerek onu saldırganlardan kurtardı. Ertesi gün Ebu Zer, tekrar
Kâbe’ye gelerek kelime-i şehadet getirip Müslümanlığını yüksek sesle ilan etti.
Onlar, yine onu dövüp yere yıktılar. Abbas da yine gelip üzerine kapanarak onu
korudu. Bir müddet sonra Ebû Zer, memleketine döndü.
İlk Müslümanların
sosyal durumlarına
bakıldığında, onların
zengin-fakir, hür-köle,
kadın-erkek, yaşlı-genç
toplumun her
kesiminden insanlar
olduğu görülecektir.
Bu olay hakkında bir değerlendirme yapmanın uygun olacağına inanıyoruz:
Aşağıda bahsedeceğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan
arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. yılında başladığını
düşünmekteyiz. Çünkü zaten üç yıl gizli davet dönemi vardı. Bu dönemin ilk
yıllarından itibaren ve açık davetin başlangıcında, Resulullah’ı ciddiye almadıklarını
hatta ona, ‘mecnun’ olduğu için(!) acıdıklarını ve onunla alay ettiklerini söylemiştik.
Müslümanların sayılarının artması üzerine meselenin ciddiyeti biraz anlaşılmış ve
baskı ve işkenceler de artarak onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve
beklentileri de baş göstermiştir. İşte anlattığımız Ebû Zer olayı, Resulullah'ın risalet
görevinin başlangıçtan itibaren duyulduğunu, fakat ciddiye alınmadığını;
müşriklerin de, putlarının herhangi bir hakarete uğramadığını düşündükleri zamana
rast geldiğini göstermektedir. Ancak bu durumda onun dövülmesini de
yorumlamak gerekmektedir: Yabancı birinin, kendilerine meydan okuması,
müşriklerin zorlarına gitmiş, onlar da buna cevap vermişlerdir. Yahut bu olayın yani
Ebû Zer’in Müslüman oluş tarihinin daha sonraya mesela 4. veya 5. yıla
kaydırılmasının doğru olduğunu düşünmek durumundayız. Bilhassa Habeşistan’a
hicrete kadar Müslüman olanlar, genellikle “İlk Müslümanlar” olarak zikredilenler
arasında oldukları için, bu olayın 4. veya 5. yılda meydana geldiğini kabul etmenin
de mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
İlk Müslümanlar Hakkında Bir Açıklama
İlk Müslümanlara bakıldığı zaman onların, toplumun çeşitli katmanlarından
olduğu görülecektir: Zengin- fakir, hür- köle, kadın- erkek, yaşlı-genç... Bu durum
İslam’ın aslında herkes tarafından tam olarak anlaşıldığı ve karşılık gördüğünün de
delilidir. Bazılarının genelde ilk iman edenlerin, toplumun ‘düşük’ ve ‘ezilmişleri’
olduğu iddiası, yukarıdaki tabloya göre tamamen çürümektedir. Tabii ki, bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
muhalefeti veya başkaldırıyı ilk destekleyenlerin ‘mağdurlar’ olması uygun ve
doğrudur. Ancak bu durum Allah Resulu’nün risalet davasını başka bir şeye
indirgemek anlamına gelmektedir ki, bu iddia vuku bulan durumu açıklamaya
yetmemektedir.
Bu insanlar tamamen dinî duygu ve hissiyatla, bir ihtida ile canu gönülden
Hz. Muhammed’in davetine koşmuşlardır. Bu hususta onlar bir zorlama ve baskı
görmedikleri gibi, her hangi bir yönlendirme ve özentiyle de bu çağrıya
yönelmemişlerdir. Bunu daha sonraki baskı ve işkence dönemlerindeki
sebatlarında aileleriyle yaptıkları tartışma ve bizzat kendilerini imanlarını muhafaza
ve müdafaa için gösterdikleri fedakârlıklardan da anlamak mümkündür.
Allah Resulu, davetinde iki şeye dikkat ediyordu. Birincisi görevini ifadır ki,
bu da Kur’an’da açıkça belirtilmiştir: Şahit, müjdeci, ve uyarıcı olmak (Bakara/2:
213; İsra/17: 105; Furkan/25: 56; Ahzab/33: 45; Sebe/34: 28; Fatır/35: 24;
Fetih/48: 8), öğüt vermek (Nisa/4: 63; Araf/7: 21, 68; Saffat/37: 13; Kâf/50: 45),
hayrı ve azabı hatırlatmak (Kâf/50: 45; Zariyat/51: 55; Tur/52: 29; A’lâ/87: 9;
Ğaşiye/88: 21) ve kendisine emredileni tebliğ etmek (Ali İmran/3: 20; Maide/5: 67,
92, 99; A’raf/7: 62, 68; Hud/11: 57; Ra’d/13: 40; Nahl/16: 35; Ankebut/29: 18;
Yasin/36: 17; Cin/72: 23). İkincisi ise söylediklerini önce kendisinde tatbik etmek,
her hususta önce kendi nefsini ıslah, terbiye ve tezkiye ile güzel ahlakı yaşamak.
Bunları yaparken muhataplarının durumu, yaşı, tarzı ve tavrını göz önünde
bulundurur, iyilik ve güzellikle hitap eder, sevdirmeye ve nefret ettirmemeye
dikkat ederdi. Eşrafa, şaire, yetkili ve etkili muhataplarının durumunu göz önünde
bulundurarak hitap ederdi.
Tabii şunu asla unutmamalıdır ki, Allah Resulu bütün gücünü Allah’tan ve
Kur’an’dan almaktadır. Kur’an’la insanlara meydan okumakta ve tüm halkı ona
davet etmektedir.
YÜRÜYÜŞ DÖNEMİ (AÇIK DAVETİN BAŞLAMASI)
Resulullah bi’setten sonra, ‘açık davet’ emri gelene kadar gizli bir şekilde,
güvendiği yakınlarına, dostlarına ve arkadaşlarına peygamberliğinden bahsediyor,
onlara kendisine gelen hakikati anlatıyordu. Hz. Peygamber, risaletinin üçüncü
senesinin sonunda “Ve en yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar ve
seni izleyen müminlere kol kanat ger; buna rağmen sana karşı çıkarlarsa, de ki:
“Ben sizin yapıp ettiklerinizden sorumlu değilim!” (Şuara/26: 214-216) emrini aldı
ve böylece açık davet dönemi başlamış oldu.
Hz. Peygamber, diğer bazı arkadaşları gibi Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evinde
belli aralıklarla bulunuyor, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve emsali ileri gelen
Müslümanların oraya getirdiği kişilere dinini tebliğ ediyordu. Fakat “Ve en
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar” ayeti, zorunlu olarak gizlilik
sürecin artık sona erdiğini bildiriyordu. Bundan sonra Hz. Peygamber emrolunduğu
hakikati, her şeye rağmen, başta akrabaları olmak üzere herkese açıktan açığa
anlatmakla görevlendiriliyordu.
Yakınlarını gereği gibi İslam’a çağırabilme vazifesi, muhtemelen nasıl
yapacağını veya nasıl yapması gerektiğini kestiremediğinden onu derin bir
düşünceye, çaresizliğe ve sıkıntıya sokmuş, aç susuz bırakmış, adeta hasta etmişti.
Yakınları, sıkıntıdan onun helak olacağını sanmışlardı. Rivayetlere göre bir ay kadar
bu ilahi emrin büyük sorumluluğunu tefekkürle geçirdi. Bu esnada Cebrail (as)
gelerek, yakınlarını ilahî azapla korkutmasını peygamberimize tekrar hatırlattı.
(“Öyleyse artık, sana (açıklaman) emredilen şeyi açıkça ortaya koy ve Allah'tan
başkasına tanrısal nitelikler yakıştıran o kimseleri kendi hallerine bırak: çünkü, ilahi
mesajı küçümseyen, onunla alay edenlere karşı Biz sana yeteriz….”) (Hicr/15: 9499) Bunun üzerine tasarladıklarını uygulamak için Hz. Peygamber, önce Safa
tepesine çıktı. Tüm halkı topladı; Haşimoğulları ile Abdülmuttaliboğulları’na ve
Kureyş’in diğer kollarına tek tek seslendi. Orada toplananlara peygamberliğini
açıkça duyurarak, gelecek günün azabını da bildirerek, onları Allah’a ve Resulu’ne
imana davet etti, fakat Kureyş büyükleri onunla alay ettiler.
Allah Resulu, yakın
akrabalarını İslam’a
davet ettiği zaman,
onlara bir ziyafet verdi,
çağrısını yaptı; fakat
istediği cevabı alamadı.
Fakat yılmadı…
Bundan sonra Resulullah, yakın akrabalarıyla yemekli bir toplantı tertip
etmeyi planlamış ve Hz. Ali’yi çağırıp, “ey Ali, bize koyun etiyle bir miktar yemek
yap ve bolca ayran hazırla!” dedi veya başka bir rivayette, “bir koyun, bir ölçek
buğdaydan yemek ve bir büyük bardak sütten ibaret bir yemek hazırla, sonra da
Abdulmutâliboğullarını topla” talimatını verdi. Hz. Ali Resulullah'ın dediklerini
aynen yaptı. Olayın devamını Hz. Ali'den dinleyelim: “Bana emredileni yaptım.
Abdülmuttaliboğulları o gün kırk kişi kadar toplandılar. Aralarında Resulullah’ın
amcaları Ebu Tâlib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Yemek tabağını önce
Resulullah’a takdim ettim. Kendileri o tabaktan bir parça et alıp dişleriyle parçaladı.
Sonra tabağın etrafına bıraktı ve “Allah’ın adıyla yiyin!” dedi. Oradakiler doyuncaya
kadar yemek yedikleri hâlde bitiremediler, onların sadece parmak izlerini
görebiliyorduk. Oradakilerden bazıları bir koyunu tek başına yese dahi doymazdı.
Sonra Resulullah bana, “Sütü ikram et.” dedi. Ben de o büyük bardak içindeki sütü
kendilerine sundum. Kana kana içtiler, yine de tüketemediler. Allah’a and olsun ki,
kişi ancak o kadar içebilirdi. Yemekten sonra Resulullah, onlara hitap etmek
isteyince, Ebu Leheb hemen söze girişip, “hayret şimdiye kadar bunun gibi bir sihir
görmedik (o kadar yedik de yemekte hiç eksilme olmadı), sakın Muhammed bizi
büyülemiş olmasın?” dedikten sonra Resulullah'a hitaben şöyle devam etti: “Bunlar
senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Onlara birtakım şeyler söyleyeceğine,
asıl sen, dinî sapkınlığını bırak ve şunu da aklından çıkarma: Kavmin, senin için
bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Bana kalırsa Kureyş
senin üzerine çullanmadan, bizim senin başına dikilip seni hapsetmemiz gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Bizim böyle yapmamız, ötekinden daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben,
amcaoğullarına senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren bir kimse daha
görmedim.” dedi. Bu sözler üzerine oradakiler dağılıp gittiler. Resulullah, onlara bir
şey söyleyemedi.
Ali devamla şöyle der: “Ertesi gün Resulullah bana şöyle emir verdi: “Ey Ali,
dünkü gibi yine bize yiyecek ve içecek hazırla. O adam ben söze başlamadan
hemen söze girişti ve sözümü kesti, ben konuşamadım.” dedi. Ben de verilen emri
yerine getirdim, onları topladım. Resulullah bir önceki gün gibi yaptı. Yemeğe
başladılar. Doyuncaya kadar yedikleri hâlde bitiremediler. Sonra o büyük kaptan
kendilerine süt içirdim. Allah’a and olsun ki kişi, ancak o kadar yiyebilir, o kadar
içebilirdi. Hamd ve senadan sonra Resulullah şöyle konuştu:
“Herhâlde, gözcülük yapan kimse, gelip de ailesine yalan söylemez. Vallahi,
ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam, size karşı yalan söyleyemem. Bütün
insanları aldatmış olsam, yine sizi aldatamam. Sizi kendisine davet ettiğim Allah
öyle bir Allah'tır ki, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Vallahi, sizler, uyur gibi
öleceksiniz; uykudan uyanır gibi de, dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba
çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını
çekeceksiniz. Bunların sonucu ya temelli cennette, ya da temelli cehennemde
kalmaktır. İnsanlardan, ilk inzar ettiğim kimseler, sizlersiniz.
Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim,
dünya ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine
getirmiş bir kimse bilmiyorum. Ben, sizi, dile kolay gelen Mîzân'da ağır basan iki
kelimeye davet ediyorum ki, o da: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve benim
de Allah'ın kulu ve Resulu olduğuma şahadet etmenizdir. Yüce Allah, sizi buna
davet etmemi bana emir buyurdu.
Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben, özel olarak size, genel olarak da bütün
insanlara peygamber gönderildim. Siz, bu hususta, görmediğiniz mucizelerden
bazısını da görmüş bulunuyorsunuz. Üzerinde bulunduğum şeyde bana yardımcı ve
kardeşim olmayı, cennet kazanmayı hanginiz kabul eder? Hanginiz, bu yolda
kardeşim ve sahabim olmak üzere bana biat eder?' buyurdu. Hiç kimse ayağa
kalkmadı; hemen ben ayağa kalktım, yaşça, oradakilerin en küçüğü idim. Resulullah
bana: “Sen, otur.” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında, ben ayağa
kalkıyordum. O da: “Sen, otur.” buyuruyordu. “Ey Allah’ın Resulu, bunların yaşça
en küçükleri ve bacakça en inceleri olsam da, sana ben kardeş ve yardımcı olurum”
dedim. Herkes sustu, Resulullah sorularının üçüncüsünden sonra, elini elimin
üzerine koyup “içinizde, bu, benim kardeşim, vasim ve vekilimdir. Onun sözlerini
dinleyiniz ve kendisine itaat ediniz. Bu işe, amcamsız, amcamın oğlu varis oldu”
buyurdu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Tâlib'e: “Bak! Sana, oğlunu
dinlemeni emrediyor, ona itaat et” diyerek onunla alay ettiler. Ebu Tâlib: “Bırakın
onunla uğraşmayı. Amcasının oğlu, onun başını, hayırdan başka yana bükmez.”
dedi. Resulullah’a dönerek, “bizim katımızda, sana yardım etmek kadar sevgili bir
şey yoktur. Öğütlerini benimseyip kabullendik. Sözlerini tamamıyla tasdik edip
doğruladık. Bu toplananlar, senin atalarının oğullarıdır. Tabi ki, ben de onlardan
birisiyim. Senin istediğin şeye onlardan koşacak olanların, andolsun ki, en çabuğu,
en hayırlısı da benden başkası değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et.
Andolsun ki, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an geri durmayacağım. Nefsimi,
Abdülmuttalib'in dininden ayrılmak hususunda bana boyun eğer bulmadım. Artık,
ben, onun üzerinde öldüğü dinle öleceğim.” dedi.
Ebu Leheb'den başka herkes yumuşak ve olumlu sözler söylediler. Ebu Leheb
ise: 'Ey Abdülmuttalib oğulları. Bu, vallahi, bir şerdir, kötülüktür. Başkaları onun
elini tutup bundan alıkoymadan önce, sizler onun ellerini tutup bundan alıkoyunuz.
Eğer siz bugün ona boyun eğecek olursanız, zillete, hakarete uğrarsınız. Bunu
korumaya kalkışacak olursanız, öldürülürsünüz.” dedi. Peygamberimizin halası
Safiyye bt. Abdülmuttalib, Ebu Leheb'e: 'Ey kardeşim. Kardeşinin oğlunu ve onun
dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yakışır mı? Vallahi, bilginler, öteden
beri, Abdülmuttalib'in soyundan bir peygamberin çıkacağını haber vere
gelmişlerdir. İşte o peygamber budur.” dedi. Ebu Leheb: “Bu, andolsun ki, boşuna
bir avuntudur. Zaten, kadınların sözleri erkeklere ayak bağı ve köstek
mesabesindedir. Kureyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı
zaman, onlara karşı koyacak bizim ne gücümüz var? Vallahi, biz onların yanında bir
lokmayız.” dedi. Ebu Tâlib ona, ey korkak adam, vallahi, biz, sağ oldukça, ona
yardım edecek, onu savunacak ve koruyacağız” dedi.
Allah Resulü, Kâbe’yi
tavaf için gelenlere,
pazar ve panayırlara
gidiyor, oradakilere
tebliği yapıyor ve dine
davet ediyordu. Bu
durum, bir müddet
sonra Kureyş’i tedirgin
ve hatta rahatsız
etmeye başladı.
Bu rivayetin mucizeli anlatılar yanında bir takım problemler ve çelişkiler
içerdiğini söylemek mümkündür. Kısaca bunlara değinerek değerlendirmek
istiyoruz: Öncelikle bu rivayet, birkaç safhalık bir konuşmanın birleşik hâli gibi
görünmektedir; yani bir defada yapılmış bir konuşma intibaını vermemektedir.
Gerçi bu durum, yazıya dönüşen sözlü gelenek açısından veya ravi tasarrufları
olarak kabul edilebilirse, barındırdığı bir takım problemlerle birlikte normal
görülebilir. Ancak bir diğer problem de, Resulullah’ın meramını tam anlatmadan
önce mahiyeti belirsiz ve hatta yersiz bir şekilde, bir yardımcı peşine düşmesi ve
ısrarla kendisine sanki ölümü yaklaşmış ve davasının sonuna gelmiş biri gibi,
halefini tayin etme derdinde olmasıdır. Burada ya bir kopukluk olduğunu veya
karşıdan gelen bir itiraz veya teklif üzerine Resulullah'ın konuşmasını bu şekilde
sürdürdüğünü düşünmekteyiz. Burada başka sorular da cevap beklemektedir:
Resulullah’ın yaptığı ilk konuşmanın böyle bir kısım içermesinin temel sebebi
aydınlatılamamaktadır. Resulullah gibi söz ustası bir hatip akrabalarına yaptığı ilk
konuşmada neden hemen böyle bir hususu gündeme getirsin ki? İkincisi, eğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
kendisine yardımcı olmaya Ali’den başka bir talip çıksaydı durum ne olacaktı? Kaldı
ki, Ebu Leheb’le yapılan tartışmalar asabiyet ve akrabalık duygusundan başka bir
şeyle açıklanamamakla birlikte, başka yardımcıların çıkabileceğini de
çağrıştırmaktadır. Buradaki en önemli diğer sorun da, eğer Hz. Ali'nin buradaki
tayini -Şia’nın iddia ettiği gibi- Allah tarafından yapılmış ve onaylanmışsa,
Resulullah neden buna üç kez onay vermeyip, daha başkalarının cevap vermesini
beklemektedir? Eğer bu talimat Allah’tan gelmişse, Resulullah’ın buna itiraz etmesi
veya bunu beğenmemesi nasıl mümkün olabilir? Hem Allah hem de Resulu, nasıl
olur da bir çocuğu vekil ve halef olarak kabul edebilir? Öyle ki, ciddiye bile
alınamayacak bu duruma hem Ebu Tâlib, hem de diğer akrabalar şaşmış ve işi alaya
almışlardır. Bu durum tabii ve normal bir sonuç olarak görülmelidir. Ayrıca
Resulullah'ın hayatının daha sonraki kısımlarına baktığımızda, onun bu anlamda bir
yardımcı ve halefe ihtiyaç duymadığını ve Hz. Ali'yi de bir yardımcısı ve halefi olarak
kullanmadığını görmekteyiz. Tam tersine Resulullah'ın vekil bırakması hususundaki
örneklerin, başta Hz. Ebubekir olmak üzere, diğer birçok sahabe hakkında olduğu
da görülebilir.
Burada kanaatimize göre kabul edilecek tek husus, genel anlamda değil de
özel anlamda ve sadece aile ve çocuklarının gözetilmesi hakkında Resulullah’ın bir
yardımcı istemiş olabileceğidir.
Bu olaydan sonra Allah Resulu Hz. Muhammed, dur durak demeden, zaman
ve mekân gözetmeden, her durum ve fırsatta insanları Allah’ın yüce dinine
çağırmış ve onlara dini hayata geçirme ve yaşatma hususunda örnek olmuştur.
Resulullah şimdiye kadar birebir ve yakınındakilere yaptığı tebliğ davetini,
artık toplu olarak ve grup hâlindeki insanlara da yapıyordu. Kâbe’yi tavaf için
gelenlere, pazar ve panayırlara giderek tebliğ tebliği yapıyor ve dine davet
ediyordu. Fakat kendisi gibi diğer Müslümanların da tebliğ faaliyetlerine açıkça
başlaması ve hız vermesi, artık Kureyş’i tedirgin ve hatta rahatsız etmeye başladı.
Bu yüzden Peygamberimiz’i bazen tersliyorlar, bazen itip kakıyorlar ve bazen
de konuşmasına imkân vermiyorlardı. Bu durum tebliğ yapan diğer sahabe için de
söz konusuydu. Durum öyle bir hal almıştı ki, Müslümanlar artık rahat değillerdi,
tedirgindiler ve bazen de birbirlerinden endişe etmeye başlamışlardı. Çünkü bazı
aileler çocuklarının Müslüman olmasından rahatsızlık duyuyorlar, birbirleriyle ve
Allah Resulu’yle konuşmasına fırsat vermemeye çalışıyorlardı.
Bu durum Allah Resulu’nü bir tedbir almaya ve din kardeşleri için toparlayıcı
bir çare aramaya itti. Bunun için en uygun yerin ilk Müslümanlardan olan Erkam’ın
evi olduğuna karar verdi ve artık günlerinin çoğunu burada geçirmeye başladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Dâru’l-Erkam
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür
olan arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. veya 5. yılında
başladığını görmekteyiz. Çünkü zaten 3 yıl gizli davet yapılmıştı. Bu süreçte
Resulullah’ı ciddiye almamak hatta ona, ‘mecnun’ olduğu için (!) acımak ve onunla
alay etmek vardır. Müslümanların sayılarının artması üzerine baskı ve işkenceler de
artarak onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri baş
göstermiştir. Bu yüzden Allah Resulu, ashabıyla daha rahat görüşmek, onların
sıkıntı ve ihtiyaçlarına yardımcı ve destek olmak, İslam’ı ve yeni inen ayetleri tebliğ
etmek için bir yere ihtiyaç duydu. Erkam’ın evi bu iş için ideal bir yerdeydi, hem
Kâbe’ye yakın ve onu görüyor, hem müşriklerin karargâhı olan Daru’n-Nedve’yi
görüyor ve hem de merkezî bir konumda bulunuyordu. Erkam’ın evinin davet
merkezi olarak seçilmesini, bi’setin ilk yıllarına hasredenler olmasına rağmen,
doğru rivayetlerin 4. yılı işaret ettiğini düşünmekteyiz. Çünkü ilk yıllarda Erkam’ın
evinin kullanılmasını gerektirecek bir ortam olmadığı için, oraya sığınmanın önceki
yıllara kadar gidebileceğini de düşünmüyoruz.
Müminler burada toplanıp sadece bilgilenme ve yakınlaşma için konuşuyor,
ayetleri ezberlemeye çalışıyor ve yeni inen ayetlerden herkes haberdar ediliyordu.
Çünkü bu evin Kâbe’nin yakınında oluşu, Mekke’ye umre veya hac için gelenlerle
irtibat kurma kolaylığı sağlaması, herkes için rahatça erişilebilecek merkezî bir
konumda olması önemliydi. Tabii olarak bilgilenme, yakınlaşma ve inen ayetlerden
haberdar olma gerekçesi, evin birinci yıldan itibaren kullanılabileceğini de ima
edebilir. Ancak bu durumda Erkam’ın evinin, sosyal ve siyasal bir karargâh, kültürel
bir ortak altyapı oluşturmak için bir araya gelme ve düşmandan ve işkenceden
kaçacak bir sığınma yeri olmak yerine; oturup konuşulan, sohbet edilen eğitim
ocağı ve Kur’an öğretim merkezi olarak görülmesi gerekmektedir. Hamidullah da
işkence ve eziyetlerin artışı üzerine Erkam’ın evinin seçildiğini ve evin hem tebliğ ve
hem de eğitim maksatlı kullanıldığını söyler. Buna göre, Erkam’ın evinin
kullanılmasının 3. yıldan sonra olduğunu düşünmek daha makul gelmektedir.
Yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi Erkam’ın Evi, Müslümanlar için öylesine bir
sembol olmuştur ki, orada Müslüman olanlar ve Allah Resulu’nün sohbetine ilk
olarak orada muhatap olanlar, buraya geçişi bir tarih başlangıcı yapmışlar ve
“Erkam’ın Evinden Sonra …” deyimini kullanmışlardır. Bu yüzden ilk
Müslümanlardan bir kısmı, Erkam’ın evinde İslam’ı kabul ettiği için, ‘ilk
Müslümanlardan’ unvanını almışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İLK TEPKİLER
Kureyş’in Allah
Resulu’nün davetine
itiraz veya muhalefeti,
birçok sebeplere mebni
idi.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, risaletin üçüncü senesinin sonlarına kadar
Kureyş, Müslümanlara karşı şiddete başvurmamıştır. Önceden ciddiye almadıkları
bu insanlar, sanki belli bir güç oluşturuyor, toplumda ayrılık meydana getirmeye
çalışıyorlardı. Zaten yeni bir grup olarak ortaya çıkanlara karşı dün de bugün de
gösterilen tepki budur. Resulullah'ın davetine karşı çıkanların genel tavırları,
günümüzde de doğru da olsa yeniliklere karşı çıkanlarla aynı gerekçeye sahipti:
Gelenek yani statüko. Allah Resulu’nü asırlardır sürdürdükleri atalarının dinine
karşı çıkmak, onu terk etmek ve yermekle suçluyorlardı. Bu durumda en etkili
unsuru, Araplardaki kabile yapısı ve atalar kültü oluşturmaktaydı.
Aslında Araplar kimsenin dinine karışmazlar ve kendi dinleri olan
putperestliğe de sahip çıkarlardı. Bu yüzden gerek Hz. Peygamber ve gerekse diğer
müminler, ilk başlarda Kâbe’de de namazlarını kılarlardı ve onları gören müşrik
liderler onlara herhangi bir şey demez, sadece güler geçerlerdi. Ancak ne zaman ki,
İslamiyet yayılmaya ve her kesimden taraftar bulmaya başladı, bunu kendileri,
dinleri, gelenekleri, ataları ve menfaatleri için bir tehlike görmeye başladılar. Bu da
onları, başta Allah Resulu olmak üzere, tüm Müslümanlarla mücadeleye sevk etti.
Yukarıda verdiğimiz Afif el-Kindî’nin anlatısı Kâbe’de yapılan serbest ibadete
örnek verilebilir. Ancak artık tepkiler başlamış ve Müslümanlar da namazlarını
sadece evlerinde veya birlikte şehir dışında bir yerde, açık arazide kılmayı tercih
eder olmuşlardı.
Artık her yerde Müslümanlar konuşuluyor, çarşıda, pazarda, evde, sokakta,
hazarda ve seferde onlardan bahsediliyordu. Kimi bunu işin önünün bir an önce
alınmasını, Muhammed ve yanındakilere engel olunmasını istiyor, kimi bunun için
sert tedbirler öneriyor ve kimi de daha yumuşak çareler teklif ediyordu. Aileler de
tedirgindi. Çünkü bir evde iki kardeşten biri mümin diğeri müşrik veya anne-baba
müşrik, oğlan veya kız mümin veya ebeveynden biri mümin diğeri müşrik,
kabileden birinde müminler var, diğerinde yoktu. Sonuç olarak bu işten
etkilenmeyen ev ve aşiret kalmamıştı. Herkes aynı gerekçeyle değilse de çok çeşitli
sebeplerle Allah Resulu’nün davetine itiraz veya muhalefet ediyordu. Kureyşlilerin
Allah Rasulu’nün getirdiği ilahi mesaja karşı çıkmalarının sebeplerini şöyle
sıralamak mümkündür:
 Kureyşîler yüzlerce yıldan beri putperest idiler. Atalarının putperest dinini
terk etmekte zorlandıkları gibi, ona muhalefetin de kendilerine bir zarar ve
uğursuzluk getireceğini düşünüyorlardı. Put ticareti de bundan geliri
olanların muhalefetine yol açıyordu.
 Mekke barındırdığı Kâbe ile Hicaz bölgesinin biricik dinî merkezi olup, her yıl
oraya hac mevsiminde hac için, diğer zamanlarda da umre için, her taraftan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
çok sayıda insanı çekmekteydi. Bu insanların ihtiyaçları yukarıda bahsedilen
birtakım Kâbe hizmetleriyle karşılanıyordu. Babadan evlada geçen Kâbe
hizmetleri, kendilerine hem büyük nüfuz, hem de büyük çıkarlar sağlamakta
idi. Aynı zamanda bu, ticari faaliyetleri oluşturan panayırlara da imkân
tanıyordu. Bunun için, müşrik uluları, kendilerinin dinî ve ticari durumlarını
sarsabilecek her harekete karşı koymayı çıkarlarının bir gereği saymakta
idiler. Aksi takdirde hem yoksul ve hem de itibarsız olacaklardı.
 Hz. Peygamber (s), Kureyş’in ileri gelen azılı müşriklerinin kötülüklerini ve
çıkar sağlamak için yaptıklarını ortaya döken ayetleri okuyup duruyordu.
Müşrik ileri gelenlerinden kimi, bu ve benzeri ayetlerde sıralanan
kötülüklerin tümünü, kimisi de bir kısmını kendisinde bulup rahatsız
olmakta; bu kötülüklerle teşhir edilmesinin, kendilerini bir gün gözden
düşürebileceğinden kaygılanmakta idiler.
 Kendilerini toplumun üzerinde ve seçkinleri olarak gören Kureyş ileri
gelenleri, kendileri için üstün bir hak tanımayan, herkesi bir tarağın dişleri
gibi eşit tutan ve “Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından
yarattık ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki, birbirinizi
tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, ona karşı derin bir
sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden
haberdar olandır.” (Hucurat/49: 13) diyen bir dini, kabullenip benimsemekte
zorluk çekiyorlardı.
 Kureyş aşiretleri arasında, öteden beri, birbirlerine karşı çekememezlik
huyları ve üstünlük davaları vardı. Bunun için Peygamberimiz’in (s),
Hâşimoğulları arasından peygamber olarak ortaya çıkmasıyla Hâşimoğulları
ailesinin diğerlerine karşı ezici bir üstünlük sağlayacağını düşünerek bundan
telaşlananlar olmuştu. Nitekim Ebu Cehil bu yoldaki duygusunu şöyle
açıklıyordu: “Biz ve Abdi Menafoğulları, şeref ve şan hususunda şimdiye
kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik.
Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk ederek
diyet yüklendik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bağışta bulunduk.
Onlarla kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince, onlar, 'işte, bizden,
kendisine gökten vahiy gelen bir peygamber de var!' dediler. Biz bunun
dengini nereden bulup da onların seviyesine ulaşacağız? O hâlde vallahi, biz
hiçbir zaman ona inanmayacağız ve onu tasdik etmeyeceğiz.”
 Kureyş ileri gelenlerinin telakkilerine göre, Kur'an inecek idiyse, ne diye
Kureyş ileri gelenlerinin yaşlı ve zengin olanlarına değil de, sıradan, fakir ve
yetim birisine iniyordu? Nitekim, Velid b. Mugîre: “Ben Kureyşlilerin seyyidi,
ulu kişisi olduğum hâlde, nasıl geri bırakılırım da, Muhammed'e vahiy iner?
Yahut, Sakîf kabilesinin seyyidi, ulu kişisi Ebu Mesud Amr b. Umeyr es-Sakafî
de bu hususta nasıl geri bırakılır? Biz, bu iki kentin ulu kişileriyiz. Biz Umeyr
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
es-Sakafî dururken başkasına vahiy inmesi olacak şey değil!” diyordu
(Furkan/25: 41).
 Mekke aristokrasisinin oluşturduğu bir sömürü düzeni ve yolsuzluklar vardı.
Kur’an bunları yasaklıyor ve insanları adil ve hak bir düzene çağırıyordu. Tabii
ki, bu düzenden beslenenler muhalefet edeceklerdi.
 Ahiret düşüncesini anlamak istemiyorlar, dünyada yaptıkları haksızlıkların
hesabını verme korkusu, onları kendilerini düzeltecek yerde, karşı çıkmaya
itiyordu.
 Kur’an muarızlarının, Kur’an karşısında aciz kalmaları, hatip ve şairlerin
Kur’an’ın benzerini getirememeleri, onları ve diğer düşmanları iyice azgınlığa
itmekteydi.
 İtiraz edecek husus bulamadıkları zaman, peygamberinin kendileri gibi bir
‘beşer’ olmasına itiraz ederek, onun bir ‘melek’ olması gerektiğini
söylüyorlardı (İsra/17: 94; Zuhruf/43: 31).
Resulullah'ı ve diğer Müslümanları konuşma ve tartışmalarıyla ikna
edemeyenler, Kur’an karşısında suskun kalanlar, Müslümanların sayısındaki artışı
gördükçe tepkileri iyice artıyor ve artık baskı ve işkencelere başvuruyorlardı.
Baskı ve İşkenceler
Öncelikle baskı ve işkencenin psikolojik ve sosyal olduğunu görmekteyiz.
Anne ve baba çocuklarına tavır alıyor ve onlara karşı ilgisiz kalıyorlardı. Her fırsatta
konuyu açarak, onları saygısızlıkla itham ediyor, kendilerine ve toplumlarına bir
felaket getireceklerini söylüyorlar, her şeyi başlarına kakıyorlardı.
Kureyş’in Müslümanlara
uyguladığı baskı ve
işkencelerden hiçbir
Müslüman istisna
edilmemiştir.
Resulullah bile…
Müslümanlar, anne ve babalarından sonra aynı şeyi, kendi aşiret ve
akrabalarından da görüyorlardı. Bu durum bir müddet böyle devam etti ve görüldü
ki, hiç kimse İslam’dan ve Hz. Muhammed'den ayrılmak istemiyor, bundan sonra
hapis, işkence, dayak ve diğer her türlü eza ve cefaya başladılar. Arapların kendi
geleneklerini göz önüne aldığımızda, birinin başka kabileden olan birine aslında
herhangi bir şekilde baskı kurması ve eza-cefa çektirmesi mümkün değildi. Bu
yüzden herkes öncelikle kendi akrabalarına ve kimsesiz köle ve cariyelere işkence
ediyorlardı.
Bu baskı ve dayaklardan hiç kimsenin istisna edilmesi mümkün
görünmemektedir. Hatta Resulullah'ın bile uygun görüldüğü yerlerde saldırıya
uğradığını söyleyebiliriz. Çünkü artık dostluk ve düşmanlık ayrılıp saflar
belirginleşmiş ve bu durum tüm kabileleri bile neredeyse Müslüman olan herkese
karşı ortak bir tavra itmişti. Baskılar zamanla iyice artmakta ve yayılmakta olup tek
istisnasını, ‘öldürmeler’ oluşturmaktadır. Aşiret mensupları kendilerinden birinin
dövülüp sövülmesine bir noktaya kadar ses çıkarmasalar da, işin içine öldürme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
girince, ne olursa olsun akrabalık devreye giriyor ve kan davasına dönüşüyordu. Bu
yüzden işkenceciler de dozlarını ona göre ayarlıyorlardı.
Mesela bir gün Erkam’ın evindeyken, ashab hep beraber Kâbe’ye gidilmesini
istemişler, fakat Resulullah buna yanaşmamıştı. Ancak Ebubekir’in ısrarına
dayanamadı ve hep birlikte Harem’e gittiler. Biraz sonra burada toplanmış bulunan
müşriklere Ebubekir, birtakım nasihatler etti, konuşmalar yaptı. Buna tahammül
edemeyen müşrikler, Müslümanlara saldırarak dövüşmeye başladılar. Utbe b.
Rebia, eline düşürdüğü Ebubekir’i çok fena bir şekilde dövdü. Bitkin ve baygın bir
şekilde evine götürülen Ebubekir, akşama doğru kendine geldiğinde, ilk işi kendi
durumuna düşmüş olmasından endişe ettiği Resulullah’ı sormak ve sağlık
durumunu görmek için annesi ve Ümmü Cemil’in yardımıyla, Erkam’ın evine
gitmek oldu. Hz. Peygamber’in sağlıklı olduğunu görünce çok sevindi, ona sarıldı ve
Müslümanlarla kucaklaştı. Burada, kendisine yardım eden annesinin hidayete
ulaşması için Hz. Peygamber’den Allah’a dua etmesini istedi. Yine bir gün Ebubekir,
Resulullah’ı müşriklerin elinden kurtarmaya koşmuş, ama fena hâlde dövülmüştü.
Rivayetlerin serdedilişine göre, her ne kadar ne zaman yapıldığı belli değilse
de Resulullah'a yapılan baskılardan örnek vermek istiyoruz:
Übeyy b. Halef’le Ukbe b. Ebi Muayt, birbirlerinin yakın dostu idiler. Ukbe b.
Ebi Muayt’ın, bazen Peygamberimiz’in yanına gelip konuştuklarını dinlediği olurdu.
Ukbe’nin bu hareketi Übeyy b. Halef’e anlatılınca, Übeyy b. Halef Ukbe’ye, “senin
Muhammed’le birlikte oturup konuşmasını dinlediğini işittim. Bir daha onunla
oturup da söylediklerini dinlemek yerine, onun yüzüne tükürmezsen, seninle
görüşmek de konuşmak da bana haram olsun.” dedi ve ağır yemin etti. Bunun
üzerine, Ukbe b. Ebi Muayt, Peygamberimiz’in yanına varıp Übeyy b. Halefin
istediğini yerine getirdi.
Peygamberimiz, bir gün, Kâbe’yi tavaf ediyor, o sırada Kâbe’nin Hicr
mevkiinde de ileri gelen müşriklerden Ukbe b. Ebî Muayt, Ebu Cehil ve Ümeyye b.
Halef oturuyorlardı. Peygamberimiz onların hizasından geçerken, ona laflar attılar.
Resulullah’ın bu laflardan hoşlanmadığı, yüzünden belli oluyordu. Hz. Ebubekir’le
Hz. Osman Peygamberimiz’in yanına giderek onu aralarına aldılar. Peygamberimiz
parmağını onların parmakları arasına geçirdi ve bütün tavafları böylece, el ele
tutuşarak yaptılar. Ebu Cehil ve arkadaşlarının hizasına geldikleri zaman, Ebu Cehil,
Peygamberimiz’e: “Vallahi, sen atalarımızın tapageldikleri tanrılara tapmaktan men
ettiğin müddetçe, deniz bir kıl parçasını ıslatacak suya malik bulundukça, seninle
barışmayacağız.” dedi. Peygamberimiz de: “Ben de size karşı öyleyim.” buyurdu.
Sonra, tavafın üçüncü şavtını yapıp dördüncü şavtı yapmaya geldiği zaman, Ebu
Cehil yerinden sıçradı ve Peygamberimizin yakasından tutmak isteyince, itilip sırt
üstü düşürüldü. Hz. Ebubekir Ümeyye b. Halef’i, Peygamberimiz de Ukbe b. Ebî
Muayt’ı def ettiler. Onlar uzaklaşınca, Peygamberimiz ayakta durarak, “Vallahi, size
acil azab mubah oluncaya kadar siz bu yaptıklarınızdan vazgeçmeyeceksiniz. Sizler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
içinizden çıkan Peygamberiniz için, ne kötü kavimsiniz!” buyurduktan sonra, evine
döndü. Hz. Ebubekir’le Hz. Osman da onu evine kadar takip ettiler, daha sonra
ayrıldılar.
Mahzumoğullarından Ebu Cehil, Velid b. Mugîre ve üçüncü bir arkadaşları,
Resulullah’ı öldürmeyi aralarında tasarladılar. Ebu Cehil, ‘Peygamberimiz’i namaz
kılarken görürse, başını taşla ezeceğine’ yemin etti. Bir gün, Peygamberimiz’in
Kâbe’de namaz kıldığı bir sırada, Ebu Cehil’e, “işte, Muhammed orada.” dediler.
Ebu Cehil ise, “nerede o?” diye sorup duruyor, fakat Resulullah’ı göremiyordu.
Resulullah’ın, Kâbe’de namaz kılmaya devam ettiği ve Mahzumoğullarının da onun
okumasını işittikleri hâlde, Ebu Cehil ne onu görmüş ne de ona ilişebilmişti.
Oradakiler Resulullah’ı öldürmesi için, bu defa Velid b. Mugîre’yi gönderdiler. Velid
de Resulullah’ın namaz kıldığı yere kadar gelip okumasını işittiği hâlde kendisini bir
türlü göremiyordu. Arkadaşlarının yanına dönüp bunu onlara bildirdi: “Vallahi,
sesini duyduğum hâlde, kendisini göremiyordum.” dedi.
Bunun üzerine, arkadaşlarından üçüncüsü, “Vallahi, gidip onun başını bu kez
ben ezeceğim.” dedi. Eline bir taş alıp gitti ve birden peşi sıra geri dönerek, oracıkta
baygın düştü. Kendisine gelince: “Sana ne hâl oldu?” diye sordular. “Bana
anlayamadığım bir şeyler oldu. Onun yanına yaklaşınca, kulaklarını sallayan bir
puğur deve ile karşılaştım. Ben, bu ana kadar, ondan daha iri bir puğur görmedim.
O, Muhammed’le benim arama gerilmiş, duruyordu. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim
ki, eğer ona biraz daha yaklaşsaydım, muhakkak beni yerdi.” dedi.
Daha sonra orada bulunan Mahzumoğulları, Peygamberimiz’in namaz kıldığı
ve okumasını işittikleri yere kadar hep birlikte ilerlediler. Sese yaklaştıkları zaman,
ses arkadan gelmeye başladı. Bu sefer işittikleri yere doğru gidince de, ses, tekrar
arkalarından gelmeye başladı. Bu böyle devam etti. Peygamberimiz’e bir şey
yapamayarak gerisin geri döndüler.
Allah Resulu’nün evi Ebu Leheb ile Ukbe b. Ebi Muayt'ın evleri arasında idi.
Bunlar, hayvan işkembesini getirip Peygamberimiz’in kapısının önüne atarlardı.
Ebu Leheb, kendi evinden ve komşusu Adiyy b. Hamra es-Sakafî’nin evinden,
Peygamberimiz’e taş atar dururdu. Ebu Süfyan'ın kız kardeşi olan Ebu Leheb'in
karısı Ümmü Cemil de, Hz. Peygamber'e düşmanlıkta aşırı gider; küfründe,
inkârında ve inadında kocasına yardımcı olurdu. Ümmü Cemil her gece pıtrakları,
dikenleri ve dikenli ağaç dallarını toplayıp büyük demet yapar, boynuna bağlar,
geceleyin ayağına batsın, yaralar açılsın diye Peygamberimizin geçeceği yollara
saçardı. Tebbet Suresi, Resulullah'ın amcası Ebu Leheb ve Karısı Ümmü Cemil
hakkında inmiştir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“Kahrolsun o parlak yüzlünün iki eli ve kahrolsun kendisi! Ne faydası olacak
servetinin ve kazancının? (Öteki dünyada) şiddetle parlayan bir ateşe atılacak,
iğrenç söylentilerin taşıyıcısı olan karısı ile birlikte, (o ki,) boynunda bükülmüş
iplerden bir halat (taşır)!” (Tebbet/111: 1-5)
Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce, kızı Ümmü Külsûm Ebu
Leheb'in oğlu Uteybe ile, Rukayye de Ebu Leheb'in diğer oğlu Utbe ile nişanlanmış
olup henüz evlenmemişlerdi. Tebbet suresi nazil olunca, Ebu Leheb'in karısı Ümmü
Cemil, oğullarını, Rukayye ve Ümmü Külsûm’den dinden çıktıkları ve atalarının
dininden ayrıldıkları gerekçesiyle boşattı.
Abdullah b. Mesud anlatmaktadır: “Peygamberimiz (s) Beytullah'da namaz
kılıyordu. Ebu Cehil b. Hişam, Şeybe b. Rebia, Utbe b. Rebia, Ukbe b. Ebi Muayt,
Ümeyye b. Halef ve daha başka iki kişiden oluşan yedi kişilik bir topluluk da Hicr'de
oturuyorlardı. Allah Resulu (s) namazını kılarken secdesini uzattı. Ebu Cehil, 'hele şu
gösterişçiye bakın!” dedi. “Hanginiz varıp filan oğullarının dün boğazlanan
devesinin dölyatağını, işkembesini, kanını getirir de secdeye vardığı zaman
Muhammed'in iki omzunun arasına koyar?” diye sordu. Oradakilerin en bedbahtı
olan Ukbe b. Ebi Muayt, “Ben yaparım” dedi ve kalkıp gitti. Döl yatağını ve
işkembeyi alıp getirdi ve Resulullah secdeye vardığı zaman, onları iki omuzunun
arasına bıraktı. Hepsi katıla katıla gülerken, Allah Resulu ise secdeden ayrılamıyor
ve başını kaldıramıyordu. Nihayet, biri gidip Fâtıma'ya haber verdi. Fâtıma o zaman
küçük bir kızdı. Koşarak geldi ve Resulullah’ın (s) üzerinden onları alıp attı. Bunu
yapanlara ağır sözler söyledi. Onlar Fâtıma'ya hiçbir karşılık vermediler.
Bir gün Peygamberimiz (s) Kâbe'de namaz kılarken, Ukbe b. Ebi Muayt
gelmiş, onu boğmak için ridasını boynuna dolayarak şiddetle çekmeye başlamış,
Hz. Ebubekir yetişerek onu omuzundan tutup Hz. Peygamber’in (s) üzerinden def
etmiştir.
Peygamberimiz (s) Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden birtakım kişilerin
güneş battıktan sonra Kâbe'nin arkasında toplanarak konuşmak bahanesiyle
kendisini çağırıp peygamberlikten vazgeçirtmek için kendisine türlü hakaret ve
yersiz tekliflerde ve ölümle tehditlerde bulundular.
Allah Resulu, hem Mekke lideri Ebu Talib’in yeğeni ve hem de onun
koruması altında olduğu hâlde durumu böyleyken, diğer Müslümanların ve bilhassa
koruması olmayanlar ile köle ve cariyelerin durumunun çok daha kötü olduğunu
anlayabiliriz. Kaynaklarımız bunların örnekleriyle doludur. Onlara yapılan baskılar
bazen dayanılmaz hale gelince, Resulullah'tan kendileri için bir yol bulmasını
isterler ve “ey Allah’ın Resulu! Bizi dinimizden döndürmelerinden korktuğumuz şu
kavme karşı bizim için Yüce Allah'tan yardım dilemez misin? Bizim için, Allah'a dua
etmez misin?” diye rica ederlerdi. Resulullah da onlara sabrı yani direnmelerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
tavsiye ederek şöyle derdi: “Vallahi, sizden öncekiler içindeki müminlerden bir
kimse yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse o çukura dizlerine
kadar gömülür sonra bir testere getirilir, başının üzerine konulup biçilerek ikiye
bölünürdü de bu işkence kendisini dininden döndüremezdi. Yahut onun kemiğinin
üzerinden eti ve siniri demir taraklarla taranır, kazınırdı da yine, bu işkence
kendisini dininden döndüremezdi! Allah'tan sakınınız! Hiç şüphesiz, Allah sizin için
fetih ihsan edecek ve bu işi muhakkak tamamlayacaktır. O kadar ki, hayvanına
binmiş bir kimse, San’a ile Hadramevt arasında, San'a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar
gidecek de, Yüce Allah'tan başka, hiçbir şeyden korkmayacak; sadece kişi, koyunu
hakkında kurt saldırmasından kaygı duyacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz,
sabredin!” buyururdu.
Kureyş’in işkencelerine
dayanamayan
Müslümanlar, Allah
Resulu’nün kapısını
çalıp, ondan dua ve
yardım istiyorlardı. Ama
tek çare sabırla
direnmekti…
Müşriklerin Resulullah’ı ve ashabını maruz bıraktıkları daha birçok işkence ve
sıkıntılar ile bunlara karşı gerçekleşen mucizeli anlatımlar, kaynaklarımızda çokça
yer almakla birlikte, biz sadece bu kadar örnekle yetinmeyi uygun görüyoruz.
Anlatılanların bir kısmının ise abartılı ve o zamanki Arap toplumun
geleneğine ve sosyokültürel ortama uygun anlatılar olmadığı için kabul edilemez
olduklarını da düşünmekteyiz. Diğer bir problem ise, olayların, onlarla
irtibatlandırılmaya çalışılan ayetlere sebebi nüzul olarak gösterilmesidir ki, bu da
tartışmalıdır. Bu olaylar bi’setin onuncu yılda cereyan etmesine rağmen Furkân ve
Yâsîn surelerinin nüzulünü, beş veya altıncı yıla tarihlemenin uygun olduğuna
inanmaktayız.
Resulullah’ın, toplumunun geleneğinde karşımıza çıkan telakkilerin dışında
tutularak anlatılmasını problemli bulmaktayız. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, burada
da Resulullah’ın öldürülmesi hakkındaki rivayetleri, ne kadar sahih görünürse
görünsünler, kabule şayan bulamamaktayız. Bu hususta tek kabul edilebilir
rivayetin, Medine’ye hicret öncesi, “tüm kabile üyelerinin iştirakiyle” kararlaştırılan
suikast teşebbüsü olduğunu düşünmekteyiz. Gelenek, kabile taassubunu o kadar
öne çıkarmaktadır ki, ne durumda olursa olsun, kabile, kendi üyelerinden birine
karşı işkence ve eziyete göz yumarken, cinayet ve katliamı asla affetmiyordu. Bu
yüzden öldürme işi kabileler birliğinin karar ve teşebbüsüyle icra edilebilmekteydi.
Bu durumda rivayetlerdeki abartılı ve mucizemsi ifadelerle anlatılmak
istenenlerin, Resulullah ve müminlerin, öldürülmeye varacak kadar büyük eziyet ve
işkencelere uğradıkları, bunlara rağmen onların da buna karşı koyarak, direnerek
mücadelelerini sürdürmekten geri durmadıkları olduğunu düşünmekteyiz.
Himayesiz kişilerin ne kadar sıkıntıya ve zulme maruz kalmaları söz konusuysa,
Resulullah’ın da aynı sıkıntılara uğradığını düşünmek durumundayız. Onun
korunması ise, sadece direnme gücü, mücadele azmi ve kararlığının kırılmaması,
tebliğine devam etmesi ve bunun için her türlü fırsatı kollamasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İslamiyet Mekke'de yayılmaya başlayınca, müşriklerin ileri gelenlerinden
bazıları, Allah Resulu'ne ve Müslümanlara karşı, baskıya, işkenceye, kıskançlığa ve
azgınlığa başladılar. Bu müşriklerden bazıları, kıskançlık ve düşmanlıklarını açıkça,
bazıları da kapalı ve sinsi bir biçimde sürdürmüşlerdir. Onlardan bazılarını en
düşmandan sadece muhâlife doğru şöyle sıralayabiliriz:
Kureyş’in Allah Resulü
ve Müslümanlara en
çok baskı yapanları, 23
kişi olarak
sayılmaktadır.
1. Ebu Cehil Amr b. Hişam,
2. Ebu Leheb b. Abdilmuttalib,
3. Ukbe b. Ebi Muayt,
4. Ümeyye b. Halef,
5. Übeyy b. Halef,
5. Nadr b. Haris,
6. Züheyr b. Ebi Ümeyye,
7. Ebu Kays b. Fâke,
8. Hakem b. Ebi'l-Âs,
9. Muaviye b. Mugîre,
10. Münebbih b. Haccac,
11. Sâib b. Ebi Sâib,
12. Esved b. Abdilesed,
13. Âs b. Saîd,
14. İbnül- Asda,
15. Adiyy b. Hamra,
16. Ebu Süfyan b. Haris,
17. Hanzale b. Ebi Süfyan,
18. Esed b. Abduluzzâ,
19. Ebu Zem’a Zem’a b. Esved,
20. Safiy b. Sâib,
21. Amr b. Âs,
22. Haris b. Kays
22. Nübeyh b. Haccac,
23. Üneys b. Miyer,
24. Tuayme b. Adiyy,
25. Rükâne b. Abdi Yezid
26. Mâlik b. Tulatıla,
27. Hübeyra b. Ebi Vehb,
28. İbn Gaytala Haris b. Gays,
29. Esved b. Muttalib,
30. Esved b. Abdi Yağus,
31. Velid b. Mugire,
32. Âs b. Vâil,
33. Haris b. Tulatıla (Gaytala)
34. Utbe b. Rebia,
35. Şeybe b. Rebia,
36. Ebu Süfyan b. Harb
İsimlerinde ittifak olmasa da, 23 kişi en azılı düşmanlar arasında
sayılmaktadır. Resulullah'a düşman olan bu müşrik ileri gelenlerinden Ebu Süfyan
b. Haris, Ebu Süfyan b. Harb, Amr b. Âs ve Hakem b. Ebi'l- Âs'tan başka, hiçbirisi
Müslüman olmamıştır.
Müşriklerin Bazı İtiraz ve İftiraları
Yukarıda kısaca temas etmekle birlikte, burada da bir kısım ayetler ışığında
müşriklerin Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an’a itiraz ve iftiralarına kısaca temas
etmek istiyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
 Kur’an’ın Allah katından gelme onun kelamı olduğuna değil, beşer olarak Hz.
Muhammed'in sözü olduğunu iddia etmektedirler:
“Bu, ölümlü beşer sözünden başka bir şey değildir!” der.” (Müddessir/74:
25)
“De ki: “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu
O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!”“ (Furkan/25: 6)
“… senin kalbine, ki (ey Muhammed, onunla) uyaran kimselerden biri
olasın…” (Şuara/26: 194)
“De ki: “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu
O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!”” (Furkan/25: 6)
“Ve o, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağında(n çıkmış)tır; o,
gerçekten yücedir, hikmet doludur.” (Zuhruf/43: 4)
“… (hâl böyleyken:) ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine
okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen
kimseler, “Bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir ya da bunu değiştir”
diyecek olurlar. (Ey Peygamber) de ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem olacak
şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın, (bu konuda) rabbime baş
kaldıracak olursam, dehşet veren o (Büyük) Gün (gelip çattığında) azabın (beni
bulmasın) dan korkarım!”” (Yunus/10: 15)
“İşte sana da (ey Muhammed,) kendi buyruğumuz altında hayat veren bir
mesaj vahyettik. (Bu mesaj sana gelmeden önce,) sen vahiy nedir, iman (nedir)
bilmezdin ama (şimdi) bu (mesajı) bir ışık yaptık ki onunla kullarımızdan
dilediğimizi doğru yola ulaştıralım; şüphesiz sen de (insanları onunla) doğru
yola ulaştıracaksın.” (Şura/42: 52)
“İmdi, bu Kur’an, asla Allah'tan başkası tarafından tasarlanmış, uydurulmuş
olamaz; üstelik o, önceki vahiylerden hakikat adına bugüne kalmış ne varsa
onu doğrulayıp, alemlerin rabbinden (geldiğinden) şüphe olmayan vahyi özlü
bir biçimde açıklıyor.” (Yunus/10: 37)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
 Allah Resulu, Kur’an’ın kendisine bir elçi yani Cebrail tarafından getirildiğini
söylemektedir. Müşrikler de onun bu ifadeleri karşısında, bir yandan kendisine
diğer yandan da, onlarını akıbetlerini haber veren Cebrail’e düşmanlık
beslemeleri:
“(Ey peygamber, onlara) şunu anlat: “Kim ki, Allah'ın izniyle senin kalbine,
önceki çağlarda indirdiklerini doğrulayan, inananlara bir muştu ve rehber olan
bu (ilahi kelam)ı indirdiği için Cebrail'e düşmanlık besliyorsa; kim ki Allah'a,
O’nun meleklerine, Cebrail ve Mikail de dâhil O’nun elçilerine düşmanlık
besliyorsa, bilsin ki, Allah da hakikati inkâr eden herkese düşmanlık
beslemektedir.” (Bakara/2: 97–98)
“Bakın, bu (Kur’an) gerçekten şerefli bir Elçi'nin (vahyedilmiş) sözüdür…”
(Hakka/69: 40)
 Kur’an’ın daha ilginç ve daha başka bir biçimde inmiş olmasını istemeleri:
“Eğer bu (ilahi kelamın) Arapça dışında bir dilde (indirilmiş) bir hitabe
olmasını dileseydik, onlar, (şimdi onu reddedenler,) bu defa, “Neden onun
mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil(de
indirilmiş bir mesaj bu) ve (tebliğ eden de) bir Arap (elçi)?” diyeceklerdi. De ki:
“Bu (ilahi kelam,) iman edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona
inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı
(Kuran) onlara kapalı, anlaşılmaz gelir. Onlar çok uzaklardan seslenilen
(insanlar gibi)ler.”” (Fussilet/41: 44)
“İmdi, hakkı inkâra şartlanmış olan kimseler: “Kur’an ona bir bütün olarak
bir kerede indirilseydi ya!” diyorlar. Oysa biz onu (sana) böyle tutarlı bir bütün
oluşturacak şekilde belli bir düzen içinde ağır ağır vahyediyoruz ki, onunla
senin kalbini pekiştirelim.” (Furkan/25: 32)
 Allah Resulu’nün ayetleri okumasına karşı onların da karşı propaganda
oluşturmaları:
“Hakikati inkâr edenler (birbirlerine): “Bu Kuran'ı dinlemeyin ve onun
hakkında saçma, anlamsız şeyler uydurun ki onu(n gücünü) bastırasınız!”
derler.” (Fussilet/41: 26)
 Kur’an’ı Hz. Muhammed'in kendisinin
gönderilmediğini iddia etmeleri:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
uydurduğu,
Allah
tarafından
30
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“De ki: “Allah (başka türlüsünü) dileseydi, size bu (ilahi kelamı) okuyup
duyurmazdım; O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki, bu (vahiy bana
gelmezden) önce bir ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse, yine de aklınızı
kullanmayacak mısınız?”” (Yunus/10: 16)
“Ve (sen ey inanan kişi,) bu kitabın sana ulaşacağını ummazdın; fakat işte
rabbinden bir rahmet olarak (sana ulaştı). Öyleyse, artık hakkı inkâra kalkışan
kimselere asla arka çıkma…” (Kasas/28: 86)
“… çünkü, (ey Muhammed,) sen bu (vahyin gelmesi)nden önce herhangi bir
ilahi kelamı okumuş ya da onu kendi ellerinle yazmış değildin; öyle olsaydı,
(sana vahyetmiş olduğumuz) hakikati çürütmeye çalışanlar, insanları (onun
hakkında) kuşkuya sevk edebilirlerdi.” (Ankebut/29: 48)
“Şimdi o, (kendisine bunu emanet ettiğimiz kişi,) (kendi) sözlerinden bir
kısmını bize isnat etmeye kalkışsaydı, O’nu sağ elinden yakalardık ve şah
damarını keserdik ve hiç biriniz onu koruyamazdı!” (Hakka/69: 44-47)
 Kur’an’a karşı koyamayınca, onun hakkında “bu eskiden beri duyduğumuz
masallardır” demeleri:
“Ve kendilerine her ne zaman ayetlerimiz ulaştırılsa, “Biz (bütün bunları)
önceden de işitmiştik,” derlerdi, “istesek, şüphesiz, biz (kendimiz) de bu tür
sözler düzebiliriz. Eski zamanlara dair masallardan başka bir şey değil,
bunlar!”” (Enfal/8: 31)
“Gerçek şu ki, bize de bizden önce atalarımıza da aynı şey vaad edilmişti!
Eskilerin masallarından başka bir şey değil bu!” (Müminun/23: 83)
 Kur’an’ın bir şair veya kâhin sözü olduğunu söylemeleri. Çünkü Arapların
inancına göre, mükemmel sözler ancak şair ve kâhinler tarafından
söylenmektedir:
“ve o, inanmaya ne kadar az (eğilimli) olsanız da bir şair sözü değildir ve
ders almaya ne kadar az (hazır olsanız) da bir kâhin sözü de değildir…”
(Hakka/69: 41-42)
“Ve (bu ilahi mesaj öylesine katıksız vahiy ürünüdür ki) onu asla şeytani
güçler indirmemiştir…” (Şuara/26: 210)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“Ve (işte böyle:) Biz bu (Peygamber'e) şiir (yeteneği) bahşetmedik, zaten
(şiir) bu (mesaj)a uygun düşmezdi. O yalnızca bir uyarı ve öğüttür ve o özünde
apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren bir (ilahi) hitabedir…” (Yasin/36: 69)
 Kur’an’ın etkileyiciliğine karşı duramayınca, onu ‘söz büyüsü’ olarak
adlandırılmak istediler:
“İşte böyle, kendilerinden önce yaşamış olanlara da hangi elçi geldiyse,
mutlaka, “(O) bir göz boyayıcı(dır), yahut bir deli!” dediler.” (Zariyat/51: 52)
“ve “mecnun bir şairin sözüyle biz ilahlarımızı mı terk edeceğiz?” derlerdi.”
(Saffat/37: 36)
“ve “bu, bir (beşerin) büyülü sözlerinden başka bir şey değildir!” derler…”
(Saffat/37: 15)
“Ama mesajlarımız ne zaman onlara bütün açıklığıyla iletildiyse, hakikati
inkâra şartlanmış olanlar, hakikat kendilerine iletilir iletilmez onun hakkında,
“Bu, göz boyayan bir büyüden başka bir şey değil!” diye konuşurlar.”
(Ahkaf/46: 7)
“Şimdi bu (insanlar) aralarından bir uyarıcının çıkmasına şaşmaktadırlar ve
hakikati inkâr edenler şöyle diyorlar: “O (sadece) bir büyücü, bir yalancıdır!”
(Sad/38: 4)
 Allah Resulu'nü reddetmek için ısrarla ondan mucize istemeleri:
“Ve bir de şöyle derlerdi: “Ey Allahımız, eğer bu gerçekten Senin katından
(indirilen) hakkın kendisi ise, o zaman gökten taş yağdır başımıza, yahut (daha)
can yakıcı bir azap çıkar karşımıza!”” (Enfal/8: 32)
“Onlar, hâlâ, “Neden O'na Rabbinden hiç mucizevi işaretler indirilmiyor?”
diye sorarlar. De ki: “Mucize (göstermek) yalnız Allah'ın kudretindedir; ben ise
sadece bir uyarıcıyım”.” (Ankebut/29: 50)
“Hayret! Bu ilahi kelamı, kendilerine iletmen için sana göndermiş olmamız
onlara yetmez mi? Kuşkusuz onda rahmet(imizin tezahürü) ve iman edecek
kimseler için bir uyarı vardır.” (Ankebut/29: 51)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“Hiç şüphesiz, senden önce de elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve
çocuklar verdik; Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamberin bir mucize
göstermesi düşünülemez. Her çağa özgü vahyi bir mesaj vardır…” (Ra’d/13: 38)
“Şimdi en emin ve kararlı şekilde Allah’a yemin ediyorlar ki eğer kendilerine
bir mucize gösterilmiş olsaydı bu (ilahi kelam)a gerçekten inanmış olacaklardı.
De ki: “Mucizeler yalnız Allah’ın elindedir!” Ve hepinizin bildiği gibi, onlara bir
mucize gösterilmiş olsaydı bile ona inanmazlardı.” (En’am/6: 109)
“Bizi (öncekiler gibi, bu mesajı da) mucizevi belirtilerle birlikte
göndermekten alıkoyan tek sebep, önceki toplumların onları hep yalanlamış
olmalarıdır; nitekim Semud kavmine uyarıcı ve aydınlatıcı bir belirti olarak o
dişi deveyi verdik, ama onlar bunu kale almadılar. Oysa biz bu kabil belirtileri
yalnızca korkutup uyarmak amacıyla göndermişizdir.” (İsra/17: 59)
Tartışma
Bu konularda daha çok sayıda ayet örnekleri zikretmek mümkündür. Biz bu
kadarıyla yetinmek istiyoruz.
•Günümüzde, gerek müslümanlar ve gerekse gayri müslimlerin
Kur'an'a bakışlarını, ilk dönem müslümanları ve müşrikleriyle
mukayese ediniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBER’E UZLAŞMA TEKLİF ETMELERİ
Müşrikler, Resulullah'a Kur'an-ı Kerim hakkında birtakım acayip tekliflerde
bulundular. Onlar, Allah Resulu'nün ümmi olduğunu, hiçbir kitap okumadığını çok
iyi bilmekte, soy ve ahlaki faziletleri bakımından herkese üstünlüğünü itiraf
etmekte ve kendisini el-Emîn diye anmakta idiler. Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s), böylece kırk yaşına bastıktan sonra, onlara öyle fesahatli bir Hitab getirmişti ki,
o her fesahatli kelamı susturuyor, her manzum ve mensur kelama üstün geliyordu.
Onun içi, usul ve fürû ilimleriyle dolu idi. İlmin en nefislerini, ahkâm ve ahlâk
ilminin en incelerini, geçmiş ümmet ve peygamberlere ait kıssaların en gizli
noktalarını, Allah’tan başkasının bilemeyeceği gayp haberlerini bildiriyordu.
Edebleri ve ahlaki faziletleri öğretiyordu. Bütün belagat ve fesahat sahipleri ve ilim
adamları, Kur'an-ı Kerim'in fesahat ve belagatı, derinliği, genişliği karşısında acizlik
ve hayranlık içinde kalıyorlardı. Bu mübarek ‘Kitab’da yer alan ve putperestliği
yeren, putperestlerin cehenneme atılacaklarını bildiren ayetler, Kureyş müşriklerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
kızdırmaktaydı. Bunun için, müşriklerin ileri gelenleri, Resulullah'a şu tekliflerde
bulundular: "Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan, bize; içinde Lât’a, Uzzâ’ya,
Menât'a tapmayı bırakmak ve ilahlarımızı yermek, gibi, hoşumuza gitmeyen, bizi
kızdıran; öldükten sonra dirilmek, ahiret mükâfat ve cezası, gibi imkânsız
saydığımız şeyler bulunmayan başka bir Kur’an getir. Eğer Allah sana öyle bir
Kur'an indirmezse, sen kendinden uydur! Yahut şu elinde bulunandakinin tehdit
ayetlerini tebşir ayetine, tebşir ayetini tehdit ayetine, haramı helale, helali harama
çevir; azab ayeti yerine rahmet ayetini koy. İlahları ve onlara tapmayı yeren
ayetleri onun içinden çıkar. Böylece sana inanalım, sana tabi olalım!" dediler.
Onların bundan maksatları, alay etmek, Peygamberimizi (s) susturmaktı. Bunun
üzerine Yüce Allah, indirdiği ayetlerde şöyle buyurdu:
“Ve (hal böyleyken) ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine
okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen
kimseler, "Bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir; ya da bunu değiştir"
diyecek olurlar. (Ey Peygamber) de ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem olacak
şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın, (bu konuda) Rabbime
baş kaldıracak olursam, dehşet veren o (büyük) gün (gelip çattığında) azabın
(beni bulmasın)dan korkarım!" De ki: "Allah (başka türlüsünü) dileseydi, size bu
(ilahi kelamı) okuyup duyurmazdım; O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki,
bu (vahiy bana gelmezden) önce bir ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse,
yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?" Hem, kendi uydurduğu yalanları
Allah'a yakıştıran ya da O’nun ayetlerini yalanlayan kimseden daha zalim kim
olabilir? Doğrusu, (böyle yaparak) günaha gömülüp giden kimseler kurtuluşa
asla erişemeyeceklerdir ve (ne de) Allah'la beraber, kendilerine ne bir yarar ne
de zarar verebilecek durumda olmayan şeylere veya varlıklara kulluk edip
(kendi kendilerine), "Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımızdır" diyen
(kimse)ler! De ki: "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber
verebileceğinizi sanıyorsunuz? (Yoo,) kudret ve egemenliğinde sınırsız olan
odur, ve insanların O’na, ilahlığında ortak yakıştırdıkları her şeyden
sonsuzcasına yücedir.” (Yunus/10: 15-18)
Müşrikler Resulullah ile
biraz alay olsun diye ve
biraz da onu
davasından
vazgeçirmek için, ona
olmadık tekliflerde
bulunuyorlardı…
Yine bir gün Peygamberimiz (s) Kâbe'yi tavaf ederken, Kureyş müşriklerinden
Esved b. Muttalib, Velid b. Mugîre, Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil gibi yaşlı birtakım
kimseler, Peygamberimiz’e, "biz sana bir haslet teklif edeceğiz ki, onda hem senin
için, hem bizim için iyilik vardır!" dediler. Peygamberimiz (s) de, "Ne imiş o?" diye
sorunca, onlar, "ey Muhammed! Gel, sen bizim dinimize tabi ol; biz de senin dinine
tabi olalım! Sen bizim ilahlarımıza bir gün veya bir ay veya bir yıl tap; biz de senin
İlahına bir gün veya bir ay veya bir yıl tapalım. Böylece bizimle senin aramızda barış
meydana gelsin ve aramızdaki düşmanlık gitsin. Ey Muhammed! Eğer senin taptığın
bizim taptığımızdan daha hayırlı, senin işin bizimkinden daha doğru ise, biz ondan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim işimiz daha doğru ise, sen de ondan nasibini
almış olursun." dediler. Peygamberimiz (s) de, "Ben Allah'a ibadet ederken,
başkasını ona ortak koşmaktan Allah'a sığınırım!" buyurdu. Bu hususta Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu
bulmanızı sağlayan ve rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen?
Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Allah, insanların tanrısal nitelikler
yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir! (Neml/27: 63) “De ki:
"Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan o dururken göklerin ve yerin yaratıcısı
olan Allah’tan başka birini mi dost edineceğim?" De ki: "Ben, Allah’a teslim
olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranlar
arasında bulunmakla değil". (En’am/6: 14) ayetlerini okudu. Bunun üzerine
Müşrikler: "Öyle ise, bazı ilahlarımıza elini sür! Biz de seni tasdik edelim. Senin
İlahına tapalım" dediler. Bunun üzerine “De ki: "Siz ey (doğru ile eğriden) habersiz
olanlar! Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi teklif ediyorsunuz?" (Zümer/39: 64)
ve Kafirun suresi (1-6 ayetleri nazil oldu) “De ki: "Siz ey hakikati inkâr edenler! Ben
tapmam sizin taptığınıza, siz de tapmazsınız benim taptığıma. Ve ben
tapmayacağım (asla) sizin tapıp durduğunuza, siz de (hiç) tapmayacaksınız benim
taptığıma. Sizin dininiz size, benimki bana!" Peygamberimiz sureyi okuyunca,
Kureyş müşrikleri Peygamberimiz’e (s) sövüp saydılar ve ümitlerini kestiler.
Peygamberimize ve ashabına işkenceye devam ettiler.
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBER’İ KENDİLERİNE TESLİM ETMESİ
İÇİN AMCASI EBU TALİB’E MÜRACAATLARI
Ebu Talib, Araplardaki
asabiye geleneğine
uygun olarak,
Müslüman olmadığı
halde Allah Resulu’nü
vefatına kadar korumuş
ve bu uğurda her
sıkıntıya katlanmıştır.
Her türlü baskıya rağmen Müslümanların sayılarının günden güne arttığının
görüldüğü sıralarda idi. Aralarında Ebu Cehil’in de bulunduğu Kureyş müşriklerinin
ileri gelenleri, bir gün toplantı yaparak Resulullah’ı davasından vazgeçmeye ikna
olması için bir teklif götürmeye karar verdiler. Çünkü ne yaparsa yapsınlar
Müslümanlarda bir direnç kırılması meydana getirememişler, bir gerileme
görememişler ve onlardan hiçbirini -ölüm ve işkenceye rağmen- yollarından
vazgeçirememişlerdi. Bir yandan dayak, işkence ve psikolojik baskılarına devam
ederken diğer yandan da bu işin başında bulunan Muhammed’i (s) ikna veya elde
etmeyi, yolundan ve davasından vazgeçirmeyi düşünmekteydiler. Çünkü o hiçbir
surette ve şartta tebliğden vazgeçmemekteydi.
Araplarda asabiye duygusu çok güçlü olduğu için, bir noktada hemen
devreye girer ve herkes kendi kabilesinden yana davranırdı. Her ne kadar
Müslüman olmadıysa da Resulullah'ın amcası Ebu Talib her durumda Hz.
Peygamber'i koruyor ve koruduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden Hz. Muhammed'i
işinden vazgeçirmenin önemli yolunun amcası ve hamisi Ebu Talib olduğunu
bildikleri için ona gidip, yeğenini bu işten vazgeçmesi için ikna etmeye çalışmasını
istediler ve ona, "Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaş, şeref ve mevkice bizden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni
istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi, artık onun
atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yermesine
dayanamayacağız! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vazgeçirirsin ya da iki taraftan
birisi yok oluncaya kadar, onunla da, seninle de çarpışırız!" dedikten sonra, dönüp
gittiler. Kavmi ile ilgisini kesmek ve onlara düşman kesilmek gibi bir durumla
karşılaşmak, Ebu Talib'e çok ağır gelmişti. Fakat Resulullah’ı yardımsız bırakmak da,
müşriklere teslim etmek de, gönlünün asla razı olamayacağı bir keyfiyetti. Ebu Talib
Resulullah’ı çağırttı ve ona, "Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana
geldiler. Şöyle şöyle söylediler. Senden, bana şikayetlendiler. Senden dolayı beni
çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek gibi, onların
hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç! Hem bana, hem kendine acı! Güç
yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yükleme!" dedi.
Peygamberimiz (s) de, amcasının bu sözlerinden, fikir değiştirdiğini, artık yanında
dikilip kendisine yardım etmekten aciz kaldığını, desteklemeyi bırakacağını,
kendisini müşriklere teslim edeceğini sandı ve, "ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam
için Güneşi sağ elime ve Ayı da sol elime koysalar, Allah onu üstün kılıncaya ya da
ben bu yolda ölüp gidinceye kadar davamdan vazgeçmem." dedi. Gözleri yaşardı ve
ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib: "Gel ey kardeşimin oğlu, gel!"
diye seslendi. Peygamberimiz (s) dönüp gelince, Ebu Talib, "ey kardeşimin oğlu!
Git, istediğini söyle, işine devam et, istediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman
onlara teslim edecek değilim!" dedi
Kureyş müşrikleri, Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i yardımsız bırakmaktan ve
kendilerine teslim etmekten kaçındığını ve bu uğurda kavminden ayrılmayı ve
onlara düşman olmayı bile göze aldığını anladıkları zaman, Umâre b. Velid b.
Mugîre’yi, Ebu Talib'e götürdüler ve ona, "sen, bizim içimizde, seyyidimiz ve
üstünümüzsün. Bu Umâre b. Velid b. Mugîre, Kureyş gençleri içinde en güçlü, en
yakışıklı gençtir. Sen, bunu al, kendisinin aklından ve yardımından yararlan. Onu
kendine oğul edin. Senin dinine, baba ve atalarının dinine karşı olan, kavminin
topluluğunu bölen, akıllarını akılsızlık ve beyinsizlik sayan şu kardeşinin oğlunu bize
teslim et, öldürelim. İşte, sana adam yerine adam!" dediler. Ebu Talib, "vallahi, siz
bana ne kötü şey teklif ediyorsunuz! Bu insaflı bir davranış mıdır? Siz bana
oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Ben oğlumu size
vereceğim, siz ise onu öldüreceksiniz, öyle mi? Vallahi, bu hiçbir zaman olur şey
değildir!” diyerek onları reddetti.
Yine bir gün aralarında şöyle dediler: “Muhammed’in işi çığırından çıktı,
işlerimiz karıştı. Sihirde, kehanette, şiirde en bilgilimizi araştıralım da,
topluluğumuzu dağıtan, işimizi karıştıran, dinimizi ayıplayan şu adamın yanına
gönderelim, kendisiyle bir konuşsun; üzerinde direndiği şeyle ne yapmak istediğine
bir baksın, durumu öğrensin.” dediler. Tartışmaları sonucunda bu iş için, Utbe b.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Rebia’dan daha uygun birinin olamayacağına kanaat getirdiler. Peygamberimiz de
toplantı yerine yakın bir tarafta yalnız başına oturuyordu.
Utbe b. Rebia: “Vallahi ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidini işitmişim ve
bunlar hakkındaki bilgilere vakıfım; bana bu konulardan kapalı kalan bir taraf
yoktur. Ey Kureyşliler! Ben Muhammed’in yanına gidip onunla konuşayım,
kendisine bazı şeyler teklif edeyim. Teklif edeceğim şeylerden hangisini kabul
ederse, istediğini kendisine veririz, belki artık bizimle uğraşmaktan vazgeçer.” dedi.
Müşrikler de: “Tamam, kalk yanına git, hepimiz adına kendisiyle konuş.” dediler.
Utbe hemen kalktı, Peygamberimiz’in yanına varıp oturdu ve: “Ey kardeşimin
oğlu! Sen de biliyorsun ki, kabile içinde, şeref ve soyca aramızda üstün bir
mevkidesin. Fakat kavminin başına büyük bir iş, bir sıkıntı getirdin. Onunla,
birliklerini dağıttın, akıllarını akılsızlık saydın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın,
babalarından gelip geçmiş olanları tekfir ettin. Ey Muhammed! Sen mi daha
hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlı? Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın,
yoksa Abdülmuttalib mi daha hayırlı? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdullah mı
daha hayırlı?” diye sordu. Peygamberimiz, Utbe’nin bu sorularına hiç karşılık
vermedi. Utbe: “Eğer bunların senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan,
bunlar ayıplamakta olduğun ilahlara tapıyorlardı. Yok, eğer sen onlardan hayırlı
olduğunu sanıyorsan, konuş, bu yoldaki sözünü de dinleyelim? Biz hiçbir zaman
kavmine senin yaptığından daha uğursuz ve ağır gelen bir şey görmedik.
Topluluğumuzu dağıttın, işimizi karıştırdın, Araplar içinde bizi rezil ettin.
‘Kureyşliler içinde bir sihirbaz, bir kâhin türemiş’ dedirttin. Vallahi, biz kılıçlarımızla
birbirimizi yok etmeye kalkacağımız, çığlık koparılacak andan başkasını
bekleyemiyoruz. Gel, sen beni dinle, sana bazı şeyler teklif edeceğim; onların
üzerinde dur, düşün; belki bazısını kabul etmeyi uygun bulursun.” dedi.
İlk Müslümanların,
İslam’ı kabul
etmelerindeki tek ve en
önemli etken, bizzat
Kur’an’dır…
Bu da, Kur’an’ın mucize
olduğunun bir
alametidir.
Peygamberimiz: “Söyle ey Ebu’l-Velid, seni dinliyorum” buyurdu. Utbe: “Ey
kardeşimin oğlu! Eğer sen bu yaptığın işle mal elde etmek istiyorsan, malca en
zenginimiz oluncaya kadar, mallarımızdan senin için mal toplayalım. Eğer
yaptıklarınla şeref ve şan kazanmak istiyorsan, seni üzerimize seyyid yapalım ve
sensiz hiçbir işe karar vermeyelim. Eğer bu sana geldiğini söylediğin şey, sana
musallat olup da kurtulmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise, seni tedavi ettirelim.
Seni ondan kurtarıncaya kadar, mallarımızı bu uğurda saçarcasına harcayalım.
Tedavi edilinceye kadar cinin adama sataşıp durduğu olabilir. Ne dersin?” dedi.
Utbe sözlerini bitirinceye kadar Peygamberimiz onu dinledi ve: “Ey Ebu’lVelid! Söyleyeceklerini söyleyip bitirdin mi?” diye sordu. Utbe “Evet” deyince,
Peygamberimiz: “O hâlde şimdi beni dinle!” buyurdu ve Fussilet suresini okumaya
başladı. Utbe de susup, sakince onu dinledi. Peygamberimiz, Fussilet suresini
okuyup secde ettikten sonra: “Ey Ebu’l-Velid! Hiç işitmediğini dinlemiş
bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o! Benim diyeceğim budur.” buyurdu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Bundan sonra, Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına döndü. Arkadaşları
birbirlerine: “Vallahi, Ebu’l-Velid buradan gittiğinden başka bir yüzle geliyor.”
dediler. Gelip yanlarına oturduğu zaman, Utbe’ye: “Ey Ebu’l-Velid! Ne haber
getirdin?” diye sordular. Utbe: “Vallahi, ben şimdiye kadar bir benzerini daha önce
işitmemiş olduğum bir sözü işittim. Vallahi, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir.
Ey Kureyşliler! Gelin, beni dinleyin, bana uyun. Şu adamı, üzerinde durduğu şeyle
baş başa bırakın. Siz aradan çekilin, ondan uzak durun! Vallahi, kendisinden
dinlemiş olduğum söz, büyük bir haber olacaktır. Eğer onu Araplar öldürürlerse,
sizden başkasıyla onun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa,
onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi de sizin kudret ve
şerefiniz demektir. Siz böylece, onun sayesinde, insanların en mutlusu olursunuz. Ey
kavmim! Gelin, bugün bana itaat edip sözümü dinleyin de, başka zaman isyan
ederseniz edin.” dedi. Kureyşliler: “Vallahi, ey Ebu’l-Velid! O, diliyle seni de
büyülemiş.” dediler. Utbe: “Bu, benim onun hakkındaki görüşümdür. Siz nasıl
istiyorsanız öyle yapın.” dedi.
Utbe’nin, Kureyş müşriklerine devamla, “Muhammed, ‘Onlar bu beyandan
sonra yine imandan yüz çevirirlerse, ‘Âd ve Semûd’u çarpan yıldırım gibi, size de bir
azabın gelip çatabileceğini hatırlatırım’ de” (Fussilet/41: 13) dediği zaman, ağzını
elimle kapatarak, daha fazla okumaması için, kendisine akrabalık adına and verdim.
Çünkü Muhammed bir şey söylediği zaman hiç yalanlanmadığını bildiğim için,
üzerinize azab ineceğinden korktum.” dediği de rivayet edilir.
Müşriklerin bu ve benzeri teşebbüsleri de bir fayda etmiyor; sonuç, inadına
inkârdan ve daha da sertleşen mücadeleden başka bir yere varacak gibi
görünmüyordu. Nitekim öyle de olmuş, müşrikler, Müslümanlara karşı daha da
aşırı ve şiddetle davranmaya devam etmişler ve bu durumdan taviz de
vermemişlerdir, ki kendi açılarından haklı olarak yapacakları başka şeyleri de yoktu.
HZ. HAMZA’NIN MÜSLÜMAN OLMASI
Hz. Hamza’nın
Müslüman olması,
Müslümanlar için güç,
kâfirlere ise, korku ve
üzüntü olmuştur.
Rasulullah’tan iki ya da dört yaş büyük olan amcası ve sütkardeşi Hz.
Hamza’nın, bi’setin ikinci ya da altıncı senesinde Müslüman olduğu rivayet olunur.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan
arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. veya 5. yılında
başladığını görmekteyiz. Çünkü zaten 3 yıl gizli davet dönemi vardı. Müslümanların
sayılarının artması üzerine baskı ve işkenceler de artarak, onları yıldırma ve
dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri baş göstermiştir. Dolayısıyla
Hamza’nın bi’setin 2. yılında Müslüman olduğuna dair rivayetleri kabule şayan
görmüyoruz. Hz. Hamza’nın Müslümanlığı kabul etmesi şöyledir:
Müslümanlara eziyet ve işkence edildiği zamanlarda, Ebu Cehil, Kâbe’de
Resulullah’a sövüp saymış, hakaretler etmişti. Bu, Resulullah’ın canını çok sıkmış ve
üzüntüyle çıkıp evine gitmişti. Safa’da meydana gelen bu olay aleni olmuş, insanlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
da buna şahit olmuştu. Olayı görenlerden Abdullah b. Cüd’ân’ın azatlı cariyesi,
avdan döndükten sonra Kâbe’yi tavaf ederek evine gitmekte olan Hamza’ya
rastlamış ve gördüğü olayı ayrıntısıyla ona nakletmişti. Bu duyduklarına çok
sinirlenen ve öfkeyle Mescid-i Haram’da oturmakta olan kalabalığa yönelen Hz.
Hamza, Ebu Cehil’in karşısına dikildi. Elindeki yayı kaldırıp şiddetle onun başına
vurarak yardı ve: “Yeğenime sövüp sayan sen misin? İşte ben de onun dinindenim!
Elinizden geleni ardınıza koymayın!” dedi. Ardından, Resulullah’ın dininin hak
olduğunu, Allah’a ve Muhammed’in onun Resulu olduğuna inandığını söyledi.
Müşriklerle bir miktar söz dalaşına girdikten sonra evine gitti. Rivayetlere göre
Hamza, evine döndükten sonra, gösterdiği bu tepkiyi ve konuşmaları gözden
geçirir, öfkesine yenildiğini, bu yüzden dinini değiştirdiğini ve atalarına ihanet
ettiğini düşünür. Ertesi sabah Resulullah’a giderek konuşur, tereddütleri gider ve
kalbi mutmain olur. Şükrünü ve Resulullah’ı himaye edeceğini beyan eden bir şiirle
oradan ayrılır.
Araplarda çok sık örneklerine rastladığımız akrabalık duygusuyla oluşan
kayırma ve tarafgirlik, Hz. Hamza’da Resulullah lehine tecelli etmiştir. Bununla
birlikte biz, diğer amcası Ebu Leheb’e, bu duygunun hiç tesir etmediğini de
biliyoruz. Ancak Ebu Leheb’le ilgili durumun çok istisna olup aslında Araplarda her
hâlükârda akrabaların kayrılıp gözetilmesinin (asabiye) baskın bir duygu olduğunu,
her yer ve dönemdeki örnekleriyle görmekteyiz. İşte Hamza da başlangıçta bu
duygularla Müslümanlığı kabul ederek Hz. Peygamber’in yanında yer almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Özet
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
•Allah Resulü, vahiy aldığı zaman 40 yaşındaydı ve bu onun beklemediği
bir anda vuku bulmuştu. Hıra mağarasında vuku bulan bu olaydan
sonra 3 ay boyunca hiç vahiy gelmemiştir. Bu durum Resulullah'ı
endişelendirmişse de bundan sonra vahiy 23 yıl boyunca hiç
kesilmemek üzere devam etmiştir.
•Hz. Peygamber almış olduğu risalet görevini ilk önce çok yakın eş ve
dostlarına duyurmuş onlarla beraber ve onların da çabalarıyla ilk
müslüman cemaat oluşmuştur. Gizli davet dönemi adını alan bu 3 yıllık
sürede, müşriklerin herhangi bir tepkisi olmamış sadece onlara alay ve
acıma duygusuyla bakılmıştır. Bu dönemde Resulullah'ın daveti
Mekke'nin dışında da duyulmuş; Ebu Zer gibi bazıları böylece
Müslüman olmuşlardır.
•İlk Müslümanların müsteşriklerin iddia ettikleri gibi toplumun mağdur
kesimlerinde değil, zengin-fakir, hür-köle, kadın-erkek, genç-ihtiyar her
grubundan oluştuğu görülmektedir. Bu da İslam davetinin kabul
gördüğünün anlaşıldığının alametidir.
•Yüce Allah'ın davetini açıktan yapması emri üzerine Resulullah,
Mekke'nin Ebu Kubeys tepesine çıkarak tüm Mekkelileri İslam'a davet
etti. Ardından yakın akrabalarına bir ziyafet vererek tümünü İslam'a
çağırdı.
•Bundan sonra Allah Resulü Kâbe'de, çarşıda, pazarda kısacası heryerde
insanları İslam'a davet etti. Müslümanlar'ın rahatça görüşüp
Rasulullah'la buluşması için Erkam'ın Evi uygun bir mekan olarak
seçilmişti.
•Müslümanlar'ın sayısının gittikçe artması üzerine gelecekleri ve
menfaatleri açısından bunu tehlikeli gören Mekke'nin ileri gelen
müşrikleri Allah Rasulu'nü ve Müslümanları engellemek ve onları
putperestliğe dündürmek için çok büyük baskı ve işkencelere
başvurdular. Ne yaparsa yapsınlar hiçbir şey elde edemeyince hem
Resulullah'la hem de amcasıyla görüşerek davetin sona erdirilmesini
istediler. Bu durum daveti engelleyemediği gibi Müslümanların
sayılarının her geçen gün artmasının önüne de geçememişti.
•Bütün bunlar müşrikleri dahada kızdırmış ve sert davranışlarının
devamını sağlamıştır. Hz. Hamza'nın Müslüman olması baskılara
duyulan tepkinin sonucudur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Ödev
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
• Müslümanların müşriklerle mücadelesini ve müşriklerin
Kur'an'a tepkilerini, Kur'an'dan hareketle yorumlayınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Allah Resulu ilk vahiyi nerede almıştır?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Sevr Mağarasında
b) Kâbe’de
c) Hira Mağarasında
d) Erkam’ın evinde
e) Kendi evinde
2. İlk namaz nasıl kılınıyordu?
a) Günde 5 vakit
b) Günde 1 vakit
c)
Günde 2 vakit
d) Haftada bir vakit
e) Ayda bir vakit
3. Gizli davet döneminin süresi aşağıdakilerden hangisidir?
a) 1 yıl
b) 2 yıl
c) 2.5 yıl
d) 4 yıl
e) 3 yıl
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
4. Allah Resulu açık davete ilk olarak nerede başlamıştır?
a) Hira’da
b) Medine’de
c) Ebu Kubeys Tepesinde
d) Kâbe’de
e) Panayırda
5. Allah Resulu’ne ve Müslümanlara işkence yapan en azılı müşriklerin sayısı
kaynaklarımızda kaç kişi olarak verilmektedir?
a) 20
b) 23
c) 27
d) 30
e) 33
Cevap Anahtarı:
1. c 2.c 3.e 4.c 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
42
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ I-II, Bedir Yay., İstanbul,
1986
Algül, Hüseyin, İslam Tarihi I-IV, Gonca Yay., İstanbul, 1986
Aydınlı, Abdullah, “Ebu Zer el-Gıfârî” maddesi, DİA, X,266-269
Aykaç, Mehmet, “Fâtıma bint Esed” maddesi, DİA, XII,225
Azimli, Mehmet, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2010
Belâzürî, Ebul-Abbas Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-Eşraf, thk. Süheyl Zekkar-Riyâd
Ziriklî, Beyrut, 1417/1996
Çağatay, Neşet, “Zeyd b. Hârise” maddesi, İA, XIII,547-548
-----------------, “Zübeyr b. Avvâm” maddesi, İA, XIII,534-536
Fayda, Mustafa, “Ebubekir” maddesi, DİA, X,101-108
Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam Ali (Ali İbn Ebî Tâlib), TDV Yay., Ankara, 1996
-----------------, “Ebu Tâlib” maddesi, DİA, X,237-238
Halebî, Ebü’l-Ferec Nûreddin ‘Ali b. Burhâniddin, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’lMe’mûn, es-Sîretü’l-Halebiyye I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1400/1980
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti), çev. Salih Tuğ,
İrfan Yay., 5. baskı, İstanbul, 1990
Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi I-VI, çev. İ. Yiğit-S. Gümüş, Kayıhan Yay., 2. baskı,
İstanbul, 1987
İbn Abdi’l-Berr, Ebu Ömer Yusuf b. Abdullah b. Muhammed, el-İstîâb fî Marifeti’lAshâb, thk. Muhammed el-Becâvi, Kahire, tsz.
İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, Kahîre, 1328
İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik b. Eyyûb el-Himyerî, es-Sîretü’nNebeviyye, Beyrut 1391/1971.
İbn İshâk, Ebu Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr, Sîre, thk. Muhammed
Hamîdullâh, Konya 1981.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihâye-Büyük İslam Tarihi, Beyrut
1386/1966.
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b, Muslim ed-Dîneverî, el-Meârif, Beyrut,
1970
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
43
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İbn Sa’d. Ebu Abdillah Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1380/1960.
İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddin Muhammed b. Muhammed, ‘Uyûnü’l-Eser fî
Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer I-II, 2. baskı, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1974
İbnü’l-Esîr, İzzeddun Ebu’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Abdi’l-Kerim eşŞeybânî, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965
-----------------, Üsdü’l-Ğâbe fî Marifeti’s-Sahâbe, thk. Muhammed İbrahim el-Benna,
İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’ân, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yay., 2.
baskı, İstanbul, 2008
Kara, Seyfullah, Peygamber Döneminde Gençlik, Ağaç Yay., İstanbul, 2003
Köksal, M. Âsım, İslam Tarihi I-XVIII, Şamil Yay., İstanbul, 1987-1989
-----------------, “Darülerkam”, maddesi, DİA, VIII,520-521
Mes’ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. el-Hüseyn b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’lCevahir, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Kum, tsz.
-----------------, et-Tenbîh ve’l- İşrâf, thk. A. İsmail es-Sâvî, Bağdâd, 1357/1938
Mustafa (Kadı) Darir Efendi, Erzurumlu, Siyer-i Nebi, yay. haz. Selman Yılmaz,
başucu Kitapları Yay., İstanbul, 2004
Said Havva, Elesas fi’sünne, Siyteün Nebeviyye I-VI, çev. A.Ali Ural vdd., Aksa Yay.,
İstanbul, 1991
Sallabî, Ali Muhammed, Siyeri Nebi I-II, çev. M. Kasadar vd., Ravza Yay., İstanbul,
2009
Suyûtî, Celalüddîn Abdirrahman b. Ebî Bekir, Tarîhu’l-Hulefâ, thk., M. Muhyiddin
Abdulhamid, Mısır, 1952
Şiblî, Mevlâna, Asr-ı Saadet, İslam Tarihi, çev. Ö. Rıza Doğrul, Eser Yay., İstanbul,
1978
Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., 2.
baskı, İstanbul 2008
Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târîhu’t-Taberî-Tarihu’l-Umem ve’l Mülûk,
Darü’l Kütübü’l İlmiye, Beyrut, 1987
Topaloğlu, Bekir, “Âmine” maddesi, DİA, III,63-64
Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb, Târihu’l-Ya’kûbî, Beyrut, tsz.
Yıldız, Hakkı Dursun, (Redaktör) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay.,
İstanbul, 1986
Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Tarihu’l-İslam, Beyrut, 1995
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
44
HABEŞİSTAN’A HİCRETTEN
MEDİNE’YE KADAR
İSLAM’IN MEKKE DÖNEMİ
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
4
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
GİRİŞ
Hz. Muhammed (s), kırk yaşında Cenâb-ı Allah tarafından ilk kez vahye
muhatap oldu ve son peygamber olarak görevlendirildi. Onun, başlangıçta yakın
akraba ve arkadaşlarına yönelik olarak gizlice yürüttüğü tebliğ faaliyetleri
Mekke’nin ileri gelen müşriklerince, geçici bir durum gibi algılanmış, büyük bir
tepki ile karşılanmamıştı. Alenen tebliğ sürecinin başlaması ile İslamiyet’i seçerek,
ona tabi olan insanların, -kadın-erkek, zengin-fakir, çocuk-genç-ihtiyar, hür-köle
demeden- sayılarında görülen görece artışın zamanla belirgin hâle gelmesi,
Kureyş’in ileri gelenlerinin (mele’), Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi toplumun seçkin
şahsiyetlerinin Müslüman olmalarından duydukları kaygı ve endişe ile Mekke’nin
yerleşik dinî, iktisadi, ticari yapısının değişeceği, geleneksel toplumsal düzeninin
yıkılacağı kaygısından duyulan endişe, süreç içerisinde Müslümanlara karşı alay,
küfür, iftira vb. sözlü tepkiden ve fiili şiddete doğru çevrilmesine yol açmıştı.
Her şeye rağmen Hz. Peygamber, bütün gayreti ile Mekke’de İslamiyet’i
anlatmak ve tevhit mücadelesinde başarılı olmak istiyordu. Ancak bütün
samimiyeti ve çabasına rağmen bu mümkün olamayacağını anladı. O, insanlığın ilk
mabedi olan Kâbe ve kutsal Mekke şehrini pagan kültüründen arındırmak için artık
merkezden değil, çevreden mücadeleyi sürdürmeyi tercih edecekti. Tek çare
gözüküyordu: o da Hicret.
İşte bu ünitede Hz. Muhammed’in tebliğ faaliyetleri çerçevesinde Mekke
döneminde yaşadığı önemli olaylar çerçevesinde, Medine’ye hicrete kadar uzanan
süreç ana safhaları ile ele alınacaktır.
HABEŞİSTAN’A GÖÇ
İslamiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin Müslümanlara karşı
tutumları gittikçe sertleşmiş, sözlü tepkilerine şiddet ve işkenceyi de içeren fiili
müdahaleleri eklenmişti. Ashabının maruz kaldığı zulüm ve işkencelere son
derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen Resulullah, Müslümanlara,
dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak
adaletli idaresiyle bilinen hükümdar Ashame en-Necâşî yönetimindeki Habeşistan’a
gitmeyi tavsiye ederek:
“Allah sizi içinde bulunduğunuz sıkıntıdan kurtarıncaya kadar Habeş ülkesine
göç etseniz iyi olur, çünkü orada hiç kimsenin zulüm görmediği bir hükümdar
vardır, ayrıca orası doğruluk ve hakikat ülkesidir, Allah bir kolaylık verene kadar
orada kalın” buyurdu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Habeşistan’a hicretin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
 Mekke’de Müslümanlara karşı uygulanan şiddete paralel olarak yaşama
şartlarının zorlaşması.
 Kabile esasına dayalı bir toplum özelliği taşıyan Mekke şehri ve çevresinde,
İslam’a giren hür insanların, kendi kabileleri tarafından ötekileştirilmesi
neticesinde eman hakkını kaybetmeleri. Muhacirlerin toplumsal statülerine
bakıldığında aralarında kölelerin bulunmaması ve tamamının eman hakkını
kaybedenlerden hür insanlardan oluşması.
 Bu dönemde, Mekke ve çevresindeki kabileler ve şehirler doğru ya da dolaylı
olarak Mekke ile ilişkisi mevcuttu ve henüz tamamı müşrik idi. Dolayısıyla
Hicaz ya da Arap yarımadasının içerinde başka bir yere hicret söz konusu
değildi.
 Yarımada’da bulunan Hıristiyan ve Yahudi topluluklar kendi aralarında
çekişme ve mücadele içerisinde bulundukları için, kendilerine rakip olacak
Müslüman Muhacirleri içlerine dâhil edemezlerdi.
 Habeşistan’da emana vb. kurumlara gerek duymadan Müslüman
Muhacirlerin rahatça yaşayabilecekleri bir ortamın bulunması hicret mahalli
olarak tercih sebebi idi.

Arabistan’ın diğer bölgelerine nazaran, Kızıldeniz gibi doğal bir sınır ile
yarımadadan ayrılan Habeşistan’ın Bizans’a bağlı bir eyalet olarak nispeten
daha sistemli ve adil bir yönetime sahip olması sebebiyle Mekke
müşriklerinden gelecek tehlikelere karşı korunabilecekleri emniyetli bir
coğrafya olarak kabul edilmesi. (Öztürk, Levent. (2001). s. 55-66.)
Nitekim İlk Muhacir kafilesi, bi'setin 5. (m. 615) yılı Recep ayında adil bir
hükümdar olarak bilinen Habeşistan hükümdarı Necâşî’nin ülkesine hicret etti. İlk
hicret kafilesi toplam on bir erkek, dört kadınla (veya on ikisi erkek dört kadın
toplam on altı kişi ile) birlikte hareket ederek, gizlice Kızıldeniz kenarında bulunan
Şuayba limanına kimi yaya kimi de binekli olarak ulaştılar. Bu ilk Muhacir kafilesi,
reisleri Osman b. Maʻzun dışında, Hz. Peygamber’in kızı Rukiye ile eşi Hz. Osman (b.
Affan), Ebu Seleme ile eşi Ümmü Seleme, Âmir b. Ebî Rebîa ile eşi Leylâ b. Ebî
Hamse, Ebû Huzeyfe b. Utbe ile eşi Sehle bt. Süheyl, Zübeyr b. Avvâm, Mus‘ab b.
Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr, Süheyl b. Beydâ’dan
oluşuyordu. Müşrikler, yakalamak ve geri çevirmek için ilk Habeşistan
Muhacirlerini Kızıldeniz kıyısına kadar takip ettilerse de onlara yetişemediler,
Mekke’ye geri dönmek zorunda kaldılar. Zira Muhacirler kiraladıkları bir gemi ile
denizin karşı kıyısına geçerek Habeşistan topraklarına ayak bastılar. Bu olay, İslam
tarihinde “ilk hicret” olarak bilinir.
Hz. Peygamber'in Mekke’de işkence ve eziyet gören Müslümanları
Habeşistan’a hicret etmeye teşvik etmesi O’nun, Arap yarımadası ve çevresinde
olup biten hadiseler ve yöneticileri hakkında bilgi sahibi olduğu anlamına gelir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Nitekim Habeşistan’a giden Muhacirler bu ülkede başta hükümdar Necaşî olmak
üzere gerek yöneticiler gerekse Habeş halkı tarafından hoş karşılanmışlar, dinlerine
ve ibadetlerine herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır.
Bu arada, Hz. Peygamber’in, Müslümanları teşvik ederken, kendisinin niçin
Habeşistan’a hicret etmediğine dair bir soru akla gelebilir? Bu sorunun cevabı
muhtemelen şu olabilir: Hz. Peygamber’in Arap yarımdasında Mekke ile ilişkisini
koparmayacağı, oradaki mücadelesini dışarıdan sürdürebileceği, coğrafi ve tarihsel
olarak Mekke ile irtibatlı ve fakat yerel siyasi ve kabilesel güçler dengesinden
bağımsız ve hatta lider olma imkânı doğabilecek ve süreci nispeten daha kolay
yönlendirebileceği ve zorlukları aşabileceği bir yere göç etmeyi düşünmüş
olmalıdır.
Peygamberliğin 5. yılı Receb ayında hicret eden Muhacirlerden bazıları,
Şaban ayını da Habeşistan’da geçirdikten sonra Ramazan ayında, Mekke’de
döndükleri, ancak şevval ayında tekrar Habeşistan’a gittikleri söylenir.
Garanik Meselesi
Habeşistan Muhacirlerinin iki ay sonra Mekke’ye gelişlerinin sebebini de
teşkil eden olay, İbn Saʻd ve Taberî gibi bazı tarihçilerin eserlerinde yer alan
“Garanik” hadisesidir. Rivayetlere göre Peygamberimiz Kâbe’nin yanında iken,
“Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan diğeri; Menât’ı” mealindeki
Necm Sûresi’nin 19.-20. ayetlerini okuduktan sonra, “Bunlar yüksek kuğulardır,
onların şefaatleri umulur” mealindeki ‘sözde ayetleri’ şeytanın telkini ile
söyledikten sonra sıra Secde ayetine gelince secdeye etmiş, bu olaya şahit olan
müşrikler de güya putlarının Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinerek
hemen secdeye varmışlar! Akşam olunca Cebrail (a.s.) gelerek Hz. Peygamber’e
“Allah tarafından vahyedilmeyen sözleri söylediğini” bildirmiş. Hz. Peygamber buna
çok üzülmüş, şeytanın ilkâ ettiği bu sözleri kaldırıp atmış! (Sarıçam, İbrahim.
(2003). Hz. Muhammed, 103).
Bazı klasik İslam tarihi kaynaklarında da zikredilen Garanik olayı ile ilgili bu
rivayet, İslam âlimleri tarafından çeşitli yönlerden eleştiriye tabi tutulmuştur.
Yeryüzünde inşa edilen ilk mabedi Kâbe ve çevresinden putları temizlemek
maksadıyla hayatını tevhit mücadelesine vakfetmiş bir peygamber olarak Hz.
Muhammed’in, böyle bir söz sarf etmesi hatta müşriklerin putlarını övmesi asla
mümkün değildir. Kaldı ki, Necm Suresi’nin 19. ve 20. ayetleri, lafzı ve bağlamı
dikkate alındığına putların anlamsızlığını ve kötülüğünü ortaya koymak için nazil
olmuştur. Belki de putları öven yukarıda zikrettiğimiz ifadeler, edip ve şair bir
müşrik tarafından okunmuş, orada bulunan insanlar bunu ayetmiş gibi algılamış da
olabilirler. Yalnız bunu destekleyecek rivayetler elimizde mevcut değildir.
Dikkatsizlik ve ilmî süzgeçten geçirilmeden kaynaklara girmiş olabilir. Nitekim
Kur’an’ın şirk ile mücadelesi yanında ilk dönemlerden itibaren sahih rivayetlerde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
putları övmek bir yana, onları tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir muhtevanı
yer aldığı ve kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde bir retorik ve üslubun kullanıldığı
aşikârdır.
İkinci Habeşistan Göçü
Bazı kaynak ve araştırmalar, Habeşistan’a hicretin peyderpey devam ettiğini
bildirirler. Ancak meşhur kanaat ise, Habeşistan hicretinin iki ana göç dalgası
şeklinde gerçekleştiği yönündedir. Buna göre, yukarıda sözü edilen birinci
Habeşistan muhaceretinin ardından (nübüvvetin 6./m. 616’da) Cafer b. Ebî Tâlib
başkanlığında tertip edilen ikinci hicret kafilesi Habeşistan’a ulaştı. İkinci kafile
seksen iki erkek ve on seksiz kadından oluşuyordu.
Habeşistan Muhacirleri bu ülkede güvenlik içinde hayatlarını idame ettirip
dinlerini yaşarlarken, Mekkeli Müşrikler burada da Müslümanları rahat bırakmak
niyetinde değildi. Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’yı Necâşî’ye takdim edilmek
üzere bolca hediyelerle Habeşistan’a elçi olarak gönderdiler. Kureyş temsilcileri,
Necâşî’nin Muhacirleri iade etmesini talep ediyorlardı. Onların konuşmalarının
ardından, Muhacirleri temsilen söz alan Cafer b. Ebî Tâlib şunları söyledi:
“Ey hükümdar! Biz Cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü
hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza
kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve
iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara
değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları
gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak
durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik”
Yukarıda kısa bir özetini naklettiğimiz Cafer’in bu maharetli ve etkili
konuşmasını, dinleyen Ashame en-Necâşî Muhacirlerin müşrik elçilerine iade
isteğini geri çevirdi.
Bu duruma çok öfkelenen Kureyşliler Mekke içerinde Müslümanlara karşı
şiddeti ve eziyeti daha da artırdılar. Nitekim Ammar b. Yasir’in annesi Sümeyye ile
babası işkence edilerek şehit edilirken, Bilâl b. Ebî Rebâh gibi birçok Müslüman
acımasız işkencelere maruz kaldılar.
Bazı araştırmalarda Habeşistan’a hicretin iki ana göç dalgası şeklinde değil de
küçük gruplar şeklinde peyderpey devam ettiği ifade edilmektedir. Bu görüşün
doğru olma imkânı da söz konusu olabilir.
Habeşistan’a giden Muhacirlerin bir müddet bu ülkede kaldıktan sonra çeşitli
zamanlarda bazılarının Mekke’ye, bazılarının da Medine’ye döndükleri
bilinmektedir. Nitekim Habeş Muhacirlerinden otuz üç kişilik bir grubu ileride
bahsedilecek olan Şi‘bu Ebû Tâlib’deki boykotun sona ermesinden sonra (620)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Mekke’ye döndükleri, 33 erkek 8 kadından oluşan diğer bir grubun da Hz.
Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra buraya geldikleri ve bunlardan 24’nün
Bedir Savaşına iştirak ettikleri bilinmektedir. Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki son
Habeşistan kafilesinin ise, hicretin 7. senesinde Hayber kuşatması sırasında
Medine’ye geldikleri kaynaklarımız tarafından nakledilmektedir.
Hz. Ömer’in Müslüman Oluşu
Habeşistan’a hicrette sonra önem arz eden olaylardan biri de İlk dönem
İslam tarihinin önemli simalarından II. Halife Ömer b. el-Hattab’ın Müslüman
olmasıdır.
Kureyş’in Adiyy boyundan olan Ömer b. el-Hattâb, Mekke’nin sefaret (elçilik)
işlerini yürüten, sert mizaçlı, içkiye düşkün, iyi ata binen, şiire düşkün, ensâb
bilgisine vâkıf, putperestliğe bağlı, İslamiyet’e karşı, Müslümanlara işkence geri
durmayan bir kişi idi. Hz. Peygamber, Kureyş’in ileri gelenlerinden Hz. Ömer ve Ebû
Cehil’in Müslüman olmasını çok arzuluyor; “Ya Rabbi! İslamiyet’i Ömer b. Hattâb
veya Amr b. Hişâm (Ebû Cehil) ile güçlendir” buyurarak, dua ediyordu.
Nitekim bi’setin 6. yılında (m.616) Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşu
ile ilgili olarak kaynaklarda iki rivayet nakledilmekte olup, meşhur ve çok bilineni
şöyledir:
“Hz. Hamza’nın Müslüman olduğunu işiten Ömer, Hz. Peygamber’i öldürmek
üzere yola çıkar. Yolda karşılaştığı Nu’aym b. Abdillah’dan, kardeşi Fatıma ve
eniştesi Said b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını öğrenir. Doğruca onların evlerine
gider. Bu sırada onlar Tâhâ suresini okumaktadırlar. Ömer eve yaklaşınca
okudukları şeyi duyar. Önce ne okuduklarını sorar. Ardından okudukları şeyleri
kendisine getirmelerini ister. Ömer isteklerini geri çeviren kardeşi ve eniştesini
döver. Fatıma ve Zeyd’e Kur’an öğretmek üzere evde bulunan fakat Ömer’den
saklanan Habbâb b. Eret, Müslüman olduklarını onun yüzüne karşı söyler. Bunun
üzerine kalbi yumuşayan Ömer, Müslüman olmaya karar verir. Habbâb’dan Hz.
Peybamber’in Dâru’l-Erkâm’da (Erkâm b. el-Erkâm’ın evi) bulunduğunu öğrenir ve
derhal oraya gider. Hz. Peygamber’e biat ederek, orada Müslüman olur” (İbn İshak
(1981), 160-163; İbn Sa‘d (1968), III, 267-269).
İkinci ve daha az bilinen rivayet ise şu şekildedir:
“Ömer bir gece şarap içmek için arkadaşlarını arar, kimseyi bulayınca
Kâbe’ye gider. Orada, Kâbe’yi önüne alarak Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılan
Hz. Peygamber’i görür. Görünmemek için, Kâbe örtüsünün altına saklanarak
yaklaşır. Bu esnada Allah Resulü, müşriklerin “Kur’an, şairlerin, kâhinlerin ve ya
Muhammed’in uydurmasıdır” iddialarına cevap niteliğindeki Hâkka suresinin 4146. ayetlerini okumaktadır. Ömer, okunan ayetleri işitir. Müslüman olmaya karar
verir ve evine dönen Hz. Peygamber’i takip eder. Evine girmeden önce Ömer’i fark
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
eden İslam Peygamberi, “Ne var Ya Ömer?” diye sorar. Ömer’in cevabı, “Allah’a,
Resulü’ne ve onun katından getirdiği şeylere iman etmeye geldim” olunca, “Allah
sana hidayet nasip etti, Ey Ömer!” diyen Hz. Peygamber, onun göğsünü sıvazlar ve
imanda sebat etmesi için ona dua eder” (İbn Hişâm. (1936). I, s. 346; İbn Saʻd.
(1968). III, 267-269).
İslam tarihçileri bu rivayetlerden ikincisini daha tercihe değer bulmaktadırlar
(Fayda, Mustafa, (2007), “Ömer”, XXXIV, 44). Zira Hz. Ömer’in daha önce
Habeşistan’a hicret etmeye hazırlanan bir kadına rastladığı, işkence gören bir
kadının şikâyetini dinlediği, ona iyi davranıp, dua ettiği ve bundan dolayı İslam’a
karşı kalbinde bir yumuşama meydana geldiğine dair rivayetler göz önüne
alındığında Hz. Peygamber’i öldürme kastıyla hareket etmesi ve bundan kolayca
vazgeçmesi pek de makul görünmemektedir (Azimli, (2008), 98-111).
Hz. Ömer, Müslüman olunca, İslam’ı kabul ettiğini başta Ebû Cehil olmak
üzere Kureyş’in bütün ileri gelenlerine açıkça bildirdi. Onun Müslüman olmasına
çok sevinen Hz. Peygamber ve arkadaşları ilk defa toplu olarak Kâbe’de namaz
kıldılar.
Müslümanlara Uygulanan “Boykot”
Hz. Peygamber’in tebliğ faaliyetleri başlangıçta zararsız gibi görülmesine
rağmen Müslüman sayısında artışında kaydedilen gelişmeye, Hz. Hamza ve Hz.
Ömer b. el-Hattâb’ın Müslüman olmaları, Habeşistan’a göç eden Muhacirler
arasında Mekke’nin ileri gelen ailelerine mensup kişilerin de iştirak etmeleri,
Muhacirlerin orada Necâşî tarafından hoş karşılanması ve Mekke’ye iade
edilmemesi de eklenince, müşriklerin moralleri daha da bozuldu. Fakat bütün bu
sıkıntı, zorluk ve şiddete rağmen, Resulullah, insanlara İslam’ı anlatmaktan geri
durmadı.
Böyle bir ortamda müşriklerin Müslümanlara karşı tavırlar daha da sertleşti,
onlara karşı kin ve nefretleri daha da arttı. Nihayet, müşrikler Hz. Muhammed’in
bertaraf edilmesi ile bu sıkıntının ortadan kaldırılacağına inanmaya başladılar.
Bunun ilk adımı olarak, peygamberliğinin 7. yılında Kureyşliler ve Ehabiş
kabilelerinden oluşan müttefikleri bir araya gelerek kendi aralarında bir yazılı
anlaşmaya vardılar. Hâşimoğulları ve Muttaliboğullarını düşman ilân ederek,
muhtemelen bu tavırlarına dinî bir kılıf da uydurarak, anlaşma maddelerini
Kâbe’nin duvarına astılar. Artık, Benî Hâşim ve Benî Muttaliboğullarına karşı boykot
uygulayacaklardı. Söz konusu anlaşmaya göre,

Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınıp, kız verilmeyecek,

Haşim ve Muttaliboğullarından hiçbir şey alınıp, satılmayacak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi

Haşim ve Muttaliboğulları ile insani ilişkiler kesilecek, toplumdan tecrit
edileceklerdi,

Haşim ve Muttaliboğullarının mahallesine yiyecek, içecek, gıda vs. girişi
yasaklanacak.
Kureyşliler, ittifakla aldıkları bu karar neticesinde Müslüman-müşrik ayırt
etmeksizin Benî Hâşim ve Benî Muttaliboğullarını “Şi‘bu Ebî Tâlib” denilen
mahallelerine hapsettiler. Yalnız, Ebû Leheb kendi mahallesini ve akrabalarını terk
ederek, Kureyşlilerin yanında yer aldı. Baskı, düşmanlık, tecrit ve eziyet had
safhaya ulaştı. Buldukları yerde Müslümanları dövmeye, işkence etmeye başladılar.
Şi‘bu Ebî Tâlib’de izole edilen insanlar açlıktan inlemeye başladılar. Mahalleye gizli
de olsa yiyecek vb. şeyler oldukça zor sokulabiliyorsa da boykotu kırmaya yönelik
teşebbüsler çok sert karşılık buluyordu. Üç sene devam eden (nübüvvetin 7-10
seneleri) boykot esnasında özellikle çocukların elem ve ıstırap dolu bağırışlarının ta
mahallenin dışından duyulur hâle gelmesi, yaşanan trajedinin ne büyük şiddete
ulaştığını anlamaya kâfidir.
Müşrikler tarafından uygulanan boykotun, sadece Hz. Peygamber ile birlikte
olan Müslümanlara değil, Ebu Leheb dışında bütün Hâşimoğullarını kapsaması,
amcası Ebu Leheb’in, yeğenine olan düşmanlığı dönemin kabile anlayışının gereği
olan koruma, kollama ve dayanışma ruhunun önüne geçtiğinin açık bir işaretidir.
Son tahlilde, müşriklerin ambargo uygulaması hedefine ulaşamadı. Bunda
elbette, akrabalık ilişkilerinin de etkili olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
Nitekim Hişâm b. Amr el-Âmirî başkanlığında beş kişilik bir heyet ambargonun
kaldırılması için ön ayak oldular. Bundan sonra, Kureyşliler, Kâbe’nin duvarına
iliştirdikleri anlaşma metnini, ona musallat olan bir kurt tarafından “Allah” lafzı
dışındaki ifadelerin yenilmesi bahane ederek yırtıp attılar ve uyguladıkları boykot
faaliyetinden böylece vazgeçmek zorunda kaldılar.
Bu üç senelik muhasara sürecini Resul-i Ekrem Efendimiz seneler sonra
unutmamış, Mekke’yi fethetmek (h.8) üzere şehre doğru ilerlerken Minâ
yakınlarına geldiğinde, “Yarın Kureyş ve Kinâneoğullarının, küfür ve inkâr üzerine
söz ve fikir birliği yaptığı yerde olacağız” diyerek arkadaşlarına hatırlatmış, o acı
günleri yâd etmişti.
Hüzün Yılı
Kureyşliler tarafından Resulullah’ın şahsına ve Müslüman-müşrik ayrımı
yapılmaksızın akraba ve yakınları Benî Hâşim ve Benî Abdulmuttalib’e karşı
uygulanan ambargonun ortadan kalkmasının sevinci ve heyecanını acı olaylar takip
etti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Allah Resulü, bu acılar zincirinin ilk halkası olmak üzere, önce amcasını
ardından eşini kaybetti. Art arda meydana gelen bu acı hadiselerin, Hz.
Peygamber’de bıraktığı derin iz ve elem sebebiyle, bisetin 10. yılı İslam Tarihinde
"Senetü`l-hüzn/Âmu’l-hüzn (Hüzün Yılı)" olarak isimlendirdi.
Ebu Tâlib’in Vefatı
Üç sene süren zorlu boykot sürecinin ardından küçük yaşından beri ona evini
açan, bakımını üstlenen, özellikle tebliğ ile görevlendirildikten sonra her türlü
tehlikeyi göze alarak onu himaye eden amcası Ebû Tâlib, bisetin 10. senesinde
hastalanarak, ölüm döşeğine düştü. İslam Peygamberi, amcasını son derecede
sevdiği, saydığı için onu kaybedeceğine çok üzülüyor, son nefesine kadar onun
Müslüman olması için çırpınıyor, ebedî âleme böylece göç etmesini arzuluyordu.
Ebû Tâlib, yeğeninin çok arzu ve ısrarına rağmen, Kureyş’in, bunaklık ve ölüm
korkusu ile Müslüman olduğunu zannedecekleri gerekçesiyle iman etmeden 87
yaşında vefat etti. Bazı kaynaklarda, Ebû Tâlib’in Müslüman olarak bu dünyadan
göçtüğü ileri sürülmekle birlikte, Kasas suresi 56. ayetinin sebeb-i nüzulü olması
sebebiyle bu husus, açığa kavuşturulmuştur: “Sen, sevdiğin kişiyi hidayete
erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen
de O’dur.”
Hz. Hatice’nin Vefatı
Hz. Peygamber, amcası ve yegâne hamisi Ebû Tâlib’in ölümünden kısa bir
süre sonra yirmi beş yıl boyunca mutlu bir aile hayatı yaşadığı eşi ve en büyük
destekçisi Hatice’yi de kaybetti (10 Ramazan/19 Nisan 620). Onu, Hacun (şimdi
Cennetü’l-Muallâ) kabristanına defnederken ziyadesiyle üzgün idi. Zira Hz. Hatice,
teslimiyeti, itaati, inceliği, vefası, sevgisi, şefkati, imanının kuvveti, sadakat ve
faziletiyle Allah’ın Elçisi’nin yeryüzünde en büyük destekçisi ve teselli kaynağı idi.
Resulullah Efendimiz Hira’ya gittiğinde Hz. Hatice de ona yiyecek taşırdı.
Peygamberliğini ilk önce o tasdik etmişti. Hz. Peygamber de altı çocuğunun annesi
sevgili eşi Hz. Hatice’yi çok sever, Vefatından sonra da onu takdir, rahmet ve
muhabbetle anar, hatırasını yâd ederdi.
Tâif Seferi: Yeni Bir Vatan Arayışı
Uğradığı zulüm ve baskı yanında, evlatlarının, eşinin ve yakınlarının ölümü
gibi üzüntü verici gelişmeler, Hz. Peygamber’in çilesi birkaç kat daha artmış
olmalıdır. Ebû Tâlib’in vefatının ardından Ebû Leheb’in, Hâşimoğullarının liderliğine
gelmesi ile Resulullah’a kısa bir süre eman vermek zorunda kalmış, kısmi bir
rahatlık sağlamış gibi gözükmüşse de süreç fazla uzun sürmemişti. Esasen, Hz.
Muhammed, İslamiyet’i tebliğ açısından Mekke’de şartlar ciddi anlamda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
kötüleşmiş, Kureyşliler’e yapabilecek bir şey de kalmamış, eza ve cefa tahammül
edilemez noktalara ulaşmıştı.
Elbette, o her fırsatta risalet görevini en iyi şekilde yerine getirmekten
durumunda idi. Bundan uzak kalamazdı. Bu nedenle, çeşitli fırsatlarla, İslam
davetini Mekke dışına taşımayı arzu ediyordu. Nitekim nübüvvetin 10. yılı, Şevval
ayının sonlarında yeni bir tebliğ çevresi bulmak ve İslam’ı onlara anlatmak üzere
azatlısı Zeyd b. Hârise ile birlikte Mekke yakınlarındaki Tâif’e gizlice gitti. Orada
Sakîf kabilesinin reisleri ve eşrafı konumunda Abd Yalîl b. Amr b. Umeyr, Mesud b.
Amr ve Hubeyb b. Amr adında üç kardeş bulunuyordu. Bunlar, Resulullah’ın
uzaktan akrabaları idi. Resulullah burada İbn Saʻd’ın rivayetine göre on gün kadar
kaldı.
Hz. Peygamber, bunlarla görüşme yaparak onları İslam’a davet etti. Ancak,
onun davetine olumlu cevap vermeleri bir yana, rivayetlere göre, birincisi, “Eğer
seni Allah gönderdiyse, Kâbe’nin örtüsünü yırtarım”, ikincisi, “Allah senden başka
gönderecek kimse bulamadı mı?”, üçüncüsü; “Yemin ederim, seninle hiçbir zaman
konuşmayacağım. Eğer Allah tarafından gönderilmişsen benden yüksek mertebede
bulunduğun için elbette sana cevap veremem. Şayet Allah’a karşı yalan
söylüyorsan zaten seninle konuşmak bana yakışmaz” diyerek çok sert bir şekilde
tepkilerini açığa vurdular.
Bu arada, Resulullah, İslamiyet’in Tâifliler’e arzından Kureyş’in haberdar
olmaması için aralarındaki görüşmenin gizli tutulmasını talep etti. Şehrin ileri
gelenleri bunu da reddetmekle kalmadılar, derhal Hz. Peygamber’in Tâif’i terk
etmesini bildirdiler. Ardından, şehrin ayak takımını ve kölelerini ona karşı
saldırtarak küfürler ettirdiler, hatta geçtiği yolun iki tarafına dizilerek taşlattılar.
Resulullah aldığı darbeler neticesinde yara almış, ayakkabıları kana boyanmıştı. Bir
kenara oturup dinlenmesine dahi müsaade etmediler, alaya aldılar, gülüştüler.
Zeyd de bir taraftan Hz. Muhammed’i korumaya çalışırken, bir taraftan da atılan
taşlardan nasibini alıyordu. Onun da başı yarılmıştı.
Nihayet, Tâif’te İslam’ı tebliğ vasatının oluşmamasına çok üzülen Resulullah,
şehir halkına hidayeti bulmaları için dua etti. Her ikisi de Tâif’ten uzaklaşırken
Mekkeli Utbe b. Rebîa ile Şeybe b. Rebîa kardeşlerin bahçesine sığınmak zorunda
kaldılar. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm
getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü Allah’ın adını anarak (Bismillah) ile yemeye
başlaması Addâs’ın dikkatini çekti. Addâs Ninovalı kökenli bir Hristiyan olduğunu
dile getirince Hz. Peygamber, Ninova’nın Hz. Yunus’un vatanı olduğunu söyledi.
Addâs, bunu nerden bildiğini sordu. Resulullah: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir
elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs orada
Müslümanlığı kabul etmesi, onu Tâif seferinin ardından teselli etti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Mekke’ye dönmeden önce Resulullah, Ebû Leheb tarafından istenmeyen
adam ilan edilmişti. Bu sebeple, Mekke’ye girme konusunda tereddüt etti. Şehrin
ileri gelenlerinden iki kişiye haber göndererek eman vermelerini istedi, fakat kabul
etmediler. Üçüncü bir zat olarak kendisine haber ulaşan, Mut‘im b. ‘Adiyy onu
himayesini üstlendi. Silahlarını kuşanıp gelen oğullarıyla birlikte Hz. Muhammed’i
yolda karşıladılar. Kâbe’yi tavaf etmesine müzahir olduktan sonra onu evine
götürdüler. Mutim bundan sonra Hz. Peygamber’e eman verdiğini açıkça Mekke’ye
ilan etti.
İSRA ve MİRAÇ
Hz. Peygamber, Müslümanlara ve mensubu olduğu kabilesine üç yıl
boyunca uygulanan ambargo, Hüzün senesinde eşini ve amcası kaybetmesi neticesi
ve Tâif seferinden arzu ettiği neticeyi bulamamasının ardından son derece üzüntü
duyuştu. Onun bu sıkıntılarını ve üzüntülerini hafifletmek, bazı dinî emirler ve
talimatları almak ve Müslümanlara iman ve moral desteği olması bakımından İsra
ve Miraç hadisesi vuku bulmuştur. Müslümanların çoğunluğu İsra ve Miraç’ın
hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesinde gerçekleştiğine inanarak,
kutlarlar.
Hz. Peygamber’in Mekke şehrindeki Mescid-i Haram’dan, çevresi mübarek
kılınan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı gece yolculuğuna “İsra”, Mescid-i Aksa’dan göğe
yükselmesine ise “Miraç” denir. Kur’an-ı Kerim’de İsra hadisesi şu şekilde
zikredilmektedir: “Kendisine ayetlerimizin bir kısmını gösterelim diye kulu
(Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz ki O, hakkıyla işiten ve
görendir.” (İsra/17: 1)
Kur’an’da Miraç kelimesi geçmemektedir. Ancak, Hadis ve İslam Tarihi
kaynaklarında bolca detay sunulmaktadır. Klasik kaynakların naklettiği
rivayetlerdeki ortak noktalarına göre İsra ve Miraç olayı özetle şu şekilde vukû
bulmuştur:
“Hz. Peygamber bir gece Kâbe’nin yanında Hicr (Hatim) denilen yerde ya da
Ebu Tâlib’in amcası Ümmü Hani’nin evinde bulunurken, Cebrail gelerek onu Burak
isimli bir binite bindirerek Kudüs’teki Beytü’l-makdis’e götürdü. Burada
peygamberler topluluğuna namaz kıldırdı. Ardından onu dünya semasına
yükseltildi. Semaların her birinde peygamberlerle görüştü. Beytü’l-ma’mûr’un
bulunduğu yedinci kat göğe geldiğinde Hz. İbrahim ile buluştu. Sidretü’lmüntehâ’ya vardıklarında Cenâb-ı Hak ile buluştu. Burada elli vakit namaz farz
kılındı. Hz. Musa’nın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan hafifletilmesini
istemesi tavsiyesi üzerine, farz namazlar beş vakte indirildi. Burada Hz.
Peygamber’e hediye olarak Allah’a şirk koşmayanların affedileceği müjdesi ile
Bakara suresinin son iki ayeti verildi…”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Ancak, bu yaygın ve bilinen anlatımdan farklı olarak bazı kaynak ve modern
araştırmalarda; İsra ve Miraç’ın mahiyeti ile ilgili bazı hususlar da tartışılmıştır. İsra
ve Miraç’ın meydana geliş tarihi, her ikisinin aynı zamanda meydana gelip
gelmediği, ruh ile mi yoksa bedenle mi, rüyada mı uyanık iken mi vuku bulduğu,
İsra suresinin ilk ayetinde zikredilen Mescid-i Aksa’dan kastın Kudüs’deki Beytü’lmakdis mi yoksa başka bir yer mi olduğu, İsra ve Miraç’ın Hz. Peygamber’in
hayatında kaç defa gerçekleştiği ve Miraç’ta Allah’ı görüp görmediği meselesi gibi
meseleleri burada örnek olması bakımından zikredilebilir (Bkz. Yavuz (2005),
“Mi’râc”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 132-135).
İsra ve Mi‘rac, Hz. Peygamber ve Müslümanlar açısından kuşkusuz büyük
ehemmiyeti haizdir. Bu hadise ile Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş,
müminlerin inanç ve cesaretleri kuvvetlenmiş, Allah’ın elçisine destek, güven ve
bağlılıkları güçlenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber bu olayı Mekkeliler’e anlattığı
zaman onlar alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebubekir’e de anlatıp onu zor durumda
bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O
söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. İsra
suresinde işaret edilen (el-İsra 17/22-29) evrensel dinî ve ahlaki prensipler,
İslam’ın özelde Müslümanlara genelde insanlığa vaat ettiği faziletli insan ve toplum
yapısının temel yapıtaşlarını göstermesi bakımından önemlidir:
 Allah’tan başkasına kulluk etmemek,
 Ana-babaya iyi davranmak,
 Akraba, yoksul ve yolcuya hakkını vermek,
 Cimrilik ve israftan kaçınmak,
 Yoksulluk endişesi ile çocukları katletmemek,
 Fuhuş ve zinadan uzak durmak,
 Cana kıymamak,
 Yetim malına el uzatmamak,
 Verilen sözü yerine getirmek,
 Ölçü ve tartıda adaletten ayrılmamak,
 Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek,
 Gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak.
Artan Şiddet, Hicrete Zorluyor
Tarihçiler, Resulullah’ın Tâif seferinden umduğu neticeyi elde edemeyince
Mekke’nin tarih boyunca Hac ve ticaret merkezi olma özelliğinden faydalanmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
amacıyla, İslamiyet’e davet gayretini Mekke’ye gelen yabancılar üzerine
yoğunlaştırdığını dile getirmektedirler. O, gerekirse, Mekke’yi terk ederek başka bir
yere göçmek ve kendini ve inananları muhafaza ve müdafaa ettirmek için ittifak
yapmayı dahi düşünüyordu.
Hz. Muhammed, hac ziyareti ve panayırları için Mekke’ye Hac maksadıyla
gelen yaklaşık on beş kabile ile ayrı ayrı görüşüyordu. Bu kabileler, Benî Âmir b.
Saʻsaʻa, Muhârib, Fezâra, Ğassân, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benî Nadr, Benî
Bükka, Kinde, Kelb, Hâris b. Kab, Uzre ve Hudârime idi. Resulullah’ın davetine karşı
bu kabilelerin tavrı, bazen kibar, bazen kaçamaklı bazen de alaycı, fakat sonucu
itibariyle daima menfî idi. Öte yandan Ebû Leheb de, propagandasını İslam
Peygamberi’ni takip ederek sürdürüyor, dolayısıyla hiçbiri İslam’ı kabule
yanaşamıyordu.
 Mekkeli müşriklerin İslam davetine karşı düşmanlığının arka planında özetle
şu düşüncelerin yattığı söylenebilir:
 Yerleşik putperestlik inanç ve bunun yansımalarının temelden sarsılarak yok
olması endişesi.
 Ümeyye ve Mahzûmoğullarının, Hz. Muhammed’in mensubu olduğu
Haşimoğullarıyla öteden beri var olan ezelî rekabetleri gereği mevcut
statülerini yitirme kaygıları.
 Kendilerini Mekke’nin müstakbel liderliğine hazırlayan kişilerin emel ve
planları.
 Zulme, zorbalığa ve haksızlığa dayanan şehrin siyasal ve ekonomik
yapısından hoşnut olanların bu erkten mahrum kalma kuşkuları.
Yesriblilerle Görüşmeler: “Akabe Biatleri”
Resulullah, bütün gayretlerine rağmen, haram aylarda ve hac mevsiminde
görüştüğü on beş kabileden hiçbirinden davetine olumlu bir cevap alamayınca, on
altıncı olarak karşısına çıkan Yesribli (Medine’nin eski adı) Hazrec kabilesine
mensup altı kişilik bir grupla temasa geçti. Bunlar Neccârdan; Esad b. Zürâre ve Avf
b. el-Hâris, Zuraykdan; Râfi b. Mâlik, Selîme’den; Kutbe b. el-Âmir, Harâm’dan;
Ukbe b. Âmir ve Ubeyd (Selime)’den; Câbir b. Abdillâh b. Riâb idi. Nübüvvetin 11.
yılında, Mekke ile Minâ arasında Akabe adı verilen mevkide bir araya geldiler. Allah
Resulü, onlara kendini tanıttı, Kur’an okudu, İslam’a davet etti. Artık hayal
kırıklığının yerini ümit alıyordu. Son tahlilde, Resulullah’ın söylediklerini tasdik
edip, Müslüman olarak Yesrib’e döndüler. Burada insanlara Hz. Peygamber’i
tanıttılar ve ondan öğrendikleri kadarıyla İslam’ı anlatmaya başladılar. O kadar ki,
kısa bir süre içinde, neredeyse, Yesrib’de Resulullah’ın adının anılmadığı hiçbir ev
kalmadı. Medine’den Mekke’ye ihtida haberleri geldikçe ve bunlara eski
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
müttefikleri olan Evs kabilesi mensuplarının da dâhil olmaya başlaması, Kureyş
müşriklerini çileden çıkarmaya, sıkıntıya ve endişeye sevk etmeye yetiyordu.
Bundan tam bir sene sonra (nübüvvetin 12. yılı) hac için Mekke’ye gelen ve
bu sefer on iki kişiden oluşan toplulukla aynı yerde tekrar bir araya gelindi. Bu
görüşme, önceki altı kişilik gruptan Câbir b. Abdillâh b. Riâb dışında, onu el-Hazrec,
ikisi ise el-Evs’den olmak üzere on iki kişilik Yesribli ile yapılmıştı İslam tarihine “I.
Akabe Biati” olarak geçen bu görüşmede, Hz. Peygamber, kendisine bağlılıklarını
(biat) deklare eden bu gruptan “savaş hariç olmak üzere” “Allah’a şirk koşmama,
hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocukları öldürmeme, iftiradan uzak durma ve
iyiliğe nankörlük etmemeleri” kaydıyla söz aldı.
I. Akabe görüşmelerine katılan ‘Ubade b. es-Sâbit, Hz. Peygamber’den
aldıkları biatin ayrıntısını açıklarken, “Resulullah’a kadınların biatleri gibi biat ettik”
ifadesini kullanmaktadır. Ubâde, bu ifadesiyle, Medine döneminde daha ileri bir
tarihte yapılan ve içerisinde savaş zorunluluğunun zikredilmediği Mümtahine (60)
Suresi’nin 12. ayetine atıfta bulunmaktadır.
Söz konusu on iki kişilik topluluk Mekke’yi terk ettikten sonra, Resulullah,
arkalarından İslam’ı anlatma ve Kur’an’ı öğretme göreviyle Mus‘ab b. ‘Umeyr’i
Yesrib’e gönderdi. Onun buradaki işi hiç de kolay değildi. Sadece eğitim işleriyle
yetinmedi, Evs ve Hazrecli Müslümanlara namazlarında imamlık yaptı. Öte yandan
İslam öncesi dönemde, bu iki kabile arasındaki geçmişe dayanan husumetin
sebeplerinden biri, kendi kabileleri dışında bir reisin çıkmasını istemiyor
olmalarıydı. Bu itibarladır ki, Musʻab iki kabile arasında bir anlamda denge vazifesi
gördüğü söylenebilir. Bütün bir sene boyunca çalıştı, çabaladı. Yesrib’deki
gelişmeleri Resulullah’a bildirmek için Mekke’ye doğru yola çıktığında buradaki
insanların bir kısmı İslam’ı kabul etmiş, çoğunluğu da tamamen haberdar olmuştu.
II. Akabe görüşmeleri
Yesribliler, ertesi yıl hac mevsiminde (nübüvvetin 13. senesi/m.622’de)
büyük kısmını Hazreclilerin teşkil ettiği, yetmiş iki erkek ve üç kadından oluşan
yetmiş beş kişilik bir heyetle tekrar Mekke’ye geldiler. Merhum Hamidullah’a göre,
Mus‘ab marifetiyle Yesribliler ile yapılacak askeri bir antlaşmanın ilk tasarısı daha
önceden hazırlanmıştı. Bu toplantıda ilk defa hicret konusu ele alınmış, Medine
İslam toplumu ve site devletinin tohumları burada atılmış, Yesribliler de Hz.
Muhammed’i ve Müslümanları koruyacaklarına dair teminat vererek ona biat
etmişlerdi. Bu biat savaşla ilgili mevzuları içerdiği için “Beyʻatül-Harb” adı da
verilmiştir. Hz. Peygamber onların içerisinden dokuzu Hazrec’e, üçü Evs’e mensup
olmak üzere, on iki kişiyi “nakîb/reis” olarak tayin etti. Bunların başlarına da
Nakîbü’n-Nukebâ olarak Es‘ad b. Zürâre’yi atadı. Hz. Peygamber, bu görüşmeye
katılanlardan, “Darda ve sıkıntıda, sevinçte ve kederde dinleme ve itaat etme
üzerine, başkasını kendine tercih edeceklerine, yönetimin ehline verilmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
konusunda tartışmaya girmeyeceklerine ve nerede olursa olsun hakkı
söyleyeceklerine, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasına aldırış
etmeyeceklerine” dair yemin aldı. Artık bu ahidleşme ilkinde olduğu gibi, sadece
ahlaki ilkelere değil, bizatihi savaş ve stratejiye yönelik maddeler içeriyordu.
Nitekim İbn İshak’ın Urve b. Zübeyr’den naklettiğine göre, II. Akabe biatinden önce
savaş ve hicret izni veren ayet nazil olmuştu. Böylece, her iki tarafta dönüşü
olmayan bir sürece giriyor, karşılıklı risk alıyor, eski ittifaklar ortadan kaldırılıyor ve
birbirilerine tam anlamıyla güvence vermiş oluyordu. Şu kadar ki, Yesribliler,
neticede davasında muvaffak olması durumunda Hz. Muhammed’in Mekke’ye geri
dönüp dönmeyeceğini dahi sormuşlar, Resulullah da kesinlikle onları yalnız
bırakmayacağına dair söz vermişti. Artık, “İki kara taşlık arasında hurmalıkları olan
hicret yurdunuz bana gösterildi” (Buhâri, Kitâbu’l-Kefâle: 4) buyurarak, Hz.
Peygamber rüyası gerçekleştiğini ve hicret yurdunun Yesrib olduğunu bildiriyordu.
Hicretle birlikte Yesrib, Resulullah ve ilk Müslümanları özgürlük ve güven ortamıyla
bağrına basarken, aslında bu defa farklı sıkıntılara sahne olacaktı.
Sonuçları itibariyle, Hz. Peygamber’in yüklendiği mukaddes görevi ifa
ederken maruz kaldığı tüm zorluklara, zulme ve baskılara boyun eğmemesi,
engelleri aşmak için sürekli mücadele ederek yeni stratejiler ve alternatif çıkış
yolları geliştirmesi, -bütün bunlara şahitlik eden Medine şehrinin ilk Müslümanların
vatanı haline gelmesinin ardından dünya tarihi açısından kısa sayılabilecek on
senede, Müslümanların gücünün Arap yarımadasını aşarak, Bizans ve Sâsânî
devletlerinin sınırlarını zorlayacak ölçüde büyük bir başarıya erişmesinde Akabe
biatlerinin, İslam tarihi açısından önemli bir dönüm noktasını teşkil ettiğinde şüphe
yoktur.
Yesribliler (Medine) muhtemelen şu sebeplerle Hz. Peygamber’in İslam’a
davetine ve hicretine olumlu yanıt vermiş olabilirler:
 Araplar’da, gelecek olan bir peygamber beklentisi dolayısıyla Medineliler’in,
kendi doğduğu, yetiştiği kabilesi içerisinde dışlanan Hz. Muhammed’in
tebliğini ve mesajını önyargısız dinleyerek, ikna olmaları.
 Bitip tükenmeyen savaşlardan bıkan Medineli Evs ve Hazrec gruplarının
istikrar arayışı.
 Medineli Araplar’ın, Yahudi unsurunun eski güçlerini toparlayarak Medine’ye
hâkim olmasından duydukları endişe.
MEDİNEYE HİCRET
II. Akabe Biatinden sonra Kureyşliler Mekkeli Müslümanlara karşı şiddet ve
zulümlerini gittikçe artırmışlar, artık maruz kalınan işkenceler katlanılamaz hâle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
gelmişti. Akabe biatleri sonunda Mekkeli Müslümanlara Ensâr kucak açıp onları
bağırlarına basınca, hicret başlamış oldu.
Yesrib (Medine)’in hicret yurdu seçilmesinin başlıca sebepleri ise şunlar
olabilir:
 Mekkelilerin, alay, küfür, işkence ve tertiplerine karşı, Medineliler’den
yardım, sıcak ilgi ve destek bulması. Dolayısıyla Mekke ve Tâif tecrübesinden
sonra, İslamiyet’i tebliğe daha elverişli görünen imkân ve şartları
değerlendirmek istemesi.
 Mekke ile Medine şehirlerinin arasının (nispeten Habeşistan’a göre) yakın
olması.
 Hz. Peygamber’in Mekke ile olan alakasını kesmek istememesi. Zira o,
peygamberlik vazifesinin bir gereği olarak Müslümanların kıblesi, kutsal
mabet Kâbe ve onun bulunduğu şehri pagan kültüründen arındırarak yerine
tevhit akidesini ikame arzusunda idi.
 Medine’deki otorite boşluğu, Hz. Peygamber’e rahat hareket etme imkânı
verebilirdi.
 Medine’de yaşayan Hazrec’e bağlı Neccaroğulları ile olan akrabalık bağı, Hz.
Peygamber’in kendine destek bulması açısından önemli bir faktördü. Zira
kabile bağı Arap toplumunda önemli bir güç ve dayanışma vesilesi idi.
 Henüz şehir statüsünden uzak dağınık köylerden oluşan Medine’nin
muhtemel Muhacir potansiyelini kaldırabilecek topografik ve coğrafik
özelliklere sahip olması. Mevcut nüfusuna rağmen kendi dönemi itibariyle
“şehri” oluşturacak unsurlara (Camiler, pazarlar, mezarlar, yollar vs.) elverişli
bir mekân özelliğini taşıması.
Kur’an’da Müslümanları erkek-kadın ayırt etmeksizin hicrete teşvik eden
ayetlerin çokça yer alması, Muhacirlerin övülmesi ve hicret etmekten mazeretsiz
geri kalanların yerilmesi hicretin başarılı olmasının sebeplerinden sayılabilir.
“Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi
etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar,
yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de and olsun, günahlarını
elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âli İmrân/3: 195.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: «Ne işde
idiniz!» dediler. Bunlar: «Biz yeryüzünde çaresizdik» diye cevap verdiler.
Melekler de: «Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» dediler.
İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Erkekler,
kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler,
hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder;
Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır. Kim Allah yolunda hicret ederse,
yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine
hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse,
şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.” (Nisa/4: 97-100)
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat
edenler ve (Muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar
birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye
kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım
isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça,
yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendi.”(Enfal/8:
72)
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden
kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya
erenlerin ta kendileridir”. (Tevbe/9: 20)
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette
onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha
büyüktür. Keşke bilselerdi...” (Nahl/16: 41)
“Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra
Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin
bundan sonra da çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl/16: 110)
“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara
gelince, Allah onlara muhakkak güzel bir rızık verecektir. Şüphe yok ki Allah,
rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Hacc/22: 58)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Bundan sonra Hz. Muhammed Mekkeli mazlum Müslümanların artık
Medine’ye hicret etmelerine izin verdi. Artık Müslümanlar ferdi ya da topluluklar
hâlinde Mekke’den çıkarak Medine’ye göç etmeye başladılar.
Muhacirler için durum bu merkezde iken Hz. Peygamber ise, hicret için
Allah’tan izin bekliyordu. İbn Hişâm’ın Sîre’sinde Medine’ye -Akabe biatlerinden
bir sene önce- ilk hicret eden şahsın Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Seleme b.
Abdilesed olduğu zikredilmektedir.
Buhari, ilk Muhacirler olarak, I. Akabe biatinden sonra Medine’ye İslam’ı
tebliğ için gönderilen Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm’un isimlerini
nakleder.
II. Akabe biatinden sonra Hz. Peygamber’in hicrete izin verilmesiyle birlikte,
yanında karısı Leylâ ile birlikte ilk hicret eden şahıs, Âmir b. Rebîa’ydı. Bunları,
Abdullah b. Cahş ve beraberindeki insanların hicreti takip etti. Abdullah b. Cahş’ın
ailesinden Mekke’de kimse kalmamıştı. Eşleri ve çocukları, âmâ kardeşi Ebû
Ahmed, Ukkâşe b. Mihsân, Şüca b. Vehb, Ukbe b. Vehb ve Erbed b. Hümeyriyye de
ilk Muhacirler arasında idi. Bunlardan sonra Muhacirler ardı ardına, fert ya da
topluluk hâlinde hicret için gizlice yola koyuluyorlardı. Mekkeliler, hicret yolunda
yakaladıkları Muhacirleri şehre geri getiriyorlar, onları hapsedip, cezalandırmaktan
geri durmuyorlardı.
Bu noktada, Ümmü Seleme’nin hicret uğruna çektiği sıkıntı ile anekdotu
hatırlayalım. Ümmü Seleme, amcasının oğlu olan Ebu Seleme ile evli idi. Bir de
küçük oğlanları vardı. Ümmü Seleme, eşi ve bebeği ile birlikte Akabe biatlerinden
bir yıl önce Medine’ye gitmek üzere yola çıktılar. Fakat bebeğin dayıları, önce
Ümmü Seleme’yi eşinden ayırarak hicret etmesine müsaade etmediler, daha sonra
da amcaları küçük yavrunun kolunu kırarak annesinin elinden aldılar. Bu ayrılık bir
yıl kadar sürdü. Daha sonra, Ümmü Seleme’nin durumuna acıyan akrabaları,
kocasının yanına gitmesine izin verdiler. Bunun üzerine, küçük bebeğini de yanına
alarak, bir deveye bindi ve Medine’ye gitmek üzere yola koyuldu. Bir süre
bebeğiyle birlikte tek başına yolculuk yaptı. Yolda karşılaştığı ve henüz Müslüman
olmamış olan Osman b. Talha isimli şahıs, kocasının yanına ulaşıncaya kadar ona bu
yolculukta refakat etti.
Müşrikler kendi kabilelerine mensup bazı Muhacirlerin Medine’ye gidişini
yukarıda örneğini verdiğimiz gibi engellerken bazı Muhacirlere de göz yummuşlar,
yeterli tedbir alamamışlardı. Bunun sebebi şöyle açıklanabilir:
 Müşrikler, hicretin doğuracağı sonuçları öngörememiş olabilirler,
 Müslümanların hicret faaliyeti ani geliştiği
değerlendirebilecek zaman bulamamış olabilirler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
için,
sonuçlarını
18
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
 Hicret gizlice gerçekleştiği için, yeterli istihbarat temin edememiş, gidenleri
sonradan öğrenmiş olabilirler,
 Mekke’nin kabile toplumu olması sebebiyle müşrikler, kendi boylarından
olan Muhacirleri engelleyecek tedbirleri alabilirlerdi. Kendi kabilesi
tarafından görmezden gelinen bir Muhacire, başka bir kabilenin müdahalesi
düşmanlık getirebilirdi. (Demircan, Adnan, (2000), 104).
Alenen hicret eden kişi olarak, kaynaklarımız, Hz. Ömer’i zikrederler. Zira o,
Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklere meydan okuyarak
ailesi ve arkadaşlarını da yanına alarak yola çıkmış, müşrikler ise onun bu meydan
okumasına karşı bir tepki gösterememişlerdi.
Bütün zorluk ve meşakkatine rağmen Müslümanlar hicret kervanına
katılmak için koşturuyorlar, adeta hicrette birbirleriyle yarışıyorlardı. Nitekim Hz.
Ebu Bekir de ne zaman kendisi için hicret yolunun gözükeceğini merak ediyor, bir
iki defa Hz. Peygamber’e hatırlatıyor, sabırsızlanıyordu. Hz. Peygamber de her
defasında ona, “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan
eder.” cevabını veriyordu.
Mekke’de, hapsedilenler, hicrete imkân ve fırsat bulamayanlar, köleler,
kadınlar, yaşı henüz küçük çocuklar, eman vb. sebeplerle başkalarının
himayelerinde yaşamak zorunda olanlar gibi, bazı istisnalar dışında Müslüman
neredeyse kalmamıştı. Ani gelişen ve gizlilikle yürütülen hicret faaliyeti sonucunda
Mekke’de Hz. Peygamber ve ailesi, en yakın dostu Hz. Ebubekir ve ailesi, yeğeni Hz.
Ali, azatlısı Hz. Zeyd. b. Hârise ve eşi Ümmü Eymen gibi şahıslar dışında kısa sürede
Müslümanların önemli bir kısmının Medine’ye hicret ettikleri bilinmektedir.
Bunların, hicrete imkân ve fırsat bulduğu halde, hicret etmeyen bazı
Müslümanların Mekke’de mevcut olduğu da Ayet-i Kerime ile sabittir. (Nisa/4: 97).
HZ. PEYGAMBER’İN HİCRETİ
Bütün gayretlerine rağmen, bilindiği gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının
Mekke’de dinlerinin tebliğ ve tatbikine imkân sağlayacak bir ortamı elde etmek için
verdikleri sıkıntılı mücadele süreci, son tahlilde, onların can ve mal güvenliklerini
tehdit edecek noktaya gelmişti. Daha sonra Yesribli Müslümanlarla yapılan II.
Akabe biatiyle hicret imkânı bulan Mekkeli Müslümanlar, bunu bir kurtuluş vesilesi
olarak değerlendirerek önemli bir kısmı göç etmeye başlamıştı. Bu durumdan son
derece tedirgin olan müşriklerin ileri gelenleri –Hâşimoğulları dışında-, Dâru’nNedve’de toplanarak yeni durumu istişare etme ihtiyacı duydular. Herkes kendi
düşüncesini ortaya koydu. Burada, Kur’an’da “Kâfirler seni tutup bağlamaları,
öldürmeleri ya da sürmeleri için tuzak kuruyorlardı. Allah ise, tuzak kuranların en
iyisidir.” (Enfâl/8: 60) ayetinde de işaret edildiği gibi Resulullah’ın farklı yöntemlere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
cezalandırılması gündeme geldi. Neticede, Ebû Cehil’in teklifiyle onun öldürülmesi
konusunda anlaştılar. Nitekim evinde Hz. Peygamber’e karşı bir suikast girişiminde
bulunarak onu ortadan kaldıracaklardı. Şehrin bütün kabilelerinden seçilmiş
gençlerden oluşan bir çete gece vakti evine girerek onu ansızın öldürüvereceklerdi.
Suikastçıların teşebbüsünü boşa çıkarmak üzere Allah Resulü, Hz. Ali’yi
yatağında bırakarak, evini terk etti. Resulullah’a kendisine karşı tertip edilen bu
tuzaktan Cebrail vasıtası ile haberdar olduğunu ve Yasin Suresi’nin ilk on ayetini
okuyarak suikastçıların arasından geçip gittiğini bildiren rivayetler meşhur olmakla
birlikte, tarihçi İbn Saʻd, Hz. Muhammed’e bu suikast teşebbüsünü halası Rukayka
bt. Sayfî b. Hâşim’in haber verdiği bildirmektedir. (İbn Sa‘d, (1957), VIII, 52),
Hz. Ali, Mekke’de bir müddet kalarak Hz. Peygamber’in emanetlerini
sahiplerine teslim etme görevini üstlenmiş, Medine’ye hicretlerinde Resulullah’ın
ailesine refakat etmişti. Hz. Ali, üç gün sonra Resulullah’ın eşi Sevde, kızları Fâtıma
ve Ümmü Gülsüm, azatlıları Ümmü Eymen ve eşi Zeyd b. Hârise ile birlikte hicret
ederek, Medine’de bulunan Resulullah’a kavuşmuştu.
Müşrikler, sabahleyin Hz. Peygamber’in yatağında Hz. Ali’yi görünce çok
şaşırdılar. Evinden çıkar çıkmaz, yol arkadaşı, Ebubekir’in evine gitti. Burada,
kendileri için hazırlanan yiyecekleri ve binekleri Kasvâ’yı alarak şehri terk ettiler.
Hz. Peygamber’in hicreti kolay olmadı. Önce takip edilme endişesi ile kuzeye doğru
normal güzergâha değil, şehrin güneyine doğru yönelerek izlerini kaybettirmek
istediler. Bu yönde bir saat ilerledikten sonra, Sevr dağının tepesindeki bir
mağaraya sığındılar. Burası bilinen bir mağaradan ziyade üç büyük kaya kütlesinin
arasında oluşan iki kişinin zor-zahmet sığabileceği bir boşluktan ibaretti. Burada
Ebubekir ile birlikte üç gece kaldılar. Geceleri Ebubekir’in oğlu Abdullah, onlara
yiyecek getiriyor, Mekke’de olup biten olayları Hz. Peygamber’e naklediyordu.
Mağara Arkadaşları
Müşrikler, Hz. Peygamber’in şehri terk ettiğini öğrenince telaşlandılar. Onu
bulana, yakalayana ve öldürene yüz deve ödül verileceğini ilan ettiler. İz
sürücülükte mahir olanların yardımıyla bunu başarabileceklerini düşünüyorlardı.
Nitekim Kurz b. Alkame adlı iz sürücü ile birlikte Sevr mağarasının yakınlarına kadar
geldiler. Ebubekir, büyük bir heyecan ve endişe ile Rasülullah’a, “Eğilip baksalar bizi
görecekler” dedi. Hz. Peygamber’in ona cevabı şöyle oldu: “Ey Ebu Bekir!
Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi ne zannediyorsun! Üzülme, Allah bizimledir.”
Hz. Ebubekir ve Hz. Peygamber’in mağara arkadaşlığını ve yaşadıkları
tehlikeyi Kur’an ayetleri şu şekilde tasvir etmektedir: “… Bilin ki, inkâr edenler onu
Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona
yardım etmişti. Arkadaşına (Ebubekir'e) "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu; Allah
da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah güçlüdür, hâkimdir.”
(Tevbe/9: 40)
Gece sabaha kadara babası ve Hz. Peygamber ile kalan Abdullah sabaha
doğru mağaradan ayrılırken, Amir b. Füheyre isimli çoban sürüsünü Sevr
mağarasının önünden yürütüyor, sağdığı sütlerden Hz. Peygamber’e ikram ediyor,
giderken de kumda oluşan ayak izlerini kaybediyordu.
Üçüncü gecenin sabahında, Abdullah b. Uraykıt isimli kılavuz birlikte yola
çıktılar. Abdullah, yakalanma tehlikesinden dolayı onları akla gelmeyen ve pek de
fazla bilinmeyen bir güzergâhtan Medine’ye doğru yola çıkardı.
Takip Devam Ediyor
Kureyşliler’in, Hz. Peygamber’i yakalayana ödül vereceklerine dair Mekke
çevresindeki diğer Arap kabileleri tarafından da duyuldu. Nitekim
Müdlicoğullarından Sürekâ b. Mâlik, onu yakalayarak tek başına ödülü almak istedi;
buna teşebbüs etti ise de başarılı olamadı.
Yine aynı maksatla, Elsem kabilesi liderlerinden Büreyde b. Husayb
beraberinde bulunan bir müfreze ile Hz. Peygamber’in önüne geçti. Bir müddet
onunla sohbet etme imkânı doğdu. Burada Hz. Peygamber’in tebliğini kabul ederek
Müslüman oldu ve Elsem arazisinden çıkıncaya kadar refakat etti.
Bütün gayretlerine rağmen müşriklerin onu takip ve yakalama girişimleri
sonuçsuz kaldı. On gün süren yolculuğun ardından ve Medine’ye yaklaştılar.
Hz. Peygamber Medine’de
Hz. Peygamber ve yol arkadaşı Ebubekir’in hicret ettiğini öğrenen Medineli
Müslümanlarda heyecanlı bir bekleyiş başladı. Onlar her gün sabah namazından
sıcağın yükseldiği ana kadar Kuba yakınlarında bulunan Seniyyetü-l-Vedâ adlı
tepeye çıkar, ufka bakarlar, Hz. Peygamber’in yolunu gözlerler, gelmediğini
anlayınca da evlerine dönerlerdi. Nihayet, yine sıcaklığın şiddetli olduğu bir günde
kendine ait “utum”dan (Utum: Medine’nin kale evleri) bir Yahudi Hz. Peygamber’in
gelişini haber verdi.
Nihayet Hz. Peygamber, 8 Rebiülvvel Pazartesi günü (20 Eylül 622) Yesrib’e
ulaştı. Resulullah, Yesrib’e hicret ettikten sonra ilk önce Kuba köyüne indi. Burası
Yesrib’in güneyinde olup ona yaklaşık 6.3 km. uzaklıktadır. Resulullah’dan önce
Yesrib’e hicret eden ilk Muhacirlerin gelerek yerleştikleri ve Muhacirlerin
toplandıkları yer de Kuba mevkii, özellikle de “el-‘Asabe” bölgesi idi.
Böylece Hz. Peygamber’in ilk anda himaye edilmesi ve korunması daha kolay
olacaktı. Zira o, aynı kaderi paylaşan, aynı ideali paylaşan arkadaşları yanında
kendini daha güvenli hissedecekti. O, evvel emirde düşmanlarıyla uğraşmaksızın,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
kendine inanmış, bağlanmış ve güvenmiş bir avuç insanla İslam toplumunu
oluşturmaya ve onların hoşnutluğunu kazanmaya çalışacaktı.
Resulullah’ın Kuba’da ne kadar kaldığı konusunda rivayetler farklılık arz
etmektedir. Bazı rivayetler, bu sürenin dört gün gibi az bir müddete işaret ederken,
diğer bazı rivayetler ise, Kuba’da kalışını 10-14 güne kadar çıkarmaktadırlar. Son
rivayet, (10-14 gün) daha makul gözükmektedir. Zira bu süre Kuba mescidinin
inşası için de yeterli bir süredir. Çok sade ve basit bir yapı da olsa, Kuba mescidinin
inşası dört gün gibi kısa bir sürede bitmiş olması makul görünmemektedir.
Müslümanlar açısından Medine’ye Hicretin Sonuçları
 Müslümanların üzerinden Mekkeli Müşrikler’in uyguladıkları, eza, cefa,
işkence ve can, mal güvensizliği gibi kötü muamelelerin ortadan kalkması,
 Hz. Peygamber’in İslamiyet’i tebliğ mücadelesinin, ilk defa Mekke dışında bir
yerde devam ederek büyüme ve başarılı olma imkânına kavuşması,
 Medine’ye hicretle birlikte, cahiliyenin şeref ve üstünlük, asabiyet anlayışı
yerine kan bağına değil, din ve ideal birliğine dayanan kardeşlik yerini aldı.
Hicret eden kardeşler Muhacir, yerli kardeşleri Ensar adını aldı.
 Ensar’a mensup Medineli Müslümanların, başta Hz. Peygamber olmak üzere
bütün Muhacirlere kucak açarak, evlerini, mallarını, yurtlarını paylaşmaları,
din kardeşlerinin canlarına, mallarına kefil olmaları, onları koruyup
kollayacaklarına dair güvence vermeleri, göçten doğacak ekonomik, sosyal
vb. sıkıntıların önünü kesmeleri,
 Medine’de 120 yıla yakın devam eden Arap kabileleri Evs ve Hazrec
arasındaki düşmanlık ve bu durumdan faydalanan Yahudi toplulukları
aralarında süre gelen rekabet ortamı, yerini istikrara ve Hz. Peygamber’in
liderliği etrafında ideal birliği yapmış İslam ümmetine yerini bıraktı.
 Müslümanlar için, hicret ile birlikte Medine’de yeni bir dönem başladı. Bu
dönemi tarihçiler, Mekke’ döneminden ayırarak Medine dönemi diye
adlandırırlar.
 Hicretten sonra Medine, siyasi bir merkez haline geldi. Ayet ve hadislerin
teşvikleri ile Dârul-Hicre (Hicret yurdu) haline geldi. İslam dünyasının kalbi,
Haremeyn şehirlerinin ikincisi (diğeri Mekke), Müslümanların ilk başkenti
oldu.
 Kur’an vahyine beşiklik eden ikinci şehir olma özelliği ile burada inen ayet ve
surelere adını verdi. (Mekke’de inen ayetler; Mekkî, Medine’ne nazil olanlar
ise, Medenî diye isimlendirilirler.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
 İlk İslam toplumunun ve devletinin teşekkül ettiği bu şehrin adı, hicretten
önce Yesrib iken, hicretten sonra Hz. Peygamber bunu beğenmeyerek,
değiştirmiştir. Bu noktada, Hz. Peygamber’in bölgeye, “şehri ve medeniyeti”
çağrıştıran “Medine” adını vermesindeki hikmet ve isabet dikkat çekicidir.
 Müslümanların Mekke dışında bir şehirde organize olarak devletleşme
sürecine girmesi suretiyle kısa zamanda Mekke’yi tehdit edecek güce
ulaşması.
 Hicretle birlikte, İslam’a davetin önündeki engeller birer birer kalktı, son
dinin yeni ve değişik kitlelere ulaşmasının önü açıldı. Nitekim Hz.
Peygamber’in vefatından önce Arap yarımadasının tamamına
Müslümanların hâkimiyeti altına girmişti.
Mekkeliler açısından Medine’ye Hicretin Sonuçları
 Hz. Peygamber’den geçici süre kurtulduğunu zanneden Kureyşliler, Hicret
hareketinin sonlarını hazırlayacak bir gelişme olduğunu geç fark ettiler.
 Mekkeliler açısından iç tehdit olarak algılanabilecek “İslam/Müslüman”
tehlikesinin, şehirden uzaklaşarak dış tehdit haline gelerek, kontrol edilemez
noktaya dönüşmesine sebep oldular.
 Mekke’de alt edilemeyen ve kendilerini tehdit edebilecek bir gücün, yakın
bir şehirde güç ve kuvvet kazanabilecek potansiyel taşımasına yol açtılar.
Bunun için Medine’nin Yahudileri ile çevresindeki müşrik kabileleri
Müslümanlara karşı kullanmaktan geri durmadılar.
 Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde yer alan Medine’nin hicret neticesinde
Müslümanların hâkimiyetine geçmesi Mekkeli müşriklerin iktisadi
faaliyetlerine zarar verdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Müslümanların Habeşistan’a hicretinden sonra Kureyşliler’in, onları geri
getirmek üzere gönderdiği elçilerinin adı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Âs b. Vâil - Şeybe b. Rebia
b) Amr b. Âs - Abdullah b. Ebî Rebîa
c) Utbe b. Rebîa - Ümeyye b. Halef
d) Amr b. Hişâm e) Ebu Süfyan - Vahşî
2. Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerinde adaleti ve hoşgörülü yönetim
anlayışı ile etki ettiği bilinen Necaşî hangi büyük devlete bağlı idi?
a) Sâsânîler
b) Mervaniler
c) Safeviler
d) Bizanslılar
e) Hireliler
3. Müşriklerin Hz. Peygamber’in akrabalarını ve yakınlarını ambargo altında
tuttukları Mekke’de bulunan mahallenin adı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mesfele
b) Müzdelife
c) Şiʻbu Ebil-Kâsım
d) Şiʻbu Ebit-Turâb
e) Şiʻbu Ebî Tâlib
4. Aşağıdakilerden hangisi İslam tarihi kaynaklarında Hicret öncesi Medine
şehrinin sakinleri arasında zikredilmez?
a) Evs Kabilesi
b) Beni Mustalik
c) Hazrec Kabilesi
d) Beni Kaynuka
e) Beni Nadir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
5. Aşağıdakilerden hangisi Medine’ye hicretin sebeplerinden biri değildir?
a) Hz. Peygamber’in Medine’de İslam’ı tebliğ ortamının daha hızlı ve etkili
gelişeceğine olan inancı
b) Müslümanlara Kureyşliler tarafından uygulanan baskı ve şiddetin dayanılmaz
noktaya yükselmesi
c) Medineli Müslümanların Hz. Peygamber ve arkadaşlarını şehirlerine davet
etmeleri
d) Medine’nin, Mekke’ye oranla daha fazla zirai alan ve su kaynaklarına sahip
olması
e) Kur’an ve hadislerin Müslümanları hicrete teşvik etmesi
Cevap Anahtarı:
1. b 2.d 3.e 4.b 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Apak, Adem. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi -I-, Ensar Yayınaları, İstanbul.
Azimli, Mehmet. (2008). Siyeri Farklı Okumak -I- (Mekke Yılları), Ankara Okulu Yay.,
Ankara.
el-Belâzurî. (1987). Ensâbu’l-Eşrâf, thk.: Muhammed Hamidullah, Kahire.
el-Buharî. (1981). el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1981.
Demircan, Adnan. (2000), Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yayınları, İstanbul 2000.
Fayda, Mustafa. (2005), “Muhammed”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul.
Fayda, Mustafa. (2007).“Ömer”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXXIV,
İstanbul.
Hamidullah, Muhammed (2004). İslam Peygamberi, (çev.: M. Yazgan), İstanbul.
İbn Hişâm. Sîretu’n-Nebî, thk.: M. Muhyiddin Abdulhamid, Kahire ty.
İbn Saʻd. (1957), et-Tabakâtu’l-Kübrâ, I-VIII, Dâru Sadır, Beyrut.
Komisyon. (2010). İlk Dönem İslam Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.
Önkal, Ahmet. (1998). “Hicret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXX.,
İstanbul.
Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet -I- (Asr-ı Saadette Habeşistan’la
Münasebetler, İstanbul.
Sarıçam, İbrahim. (2003). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Yavuz, Salih Sabri. (2005). “Mi’râc”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
• Medine’nin Dinî, Siyasî, İdarî ve Sosyal
Bir Merkez Haline Getirilmesi
• Çok Amaçlı Bir Merkez Tesisi - Mescid-i
Nebî
• Medine’de Yaşayanların Toplum Haline
Getirilmesi
• Kardeşliğin Tesisi - Muâhât
• Medine Sözleşmesi
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İLK İSLÂM TOPLUMUNUN
TEŞEKKÜLÜ VE HUDEYBİYE
ANTLAŞMASINA KADAR MEDİNE
DÖNEMİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Medine’nin dinî, siyasî, idarî, ve sosyal bir
merkez haline getirilmesinin önem ve
gerekliliğini kavrayabilecek
• Mescid-i Nebî'nin çok amaçlı bir merkez
olduğunun önemi ve gerekliliğini anlayabilecek
• Ensar-Muhacir kardeşliğinin oluşturulması ile
Medine Sözleşmesi'ni değerlendirebileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLÂM
TARİHİ
ÜNİTE
5
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
GİRİŞ
Medine’nin önceki adı fesat anlamına gelen Yesrib olup, Hz. Muhammed (s)
hicretten sonra buraya hoş ve güzel anlamına gelen Tabe veya Taybe adlarını
vermiştir. Ancak Müslümanlar, Hz. Peygamber (s)’ın yaşadığı şehir olması sebebiyle
Peygamber Şehri anlamında Medinetü’n-Nebî ya da kısaca Medine demişlerdir.
Dört tarafı kayalıklarla çevrili olan Medine’nin kuzeyinde Uhud, güneybatısında Âir
dağları bulunur. Çok sayıda vadisi vardır. En meşhurları Bathan, Müzeynib, Mahzur
ve Akik vadileridir.
Medine’de hicret öncesinde Kahtânîlerin Ezd kolundan Evs ve Hazrec
kabilelerine mensup Araplar ile Kurayza, Kaynuka ve Nadîr oğulları kabilelerine
mensup Yahudiler yaşıyordu. Yahudiler, Roma’nın Suriye ve Mısır’a hâkimiyetinin
ardından bölgeye gelmişler ve zamanla Arap kültürünü benimsemişlerdir. Arapların
büyük çoğunluğu ise Yemen’deki Merib barajının yıkılmasından sonra bölgeye
yerleşmişlerdir.
Evs ve Hazrec’in iç
savaşı, Medine’de siyasî
birliğin sağlanmasına
bir türlü imkân
vermediği gibi onları
oldukça da zayıflatmıştı.
Merkezî bir otoritenin bulunmadığı Medine’de, Mekke’dekine benzer siyasî
bir yapı da yoktu. Her kabile, kalelerle çevrilmiş ayrı mahallelerde ve kendi
başkanlarının yönetiminde yaşıyordu. Zamanla hem Arapların kendi arasında hem
de Araplarla Yahudiler arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Özellikle Araplar kabile
savaşları, Medine’deki siyasî birliği tahrip ettiği gibi, kabileleri de oldukça zayıflattı.
Hz. Peygamber (s)’ın Medine’ye hicretinden kısa bir süre önce meydana gelen Buas
savaşı, Evsliler’in üstünlüğüyle neticelenmişti. Evs ve Hazrec kabilelerinin, Abdullah
b. Ubey’i ortak bir başkan olarak seçme teşebbüsleri ise Hz. Peygamber (s)’ın
hicretiyle sonuçsuz kaldı.
Hz. Muhammed (s)’ın Medine’ye girişi sevinçle karşılandı. Medine’ye
geldiğinde şehirdeki kabilelerin her biri, kendilerinde konuk olmasını teklif etiyse
de kabileler arasındaki hassas dengeleri dikkate alarak hiç kimsenin incinmeyeceği
bir çözüm buldu. Devesinin kendiliğinden çökeceği yere en yakın evde misafir
olacağını açıkladı. Deve, Malik b. Neccar oğullarından Sehl ve Süheyl adlı iki yetim
kardeşin hurma kurutma işinde kullandıkları arazide çökünce, buraya en yakın olan
Ebu Eyyüb el-Ensarî lakabıyla meşhur Halid b. Zeyd’in evinde misafir kalacağı
anlaşılmış oldu.
İSLAM TOPLUMUNU OLUŞTURMA SÜRECİ
Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret sonrasında işe, şehirde hâlâ İslam’a
girmemiş olanları davetle başladı. Bunun sonucunda pek çok Medineli onun
huzurunda Müslüman oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Şehirde yaşayan Arapların yanı sıra Yahudi ileri gelenlerinden Abdullah b.
Selâm da Hz. Peygamber (s) ile yaptığı görüşmeler neticesinde ailesiyle beraber
İslam’a girdi. Onunla birlikte Sa’lebe b. Sa’ye, Esîd b. Sa’ye, Esed b. Ubeyd,
Muhayrık, Meymûn b. Yâmin adlarında az sayıdaki Yahudi de Müslüman oldular.
Hz. Muhammed (s)’ın
Medine’de
gerçekleştirmek istediği
en önemli hedef, yeni
bir toplum
oluşturmaktı.
Hz. Muhammed (s)’ın Medine’de gerçekleştirmek istediği en önemli hedef
yeni bir toplum oluşturmaktı. Bu hedefe ulaşabilmek için öncelikle Medineli
Müslümanlar bir cemaat hâline getirilecek, sonra da çerçeve bütün Medinelileri
içine alacak şekilde genişletilecekti. Bu nedenle Allah Rasûlü (s), işe Medine’yi dinî,
siyasî, idarî ve sosyal bir merkez hâline getirmekle başladı. Sonra da
gayrimüslimleriyle birlikte Medine’de yaşayanların tamamını kuşatacak bir
antlaşma düzenledi.
MEDİNE’NİN DİNÎ, SİYASİ, İDARİ VE SOSYAL BİR MERKEZ
HALİNE GETİRİLMESİ
Müslümanların yavaş yavaş Mekke’yi terk etmeleri ve akabinde Hz.
Peygamber (s)’ın da Medine’ye hicret etmesi Kureyşliler’i aşırı derecede rahatsız
etmişti. Hemen Hz. Muhammed (s)’ın orada barınmasını engellemek için
girişimlere başladılar ve o sırada Medine’de sözü dinlenir bir kimse olan Abdullah
b. Ubey’e tehditkâr bir mektup yazdılar. Mektupta, Hz. Muhammed (s) ile
savaşarak onu öldürmelerini veya şehirden çıkarmalarını, aksi takdirde
Mekkelilerin saldırıp buldukları herkesi öldüreceklerine dair ifadeler vardı. Mektup,
Abdullah b. Ubey’in de menfaatine yarayacak gibi görünüyordu. Çünkü İslam’ın ve
Hz. Muhammed (s)’ın Medine’ye gelişi, onun Medineliler’e lider olma düşüncesini
iyice zorlaştırmıştı.
Çok Amaçlı Bir Merkez Tesisi - Mescid-i Nebî
Müslümanlar Medine’de de birtakım sıkıntılar yaşıyorlardı. Bununla birlikte
genel şartlar Mekke’dekiyle kıyaslanamayacak derecede olumluydu. Mekke
döneminde bir araya gelip ibadet etme ve Resulullah (s)’ı dinleme imkânları çok
kısıtlı olan Muhacirler, yıllarca gizli bir şekilde ibadet yapmak zorunda kaldıkları için
açıktan ibadet etme arzusu içindeydiler. Ensar ise hem Hz. Peygamber (s)’la hem
de Muhacir kardeşleriyle daha fazla beraber olabilmeyi istiyorlardı. Ayrıca sayıları
gün geçtikçe hızla artan yeni Müslümanlar vardı. Bunların da bir an önce eğitilmesi
gerekiyordu. Zaten hicret de, Hz. Muhammed (s)’ın risalet görevini daha iyi
şartlarda yerine getirmesi, İslam dininin daha güçlü bir şekilde yayılması amacıyla
gerçekleştirilmişti. Bu nedenle Hz. Peygamber (s), henüz kendine ait barınacağı bir
ev inşa etmeden, Medine’de öncelikle Müslümanların ibadet, eğitim-öğretim,
toplantı vb. ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyüklükte bir mekânın yapılmasıyla
ilgilendi. Hz. Peygamber (s)’ın Medine’de inşa ettirdiği bu mescide, Peygamber
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Hicret’in amaçlarından
biri de, İslam’ı daha
güçlü bir şekilde
yaymaktır.
Mescidi anlamında Mescidü’n-Nebî, Mescid-i Nebî ya da Mescid-i Nebevî gibi adlar
verildi. Mescid yeri olarak Medine’ye hicretin son bulduğu nokta, yani Medine’de
devesinin çöktüğü yer civarındaki uygun bir alan tercih edildi. Mescidin yapımına
hicretin birinci yılı Rebiülevvel (h.1/m.622 Eylül) ayında başlandı.
Mescid, her çeşit süs ve ihtişamdan uzak oldukça sade bir yapıydı. Temelleri
ve kapı kenarları taştan, duvarları kerpiçtendi. Kıblesi kuzey tarafta bulunan
Kudüs’e yani Beytü’l-Makdis’e doğruydu. Mihrap yeri hurma kütüklerinin üst üste
dizilmesiyle belirlendi. Üç kapısı vardı. Bunlardan biri Bâbü’s-Selâm adında olup
güney tarafındaki arka duvarda (bugünkü kıble duvarında), ikincisi Bâb-ı Âtike
adında olup batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Bâb-ı Cibrîl adında olup
hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi ve Hz. Muhammed (s) da bu kapıyı
kullanırdı. Mescidin güney duvarının bir kısmında ise Suffe denilen bir gölgelik
bulunmaktaydı. Kıblenin, güney tarafta bulunan Kâbe’ye çevrilmesiyle mescitte
küçük bir tadilat yapıldı. Buna göre güneydeki kapı kapatılarak mihrap yapıldı,
kuzey tarafa aynı adla yeni bir kapı açıldı ve Suffe, kuzey tarafa nakledildi. Diğer
kapıların yerleri ise değiştirilmedi.
Mescid-i Nebî’nin Diğer Fonksiyonları
Hz. Peygamber (s)’ın inşa ettiği Mescid-i Nebî, her şeyden önce bir ibadet yeri
olarak yapılmıştı. Bununla birlikte Hz. Muhammed (s), namazlardan sonra mescitte
oturduğunda sahabiler hemen etrafında toplanır, o da ashabına nasihatte bulunur
ve kendileriyle sohbet ederdi. Ancak Mescid-i Nebî, dinî ve ilmî faaliyetlerin yanı
sıra zamanla Hz. Peygamber (s)’ın idarî, siyasî, askerî, adlî birtakım işleri görüştüğü
bir merkez olma hüviyetini de kazandı.
Mescid-i Nebî’nin diğer işlevlerine yönelik olarak şu örnekler verilebilir:
Medine’ye yönelecek tehdit ve saldırıların nerelerden gelebileceği ve bunlara nasıl
karşı konulacağı veya nerelere asker gönderileceği burada görüşülür ve karara
bağlanırdı. Hz. Muhammed (s) bizzat kendi kumandasında bir sefere çıkacağı
zaman, burada iki rekât namaz kılar, sonra zırhını burada kuşanır ve mescidin
kapısına getirilen atına binerek harekâtı başlatırdı. Seferden döndüğünde de önce
mescide gider, yine iki rekât namaz kılar ve harekâtın değerlendirmesini yapardı.
Diğer askerî birliklerin komutanları da seferden döndüklerinde önce mescide gelir
ve sefer hakkında bilgi verirlerdi.
Medine, aynı zamanda İslam devletinin başkenti olduğu için şehre, sıklıkla
çevredeki kabile veya şehirlerden elçiler gelmekteydi. Medine dışından gelen elçi
ve misafirler, mescitte kabul edilip ağırlanmakta ve heyetler arası görüşmeler yine
burada yapılmaktaydı. Ancak bu görüşmelerin gelişigüzel bir yerde yapılmadığı ve
Hz. Muhammed (s)’ın, elçileri kabul etmek ve onlarla görüşmek üzere sabit bir yer
belirlediği bilinmektedir. Buraya üstüvanetü’l-vüfûd (elçiler sütunu) adı verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Mescid-i Nebî:
 İdarî, siyasî, sosyal ve askerî gelişmelerin görüşüldüğü meclis,
 Elçi ve misafirlerin kabul edilip ağırlandığı devlet konuk evi,
 Davaların görüldüğü ve anlaşmazlıkların karara bağlandığı mahkeme,
Mescid-i Nebî, pek çok
İslâmî kurumun
homojen yapısını
meydana getirmiştir.
 Bağış, cizye ve zekât mallarının toplanıp dağıtımının yapıldığı hazine,
 Savaş esirlerinin ve suçluların gözaltında tutulduğu nezaret ve hapishane,
 Yaralıların tedavi edildiği hastane,
 Nikâhların ilân edildiği nikâh salonu,
 Gösteri ve merasimlerin yapıldığı salon olarak da kullanılmıştır.
Kısaca Mescid-i Nebî’nin, pek çok İslam kurumun homojen (farklılaşmamış)
yapısını meydana getirdiği, sonraki asırlarda ortaya çıkan ve cami, mektep,
medrese, türbe, han, çarşı vb. birimlerden oluşmuş binalar topluluğu anlamına
gelen külliyelerin ilk örneği sayılabileceği söylenebilir.
Mescid-i Nebî’nin Diğer Birimleri
Çok fonksiyonlu bir yapı olan Mescid-i Nebî’de bazı faaliyetler onun içinde
bir tarafında, bazıları ise dışında bitişik bir kenarında yürütülmüştür. Bu nitelikte üç
birim vardır. Onlar da Hücre-i Saâdet, Suffe ve Hızânedir.
Hücre-i Saadet - Hz. Peygamber (s)’ın Evi
Medine’de, Hz. Peygamber (s)’ın dayıları bulunmasına rağmen şahsına
mahsus bir evi yoktu. O, kendisine bir ev inşa edilinceye kadar Ebu Eyyüb elEnsarî’nin evinde misafir oldu. Buradaki misafirliği yaklaşık yedi ay devam etti. Enes
b. Malik de bu dönemde annesi Ümmü Süleym ya da üvey babası Ebu Talha
tarafından Hz. Peygamber (s)’a hizmet etmesi amacıyla bırakılmıştı.
Hz. Peygamber (s)’ın
evi, Mescid-i Nebî’nin
doğu tarafında yapılan
odalardan ibaretti.
Mescid-i Nebî’nin yapımı tamamlandığında, Hz. Peygamber ve ailesinin
barınma ihtiyaçlarını karşılayacak konutun inşasına başlandı. Onun evi, mescidin
doğu duvarının güney tarafında yapılan hücrelerden (odalar) ibaretti. Oda sayısı
Hz. Peygamber (s)’ın eşlerinin sayısına göre belirlenmişti. Bu nedenle de
başlangıçta iki idi. Bunlardan biri Hz. Hatice’nin vefatından sonra evlendiği eşi Hz.
Sevde’ye ait olup kapısı Hz. Ali’nin evinin koridoruna açılmaktaydı. Diğeri ise henüz
zifafa girmediği nikâhlısı Hz. Aişe için inşa edildi. Bunun kapısı ise doğrudan
mescide açılmaktaydı. Ayrıca bu odaların yanında kızları Ümmü Gülsüm ve
Fatıma’ya ait de odalar yapıldı. Hz. Peygamber (s)’ın odalarının duvarları kerpiçle
örülmüş, üstleri hurma dal ve yaprakları ile örtülmüş, kapı açıklıkları ise kilim vb.
malzemeyle kapatılmıştı.
Odalar hazır hâle geldiğinde Hz. Peygamber kendi konutuna yerleşti ve
ailesini getirtme amacıyla azatlıları Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi’e iki deve vererek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Mekke’ye gönderdi. Zeyd, hanımı Ümmü Eymen ve oğlu Üsame ile Hz. Peygamber
(s)’ın eşi Sevde, kızları Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ü alarak Medine’ye getirdi. Hz.
Ebu Bekir de eşi Ümmü Rûmân ile kızları Esma ve Hz. Peygamber (s)’ın nikâhlı
nişanlısı Âişe’yi oğlu Abdullah vasıtasıyla Mekke’den getirtti. Hz. Peygamber (s)’ın
kızlarından Rukiyye daha önce eşi Hz. Osman ile birlikte Medine’ye hicret etmişti.
Zeyneb’in hicreti ise eşi Ebu’l-Âs b. Rebî o zamanlar müşrik olduğu için ancak Bedir
savaşından sonra gerçekleşebildi.
Suffe - Yatılı Okul
Suffe’de kalanlar
arasında zâhidane bir
hayatı tercih edenlerle
kendilerini ilim tahsiline
adayanlar da vardı.
Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretleri sonrasında Ensar ile
Muhacirler arasına oluşturulan kardeşliğe rağmen yine de bazı Muhacirler açıkta
kalmıştı. Resulullah bunlar için Mescid’in güneybatısında üzeri yapraksız hurma
dallarıyla örtülü bir yer ayırdı. Buraya güneşe karşı yapılan gölgelik ya da sofa
anlamında Suffe, burada barınanlara ise ashab-ı suffe, suffe ashabı veya suffe ehli
denildi. Suffe’nin, hicretten on altı ay sonra kıblenin Kudüs istikametinden Kâbe’ye
çevrilmesi sonrasında boş kalan önceki kıble duvarının üzerinin örtülmesiyle
oluşturulduğuna dair rivayetler de vardır. Suffe, günümüzde bazı İslam tarihi
kaynaklarında, dünya tarihinde bilinen ilk yatılı okul olarak nitelendirilmektedir.
Suffe’nin Sakinleri
Suffe’de öncelikle barınacak yer bulamayan bekâr Muhacirler kalırdı.
Evlenme imkânı bulanlar ise ayrı bir eve taşınırdı. Hz. Peygamber (s) ile görüşmeye
gelen ve Medine’de bir tanıdığı bulunmayan kimsesiz misafirler ile Arap
kabilelerinden Müslüman olup da Medine’ye göç edenler de suffenin
sakinlerindendi. Suffede kalanlar arasında iki grup insan daha vardı. Bunlar da
Medine’de evleri bulunduğu hâlde zâhidane bir hayatı tercih eden Ka’b b. Malik,
Hanzala b. Ebi Amir ile Haris b. Numan gibi Ensardan bazıları ile kendilerini ilim
tahsiline adayan sahabilerden oluşmaktaydı. Ashab-ı suffeye mensup başlıca
sahabiler arasında Ebu Zer el-Gıfârî, Huzeyfe, Talha b. Ubeydullah, Ebu Said elHudrî, Bilal-i Habeşî, Abdullah b. Ömer, Ammar, Habbâb, Ebu Hüreyre, Selmân-ı
Fârisî, Suheybi’r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ukkâşe, Abdullah b. Mes’ud, Berâ b. Mâlik
gibi önemli sahabiler vardır.
Suffe Ashabı’nın Sayısı
Zamanla suffede
kalanların sayısı
azalmaya başladı.
Suffede yaşayanların sabit bir sayısı bulunmadığı gibi bunların toplam sayısı
hakkındaki rivayetler de çok farklıdır. Nitekim kaynaklarda on kişi ile dört yüz kişi
arasında olduklarına dair bilgiler vardır. Rivayetlerdeki farklılığın sebebi büyük
ihtimalle Medine’ye gelen misafirlerden kaynaklanmaktadır. Zira bunların sayısı
artıp eksildikçe suffede misafir olanların sayısı da fazlalaşıyor ya da azalıyordu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Bununla birlikte sayılarının ortalama olarak yetmiş kişi civarında olduğu kabul
edilir.
Zamanla suffede kalanların sayısı azalmaya başladı. Çünkü yapılan savaşlarda
elde edilen ganimetler Müslümanların ekonomik durumlarını oldukça iyi bir
konuma getirdi. Hatta Hz. Peygamber (s) hayattayken suffedekilerin hepsi kendi
evlerine taşındılar. Böylelikle fakir Muhacirlerin mescitte barınmaları da sona erdi.
Suffe Ashabı’nın Günlük Hayatı
Ashab-ı suffe daima Hz. Peygamber (s)’ın yanında bulunur ve onun ilim ve
feyzinden yararlanır; Kur’an okur; hadis-i şerifler, çeşitli dinî bilgiler ve yazı yazmayı
öğrenir; zikir ve ibadetle meşgul olurlardı. Dinlenme ve ders çalışma yerleri Suffe,
dershaneleri ise Mescid idi. Hocaları arasında başta Hz. Peygamber (s) olmak üzere,
Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Muâz b. Cebel ve Ebu’d-Derdâ gibi ilim sahibi
sahabiler idi.
Ailevi kaygıları olmadığı için dünya meşguliyetlerinden uzak bir şekilde
kendilerini ilme verebiliyorlardı. Bu nedenle Suffe, gelişigüzel bir toplanma yeri
olmayıp bir ilim müessesesiydi. Nitekim burada Ubâde b. Sâmit gibi okuma-yazma
ve Kur’an öğretmek üzere öğretmenlik yapanlar da vardı. İçlerinden Ebu Hüreyre
gibi bazıları ise kendilerini ilme adadılar.
Suffe Ashabı’nın Hayat Standardı
Suffe ashabı, fakir insanlardı ve kendilerini tamamıyla ilme verdikleri için
belirli bir gelirleri de yoktu. Gücü kuvveti yerinde olanlar odun kesmek, su taşımak
gibi sınırlı işler yaparak mümkün mertebe ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor; ihtiyaç
içinde bulunsalar dahi iffet ve vakarları sebebiyle kimseden bir şey istemiyorlardı.
Nitekim bu hususa, suffe ashabı hakkında nazil olduğu belirtilen aşağıdaki ayette
de değinilmiştir:
“Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp, yeryüzünde dolaşmaya güç
yetiremeyenlere, hayâlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin
sandıkları yoksullara verin. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan
yüzsüzlük ederek bir şey istemezler” (Bakara/2: 273)
Suffe Ehli, İslam’ın
yayılmasında ve İslami
ilimlerin öğretiminde
önemli hizmetler verdi.
Ashab-ı suffe, genellikle kendilerini soğuktan koruyacak bir elbiseye sahip
değillerdi. Aralarında, ancak diz kapaklarına kadar örtünebilenler olduğu gibi yeterli
elbisesi bulunmadığı için toplum içine çıkamayanlar bile vardı. En lüks yiyecekleri
hurmaydı. Bu nedenle Hz. Muhammed (s), çoğunlukla kendi ailesinden önce
onların ihtiyaçlarını karşılamaya özen gösterir, onları yatsı namazından sonra
akşam yemeği yemeleri için ashabına dağıtırdı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Hicretin ilk yıllarındaki bu sıkıntılı şartlar, zamanla elde edilen ganimetler
sayesinde sona erdi ve onların da hayatları normale döndü.
Suffe Ashabı’nın Tarihteki Yeri ve Önemi
Ashab-ı suffe, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (s)’ın anlaşılmasında son derece
önemli hizmetler yaptı. Onların, diğer ashaba oranla Hz. Muhammed (s) ile daha
fazla beraber olup sohbetinde daha çok bulunmaları pek çok hadisin sonraki
kuşaklara ulaşmasında önemli katkı sağladı. Gerçekten de en çok hadis rivayet
eden yedi sahabiden üçünün (Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Ebu Said el-Hudrî)
onların arasından çıkmış olması da bu görüşü doğrulamaktadır.
Suffe ehli, İslam’ın yayılmasında ve İslamî ilimlerin öğretiminde önemli
hizmetler verdi. Hatta onlardan bazıları kendilerini çok iyi yetiştirdi. Hz.
Muhammed (s), suffede yetişen bu kişileri bilgi, beceri ve birikimlerine göre
muhtelif hizmetlerde görevlendirdi. Mesela, Medine dışına gönderilecek tebliğ ve
irşad elemanları ile muallimler kurrâ denilen bu kişiler arasından seçildi. Nitekim
Reci’ ve Bir-i Maûne (h.4/m.625) hadiselerinde şehit edilen yetmiş hafız ve âlim
sahabiden çoğu bunlardandı.
Bunlara ek olarak ashab-ı suffe arasında müezzinlik yapanlar ve diplomatik
faaliyetlerde görevlendirilenler olduğu gibi cihada katılıp şehit olanlara da
rastlanmaktadır. Hatta Ebu Hüreyre’den nakledilen bir rivayete göre suffede
kendisiyle beraber kalan üç yüz kişinin büyük çoğunluğu zamanla bir yere vali ya da
komutan olarak görevlendirilmiştir.
İslam tarihinde örnek ve öncü bir eğitim yuvası olarak hizmet gördüğü
bilinen suffe mensuplarından fakir, muhtaç ve kimsesiz olmadığı halde sırf
zahidane bir hayatı tercih ettiği ve kendilerini tamamen ruhi-manevi bir hayata
adadıkları için burada bulunanların, İslam düşünce tarihi içinde yer alan Tasavvuf
ekolünün ilk örneklerini oluşturdukları kabul edilir. Hatta tasavvuf kavramı da bir
görüşe göre Suffe’den gelmiştir.
Hızâne - Beytü’l-Mal
Mescidi-i Nebî’nin dışında, Hz. Peygamber (s)’ın odaları gibi mescidin bitişik
kenarında yapılan bir oda daha vardı. Yeri tam olarak belirlenemese de buranın
gıda maddeleri ile silahlar vs. eşyanın saklandığı bir depo olarak kullanıldığı
bilinmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla o günkü şartlarda devlet hazinesi olarak hizmet
gören bu odaya meşrube, gurfe, ulliyye veya hızâne adları verildi ve buranın
muhafaza ve idareciliğine ise Bilâl-i Habeşî getirildi. Odaya verilen ulliye isminden,
buranın nispeten yüksek bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s),
eşlerinden ayrıldığı ve uzak durduğu dönemde bir ay süreyle bu odada kalmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Zevr - Devlet Konuk Evi
Mescid-i Nebî’nin doğusunda zevr adı verilen ve elçilerin kabul mekânı
olarak kullanılan odalar bulunmaktaydı. Aslında bunlar Hz. Peygamber (s)’ın kızı
Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ün kaldıkları odalardı. Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ün
buradan ayrılmalarıyla odalar boş kalmıştı (h.4/m.626). Hz. Muhammed (s) da boş
kalan bu odaları misafir ve ziyaretçilerin kabul mekânı olarak kullanmaya başladı.
Medine’deki Diğer Mescitler
Medine’de, Mescid-i Nebî ile Hz. Peygamber (s)’ın hicret yolculuğundaki
misafirliği esnasında Kuba’da inşa ettirdiği mescidin dışında da mescitler vardı.
Bunlar genellikle kabile adlarıyla anılırdı. Bununla birlikte bir kısmı adlarını
bulundukları mekânlardan ya da bazı olaylardan almıştı. Bunların arasında Mescid-i
Nebî’den daha önce ibadete açılanlar bile vardı. Nitekim Esad b. Zürâre’nin, Birinci
Akabe Biati sonrasında (m.621) Medine’deki Müslümanların sayısının artmasıyla,
Mescid-i Nebî’nin inşa edileceği arsanın bir kenarında yaptırdığı mescit, hicretten
önce faaliyete geçmişti. Kaynaklarda Medine içinde ve civarında çeşitli kabilelerin
kendi yurtlarında inşa ettikleri on kadar mescidin ismi geçer. Müslümanlar her ne
kadar vakit namazlarını bu mescitlerde kılıyorlarsa da cuma namazı için Mescid-i
Nebî’ye geliyorlardı.
MEDİNE’DE YAŞAYANLARIN TOPLUM HALİNE
GETİRİLMESİ
Hz. Peygamber (s),
toplum oluşturma
çabaları çerçevesinde
öncelikle Ensar ile
Muhacirler arasında bir
işbirliği ve dayanışma
tesis etmeyi hedefledi.
Medine’ye hicret edildiğinde Hicaz bölgesinin diğer yerlerinde olduğu gibi
burada da teşkilatlanmış bir devlet yoktu. Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret
gerçekleştirildikten sonra burada yeni bir toplum meydana getirebilmek için
önemli adımlar attı. Bunların bir kısmı Medine’nin sadece Müslüman nüfusuna,
diğer bir kısmı ise hem Müslüman ve hem de gayrimüslim nüfusu yönelikti.
Sadece Müslümanlara Yönelik Olanlar
Hz. Peygamber (s), toplum oluşturma çabaları çerçevesinde öncelikle
Medine’de Evs ve Hazrec Araplarından oluşan Ensar ile Muhacirler arasında bir iş
birliği ve dayanışma tesis etmeyi hedefledi. Çünkü bunlar samimi bir şekilde
kendisine değer veriyor ve tavsiyelerini tereddütsüz yerine getiriyorlardı. Ancak
böylesi bir kenetlenmiş çekirdek kadro, kendilerinden sayıca çok fazla olan kitlelere
kendini kabul ettirebilirdi. Hz. Muhammed (s), İslam toplumu düşüncesini
gerçekleştirebilmek için de sosyal, ekonomik, idari, dinî ve ahlaki birtakım
teşebbüslerde bulundu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Sosyal ve Ekonomik Olanlar
Kardeşliğin Tesisi - Muâhât
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve
Allah'tan korkun ki esirgenesiniz” (Hucurat/49: 10)
Kur’an’a göre Müminler
ancak kardeştirler.
Hz. Peygamber (s)’ın, İslam toplumunu meydana getirme sürecinde attığı
adımların en önemlisini bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret eden
Muhacirler ile onlara yurtlarını açıp yardım eden Ensar arasında kurmuş olduğu çok
özel bir bağ oluşturur. Bu bağ, kaynaklarda muâhât olarak da adlandırılan kardeşlik
sistemidir. Kardeşlik kelimesi, İslam’a inananlar birliğine üye olan kişinin vasfıdır.
Nasıl ki bir devletin üyesine vatandaş ya da yurttaş adı veriliyorsa, İslam dinine
mensup olan müminlere de Kur’an’ın ifadesiyle ihve (kardeş) adı verilmiştir.
Hz. Peygamber (s)’ın uygulamalarından öyle anlaşılıyor ki Kur’an-ı Kerim,
kardeş kelimesine bilindiğinden daha fazla bir anlam yüklemiş ve Hz. Peygamber (s)
da bu yeni anlamıyla kardeşliği Müslümanlar arasında oturtmaya ve
yaygınlaştırmaya gayret göstermiştir.
Kardeşliğin İlk Örnekleri
Aslında Hz. Muhammed (s), henüz Mekke’de iken ve İslam’ı ilk tebliğ etmeye
başladığından itibaren insanları kabile ve ırk, dil ve ülke, hür ve köle ayırımına
bakmaksızın eşit kabul etmiş ve onları cahiliye toplumunun önem verdiği kabile
dayanışması yerine inanç esasına dayalı İslam kardeşliği merkezinde birleşmeye
davet etmişti. Böylece o, bir taraftan eşref-i mahlûk olarak yaratılmış olan insanı
hakir gören ve köleleştiren katılaşmış şirk izlerini toplumdan temizlemeye gayret
gösterirken, diğer taraftan insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmaya, onları
yeni bir potada, din kardeşliği etrafında kaynaştırmaya çalışıyordu. Sadece
Arapların değil, diğer toplumların da o döneme kadar şahit olmadıkları bu yeni
anlayışa göre bir köle ile bir asilzade, bir yerli ile bir yabancı arasında fark
kalmıyordu. O, insanlık tarihinin en önemli devrimi niteliğindeki bu sistemin sadece
teorisini ortaya koymakla yetinmedi. Müslümanların en zayıf oldukları ve Kureyş
müşriklerinin de en güçlü oldukları bir ortamda kardeşlik sistemini uygulamaya
koydu. Nitekim Ebu Ubeyde b. Cerrâh ile Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim, Ubeyde b.
Hâris ile Hz. Ebu Bekir’in azatlısı Bilâl b. Rebâh el Habeşî ve Hz. Hamza ile Hz.
Peygamber (s)’ın azatlısı Zeyd b. Hârise Mekke’de iken kardeş ilan edilmişlerdi.
İslam tarihinde kardeşliğin, biri Mekke diğeri ise Medine döneminde olmak
üzere iki kez ilan edildiğini söylemek mümkündür. Ancak Mekke’de yürürlüğe
konulan kardeşliğin, sadece köle kökenli Müslümanları korumayla sınırlı kalmadığı
görülmektedir. Bu çerçevede Hz. Muhammed (s) ile Hz. Ali, Hz. Osman ile
AbdurrahmanHata! Yer işareti tanımlanmamış. b. Avf, Zübeyir b. Avvam ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Abdullah b. Mes’ud, Sa’id b. Zeyd ile Talha b. Ubeydullah ve Mus’ab b. Umeyr ile
Sa’d b. Ebu Vakkas arasında kardeşlik akdi yapıldığı bilinmektedir.
Kardeşliğe Olan İhtiyaç
Mekke’de ilk örnekleri başarıyla sergilenen İslam kardeşliği anlayışı,
Medine’ye hicret sonrasında daha da bir anlam kazandı. Çünkü Medine’deki Arap
toplumunun çoğunluğunu oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri, aynı atadan
gelmelerine rağmen yüzyılı aşkın bir zamandır bitmez tükenmez bir savaş
içindeydiler. Hatta Birinci Akabe Biatı öncesinde yapılan görüşmelerde (m.620)
Müslüman olan sağduyulu altı Medineli, içlerine düştükleri vahameti Hz.
Muhammed (s) ile paylaşmışlar ve onunla tanışmalarının aralarındaki kin, nefret ve
düşmanlığın kalkmasına vesile olmasını temenni etmişlerdi.
Medineliler hicretten
önce, kendilerini
birleştirecek bir lider
arayışı içinde idiler.
Medine toplumunun birlik ve beraberliğe olan şiddetli ihtiyacı, Hz.
Peygamber (s)’ın din kardeşliği prensibini başarıyla uygulamasına önemli bir
kolaylık sağladı. Hz. Muhammed (s) altı ay kadar Ensar ve Muhacirlerin birbirlerini
tanımalarına fırsat tanıdı. O, kardeşliğe çok önem verdiği ve mutlaka yürürlüğe
konulmasını istediği için bu hususta genel bir davet ve çağrıyı yeterli görmedi.
Hicretin birinci yılı ortalarında onları Enes b. Malik’in evinde ya da Mescid-i Nebî’de
toplayarak ikişer ikişer kardeşleştirdi. Bunların sayısı hakkında karşılıklı olarak kırk
beşerden doksan veya ellişerden yüz kişi ya da yüz seksen altışardan üç yüz yetmiş
iki kişi oldukları gibi farklı rivayetler vardır. Hatta bir rivayette Ensardan biriyle
kardeşleştirilmeyen hiçbir Muhacirin kalmadığı da belirtilmiştir.
Ensar, Muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul etmiş; hatta onlara ellerindeki
hurmalıkları paylaşmayı bile teklif etmişti. Ancak Hz. Muhammed (s) bunu uygun
görmedi. Bunun üzerine onların beraber çalışmak suretiyle üretilen mahsule ortak
olmaları kararlaştırıldı.
Kardeşliğin, savaşlara yansıyan yönü de vardı. Bilindiği gibi o dönemde henüz
düzenli bir ordu teşkilâtı yoktu. Bu nedenle savaş kararı alınıp ilan edildiğinde
kardeşlerden biri orduya gönüllü asker olarak yazıldı, diğeri ise geride kalarak iki
ailenin sorumluluğunu üstlendi. Bu nöbet anlayışı aslında barış ortamında da
geçerli idi. Yani kardeşlerden biri çalışmaya giderken diğeri Hz. Peygamber (s)’ı
izledi ve olup bitenleri kardeşine aktardı.
Kaynaklarda Ensarın Hz. Peygamber (s)’a ve Muhacirlere olan yakın ve
samimi ilgileri ile gönülden gösterdikleri sevgi ve saygıya değinen birçok olay
nakledilir. İnsanlık tarihinde benzeri görülmeyen bu İslam kardeşliğini Kur’an-ı
Kerim de şu ifadelerle övmüş ve takdir etmiştir:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan
kimseler kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı
içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar dahi
onları öz canlarına tercih ederler” (Haşr/59: 9).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Kardeşlerin Birbirine Vâris Olmaları
Ensar-Muhacir
kardeşliği başlangıçta
varis olmayı da
kapsıyordu.
Ensar-Muhacir kardeşliğinin kurulması akabinde, aralarında kan bağı
olmayan, ancak karşılıklı olarak kardeş kabul edilen Müslümanlar Enfâl suresinde
belirtildiği üzere başlangıçta birbirlerine mirasçı kabul edildi (Enfâl/8: 72). Ancak
kardeşliğin miras hükümleriyle ilgili kısmının uzun süre geçerli olmadığı
görülmektedir. Çünkü yapılan savaşlarda elde edilen ganimetlerle Müslümanların
ekonomik durumunda iyileşmeler oldu. Bir rivayete göre Bedir (h.2/m.624), diğer
birine göre ise Uhud gazvesinden (h.3/m.625) sonra nazil olan Enfâl suresindeki
başka bir ayet ile tevarüs uygulamasına son verilerek miras sadece nesep
yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir.
“Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de
sizdendir. Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmaya) daha
uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir”. (Enfâl/8: 75)
Muâhât Ne Zamana Kadar Devam Etti?
Ensar-Muhacir kardeşleştirmesinin, tevarüsün kaldırılmasından (h.2-3 /
m.624-625) sonraki yıllarda da devam ettiğine dair örnekler vardır. Nitekim Hz.
Muhammed (s), Uhud savaşından sonra Müslüman olduğu bilinen Selmân-ı Fârisi
ile Ebu Derdâ’yı (h.3/m.625), Habeşistan’dan Medine’ye dönen Cafer b. Ebu Talib
ile Muâz b. Cebel’i (h.7/m.629) kardeş ilan etmiştir. Ancak bu dönemdeki
kardeşliğin nasihat ve yardımlaşma ile sınırlı olduğu belirtilmiştir.
Muhacirlerin Medine’de Yerleştirilmesi
Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret eden veya edecek olanlar için bir
yerleşim planı hazırladı. Öncelikle Muhacirler için uygun arsalar üretti. Bunu da
bağış ve boş yerlerin iskâna açılması yollarıyla gerçekleştirdi. Nitekim Ensar,
ellerindeki fazla arazilerini hiç tereddüt etmeden Muhacirlere vermek üzere Hz.
Peygamber (s)’a bağışladı, o da üretilen bu arsaları Muhacirlere tahsis etti. Ailesi
olmayan ya da yanında bulunmayan bekâr Müslümanların bir kısmı, kendisi de
bekâr olan Sa’d b. Heyseme’nin evine yerleştirilerek onların da dayanışma içinde
olmaları sağlandı.
Özetle Ensar-Muhacir kardeşliği:
 Evs ve Hazrec arasındaki savaşları sona erdirdi
 Her iki tarafa da birtakım sorumluluklar yükledi
 Ensarı, varlıklarını paylaşmaya yönelik fedakârlık sınavına; Muhacirleri ise
bütün servetlerini terk etmiş olmalarına rağmen yük olmadan yaşayabilme
imtihanına tabi tuttu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
 Muhacirlerin Medine’deki hayata daha kolay bir şekilde ve kısa sürede
intibaklarını sağladı ve onların gurbet hissiyatını en aza indirdi
 Ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı
 Dayanışma anlayışını kan unsurundan çıkarıp manevi bir temele dayandırdı
 Soya dayalı kabilevî ittifakı akidevî ittifaka çevirdi
 Kabile ve aşiretin yerini ümmet ve milletin almasını sağladı
Muâhât, ortak bir kimlik
ve zihniyet birliğinin
oluşturulmasına katkı
sağladı.
 İçeride Yahudi ve münafıkların hile ve tuzaklarını boşa çıkardı
 Dışarıda müşrik Arapların baskılarına karşı koyabilme gücü sağladı
 Bilgi ve tecrübelerini paylaşarak ortaklaşa iş yapabilmeleri kendilerine olan
güvenlerini daha da arttırdı
 Müslümanlar arasında paylaşma kültürünün iyice yerleşmesine imkân
sağladı
 Kardeşliğin gereğini yerine getirme Muhacirlerle Ensarı birbirine daha da
yakınlaştırdı.
Evlenmenin Teşviki
“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları
evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir.
Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir” (Nûr/24: 32)
Hz. Muhammed (s), bekârların evlendirilmesini teşvik eden ayetlerin de
katkısıyla İslam toplumunun nüfusunu arttırmaya yönelik birtakım tedbirler de aldı.
Bu çerçevede, hiçbir maddi gücü olmayan Müslümanlara mihir konusunda birtakım
kolaylıklar getirdi. Ayrıca fey ganimetlerinden evlilere iki, bekârlara ise bir hisse
verilmesi, onun evlenmeye teşvik edici uygulamaları arasında yer alır.
Evliliğin, nüfus artışına katkı sağlaması yanında başka etkileri de oldu. Söz
gelimi Muhacirlerden bazılarının hicretten sonra Medineli kadınlarla evlenmeleri,
Arapların geleneğine uygun olarak, evlilik bağına dayalı dayanışmayı arttırdı ve
sosyal bütünleşmeye katkı sağladı.
Medine Pazarı
Hicret öncesinde
Medine’deki ekonomik
hayat büyük oranda
Yahudilerin
kontrolündeydi.
İslam öncesi Medine’de, meşhur Kaynukaoğulları Çarşısı’yla birlikte dört
tane pazar vardı. Bunların tamamı Rânûna vadisinde olup Medine’nin batı
tarafında güneyden kuzeye doğru sıralanmış olan Safâsif, Müzâhim, Kaynuka ve
Zübâle adlarındaki pazarlardır. Bunlardan Kaynuka ve Zübâle pazarlarının kontrolü
doğrudan Yahudilerin elinde idi. Müzâhim ve Safâsif pazarları ise her ne kadar Arap
kabilelerinin elinde görünüyorsa da dolaylı olarak onlar da Yahudilerin
kontrolündeydi. Çünkü Medine’deki Arap kabileleri, Abdullah b. Ubey’in
Kaynukalılarla yaptığına benzer şekilde Yahudi kabileleriyle ittifak içindeydiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Hz. Peygamber (s), yeni oluşturduğu İslam toplumunda, ekonomik güç ve
istikrarın, siyasî bağımsızlığın kazanılmasında ne derecede önemli rolü olduğunu
biliyordu. Ayrıca uluslararası ticareti çok iyi bilen Mekkeli Muhacirlerin, Medine’de
bir çarşı ve pazar yerine olan ihtiyacı da hemen fark ettikleri söylenebilir. Bu
sebeple Hz. Peygamber (s), Medine’deki ticari hayatı büyük oranda kontrolünde
bulunduran Yahudilere karşı alternatif bir pazar oluşturmayı düşündü. Bu amacını
gerçekleştirmek üzere Yahudilerin pazarlarında gözlemlerde bulundu ve Medine’de
Müslümanlara mahsus olmak üzere bir pazar yeri belirledi.
“…Bu ıslak kısmı üstte bırakıp herkesin görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan
benden değildir” (Müslim, İman: 164).
Hz. Muhammed (s) çarşı ve pazarla yakından ilgilendi, tüccarları ve ticaret
mallarını teftiş etti. Bazen teftiş esnasında bile kurallar koydu.
Mezarlık Alanı
Mezarlıklar da din ve kültürler arasında belirleyici rolü olan alanlardır. Hz.
Peygamber (s)’ın Medine’de Müslüman kimliğini oluşturma sürecinde yaptığı
yeniliklerden biri de mezarlık konusunda idi. Bu çerçevede Mescid-i Nebî’nin
güneydoğu tarafındaki alanı Müslümanlara mahsus mezarlık alanı olarak belirledi.
Bu mezarlığa Cennetü’l-Bakî’ ya da kısaca el-Bakî’ adı verildi.
Bakî’ Mezarlığı’na ilk defnedilen sahabi, bir rivayete göre İslam’ın Medine’de
yayılmasında büyük emeği geçen ve İslam’da ilk defa Müslümanlara cuma namazı
kıldıran Esad b. Zürare, başka bir rivayete göre ise Hz. Peygamber (s)’ın sütkardeşi
Osman Maz’un’dur.
İdari Olanlar - Nüfus Sayımı
Hz. Muhammed (s), Müslümanların henüz yeterince güçlenemediği
Medine’deki ilk yıllarda gerek Mekke’den gerekse Medine çevresinden biat etmek
üzere gelenlere Medine’ye hicret etmelerini şart koşuyor, hicret edenlerin ise daha
sonra oradan ayrılmalarına gönlü razı olmuyordu. Gerçekten de onun bu
hassasiyeti sayesinde Müslümanlar Medine’de toplanmaya başladılar ve
birbirinden aldıkları destekle kendilerini daha güçlü hissettiler.
Mekke’de henüz Müslümanların sayısı oldukça sınırlı iken Hz. Peygamber (s),
ümmetinin durumunu yakından takip etti, ihtiyaç ve sıkıntılarına çözüm bulmaya
çalıştı. Hicretle birlikte Müslümanların sayısı hızla artmaya başlayınca bir durum
tespitine gerek duyuldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s) da bir nüfus sayımı
yaptırdı. İlk nüfus sayımının yapıldığı yıl ve sayımın sonucu hakkındaki rivayetler
farklıdır. Bununla birlikte hicretin ilk yılında yapıldığı ve Müslüman nüfusun yedi
yüz ya da bin beş yüz kişi olduğu genel kabul görmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Medine’de yaşayan gayrimüslimlerin sayısı hakkında da kesin bir rakam
verilememekle birlikte dört bin civarında Yahudi, kırk - elli gibi çok az sayıda da
Hıristiyan nüfusun bulunduğu belirtilmektedir. Kaynaklarda şehrin toplam nüfusu
da ancak tahmini olarak verilebilmektedir. Meselâ Muhammed Hamidullah’a göre
Medine’de Yahudilerle Arapların nüfusları birbirine yakın olup, Müslümanlarla
birlikte şehrin toplam nüfusu on binden fazladır.
Dinî-Siyasî ve Dinî-Ahlakî Olanlar
İlk cuma namazı
hicretten önce kılındı.
Müslümanların Mescid-i Nebî gibi çok fonksiyonlu bir merkezde baştan aşağı
yeniden yapılandırılmaları, muâhât ile maddi ve psikolojik sıkıntıların üstesinden
gelmeleri İslam toplumunun oluşumu açısından gerçekten çok anlamlı girişimlerdi.
Ancak bunlar sağlıklı bir toplum oluşturulması, özellikle de sonraki nesillere örnek
bir çekirdek kadro meydana getirilmesi amacıyla cuma namazı, cemaatle namaz,
ezan, kıblenin çevrilmesi, içki ve kumarın yasaklanması gibi birtakım emir ve
yasaklarla da tezyin edildi. Bunların bir kısmının dinî-ahlakî, bir kısmının ise dinîsiyasî nitelikli oldukları görülmektedir. Böylece atılacak olan yeni adımlarla sıradan
bir siyasî birlik seviyesinin üzerine çıkılması hedeflenmiş oldu.
Toplumsal Farklılığın Vurgulanması - Cuma Namazı
Cuma namazı ilk defa hicretten önce Medineli Müslümanlar tarafından eda
edilmişti. O vakit Hz. Muhammed (s) Mekke’dedir ve cuma namazı da henüz farz
kılınmamıştır. Medine’de kılınan cuma namazı ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bir
rivayete göre Medineliler, Yahudiler ile Hıristiyanların her hafta toplanıp ibadet
ettikleri belirli bir günün benzerinin Müslümanlar için de olmasını aralarında
müzakere ettiler. Müzakere sonucunda Cahiliye dönemindeki adıyla arûbe
gününün, yani haftanın altıncı gününün haftalık toplantı günü olmasını
kararlaştırdılar. O gün, Es’ad b. Zürare’nin evinde toplandılar ve bu güne toplanma
günü anlamında cuma günü adını verdiler. Es’ad iki rekât namaz kıldırdı ve Sa’d b.
Üsâme de bir koyun keserek ikramda bulundu. Bu hadiseden sonra ise cuma
namazını farz kılan ayet indirildi. Cuma namazının, Yahudi ve Hıristiyanlara karşı bir
varlık gösterisi mahiyetinde olduğu ifade edilebilir.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman,
hemen Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette
bu, sizin için daha hayırlıdır” (Cuma/62: 9).
Cemaatle namaz, bir
Müslümanın toplumsal
eğitimini sağlayan ilk
eylemdir.
Birlikte Hareket Etme Bilincinin Gelişmesi - Cemaatle Namaz
Hz. Muhammed (s), farklı kabile, ırk ve statüden gelen Müslümanlarda
cemaat bilinci oluşturabilmek ve birlikte hareket edebilme becerisini
geliştirebilmek amacıyla farz namazları cemaatle kılmayı teşvik etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
“Bir köy veya kırda üç kişi birlikte bulunur da namazı aralarında cemaatle
kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp mağlup eder. Şu hâlde cemaate devam ediniz.
Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” (Ebu Davud, Salât: 46).
Gerçekten de bir Müslümanın toplumsal eğitimini sağlayabilecek ilk eylem,
cemaatle namaz kılmaktır. İslam toplumunda cemaatle namaza o kadar önem
verilmiştir ki savaş esnasında bile cemaatin ertelenmesi ya da terk edilmesi söz
konusu değildir.
“Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı
seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece
(namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz
namazını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını
kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar...” (Nisa/4: 102).
Dinî İletişim Aracı Oluşturulması - Ezan
Ezan, hicretin birinci (h.1/m.622) ya da ikinci (h.2/m.623) yılında tespit
edilmiştir. Namaz Mekke döneminde farz kılındığı hâlde, Medine’ye hicret
edinceye kadar namaz vakitlerinin bildirilmesini sağlayacak herhangi bir yöntem
düşünülmemişti. Zaten Mekke’deki ortam da buna müsait değildi.
Ezan, hem bir çeşit
davet, hem de din
hürriyetinin bir
sembolüdür.
Ezan, hem namaz vaktinin geldiği ilan eden bir işaret, hem de İslam’ın
esaslarının yayılmasını sağlayan bir çeşit davettir. Mekke’de baskı altındayken
okunamadığı göz önüne alındığında ise ezanın, din hürriyetinin bir sembolü olduğu
da belirtilebilir. Ezanın aynı zamanda siyasî bir niteliği de vardır. Nitekim düşman
işgaline uğrayan Müslüman topraklarında uygulanan ilk yasaklama ezan okumaya
yönelik olmaktadır.
Dinî Kimliğin Belirginleşmesi - Kıblenin Çevrilmesi
Hz. Muhammed (s) Mekke’de iken Kâbe’yi, Beyt-i Makdis ile arasına alarak
namaz kılıyordu. Hicretten sonra ise Kâbe’yi araya alma imkânı kalmamıştı. Bu
nedenle yaklaşık bir buçuk yıl boyunca namazlarını Kudüs’e doğru kıldı. Bu
durumdan antlaşmalı olduğu Yahudiler hoşnut olurken müşrik Araplar ise
rahatsızlık duyuyorlardı. Bu arada o, Allah’ın birliğini ikrar ve ona ibadet için
kurulmuş ilk mabet olan Kâbe’ye, İbrahim (s)’ın kıblesine yönelmeyi düşünüyordu.
Bu arzusu ancak hicretten on altı ay ya da on yedi ay sonra, Recep ayı ortalarında
bir Pazartesi günü ashabıyla birlikte Selimeoğulları’na ait mescitte öğle namazının
ilk iki rekâtını tamamladığında nazil olan ayetler (Bakara/2: 115, 142, 143, 144,
149-150) ile gerçekleşti ve kıble Kâbe’ye çevrildi (h.2/m.624).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
“Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
Bu emir, Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir” (Bakara/2: 149).
Hz. Peygamber (s)’ın aynı namazda iki ayrı kıbleye dönerek namaz kılması
sebebiyle Selimeoğulları’na ait bu mescid Mescidü’l-Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid)
adıyla meşhur oldu.
Müslümanlar, kıblenin
değişmesiyle Yahudi ve
Hıristiyanlara karşı kıble
bağımsızlığını da
kazandılar.
Kıblenin Kâbe’ye doğru çevrilmesinin, Müslümanlara, Mekke’nin fethine ve
Kâbe’nin şirk izlerinden ve putlardan arındırılmasına yönelik bir hedef gösterdiğini
söylemek mümkündür. Ayrıca kıblenin değişmesi, her ne kadar ilk bakışta dinî bir
hadise olarak görünse de sonuçları ve oluşturduğu etki bakımından bir cephesinin
de siyasî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Müslümanlar siyasî bağımsızlıklarının
ardından Kâbe’ye yönelmek suretiyle Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kıble
bağımsızlığını da kazandılar.
Toplumun Sağlıklı Bireylerden Oluşması - İçki ve Kumarın
Yasaklanması
“Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bir kısım faydalar vardır. Ancak
her ikisinin de günahı, faydalarından daha büyüktür…” (Bakara/2: 219).
Hz. Muhammed (s), oluşturmayı hedeflediği toplumun aynı zamanda
kötülüklerden arınmış bireylerden meydana gelmesine oldukça fazla özen gösterdi.
Bu çerçevede Müslümanlara bir taraftan iyi ve güzel şeyler tavsiye ederken, diğer
taraftan birtakım kötülüklerden uzak durmalarını istedi. Bütün bunlar insan fıtratı
da dikkate alınarak yerine getirildi. Meselâ içki ve kumar hakkındaki hükümler,
İslam’ın ilk yıllarında ortaya konulmadı. Mekke döneminde sarhoşluk veren
şeylerin, güzel ve makbul bir içecek sayılmadığını belirten ayet (Nahl/16: 67) ile
başlayan süreç Medine’de içki ve kumarın hem büyük günah olduğu, hem de
insanlar için bir kısım faydaları olduğunu ifade eden ayet ile (Bakara/2: 219) devam
etti. Sonra sarhoş iken namaza yaklaşılmaması emredildi (Nisa/4: 43) ve nihayet
tamamen yasaklandı (Mâide/5: 90-91) (h.4/m.626). Hz. Peygamber (s) da içkiye
farklı isimler vererek içilmesinin yasağı kaldırmayacağını belirterek Müslümanları
uyardı.
“Ümmetimden birtakım kimseler, içkiye başka isimler vererek onu
içeceklerdir!” (Ebu Davud: 3688).
Medine Dönemi Başlarındaki Diğer Bazı Önemli Gelişmeler
 Mukim iken kılınan öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta
çıkarıldı (Rebiulahir h.1/m.622).
 Ramazan orucu farz kılındı (Şaban h.2/m.624).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
 Fıtır sadakası ile ilgili hükümler açıklandı (Ramazan h.2/m.624).
 Zekât farz kılındı (Şevval h.2/m.624).
 Ramazan bayramı namazı kılındı (1 Şevval h.2/m.624).
 Kurban bayramı namazı kılındı (10 Zilhicce h.2/m.624).
 Erkek ve kadınlara yönelik tesettür kuralları belirlendi (h.3/m.625,
h.5/m.627).
Hem Müslümanlara Hem de Gayrimüslimlere Yönelik Olanlar
Medine Sözleşmesi
sayesinde Medine’de
yaşayan gayrimüslimler,
Müslümanların tarafına
çekildi ve düşman
cephesi küçültüldü.
Hz. Muhammed (s), çekirdek kadrosunu Ensar-Muhacir kardeşliği ile
oluşturduğu İslam toplumunun daha da güçlenmesini istiyordu. Bu nedenle yeni
bir hedef belirledi. Bu hedef, kısaca dışa açılım şeklinde de ifade edilebilir. Yani
Müslüman olmadığı hâlde bazı kesimlerle işbirliği yapabilmek için onların sadece
İslam hâkimiyetini kabul etmeleri yeterli görüldü. Böylece gayrimüslimlerin en
azından Medine’de birlikte yaşayan kesimi, kendi tarafına çekilecek ve düşman
cephesi küçültülmüş olacaktı. Hz. Muhammed (s), bu çerçevede Medine’deki
Müslümanlar ile Yahudiler arasında şehirde birlikte yaşamaya yönelik birtakım
kurallar konulmasına öncülük etti ve bu prensiplerin geçerli olacağı coğrafyayı
belirledi.
Medine Sözleşmesi
Hz. Muhammed (s), Araplar ile Yahudilerden oluşan Medineliler arasındaki
ilişkileri düzenleyen yazılı bir antlaşma yaptı. Burada Medine’deki tarafların hakları,
görev ve sorumlulukları ayrı ayrı belirlendi. Antlaşma, bizzat metnin içinde ve ilk
dönem İslam tarihi kaynaklarında Kitap, Sahife ve Müvadea, çağdaş kaynaklarda
ise Medine Vesikası, Medine Sözleşmesi, Medine Belgesi veya Medine Anayasası
adlarıyla anıldı.
Medine Sözleşmesinde
ülke Yesrib Vadisi, halk
Müslümanlar, Yahudiler
ve bunlara tabi olanlar
ve iktidar sorumlusu Hz.
Muhammed olarak
belirlenmiştir.
Medine Sözleşmesi, Hz. Peygamber (s)’ın Medine’ye gelişinden kısa bir süre
sonra, hicretin birinci yılında yürürlüğe girdi. Medine Sözleşmesi’nin Müslüman
tarafa ait ilk yirmi üç maddesi Enes b. Malik’in evinde, Müslümanlar ile Yahudiler
arasındaki ilişkileri düzenleyen müteakip yirmi dört maddesi ise Bint-i Haris’in
evinde ve karşılıklı görüşmeler sonucunda imzalandı.
Müslümanlar vesikanın şartlarına riayet ettiler ise de tarihi hadiseler
Yahudilerin benzer hassasiyeti göstermediklerini, ahde vefasızlık yaptıklarını,
Kureyş müşriklerini Müslümanlara karşı kışkırttıklarını, üstelik Evs ve Hazrec
kabilelerinin aralarını bozmaya çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu ve benzeri
nedenlerden dolayı önce Kaynuka (h.2/m.624) akabinde de Nadîroğulları
(h.4/m.625) anlaşmayı bozmaları sebebiyle Medine’den çıkarıldı. Son olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Kurayzaoğulları’nın (h.5/m.627) cezalandırılmasıyla da Medine Sözleşmesi
yürürlükten kalkmış oldu.
Maddeleri
Medine Belgesi, ilk kaynaklarda düz bir metin hâlinde yer almış olmasına
rağmen sonradan maddeleştirilmiştir. Madde sayısı ise bazı konu başlıklarının ayrı
kabul edilmesine göre 47 veya 52 olarak belirlenmiştir.
Medine Sözleşmesi’nde devletin kurulduğu toprak parçası yani ülke Yesrib
Vadisi (39. madde), halk Müslümanlar, Yahudiler ve bunlara tabi olanlar (1-2, 20b,
25-35) ve iktidar sorumlusu ise Hz. Muhammed (s) (23-42) olarak belirlendi.
Sözleşmede temel hak ve özgürlükler çerçevesinde can (21-39, 40, 47) ve mal
emniyeti (46) ile inanç özgürlüğü (25) güvence altına alındı ve hukukun üstünlüğü
(46) ile herkesin hukuk önünde eşit (15, 16, 45) olduğu prensibi kabul edildi. Ayrıca
maddeler arasında ülke savunması (37, 44, 45b), devletin bağımsızlığı (2), hisbe
teşkilatı (12, 13) ile savaş ve barışın bağlı olduğu şartlar (17, 18, 24, 38) da
bulunmaktadır.
Medine Sözleşmesi’ne göre
 Burada söz edilen topluluk diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir.
 İhtilaf çıktığında kanunların ve adaletin yegâne kaynağı olarak Allah, en
yüksek hakem olarak da Hz. Muhammed (s) belirlenmiştir.
 Yahudilerin, Mekke müşriklerine veya onların iş birlikçilerine bir yardım ya
da himaye hakkı vermeleri yasaklanmıştır.
 Medine’ye düşman saldırısı hâlinde buna karşı çıkmak üzere bir Müslüman Yahudi ittifakı oluşturulacaktır.
 Şehrin savunulması için girişilecek savaşların masrafları taraflarca
karşılanacaktır.
 Medine dışında yapılacak savaşlarda hiçbir topluluk diğerine yardımda
bulunma sorumluluğu altında olmayacaktır.
 Tarafların birbirine karşı hile ve vefasızlık yapmaları yasaklanmıştır.
 Müslümanların çıktıkları savaşlara Yahudilerin katılması, Hz. Peygamber
(s)’ın izin ve rızasına bağlıdır.
 Yahudiler, Müslümanlara
vermeyeceklerdir.
düşman
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
olan
Mekkelilere
eman
hakkı
19
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Değerlendirmeler
Medine Sözleşmesi;
 Dünyada yazılı hâle getirildiğinde uygulanabilmiş ilk anayasadır. Bu
bakımdan önceki uygulamaların bir tasviri niteliğinde olan Aristo’nun Atina
Anayasası’ndan farklıdır.
Medine Sözleşmesi,
tarihte, yazılı hale
getirildiğinde
uygulanabilmiş ilk
anayasadır.
 Her şeyden önce Hz. Peygamber (s)’ın göz kamaştırıcı diplomatik yeteneğinin
sonucudur.
 Medine toplumunun iç ve dış tehditlere karşı barış ve güven içinde
yaşamasını sağlama amacı taşır.
 Farklı din ve etnik kökene mensup grupları bir vatandaşlık potası altında
birleştirme projesidir.
 Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapıyı öngörmüştür.
 Medine’de siyasî bir topluluk meydana getirmeyi amaçlamıştır.
Medine Sözleşmesi sayesinde;
 Medine’deki Yahudiler ve Araplar İslam dinini ve Müslümanları hukukî, siyasî
ve sosyal olarak tanımış oldular. (Kureyş müşrikleri de Hudeybiye Antlaşması
(h.6/m.628) ile tanıdılar.)
 Medine’deki Yahudiler ve Araplar Mekkelilerle ittifaklarını bozup bilakis
onlara karşı Müslümanlarla işbirliğine girmiş oldular.
 Müslümanlar gayrimüslimlere inanç ve fikir hürriyeti ile mal ve can güvenliği
sağlamış oldu.
 Müslümanlar nazarında peygamber ve başkanlık vasıflarını birlikte taşıyan
Hz. Muhammed (s), gayrimüslim gruplar nazarında Medine’nin siyasî lideri
olarak kabul edildi.
Özetle Medine Vesikası, farklı din ve etnik kökene sahip olan Müslümanlara
ve Yahudilere Medine’de hürriyet ve emniyet içinde yaşayabilme, istediği gibi
inanabilme ve istediği şekilde ibadet edebilme özgürlüğü verdi. Ayrıca dünyaya,
Müslümanların, İslam’a inanmayanları dışlamadan ve ötekileştirmeden birlikte
yaşayabilecekleri örneğini gösterdi.
Medine’nin Sınırlarının Belirlenmesi - Harem Olarak İlanı
“Medine’nin iki kara taşlığı arası haremdir” (Müslim, Hac: 471)
Hicretten sonra yapılan önemli işlerden biri de Medine’nin sınırlarının
belirlenmesidir. Bu husus Medine Sözleşmesi’ne de eklenmiş ve Yesrib Vadisi
harem bölgesi olarak ilan edilmiştir. Hz. Muhammed (s), sınırların işaretlenmesi
görevini Hazrec kabilesinden Kaʻb b. Malik’e vermişti. Belirlenen yerlere taşlar
dikilerek Medine Devleti’nin sınırları tespit edildi. Sınırları belirlenen Medine’ye
Harem-i Resul denildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev
Özet
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
•Hz. Muhammed (s)’ın yirmi üç yıllık peygamberlik hayatının son on
yılına Medine Dönemi denir. Bu dönem de kendi içinde Kureyş’in
Medine’deki siyasi oluşumla yani Müslümanlarla barış masasına
oturduğu Hudeybiye Antlaşması'na (h.6/m.628) kadar ve Hudeybiye
sonrası olmak üzere ikiye ayrılır.
•Hicret öncesindeki adı Yesrib olan Medine’ye Müslümanlarla birlikte
Hz. Muhammed (s)’ın da yaşadığı şehir olması sebebiyle Peygamber
Şehri anlamında Medinetü’n-Nebî denildi. Mekke’den gelen
Müslümanlara hicret eden manasına Muhacir, onlara gönüllerini açıp
yurtlarını paylaşan Medineli Müslümanlara ise yardımcı anlamında
Ensar adı verildi.
•Bir bütün olarak bakıldığında Medine dönemi, İslam’ın uygulamaya
yönelik temel prensiplerinin belirlendiği bir dönem olarak kabul edilir.
• Gerçekten de dinin birçok hükmü Medine’de tebliğ olunduğu gibi
ibadetlerin çoğu da burada farz kılınmıştır.
•Hz. Peygamber (s)’ın ilk İslam toplumunu oluşturma çerçevesindeki
faaliyetlerinin başında gelen mescid bu dönemde inşa edilmiştir.
•Ensar-Muhacir kardeşliği ile Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki
antlaşma da Medine'de yapılmıştır.
• Diğer bilim dallarından istifade ederek Hicret
sonrasında Medine'de Müslümanların karşılaştığı
problemleri araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi Hicret öncesinde Medine’de yaşayan kabilelerden biri
değildir?
a) Kurayza kabilesi
b) Hazrec kabilesi
c) Nadîr kabilesi
d) Evs kabilesi
e) Kureyş kabilesi
2. Aşağıdakilerden hangisi Mescid-i Nebî’nin kapılarına verilen isimlerden
biridir?
a) Âtike
b) Muâhât
c) Zevr
d) Vüfûd
e) Hızâne
3. Aşağıdakilerden hangisi hicret öncesinde Medine’de kurulan pazarlardan biri
değildir?
a) Müzâhim
b) Kurayza
c) Kaynuka
d) Safâsif
e) Zübâle
4. Hz. Peygamber (s)’ın uyguladığı Ensar-Muhacir kardeşliği için hangisi yanlış bir
ifadedir?
a) Kardeşlik sayesinde Evs ve Hazrec arasındaki savaşlar sona erdi.
b). Kardeşlik sayesinde Müslümanlar dışarıda müşrik Arapların baskılarına daha
rahat karşı koyabildiler.
c) Kardeşlik, ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı.
d) Kardeşlik sayesinde Medine’de siyasî bir topluluk da meydana getirildi.
e) Kardeşlik sayesinde Muhacirler Medine’deki hayata daha kolay bir şekilde ve
kısa sürede intibak edebildiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
5. Aşağıdakilerden hangisi Medine Sözleşmesi ile ilgili doğru bir ifade değildir?
a) Hz. Muhammed (s), gayrimüslim gruplar nazarında Medine’nin siyasî lideri
olarak kabul edildi.
b) Hz. Peygamber (s)’ın göz kamaştırıcı diplomatik yeteneğinin sonucunda
gerçekleşmiştir.
c) Kureyş müşrikleri İslam dinini ve Müslümanları hukukî, siyasî ve sosyal olarak
tanımış oldular.
d) Medine toplumunun iç ve dış tehditlere karşı barış ve güven içinde
yaşamasını sağlamayı amaçlar.
e) Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapıyı öngörmüştür.
Cevap Anahtarı:
1.e 2.a 3.b 4.d 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (S.A.V.) Devrinde Mescid ve
Fonksiyonları, Ravza Yay., İstanbul
Algül, Hüseyin. (1986). İslam Tarihi, Gonca Yay., İstanbul
Apak, Apak. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi 1, Ensar Neşriyat, İstanbul
Apaydın, Mehmet. (1995). Resulûllah’ın Günlüğü: Medine Dönemi Yeni Kronolojisi,
İnsan Yay., İstanbul
Aydın, Mustafa. (1991). İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yay.,
İstanbul
Baktır, Mustafa. (1990). İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Ashâb-ı Suffa, Timaş Yay.,
İstanbul
Berki, Ali Himmet, Keskioğlu, Osman. (1978). Hâtemü’l-Enbiya Hazret-i
Muhammed ve Hayatı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara
Daryal, Ali Murat. (1993). İslamın Doğuş ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan
Tahlîli, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul
Demircan, Adnan. (2000). Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yay., İstanbul
Derveze, İzzet. (1995). Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. Mehmet
Yolcu), Yöneliş Yay., İstanbul
Devalibî, Ma’ruf. (1985). İslam’da Devlet ve İktidar, (Çev. Mehmet Sait Hatiboğlu),
Dergâh Yay., İstanbul
Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi I-II, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yay.,
İstanbul
Hamidullah, Muhammed. (1997). Hz. Peygamber Döneminin Siyasi - İdari Belgeleri
---------, el- Vesaiku’s-Siyasiyye, (Çev. Vecdi Akyüz), Kitabevi Yay., İstanbul
Kettâni, Muhammed Abdülhayy b. Abdülkebir. (1990). Hz.Peygamber’in Yönetimi
(et-Terâtîbu'l-İdâriyye) I-III, (Çev. Ahmet Özel), İz Yay., İstanbul
Köksal, Mustafa Âsım. (1987). İslam Tarihi I-XVIII, Şâmil Yay., İstanbul
Mahmud Esad. (1983). İslam Tarihi, Tarih-i Din-i İslam, (Haz. Ahmet Lütfi Kazancı,
Osman Kazancı), Marifet Yay., İstanbul
Sarıçam, İbrahim. (2007). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yay., Ankara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Sırma, İhsan Süreyya. (1986). İslamî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, Beyan Yay.,
İstanbul
Şiblî, Mevlânâ. (1975). Asr-ı Saadet I-V, (Çev. Ömer Rıza, Sad. Osman Zeki
Mollamehmetoğlu), Eser Neşriyat, İstanbul
Tuğ, Salih. (1969). İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İrfan Yay., İstanbul
Uğur, Mücteba. (1980). Hicrî Birinci Asırda İslam Toplumu, Çağrı Yay., İstanbul
Umerî, Ekrem Ziya. (1992). Medine Toplumu, (Çev. Nureddin Yıldız), Risale Yay.
İstanbul
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HUDEYBİYE’DEN HZ.
PEYGAMBER’İN VEFATINA KADAR
MEDİNE DÖNEMİ
• Hudeybiye Andlaşması
• Hükümdarları İslam’a Davet
• Hayber’in Fethi
• Umretu’l-Kazâ
• Mûte Savaşı
• Zâtu’s-Selâsil Seriyyesi
• Mekke’nin Fethi
• Huneyn Savaşı
• Tâif Kuşatması
• Ganimetlerin Taksimi
• Tebük Seferi
• Heyetler Yılı
• Vedâ Haccı
• Yalancı Peygamberlerin Zuhuru
• Üsâme Ordusu Hz. Peygamber’in Vefatı
• Hz. Peygamber’in Mirası
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Peygamber’in Medine hayatını daha iyi
kavrayabilecek
• Medineli Müslümanlar ile Mekke Müşrikleri arasındaki
münasebetleri daha iyi bilecek
• Hz. Peygamber ile Bizans imparatorluğu arasındaki
münasebetleri bilecek
• Mekke’nin Fethini ve İslâm’ın Arap Yarımadsına
yayılmasını bilecek
• Hz. Peygamber’in Veda haccını ve Vedâ hutbesini daha
iyi kavrayacak
• Hz. Peygamber’in vefatını ve geriye bıraktığı mirası
öğreneceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
6
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
GİRİŞ
Yüce Allah tarafından peygamberlik görevi ile görevlendirildikten sonra bu
görevinin on üç yılını Mekke’de yerine getiren Hz. Peygamber, 622 yılında
Medine’ye hicret etti. Mekke’de müşriklerle mücadele eden Hz. Peygamber
Medine’de de Yahudilerin ve münafıkların muhalefeti ile karşılaştı. Birincilerin
muhalefeti dıştan ve görünür, ikincilerin muhalefeti ise içten ve görünmezdi. Hz.
Peygamber, hicretten hemen sonra Medine şehrinde yaşayanları bir araya
getirerek gerçekleştirdiği hukuki düzenleme ve hayata geçirdiği Medine
sözleşmesiyle, Medine’de bağımsız bir İslam Devleti kurdu. Kurulan bu devleti daha
kuruluş aşamasında yok etmek isteyen Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in
Medine’deki düşmanları ile gizliden gizliye anlaştılar. Medine Müslümanlarına karşı
açtıkları Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında istedikleri neticeyi elde edemediler.
Yüce Allah’ın yardımı, Hz. Peygamber’in başarılı taktikleri ve Müminlerin üstün
gayretleri sayesinde Mekke müşrikleri her seferinde elleri boş döndüler.
Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve
Kurayzaoğulları, Hz. Peygamber’in kendilerine uzattığı barış elini tutmadılar.
Kendilerine, dinlerinde serbestçe yaşama imkânı veren Hz. Peygamber’e ve onun
getirdiği İslam dinine düşmanlıkta birbirleri ile yarışa girdiler. Birinin başına gelen
felaketten diğeri ders ve ibret almadı. Neticede hepsi Medine’den sürgün edildi. Bu
arada da Hz. Peygamber, Mekke müşrikleri ile barış yolunu aradı ve Hudeybiye
musalahasını imzaladı. Bu bölümde Hudeybiye musalahası ile Hz. Peygamber’in
vefatına kadar olan olayları göreceğiz.
Hudeybiye Musalahası (Zilhicce 6 / Nisan 628)
Hudeybiye Barış antlaşması Hicretin altıncı yılında Zilkade ayında (Mart 628)
Mekke müşrikleriyle Hudeybiye kuyusu yanında yapılmıştır. Bu antlaşmadan önce
Hz. Peygamber, rüyasında ashabıyla birlikte Mekke’ye gittiğini ve Kâbe’yi tavaf
ettiğini görmüştü. Gördüğü bu rüyadan sonra ashabına, umreye gidileceğini ve
gitmek isteyenlerin hazırlanmaları gerektiğini söyledi. Umre için hazırlık yapanlara
yanlarına yol emniyeti için gereken kılıçtan başka bir silah almamalarını emretti.
Hz. Peygamber, bununla Mekkeliler’e savaş için gelmediklerini ve maksatlarının
barış olduğunu göstermek istiyordu. Ayrıca kurbanlık olarak yetmiş deve hazırlattı.
Hz. Peygamber, Medine’den her ayrıldığında yerine birini vekil bırakırdı. Bu
sefer de Abdullah b. Ümmü Mektûm’u bıraktı. Zilkade ayının ilk pazartesi günü
1400 (veya 1500) sahabi ile birlikte Medine’den yola çıktı. Hanımlarından Ümmü
Seleme’yi de yanına aldı. Ümmü Seleme ilk Müslümanlardan ve Habeş
Muhacirlerindendir. Eşi Ebû Seleme, Uhud savaşında yaralanmış ve kısa bir müddet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
sonra da vefat etmişti. Hz. Peygamber, dört çocuğu ile dul kalan bu hanımefendi ile
evlenmiş, kendisini ve çocuklarını koruma altına almıştı.
Hz. Peygamber, beraberindeki sahabilerle birlikte öğle vakti Zulhuleyfe’ye
geldi. Öğle namazını kıldırdıktan sonra umre için ihrama girdi. Abbâd b. Bişr
başkanlığındaki yirmi kişilik bir süvari birliğini müşriklerin durumu hakkında bilgi
toplamak için önden gönderdi. Savaş yapılması yasak olan aylar Zilkade ile başlardı.
Zilhicce ise hac ayı idi. Mekke hac ayında kalabalık olurdu. Hz. Peygamber, diğer
kabilelerle karşılaşmamak için, Kâbe ziyaretini bir ay önce yapmak istedi.
Muhacirler, içinde çocukluk yılları geçen Mekke’ye altı yıldan beri hasret
kalmışlardı. Mekke’ye gitmek ve Kâbe’yi ziyaret etmek için can atıyorlardı.
Birçoklarının aileleri hâlen daha Mekke’de bulunuyordu. Medineli Ensar’ın birçoğu
da Hz. Peygamberle birlikte Kâbe’yi ziyaret etmeyi çok istiyorlardı.
Hz. Peygamber’in bu hareketi Mekke’de duyuldu. Müşrikler, geliş maksatları
ne olursa olsun Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hatta bu
yüzden çıkacak bir savaşı da göze alarak savaş hazırlığı yapmaya başladılar. Ayrıca
Hâlid b. Velid kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini Müslümanların gelişini
engellemek üzere yola çıkardılar. O sırada Mekke civarında yaşayan ve öteden beri
Hâşimoğullarına dostluk besleyen Huzâa kabilesine mensup bir şahıs gelip durumu
Hz. Peygamber’e bildirdi. Bu haberden bir süre sonra da Hâlid b. Velid,
Müslümanların yolunu kesti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Mekke’ye 20 km.
uzaklıktaki Hudeybiye kuyusu yanında konakladı.
Mekkeliler, Hudeybiye kuyusu yanında konaklayan Hz. Peygamber’e Huzâa
kabilesi reisi Büdeyl b. Verka’yı elçi gönderdiler. Büdeyl, müşriklerin aldıkları karar
ve savaş hazırlıklarını anlattıktan sonra Hz. Peygamber’den geri dönmesini istedi.
Hz. Peygamber de Mekke’ye sadece ziyaret için geldiklerini söyleyerek izin
verilmesini istedi. Büdeyl, Hz. Peygamber’in bu teklifini Mekkeliler’e ulaştırdı.
Mekkeliler, Büdeyl’i Hz. Peygamber için çalışmakla itham ederek Ehâbiş kabilesinin
reisi Huleys’i, onun ardından da Tâif’te oturan Sakîf kabilesinin reisi Urve b.
Mesûd’u göndererek Müslümanları umre yapmaktan vazgeçirmeye çalıştılar.
Kurbanlık develerden etkilenen Huleys, dönüşünde Mekkeliler’e, Kâbe’yi ziyaret
için gelenlere izin verilmesini tavsiye ederken, ashabın Hz. Peygamber’e
bağlılıklarını yakından gören Urve, bu arkadaş topluluğunun O’nu hiçbir zaman
yardımsız bırakmayacakları kanaatine ulaştığını bildirdi. Bütün bunlara rağmen
müşrikler kararlarından dönmediler. Müslümanlara bir baskın yapmaları için askeri
bir birlik bile gönderdiler. Fakat Müslümanlar, savaş niyetinde olmadıklarını
göstermek için, esir ettikleri bu birliği serbest bıraktılar.
Hz. Peygamber, niyetlerinin savaş değil, umre yapmak olduğunu bildirmek
ve izin sağlamak için bu sefer Huzâa kabilesinden Hıraş b.Ümeyye’yi gönderdi.
Mekkeliler, elçiye kötü davrandılar. O da son olarak Hz. Osman’ı gönderdi. Mekke
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
liderleri, Hz. Peygamber ve arkadaşlarını Mekke’ye sokmayacaklarını tekrar ettiler
ve Hz. Osman’a kendisi isterse Kâbe’yi ziyaret edebileceğini bildirdiler. Hz. Osman,
hep birlikte ziyaret için ısrarlarını sürdürünce onu üç gün gözaltında tuttular. Hz.
Osman: “Ben Kâbe’yi ancak Hz. Peygamber’in arkasında ziyaret ederim” demiş,
yalnız başına tavaf etmemişti.
Hz. Osman, beklenen zaman içinde geri dönmedi. Müslümanlar arasında
onun Mekke’de öldürüldüğüne dair bir söylenti çıktı. Bu haber, gergin olan havayı
iyice gerginleştirdi. Eğer bu haber doğruysa müşriklerle savaş kaçınılmazdı. Hz.
Peygamber, bu işi Kureyş’in yanına bırakmak istemedi. Hemen ashabını topladı ve:
“Müşriklerle vuruşmadıkça, buradan ayrılamayız!” buyurdu. Müslümanlık uğrunda
canlarını feda için ashabını biate çağırdı. Ashab-ı kiram da, “ölünceye kadar
savaşmak ve asla savaştan kaçmamak” şartıyla biat ettiler. Ashabın, Hz.
Peygamber’in ellerini tutarak biat etmesinden sonra; Hz. Peygamber, Osman adına
bir eliyle diğer elini tutarak onu da biat işlemine kattı. Yüce Allah’ın, biate
katılanlardan razı olduğunu bildirmesi sebebiyle (Fetih/48: 18) bu biat
“Bey’atürrıdvan” denildi. Bu biatin haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler, ölüm-kalım
savaşı için sözleşen Müslümanlarla savaşı göze alamadılar ve Hz. Osman’ı serbest
bıraktılar. Daha sonra da Süheyl b. Amr ve arkadaşlarını elçi olarak Hz.
Peygamber’e gönderdiler. Neticede Hz. Peygamber ve Kureyş heyeti arasında,
Medine İslam Devleti’nin Kureyş tarafından resmen tanındığı Hudeybiye antlaşması
imzalandı (Zilhicce 6 / Nisan 628). Bu antlaşmanın metni şudur:
“Bismikallâhümme! Bu, Muhammed b. Abdullah ve Süheyl b. Amr arasında
yapılan antlaşmadır:
 Halkın (Müslümanlarla müşriklerin) emniyet ve selamet içinde yaşamaları ve
birbirlerine zarar vermemeleri için on yıl iki taraf arasında savaş
yapılmayacak. Taraflardan biri, bu ittifaka dâhil olmayan herhangi bir kabile
ile savaşa girerse, diğeri bu savaşa müdahil olmayacaktır.
 Bu antlaşma aramızda ağzı kilitli heybe gibi olup antlaşma hükümleri
herhangi bir suretle bozulmaktan veya geri bırakılmaktan korunmak;
taraflar, birbirlerine karşı olan her türlü kinlerini ve düşmanlıklarını heybede
kilitlemek, onları açığa vurmaktan kaçınmak üzere, aramızda hırsızlık ve
hainlik olmayacaktır.
 Muhammed’in akit ve ahdine girmek isteyen kimse, bu konuda serbest
olacaktır.
 Kureyş’in akit ve ahdine girmek isteyen kimse de, bu hususta serbest
olacaktır.
 Kureyşliler’den velisinin izni ve haberi olmadan Muhammed’in yanına
gelecek kimseler, Kureyşliler’e geri gönderilecektir.
 Muhammed’in yanında bulunanlardan Kureyşliler’e gelecek olanlar,
Muhammed’e geri çevrilmeyecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
 Muhammed ile ashabı bu yıl geri dönüp gidecekler; gelecek yıl, yanlarında
yalnız yolcu silahı olarak kınlarında sokulu kılıçlar bulunduğu hâlde Mekke’ye
girip orada üç gün kalacaklardır.” (İbn Hişâm, III, 248; Vâkıdî, II, 611-612)
Hudeybiye barış antlaşmasını Hz. Ali kaleme aldı. İki nüsha olarak hazırlanan
antlaşma metnini, iki tarafın şahitleri imzaladı. Kaynaklarımızda antlaşmanın
şahitleri olarak Ebubekir b. Ebî Kuhâfe, Ömer b. Hattâb, Ebû Ubeyde b. Cerrâh,
Muhammed b. Mesleme, Huveytıb b. Abdüluzza ve Mikrez b. Hafs b. Ahyaf’ın
isimleri geçmektedir.
Antlaşma şartlarının ağırlığından dolayı üzülen Hz. Ali, bir iki defa kalemi
elinden bırakmıştı. Ayrıca Kureyş’in temsilcisi Süheyl b.Amr, antlaşma metni
üzerine “besmele ve Allah’ın Resulü” yazılmasına itiraz etmiş, yerine Abdullah oğlu
Muhammed yazılmasında ısrar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de “Vallahi,
siz yalan saysanız da ben Allah’ın elçisiyim.” diye cevap vermişti. Hz. Ali de :
“Vallahi, ben, Resulullah ünvanını kesinlikle silmem!” deyince Hz. Peygamber,
Ali’ye dönmüş ve: “Sen, bana o kelimelerin yerini göster!” demiş, o ifadeleri kendi
eliyle çizerek yerine “Abdullah oğlu Muhammed” ifadelerini yazdırmıştır.
Mekke müşriklerinin temsilcisi Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, evvelce
Müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincirle bağlanmış ve Mekke’de
hapsedilmişti. Antlaşma yazılırken hapisten kurtulmuş, zincirini sürüyerek bin bir
güçlükle Hz. Peygamber’in huzuruna can atabilmişti. Süheyl, biraz önce imzalanan
antlaşma gereği oğlunun kendisine geri verilmesini istedi ve bu konuda ısrar etti.
“Bu antlaşmaya göre sizden ilk isteyeceğim adam budur.” dedi. Aksi takdirde,
barışın bozulacağını kesin bir dille söyledi. Hz. Peygamber, barışı kurtarmak için
Ebû Cendel’i babasına teslim etmeğe razı oldu. Fakat Ebû Cendel, babasının bu
inadı karşısında sonsuz derecede üzüldü ve acıklı hâlinden Müslümanları haberdar
etmek istedi. O zaman Hz. Peygamber:
-“Ey Ebû Cendel! Sabret ve Allah’tan ümidini kesme! Yüce Allah, Yakında
sana da senin gibi olanlara da kurtuluş yolu gösterecektir.” sözleriyle kendisini
teselli etti. Ancak durum nazik ve sinirler gergindi. “Resulullah” ifadesinin
metinden silinmesi, bir iki maddenin ağır gibi görünmesi ve Ebû Cendel’in uğradığı
felaket, Müslümanların sabrını taşırdı. Hatta Hz. Ömer dayanamadı ve Hz.
Peygamber’ in huzuruna çıkarak şöyle dedi:
-“Ey Allah’ın Resulü! Sen, Allah’ın elçisi değil misin? Dinimiz hak değil mi? Bu
zilleti neden kabul ediyoruz?” Hz. Peygamber de ona şöyle cevap verdi:
-“Muhakkak ki ben, Allah’ın elçisiyim ve hiçbir zaman Allah’a isyan etmiş
değilim. Allah da beni zarara uğratmaz.” Hz Ömer, sonradan pişmanlık duyacağı
sözlerini şöyle devam ettirdi:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
-“Sen, bize Kâbe’yi tavaf edeceğiz dememiş miydin?” Bunun üzerine Hz.
Peygamber:
-“ Evet, söyledim. Fakat “bu sene tavaf edeceğiz” demedim. Yine tekrar
ederim ki, Mekke’ye girecek ve Kâbe’yi ziyaret edeceksiniz! “ buyurdu.
Bu cevaplar üzerine Hz. Peygamber’in yanından ayrılan Hz. Ömer, doğru Hz.
Ebubekir’in yanına gitti. Aynı soruları ona sordu ve ondan da aynı cevapları aldı.
Daha sonra Hz. Peygamber, ashabına seslenerek : “Haydi, kurbanlarınızı
kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz!” buyurdu. Fakat Ashab-ı kiramdan hiçbiri yerinden
kımıldamadı. Hz. Peygamber, emrini üç kere tekrarladı. Ashab’ın bu kırgınlığına
sebep, barış şartlarının görünüşte ağır olmasıydı. Ancak Hz. Peygamber, ashabının
bu haline çok üzüldü. Hemen eşi Ümmü Seleme’nin çadırına girdi. Üzüntüsünü ona
bildirdi. O zaman Ümmü Seleme, büyük ve tarihi bir görev yaptı.
-“Ey Allah’ın elçisi! Siz çıkınız, kurbanınızı kesiniz ve tıraşınızı olunuz.
Ashabınız da size uyacaktır.” dedi ve Hz. Peygamber’i teselli etti. Ümmü Seleme’nin
yanından çıkan Hz. Peygamber, hiç kimseye bir şey demeden kurbanlık develerini
kesti. Daha sonra da berberini çağırarak tıraş oldu. Hz. Peygamber’in bu hareketini
gören Ashab-ı kiram da birer birer kurbanlarını kesti ve başlarının saçını tıraş
ettiler. Hz. Peygamber, Hudeybiye’de 19 veya 20 gün kaldıktan sonra, ashabı ile
birlikte Medine’ye döndü. Ashabı, Kâbe’yi ziyaret edemedikleri için üzüntü
içindeydiler. Yüce Allah, onların üzüntülerini Fetih Suresini göndererek giderdi.
Müslümanlar, daha Mekke ile Medine arasında yolda iken Fetih Suresi nazil
oldu. Bu sure, Hudeybiye barış antlaşmasının, birçok fethe başlangıç olacağını
bildirdi, gelecek fetihleri müjdeledi. Bu müjdeler, Müslümanların üzüntüsünü
büyük bir sevince çevirdi ve gönül rahatlığıyla Medine’ye geldiler.
İlk bakışta Müslümanların aleyhine görünen Hudeybiye antlaşması,
Müslümanların ve İslam’ın lehine döndü. Bu antlaşma, İslam’ın yayılışı açısından bir
dönüm noktası oldu. Başta o zamana kadar Hz. Peygamber’i hiç bir şekilde
muhatap kabul etmeyen Mekkeli müşrikler, bu antlaşma ile onun kurduğu Medine
İslam Devleti’ni resmen tanımış oldular. Ayrıca Hz. Peygamber, bu antlaşmayla
Hendek savaşında Medine’yi kuşatan düşman ittifakını parçalamış oldu.
Müslümanların aleyhine gibi görünen maddeler kahraman Ebû Basîr, Ebû Cendel
ve arkadaşlarının fedakârlıkları ile lehe çevrildi.
Hz. Peygamber, imzaladığı antlaşmanın şartlarına son derece saygı gösterdi.
Hudeybiye’den Medine’ye döndükten sonra, bazı Mekkeli kadınlar, İslam dinine
girerek Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber bu kadınları Mekkeliler’e teslim etmedi.
Çünkü imza edilen antlaşmanın, geri çevrilmesini mecbur ettiği madde yalnız
Müslüman erkekler içindi; kadınlar buna dâhil değildi. Bu sırada Ebû Basîr adında
bir kişi Müslüman olarak Mekke’den Medine’ye gelmiş ve Hz. Peygamber’e
sığınmıştı. Ebû Basîr de Ebû Cendel gibi Mekke’de hapsedilen Müslümanlardandı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Hz. Peygamber evvelce Ebû Cendel’i nasıl babası Süheyl’e teslim etmişse, şimdi de
Ebû Basîr’i Mekkeliler’e hiç itiraz etmeden geri verdi. Yolcu ederken de Ebû Basîr’e
şunları söyledi:
-“Ey Ebû Basîr! Biz antlaşmamızı bozamayız. Sen de biraz sabret! Allah, elbet
sana ve müşrikler içinde kalan senin gibi Müslümanlara bir kurtuluş yolu
gösterecektir.”
Ebû Basîr, kendisini Mekke’ye götüren müşriklerden kurtulmayı başarıp
Kureyş’in ticaret yolu üzerinde “İys” denilen yere giderek oraya yerleşti. Bu durum
Mekke’de duyulunca, Müslüman olan diğer Mekkeliler de onun yanına gittiler. Ebû
Cendel de oraya gitti. Sayıları üç yüze ulaşan bu Müslümanlar, Kureyş’in Şam’a
giden ticaret kervanlarının geçişini engellemeye başladılar. Neticede Mekkeliler,
“Mekke’den Medine’ye sığınan Müslümanların geri verilmesi” şartının
kaldırılmasını teklif etmek zorunda kaldılar. Bu şart Mekkeliler’in isteği üzerine
kaldırıldıktan sonra Hz. Peygamber, Ebû Basîr ve arkadaşlarını Medine’ye davet
etti. Fakat bu sırada mücahit Ebû Basîr hastaydı, ölüm döşeğindeydi; vefat edince,
cemaatini Ebû Cendel alıp Medine’ye getirdi.
Hudeybiye antlaşması, Müslümanlar için gerçekten bir fetih oldu. Bu
antlaşmadan sonra İslam’ın yayılışı hızlandı. Bundan sonraki iki yıl içinde Müslüman
olanların sayısı, antlaşmaya kadar geçen on sekiz yılda İslam’a girenlerin sayısını
aşmıştı. Bu arada Hâlid b. Velid, Amr b. el-Âs ve Osman b. Talha gibi Kureyş’in üç
önemli şahsiyeti Medine’ye gelerek Müslüman oldular. Diğer taraftan Hz.
Peygamber bu barış ortamından yararlanarak komşu ülkelerin hükümdarlarını
İslam’a davet etti. Hudeybiye barış antlaşması iki yıl devam etti. İki yıl sonra
antlaşmayı bozanlar ve hükümlerine saygısızlıkta bulunanlar Kureyşliler oldu.
HİCRETİN YEDİNCİ YILI OLAYLARI (628-629)
Hükümdarları İslam’a Davet (7/628)
Hudeybiye antlaşması ile Müslümanlar ve Mekke müşrikleri arasında barış
kurulmuş ve güven sağlanmıştı. Bütün insanlığa peygamber olarak gönderilen Hz.
Peygamber, bu yeni dönemi iyi değerlendirdi ve davetini bütün insanlığa duyurdu.
Başta zamanın iki büyük devleti Bizans ve Sâsânî imparatorlukları olmak üzere,
komşu ülkelerin hükümdar ve idarecilerine İslam’a davet mektupları gönderdi.
Mektuplarını “Muhammedün Resulullah” (Muhammed Allah’ın elçisidir) ibaresinin
yazılı olduğu bir mühür ile mühürledi.
Bizans kayseri (imparatoru) Herakliyus’a elçi olarak Dıhye b. Halife
gönderildi. O sırada imparator Kudüs’te bulunuyordu. Mektubu alıp okuyan
Herakliyus, mektubu yazan Hz. Peygamber hakkında bilgi almak için onu tanıyan
birinin bulunmasını emretti. İşte o sırada ticaret için Kudüs’te bulunan Ebû Süfyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
imparatorun huzuruna getirildi. İmparator ona, Hz. Peygamber’in soyu, hayatının
safhaları, kendisine inananların durumu, ahlaki özellikleri hakkında sorular sordu.
Aldığı cevaplardan, onun peygamber olduğuna kanaat getirdi ve Ebû Süfyân’a şöyle
dedi: “Eğer bu söyledikleriniz doğruysa, ben de size haber vereyim ki, şu
ayaklarımın bastığı yerler pek yakında o zatın olacaktır.” Ayrıca Hz. Peygamber’in
elçisine çok iyi davrandı, güzel bir şekilde ağırladı ve onunla Hz. Peygamber’e
hediyeler gönderdi.
İran kisrâsı (hükümdarı) II. Hüsrev Perviz’e elçi olarak Huzâfe b. Abdullah
gönderildi. İranlılar, o zaman adına “mecûsîlik” denilen “ateşe tapma” sapıklığı
içindeydiler. Huzâfe, devletin başkenti Medâin’e giderek Hz. Peygamber’in
mektubunu Hüsrev Perviz’e takdim etti. Besmele ile başladığı mektubunda Hz.
Peygamber: “Allah’ın Resulü Muhammed’den Fars (İran)’ın ulusu Kisrâ’ya!” diye
hitap ediyordu. Kendi adının Muhammed’in adından sonra yazılmasına sinirlenen
Kisrâ, mektubun tamamının okunmasını beklemeden yırttı ve elçiye de hakaret
etti. Bununla da kalmadı, o zaman İran’ın idaresi altında bulunan Yemen valisi
Bâzân’a, Hz. Peygamber’i yakalatıp kendisine göndermesini emretti. Bâzân da Hz.
Peygamber’i yakalayıp Kisrâ’nın huzuruna getirecek iki adamını Medine’ye
gönderdi. Hz. Peygamber de bunlara Kisrâ’nın, oğlu tarafından öldürüldüğünü
haber verdi ve bunlar aracılığı ile Bâzân’a davetini ulaştırdı. Daveti aldıktan sonra
Müslüman olan Bâzân, Hz. Peygamber’in Yemen valisi olarak göreve devam etti.
Hz. Peygamber, gönderdiği mektubun Kisrâ tarafından yırtıldığını duyunca
şöyle dedi: “O, benim mektubumu nasıl parçaladıysa yüce Allah da onun
memleketini öyle parçalayacak!” Aradan çok zaman geçmeden Hz. Ömer
zamanında (16/637) Kisrâların imparatorluğu parçalandı. Sâsânî sülâlesi yıkıldı ve
İran toprakları İslam Devleti’nin sınırlarına dâhil oldu.
Habeş Necâşi’si (hükümdarı) Ashame’ye elçi olarak Amr b. Ümeyye
gönderildi. Elçiyi çok iyi karşılayan Necâşi’nin Müslüman olduğu ve fakat
Müslümanlığını çevresinden gizlediği rivayet edilir. Bilindiği gibi Necâşi, Mekke
döneminde ülkesine hicret eden Müslümanlara çok iyi davranmıştı. Ülkesinde
bulunan Müslümanları, davet mektubunu aldıktan sonra Cafer b. Ebî Tâlib
başkanlığında bir gemiyle yola çıkardı. Bu kafilede Necâşi’nin, Hz. Peygamber’e
nikâhladığı Ümmü Habîbe (Ebû Süfyân’ın kızı) de vardı. Kafilede bulunanlar,
Hayber’in fethinden sonra gelip Medine’ye ulaştılar. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber,
Hicretin dokuzuncu yılında Medineliler’e Necâşî’nin vefatını haber verdi ve onun
için Cennetü’l-baki’de gıyabi cenaze namazı kıldırdı.
Mısır Mukavkısı’na elçi olarak Hâtıb b. Ebî Beltea gönderildi. Hristiyan olan
Mukavkıs, İslam’ı kabul etmedi, ama Hz. Peygamber’in mektubuna cevap yazdı. Hz.
Peygamber’e iki cariye ve ayrıca değerli hediyeler gönderdi. Hz. Peygamber, bu
cariyelerden Mâriye’yi kendine aldı, Sîrîn’i de Hassan b. Sâbit’le evlendirdi. Hz.
Peygamber’in son çocuğu İbrahim, Mâriye’den dünyaya gelmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Kuzey Arabistan topraklarında yaşayan ve Bizans’a tâbi bir devlet olan
Gassân Devleti’nin kıralı Hâris b. Ebî Şemir’e, Şüca’ b. Vehb gönderildi. Hâris, Hz.
Peygamber’in mektubunu öfkeyle yere attı ve ardından da Müslümanlara karşı bir
saldırı için hazırlık yapmaya başladı. Ancak bağlı olduğu Bizans imparatoru buna
izin vermeyince o da bu saldırıdan vazgeçti.
Arap beyliklerinden Yemâme kıralı Hevze’ye Selît b. Amr gönderildi.
Hristiyan olan Hevze, Hz. Peygamber’e, Müslüman olma karşılığında bazı şartlar
ileri sürdü. Hz. Peygamber de bu şartları kabul etmedi.
Busra emirine gönderilen elçi, Gassânîlerin Mûte valisi Şurahbil b. Amr
tarafından yolda yakalanıp öldürüldü. Bu olay Mûte savaşının sebebi oldu.
Hz. Peygamber, Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan diğer kabile
liderlerine ve bazı şahıslara da davet mektupları göndermiştir. Bu mektuplarda
muhataplara isimleriyle hitap edilmiş ve kendileri Allah’ın birliğine ve Hz.
Peygamber’in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul ederek Müslüman olmaya davet
edilmiştir. Muhtevaları aynı olan bu mektuplar, kısa ve anlaşılır bir biçimdeydi. Hz.
Peygamber, bu mektupları, göndereceği ülkeleri bilen arkadaşlarından seçtiği
elçilerle gönderdi. Hz. Peygamber, tebliğ maksatlı olan diplomatik işlerde
görevlendirdiği kişileri güzel konuşan, cesur, insan ilişkilerinde başarılı, temsil
kabiliyeti yüksek ve tebliğin muhtevasına vakıf kişilerden seçerdi. Tebliğ maksatlı
olmayan ve iş bitirmeye yönelik işlerde ise cesur, gözü pek, söz sanatını iyi kullanan
kimseleri tercih ederdi.
Hayber’in Fethi (7/628)
Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’de üç
Yahudi kabilesi vardı. Ayrıca Hayber, Fedek, Teymâ ve Vadilkurâ’da yaşayan
Yahudiler de vardı. Medine’den sürgün edilen Yahudilerden bir kısmı buralara
yerleşmişti.
Medine-Suriye yolu üzerinde, Medine’ye 150 km. uzaklıkta bulunan
Hayber, sadece Yahudilerin yaşadığı önemli bir şehirdi. Şehir, üç ayrı bölgedeki
sekiz kaleden oluşuyordu. Hayber’e yerleşen Nadîroğulları liderleri, Hayber
Yahudilerini Müslümanlara karşı düşmanca bir siyaset takip etmeye sevk ettiler.
Hendek savaşından önce Arap kabilelerini Kureyş’in etrafında toplamayı başaran
bu liderler, istediklerini elde edemeyince yeni arayışlara girdiler. Bu sefer Fedek,
Teymâ ve Vadilkurâ Yahudilerini ve Gatafanoğullarını yanlarına alarak Hayber’de
yeni bir hazırlığa başladılar.
Hz. Peygamber, Yahudilerin bu faaliyetini haber alınca düşmana saldırı
fırsatı vermemek için onlardan önce harekete geçti. İki yüzü atlı, bin dört yüzü yaya
olan 1600 kişilik ordusuyla Medine’den yola çıktı. Ordunun içinde 20 hanım vardı.
Bunların içinde Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Seleme ve halası Safiyye’de vardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bunlar, yaralıları tedavi edecek, yemek yapacak ve geri hizmette orduya yardımcı
olacaklardı.
İslam ordusu hızlı bir yürüyüşle, önce Gatafan üerine yürüyormuş gibi bir
hava vererek dört gün sonra bir gece vakti Hayber şehrine ulaştı. Hz. Peygamber,
gece baskını yapmadı ve sabahı bekledi. Gatafanoğullarından ve daha başka
yerlerden Hayber’e gelebilecek yardımı engellemek için yollara birlikler yerleştirdi.
Bu sırada da şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Biz, bu şehir halkının hayrını istiyoruz.
Bu şehrin halkının kötülüklerine karşı sana sığınıyoruz.”
Hayber de Medine gibi ziraate elverişli bir yerdi. Oranın halkı da
Medineliler gibi ziraatle meşgul olurdu. Sabah erkenden bahçelerine ve tarlalarına
gitmek için kalelerinden çıkan Hayberliler, İslam ordusunu görünce korku içinde
kalelerine çekilip kapılarını kapattılar. Hz. Peygamber, her zaman yaptığı gibi önce
Yahudileri İslam’a davet etti. Teklifinin reddedilmesi üzerine Hayber kalelerini
kuşatma altına aldı. Yapılan çarpışmalar neticesinde kaleler birer birer alındı. İlk
anda alınamayan Kamûs kalesini de Hz. Ali’nin kumanda ettiği birlik aldı. Neticede
Hayber fethedildi.
Çeşitli rivayetlere göre Yahudilerin 20.000 veya en az 10.000 savaşçıları
vardı. Ayrıca müstahkem kalelerinde savunma avantajına sahiptiler ve silahları da
boldu; yine de mağlup oldular. Hayber’in fethi esnasında Müslümanlar on beş şehit
verdi. Yahudilerden de doksan üç kişi öldü. Yenik duruma düşen Hayberliler, ziraat
işlerini iyi bildiklerini söyleyerek topraklarında yarıcı olarak kalma teklifinde
bulundular. Hz. Peygamber, İslam Devleti’nin gerekli gördüğünde onları
topraklarından çıkarma hakkını saklı tutarak bu tekliflerini kabul etti. Buna göre
Yahudiler, her yıl ziraattan elde ettiklerinin yarısını İslam Devleti’ne vereceklerdi.
Hayber’in fethinde ele geçirilen taşınabilir ganimetlerin dağıtımında Hz.
Peygamber, savaşa katılan kadınlara da pay verdi. Savaşta öldürülen Nadîroğulları
lideri Huyey b. Ahtab’ın gizlediği hazinesi bulunarak yoksullara dağıtıldı. Hayber
savaşı sırasında Habeş Muhacirleri de Medine’ye dönmüşlerdi. Medine’den
Hayber’e gelen Cafer ve arkadaşlarına da ganimetten pay ayrıldı.
Hayber çevresindeki Yahudi yerleşim merkezleri olan Fedek, Teymâ ve
Vadilkurâ’da oturan Yahudiler de topraklarında yarıcı kalarak İslam Devleti’nin
hâkimiyetini kabul ettiler. Fetihten sonra birkaç gün Hayber de kalan Hz.
Peygamber’i Zeynep adındaki bir Yahudi kadın zehirlemek istedi. Kendisine ikram
edilen oğlak etindeki zehiri fark eden Hz. Peygamber, lokmayı ağzından çıkardı.
Ancak etten yiyen Bişr b. Berâ isimli sahabi zehirlenip öldüğü için bu kadına kı
Sâsânî uygulandı. Affedildiği de rivayet edilir.
Hayber’in fethinde alınan esirler arasında Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye’de
vardı. Safiyye’nin kocası Kinâne b. Rebî, bu savaşta ölmüştü. Hz. Peygamber,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Safiyye’yi Müslüman olup kendisiyle evlenme veya ailesine geri dönme hususunda
serbest bıraktı. Safiyye de Müslüman oldu ve Hz. Peygamber ile evlendi.
Umretu’l-Kazâ (Zilkade 7 / Mart 629)
Hudeybiye musalahasının üzerinden bir yıl geçmişti. Hz. Peygamber, bu
musalahada hicretin yedinci yılının Zilkade ayında yapılması kararlaştırılan umre
için hazırlık yapmaya başladı. Hudeybiye’de bulunanlar başta olmak üzere 2.000
kişiyle birlikte umre yapmak için Mekke’ye doğru yola çıktı. Yanına 70 kurbanlık
deve aldı. Müslümanların Mekke’ye yaklaştığını duyan müşrikler üç günlüğüne
şehri terk ederek civardaki tepelere ve dağ yamaçlarına çekildiler. Müslümanlar
büyük bir sevinç içinde telbiye getirerek şehre girdiler. Kâbe’yi görünce de tekbir
getirdiler. Hz. Peygamber’in peşine takılarak tavaflarını yaptılar; Safâ ile Merve
arasında say ettiler. Güçlü ve kuvvetli olduklarını göstermek için tavaf ve say
esnasında dimdik bir hâlde, koşarcasına ve omuzlarını silke silke yürüdüler.
Müslümanların tavaf ve saʻy bitirmelerinden sonra Hz. Bilal, Kâbe’nin
damına çıkarak öğle ezanını okudu. Sonra da Müslümanlar cemaat hâlinde öğle
namazını kıldılar. Daha sonra saçlarını tıraş ettiler, sonra da kurbanlarını kestiler ve
ihramdan çıktılar. Bir yıl önce yapılmayan umre, şimdi yapıldığı için “el-umretu’lkazâ” diye anıldı. Hz. Peygamber’in bir yıl önce gördüğü rüya gerçekleşmiş ve
Müslümanlar huzura kavuşmuş oldular.
Müslümanlarla yan yana olmamak için şehri terk eden müşrikler,
bulundukları yerlerden Müslümanları izledi ve onların olgun davranışlarından
etkilendiler. İçlerinde İslam’a ve Müslümanlara karşı bir ilgi ve alaka uyandı. Bu
açıdan umre, Mekkeliler’in gönüllerini fetheden bir ibadet oldu.
Hz. Peygamber’in amcası Abbas, İslam’ı kabul ettiği hâlde hâlen Mekke’de
ikamet ediyordu. Hz. Peygamber, amcası Abbas’ın dul ve Müslüman olan baldızı
Meymûne’nin teklifini kabul ederek onunla evlendi. Bu evliliğinden dolayı
Müslümanlara ve Mekkeliler’e bir düğün yemeği vermek ve iki toplumu bir araya
getirmek istiyordu. Mekkeliler, verdikleri üç günlük sürenin dolduğunu ileri sürerek
bu daveti kabul etmediler. Üç gün Mekke’de kalan Müslümanlar, büyük bir sevinç
içinde Medine’ye döndüler. Hz. Peygamber, dönerken şehit amcası Hamza’nın
öksüz kızı Ammâre’yi, onun isteği ve bazı sahabilerin dilekleri doğrultusunda
beraberinde Medine’ye getirdi. Zeyd b. Hârise, Ali b. Ebî Tâlib ve Cafer b. Ebî Tâlib
arasında Ammâre’nin bakımı ve himayesini üstlenme konusunda çıkan anlaşmazlığı
tatlıya bağlayan Hz. Peygamber, bu görevi Cafer b. Ebî Tâlib’e verdi. Hz.
Peygamber, Ammâre’yi Cafer’e vermesinin sebebini ise Cafer’in, Ammâre’nin
teyzesi Esmâ bt. Umeys ile evli olması, teyzenin ise anne makamında olduğu,
dolayısıyla bir kızın teyzesi ve halası üzerine nikâhlanamayacağı şeklinde açıkladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
HİCRETİN SEKİZİNCİ YILI OLAYLARI (629-630)
Mûte Savaşı (Cemaziyülevvel 8 / Ağustos-Eylül 629)
Hz. Peygamber’in, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği ve Medine’de İslam
Devletini kurduğu sırada dünyanın en büyük devletlerinden biri de Bizans
imparatorluğuydu. Bizans imparatorluğu, Arap yarımadası ile kendi toprakları
arasında bir tampon devlet kurarak kendini emniyete almıştı. Bu devlet, Gassânîler
Devleti’ydi. Arap olan Gassânîler, Bizanslılar gibi Hristiyan dinine mensuptular.
Hudeybiye musalahasından sonra hükümdarlara İslam’a davet mektupları
gönderen Hz. Peygamber, hem Bizans imparatoruna hem de Gassân emirine davet
mektubu göndermişti. Müslümanlarla Bizanslılar arasında yapılan ilk savaş olan
Mûte savaşının sebebi, Gassânî emirlerinden birinin, bu davet mektubunu götüren
Müslüman bir elçiyi öldürmesidir.
Hz. Peygamber’in İslam’a davet için Busrâ emirine gönderdiği elçi Hâris b.
Umeyr, Mûte’den geçerken, Bizans adına bölgeyi idare eden Hristiyan Gassânî
emiri Şurahbil b. Amr tarafından öldürüldü. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in aynı
yıl içinde (Rebiülevvel 8/Temmuz 629) bölge halkını İslam’a davet için Belkâ’ya bir
günlük mesafedeki Zatuatlâh’a gönderdiği on beş kişilik heyet üyeleri, ok
yağmuruna tutularak şehit edildiler. İçlerinden sadece Kaʻb b. Umeyr yaralı olarak
kurtuldu ve acı haberi Medine’ye getirdi.
Elçisinin öldürülmesini bir savaş sebebi sayan Hz. Peygamber, bölgeye
göndermek üzere 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun başına Zeyd b.
Hârise’yi komutan tayin etti sonra da şöyle buyurdu: “Şayet, Zeyd, savaşta şehit
olursa, komutayı Cafer alsın! Cafer de şehit düşerse, Abdullah b. Revâha orduya
komutanlık etsin! O da şehit olursa, artık Müslümanlar kendi aralarından birini
komutan olarak seçsinler.”
Hz. Peygamber, orduyu yolcu etmek için Medine’nin “Seniyyetü’l-veda”
denilen tepesine kadar gitti ve onlardan Mûte’ye kadar giderek elçiyi öldüren
Şurahbil b. Amr’ı ve halkını önce İslam’a davet etmelerini, kabul etmezlerse
savaşmalarını istedi. Kadınları, çocukları, yaşlıları ve manastırlara çekilmiş din
adamlarını öldürmemeleri, evleri yıkıp tahrip etmemeleri, ağaçları kesmemeleri
emrini verdi.
İslam ordusunun Medine’den hareket ettiğini öğrenen Şurahbil b. Amr, o
sırada bölgede bulunan Bizans imparatorundan yardım istedi. İmparator,
Sâsânîlerle savaş için hazırladığı birlikleri onun yardımına gönderdi. Bölgede
yaşayan Arap kabilelerinden savaşçıların da bu orduya katılmasıyla Bizans
ordusunun sayısı yüz bine (bir rivayete göre iki yüz bine) ulaştı. Maân’a gelip
karargâh kuran Zeyd b. Hârise, düşmanın gücünü öğrenince durumu arkadaşlarıyla
müzakere etti. Vaziyetin derhal Hz. Peygamber’e bildirilmesi ve alınacak cevaba
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
göre hareket edilmesi fikri kabul edilmek üzere iken Abdullah b. Revâha, etkili bir
konuşma yaparak, düşmanla derhal savaşılması gerektiğini, yenseler de yenilseler
de iki güzel neticeden birine ulaşacaklarını, ya gazi ya da şehit olacaklarını söyledi.
Abdullah’ın bu konuşmasından sonra savaş kararı alındı. Yürüyüşe geçen ordu
Mûte’ye vardı.
İslam ordusu, kendisinin otuz (veya altmış) katı bir ordu ile savaşa girmeye
çekinmeden düşman üzerine atıldı. Çarpışmanın ilk safhasında Zeyd b. Hârise, ikinci
safhasında da Cafer b. Ebî Tâlib kahramanca savaşarak şehit oldular. Sancağı
devralan ve şiirler okuyarak savaşan Abdullah b. Revâha’nın da şehit düşmesinden
sonra İslam ordusu Hâlid b. Velid’i komutan seçti. Akşama doğru kumandayı eline
alan Hâlid, hava kararıncaya kadar savaştı. Onun etrafında saf bağlayan sahabiler,
ani saldırıyla pek çok düşman askerini öldürdüler. Gece olunca iki taraf da
karargâhlarına çekildi.
Düşman ordusunun büyüklüğünü dikkate alan Hâlid, ertesi gün değişik bir
taktik uygulamayı düşündü. Ordunun sağ tarafındaki askerleri sola, soldakileri sağa,
öndekileri arkaya ve arkadakileri öne almak suretiyle, düşman üzerinde, geceleyin
kendilerine yardım birliklerinin geldiği intibaını uyandırmaya ve ani bir taarruzdan
sonra birliklerini emniyet içinde çöle doğru çekmeye karar verdi. Sabah olunca,
düşman üzerine ani bir taarruza geçti. Karşılarında değişik simalar gören düşman
askerleri, Müslümanlara yardım geldiğini sanarak korkuya kapıldılar ve gerilemeye
başladılar. Beklediği anın geldiğini gören Hâlid, ordusunu hızlı bir şekilde geri çekti.
Kendileri için bir tuzak kurulmasından ve Hâlid’in kendilerini çöle çekerek orada
savaşmak istemesinden endişeye kapılan düşman askerleri, Müslümanları takip
etme cesaretini gösteremeyince savaş sona erdi. Hâlid b. Velid, ordusunu sağ salim
Medine’ye getirmeyi başardı.
Mûte savaşının olduğu gün Hz. Peygamber, Medine’de mescidin minberine
oturup savaş meydanına bakarak olup bitenleri mescitte bulunanlara anlattı. Üç
komutanın şehit düşmesini şöyle dile getirdi: “Zeyd, sancağı eline aldı; şimdi
vurulup şehit düştü. Sonra sancağı Cafer aldı, o da şehit oldu. Daha sonra sancağı
Revâha’nın oğlu aldı ve oda şehit düştü. Son olarak sancağı Allah’ın kılıçlarından
biri aldı. Nihayet Allah, mücahitlere fethi müyesser kıldı.” Bundan sonra Hâlid,
Seyfullah (Allah’ın kılıcı) olarak anıldı.
Hz. Peygamber, bu savaşta kesilen iki kolunun yerine iki kanat verilen ve bu
kanatlarıyla cennete uçtuğunu müjdelediği Cafer’in evine gidip ev halkına baş
sağlığı dileğinde bulundu. O günden sonra Cafer, uçan Cafer manasında Cafer-i
Tayyar olarak anıldı. Bu çetin savaşta İslam ordusu üçü komutan, dokuzu da asker
olmak üzere 12 şehit verdi. Bu netice, İslam ordusu için büyük bir zaferdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Zâtü’s-selâsil Seriyyesi (Cemaziyülahir 8 / Ekim 629)
Hudeybiye musalahasının şartlarından biri de çevredeki kabilelerin durumu
ile alakalıydı. Arap kabileleri Mekke müşriklerinin veya Müslümanların yanında
bulunma konusunda serbest bırakılmışlardı. Müşriklerle birlikte hareket etmeyi
seçen bazı kabileler, Medine’ye saldırılar düzenleyerek insanlara ve hayvanlara
zarar veriyorlardı. Kudâa kabilesinin bazı kollarının, Medine’nin otlaklarında
otlayan sürüleri yağmalamak için hazırlık yaptıkları duyuldu. Hz. Peygamber, onlara
fırsat vermemek için Amr b. el-Âs komutasındaki 300 kişilik bir askeri birliği onların
üzerine gönderdi. Düşmanın kalabalık ve güçlü olduğunu öğrenen Amr, Medine’ye
adam gönderip Hz. Peygamber’den yardım istedi. Ebû Ubeyde b. Cerrâh
komutasında gönderilen yardım birliğinin içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de vardı.
Amr b. el- Âs, iyi bir asker ve başarılı bir diplomattı. Hudeybiye
musalahasından sonra Medine’ye gelerek Müslüman olmuştu. Vaktiyle Habeş
Muhacirlerini geri istemek için Kureyş adına Necâşi’nin huzuruna çıkmıştı. Şimdi ise
İslam’la şereflenmiş ve bir seriyyeye komutan olmuştu. Amr b. Âs, başarılı olmak
için gerekli olan bütün tedbirleri aldı ve itirazlara kulak asmadı. Havanın çok soğuk
olmasına rağmen gece ateş yakılmasına izin vermedi. Ayrıca ihtilam olup gusletmek
mecburiyetinde kalanlara da yıkanma izni vermedi, teyemmümle namazlarını
kılmalarını emretti. Sabah erkenden düşman üzerine hücum etti ve galip geldi.
Düşman geride birçok ganimet malı bırakarak kaçtı. Amr, birkaç gün orada
kaldıktan sonra elde ettiği ganimet mallarıyla birlikte Medine’ye geri döndü.
Hz. Peygamber, her seriyye dönüşünde, seriyye komutanı ve askerlerin
intibalarını dinlerdi. Bu seriyyede bulunanlar Amr’ın uygulamalarından şikâyetçi
oldular. Amr b. el-Âs kendisini şöyle savundu:
“Ateş yakmalarına izin verseydim, düşman bizim az olduğumuzu anlardı.
Kaçan düşmanı, muhtemel bir pusuya düşürmemek için takip ettirmedim. Hava
soğuktu, ihtilam olanların su ile yıkanmaları tehlikeliydi. Bu sebepten dolayı buna
da izin vermedim.” Hz. Peygamber, komutan Amr b. Âs’ın hareket tarzını beğendi
ve kendisini takdir etti.
Mekke’nin Fethi (20 Ramazan 8 / 11 Ocak 630)
Mekke müşrikleri, Hudeybiye antlaşmasından sonraki gelişmelerin
Müslümanların lehine dönmesinden rahatsız oldular. Bu antlaşmanın üzerinden
henüz iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Bilindiği gibi antlaşmanın şartlarından
biri de “Diğer Arap kabileleri, iki taraftan biriyle ittifak kurmada serbesttirler.”
şeklindeydi. Bu maddeye göre Mekke yakınlarında oturan Huzâa kabilesi
Müslümanlarla, Bekiroğulları kabilesi de müşriklerle ittifak kurmuştu. Bekiroğulları,
hicretin sekizinci yılı Şaban ayında Huzâa kabilesine bir gece baskını düzenleyerek
23 kişiyi öldürdüler. Bu baskından canlarını kurtarmak için Harem’e sığınanları da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
öldürdüler. Mekke müşrikleri, tamamen haksız olan bu saldırıda Bekiroğullarına
silah ve binek desteği verdiler. Hatta Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil ve
müşriklerden bazı gençler yüzlerini gizleyerek baskına katılmışlardı.
Huzâa kabilesinin reisi, durumu bildirmek ve yardım istemek için kırk kişilik
bir heyetle Medine’ye geldi. Hz. Peygamber de yardım sözü verip kendilerini
kabilelerine gönderdi. Huzâalılar’ı yolcu ettikten sonra Mekke’ye bir elçi
göndererek, kendilerine şu üç tekliften birini kabul etmelerini sundu:
 Öldürülen Huzâalılar’ın ailelerine diyet ödenmesi,
 Bekiroğullarını himaye etmekten vazgeçilmesi,
 Bu iki şarttan herhangi birinin kabul edilmemesi hâlinde iki taraf arasında
yapılmış olan Hudeybiye barış antlaşmasının bozulmuş sayılması.
Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’in çok makul olan birinci teklifini kabul
etmek yerine, üçüncü teklifini kabul ettiler. Aslında bu, Müslümanları Mekke
fethine davet etmek demekti. Bunun böyle olacağını sonradan anladılar ve
yaptıklarına pişman oldular. Bir çözüm yolu bulması veya antlaşmayı yenilemesi
için reisler Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Medine’ye gelen Ebû Süfyan,
burada hiçbir iş göremedi. Hz. Peygamber’in kendisine olumlu veya olumsuz
herhangi bir cevap vermemesi üzerine, Hz. Peygamber’in eşi olan kızı Ümmü
Habibe ve ardından da ashabın ileri gelenlerini dolaşarak yardımlarını istedi. Ancak
hiç kimseden destek bulamayınca Mekke’ye eli boş döndü.
Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ın Medine’den ayrılmasından sonra, nereye
gidileceği ve kiminle savaşılacağını açıklamadan ashabına savaş için
hazırlanmalarını emretti. Çevredeki Müslümanlara da haber göndererek silahlarını
kuşanıp ramazanın ilk günlerinde Medine’ye gelmelerini bildirdi. Yapılan
hazırlıkların Mekkeliler tarafından duyulmaması için Mekke’ye giden yolları kontrol
altına aldı.
Hz. Peygamber, bir savaşa çıkacağı zaman asıl hedefini saklar, başka bir
hedefe gidecekmiş intibaını verirdi. Şimdi de Mekke üzerine gidileceğini gizleyerek
Necid taraflarına gidecekmiş gibi o tarafa birlikler gönderdi. Niyeti, Mekkelileri
hazırlıksız yakalamak ve kan dökülmeden teslim olmalarını sağlamaktı. Bu arada
istenmeyen bir durum oldu. Hâtıb b. Ebî Beltea isimli sahabi bir yanlışlık yaparak,
yazdığı bir mektupla, yapılan savaş hazırlıklarını Mekkeliler’e bildirmek istedi. Yüce
Allah bu durumu vahiy yoluyla Hz. Peygamber’e haber verdi. Hz. Peygamber’in yola
çıkardığı Ali, Zübeyir ve Mikdat isimli sahabiler mektubu götüren meczup kadını
yolda yakaladılar, mektubu alıp getirdiler. Hz. Peygamber tarafından sorguya
çekilen Hâtıb, asla İslam’dan dönmediğini, bu mektubu Mekke’deki kimsesiz
yakınlarına faydası olur düşüncesiyle yazdığını söyledi. Hâtıb, ilk Muhacirlerden ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bedir ashabındandı. Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın Bedir gazileri hakkındaki umumi
af vadine dayanarak onu affetti.
Hz. Peygamber, Medine’den her ayrıldığında yerine sahabilerden birini vekil
bırakırdı. Şimdi de bu görevi Ebû Ruhm’a (veya Abdullah b. Ümmü Mektûm’a)
bırakarak on bin kişilik ordusuyla Medine’den ayrıldı (10 Ramazan 8/1 Ocak 630).
Yolda, o sırada Mekke’den Medine’ye hicret eden amcası Abbas ile karşılaştı.
Abbas, eşini ve çocuklarını Medine’ye göndererek Hz. Peygamber’in ordusuna
katıldı. Ordu, Mekke yakınlarındaki Merrüzzahran vadisine kadar gelerek orada
konakladı. Hz. Peygamber, Mekkeliler’in gözünü korkutmak ve çarpışmadan teslim
olmalarını sağlamak için geceleyin her askerin bir ateş yakmasını emretti.
Müslümanların kendilerine savaş açabilecekleri korkusu içinde olan ve şehir dışına
çıkarak gelip gidenlerden bir haber almaya çalışan Ebû Süfyan ve iki arkadaşı bu
ateşlerin mahiyetini öğrenmeye çalışırken Müslüman gözcüler tarafından yakalanıp
Hz. Peygamber’in huzuruna getirildiler. Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in huzurunda
Müslüman oldu.
Sabah olunca Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ı amcası Abbas’ın nezaretinde
İslam ordusunun resmigeçit yapacağı daracık yol geçidine gönderdi ve ordunun
geçişini izlettirdi. Sonra da onu, Mekkeliler’in savaşsız teslim olmalarını sağlamak
üzere şu üç talimatla Mekke’ye gönderdi.
 Kâbe’ye sığınanlara dokunulmayacak.
 Ebû Süfyan’ın evinde toplananlara dokunulmayacak.
 Kendi evinde kalanlara dokunulmayacak.
Ebû Süfyan’ı bu talimatlarla Mekke’ye gönderen Hz. Peygamber,
resmigeçitten sonra ordusunu dört kola ayırdı. Mecbur kalmadıkça kan
dökülmemesini emretti. Önceden işledikleri ağır suçlar sebebiyle on bir erkek ve
altı kadın af dışında tutuldu. Fetihten sonra bunların üçü hariç diğerleri affedildi.
Dört kola ayrılan birliklerden birinin başında Hâlid b. Velid vardı. Diğer kolların
komutanları da Zübeyir b. Avvâm, Saʻd b. Ubâde ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh idi.
Hâlid’in kumandasındaki birlik hariç, diğer üç kol Mekke’ye çarpışma olmadan
girdiler. Hâlid’in birliği küçük bir gurubun saldırısıyla karşılaşınca çatışma çıktı. Bu
arada iki Müslüman şehit oldu, müşriklerden on üç kişi öldü. Bu duruma üzülen Hz.
Peygamber, çatışmanın müşriklerin saldırıları yüzünden çıktığını öğrenince
rahatladı.
On bin kişilik İslam ordusu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630) Cuma günü
sabahleyin Mekke’ye girdi. Şehre, merkezi birliğin başında giren Hz. Peygamber,
sancağını Hacûn mevkiine diktirdikten sonra biraz dinlendi, sonra da Kâbe’ye geldi,
Hacerülesved’i selamladı ve öptü. Elindeki sopa ile putları devirdi, Kâbe’yi tavaf
etti. Daha sonra da ashabına Kâbe’nin içinde ve çevresinde hiçbir put
bırakılmamasını emretti. Kâbe kapısının eşiğinde durarak şu konuşmayı yaptı:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
“Allah’tan başka ilah yoktur. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Allah, vaadini
yerine getirdi ve kuluna yardım etti. İyi biliniz ki, bütün cahiliye âdetleri, bütün
mal ve kan davaları ayağımın altındadır. Sadece Kâbe hizmeti (hicâbe) ve
hacılara su dağıtılması (sikâye) bunun dışındadır. Ey Kureyş topluluğu! Allah,
sizden cahiliye gururunu, soyla ve babayla övünmeyi gidermiştir. Bütün insanlar
Âdem’den Âdem de topraktan yaratılmıştır…”
Hz. Peygamber, bu konuşmasının ardından kendilerine nasıl muamele
edileceğini endişe içinde ve merakla bekleyen Mekkeliler’e şu genel af ilanını
duyurdu: “Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” Hz. Peygamber, Mekke döneminde
kendisine ve arkadaşlarına her türlü olumsuz muameleyi yapan ve Medine’ye
hicret ettikten sonra kurulan İslam Devleti’ni yıkmak için savaşlar açan Mekkelileri,
isteseydi kılıçtan geçirebilirdi, ama bunu yapmadı ve hepsini affetti. Çünkü onun
hedefi insanları yok etmek değil, onları diriltmekti.
Mekke’yi fetheden Hz. Peygamber, hiç kimsenin malına mülküne
dokunmadı. Muhacirlerin geride bıraktıkları ev ve gayrimenkul malların peşine
düşmedi. Hz. Peygamber, bu davranışlarıyla Mekkeliler’in en kısa zamanda
Müslüman olmalarına zemin hazırlamış, onlara dünyanın en büyük fırsatını
sunmuştu. Çok geç de olsa gerçeği anlayan Mekkeliler, bu defa onu yanıltmadılar.
Öğle namazının ardından önce Müslüman olan erkekler, ardından da kadınlar
kendisine biat ettiler. Henüz buna hazır olmadığını bildirenlere istediklerinden fazla
mühlet verdi. Mekke fethinden sonra Mekkeliler’in Müslüman olması Hz.
Peygamber’i çok sevindirdi. Fetihten sonra birkaç gün Mekke’de kalan Hz.
Peygamber, bu günlerde bazı sahabileri Mekke civarındaki kabilelere ait putları
yıkmakla görevlendirdi. Ardından da bazı kabileleri İslam’a davet için elçiler
gönderdi. Neticede İslam dini her tarafa yayıldı.
Hz. Peygamber, etrafa elçiler ve seriyyeler gönderdiği bu günlerde Hâlid b.
Velid’i de 350 kişilik birliğin başında Cezîme b. Amir kabilesine gönderdi. Hâlid,
onlardan silahlarını bırakıp Müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra
silahlarını bırakmaya razı oldular ve “sabe’nâ=dinimizi değiştirdik” ifadesini
kullandılar. Ancak Hâlid, bu ifadeden onların Müslüman olmadıkları anlamını
çıkardı ve kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti; ertesi sabah da
öldürülmelerini emretti. Ensar ve Muhacirlerden oluşan askerler, onların
Müslüman olduklarını düşünerek esirleri öldürmediler. Ancak Süleymoğullarından
olan askerler, otuz kadar esiri öldürdü. Hz. Peygamber, bu durumu öğrenince çok
üzüldü. Hâlid’i onların durumu hakkında acele etmekle suçladı ve “Allah’ım! Ben
Hâlid’in yaptıklarından beriyim” dedi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip
öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddi zararı tazmin ettirdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Huneyn Savaşı (11 Şevval 8 / 1 Şubat 630)
Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra çevre kabileler üzerine ya
seriyyeler gönderiyor, onlardan gelebilecek tehlikeleri önlüyor veya onlara elçiler
gönderiyor, kendilerini İslam’a davet ediyordu. İşte bu sırada Hevâzin ve Sakîf
kabilelerinin savaş hazırlığı yaptıklarını öğrenince, yeni Müslüman olan Attâb b.
Esîd’i Mekke’de vali olarak bırakıp Huneyn vadisine doğru hareket etti.
Büyük bir kabile olan Hevâzin ve Tâif’te oturan Sakîf, şimdiye kadar
Mekkeliler’in yanında yer alıyorlardı. Mekke’nin fethi ile sarsılan Hevâzin ve Sakîf
sıranın kendilerine geldiğini anladılar. Bu iki kabile, Müslümanlara karşı ittifak
kurarak savaş hazırlığına başladılar. İstihbarata çok önem veren Hz. Peygamber,
Hevâzin lideri Mâlik b. Avf’ın kumandasında yürütülen savaş hazırlığını duyunca,
durumun tespiti için Abdullah b. Ebî Hadred’i onların oturduğu bölgelere gönderdi.
Haber doğrulanınca, ordusunun başında Huneyn vadisine hareket etti.
Huneyn vadisi, Mekke’nin kuzeydoğusunda ve Mekke’ye 36 km. uzaklıktaydı.
Hz. Peygamber, buraya on iki bin kişilik ordu ile hareket etti. Mekke fethine gelen
on bin kişiye, iki bin kişi de Mekke’den katıldı. Henüz iman etmeyen 80 kişi de bu
orduya katılmıştı. Ordunun azameti bazı Müslümanları gururlandırmış ve “bu ordu
yenilmez” diyenler olmuştu.
Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin oluşturduğu orduyu idare edecek olan Mâlik b.
Avf, otuz yaşlarında genç bir liderdi. Askere cesaret vermek, cepheden kaçmalarını
önlemek ve bir ölüm kalım savaşına girmelerini sağlamak maksadıyla, kabilesinin
kadınlarını, çocuklarını ve tüm hayvanlarını savaş meydanına getirdi. Bu genç lider,
yaşlı lider Düreyd b. Sımme’nin, “yenilgiye uğrayan askeri, hiçbir şeyin geri
çeviremeyeceği” uyarılarına aldırmamıştı.
Düşman, Huneyn vadisinin dar bir noktasındaki yamaçlara okçularını
yerleştirerek İslam ordusuna pusu kurdu. 11 Şevval 8/1 Şubat 630 günü sabahın
alacakaranlığında vadiye giren İslam ordusunun Hâlid b. Velid komutasındaki öncü
birlikleri, iki taraftan ok yağmuruna tutuldu. Öncü birlik geri çekilmek zorunda
kalınca panik hali tüm orduyu etkiledi ve askerler kaçışmaya başladılar. Ancak Hz.
Peygamber, bu zor anda olduğu yerde kaldı ve kaçışan askerlerine seslenerek
onları etrafında toplamaya çalıştı. Amcası Abbas da gür sesiyle ona yardımcı
olmaya çalışıyordu. Bu sırada askerlerin büyük bir bölümü savaş alanından
uzaklaşmıştı. Hz. Peygamber’in etrafında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali başta
olmak üzere yüz kadar sahabi kalmıştı. Hz. Peygamber’in gösterdiği sebat ve
metaneti ayrıca Abbas’ın uzak noktalardan duyulabilen gür sesi sayesinde İslam
askerleri yeniden toparlandı. Hz. Peygamber’in emriyle başlayan taarruz, kısa süre
içinde kazanılan bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların taarruzu karşısında bozguna
uğrayan düşman, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını savaş alanında bırakıp kaçtı.
Bu savaşta Müslümanlardan dört şehit, düşmandan 170 (yüz yetmiş) ölü vardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Ayrıca Müslümanlar, bu savaşta düşmandan çok büyük miktarda ganimet elde
ettiler. Düşmanın savaş alanına getirdiği kadınlar, çocuklar ve malları oldukları
yerde bırakıp kaçmaları sebebiyle, çok sayıda esir ve bol miktarda ganimet ele
geçirildi.
Hz. Peygamber, kaçan düşmanın takip edilmesi için, esirler ve ganimetlerin
Cirâne denilen yerde koruma altına alınmasını emretti. Düşman ordusunun büyük
bir kısmı, komutanlarıyla birlikte Tâif’e, bir kısmı Evtâs’a, geri kalanları da Nahle’ye
doğru kaçmışlardı. Savaşın ertesi günü bir birliği Evtâs’a, bir birliği Nahle’ye sevk
eden Hz. Peygamber, ordunun büyük bir kısmıyla Tâif üzerine yürüdü. Nahle’ye
doğru kaçanlar, Müslümanlar tarafından takip edildi ve zararsız hale getirildiler.
Hz. Peygamber, Evtâs’a gönderdiği birliğin başına Ebû Musa el-Eşʻarî’nin
amcası Ebû Amir’i komutan tayin etti. Evtâs’ta toplanan düşmanların başında da
Düreyd b. Simme vardı. Yapılan savaşta Düreyd öldürüldü. Ebû Amir’de yaralandı.
Yanında bulunan Ebû Musa’yı kendi yerine komutan yaptıktan sonra da vefat etti.
Ebû Amir, Düreyd’in oğlu tarafından yaralanmış ve İslam sancağı elinden alınmıştı.
Yerine geçen Ebû Musa, düşmana karşı hücuma geçti. Hem sancağı kurtardı, hem
de savaşı kazandı. Pek çok esir ve ganimetle geri döndü.
Tâif Kuşatması (Şevval 8 / Şubat 630)
Tâif’e ulaşan Sakif ve Hevâzinliler, şehir surlarının kapılarını kapatıp şehrin
kalesinde savaşa hazırlanmışlardı. Bir yıllık erzak depolamışlar ve savunmada
kullanmak üzere taş toplayıp bunları atacak sapanlara yerleştirmişlerdi. Onların
peşinden Tâif’e kadar gelen Hz. Peygamber, sağlam bir surla çevrili şehri kuşatma
altına aldı. İslam’a girmeyi veya teslim olmayı reddeden Tâifliler, erzakları
tükeninceye kadar savunmayı devam ettirip sonunda ölüm kalım mücadelesine
gireceklerini söylüyorlardı. Kuşatmanın ilk safhasında kalelerden Müslümanları ok
yağmuruna tuttular. Atılan oklardan Müslümanlardan yaralananlar ve şehit
düşenler oldu. Bunun üzerine ordugâhını biraz geriye çeken Hz. Peygamber, sur
içine taş ve yanıcı maddeler atabilen mancınık; ayrıca surlara yaklaşıp tahrip
etmekte yararlanılan sığır derisiyle kaplı tahtadan yapılmış debbâbe ve debr
denilen savaş araçlarını kullandırdı. Ancak savunma savaşını iyi bilen Tâifliler,
surlara yaklaşmaya çalışan debr ve debbâbelerin üzerine kızgın yağ veya kızgın
demir atarak içindeki askerlerin surlara yaklaşmasına izin vermediler. Hz.
Peygamber Tâif’ten çıkıp kendilerine sığınacak kölelerin azat edileceklerini ilan etti.
Bunun üzerine 20 civarında köle kaleden inmeyi başararak Müslümanlara katıldı.
Bir ay civarında sürdürülen kuşatmanın uzayacağı anlaşılınca, Resulullah,
arkadaşlarıyla bir durum değerlendirmesi yaptı. Muâviye b. ed-Di’lî’nin, uzun süre
beklenilirse Tâifliler’in teslim olmak zorunda kalacağı, kuşatma kaldırılırsa da artık
onlardan Müslümanlara bir zarara gelmeyeceği şeklindeki görüşünü, yerinde bulup
kuşatmayı kaldırdı (8/630). Kuşatma sırasında on bir (veya on dört) şehit verilmişti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Tâif’ten ayrılırken, Tâifliler aleyhinde bedduada bulunması istenince, Allah’tan
onlara hidayet nasip etmesini ve onları Müslüman olarak kendisine göndermesini
istedi. Resul-i Ekrem’in bu sözleri, Tâif’in kan dökülerek fethedilmesini istemediği
ve Tâif halkının Müslüman olarak kendisine gelmeleri beklentisi içinde fethi tehir
ettiği şeklinde de yorumlanmıştır. Gelişmeler bu yorumu teyit etmektedir. Şöyle ki,
Mekke pazarını kaybeden ve İslamiyet’e giren komşu kabileler tarafından
çepeçevre kuşatılan Sakifliler Müslümanlarla savaşarak başa çıkamayacaklarını
anlayınca 9/630 yılında Medine’ye bir heyet göndererek İslam’ı kabul ettiler.
Kuşatmayı kaldıran Hz. Peygamber, Huneyn’de alınan esir ve ganimetlerinin
bekletildiği Cirâne’ye hareket etti.
Ganimetlerin Taksimi
Hz. Peygamber, 6 Zilkade 8 / 25 Şubat 630’da Cirâne’ye ulaştı. Altı bin
civarında esir ile birlikte, büyük miktarda para, kıymetli eşya ve binlerce küçük ve
büyükbaş hayvandan oluşan ganimetin taksimi işine başladı. Bu sırada Hevâzin
kabilesinden bir heyet, Resulullah’ın huzuruna gelerek pişmanlıklarını arz ettiler.
Bu kabileye mensup olan sütannesi Halime ve esirler içinde olan sütkardeşi Şeyma
dolayısıyla akraba olduklarını söyleyip kendilerini affetmesi ve esirlerle mallarını
geri vermesini istediler. Hz. Peygamber, onlara esirlerle malları arasından birini
tercih etmelerini söyledi. Heyet üyeleri savaş esirlerini tercih ettiklerini bildirdiler.
Bunun üzerine, kendisi ve ailesinin payına düşen esirleri serbest bıraktığını söyledi.
Namazın ardından ashabına hitap ederek onların da hisselerine düşen esirleri
serbest bırakmalarını isteyeceğini ifade etti. Namazdan sonra askerler arasında
taksim edilen esirlerin geri verilmesi için bir konuşma yaptı. O’nu dinleyen
sahabiler, ellerindeki esirlerin tamamını serbest bıraktılar. Bundan çok etkilenen
Hevâzinliler, vakit geçirmeden İslam’a girdiklerini açıkladılar.
Ganimetlerin beşte biri beytülmale ayrıldı, kalanı gaziler arasında
paylaştırıldı. Bütün askerlerin hisseleri dağıtıldıktan sonra, yeni Müslüman olmuş
Mekke eşrafı ve diğer kabile liderlerine beytülmale ayrılan beşte birlik hisseden
fazla miktarda pay ayrıldı. Kur’an’da “müellefe-i kulûb=kalpleri İslam’a ısındırılmak
istenenler” adıyla anılan bu şahıslara yapılan ayrıcalıkta, onların bu lütuf sayesinde
samimi birer Müslüman olmalarını sağlamak hedefleniyordu.
Hz. Peygamber’in, Cirâne’de yeni Müslüman olmuş Mekke eşrafına ganimet
malından bol miktarda hisse vermesi, Ensar gençlerinin kıskançlığına yol açmıştı.
Bunu duyan Hz. Peygamber, sadece Ensar’ın katıldığı bir toplantıda, bunun
sebebini açıkladı. Onları son derece etkileyen sözlerini şöyle bitirdi: “Eğer hicret
şerefi ve fazileti olmasaydı, muhakkak Ensardan bir fert olmak isterdim.” (İbn
Hişâm, II, 490).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bazı Arap Emirliklerine Elçiler Gönderilmesi
Huneyn savaşından sonra, Arabistan yarımadasında Müslümanlara karşı
koyabilecek ve onlarla boy ölçüşebilecek askeri veya siyasi bir güç kalmamıştı.
Dolayısıyla bu savaş, yarımada halkından putperest Araplarla yapılan son büyük
çarpışma oldu. Bu gruplara karşı daha sonra yapılan çarpışmalar, küçük çarpışmalar
şeklinde geçti. Ganimetleri taksim edip ardından umre yaptıktan sonra Medine’ye
dönen Resulullah, Arabistan’da yaşayan Arap kabilelerinin aşağı yukarı tamamına
elçiler gönderdi. Yarımadada yaşayan Ehl-i kitap mensuplarına da heyetler
göndererek onları İslam’a girmeye davet etti. Diğer taraftan Arap kabilelerinin pek
çoğu Medine’ye heyetler göndermeye başladılar.
Peygamberimiz’in Oğlu İbrahim’in Doğumu
Peygamber Efendimiz’in son çocuğu İbrahim, hicretin sekizinci yılı içinde
doğdu. Daha önce belirtildiği gibi İbrahim’in annesi Mısır Mukavkısı tarafından
hediye olarak gönderilmiş olan Mâriye isimli kadındı. Peygamberimizin kızlarından
Zeynep de bu yıl vefat etti.
Mescid-i Nebevî’ye Minber Yapılması
Hicri sekizinci yılın sonlarına doğru, önceden minberi olmayan Mescid-i
Nebevî’ye üç basamaklı bir minber yapıldı. Resulullah (s) bundan itibaren
hutbelerini bu minberin üçüncü basamağında okumaya başladı.
HİCRETİN DOKUZUNCU YILI OLAYLARI
Tebük Seferi (Receb 9 / Ekim- Kasım 630)
Tebük, Medine’nin kuzeyinde, Suriye ticaret yolu üzerinde, Medine’ye 700
km. uzaklıktadır. Kur’an’da, Tebük Seferi’nin düzenlendiği zamana “Sâatü’lusre=güçlük zamanı” denildiği için (Tevbe/9: 117) orduya “ceyşü’l-usre=güçlük
ordusu”, gazveye de “Gazvetü’l-usre=güçlük gazvesi” adı verilmiştir. Tebük
Seferi’nin sebebi, Bizanslılar’ın Medine’ye saldırı için savaş hazırlığı yaptığı,
Suriye’deki Hristiyan Arap kabilelerinin de onlara katıldığı haberinin alınmasıdır.
Bu haber yaz mevsiminin en sıcak günlerinde alınmıştı. Ayrıca önemli bir
kıtlığın yaşandığı bu günlerde, hurmalar ve diğer meyveler olgunlaşmak üzereydi.
Hz. Peygamber, bu haber üzerinde derhal savaş hazırlığını başlattı. Daha önceki
gazvelerinde kiminle savaşılacağını son ana kadar gizler, hatta başka bir tarafa
gitmek istediğini göstermeye çalışırdı. Ancak bu defa şartların ağırlığı ve özellikle
düşman ordusunun büyüklüğü sebebiyle, kiminle savaşılacağını baştan itibaren
açıkladı. Çünkü askerlerin ona göre hazırlık yapmasını istiyordu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bu arada münafıklar, bozgunculuk yapıyorlar, bu sıcakta sefere çıkılmaz
diyerek Müslümanları seferden alıkoymaya çalışıyorlardı (Tevbe/9: 91). Onlardan
bazıları, bu maksatla bir Yahudi evini merkez edinmişlerdi. Bu ev ateşe verilerek
yakıldı. Birtakım bedeviler savaşa gitmemek için izin istiyorlardı. Müslümanların bir
kısmında da, sefere karşı bir isteksizlik vardı. Bu yüzden nazil olan ayetlerle
uyarıldılar:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki “Allah yolunda seferber olunuz!” denilince
Bu yığıldınız
ayetlerinkaldınız?
inmesinin
ardından vazgeçip
seferberlik
hızlandı.
yerinize
Yoksa ahiretten
dünya hazırlığı
hayatına razı
mı
Peygamberimiz
kıtlık
ve
asker
fazlalığı
dolayısıyla
savaş
hazırlıkları
için
yardım
oldunuz. Fakat o dünya hayatının saadeti, ahiret saadetinin yanında pek az bir
kampanyası
Ebubekir Allah
bütünsize
malını,
Hz.bir
Ömer
getirdi.
şeydir. Eğerbaşlattı.
seferberHz.
olmazsanız,
sızlatıcı
azapise
ile yarısını
azap eder
ve
Miktar
olarak
en büyük
yardımı
yapan
Osman, bütün
levâzımâtıyla
üç yüz
yerinize
başka
bir kavim
getirir
(veHz.
emirlerini
o kavme
infaz ettirir)
de deve
siz
vePeygamber’e
bin dinar bağışladı.
Müslüman ona
kadınlar
mücevherlerini
teslim kadar
ederek
yardım etmezseniz,
Allah da
yardım
eder. Ve şimdiye
kampanyaya
yardım etti katıldılar.
de…” (Tevbe/9: 38–40).
Bu ayetlerin inmesinin ardından seferberlik hazırlığı hızlandı.
Peygamberimiz kıtlık ve asker fazlalığı dolayısıyla savaş hazırlıkları için yardım
kampanyası başlattı. Hz. Ebubekir bütün malını, Hz. Ömer ise yarısını getirdi.
Miktar olarak en büyük yardımı yapan Hz. Osman, bütün levazımatıyla üç yüz deve
ve bin dinar bağışladı. Müslüman kadınlar da mücevherlerini teslim ederek
kampanyaya katıldılar.
Resulullah (s), kısa sürede toplanan 30 bin kişilik ordusuyla yola çıktı.
Medine’de vekil olarak bu defa Hz. Ali’yi bırakmıştı. Orduyla Veda tepesine kadar
gelen baş münafık Abdullah b. Übey, adamlarıyla birlikte geri döndü. Bazı
münafıklar, ganimet arzusuyla bu sefere katılmışlardı. Sefer esnasında yine fitne
çıkarmaya çalıştılar. Bu sefer hakkında inen ayetlerde, münafıkların gerçek yüzleri
bütün açılığıyla ortaya konulmuştur.
İslam ordusu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Tebük’e ulaştı. Ancak
Bizans ve onu destekleyen Araplarda bir hareket görülmüyordu. Neticede alınan
haberin asılsız olduğu anlaşıldı. Peygamberimiz, 20 gün civarında Tebük mevkiinde
bekledi. Orada kaldığı bu süre içinde, Eyla, Cerbâ ve Ezruh gibi merkezlerin yerel
yöneticileriyle anlaşmalar yaptı. Bu idareciler, Tebük seferinin hazırlıkları sırasında
inmiş olan Tevbe suresindeki cizye ayeti (ayet 29) hükmünce, cizye vergisini
ödemek şartıyla İslam devletinin hâkimiyetini tanıdılar. Bu ayete göre Ehl-i Kitap
olanlar önce İslam’a davet edilir, kabul etmeyip kendi dinlerinde kalmak isterlerse,
cizye ödemeleri şartıyla İslam Devleti’nin egemenliğini kabul etmeleri teklif edilirdi.
Bunu da kabul etmedikleri takdirde onlarla savaşılırdı. Cizye ayeti ilk defa Tebük
seferi esnasında bu yerleşim merkezlerinde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara
uygulandı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Düşmanın harp etmek niyetinde olmadığı kesin olarak anlaşılınca Resulullah,
daha fazla beklemenin faydasız olacağı kanaatine vardı ve ordusuna geriye dönüş
emrini verdi. Sefer dönüşü Medine‘ye yaklaşıldığı sırada, Peygamberimiz’i
karşılayan bir grup münafık, Kubâ köyünde yapmış oldukları bir mescitte namaz
kılmasını istediler. Bu sırada inen ayette, bu yapının münafıkların toplanması için
yapılmış bir fitne yuvası olduğu haber verildi (Tevbe/9: 107). Resulullah, birkaç
sahabi göndererek Kur’an dilinde “Mescid-i Dırar” diye isimlendirilen bu yapıyı
yıktırdı.
Seferden Geri Kalanlar
Peygamberimiz, her sefer dönüşünde, Medine mescidinde sefere
katılmayanların mazeretlerini dinlerdi. Tebük seferine katılmayan 80 kişi, Mescid-i
Nebevî’ye gelerek uydurdukları mazeretlerini açıkladılar. Peygamberimiz, onların
dilleriyle söylediklerini e Sâsânî alarak, kalplerinde gizledikleri gerçeği Allah’a
havale etti. Bu arada Ensar’dan savaşa katılmayan üç kişi (Kaʻb b. Mâlik, Mürâre b.
Rebî ve Hilal b. Ümeyye) doğruyu söylediler. Geçerli bir mazeretleri olmadığı hâlde
seferden geri kaldıklarını beyan ettiler. Peygamberimiz, onları toplumdan tecrit
etmekle cezalandırdı. Diğer Müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı. Bu
yasak üzerine, 50 gün boyunca hiçbir Müslüman onlarla konuşmadı. Allah’tan
başka sığınacak kapı olmadığını anlayan bu üç kişi, büyük bir pişmanlık içine
girmişlerdi. Geniş yeryüzü, artık kendilerine dar geliyordu. Nihayet Cenâb-ı Allah,
indirdiği ayetle, büyük bir imtihana tabi tuttuğu üç kulunu affettiğini bildirdi
(Tevbe/9: 118-119). Bu hadise, İslam toplumunda sosyal sorumlulukların
dağılımındaki has Sâsânîiyeti göstermesi açısından çok dikkat çekicidir.
Heyetler Yılı
Müzeyne kabilesi, hicretin beşinci yılında İslam’a girdiklerini bildirmek için
Medine’ye bir heyet göndermişti. Ancak Mekkelilerle Hudeybiye Antlaşması
yapılıncaya kadar, Medine’ye gelen kabile heyetleri yok denecek kadar azdı. Mekke
müşriklerinin bu antlaşmayla İslam devletini resmen tanımaları, dinî, siyasi ve ticari
nüfuzları altındaki müşrik Arap kabilelerinin tümünü etkiledi. Bu kabilelerden
bazıları, bu sulhun yapılmasından itibaren Medine’ye siyasi heyetler göndermeye
başladılar.
8 / 630 yılında Mekke’nin fethinin ardından Kureyşliler’in, Huneyn Savaşı’nın
ardından da kalabalık Hevâzin kabilesinin İslam’ı kabul etmesi, İslamiyet’in kısa
süre içinde bütün Arabistan’a yayılmasına zemin hazırladı. Tebük seferiyle de
önemli siyasi bir zafer kazanılmış; ayrıca Arabistan’ın kuzey kısmı İslam
hâkimiyetine girmişti. Bu gelişmeler üzerine, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde
yaşayan kabileler, Medine’ye heyetler göndermeye başladılar. İslam’a girmek için
adeta Kureyş’in İslamiyet’i kabulünü bekleyen bu kabileleri temsil eden heyetlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
sayısı gittikçe artıyor; Medine’ye gelen heyetler Hz. Peygamber’e İslam’a
girdiklerini açıklıyorlardı. Nasr suresinde bu hususa şöyle işaret edilmiştir:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği, insanların dalga dalga Allah’ın dinine
girdiklerini gördüğün zaman, rabb’ini överek tesbih et. Ondan mağrifet dile.
Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr/110: 1-3)
Kabile heyetleri en yoğun olarak hicretin 9. yılında (630-631) geldiler. Onun
için bu yıla “heyetler yılı=senetü’l-vüfûd” denildi. Heyetlerin gelişi onuncu yılda da
devam etti. Heyet gönderen kabilelerin sayısı 70’i aşıyordu. Medine’de bazen on
gün bazen daha uzun süre kalan heyetler önceleri ashabtan bazılarının evlerinde
ağırlanıyorlardı. Bazı evler misafirhane olarak tahsis edilmişti, ayrıca Mescid-i
Nebevî’nin bitişiğindeki Suffe ve mescidin yanında kurulan çadır misafirhane olarak
kullanılıyordu. Heyetlerin büyük bir kısmı, İslam’a girdiklerini açıklamak üzere
geliyordu, bunların arasında Sakîf heyeti gibi İslam’ı kabul etmek için bazı şartlar
ileri sürenler oluyordu. Tağlib kabilesi ve Necran Hristiyanları gibi Ehl-i Kitab’a
mensup birkaç kabile de eski dinlerinde kalarak İslam devletinin hâkimiyeti altına
girmeyi kabul ettiler.
Hz. Peygamber, heyetleri çok iyi karşılıyor, onları Mescid-i Nebevî’de
“Üstüvânetü’l-vüfûd=heyetler sütunu” denilen direğin önünde kabul ederek, her
biriyle, kabilelerinin âdetleri üzerine muhatap oluyordu. Onlarla yakından ilgilenip
onlara karşı çok nazik davranıyordu. Müslüman olan heyet üyelerinin bir süre
Medine’de kalmalarını, bu süre içinde Kur’an okumayı ve dinin temel prensiplerini
ve ibadet ahkâmını öğrenmelerini sağlamaya çalışıyordu. Muhacirler ve Ensarla
birlikte olmalarını ve onların davranışları ve İslam’ı nasıl yaşadıklarını görmelerini
arzuluyordu. Bazılarına emanname ve kendilerine tahsis edilen arazileri bildiren
yazı veriyor, bazı kabilelere kendilerinden valiler tayin ediyordu. Hz. Peygamber,
İslam’ı kabul eden bu kabilelere, İslam dinini öğretecek muallimler gönderiyor;
onlara vazifelerini ve takip edecekleri politikayı belirleyen ahitnameler veriyordu.
Kabile halkına İslam dininin e Sâsânîlarını ve Kur’an okumasını öğretmelerini,
onların dini meselelerle ilgili her türlü problemlerini çözmelerini istiyordu.
Vazifelerini yürütürken Allah rızasını e Sâsânî almalarını, halka iyi davranmalarını ve
dini kuralların tatbikinde ihmal göstermemelerini bildiriyordu.
Bu kabilelere, idareciler, zekât ve vergi memurları, öğretmenler gönderildi.
Neticede İslam dini tüm yarımadaya yayıldı, bazı bölgelerde yaşayan ve cizye
vergisi ödemek şartıyla İslam Devleti’nin hâkimiyetini kabullenen birkaç Yahudi ve
Necran halkı gibi Hristiyan kabileler dışında, bütün Araplar Müslüman oldu. Ancak
bu süreçte, Medine’ye gelen bazı bedevi kabile heyetleri ve heyet içindeki bazı
şahıslar, İslam’ı kabul noktasında samimi değillerdi. İslam’ı kabul ettiklerini
söyleyerek dönmüş olsalar da bunu kendilerini Müslüman görünmek zorunda
hissettikleri için yapmışlardı. Nitekim Esedoğulları ve Hanifeoğulları başta olmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
üzere bu kabileler, Hz. Peygamber’in hastalandığını duyunca peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkan liderlerinin etrafında dinden döndüler.
Hz. Ebubekir'in Hac Emiri Olarak Görevlendirilmesi ve
Müşriklere Verilen Ültimatom
Mekke’de bulunan ve kıblemiz olan Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail
tarafından yapıldı. Yapar yapmaz Kâbe’yi ilk tavaf eden de bunlar oldu. Sonra da
Hz. İbrahim, halkı Beytullah’ı ziyaret etmeye ve hacı olmaya davet etti. O günden
beri insanlar bu ibadeti devam ettirmektedirler. Mekke’nin fethi ile Cahiliye devri
Araplarının Kâbe’ye doldurduğu putlar temizlenince Yüce Allah tarafından hac
ibadeti de farz kılındı. Hac, hicretin 9. yılında (631) farz kılındı. Ancak Hz.
Peygamber, henüz İslam'a girmeyen müşriklerin de hacca geleceğini ve bazılarının,
âdetleri olduğu üzere, Kâbe'yi çıplak tavaf edeceğini bildiğinden bu yıl bizzat hacca
gitmedi ve Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak görevlendirdi. Hz. Ebubekir'in, 300 hacı
adayıyla birlikte Mekke'ye hareket etmesinden kısa bir süre sonra, Tevbe suresinin
müşriklerle daha önce yapılmış olan antlaşmaları konu alan ilk ayetleri nazil oldu.
Bunun üzerine Resulullah, Mekke'ye giderek bu ayetlerdeki müşriklere yönelik bir
ültimatom mahiyetindeki hükümlerini bildirmesi için kendi ailesinden Hz. Ali'yi yola
çıkardı. Hz. Ali yolda kafileye yetişti ve durumu Hz. Ebubekir'e anlattı. Hac ibadeti
Hz. Ebubekir'in idaresinde ifa edilirken, Hz. Ali bayramın birinci günü Minâ'da
Tevbe suresinin ilk ayetlerini okuduktan sonra müşriklere dört maddelik şu
ültimatomu açıkladı:
 Müşrikler bu seneden sonra Kâbe'ye yaklaştırılmayacaktır.
 Kâbe'yi çıplak tavaf etmek artık yasaklanmıştır.
 Müminlerden başkası cennete giremeyecektir.
 Önceden yapılmış olan antlaşmalar, süresi doluncaya kadar bozulmayacak,
daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.
O günden sonra hiçbir müşrik, hacca gelmedi; hiçbir çıplak, Kâbe’yi tavaf
etmedi. Yani bu ültimatom etkisini gösterdi. Başta itiraz edenler olmakla birlikte,
dört ay beklemeye gerek duymaksızın müşrik kabilelerin tamamı Müslüman oldu.
HİCRETİN ONUNCU YILI OLAYLARI
Veda Haccı Ve Veda Hutbesi
Hz. Peygamber, Ramazan aylarında her gece Cebrail ile buluşur ve o zamana
kadar nazil olan ayetleri onunla mukabele ederdi. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında
ise Cebrail, kendisine Kur'an-ı Kerim'i iki defa tilavet ettirdi. Resulullah'ın, bunu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördüğü nakledilmiştir. Diğer taraftan her yıl
Ramazan ayında on gün itikâfa girerken 10. yılın ramazan ayında yirmi gün itikâfa
kalmıştı.
Hz. Peygamber, aynı yıl Zilkade ayının başında hac hazırlığına başladı.
Ashabına da hacca hazırlanmalarını söyledi; habercilerle durum bütün
Müslümanlara bildirildi. Hazırlıklarını tamamlayan hacı adayları, kafileler hâlinde
Medine'ye gelmeye başladılar. Medine'de Ebû Dücâne'yi vekil olarak bırakan Hz.
Peygamber; 26 Zilkade 10 /23 Şubat 632 günü öğle namazının ardından Medine'de
toplanan sahabilerle birlikte yola çıktı. Hanımlarını ve kızı Fâtıma'yı da beraberinde
götürüyordu. Kurbanlık yüz deve aldırmıştı. İkindi namazı, Medine’nin mikat
mahalli olan Zülhuleyfe'de seferi olarak kılındı. Gece orada geçirildi ve sabahleyin
ihrama girildi. Resulullah, buradan itibaren telbiye getirmeye başladı. O "Lebbeyk"
dedikçe, her taraftan aynı nida yükseliyor, dağ-taş bu sesle yankılanıyordu. On gün
sonra 4 Zilhicce Pazar günü Mekke'ye ulaşıldı ve Mekke'yi dolduran hacı adaylarıyla
birlikte Kâbe tavaf edildi ve ardından Safa ve Merve tepeleri arasında say yapıldı.
Pazartesi, Salı ve Çarşamba günlerini de Mekke'de geçiren Resulullah, bu
günlerde de Kâbe'yi tavaf etti. 8 Zilhicce Perşembe (tevriye) günü Minâ'ya hareket
etti. Geceyi orada geçirdi. Arefe günü güneş doğduktan sonra Minâ'dan hareketle,
Müzdelife'yi geçerek Arafat'ta kurulmuş olan çadıra indi.
Zeval vaktinden sonra çadırından çıkıp devesi Kasvâ'ya binen Resulullah,
Arafat vadisinin ortasına geldi ve burada meşhur hutbesini okudu. Öğle ve ikindi
namazları Cem’i takdim ile birlikte kılındı. Ardından akşama kadar dua ile meşgul
oldu. Aynı gün akşamüzeri Arafat'ta iken, artık dinin tamamlandığını bildiren
Kur'an-ı Kerim'in son ayeti nazil oldu: “Bugün size dininizi kemale erdirdim. Size
olan nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam'ı seçtim." (Mâide/5: 3).
Hz. Peygamber, güneş battıktan sonra, devesi Kasvâ'ya binip Arafat'tan
ayrıldı. Müzdelife'de konaklayıp yatsı vakti girince akşam namazı ile yatsı namazını
cem'i te'hir ile birlikte kıldı ve geceyi orada geçirdi. Bayramın birinci günü sabah
namazından sonra el-Meş'arü'l-Haram'a geldi. Ardından Cemre-i Akabe'de şeytana
ufak taşlardan yedi tane attı. Daha sonra Minâ'ya geldi ve yüz bini aşan ashabına
bir konuşma daha yaptı. Hutbesini bitirdikten sonra kurban kesim yerine geçti ve
kurbanlık develerinden altmış üçünü, ömrünün her yılı için bir tane hesabıyla,
bizzat kendisi kesti. Diğer develeri Hz. Ali kesti. Daha sonra tıraş olup ihramdan
çıktı. Kurban etinden bir parça yiyen ve kalanının Müslümanlara dağıtılmasını
söyleyen Hz. Peygamber, Kâbe'ye geldi ve Tavaf-ı Sadr'ı yaptı. Zemzem kuyusuna
gidip su içti. Sonra tekrar Minâ'ya dönerek bayram günlerini burada geçirdi.
Çarşamba günü Harem-i Şerife dönüp veda tavafını yaptı. Böylece haccını
tamamlayıp Medine'ye doğru yola çıktı (29 Zilhicce 10 /26 Mart 632)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Hz. Peygamber'in Arefe günü Arafat'ta 120.000 civarındaki topluluğa
okuduğu ve sahabileriyle vedalaştığı bölümler dolayısıyla "Veda Hutbesi" olarak
isimlendirilen ve İslam dininin temel prensiplerini özet bir şekilde sunan hutbesi,
temel insan hakları bakımından eşsiz bir vesikadır. Bu hutbenin ilgili kaynaklardan
yapılan bir derlemesi şöyledir:
"Hamd ve şükür Allah'a mahsustur; O’na hamd eder ve O’ndan yardım
isteriz. Allah kime hidayet nasip ederse, artık onu kimse saptıramaz, sapıklığa
düşürdüğünü de kimse hidayete ulaştıramaz. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka
ilah yoktur, tektir, eşi ortağı ve dengi benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki,
Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür.
Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyin. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle
burada bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir
gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir
şehir ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü taarruzdan
korunmuştur.
Ashabım! Yarın rabbinize kavuşacak ve bugünkü her hâl ve hareketinizden
muhakkak sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de
birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara
bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada işitenden daha iyi anlayarak itaat eder.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Faizin her
türlüsü kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Ancak borcunuzun aslını vermeniz
gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme maruz kalınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık
yasaktır. Cahiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır.
Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamıyla kaldırılmıştır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan
korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınlarınızı Allah emaneti olarak aldınız. Onların
namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde
hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
Ey Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman
Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Din
kardeşinize ait olan hakka tecavüz helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de
zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Arabın Arap
olmayana, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün
insanlar Âdem’dendir. Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy
üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük Allah'tan hakkıyla korkma, takva iledir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Ey inananlar! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla
yolunuzu şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah'ın kitabı Kur'an ve O'nun
peygamberinin sünnetidir.
Ey insanlar! Devamlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı
günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl on iki aydır, bunlardan dördü, Zilkade, Zilhicce,
Muharrem ve Receb, mukaddes aylardır.
Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz
kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında,
küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız, bu da onu sevindirir, ona cesaret
verir. Dininizi muhafaza etmek için bunlardan da uzak durunuz.
Ashabım! Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu
tutun, malınızın zekâtını verin, amirlerinize itaat edin. Böylece Rabbinizin
cennetine girersiniz.
Peygamberimiz, hutbesinin sonunda ashabına şöyle dedi: "Tebliğ ettim mi?
Bu muhteşem kalabalık hep bir ağızdan:
"Evet! Ey Allah'ın Resulü tebliğ ettin." karşılığını verdiler. Bunun üzerine
Sevgili Peygamberimiz, üç defa:
"Şahit ol ya Rab!" dedikten sonra, "Burada hazır olanlar, benim
söylediklerimi burada bulunmayanlara tebliğ etsinler." buyurdu.
Bu veciz konuşma, dinleyenlerin tamamının işitebilmesi için gür sesli
sahabiler tarafından tekrarlanmıştı.
Bu konuşmayı yaptıktan yaklaşık üç ay sonra vefat eden Hz. Peygamber,
vasiyeti özelliğini taşıyan ve en önemli hususları dile getirdiği bu hutbesinde, insan
hayatının, malının ve namusunun mukaddes ve dokunulmaz olduğunu beyan
etmiş; can, mal ve ırz emniyetinin önemini açıklamıştır. Toplum düzenini bozan,
can, mal ve ırz emniyetini ortadan kaldıran Cahiliye devrinin içki, kumar, faiz ve kan
davası gibi bütün kötü âdetlerinin kaldırıldığını bir kere daha ilan etmiştir. Bu yanlış
inançların yerine insanların insan olma açısından eşit olduklarını, bütün insanların
Hz. Âdem'den, onun ise topraktan yaratıldığını hatırlatmıştır. Müminlerin kardeş
olduğunu; erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler
üzerinde hakları bulunduğunu vurgulamak suretiyle toplumda dirlik ve düzeni
sağlayan üstün değerleri dile getirmiştir. Kısaca insanlığın birinci derecede dikkate
alması gereken temel ilkeleri özetlemiştir.
Hz. Peygamber, bir daha hac yapamadığı ve haccı esnasında ashabıyla
vedalaştığı için bu haccına "Veda Haccı" denilmiştir. Daha ziyade bu isimle meşhur
olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in ilk haccı olması dolayısıyla "Haccetü'l-İslam",
hac esnasında hac ibadetinin bütün hükümlerini ve rükünlerini açıklamış ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
uygulamış olması bakımından "Haccetü'l-Belâğ", İslam ahkâmının hac ibadetiyle
tamamlanmış olması dolayısıyla da "Haccetü'l-kemâl ve't-tamâm" adları verilmiştir.
Yalancı Peygamberlerin Zuhuru
Veda haccından döndükten bir süre sonra Hz. Peygamber'in sağlığı bozuldu.
Aynı günlerde Yemen'de Esved el-Ansî isimli birinin peygamberlik iddiasıyla ortaya
çıktığı duyuldu. Mensubu olduğu Ans ve Mezhic kabilesinin diğer kollarının
desteğini sağlayan Esved, 600 kadar taraftarıyla San'a'ya saldırdı. Vali Şehr b.
Bâzân'ı öldürdü ve onun karısı Âzâd'la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz.
Peygamber, bölgedeki valilere ve ileri gelenlere onun ortadan kaldırılması için
mektup gönderdi. Sonunda Esved, zorla evlendiği Âzâd'ın yardımıyla öldürüldü.
Onun Hz. Peygamber'in vefatından beş veya bir gün önce öldürüldüğü zikredilir.
Öte yandan hicretin onuncu yılında Benî Hanife kabilesi heyetiyle Medine'ye gelip
İslam'ı kabul ettiğini açıklayan Müseylimetülkezzâb da Yemâme'ye döndükten
sonra peygamberlik iddiasında bulundu. Kendisine gönderilen elçinin yeniden
İslam'a dönme teklifini reddettiği gibi, yazdığı bir mektupla Hz. Peygamber'e
Arabistan'ı paylaşmayı teklif etti. Resul-i Ekrem, ona verdiği cevapta, yeryüzünün
Allah'a ait olduğunu ve kullarından dilediğini ona varis kılacağını bildirdi. Gelişmeler
böyle devam ederken Hz. Peygamber vefat etti ve Müseylime, Hz. Ebubekir
döneminde ortadan kaldırıldı.
Üsâme Ordusunun Hazırlanması
Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarına doğru (632 Mayıs
sonları), Mûte savaşının cereyan ettiği bölgeye göndermek üzere bir ordu
hazırlamış; ordunun başına komutan olarak Mûte şehidi Zeyd b. Hârise'nin 18-19
yaşlarında olan oğlu Üsâme'yi tayin etmişti. Ancak tam o günlerde Hz. Peygamber
son hastalığına yakalandı. Hazırlanan ordu Medine'nin dışında Cüruf mevkiinde
karargâh kurmuştu. Bazı sahabiler, Hz. Ebubekir ve Ömer gibi yaşlı sahabilerin
bulunduğu bir orduya genç ve tecrübesiz olan Üsâme'nin komutan yapılmasını
eleştirmeye başlamışlardı. Bunu duyan Hz. Peygamber, mescide gitti, “Daha önce
onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız! Babası komutanlığa
nasıl layık idiyse, oğlu da layıktır." diyerek itirazların yersizliğini açıkladı. Bu sırada
Resulullah'ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme beklemeyi tercih etti. Onun vefatı
dolayısıyla hareketi, Hz. Ebubekir dönemine kaldı.
Hz. Peygamber’in Vefatı (8 Haziran 632 / 13 Rebiülevvel 11)
Hz. Peygamber, Safer ayının son günlerinde rahatsızlandı. Hz. Meymûne'nin
odasında tutulduğu hastalığının ilk günlerini, yine sırayla eşlerinin odalarında
kalarak geçirdi. Ancak rahatsızlığı giderek arttığı için, beşinci gününden itibaren,
diğer hanımlarının rızasıyla Hz. Âişe'nin odasında kalmaya başladı ve son günlerini,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
içinde defnedileceği bu odada geçirdi. Önceleri hasta hâlinde mescide çıkıp
namazları kıldırdığı hâlde, son üç gününde mescide çıkamaz hâle geldi. Mescide
son çıkışlarında ashabına önemli hatırlatma ve tavsiyelerde bulundu. Camiye
çıkamadığı üç gün içinde, namazları Hz. Ebubekir'in kıldırmasını emretti. Bu üç gün
zarfında ancak bir vakit namaza çıktı ve ashabına son defa namaz kıldırdı. Bu
namazın ardından yaptığı son konuşmasında şu tavsiyelerde bulundu:
"Ey insanlar! Size Ensar hakkında hayırlı olmanızı, onlara karşı iyi
davranmanızı tavsiye ederim. Onlar benim has cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar
sizi vaktiyle evlerinde misafir etmediler mi? Her hususta sizi nefislerine dahi tercih
etmediler mi?
Ey insanlar! Bugün halk, Medine'de günden güne çoğalmakta, hâlbuki Ensar,
yemek içindeki tuz kadar azalmaktadır. Sizden biriniz iş başına geçer de iyilik veya
kötülük edebilecek nüfusa sahip olursa, Ensar'ın iyiliklerinin karşılığını versin,
kusurlularının da günahlarını bağışlasın.
Ashabım! İlk Muhacirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün
Muhacirler de birbirlerine karşı iyi davransınlar. Her iş Allah'ın izin ve iradesiyle
cereyan eder. Allah'ın iznine, iradesine karşı gelmeye çalışanlar en sonunda
muhakkak yenik düşerler. Allah'ı aldatmak isteyenler de muhakkak aldanırlar.
Ey insanlar! Peygamberinizin irtihalini düşünerek telaşa kapıldığınızı işittim.
Hangi peygamber gönderildiği ümmeti arasında ebedî kalmıştır ki, ben de sizin
aranızda sonsuza kadar kalayım? Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım ve buna
hepinizden daha müstahakım. Yine biliniz ki siz de bana kavuşacaksınız.
Buluşacağımız yer de Kevser havuzunun kenarıdır. Orada benimle buluşmak
isteyenler, ellerini ve dillerini günahlardan çeksinler. Allah Teala, bir kulunu dünya
hayat ve nimeti ile kendi nezdindeki ahiret hayat ve saadeti arasında muhayyer
bıraktı. O kul da Allah nezdindekini seçti. (Bu sırada Hz. Ebubekir ağlamaya
başlamıştı. Resulullah, ona hitap ederek konuşmasını devam ettirdi) Ey Ebubekir
ağlama! Gerek arkadaşlık gerek mal fedakârlığı itibariyle bana en çok yardımcı olan
Ebubekir'dir. Ümmetimden birini kendime halil (dost) edinseydim hiç şüphesiz
Ebubekir'i seçerdim. Ancak din kardeşliği, şahsi kardeşlikten üstündür. Mescitte
Ebubekir'in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın."
Bir gün öğle üzeri hastalığının biraz hafiflediğini hissetti. Hz. Abbas ve Hz.
Ali'nin yardımıyla mescide çıktı. O esnada cemaat namaza durmuştu; Hz. Ebubekir
onun geldiğini anlayınca mihrabı ona bırakmak istedi. Ancak Hz. Peygamber
namaza devam etmesi için işaret etti onun yanında namaza durdu. 13 Rebiülevvel
Pazartesi günü hastalığı yine biraz hafiflemişti. Hz. Âişe'nin odasından, sabah
namazını kılmakta olan ashabına baktı. Durumu fark eden sahabiler, onun
iyileşmekte olduğunu sanıp sevinmişlerdi. Ancak tekrar yatağına uzandı, son
nefesini vermeden kölelere iyi davranmayı, onları giydirmeyi, yedirmeyi, yumuşak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
söz söylemeyi ve namazı aksatmamayı tavsiye etti. Ateşi oldukça yüksekti, ellerini
yanındaki su kabına batırıyor ve devamlı Kelime-i tevhit getiriyordu. Aynı gün
"Refîk-i A'la'ya" (en yüce dosta) diyerek ruhunu teslim etti. Ebedî âleme göçtüğü
sırada 63 yaşında bulunuyordu (13 Rebiülevvel 11/8 Haziran 632).
Resulullah'ın vefatı Müslümanları son derece üzmüş, onları mateme
boğmuştu. Öyle bir şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, peygamberlerin de diğer insanlar gibi
öleceği gerçeğini sanki unutmuşlardı. Hâlbuki daha bir iki gün önce Resulullah, son
konuşmasında bu gerçeği kendilerine tekrar hatırlatmıştı. Ne var ki, metanetiyle
bilinen Hz. Ömer bile onun ölmediğini söylüyor, bu haberin doğruluğuna inananları
ölümle tehdit ediyordu.
Onları bu şaşkınlıktan kurtaran Hz. Peygamber'in en yakın arkadaşı Hz.
Ebubekir oldu. Acı haberi Sunh mevkiindeki evinde alan Hz. Ebubekir, doğruca
Mescid-i Nebevî'ye geldi. Etrafa bakmaksızın Hz. Peygamber'in bulunduğu odaya
girdi. Yüzünü açıp gözyaşları içinde, "Babam ve anam, yolunda feda olsun ya
Resulallah! Sağlığında güzeldin; ölümünde de aynı şekilde güzelsin." dedi. Sonra
eğilip yüzünü öperek üzerini örttü. Ardından dışarı çıktı ve şaşırmış bir hâlde
bekleşen Müslümanları teskin eden önemli bir konuşma yaptı. Konuşmasının
sonuna doğru, "İçinizde Muhammed'e tapanlar varsa, iyi bilsinler ki, Muhammed
artık ölmüştür. Allah'a tapanlara gelince, bilsinler ki, Allah bakîdir, asla ölmez."
dedi. Arkasından şu ayeti okudu:
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelipgeçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Her kim ökçeleri
üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmrân/3: 144).
Hz. Ebubekir'in bu konuşması, ashabı sakinleştirdi. Resulullah'ın öldüğü
gerçeğini acı da olsa kabullenmişlerdi. Bunun ardından Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer,
Hz. Peygamber'in yakın akrabalarıyla birlikte, cenazenin bulunduğu odaya girdiler.
Bu sırada Ensar'ın aralarından birini halife seçmek üzere Benî Sâide gölgeliğinde
toplandığı haberini alan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde'yi alarak oraya gitti.
Orada yapılan görüşmelerin sonunda Hz. Ebubekir halife seçildi. Pazartesi günü
öğleden sonra vuku bulan vefatının ardından, Hz. Peygamber'in cenazesi ancak salı
günü hazırlanabildi. Onu Hz. Ali yıkadı, Hz. Abbas ve oğullarıyla Üsâme ve Şükran
ona yardımcı oldular. Kefenlendikten sonra cenaze sedirin üzerine konuldu. Onun
cenaze namazı, vefat etmiş olduğu odada, önce erkekler, arkasından kadınlar, daha
sonra da çocuklar olmak üzere küçük gruplar hâlinde imamsız olarak kılındı.
Resulullah'ın defnedileceği yer hususunda ihtilaf çıkmıştı. Mescid-i Nebevî'ye
veya Bakî kabristanına defnedilmeli diyenler oldu. Bu esnada Hz. Ebubekir,
peygamberlerin öldükleri yerlere gömüleceklerini bildiren hadisi hatırlattı. Bunun
üzerine, Hz. Âişe'nin odasına kazılan kabre, Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
defnolundu. Daha sonraki yıllarda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de onun yanına
defnedildiler.
Hz. Peygamber’in Mirası
Hz. Peygamber, yetim olarak dünyaya geldi, annesinin, dedesinin ve
amcasının himayesinde büyüdü. Çocukluğunda önce çobanlık yaptı, ardından
ticaretle uğraşıp amcasının geçimine katkı sağladı. Zengin bir hanım olan Hz. Hatice
ile evlenince onun evine geçti ve maddi durumu iyileşti. Ancak Medine'ye hicret
ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer Muhacirler gibi bir süre Ensarın
yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olan ve ganimetlerin beşte
birinin Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait
olduğunu bildiren ayet (Enfâl/8: 41), Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu
belirlemiş oldu. Hz. Peygamber, savaşa katılan asker sıfatıyla, gaziler arasında
paylaştırılan ganimetten kendisine düşen hisseyi de alırdı. "Safiy" denilen ve
ganimetlerin taksiminden önce komutanın tercihine bırakılan komutanlık hakkı
hususunda ise, bazen bir kılıç, bazen bir at, bazen bir köle veya cariye gibi sembolik
bir tercih yapar, hiçbir şekilde maddi değeri fazla olan bir mal almazdı.
Hz. Peygamber'i öldürmek maksadıyla tuzak kurmaları sebebiyle Medine'den
savaşsız bir şekilde sürgün edilen Benî Nadîr Yahudilerinin ganimet "fey" denilen
toprakları da, bu konuda inen ayet gereğince onun tasarrufuna bırakıldı. Hayber ve
Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilave edildi. Fethedilen
yerlerden alınan bazı malların yanı sıra Uhud Gazvesi'ne katılan mühtedi sahabi
Muhayrîk en-Nadrî, savaşta şehit düşerse, hurma bahçelerinin gelirinin Resul-i
Ekrem'e bırakılmasını vasiyet etmişti. Hz. Peygamber, kendisine verilen hediyeleri
de kabul ederdi.
Hz. Peygamber, peygamberliği veya devlet başkanlığı dolayısıyla herhangi bir
ücret almıyordu. Fakirlere verilmesi gereken zekâttan ve diğer vergi gelirlerinden
de hiçbir şekilde yararlanmazdı. Zekâtın ve vergi gelirlerinin kendisi ve aile fertleri
için helal olmadığını söylerdi. Buna göre, Hz. Peygamber'in ana gelirleri;
 Enfâl suresinin 41. ayetine göre, ganimetlerin beşte birinden kendisine tahsis
edilmiş olan hisse ve ayrıca asker sıfatıyla ganimetlerden payına düşen
miktar.
 Sulh yoluyla ele geçirilen arazilerden elde edilen gelir. Fedek arazisi bunun
en meşhur örneğidir.
 Çeşitli hediyelerden ibaretti.
Hz. Peygamber kendisi son derece mütevazi bir hayat sürer, bu kalemlerden
elde edilen malını Müslümanların ihtiyaçlarına harcardı. Elde ettiği geliri hemen
ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazen birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç
kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Hz. Peygamber vefatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
öncesinde zırhını rehin bırakarak bir Yahudiden 30 ölçek arpa almıştı. Vefatı
sırasında zırhı Yahudinin elinde bulunuyordu (Buhârî, Cihâd: 89, Megâzî: 86;
Müslim, Müsâkât: 124-126). Ölümünden kısa bir süre önce elinde kalan 7
dirhemin, bununla Allah'ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek fakirlere
dağıtılmasını istedi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, geride para veya mal olarak
zikredilmeye değer maddi bir miras bırakmadı. Mirasının tamamı sadece bir katır,
birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç araziden ibaretti. Arazilerin gelirinin
ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti.
Ashab-ı kiramdan Amr b. Hâris, Peygamberimiz'in terekesiyle ilgili olarak
şöyle demiştir:
"Resul-i Ekrem, ölümünde ne bir dirhem ne bir dinar ne bir cariye ne de bir
mal bırakmıştı. Onun geriye bıraktığı şeyler, beyaz katırı, silahı ve tasadduk ettiği
birkaç arazi parçasından ibaretti (Buhârî, Vesâyâ: 1, Cihâd: 61, 86)".
Resulullah (s), savaşsız ele geçirilen ve hukuki bakımdan kendisinin
tasarrufuna bırakılan Fedek hurmalıklarını, Medine'deki bir bağı ve Hayber
arazisindeki hissesini vakfetmişti. Hz. Fâtıma, babasının bu arazilerinin kendisine
kaldığını düşünerek Hz. Ebubekir'e müracaat ettiğinde, Hz. Ebubekir,
Peygamberimiz'in, "Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktığımız mal
sadakadır." hadisini aktardıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi bu vakıf malından Muhammed ailesi yiyerek istifade edebilir. Ancak
bundan fazla hakları yoktur."
Hz. Peygamber, maddi olarak zikredilmeye değer bir miras bırakmamasına
karşılık, başta ümmetine olmak üzere bütün insanlığa, onların kurtuluşunu
sağlayacak, son derece büyük manevi bir miras bıraktı. Veda hutbesinde de
belirttiği gibi Kur'an ve sünnetten meydana gelen bu miras, insanları hidayet ve
selamete kavuşturan ve bu açıdan hiçbir alternatifi olmayan tek miras olarak
kalacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Özet
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
•Hudeybiye Antlaşması, İslam'ın Medine döneminde yeni bir sürecin
başlangıcı oldu. Mekke müşriklerinin Medine İslam Devleti'ni resmen
tanıdığı bu antlaşmayla, davet için bir sulh ortamının sağlanmasının
yanı sıra, düşman ittifakı da parçalanmış, İslâm düşmanlığının ikinci
merkezi haline gelen Hayber yalnız bırakılmıştı. Hz. Peygamber, bir
taraftan hükümdar ve emirlere dâvet mektupları gönderdi, bir taraftan
da Hayber'in fethini gerçekleştirdi. Ayrıca İslam'ın yayılışı hızlandı, bazı
kabileler, kendiliklerinden Medine'ye siyâsî heyetler göndermeye
başladılar. Bu arada Kazâ umresi yerine getirilip Kâbe ziyaret edildi. Bu
ziyaret Mekkeliler'in Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini müsbet
yönde etkiledi.
•Resul-i Ekrem bütün insanlığa son peygamber olarak gönderilmiştir.
Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Bizans ve Sasani imparatorlarına,
Habeş hükümdarına, Mısır mukavkısı'na, Umân melikine mektup
gönderip İslam'a dâvet etmesi bunu göstermektedir.
•Hz. Peygamber'in amacı insanlara İslam'ı anlatmaktı. Son çare olarak
başvurduğu savaş ise caydırıcı olmak ve İslam'ın önündeki engelleri
kaldırmak içindir. Bununla birlikte o, savaş durumunda da insani
ilkelerden taviz vermemiştir. Gönderdiği birliklere önce muhataplarını
İslam'a dâvet etmelerini istemiş, savaş sırasında kadın, çocuk ve
yaşlıların öldürülmemesini, ağaçların kesilmemesini, mamur yerlerin
yıkılmamasını emretmiştir.
•8 /630 yılında Mekke'nin fethinin ardından Kureyşliler'in, Huneyn
Savaşı'nın ardından da kalabalık Hevâzin kabilesinin İslam'ı kabul
etmesi, İslamiyet'in kısa süre içinde bütün Arabistan'a yayılmasına
zemin hazırladı. Tebük seferiyle de, önemli siyasi bir zafer kazanılmış;
ayrıca Arabistan'ın kuzey kısmı İslam hâkimiyetine girmişti. Bu
gelişmeler üzerine, Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler,
Medine'ye heyetler göndermeye başladılar. İslam’a girmek için adeta
Kureyş'in İslamiyeti kabulünü bekleyen bu kabileleri temsil eden
heyetlerin sayısı gittikçe artıyor; Medine'ye gelen heyetler Hz.
Peygamber'e İslam’a girdiklerini açıklıyorlardı. Kabile heyetleri en
yoğun olarak hicretin 9. yılında (630-631) geldiler. Onun için bu yıla
"heyetler yılı/senetü’l-vüfûd" denildi. Heyetlerin gelişi onuncu yılda da
devam etti. Hz. Peygamber'in vefatı sırasında İslam bütün Arap
yanmadasına yayılmış bulunmaktaydı.
•İslam'da insanın sadece insan olması itibariyle birçok hakkı vardır. Can
ve mal emniyetinin sağlanması, din ve vicdan hürriyeti bunların başında
gelir. Irk ve renk ayırımı yoktur. Allah katında herkes eşittir. Üstünlük
takva iledir. Hz. Peygamber, hicretin onuncu yılında ashabıyla birlikte
hacca giderek ilk ve son haccı olan Veda Haccı'nı ifa etti. Bu haccı
sırasında yaptığı konuşmalarda, İslâm dininin en önemli ilkelerini veciz
bir şekilde açıkladı. Temel insan haklarını dile getirdiği Veda Hutbesi
sırasında ashabıyla vedalaştı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Hudeybiye Musalahası’nda Mekke müşriklerini kim temsil etti?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Ebû Sûfyan
b) Ebû Cehil
c) Süheyl b. Amr
d) Ebû Leheb
e) Safvân b. Ümeyye
2. Hayber Yahudilerinin akıbeti ne oldu?
a) Yarıcı olarak topraklarında kaldılar.
b) Hayber’den Suriye’ye sürgün edildiler.
c) Mekke’ye yerleştiler.
d) Toptan idam edildiler.
e) Müslüman olup Medine’ye yerleştiler.
3. Mûte savaşında Hz. Peygamber’in tayin ettiği üç komutan sırasıyla şehit
oldu. Askerlerin kendi aralarından seçtikleri dördüncü komutan kimdir?
a) Hz. Hamza b. Abdülmüttalib
b) Hz. Ali b. Ebî Tâlib
c) Hz. Ömer b. el Hattab
d) Hz. Hâlid b. Velid
E) Hz. Amr b. el-Âs
4. Huneyn savaşında İslam ordusu hangi kabile ile savaştı?
a) Hevâzin kabilesi
b) Müzeyne kabilesi
c) Mustalıkoğulları kabilesi
d) Gatafan kabilesi
e) Hazrec kabilesi
5. Tebük seferi için aşağıdaki cümlelerin hangisi doğrudur?
a) Bu sefer Mekke müşriklerine karşı yapılmıştır.
b) Hz. Peygamber’in katıldığı son seferdir.
c) Hz. Peygamber, bu sefere katılmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
d) İslam ordusunun hiçbir zorluk çekmediği bir seferdir.
e) Düşman ordusu savaştan sonra İslam’ı kabul etti.
Cevap Anahtarı:
1. c 2.a 3.d 4.a 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı
Saadette İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006.
Algül, Hüseyin, İslam Tarihi, İstanbul 1986.
Apak, Âdem, Anahatlarıyla İslam Tarihi, İstanbul 2006.
Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre, Çevirenler: Ali Nar-Orhan Aktepe, İstanbul 2003.
Fayda, Mustafa, "Muhammed", TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 408-423.
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1980.
Hamidullah, Muhammed, Hz. Muhammed’in Savaşları, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul
1972.
Heykel, Muhammed Hüseyin, Hz. Muhammed’in Hayatı, Çeviren: Vahdettin İnce,
İstanbul 2000.
Karakılıç, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Eşsiz Ahlâkı, Ankara 2006.
Köksal, M. Asım, İslam Tarihi, İstanbul 1980.
Mahmudov, Elşad, Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber'in Savaşları,
İstanbul 2010.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri Başkanlığı,
Ankara 2007.
Şibli, Mevlânâ, Asr-ı Saadet, Çeviren: Ömer Rıza Doğru, İstanbul 1977.
Şulul, Kasım, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İstanbul 2003.
Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000.
Yiğit, İsmail-Küçük, Raşit, Hz. Muhammed, İstanbul 2007.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
• Hz. Peygamber'in Yahudilerle İlişkileri
• Hz. Peygamber'in Hıristiyanlarla İlişkileri
• Hz. Peygamber'in Mecusilerle İlişkiler
• Ehl-i Kitab ve Cizye Uygulaması
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HZ. PEYGAMBER’İN YAHUDİLER,
HRİSTİYANLAR VE MECUSİLER’LE
İLİŞKİLERİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam’ın doğuş dönemindeki kitaplı dinleri
tanımlayabilecek
• Müşrik ve Ehl-i Kitap ayrımını yapabilecek
• Medine, Yemen, Necran, Mısır, İran, San’a ve
Aden’in coğrafi konumunu gösterebilecek
• Ehl-i Kitap, Gayr-i Müslim, Zimmî, Mecusi ve
Sabiî kavramlarını açıklayabilecek
• Cizye uygulamasını kavrayabilecek
• Ehl-i kitaba bütüncül bir şekilde
bakabileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
7
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
GİRİŞ
Hz. Muhammed, İslâm dinini tebliğ etmeye başladığı sırada Arap
yarımadasında putperest Müşrikler, Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler ve Sabiîler
gibi farklı inanış sahipleri bulunuyordu. Hz. Peygamber Mekke ve Medine
dönemlerini içine alan tebliğ süreci boyunca din, dil, millet farkı gözetmeksizin
mesajını herkese ulaştırmaya çalışmıştır. Bu safhada en çok muhatap olduğu kesim
ise Arap Müşrikler’di. Önceki altı ünitede Hz. Peygamber’in Arap Müşrikler’le olan
ilişkileri ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
Hicaz bölgesinde genellikle kabileler hâlinde ve belli bölgelerde yaşayan
semâvî din mensupları olan kitap ehli gayrimüslimler de nüfuzlu ve etkin
topluluklardı. Bu toplulukların yanı sıra komşu devletlerden Bizans Devleti ve
Habeş Devleti Hristiyanlığı, Sâsânî Devleti ise Mecusiliği resmî din olarak
benimsemişlerdi. Araplar arasında da bu devletlere ve dinlerine tâbî olan kabileler
mevcuttu. Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in risaleti öncesinde Yahudi ve
Hristiyanlar kendi kutsal kitaplarında haber verildiği şekilde bir son peygamberin
gelmesini bekliyorlardı. Ancak, pek azı dışında Hz. Muhammed’in peygamberliğini
kabul etmeğe yanaşmadılar. Bununla birlikte Hz. Peygamber Kur’an-ı Kerim’de
belirtilen usul ve kurallara bağlı kalarak Ehl-i kitap mensupları ile iletişimini her
şekilde devam ettirmiştir.
Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle ilişkilerinde öne çıkan önemli gelişmeleri
ise bir arada şu şekilde ele almak mümkündür:
HZ. PEYGAMBER’İN YAHUDİLERLE İLİŞKİLERİ
Yahudiler Hicaz yarımadasının değişik bölgelerinde yaşamaktaydılar.
Özellikle Medine, Hayber, Fedek, Teyma şehirleri Yahudilerin toplu olarak
yaşadıkları merkezler arasında yer alıyordu. Yemen bölgesinde hüküm süren
Himyerliler’in son hükümdarı Zû Nuvas zamanında ise Yahudilik devletin resmi dini
olmuştu. Hz. Peygamber’in dünyaya geldiği zaman diliminde Hicaz bölgesindeki
Yahudi ve Hristiyanlar son peygamberi bekliyorlardı. Kendi kitaplarında verilen
bilgiler ışığında son peygamberin doğumunun yaklaştığını müjdeliyorlardı. Bu
durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:
“Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları, doğrusu ben, benden önce gelmiş olan
Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi
müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim’ demişti. Ama o elçi,
kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu apaçık bir sihirdir’ demişlerdi.” (Saff/61: 6)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Ancak Yahudi ve Hristiyanlar bu son peygamberin Araplar arasından
çıkmasını kabullenmek istememişlerdir. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (s)
peygamber kimliğini tanımamışlar ve İslamiyet’e davetine uymamışlardı. Tarihte ve
Asr-ı Saadet’te Yahudilerin ve Hristiyanların tutumlarına dair Kur’an-ı Kerim’de
geniş bilgiler verilmektedir. Bu semavi din mensupları “kendilerine kitap verilenler”
anlamında kitap ehli, yani Ehl-i kitap veya “Müslümanların dışındaki kimseler”
manasında gayrimüslim şeklinde adlandırılmışlardır.
Ehl-i kitap: Kur’an-ı Kerim’de kutsal kitap sahibi din mensupları olan
Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılan bir tabirdir. (Bakara/2: 101, 121, 144146; Âl-i İmrân/3: 19-20)
Gayrimüslim: Müslim/Müslüman olmayan anlamında, İslam dinine
inanmayan bütün inanç sahiplerini kasteden bir ifade biçimidir.
Mekke’de az sayıda Yahudi olmakla birlikte, Medine’de önemli bir Yahudi
nüfusu bulunmaktaydı. Tanınan Medineli Yahudi kabileleri Kaynukaoğulları,
Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları’dır. Bilindiği üzere Hz. Peygamber Medine’ye
hicretinin ardından ilk olarak Medine’de yaşamakta olan Arap ve Yahudi toplulukla
Sahîfe, Medine Vesikası veya Medine Anayasası adı verilen bir antlaşma yapmıştı.
Bu Medine sözleşmesi ile müşterek bir düşman saldırısı durumunda ortak savunma
yapılması, taraflardan birisinin savaşa girmesi durumunda diğerlerinin tarafsızlığını
koruması ve bir Müslüman ile bir Yahudi’nin anlaşmazlığa düşmesi hâlinde Hz.
Peygamber’in hakemliğine başvurulması kararlaştırılmıştı. Ancak Yahudiler,
görünüşte bu anlaşmaya uyduklarını beyan etseler de Hz. Peygamber’e
muhalefetlerini sürdürerek Mekkeli müşriklere destek vermekten geri
durmamışlardır.
Medine’de Müslümanlarla Yahudiler Kaʻb b. Eşref’in Medine Sözleşmesi’ne
aykırı bir şekilde davranması sebebiyle karşı karşıya gelmişlerdir. Aynı zamanda şair
olan Kaʻb b. Eşref, Müslümanların Bedir’de galip gelmeleri üzerine büyük üzüntü
duymuştu. Hem taziyede bulunmak hem de Kureyş’i Müslümanların aleyhine
tahrik etmek amacıyla yaklaşık kırk adamıyla Mekke’ye gitmiş ve Ebû Süfyân ile
ortak savaş kararı almışlardı. Medine’de de bu tutumunu açıktan sürdürmesi
üzerine Hz. Peygamber, Kaʻb b. Eşref’in öldürülmesini uygun görmüştür. Bunun
üzerine Rebîülevvel 3/Eylül 624’te Muhammed b. Mesleme ve arkadaşları
tarafından öldürülmüştür. Bu hadiseden sonra hayatlarından endişe duyan
Yahudiler, Hz. Peygamber’e müracaat ederek anlaşmalarını yenilemişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Kaynukaoğulları (Benî Kaynuka)
Kaynukaoğulları Medine’nin güneybatısında oturuyor, Arapça konuşuyor,
ticaret, silah üretimi ve kuyumculukla uğraşıyorlardı. Medineli Araplar’dan Hazrec
kabilesiyle müttefiktiler. Müslümanların Bedir galibiyetini hazmedemeyerek
Müslümanları rahatsız edecek tavırlar sergilemişlerdir. Çarşıda alışveriş yapan bir
Müslüman hanıma tacizde bulunmaları ve olaya karışanların birbirlerini
öldürmeleri ile de ilişkiler tamamen bozulmuştur.
Benî Kaynuka’nın bu olumsuz tutumunu karşılıksız bırakmak istemeyen Hz.
Peygamber Kaynukaoğulları’nın mahallesini on beş gün kuşatarak teslim aldı. Hz.
Peygamber’in emriyle Zilkade 2/Mayıs 624’te Kaynukaoğulları’nın tamamı, verilen
üç günlük mühletin bitiminde Medine’den sürülmüşler ve Suriye bölgesinde
Ezrîat’a yerleşmişlerdir. Kaynukaoğulları taşıyabilecekleri kadar mal varlıklarını
giderken yanlarına almışlardır. Götüremedikleri eşyaları ise Medine’de kalmış ve
bu mallar ganimet hükmünde kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, humus hissesinin
taksimini ilk olarak bu ganimetleri paylaştırırken uygulamıştır. “Ganimetin beşte
biri” anlamına gelen humus hissesi, Enfâl suresinin 41. ayetinde şöyle açıklanmıştır:
“Eğer Allah’a ve bir de hak ile batılın ayrıldığı, iki ordunun karşılaştığı gün,
kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz ganimetlerin beşte biri Allah’a,
Peygamber’e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir.
Allah, her şeye gücü yetendir.” (Enfâl/8: 41)
Nadîroğulları (Benî Nadîr)
Medineli en kalabalık Yahudi topluluğu olan Nadîroğulları, şehrin dışında
Benî Hatme Mezarlığı civarında oturuyorlardı. Evs kabilesi ile müttefik
durumdaydılar. Bedir Gazvesi’nin ardından Benî Kaynuka’nın sürülmesi ve kendi
kabilelerine mensup şair Kaʻb b. el-Eşref’in öldürülmesi üzerine müşriklerin safında
hareket etmeye başladılar. Nadîroğulları, Hz. Peygamber’le yeniden antlaşma
yapmalarına rağmen Uhud Gazvesi’nin hazırlıkları sırasında Müslümanlar hakkında
Ebû Süfyân’a bilgi sızdırdılar. Uhud’da Müslümanların açık bir üstünlük
kazanamamasından aldıkları cesaretle müşriklerin Hz. Peygamber’e suikast
düzenleme teklifini kabul ederek antlaşmalarını bozmaya kalkıştılar.
Bu suikast girişimini öğrenen Hz. Peygamber, on gün içinde Nadîroğulları’nın
Medine’yi terk etmelerini istemiştir. Benî Nadîr önce bu teklifi kabul etti; ancak
münafıkların ve bazı Arap kabilelerinin yardım gönderecekleri vaadinde
bulunmaları üzerine kalelerine kapanarak yerlerinden çıkmayacaklarını ve
savaşacaklarını ilan ettiler. Önce Benî Kurayza ile tarafsızlık antlaşması yapan Hz.
Peygamber Rebîülevvel 4/Ağustos 625’te Benî Nadîr’in kalesini kuşatmıştır.
Bekledikleri yardım gelmeyen Nadîroğulları, kuşatmaya on beş gün dayanabilmişler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
ve teslim olmuşlardır. Kendi talepleri üzerine Medine’yi terk etmelerine izin
verilmiş; bir kısmı Suriye ve Ezrîat’a, bir kısmı da Hayber’e yerleşmişlerdir.
Benî Nadîr Yahudilerinin geride bıraktığı mallar, Medine’den
sürülmelerinden sonra nazil olan ve bir adı da Benî Nadîr olan Haşr suresinin 6-10.
ayetlerine dayanarak fey statüsünde kabul edilmiş ve Hz. Peygamber’e tahsis
edilmiştir. Hz. Peygamber bu malların bir kısmını kendisinin ve ailesinin
ihtiyaçlarına sarf etmiş; bir kısmını da ordunun hazırlıkları ve muhtaçlar için
ayırmıştır.
Fey: Barış yoluyla ele geçirilen taşınır veya taşınmaz malları ifade eden bir
terimdir. Halifeler döneminde, İslam devletinin gayrimüslim tebaadan aldığı
cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinin ortak adı olmuştur.
Kurayzaoğulları (Benî Kurayza)
Kurayzaoğulları da diğer iki kabile gibi Medine’nin Yahudi nüfusunu
meydana getiriyorlardı. Yerleşim yerleri şehrin güneydoğusunda yer alıyordu. Benî
Nadîr ile birlikte Evs kabilesinin müttefiki idiler. Benî Kurayza, sürgün sonrasında
Hayber’e yerleşmiş olan Nadîroğulları’nın kışkırtmasıyla Hendek Savaşı sırasında
Müslümanlara ihanet etmiştir. Bu durum Medine sözleşmesini bozmaları anlamına
geliyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, Hendek Gazvesi’nin bitiminde vakit
geçirmeden, kalelerine sığınan Benî Kurayza’yı kuşatmıştır.
“Allah, kitap ehlinden, kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş,
kalplerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz.
Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah
size miras olarak verdi. Allah her şeye kadir olandır.” (Ahzâb/33: 26-27)
Hz. Peygamber’in İslam’a davetini ve teslim çağrısını reddeden
Kurayzaoğulları, yaklaşık yirmi gün kuşatma altında tutuldular. Çaresiz kalan ve
münafıklardan da bekledikleri yardım gelmeyen Benî Kurayza, mal ve silahlarını
bırakarak birer deve yükü eşyalarını alarak Medine’yi terk etme teklifinde
bulundular. Bu önerileri kabul edilmeyince de kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda
kaldılar. Müttefikleri olan Evsliler’in aracılık etmesi üzerine Evsli Saʻd b. Muâz,
Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermek üzere tayin edildi. Verdiği hükme
uyacaklarına dair hem Hz. Peygamber’den hem de Benî Kurayza’dan söz alan Saʻd
b. Muâz, savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesini, kadın ve çocukların
esir alınmasını ve mallarına el konmasını karara bağlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Hayber Gazvesi
Hayber, Hicaz yarımadasının kuzeyinde, Medine-Suriye ticaret yolunun
üzerinde bulunan, tarihi milattan önceye giden eski bir yerleşim yeridir.
Medine’den sürüldükten sonra Hayber’e yerleşen Nadîroğulları Suriye-Medine
arasındaki ticaret yolunu kullanan Müslümanların kervanları için tehdit
oluşturmaya başlamışlardı. Ayrıca Mekkeli müşriklerle iş birliği içine girerek onları
ve özellikle de Medine civarındaki Arap kabilelerini Müslümanların aleyhinde
sürekli tahrik ediyorlardı. Hendek Gazvesi’nde (5/627) bu teşviklerinin önemli etkisi
olmuştu.
Hz. Peygamber bu tehlikenin farkındaydı. Hudeybiye’de Mekkeli müşriklerle
saldırmazlık antlaşması yaparak, Yahudilerle aralarında çıkabilecek bir savaş
durumunda onların tarafsız kalmasını sağlamış oldu. Hazırladığı 1500 kişilik bir ordu
ile Hayber’e ulaşarak bazısını savaşla, bazısını barış yoluyla olmak üzere Nâim,
Kamûs, Şık, Netâh, Ketîbe, Vatîh ve Sülâlim kalelerini teslim aldı. Önce bütün
Hayberliler’in yerlerini terk etmelerini isteyen Hz. Peygamber daha sonra
Hayberliler’in yerlerinde kalmalarına, ortakçılık yoluyla topraklarını işlemelerine ve
böylece mahsulün yarısını almalarına izin verdi.
Hayber’in fethi Hicaz yarımadasındaki diğer Arap kabilelerini de etkilemiş,
Müslümanların gerçek gücünü tanımalarına yol açmıştır. Bundan sonra artık
açıktan Müslümanların karşısına çıkmamışlardır. Ayrıca bu zafer ile kuzeyden
gelebilecek Yahudi tehlikesi bertaraf edilerek Mekke’nin fethine giden yoldaki en
önemli engellerden birisi daha aşılmıştır.
HZ. PEYGAMBER’İN HIRİSTİYANLAR’LA İLİŞKİLERİ
Hristiyanlık, Hz. Peygamber İslamiyet’i tebliğ etmeye başladığı sıralarda
Güney Arabistan’da yaygın durumda idi. Ancak Hristiyanlık Araplar arasında geniş
halk kitleleri tarafından benimsenmemiştir. İslam öncesi dönemde Yahudiler ve
Hristiyanlar Yemen’de mücadele hâlinde idiler. VI. yüzyılda son Himyer hükümdarı
Zû Nuvas Yemen’de Hristiyanlığın yayılışına mani olmak için Necranlı Hristiyanlara
baskı yapmış ve dinlerini değiştirmeyince onları ateşli kuyuların içerisinde yakmaya
teşebbüs etmiştir. Burûc suresinin 4-7. ayetlerinde bu hadiseye işaret edilir:
“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun
çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları
işkenceleri seyredenlerin canı çıksın” (Burûc/85: 4-7).
Hz. Muhammed’in (s) dünyaya gelişi yaklaştığı sıralarda Necran,
Hristiyanlığın merkezi durumundaydı. Yemen’de Himyerli Zû Nuvas’ı mağlup
ederek hâkimiyeti ele geçiren Habeşliler bölgede Hristiyanlığı yaymaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
çalışıyorlardı. Necran, Sana, Aden, Me’rib ve Zafer gibi bölgelerde kiliseler inşa
edilmişti. Habeşli yönetici Ebrehe de Hicaz yarımadasındaki Araplar’ı Sana’da
yaptırdığı kiliseye yönlendirmek için Kâbe’yi yıkma girişiminde bulundu. Ebrehe
içinde filler bulunan ordusuyla Kâbe’yi yok etmek için Mekke’ye geldiğinde
ağızlarında taş taşıyan kuş sürülerinin saldırısına uğramışlar ve geri dönmek
zorunda kalmışlardı. Hz. Peygamber bu hadiseden kısa bir süre dünyaya gelmiş ve
bu seneye “fil yılı” denmiştir.
“Ey Muhammed, fil sahiplerine Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?
Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine, sert taşlar atan
sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekinler gibi yaptı.” (Fîl/105:
1-5)
Peygamberlik dönemine kadar Hz. Peygamber’in karşılaştığı Hristiyanlar
arasında Busrâ’daki Rahip Bahîra’nın adı geçer. Mekke’de ise az sayıda Hristiyan
bulunmaktaydı. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b.
Nevfel bu kişiler arasında sayılır. Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in (s) Hira’da
gördüğünün vahiy meleği Cebrail olduğunu teşhis etmiş ve onun beklenen
peygamber olduğunu açıklamıştır.
Müslümanlar, İslamiyet’in tebliğinin beşinci yılında Habeşistan’ın devlet
başkanı Hristiyan Necâşî Ashame’nin himayesine sığınmışlardır. Hz. Peygamber
müşriklerden işkence gören Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerine izin
vermişti. Hz. Peygamber onu adil bir hükümdar olması sebebiyle övmüştür. Necâşî
de, Mekkeli müşriklere karşı Müslümanları savunmuş ve korumuştur. Bu Mekkeli
Müslüman mültecilerin geriye iadesini talep etmek üzere Necâşî ile görüşmeye
gelen Mekkeli müşriklerden Amr b. el-Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’nın girişimleri ise
sonuçsuz kalmıştır. Müslümanlar bu şekilde iki kez Habeşistan’a hicret etmişlerdir.
Nasrânî: Kur’an-ı Kerim’de Hıristiyanlar “nasrânî (Âl-i İmrân 3/67)” veya
çoğul şekilde “nasârâ (Bakara/2: 62, 111, 113; Mâide/5: 14, 18)” olarak
adlandırılırlar.
Hristiyan Komşu Devlet Başkanlarına Yazılan İslam’a Davet
Mektupları
Hz. Peygamber hicretin altıncı yılında komşu devletlerin Hristiyan devlet
başkanlarına İslamiyet’e davet mektupları göndermiştir. Bu devletler arasında
Habeşistan, Bizans, Mısır ve Gassânî Melikliği yer alır.
Habeşistan Necâşîsi Ashame’ye giden elçinin adı Amr b. Ümeyye edDamrî’dir. Amr b. Ümeyye, biri İslam’a davet eden, diğeri Habeşistan’da Muhacir
olarak bulunan Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe’nin Hz. Peygamber ile nikâhının
kıyılmasını ve onunla birlikte Muhacirlerin Medine’ye gönderilmesini isteyen iki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
mektup ve bazı hediyeler götürmüştür. Necâşî Ashame bu davete olumlu cevap
vermiş ve Müslüman olmuştur.
“Resulullah Muhammed’den, Habeşliler’in kralı Necâşî’ye. Kendisinden
başka tanrı olmayan, Melik, Kuddûs, Selam, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah’ın
övgüsünü sana iletirim. Tasdik edip şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah’ın
ruhu ve kelimesidir ve afife, dokunulmamış Meryem’e bırakılmıştır; böylece o
İsa’ya hamile olmuş ve Allah da onu, kendi ruh ve nefesinden olmak üzere
Âdem’i eli ve nefesi ile nasıl yarattı ise onu da öylece yaratmıştır.
Seni tek olan Allah’a çağırıyorum ki onun hiç şeriki yoktur. O’na itaat
konusunda karşılıklı yardıma çağırıyorum; beni takip et, bana uy, bana gelen
şeye iman et! Zira ben Allah’ın elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki
askerlerini Kâdir ve Azîm olan Allah’a dâvet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul
etmenizi tavsiye ederim.
Amca tarafından yeğenim olan Cafer’i beraberinde az sayıda bir
Müslüman kümesiyle birlikte sana doğru hemen yola çıkarıyorum. O, sana varır
varmaz taşıdığın boş ve faydasız gurur ve azameti bir kenara koyup onlara
misafirperverlik göster! Selam, gerçek hidayet yolunu takip eden kimsenin
üzerine olsun. (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Necâşî Ashame bu Muhacirlerin yanı sıra altmış kişilik bir toplulukla birlikte
oğlu Erhâ’yı ve ayrıca yetmiş kişilik Habeşli bir heyeti de yollamıştır. Hz.
Peygamber, Medine’ye gelen heyete Yâsîn suresini okumuş, kalplerinde oluşan
İslam sevgisi üzerine de Mâide suresinin 82. ayeti inmiştir. Hz. Peygamber, bu
heyete bizzat kendisi hizmet etmiştir. Hz. Peygamber 9/630 yılında vefat eden
Ashame için Medine’de Cennetü’l-Bakî’de gıyabî cenaze namazı kılmıştır.
Hz. Peygamber döneminde Mısır, Bizans hâkimiyeti altında yaşıyordu ve
Hristiyanlaşmıştı. Mısır’a davet mektubunu iletmekle görevlendirilen Hâtib b. Ebî
Baltaa Mısır’ı iyi tanıyan bir sahabi idi. O gün Mısır hâkimi olan Mukavkıs’a yazılan
mektubun metni şu şekildedir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın kulu-kölesi ve Resulü Muhammed’den, Koptlar’ın Büyük Başkanı
el-Mukavkıs’a. Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerinde
olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslâm dâveti ile çağırıyorum. İslâm’a gir,
sonunda emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap
verecektir; şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Koptlar’ın günahı senin
üzerinde toplanacaktır. Ve siz ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda
müşterek olan bir tek kelimede, Allah’tan başka tanrıya tapmamak, O’na hiçbir
şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızda hiçbir kimseyi amir ve
efendi yapmamak hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak
olurlarsa şöyle deyiniz: ‘Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, Allah’a itaat edip teslim
olan Müslümanlarız.’ (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Mukavkıs, bu davet mektubuna nazik bir şekilde ret cevabı vermiştir.
Cevabını götüren elçi ile birlikte de Hz. Peygamber’e iki kadın köle, bir elbise ve bir
katırı hediye olarak göndermiştir. Bu hanımlardan Mâriye, Hz. Peygamber ile
evlenmiş ve İbrahim’i dünyaya getirmiştir.
Bizans ve Sâsânî devletlerinin arasında uzun seneler devam eden savaşlar
olmuştur. Bu savaşları uzaktan takip eden Mekkeli müşrikler Sâsânî Devleti’nin
tarafını tutuyorlardı. Hz. Peygamber ise İranlılar’a karşı yaptıkları savaşta Bizans’ı
desteklemiş ve on yıldan daha az bir zaman içerisinde Bizans’ın galip geleceğini
haber vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde işaret edildiği şekilde Bizans
Devleti 628 senesinde Ninova’da Sâsânî Devleti’ne karşı zafere kavuşmuştur:
“Rumlar en yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden sonra üç
ile dokuz yıl arasında galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah’a aittir. İşte o
gün, inananlar, istediğine yardım eden Allah’ın yardımına sevineceklerdir. O
güçlüdür, merhametlidir. Bu Allah’ın vaadi; Allah verdiği sözden caymaz, fakat
insanların çoğu bilmezler.” (Feth/30: 2-6)
Bu zaferden birkaç ay sonra imzalanan Hudeybiye sulh antlaşmasının
ardından Hz. Peygamber, elçi Dihye el-Kelbî’nin eliyle Heraklius’a şu mektubu
göndermiştir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın kulu-kölesi ve Elçisi Muhammed’den, Rumlar’ın Başbuğu
Heraklius’a. Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerinde olsun.
Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. İslam’a gir, sonunda
emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap verecektir; şayet
bundan kaçınacak olursan, köylülerin günahları da senin üzerinde toplanacaktır.
Ve siz ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek
kelimede, Allah’tan başka hiçbir tanrıya tapmamak, ona hiçbir şeyi şerik ve ortak
koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiçbir kimseyi amir ve efendi yapmamak
hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak olurlarsa şöyle
deyiniz: ‘Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, Allah’a itaat edip teslim olan
Müslümanlarız.’ (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Bizans İmparatoru, elçiye iyi davranmış; fakat olumlu bir cevap vermemiştir.
Hz. Peygamber ileri gelen bir Hristiyan din adamına da benzer şekilde bir davet
mektubu göndermiştir.
Arap yarımadasının kuzeyinde Bizans Devleti ile sınır bölgesinde yaşayan
Araplar arasında da Hristiyanlığı benimseyen kabileler bulunmaktaydı. Bu bölgede
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
yerleşik olan ve her zaman Bizans’a bağlılık gösteren Gassân kabilesi güçlü bir
krallıktı. Bizans’ın 628 yılında Ninova’da İranlılar’ı yenmesi üzerine, Hz. Peygamber
Gassânîler’in kıralı Hâris b. Ebî Şemr’e bir davet mektubu göndermiştir. Bu
mektupta şunlar yazılıdır:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Resulü Muhammed’den Hâris b. Ebî Şemr’e. Allah’ın selâmı,
hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrar edenin üzerinde
olsun. Buna göre, seni mülkünün senin elinde kalması için, hiçbir şeriki ve ortağı
bulunmayan bir ve teklik sıfatında olan Allah’a inanmaya davet ederim. (Mühür:)
Muhammed-Resûl-Allah”
Gassânî Melîki bu mektuba olumlu cevap vermemiştir. Başka bir Gassânî
Melîki Şurahbil b. Amr ise, Busrâ valisine mektup götüren Hz. Peygamber’in elçisini
kendi topraklarından geçerken yakalayıp öldürtmüştür. Hz. Peygamber, Cebele
adında bir başka Gassânî yöneticiye daha İslam’a davet mektubu göndermiştir.
Gassânîler, ancak hicretin 9. yılında kabilelerinden üç kişinin Medine’ye gelip
Müslüman olmaları ile İslam’a girmişlerdir.
Mekke’de olduğu gibi Medine’de de cemaat şeklinde yaşayan Hristiyan
toplulukları yoktur. Medine döneminde Müslümanlar komşu ülke Bizans
yönetimindeki ordulara karşı iki sefer düzenlemiştir. Bunlardan birincisi Mûte
savaşı, ikincisi Tebük seferidir.
Mûte Savaşı
Mûte, Lût gölünün güneyinde Kudüs’e 50 km. uzaklıkta bir yerdir.
Müslümanlar Suriyeli Hristiyan Araplar ve Bizans ordusuyla ilk kez 8/629 yılında
Mûte’de karşı karşıya gelmişlerdir. Savaşın sebebi Gassânî-Hristiyan Arap meliki
Şurahbil b. Amr’ın, Hz. Peygamber’in elçisi Hâris b. Umeyr’i öldürmesidir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber kısa zamanda 3000 kişilik bir ordu hazırlayarak biri şehit
olduğunda diğerinin başa geçmesi şartıyla üç komutan tayin etmiştir. Bu üç
kumandanın da şehit olması durumunda Müslümanlar aralarından birini komutan
seçeceklerdi. Hz. Peygamber ordunun, elçisinin öldürüldüğü yere ulaşmasını,
karşılarına çıkanları İslamiyet’e davet etmelerini, kabul ettikleri takdirde
savaşmamalarını, çocukları, kadınları, yaşlıları, manastıra çekilmiş insanları
öldürmemelerini, hurmalıklara zarar vermemelerini, ağaçları kesmemelerini ve
binaları yıkmamalarını emretmiştir.
Müslümanlar, Mûte’de sayısı 100.000’i bulan Bizans İmparatoru
Herakleios’un ordusuyla karşılaştılar. Birinci kumandan Zeyd b. Sâbit savaşın
başında şehit düşünce yerine Cafer b. Ebî Tâlib geçti. Onun da şehit olmasıyla son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
olarak sancağı Abdullah b. Revâha teslim aldı. Bir süre sonra o da şehit düşünce
Hâlid b. Velîd komutan seçildi. Hâlid b. Velîd kanatlardaki askerlerin yerlerini
değiştirerek, Medine’den takviye birlikleri gelmiş izlenimi uyandırmış ve İslam
ordusunu daha fazla zayiat vermeden Medine’ye getirmeyi başarmıştır.
Hz. Peygamber Mûte’de savaş alanında yaşananları Medine’de Mescid-i
Nebevî’de Müslümanlara olduğu gibi nakletmiştir. Savaşın neticesini ise şu
cümleleri ile aktarmıştır:
“En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Nihayet Allah
mücahidlere fethi müyesser kıldı.” (Buhârî, Meğâzî: 44)
Tebük Seferi
Hz. Peygamber Mûte savaşı sonrasında hicretin 9. (630) senesinde
Gassânîler’in endişe uyandıracak şekilde savaş hazırlıkları yaptıklarını haber alınca
bir ordu hazırlamıştır. Sıcak yaz günlerinde zor şartlarda hazırlanan bu ordu yola
çıkarak Tebük’te konaklamıştır. Savaş meydanında Hz. Peygamber, Heraklius’a
yeniden İslamiyet’i tebliğ eden bir mektup göndermiştir. Tebük’te ordugâh kuran
Hz. Muhammed (s) her istikamete birlikler sevk etmiştir. Müslümanlar, Tebük’te
her hangi bir düşmanla karşılaşmadan geri dönmüşlerdir.
Bizans İmparatoru, Müslüman olması sebebiyle Maân valisi Fervâ’yı
öldürtünce, Hz. Peygamber tekrar bir ordu hazırlamıştır. Başına Üsâme b. Zeyd’i
getirdiği bu askerî birlik, Hz. Peygamber’in vefat etmesi üzerine, Hz. Ebubekir
tarafından Suriye’ye gönderilmiştir.
Hz. Peygamber’in Hristiyanlarla ilişkilerinde önemli safhalardan bir diğeri
Medine döneminde Necranlı Hristiyanlarla olan görüşmesidir. Hz. Peygamber
Necran bölgesindeki Hristiyanlara da İslam’a davet mektubu göndermişti. Bunun
üzerine Necran’dan altmış kişilik bir heyet Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber
tekrar İslam’a davetini yineledi; ancak Necranlılar bu davete cevap vermek yerine
Hz. Peygamber’e Hz. İsa hakkında sorular sordular. Hz. Peygamber, Âl-i İmrân
suresinin Hz. İsa’nın şahsiyeti ve Hristiyanlıkla ilgili bilgiler içeren ilk seksen ayeti
inene kadar sessizliğini korudu. Daha sonra kendisi ile münakaşa eden heyet
mensuplarına gereken cevapları verdi. Son olarak da aynı surenin 61. ayetinde
bildirildiği şekilde onları mübaheleye, yani yalancı kim ise ona karşı lanet okumaya
davet etti:
“Ey Muhammed! Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim
tartışacak olursa de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra lanetleşelim de, Allah’ın
lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Âl-i İmrân/3: 61)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Hz. Peygamber Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak
mübaheleye hazır olduğunu bildirmiştir. Ancak Necranlı heyet aralarındaki
görüşmede bir peygamberle lanetleşenin zürriyetinin kesileceğini söyleyerek Hz.
Peygamber’in karşısına çıkmaya cesaret edememişlerdir. İstediği şartlar üzerinden
Hz. Peygamber’le antlaşma imzalayıp yurtlarına dönmüşlerdir.
HZ. PEYGAMBER’İN MECUSİLERLE İLİŞKİLERİ
İslam öncesi Arabistan’da putperest Müşrikler, Hristiyanlar ve Yahudilerin
dışında başka inanç mensupları da yaşamaktaydı. Bunlar arasında özellikle
Mecusiler’i ve Sabiîler’i zikretmek gerekir.
Mecusiler
Mecusilik, Zerdüştlüğün eski İran inanç ve gelenekleriyle karışmasından
oluşan bir dindir. Bu din Müslümanlar arasında Mecusilik, Batı kaynaklarında
Zoroastrianism veya Ahura Mazda isminden hareketle Mazdeizm olarak
adlandırılır. Ayrıca ateş kültüyle ilgili inanç ve ritüelleri sebebiyle Ateşperestlik ismi
de verilmiştir.
Hz. Peygamber dünyaya geldiği gün Mecusiler’in bin yıldır yanmakta olan
ateşi sönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de Hac suresinin 17. ayetinde Mecusiler’den
bahsedilmektedir. Bu ayette “Mecusiler” anlamına gelen mecûs kelimesi
geçmektedir:
“Gerçekten de Allah, Müminler, Yahudiler, Sabiîler, Nasranîler, Mecusiler
ve Allah’a ortak koşup şirke sapanlar hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak
ki Allah her şeye şahittir.” (Hacc/22: 17)
Mecusilik Zerdüşt’le başlayan ilk inanç döneminde İran sınırları dışında
Anadolu ve Avrupa’ya kadar yayılmıştır. Bu dönemde Mecusiler, tanrı inancı olarak
tek tanrılı bir özellik göstermekteydi. Persler’in yıkılmasından sonra Mecusiler’in
yaşadıkları bölgeler Yunan hâkimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde Zerdüşt öncesi
İran dinî inançları ve Helenistik inanç ve ritüeller Zerdüştlüğü etkilemiş ve tek
tanrılı yapısından uzaklaşmaya başlamıştır. Milattan sonra 272’de ise Sâsânî
Devleti’nin resmi dini hâline gelmiştir.
Mecusilik, Sâsânîler yönetimde bulunduğu sürede Irak, Bahreyn, Uman ve
Yemen’de hâkim din olmuştur. Sâsânîler’in yıkılması ve İran’ın İslam yönetimine
geçmesinin ardından Mecusilik zayıflamıştır. 6/628’te Hz. Peygamber, İslam’a
davet mektubunu Kisrâ’ya iletmek üzere Mekkeli Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi
elçi olarak göndermiştir. Kisrâ, okunurken daha tamamlanmasını beklemeden,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
hitabe kısmının kendi imparatorluk şanına denk düşmediğini söyleyerek mektubu
yırtmıştır. Bu mektubun içeriği şu şekildeydi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Resulü Muhammed’den, İranlılar’ın Büyük Başkanı Kisrâ’ya.
Hidayet yoluna girip ona tabi olana, Allah’a, O’nun kulu Resulü’ne iman edene,
Allah’tan başka tanrı olmadığına, O’nun bir tek ve ortaksız bulunduğuna,
Muhammed’in O’nun Resulü ve kulu-kölesi olduğuna şehadet edip bunu kabul
edene selam olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. Zira
ben, kim olursa olsun can taşıyan herkese belli bir tehlikeyi haber verip bunları
uyandırmak ve inanmayanlar üzerinde Allah’ın sözünü gerçekleştirmek için
istisnasız bütün insanlara gönderilmiş bir Allah Resulüyüm. O hâlde sen İslam’a
gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Şayet kaçınacak olursan, bu
hâlde hiç şüphesiz Mecusiler’in günahları da senin üzerinde toplanacaktır.
(Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Kisrâ’nın bu hakaret içeren tavrını işiten Hz. Peygamber, şöyle dua etmiştir:
“Allah da onun hükümranlığını tamamen yırtarak parçalasın.”
Daha sonra Hz. Peygamber’in bu duasının gerçekleştiğini ve İran kisrâsının
öldürüldüğünü haber alan İran’ın Yemen valisi Bâzan ve adamları İslamiyet’e
girmişlerdir.
Sabiîler
Hz. Peygamber döneminde bölgede mevcut olduğu bilinen farklı inanç
biçimlerinden bir diğeri ise Sabiîliktir. Hz. Peygamber ile doğrudan münasebetleri
olduğuna dair bir bilgi bulunmayan, ancak Kur’an-ı Kerim’de üç yerde
mensuplarından ismen bahsedilen Sâbiîlik, Güney Mezopotamya’da yaşamış olan
ve ışık-karanlık düalizmine dayalı gnostik inançlarıyla tanınan topluluğun bağlı
olduğu bir dindir. Sabiîliğin tarihçesi bugünden iki binyıl geriye gider. Sabiîlik,
Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut bulunan heterodoks Yahudi akımlarından
doğmuştur. Sabiîler, büyük bir önder ve ışık peygamberi şeklinde tanımladıkları Hz.
Yahya tarafından getirilen bir dindir. Yahudi olan Hz. Yahya, peygamber olunca
Yahudiliğe karşı çıkarak Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştur. Ancak
Yahudilerce kışkırtılan Roma valisi, Hz. Yahya’yı başını kesmek suretiyle idam
edince Sabiîler göç ederek Güney Mezopotamya’ya yerleşmişlerdir. VII. yüzyılda
Irak’ın Müslümanların eline geçmesiyle de Sabiîler zimmi statüsü ile İslam
hâkimiyeti altına girmişlerdir.
Zimmî: İslam devletinin hâkimiyetini kabul eden, cizye vermek suretiyle
can, mal ve din hürriyetini her şartta korumak Müslüman yöneticinin
zimmetinde bulunan gayrimüslim vatandaşları ifade eden bir terimdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Kur’an-ı Kerim’de Sabiîler anlamına gelen “sâbiûn/sabiîn” kelimesi üç ayrı
ayette geçmekte, bazı hadis metinlerinde de bu kelimeye rastlanmaktadır.
“Şüphesiz inananlar, Yahudi olanlar, Hristiyanlar ve Sabiîler’den Allah’a ve
ahret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri rableri katındandır. Onlar için
artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara/2: 62)
“Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a ve ahret
gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.” (Mâide/5: 69)
“Gerçekten de Allah Müminler, Yahudiler, Sabiîler, Nasranîler, Mecusiler
ve Allah’a ortak koşup şirke sapanlar hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak
ki Allah her şeye şahittir.” (Hac/22: 17)
Kur’an’da geçen Sabiîler ile tam olarak kimlerin kastedildiği konusunda
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sabiîler’in inanış biçimleri ve kimlikleri hakkında
yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hz. Peygamber devrinde doğduğu yer olan Irak da
dahil olmak üzere diğer bölgelerde de bu dinin bağlılarının azlığı bilinmektedir.
Sabiîler’in esasında yıldızlara tapmakta oldukları kabul edilmektedir.
EHL-İ KİTAB VE CİZYE UYGULAMASI
İslam devletinin hâkimiyetini kabul eden ve bu şartla kendi dininde kalmakta
serbest bırakılan kitap ehlinden alınan baş vergisi olan cizye, Tevbe suresinin 29.
ayeti ile kayıt altına alınmıştır. Bu ayet hicretin 9. yılında Tebük seferinin hazırlık
safhasında nazil olmuştur:
“Kitap verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve
peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle,
boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (Tevbe/9: 29)
Müslümanlar aldıkları bu verginin karşılığında kitap ehlinin can, mal ve din
hürriyetini her şartta korumak mesuliyetini üstlenmiş olurlar. Himaye sorumluluğu,
bu şekilde Müslüman yöneticinin zimmetinde bulunan kişi aynı zamanda Zimmî
olarak adlandırılır.
Yahudi ve Hristiyanların kitap ehli olduklarında şüphe yoktur. Hz. Peygamber
ilk olarak Tebük’te Heraklius’a yazdığı mektupta cizye şartlarından bahsetmiştir.
Hz. Peygamber Tebük’te iken Eyle, Cerbâ ve Ezruh’lu Hristiyanlarla da cizye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
antlaşması yapmıştır. Yine Yemen, Necran, Maknâ, Dûmetü’l-cendel, Teymâ,
Bahreyn ve çevresindeki Ehl-i kitap cizye ödemesi yapılan topluluklar arasında yer
alırlar. Bu kitap ehli yaptıkları cizye antlaşması ile can, mal ve din himayesini
kazandıkları gibi, hürdürler, harp esiri ve köle muamelesi görmezler.
Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hristiyanlarla birlikte Mecusiler de
zikredilmektedir. Hz. Peygamber, o gün Ehl-i kitaptan farklı özellikler taşımakla
birlikte Mecusiler’den de cizye almıştır. Hz. Peygamber, bu uygulamayı özellikle
Yemen ve Hecer Mecusileri’ne karşı tatbik etmiştir. Aynı şekilde Sâmirî ve Sabiîler
de Hz. Peygamber zamanında cizye alınan farklı din mensupları arasında yer alırlar.
Hz. Peygamber’in Mecusiler’in hukukî durumu ile ilgili sözü ise şudur:
“Onlara Ehl-i kitap muamelesi yapın.” (Muvattâ, Zekât: 42)
Cizye uygulamasında Mecusiler ile Hristiyan ve Yahudiler aynı statüde kabul
edilirler. Ancak Müslümanların Hristiyan ve Yahudi hanımlarla evlenmeleri ve
kestikleri hayvanları yemeleri serbest iken, Mecusi hanımlarla nikâhlanmalarına ve
Mecusiler’in kestiklerini yemelerine izin verilmemiştir. Dört halife döneminde de
bu uygulama aynı şekilde devam etmiştir.
Cizye: İslam devleti sınırları içerisinde yaşayan kitaplı din mensuplarından
alınan baş vergisidir.
Asr-ı Saadet’te her kabile ve bölgenin durumuna göre cizye miktarları
belirlenmiştir. Bazı bölgelerden ise, toplu cizye miktarı hesaplanarak müşterek
cizye alınmıştır. Cizye miktarı nakdî olabildiği gibi, aynî olarak da tahsil edilmiştir.
Cizye ödeyecek kişi yetişkin, sağlıklı ve erkek olmak zorundadır. Müslüman olan
gayrimüslimin cizye mükellefiyeti düşer.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Özet
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
•Arap yarımadası farklı din, dil, ırk ve medeniyetlere beşiklik etmiş bir
coğrafyadır. İslamiyet’in geldiği sırada Arap yarımadasında dinî merkez
Kâbe idi. Araplar putperest olmakla birlikte Beytullah/Allah'ın evi
olduğuna inandıkları Kâbe’yi Hac mevsiminde tavaf ediyorlardı. Kâbe’yi
ayrıcalıklı kılan ise üç semavi dinin de atası olan Hz. İbrâhim tarafından
hem fizikî hem de manevî olarak inşa edilmiş olmasıydı. Hz. Peygamber
İslâmiyet’i bu kutsal mâbedin bulunduğu Mekke’de tebliğ etmeye
başlamıştır.
•Arap yarımadasında Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler, Sabiîler gibi
farklı din mensupları da var olagelmiştir. Özellikle ehl-i kitap, kendi
kutsal kitaplarında geleceği müjdelenen son peygamberi
beklemekteydiler. Ancak beklenen peygamber olduğunu teşhis etmekle
birlikte Hz. Peygamber’e ve getirdiği Kur’an-ı Kerim’e inanmadılar.
Zaman zaman Hz. Peygamber’e alenen muhalefet ederek müşriklerle
işbirliği yaptılar ve onun konumunu sarsarak risaletini zayıf düşürmek
gayreti içinde oldular. Muhalefet, saldırı ve ihanet içerdiği takdirde Hz.
Peygamber bu girişimlere misliyle mukabelede bulunmuş ve yeri
gelince de cezaî müeyyideye başvurmuştur.
•Kimi olumsuz tutumları dışında Hz. Peygamber kitap ehli ile iletişim
içinde olmuş ve her zaman anlaşma zeminini muhafaza etme ilkesini
benimsemiştir. Her fırsatta öncelikle onları İslam’a dâvet etmiş, kabul
etmemeleri durumunda da belli şartlarla anlaşmalar yapmıştır. İslam
devletinin siyâsî hâkimiyetini kabul eden gayrimüslimler cizye vergisi
ödemek koşuluyla din serbestîsi kazanmışlar, can ve mallarının
korunması güvencesini elde etmişlerdir.
•Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle olan ilişkilerinin çerçevesi Kur’an-ı
Kerim’in ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda belirlenmiştir. Hz.
Peygamber’in bu konudaki uygulamaları, kısa sürede Hicaz
yarımadasında farklı din mensuplarının uyum ve anlayış içinde
yaşayabilecekleri çatışmasız bir ortamın doğmasını sağlamıştır. Hz.
Peygamber’in önderliğinde Müslümanlar, dinleri sebebiyle dışlanan
küçük bir toplulukken, içinde doğdukları toplumu dönüştüren ve
yaşadıkları coğrafyaya huzur getiren hâkim bir zümre hâline
gelmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi kitap ehli olarak kabul edilebilir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Mecusiler
b) Kureyşliler
c) Müşrikler
d) Gatafanlılar
e) Putperestler
2. Benî Nadîr’in Medine’den sürülmesinin sebebi ne olmuştur?
a) Kâ‘b b. el-Eşref’i öldürmeleri
b) Müslümanların aleyhinde şiirler söylemeleri
c) Hendek Gazvesi sırasında Müslümanlara ihanet etmeleri
d) Hz. Peygamber’e suikast düzenlemiş olmaları
e) Çarşıda bir Müslümanı öldürmüş olmaları
3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in davet mektubunu götürmekle
görevli elçilerinden birisidir?
a) Amr b. el-Âs
b) Ömer b. el-Hattâb
c) Câfer b. Ebî Tâlib
d) Abbâs b. Abdulmuttalib
e) Dihye el-Kelbî
4. Aşağıdakilerden
hangisi
değerlendirilebilir?
Mûte
Savaşı’nın
sonuçları
arasında
a) Müslüman ordusunun olabilecek en az zararla Medine’ye dönmeyi
başarması
b) Müslümanların Bizans Devleti ile antlaşma imzalamaları
c) Hâlid b. Velîd’in girişimiyle Müslümanların teslim olmaları
d) Kumandan tayin edilen üç kişinin, Mûte dönüşü ödüllendirilmeleri
e) Suriye-Medine ticaret yolunun Müslümanların kontrolüne geçmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
5. Âl-i İmrân suresinin 61. ayeti ile emredilen mübahelenin amacı nedir?
a) Medine’ki Yahudilerle antlaşma yapmak
b) Mucizelere inanmayan müşriklere meydan okumak
c) Necranlı Hristiyanları karşılıklı lanetleşmeye davet etmek
d) Medine antlaşmasını bozup ihanet eden Benî Kurayza’yı cezalandırmak
e) Hristiyanların soruları üzerine Hz. İsa ve Meryem hakkında bilgi aktarmak
Cevap Anahtarı:
1.a 2.d 3.e 4.a 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağarı, Murat, “Hz. Muhammed'in Hristiyan ve Yahudi Siyasetlerine Genel Bir
Bakış”, İslamî Araştırmalar, 2007, cilt: 20, sayı: 2, ss. 135-144.
Algül, Hüseyin, “Mûte Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul
2006, XXXI, 385-387.
Arslantaş, Nuh. (2005). Emeviler Döneminde Yahudiler, Gökkubbe, İstanbul.
Arslantaş, Nuh. (2008). İslam Toplumunda Yahudiler: Abbasi ve Fatımi dönemi
Yahudilerinde Hukuki, Dini ve Sosyal Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul.
Atçeken, İsmail Hakkı. (1996). Hz. Peygamber’in Yahudiler’le Münasebetleri,
Marifet Yayınları, İstanbul.
Bostancı, Ahmet. (2001). Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri, Rağbet
Yayınları, İstanbul.
Duman, Abdullah. (1995). Asr-ı Saadette Müslüman-Yahudi İlişkileri, (yüksek lisans
tezi), Van.
Fayda, Mustafa. (1982). İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı, A.Ü. İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara.
Fayda, Mustafa. (2006). Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, İFAV, İstanbul.
Gündüz, Şinasi, “Mecusilik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara
2003, XXVIII, 279-284.
Gündüz, Şinasi, “Sabiîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2008,
XXXV, 341-344.
Gündüz, Şinasi. (1995). Sabiîler Son Gnostikler, Vadi Yayınları, Ankara.
Hamîdullah, Muhammed. (1990). İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), 5. Baskı, İrfan
Yayıncılık, İstanbul.
Mahmudov, Elşad. (2010). Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in
Savaşları, İSAM Yayınları, İstanbul.
Özkuyumcu, Nadir. (1985). Hz. Peygamber Devrinde Yahudiler’e Karşı Güdülen
Siyaset (yüksek lisans tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Öztürk, Levent, “Necâşî Ashame”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul 2006, XXXII, 476-477.
Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet I: Asr-ı Saadet’te Habeşistan’la
Münasebetler, İz Yayıncılık, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İÇİNDEKİLER
• Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Eşleri ve
Çocukları
• Hz. Peygamber’in Ahlaki Güzellilkleri
• Hz. Peygamber’in Şemaili
• Hz. Peygamber’in Siyasi ve Askeri Kişiliği
HEDEFLER
HZ. PEYGAMBER’İN AİLE
HAYATI, AHLAKI, SİYASİ VE
ASKERİ KİŞİLİĞİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Peygamber’in aile hayatını, eşlerini,
çocuklarını ve yakınlarını daha iyi tanıyabilecek
• Hz. Peygamber’in bedeni ve ahlaki güzelliklerin
bilecek
• Hz. Peygamber’in siyasi ve askeri dehasını daha
iyi kavrayacak
• Hz. Peygamber’in çevresindeki insanlara verdiği
değeri ve onlarla olan geçimini çok iyi
bileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
8
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
GİRİŞ
Yüce Allah, Hz. Âdem’i topraktan yaratmış sonra ona kendinden ruh
üflemiştir. “Bir zaman rabbin meleklere demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan,
şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona
ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr/15: 2829). İnsan, Yüce Allah’tan aldığı ruh sebebiyle meleklerin kendisine secde ettiği bir
varlıktır. Bu sebepten dolayı İslam dini, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür.
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiğine göre insan, Yüce Allah tarafından hem beden hem
de ruh yapısı bakımından en güzel şekilde yaratılmış, yerde ve gökte olanlar
buyruğu altına verilmiş, temiz gıdalarla rızıklandırılmıştır. İnsan, yaratılıştan hak
dine yönelebilecek ve güzel ahlaka erişebilecek iyi eğilimlerle donatılmıştır. İnsana
bahşedilen bu temel özelliği koruyup geliştirebilmek, onu güzel ahlakla
donatabilmek için peygamberler gönderilmiştir. Peygamberler, yaşantıları ve ahlak
güzelliğiyle çevrelerine örnek olmuşlar, insanları tevhide ve güzel ahlaka davet
etmişlerdir. Bu gaye ile gönderilen peygamberler zincirinin son halkası, Peygamber
Efendimizdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun ahlakı, kıyamete kadar
tüm insanlık için örnektir.
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir” (Ahzâb/33: 21).
Bu ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber’in aile hayatı, ahlaki üstünlüğü,
siyasi ve askeri kişiliği onun yolundan gidenler için güzel örneklerle doludur.
AİLE HAYATI
Yüce Allah, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra eşi Havva’yı yaratmış ve ikisini
cennete koymuş sonra da cennetten dünyaya göndermiştir. Dünya üzerinde ilk aile
yuvası kuran ve çocuk sahibi olan bu ikisidir. Aile, inanç, ibadet ve ahlak
değerlerinin aktarımı açısından vazgeçilmez bir kurumdur. Yeni nesillerin sevgi,
şefkat ve merhametin hâkim olduğu huzurlu bir aile ortamında yetişmeleri
fevkalâde önemlidir.
Aile, toplumun en küçük birimidir. Toplumun sağlam olması aile yapısının
sağlam olmasına bağlıdır. Yüce Allah Kur’an-Kerim'de sağlıklı nesillerin
yetiştirilmesi için ailenin kurulmasını emreder, ailenin temelini oluşturan eşler
arasındaki sevgi ve merhameti de varlığının delillerinden biri kabul eder (Nûr/24:
32; Rûm/30: 21). Peygamber Efendimiz de sürekli ailenin önemine dikkat çekmiş,
gençleri yuva kurmaya teşvik etmiş, yoksul gençlerin aile kurabilmeleri için çaba
göstermiştir. Ailede huzur için eşlerin birbirlerine sevgi ve saygılı davranmalarını,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
olumsuzlukları değil, güzellikleri öne çıkararak iyi geçim ortamını oluşturmalarını
istemiştir.
Hz. Peygamber, "En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince ben,
aileme karşı en hayırlı olanınızım" buyurmuştur (İbn Mâce, Nikâh: 50). Hanımlarına
iyi davrananların en hayırlı kişiler olduğunu bildiren Hz. Peygamber, müminlerin
iman bakımından en mükemmel ve ahlakça en güzel olabilmelerini de aileleriyle
sağlıklı ilişkilerine bağlamıştır. Çocuklarına sarfettiği her şeyin sadaka olduğunu
söyleyen Peygamberimiz;
"Sen, ev halkına bir harcamada bulunduğun zaman şüphesiz ki ondan
sevap alırsın, hatta hanımına ikram ettiğin lokmadan bile" demiştir. (Buhârî,
Nafakât: 1; Müslim, Vasiyyet: 1)
Eşleri ve Ev Hayatı
Hz. Peygamber Efendimiz de diğer peygamberler gibi zamanı gelince
evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Kurduğu yuvada çocuklarını çok güzel bir
şekilde yetiştirmiş, eşleri ile çok güzel bir evlilik hayatı yaşamış ve müminlere bu
yönüyle de örnek olmuştur. Peygamberimizin ilk eşi, yirmi beş yaşında iken
evlendiği Hz. Hatice'dir. O sırada kırk (veya yirmisekiz) yaşında dul bir hanım olan
Hz. Hatice, ticaretle meşgul oluyordu ve Mekkeliler arasında Tâhire yani, saf, temiz
unvanıyla tanınıyordu. Kendisine yapılan evlenme tekliflerinin hepsini geri çevirmiş
ve el-Emîn (doğru, güvenilir) unvanıyla tanınan Hz. Peygamber'le evlenmeyi tercih
etmişti.
Hz. Peygamber ile yirmi beş yıl evlilik hayatı yaşayan Hz. Hatice, ölünceye
kadar Peygamberimize içten bir sevgi duymuştur. Hz. Peygamber’in davetini kabul
ederek İslam'a giren ilk mümin olma şerefini kazanmış, çeşitli sıkıntılara karşı O’na
her zaman destek olmuştur. Peygamberimiz de onu çok sevip saymış, iyiliklerini
hiçbir zaman unutmamış, ölümünden sonra da onu sürekli rahmet ve minnetle
anmış, kabrini ziyaret etmiş, geride kalan yakınları ve dostlarıyla ilgilenmiştir. Hz.
Âişe, Hz. Peygamber’in ona olan bu ilgisini zaman zaman kıskanmıştır (Buhârî,
Menâkıbü’l-Ensar: 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe: 74-76).
Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice'nin vefatına kadar başka bir evlilik
yapmadı. İlk eşi vefat ettiğinde kendisi elli yaşına ulaşmıştı. Diğer evliliklerinin
tümünü bu yaşından sonra gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla sonraki evliliklerinde
bazen iddia edildiği gibi cinselliğin değil, birtakım özel sebepler ve hikmetlerin söz
konusu olduğu açıktır. Peygamberimiz'in Hz. Hatice'nin vefatından sonra çeşitli
gayelerle, çeşitli zamanlarda evlendiği hanımlar, Hz. Şevde, Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz.
Zeyneb bint Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye, Hz. Zeyneb bint Cahş, Hz.
Ümmü Habîbe, Hz. Safıyye, Hz. Meymûne ve Hz. Mâriye'dir. Hz. Peygamber'in
eşleri "müminlerin anneleri=ümmehâtü'l-müminîn” olarak kabul edilirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hiçbir şeyi sebepsiz ve boş yere yapmayan Hz. Peygamber'in evliliklerinde de
çeşitli hikmetler vardır. Bu hikmetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
 Hz. Âişe ve Hz. Hafsa annelerimiz vasıtasıyla hanımlara dînî alanda bilgi
aktarımı yaptığı ve İslamî hizmetlerde önceliği olan Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer'le dostluğunu pekiştirdiği düşünülebilir.
 Bazı hanımlarla evliliği, onların İslam'daki fedakârlığına bir vefa şeklinde
gerçekleşmiştir. Habeşistan'a göç etmiş olan Hz. Ümmü Habîbe ile Hz. Sevde
buna örnektir.
 Peygamber Efendimiz bir kısım evlilikleriyle de bazı kabilelere dostluk
mesajları vermek istemiştir. Necid bölgesinin en büyük kabilelerinden Âmir
b. Sasaa'ya mensup olan Hz. Zeyneb bint Hüzeyme ile Hz. Meymûne buna
örnek sayılır.
 Hz. Cüveyriye ve Hz. Safiyye ile evliliği ise siyasi amaçlıydı. Bunlardan
Cüveyriye ile evliliği, Mustalik oğulları kabilesinin İslam'a girmesine vesile
olmuştur. Safiyye ile evlilikten maksat ise Yahudilerin dostluğunu
kazanmaktı.
 Zeyd b. Hârise'den boşanan Zeyneb bint Cahş ile evliliği ise Cahiliye
döneminde evlâtlıkları öz çocuk olarak gören anlayışa karşı İslam hukukunda
yeni bir ilkenin uygulanması şeklinde olmuştur. Bütün bu gerçekler ortada
iken çok evliliği sebebiyle Hz. Peygamber'i şehvete düşkünlükle itham etmek
hakikate aykırı bir durum olup, yalan ve yanlış bir iddiadan ibarettir.
Hz. Peygamber, aile fertlerini vahyin ışığında eğitirdi, İslamî konularda sürekli
bilgilendirir, onların din ve ibadet hayatlarıyla yakından ilgilenirdi. Aile fertlerinin
görüşüne önem verirdi. Hanımlarına nazik ve güleryüzlü davranırdı; selâm verir, hal
hatır sorar, elini tutup yüzüne sevgi ile bakardı. Aile fertlerinin yakınlarıyla da
ilgilenir, bunlardan ziyaretine gelenlere iltifat eder, hediyeler verirdi. Nitekim ev
halkından saydığı Hz. Enes'in annesi, teyzesi, dayısı ve büyük annesiyle ilgilenirdi.
Peygamber Efendimiz, eş ve çocuklarına zaman ayırır, onlarla gezintiye çıkar
ve kendileriyle çok güzel sohbetler ederdi. Geleneksel folklor gibi meşru
eğlenceleri seyretmelerini teşvik ederdi. Bayramlara aile fertleriyle birlikte katılırdı.
Spor amaçlı yürüyüşe çıkar, bazen Hz. Âişe örneğinde olduğu gibi koşu yarışı
yapardı. Bir defasında Hz. Âişe ile yarışmışlar, Hz. Âişe geçmişti. Birkaç yıl sonra
tekrar yarıştıklarında bu sefer yarışmayı Hz. Peygamber kazanmış ve Hz. Âişe'ye
gülümseyerek "bu önceki yarışmanın rövanşıdır" demişti (Ebû Dâvûd, Cihâd: 61;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,264).
Hz. Âişe'nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz ev işleriyle de yakından
ilgilenirdi. Gerektiğinde kendi elbisesinin söküğünü diker, ayakkabılarını tamir eder,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
koyunları sağar, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gittiğinde
alışveriş yapar, yükünü de kendisi taşırdı.
Hz. Peygamber, Arap toplumunda yaygın olarak görülen hanımlara şiddet
uygulanmasına kesinlikle karşı çıkardı. Ashabını da "Dövdüğünüz kadınla
akşamleyin aynı yatağı utanmadan nasıl paylaşırsınız?" sözleriyle uyarırdı (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV,17). Hanımlarına kötü davrananların iyi kimseler olmadığını
söylerdi.
Çocukları
Hz. Peygamber Efendimizin çocukları biri dışında Hz. Hatice'den doğmuştur.
Tercih edilen görüşe göre bunlar Kâsım, Abdullah, Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Gülsüm
ve Fâtıma'dır. Oğlu İbrahim ise Mısırlı Mâriye'den dünyaya gelmiştir. Bilindiği gibi
oğulları Kâsım, Abdullah ve İbrahim küçük yaşta vefat etmişlerdir.
Araplar’da herkesin bir ismi, bir künyesi, bir nisbesi bir de lakabı vardı. İsmi
doğdukları zaman anne-babalarından veya büyüklerinden alırlar, künyeyi de ilk
çocuklarının ismine göre alırlardı. Peygamberimiz, ilk çocuğu Kâsım sebebiyle
"Ebü'l-Kâsım" künyesini almıştır. Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları koluna mensup
olduğu için Hâşimî nisbesiyle, ayrıca doğruluğundan ve güvenilirliğinden dolayı
herkesin ittifakla uygun gördüğü el-Emin lakabıyla anılmıştır.
Peygamberimizin kızı Zeyneb, peygamberlikten 10 yıl önce doğdu. Mekke'de
teyzesi Hâle bint Huveylid'in oğlu Ebül-Âs b. Rebî ile evlendi. Bedir'de müşrikler
tarafında savaşarak esir düşen kocası serbest bırakılırken Hz. Peygamber Zeyneb'in
Medine'ye gönderilmesini şart koştu. Hicret yolculuğunda bir müşriğin saldırısına
uğrayan Zeyneb, bineğinden düştü ve karnındaki çocuğunu kaybetti. Daha sonra
Ebül-Âs, Müslüman olarak Medine'ye geldi, aile birliği yeniden kurulmuş oldu. Çok
geçmeden Hz. Zeyneb 8 /630 yılında vefat etti. Ebül-Âs ile Zeyneb'in, Ali ve Ümâme
adlarında iki çocukları dünyaya gelmiş, bunlardan Ali küçük yaşta ölmüştür. EbulÂs, eşi Zeyneb’in vefatından dört yıl sonra 12/634 yılında vefat ederken kızı
Ümâme’yi dayısını oğlu Zübeyir b. Avvâm’ın himayesine bırakmıştı. Zübeyir de
Ümâme’yi Hz. Ali ile evlendirdi (Ümâme’nin Hz. Ali ile evliliğinin teyzesi Hz.
Fâtıma’nın ölümünden sonra olduğu unutulmamalıdır). Bu evlilik, Hz. Ali’nin şehid
edilmesine kadar devam etmiştir. Hz. Ali ve Ümâme çiftinin Ali Evsat adında bir
oğulları dünyaya gelmiş ve bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir. Ümâme, Hz. Alinin
şehadetinde sonra Muğîre b. Nevfel b. Hâris b. Abdülmüttalib ile evlenmiş; ondan
da Yahya adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Yahya da küçük yaşta vefat ettiğinden
Zeyneb’in nesli de tükenmiştir.
Hz. Peygamber'in ikinci kızı Rukıyye, Zeynep'ten üç yıl sonra dünyaya geldi.
Yetişkin bir kız olduğunda Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile, kızkardeşi Ümmü Gülsüm de
diğer oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. Resul-i Ekrem'in, peygamber oluşunun hemen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ardından Ebû Leheb nişanı bozdurdu. Nişanın bozulmasından sonra Hz. Osman,
Rukıyye ile evlendi ve eşi ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet sonra
Mekke’ye döndüler, ordan da Medine’ye hicret ettiler. Rukıyye, hicretin ikinci
senesinde Medine'de hastalandı ve Bedir Savaşı günlerinde (2/624) vefat etti. Hz.
Osman ve Rukıyye'nin Abdullah adlı bir çocukları dünyaya gelmiş, ancak küçük
yaşta ölmüştür. Daha sonra Hz. Osman, Ümmü Gülsüm’le evlenmiş, o da 9/631
yılında Medine'de vefat etmiştir. Hz. Osman ve Ümmü Gülsüm çiftinin çocukları
olmamıştır.
Hz. Fâtıma, Peygamber Efendimizin Hz. Hatice'den dünyaya gelen çocukları
arasında en küçüğü olup peygamberliğin ilk yılında doğdu. Hicretten sonra 2/624
yılında Hz. Ali ile evlendi. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm
ve Zeyneb adlarında beş çocuğu dünyaya geldi. Hz. Fâtıma, Peygamberimizin
vefatından altı ay sonra vefat etti. Peygamber Efendimiz, Fâtıma'yı çok severdi.
Kendisi henüz altı yaşındayken kaybettiği annesinin hasretini onunla gidermeye
çalışırdı. Bu sebeple Fâtıma "Ümmü ebîhâ=babasının annesi” künyesiyle de
anılmaktadır. Ayrıca "beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın" anlamında Zehra,
"iffetli ve namuslu kadın" anlamında Betûl lakaplarıyla da bilinmektedir (Ebû
Nuaym, II,39).
Hz. Peygamber'in son çocuğu İbrahim'dir. Mısırlı Mâriye'den dünyaya gelen
İbrahim, yaklaşık iki yaşında iken vefat etti. Resulullah'ın Hz. Fâtıma dışındaki bütün
çocukları kendisinden önce vefat etmiştir.
Peygamber Efendimiz, çocuklarını ve torunlarını çok sever, onların her biriyle
ayrı ayrı ilgilenirdi. Çocuk ve torunlarının dünyaya gelişinde sevincini belli eder,
doğum müjdesi getirenlere bahşiş ve Allah'a şükür için yoksullara sadaka verir,
akika kurbanı keserdi.
Peygamberimiz, Hz. Fâtıma' yı çok severdi. Hz. Peygamber, onun eğitimiyle
özel olarak ilgilenmiş, o da babasının tüm edep ve nezâketini kapmıştı.
Peygamberimiz, Fâtıma'yı görünce sevinir, onu ayakta karşılar, elini tutarak
yanaklarından öper, ona iltifat ederek yanına oturturdu. Hz. Fâtıma da babası kendi
evine geldiğinde onu, sevgisine layık olacak bir içtenlikle karşılardı. Hz. Peygamber
bir yolculuğa giderken aile fertlerinden en son onunla vedalaşır, yolculuktan
dönünce de ilkönce onunla görüşürdü. Peygamberimizin bildirdiğine göre "Fâtıma,
cennet ehli hanımların öncülerindendir. Fâtıma onun yüreğinden bir parçaydı, Onu
üzen Peygamberimizi üzmüş olurdu" (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 12, 31).
Peygamber Efendimiz, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'i çok severdi; onlar
için "dünyada kokladığım reyhanlarım, çiçeklerim" derdi, "cennet gençlerinin
beyefendileri olduğunu" söylerdi ve "Allahım! Ben bunları seviyorum sen de sev
bunları" diye dua ederdi (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 24). Peygamber
Efendimiz, kızı Zeyneb'ten torunu olan Ümâme ile ve diğer bütün torunlarıyla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ilgilenirdi. Deve taklidi yaparak onları sırtında taşır, namazda omuzuna
tırmanmalarına müsaade ederdi. Aile fertleriyle birlikte iken torunlarından biri su
istese müsaitse hemen kalkıp su verirdi. Sık sık verdiği hediyelerle onları
sevindirirdi.
HZ. PEYGAMBER'İN AHLAKİ ŞAHSİYETİ
İslam âlimleri, Kur’an-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber’in iyi anlaşılabilmesi için
çok gayret göstermişler ve bu iki kaynağı bize öğretecek ilim dalları ihdas
etmişlerdir. Yüce kitabımızın iyi anlaşılabilmesi için, Tefsir ve Tefsir Usûlü ilimlerin
geliştiren âlimler, Hz. Peygamber’i de bütün yönleriyle inceleyecek ilim dalları
geliştirmişlerdir. Hz. Peygamber Efendimiz konusunda söz sahibi olmak isteyen
herkesin bilmesi lazım gelen bu ilim dallarını şu şekilde sıralayabiliriz:
 Siyer: Sîret kelimesinin çoğulu olan Siyer, Hz. Peygamber’in doğumu ile
vefâtı arasında geçen altmış üç senelik hayatını anlatan bir ilim dalıdır.
 Meğâzî: Hz. Peygamber’in savaşlarını bütün tafsilatıyla anlatan bir ilim
dalıdır. Meğâzî, Hz. Peygamber’in son on senelik Medine hayatının yalnızca
kurmay ve diplomat yönünü özel olarak ele alan bir ilim dalıdır.
 Hadis: Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait haberlere hadis denildiği
gibi bu üç konuyu mevzû edinen ilim dalına da Hadis ismi verilmiştir.
 Şemail: Hz. Peygamber’in beşerî yönünü kendine konu edinen ilim dalına da
Şemail adı verilmiştir. Fiziki özelliklerinden ve güzelliklerinden bahseden ilim
dalına Şemail, huy ve ahlak güzelliğinden bahseden ilim dalına da Hilye adı
verilir.
 Delâil: Şemail, Hz. Peygamber’in beşerî yönünü ele alırken Delâil de nebevî
yönünü ele almış bir ilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi Hz.
Peygamber’in sıradan insanlarda bulunmayan birtakım özellikleri vardır. Bu
özellikler ona, peygamberlik sıfatı ile birlikte Yüce Allah tarafından
verilmiştir. Delâil, işte bu özellikleri konu edinir.
Sevgili Peygamberimiz, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini ifade
etmiştir. Kur'an'da belirtildiğine göre Yüce Allah onu en güzel ahlakla donatmıştır.
Bu sebeple onun ahlaki kişiliği, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar, Allah'ı
çok zikredenler ve tüm insanlık için en güzel örnektir (Kalem/68: 4; Ahzâb/33: 21).
Nitekim Hz. Âişe, Peygamber Efendimizin ahlakını soranlara "Onun ahlakı Kur'andı"
cevabını vermiştir (Müslim, Müsâfirîn: 139).
Peygamberimizi görerek Müslüman olma şerefine erişen ashabın bildirdiğine
göre Sevgili Peygamberimiz, hem fiziki hem de ahlak yapısı itibariyle insanların en
güzeli idi. Bir insanın ahlaki şahsiyeti hakkında en doğru bilgileri aile fertlerinin ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
diğer yakınlarının verebileceğinde hiç kuşku yoktur. Peygamber Efendimizin ahlak
güzelliğine en ayrıntılı biçimde şahit olanlar da onun aile fertleri ve yakın
çevresinde yer alan ashabıdır. Biz de Peygamberimizin örnek ahlakı ile ilgili bilgileri
onların anlatımlarından öğrenmekteyiz.
Peygamber Efendimizin tüm insanlık için örnek olan ahlak güzelliğini
tanıyabilmek için ilkönce onun şemailini ve hilyesini yani fiziki özelliklerini, huy
güzelliğini ve davranışlarındaki mükemmelliği sonra da ahlaki şahsiyetini incelemek
gerekir.
Fiziki Özellikleri ve Gündelik Hayatı
Peygamber Efendimizin fiziki özelliklerine şemail, bunların anlatıldığı edebî
eser ve levhalara hilye denilmektedir. Onun fiziki görünüşü yanında ahlaki
özelliklerine ve bu konuda yazılan eserlere de Şemail ve Hilye adı verilmektedir.
Şemail ve Hilye kaynaklarına göre Hz. Peygamber, uzuna yakın orta boylu idi. Başı,
insanlar arasında hoş ve güzel sayılacak ölçüdeydi. Yüzünün rengi beyazdı. Gözleri
siyah, kaşlarının arası az açıktı. Kirpikleri sık ve uzundu. Sakalı sık, omuz başları ve
omuzlarının arası geniş, elleri ve ayakları itidal üzere idi. Saçı kumral olup hafifçe
dalgalı idi.
Peygamberimiz, güler yüzlüydü. Dinleyenlerin eksiksiz anlayabilmelerini
sağlamak amacıyla yavaş yavaş konuşur, daha iyi anlaşılabilmesi için de önemli
konuları birkaç kere tekrarlardı. Zaman zaman insanları rahatsız etmeyecek hafif
kokular kullanır, ikram edilen çiçekleri kabul ederdi. Gürültü çıkarmadan son
derece dikkatli bir şekilde yürürdü, bakışlarıyla kimseyi rahatsız etmezdi. Diz üstü
oturur, bağdaş kurar, bazen de uyluklarını karnına çekip ellerini dizlerinin üstüne
bağlardı. Geceleyin yatarken, kendisine nimetler veren, ihtiyaçlarını gideren,
evinde huzura erdiren Allah'a hamd eder, O'nun adını anarak uykuya yatar,
uyandığında da yine Allah'a hamd ve şükreder, dönüşün O'na olacağını söylerdi.
Temizliğe çok önem verir, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat ederdi. Her
abdest alışında, o günkü şartlarda bir çeşit diş fırçası sayılan misvakla dişini
temizlerdi. Estetiğe, tertipli ve düzenli olmaya önem verirdi.
Peygamber Efendimiz giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Ev
döşemesi olarak, yaşadığı dönemdeki yaygın eşyayı kullanırdı. Gerek giyim, gerekse
ev eşyasında ihtiyacı karşılamaya, sadeliğe, temizliğe ve tertipliliğe özen gösterirdi.
Yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı.
Yemeğe besmele ile başlar, bitince Allah'a hamd ve şükrederdi. İyice acıkmadan
sofraya oturmaz, karnını tıka basa doldurmadan da sofradan kalkardı. Şartların
elvermesi durumunda yemek davetlerine katılırdı. Sofrayı paylaştığı kişilerle hoş
sohbet ederdi. Gerek yiyecekler, gerek giyim, gerekse ev eşyasının helâl yollardan
kazanılmış para ile alınmış olmasına önem verirdi. Gündelik hayatta her zaman
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
güler yüzlü, tatlı sözlüydü; kimseyi, üzmez, kimseyi hor görmez ve azarlamazdı.
Herkes onun yanında kendisini rahat hissederdi.
İbadet Hayatı
İbâdet, kulluk demektir; Yüce Allah’ın razı olduğu amel demektir. Hz.
Peygamber, Yüce Allah'a kulluğunda samimi idi. İbâdetlerini huşu üzere, Allah'a
gönülden bağlılıkla, samimiyetle ve sürekli olarak yapardı. Onun kulluğu, ihsan
mertebesindeydi. Yani ibadetlerini, Allah'ı görüyormuşçasına yerine getirirdi.
Gerçekten de o, namazda kendisini o denli Allah'a teslim ederdi ki, okuduğu Kur'an
ayetlerinin anlamlarına göre duygulanır ve kendinden geçerdi.
Sevgili Peygamberimiz, ibadetleri Allah'ın sonsuz nimetlerine karşı bir şükür
olarak görürdü. Namazlarını, haccını, umresini, orucunu, zekâtını, kurban ibadetini,
teheccüdü ve diğer nafileleri hep aynı derinlikte yerine getirirdi; namazla hayatı
birbirinden ayırmazdı. Onun anlayışında yoldaki bir engeli kaldırmak, bir yoksulun
ihtiyacını karşılamak, Allah'ı zikretmek, O'na dua ve tövbe etmek, Kur'an okumak
ve dinlemek de kulluğun gereklerindendi. İbâdet eden insan, aynı zamanda yararsız
söz ve davranışlardan uzak durmalı, iyilik yapmalı, yardımsever olmalı, namus ve
şerefini korumalı, sözünde durmalı, emaneti gözetmeliydi (Müminûn/71: 1-11).
Onun ibadetlerdeki ilkesi huşu, devamlılık ve ölçülü olmaktı. Her konuda olduğu
gibi ibadetlerde de aşırılığa karşıydı. Dünya ile ilgilenir, aile fertlerine zaman ayırır,
bedenini dinlendirir, zamanı gelince de ibadetlerini yerine getirirdi.
Peygamber Efendimiz, zühd ve takva sahibiydi. Dünyevi ihtiraslardan uzak
dururdu. Ebedî hayatın önemini aklından hiç çıkarmazdı. Her zaman ebedî olanı
geçici olana tercih ederdi. Harama, günaha yaklaşmazdı. Allah'ın rızasına engel
olacak davranışlardan kaçınırdı. Dünyalığa erişince taşkınlık göstermez, Dünyevi
kayıplara uğradığı zaman da ölçüsüz bir şekilde üzülmezdi, şükredilecek yerde
şükreder, sabredilecek yerde de sabrederdi.
Alçak gönüllülüğü
Alçak gönüllülük, Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve kendi küçüklüğünü anlamak
ve idrak etmek esası üzerinde gelişen , fikre ve vicdana dayalı bir histir.
Büyüklenmenin zıddı olup, şeref ve yükselmenin merdivenidir. Yüce Allah, alçak
gönüllü olmayı emretmiş, kibirli olmayı da yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle
buyurmuştur:
“Sana tâbi olan müminlere tevazu kanadını indir” (Şuarâ/26: 215).
“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir, ne de boy
bakımından dağlara ulaşabilirsin” (İsrâ/15: 37).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hz. Peygamber'in Allah'a samimi kulluğu ve dinî duyarlılığı, toplum hayatına
engin bir tevazu olarak yansırdı. Nitekim bir gün bir şahıs onu ziyarete gelmiş,
huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz, "Arkadaş,
titreme! Ben bir kral değilim. Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum"
diyerek muhatabını rahatlattı. Yine bir gün Peygamberimizin huzuruna bir kadın
geldi, belli ki bir ihtiyacının karşılanmasını istiyordu. Yaşlı olması sebebiyle derdini
tam anlatamıyordu. Herkese ayıracak bu kadar zamanı olmasa da Peygamber
Efendimiz, bu hanıma yaşlılık sebebiyle bunamış biri gibi davranmadı, herhangi bir
usanç belirtisi göstermeksizin onunla ilgilendi.
Ashab–ı Kirâm’dan bir zat, Peygamber Efendimizin insanlara elbise
dağıttığını duymuş, bir elbise edinebilmek için oğlunu göndermek istemiş, fakat
oğlu böyle bir sebeple Peygamberimizin yanına gitmekten çekinmişti. Bunun
üzerine babası herhangi bir endişe taşımamasını, Hz. Peygamber'in huzuruna
rahatlıkla çıkabileceğini bildirdi.
Adiy b. Hâtim, Müslüman olmadan önce bir gün Peygamberimizi görmeye
gelmişti. Hz. Peygamber, onu evine götürürken yolda bir kadınla karşılaştı, uzunca
bir süre onu dinledi. Eve vardıklarında minderini misafirine verip kendisi yere
oturdu. Onun tevazuundan etkilenen Adiy, Hz. Peygamber'in bir kral değil, Allah'ın
elçisi olduğunu anladı ve Müslüman oldu.
Hilmi, Sabrı ve Şükrü
Hilm, yumuşak huyluluk demektir. Acele etmemek, hiddetlenmemek
mânâların da gelir. Peygamber Efendimiz, yumuşak huyluydu, ağırbaşlı ve
sabırlıydı; öfkesine galip gelir, intikam fikrinden uzak dururdu. Zira Yüce Allah, onu,
kaba ve katı yürekli olmaktan uzaklaştırmış, insanları bağışlamayı, doğru yola
ulaşmaları için onlara dua etmeyi öğretmişti (Âl-i İmrân/3: 159).
Sevgili Peygamberimiz, kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir herkese eşit
davranır, kimseye ayrıcalık yapmazdı. Namaz kılarken, çocuklar secdede omuzuna
tırmansalar da onları azarlamazdı. Omuzunda iz bırakacak derecede onu sarsarak
devesine erzak yüklenmesini isteyen bedeviyi bile yumuşaklıkla karşılamış,
kolaylıkla isteğini yerine getirmişti. Zaman zaman İslam'ın özüne aykırı soru
soranları da soğukkanlılıkla dinler, onlara uygun cevaplar verirdi. Duygularına
hâkimdi. Rastgele ve tepkisel davranmaz, sözü düşünerek söyler, işi tartarak
yapardı. Tatsız gelişmeler karşısında rahatsız olsa bile bunu dışarıya yansıtmazdı. O,
"Güçlü kişi, güreşte hasmını yenen değil, öfkelenince öfkesini yenebilendir"(Buhârî,
Edeb: 76; Müslim, Birr: 108) buyururdu.
Hz. Peygamber, risaletle görevlendirildikten sonra müşriklerin türlü baskı ve
eziyetlerine mârûz kaldı. Öte yandan inkârcılar ona büyücü, şair ve deli diye iftira
attılar. Peygamberliğin onuncu yılında Tâif ten dönerken taşlayıp hakaret ettiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Kısacası Hz. Peygamber, sıradan bir insanın asla dayanamayacağı bu tür sıkıntılar
karşısında sabırlı, fedakâr ve cesur davranmayı bildi.
Peygamber Efendimiz, sabırlı olduğu kadar şükür sahibiydi de. Allah'ın ihsan
ettiği sayısız nimetlere karşı şükretmeyi bir görev bilirdi. Çünkü Yüce Allah,
kendisine şükredilmesini, nankörlük edilmemesini belirtiyor; şükretmenin,
nimetlerin artmasına vesile olacağını bildiriyordu (Bakara/2: 152-153).
Allah Resulü (s), sürekli Allah'a şükrederdi. Bir gece kalkıp namaza durdu.
Uzunca bir süre namazda kaldı. Bu durum, Hz. Âişe'nin dikkatini çekti ve "Ey
Allah'ın Resulü! Senin geçmiş-gelecek tüm günahların affolunmuşken namazı bu
denli uzatmanın sebebi nedir?" diye sorduğunda Hz. Peygamber "Allah'a şükreden
bir kul olmayayım mı?" cevabını verdi (Buhârî,Teheccüd: 6; Müslim, Münâfikîn: 79).
Allah'a gereği gibi şükretmesini bilmeyenler, insanlardan gördüğü iyiliklere
de teşekkür etmezler. İnsanlardan gördüğü iyiliğe karşı teşekkür etmeyenler de
Allah'a gereği gibi şükretmezler. Sevgili Peygamberimiz, hem Allah'a şükreden hem
de gördüğü iyilikler karşısında insanlara teşekkür eden yüksek bir ahlaki kişiliğe
sahipti.
Şefkat ve Merhameti
Yüce Allah Kur'an'da Peygamberimizin alemlere rahmet olarak gönderildiğini
bildirmektedir (Enbiyâ/21: 107). Hz. Peygamber, inananlara çok şefkatli ve
merhametli idi. Allah da onun hakkında "çok şefkatli ve merhametli" anlamına
gelen "raûf ve rahîm" sıfatlarını kullanmıştır (Tevbe/9: 128).
Peygamber Efendimiz, düşmanlara lanet okumasını isteyen birine, kendisinin
lanet için değil, alemlere rahmet için gönderildiğini söylemiştir.
Nitekim Tâif’ten dönerken kendisini taşlayanlara bile beddua etmemiş, onlar
hakkında Yüce Allah'tan hidayet dilemiştir.
Bir gün ashabından birinin Allah'ın rahmetinin sadece şahsına ve
Peygamber'e ait olması için dua ettiğini duyan Peygamberimiz, "Allah'ın lütuf ve
rahmet dairesini çok daralttın" diyerek o kişiyi uyarmıştır. Kendisi de bir yandan,
merhamet etmeyenin merhamet göremeyeceğini hatırlatırken, "Siz
yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösterin ki, göktekiler de size merhamet
etsinler" diyerek merhamet yollarını genişletiyordu (Ebû Dâvûd, Edeb: 58).
Hoşgörüsü ve İnsanların Kalbini Kazanması
Peygamber Efendimiz hoşgörü sahibiydi. Bunun doğal bir sonucu olarak
insanları farklılıklarıyla kabul ederdi. Hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bir
kişide olumsuz bir durum görse onu düzeltirken şahsiyetini incitmemeye özen
gösterirdi. Düzeltilmesi gereken davranışları, "içinizde şöyle şöyle yapanlar var,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
bunlardan vazgeçsinler" diyerek herkesi kapsayacak tarzda söylerdi. Böylece hiç
kimse rahatsız edilmeden yanlışlıklar düzeltilmiş olurdu.
Sevgili Peygamberimiz, şartlar ne olursa olsun her zaman ve her yerde
hoşgörülü olmayı benimsemiştir. Bu sebeple Mekke fethinden sonra Kâbe önünde
toplanmış olan düşmanları hakkında genel af ilan ederek gönüllerini İslam'a
kazanmak istemiştir. Bu durum, Ebû Süfyan ve oğlu Muâviye ile Süheyl b. Amr gibi
çok sayıda Kureyş ileri gelenlerinin İslam'a adım atmalarına sebep olmuştur.
Azim ve Cesareti
Hz. Peygamber, yumuşak huylu ve hoşgörülü olduğu kadar azimli ve
cesurdu. Mekke döneminde İslam'ın yayılmasını engellemek için akla gelmedik
zorluklarla karşılaştı. Fakat o, bunlardan yılmadı, engelleri azim ve cesaretiyle aştı.
Hz. Ali diyor ki: "Savaşlarda Hz. Peygamber kadar düşmana yaklaşan bir kişi
olmazdı, ne zaman savaş kızışıp da darlansak ona sığınırdık." Hz. Enes de: "Başımız
dara düşünce Peygamber Efendimizle korunurduk" diyor. Yine Hz. Enes,
Peygamberimizin cesaretiyle ilgili ilginç bir olay anlatır: “Bir gece Medineliler bir
gürültü ile sarsılmışlar, korku içinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Peygamber
Efendimiz, ashabını korkutan bu gürültüyü işitince kılıcını almış, bir ata binerek
gürültünün duyulduğu tarafa tek başına gitmiş, olayı inceledikten sonra geride
kalan Medineliler’in yanına dönüp korkulacak bir şey olmadığını söyleyerek onları
rahatlatmıştı (Müslim, Fedâil: 48).
Uhud Savaşında bazı Müslüman askerlerin disiplinsizliği sebebiyle meydana
gelen karışıklıkta 70 şehit verilmesine rağmen Hz. Peygamber dağılan askerlerini
toplayarak düşmanı durdurmuş ve Mekkeliler’i dönemeyecekleri bir yere kadar
takip etmişti. Hz. Peygamber'in bu azmi karşısında düşman geri dönme cesaretini
gösteremedi. Benzer bir gelişme de Hevâzin Savaşı'nda yaşanmıştır. Şöyle ki Hz.
Peygamber, ilk hücumda neye uğradığını şaşırarak dağılan İslam ordusunu, "Dağılıp
kaçmayın! Buraya gelin...Ben Allah'ın Resulüyüm!.." diyerek etrafında toplamış ve
yeni taktiklerle parlak bir zafer kazanmıştır. Bu olaya şahit olan bir sahabi şöyle
diyor: "Şehadet ederim ki Allah Resulü, bir adım bile gerilemedi. Savaş vahşi bir
yangın gibi yayıldığı zaman hepimiz Peygamber Efendimizin çevresine sığındık."
Peygamber Efendimiz, zulmün, haksızlığın, baskı, şiddet ve saldırganlığın
önünde asla eğilmedi, korkmadı, yılmadı. Zulme ve haksızlığa karşı azim, kararlılık
ve cesaretle, kahramanca mücâdele etti, Müslümanlığın önündeki engelleri aştı.
Duyarlılığı ve Duygulu Oluşu
Sevgili Peygamberimiz, çevesinde yaşadıklarından etkilenen duygulu bir
kişiliğe sahipti. Bunun doğal bir yansıması olarak güzel sesli birinin okuduğu Kur'an,
Yüce Allah'ı zikir ve tefekkürle O'na huşu üzere ibadet, kimsesiz bir çocuğun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
sıkıntısı ve ölüm hâli onu hislendirirdi. Küçük oğlu İbrahim, hastalandığında onu
bağrına basıp şefkatle öptü ve gözyaşlarını tutamadı. Bu sırada şöyle diyordu:
"Allah'ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim! Göz yaşarır, kalp
hüzünlenir. Biz, Allah'ın rızasına aykırı bir söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin
ölümün sebebiyle derin bir üzüntü içindeyiz..." (Buhârî, Cenâiz: 43).
Benzer şekilde kızı Zeynep'ten olan torunu Ali’nin vefatı üzerine
Peygamberimiz gözyaşlarını tutamadı. Bunu yadırgayan bir şahsa ise şunları
söyledi:
"Bu gözyaşı, Allah'ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir..."
(Buhârî, Merdâ: 9).
Doğruluğu ve Güvenilirliği
Peygamber Efendimiz, Müslümanı, insanların kendisine güvendiği, elinden
ve dilinden diğerlerinin zarar görmediği kişi olarak tanımlar. "Söz söylerken
yalancılık edeni, söz verdiği zaman sözünde durmayanı, kendisine bir şey emanet
edilince hıyanet edeni" de ikiyüzlülükle niteler (Müslim, İman: 107). Bu
örneklerden anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimizin, kişiliğiyle bütünleşmiş
özelliklerinden biri de onun doğruluğu ve güvenilirliğidir.
Hz. Peygamber, doğup büyüdüğü Mekke çevresinde henüz peygamber
olmadan önce doğru ve güvenilir anlamında "el-Emîn" olarak tanındı. Bir kısım
Mekkeliler bu özelliği sebebiyle emanetlerini ona teslim ederlerdi. Ticari
faaliyetlerinde de o hep dürüstlüğüyle ün yapmıştı. Her zaman insanların yardımına
koşar, verdiği sözde dururdu. Dürüstlüğü, düşmanlarının bile dikkatini çekerdi.
Nitekim Bizans İmparatoru ticaret amacıyla Suriye'ye giden Mekkeliler’den Hz.
Peygamber hakkında bilgi isteyince heyet içerisinde yer alan müşrik liderlerinden
Ebû Süfyan bile, onun, Mekkeİiler arasında emin olarak tanındığını itiraf etmiştir.
Kur’an-ı Kerim'de, Peygamberimizin şahsında bütün Müslümanlara dosdoğru
ve doğrularla beraber olmaları gerektiği vurgulanmaktadır (Hûd/11: 112; Tevbe/9:
119). Doğruluktan ayrılmayan tevhit ehli kişilere korku ve keder olmayacak,
doğruluklarının karşılığı olarak onlar ebediyen cennette olacaklardır (Ahkâf/46: 13).
Bir gün ashabtan bazıları Hz. Peygamber'e "Yaşlandınız ey Allah'ın elçisi!" diye
seslenince Peygamber Efendimiz, "Beni, Hûd ve Şûrâ sureleri yaşlandırdı" demiştir.
Çünkü her iki surede de "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyurulmuştur (Hûd/11:
112; Şûrâ/42: 15).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Cömertliği
Cömertlik, malı ve zenginliği Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine vermek
demektir. Peygamberimiz, cömertlikte de Müslümanlara örnekti. Bu hususta şöyle
buyurmaktadır: "Allah cömerttir, cömertliği sever" (Tirmizî, Edeb: 41). Yine ona
göre cömert kişi, Allah'a, cennete ve insanlara yakın, cehennem ateşinden ise
uzaktır.
Hz. Peygamber'den dünya ile ilgili bir şey istenilince reddetmezdi; istenilen
şey varsa verir, yoksa vaat ederdi; duruma göre kimine yemek yedirir, kimine
elbise giydirir, kimine para verirdi. Yardım isteyen kişi, sağlıklı ve çalışabilecek
durumda ise onu çalışma hayatına yölendirerek kendi kazancıyla ayakta durmasını
sağlardı.
Kendisine bir hediye verildiği zaman daha değerlisiyle karşılık verirdi. Ashab-ı
Kirâm, Hz. Peygamber'in cömertliğini bereketli yağmur taşıyan rüzgârlara
benzetirdi. Onun cömertliği, ramazan ayında daha da artardı.
Peygamber Efendimiz, cömert kişinin rızkının bereketleneceğini, cömertliğin
yoksulluk sebebi olmayacağını söylerdi. Ona göre cömertlik, sağlıklı bir toplum
inşasında önemli bir etken olup cimrilik de toplumların zayıflayıp çökmesine
sebeptir. Cimrilik, kişiyi mal hırsına götürür, demir bir zırh gibi sıkar ve rahatsız
eder. İnsanı bu huzursuzluktan kurtaracak erdem ise cömertliktir. Bir defasında
yanına gelen bir kişiye Hz. Peygamber bol miktarda yardımda bulununca o kişi
kabilesine giderek "Ey kavmim, Müslüman olun! Çünkü Muhammed yoksul
düşmekten korkmaksızın büyük iyilik yapıyor" demiştir (Müslim, Fedâil: 57).
Vefakârlığı
Vefakârlık, Sevgili Peygamberimizin ruhunu süsleyen erdemlerden biriydi.
Sözünde durur, vaadinden dönmezdi. İslam'a hizmet edenleri hiçbir zaman
unutmaz, arkadaşlarını ve aile dostlarını sık sık arar ve anardı. Bir defasında
Habeşistan hükümdarının elçileri Medine'ye geldiklerinde onlarla bizzat
ilgilenmişti. Bunun sebebi, vaktiyle Habeşliler’in, ülkelerine sığınan Müslümanlara
gösterdikleri konukseverlikti.
Peygamber Efendimiz, bir sefer esnasında yolunu Ebvâ'dan geçirerek annesi
Âmine'nin kabrini ziyaret etti; eliyle toprağı düzelterek kendisine olan şefkatini
hatırladı ve hüzünlendi. Kendisine süt emziren Süveybe hanıma çeşitli yardımlarda
bulundu. Yine sütannesi Halîme'ye hürmet eder ve ihtiyaçlarını karşılardı. Dadısı
Ümmü Eymen'e, "Sen benim ikinci annem sayılırsın" diyerek iltifat ederdi. Amcası
Ebû Tâlib'in eşi, yengesi Fâtıma Hanım için de sık sık şöyle derdi: "O, benim
annemdi!"
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Mut'im b. Adiy, Kureyş'in ileri gelenlerinden olup İslam'a girmemişti. Hz.
Peygamber, risaletin onuncu yılında Tâif'ten dönerken Mekke müşriklerinden eman
istemek zorunda kaldı. Onun talebine sadece Mutim cevap verdi. Hz. Peygamber bu
sayede Mekke'ye girebildi. Mut'im, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra
Mekke’de öldü. Ölümü dolayısıyla Mekke’de bir yıl yas tutulduğuna dair rivayetler,
Mekke halkının onu ne kadar çok sevdiğini göstermektedir. Onun ölümü
Medine’deki Müslümanları da üzmüştür. Hz. Peygamber devrinin Müslüman
şairlerinden Hassan b. Sâbit, onun ölümünün ardından bir mersiye yazmış, şiirinde
vaktiyle Peygamberimizi himaye ettiğinden bahisle onu iyilikle anmıştı. Peygamber
Efendimiz, kendisi adına gösterilen bu vefakârlıktan hoşnut oldu. Ayrıca
Peygamberimiz, Bedir esirlerinin serbest bırakılmasını sağlamak için Medine’ye
gönderilen heyette yer alan oğlu Cübeyr’e söylediği şu sözlerle ona olan vefasını
ifade etmiştir: "Şayet babanız Mut'im b. Adiy sağ olsaydı ve benden esirleri
isteseydi fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım"(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,
80).
Çeşitli Toplum Kesimleriyle İlişkileri
Peygamber Efendimiz çocukları çok severdi, onların arasına katılır,
selâmlaşır, onlarla konuşur ve şakalaşırdı. Bu sebeple çocuklar, bir yolculuğa
çıkacağında onu uğurlar, dönüşünü de özlemle beklerlerdi.
Hz. Enes, çocukluk ve gençlik yıllarını onun yanında geçirdi. Ona göre Hz.
Peygamber, çocukları sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, tehlikelere karşı onları korumayı
cehennemden kurtuluşa vesile ve merhametli olmanın gereği sayardı.
Peygamberimiz, iman, ibadet ve ahlak bilgilerinin çocuklara seviyelerine uygun bir
şekilde öğretilmesini isterdi. Kendisi de bu konuda örnek olur, torunları Hasan,
Hüseyin ve kızı Zeyneb'ten torunu olan Ümâme'nin namazda omuzuna binmesini
hoşgörürdü. Özellikle yoksul, kimsesiz, hizmetçi ve öksüz çocuklarla ilgilenilmesini
isterdi.
Bir defasında Peygamberimiz, küçük bir kızın ağladığını gördü. Sebebini
sorduğunda evine un almak için yanında bulunan parasını kaybettiğini söyledi.
Peygamberimiz, kaybettiği parayı ona verdi, ama çocuğun bu sefer de geciktiği için
evdekilerin azarlamasından korktuğunu fark etti ve unu aldıktan sonra çocuğu
evine kadar götürdü. Ev sahipleri, Peygamberimizin evlerine kadar gelişine sebep
olduğu için, çocuğa kızmak yerine memnuniyetlerini ifade ettiler.
Hz. Peygamber şehit yetimi olan çocuklarla özellikle ilgilenilmesini istemiştir.
Hz. Hamza'nın yetimi olan kız çocuğunun bakımının üstlenilmesi hususunda çok
istekli olan Hz. Zeyd b. Hârise'ye, Hz. Cafer ve Hz. Ali'ye duyarlı davrandıkları için
çok teşekkür etti ve teyzesiyle evli olması dolayısıyla onun eğitimini Hz. Cafer'e
verdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hz. Peygamber, kız ve erkek çocuklar arasında ayırım yapılmasına karşı
çıkardı. Halbuki İslamiyetten önce Cahiliye çağında kız çocukları doğuştan
potansiyel suçlu gibi algılanırlardı. Bu anlayış, kimi kabilelerin kız çocuklarını
öldürmelerine sebep olurdu. Hz. Peygamber, bu Cahiliye anlayışını yıktığı gibi kız
çocuklarına gereken önemin verilmesini emretmiş, onları eğitip hayata
hazırlayanların büyük sevaba erişeceğini ve cennete gireceğini müjdelemiştir.
Peygamber Efendimiz, İslam'ı yaymaya başladığı ilk günlerden itibaren
gençlere değer vermiştir. Çünkü İslam'a ilk girenler arasında çok sayıda genç vardı.
Bu genç insanlar, çevreden gelen baskılara boyun eğmediler, yılgınlık
göstermediler, sabırla engelleri aştılar ve İslam'ın yayılmasında önemli hizmetler
yaptılar. Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Hârise, Zübeyr b. Avvam, Abdullah b.
Mes'ûd, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebû Vakkas, Erkam b.
Ebi'l-Erkam, Mus'ab b. Umeyr, Cafer b. Ebû Tâlib, Hz. Osman, Ebû Ubeyde b.
Cerrah bunlardan bazılarıdır.
Gençlerin, İslam'ın yayılmasına katkıları Medine döneminde de devam etti.
Nitekim henüz hicretten önce Medine'ye öğretmen olarak görevlendirilen ilk şahıs,
Mus'ab b. Umeyr adlı bir gençti. Bir yıl içinde İslam'ın Medine'de duyulmasına ve
yayılmasına önemli katkı sağladı. Medine'de bu gençler arasına Zeyd b. Sâbit, Muâz
b. Cebel gibileri eklendi. Özellikle Zeyd b. Sâbit, Hz. Peygamber'in isteğiyle İbranice,
Süryanice ve diğer bazı yabancı dilleri öğrenerek yabancı misafirlerle
Peygamberimiz arasında tercümanlık yaptı.
Hz. Peygamber, gençlerle olduğu kadar yaşlılarla da iyi ilişkiler geliştirmiştir.
Nitekim, "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen
bizden değildir"(Tirmizî, Birr: 15) diyerek çocuklara şefkatin, yaşlılara da hürmetin
ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.
Allah Resulü, herkese, en başta ana-babalar olmak üzere yaşlılara saygılı
davranmalarını tavsiye ederdi. Yaşlı kimselere ikramda bulunmanın Allah'a itaatin
bir eseri olduğunu söylerdi. Bir gün huzuruna biri genç, biri orta yaşlı ve biri yaşlı
olmak üzere üç kişi gelmişti. Söze ilkönce en genç olan başlamak isteyince
Peygamberimiz, yaşlı şahsı göstererek ilkönce onun konuşmasının daha doğru
olacağını belirtti. Yine bir gün Peygamber Efendimiz, yanında bulunanlara süt ikram
ediyordu. Kâseye sütü koyup önce en yaşlı olana sundu ve "Buyurunuz, bereket
büyüklerimizdedir" buyurdu.
Hz. Peygamber, hanımlarla da sağlıklı ilişkiler geliştirmiş, bu da hanımların
İslam'ın yayılmasına büyük katkı sağlamalarına vesile olmuştur. Unutulmamalıdır
ki, İslam tarihinde ilk Müslüman, Hz. Peygamberin hanımı Hz. Hatice'dir. İslam
tarihinde Allah yolunda şehitlik derecesine erişen ilklerden birinin Sümeyye Hanım
olması da dikkat çekicidir. Hicret aşamasında eşinden ve çocuğundan ayrı kalmaya
zorlanan Ümmü Seleme' nin Medine'ye hicreti de önemlidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Mekke dönemi itibariyle Hz. Âişe ve ablası Esma gibi hanımlar ve anneleri,
Hz. Ömer'in kız kardeşi Fâtıma Hanım gibileri İslam'a önemli hizmet vermişlerdir.
Hicret sürecinde Hz. Esma'nın, Babası Hz. Ebubekir'in ve Peygamberimizin erzak
torbalarını kuşağından kopardığı iplerle bağlayarak onları Sevr mağarasına
uğurlaması önemli bir hizmet olarak İslam tarihine geçmiştir.
Hanımların İslam'a hizmeti Medine döneminde artarak devam etmiştir.
Ensar’dan Ümmü Süleym'in hizmet için oğlu Enes'i Peygamber Efendimize getirip
bırakması ve sahip olduğu küçük bir hurma bahçesini Müslümanların kullanımına
sunması oldukça anlamlıdır.
Ümmü Umâre, Uhud Savaşı'nda kocası ve iki oğlu ile birlikte savaşırken
yaralanmıştı. Savaşın ardından düşmanı takip için hazırlanan birliğe de katılmak
istedi. Ancak Hz. Peygamber, yaralı olması sebebiyle buna izin vermedi.
Peygamberimizin, düşman takibinden döndükten sonra ilk sorduğu kişi, Ümmü
Umâre oldu. Yine Uhud Savaşı'nda kocası, kardeşi ve oğlunu şehit vermiş olan
Sümeyra Hanım, sürekli Peygamberimizi sorup araştırmış, onu sağ olarak görünce
de, "Değil mi ki sen sağsın, bütün musibetler bana hiç gelir" diyerek sevincini dışa
vurmuştur.
Ashab'ın eşleri ve kızları arasında okuma yazma bilenlerle Peygamberimizin
eşleri Hz. Âişe ve Hz. Hafsa gibileri, İslam'ın özellikle hanımlara öğretilmesinde
önemli hizmetler yapmışlardır. Hz. Peygamber'in sağlığında hanımlar, istedikleri
zaman cuma ve bayram namazlarına gidebiliyorlardı. Peygamberimiz, hanımlardan
gelen istek üzerine Mescid-i Nebevî'de onlara haftada bir gün sohbet etmiştir. Hz.
Peygamber'in sağladığı imkânlarla hanımlar, İslami dönemde savaşta ve barışta her
zaman önemli sorumluluklar üstlenmişlerdir.
Resul-i Ekrem, tüm toplum kesimleriyle ilişki kurmuş, herkesin yeteneğine
uygun ilerleme yollarını açmış, hiç kimseyi ihmale ve ilgisizliğe terk etmemiştir.
Sosyal hayatı oluşturan kesimler arasında onun ilgi ve şefkatinden sadece çocuklar,
gençler, yaşlılar ve hanımlar değil, yoksullar, muhtaçlar, işsizler, iş sahipleri, işçiler,
hizmetçiler, öksüzler, şehit aile çocukları ve özürlüler de nasibini almıştır. O,
toplumda her kesimle ilgilenmiş, insanlara moral, sevinç, ümit ve huzur veren
projelerinden her kesimi yararlandırmıştır. Dolayısıyla hiçbir yoksul, hiçbir yetim, başta Abdullah b. Ümmü Mektûm olmak üzere- hiçbir özürlü onun geliştirdiği
toplumda ilgisizliğin ve duyarsızlığın karanlığına terk edilmemiş, onun rehberliği
sayesinde hayatlarını hep bir ümit, neşe ve moral içinde yürütüp gitmişlerdir.
Sosyal Çevreye Önem Vermesi
Kur’an-ı Kerim'de Müslümanların kardeş oldukları, birlik-beraberlik içinde
olmaları, birbirleri aleyhine dedikodu yapmamaları, iftira etmemeleri, ön yargılarla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
birbirlerini töhmet altında bırakmamaları, birbirlerinin hatalarını açıklayıp
yaymamaları hatırlatılmaktadır (Hucurât/49: 1-15).
İslam bilginleri, Peygamber Efendimize "Yaşayan Kur'an" demişlerdir.
Dolayısıyla o, Kur'an'da işaret edilen kardeşliği, birlik ve beraberliği Müslümanlar
arasında gerçekleştirmeye çok çalışmıştır. Ona göre nasıl ki, insanın organlarından
biri rahatsızlandığı zaman diğer organlar da o ağrıyı hissederse Müslümanlar da
birbirlerinin dertleriyle, sıkıntılarıyla ilgilenmelidirler (Buhârî, Edeb: 27; Müslim,
Birr, 66). Peygamber Efendimiz, din kardeşlerinin birbirlerine destek olmalarını bir
duvarı sağlamca tutan örülmüş tuğlalara ve birbirine kenetlenmiş sağlam binalara
da benzetir (Buhârî, Edeb, 36; Müslim, Birr: 65) ve Müslümanlara birlik hâlinde
olmalarını, ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmalarını tavsiye eder(Tirmizî, Fiten: 7).
Müslümanlar, birbirlerine kin tutmamalı, haset etmemeli, sırt çevirmemeli,
ilgiyi kesmemelidirler. Din kardeşleri arasındaki ilişkilerde barış üzere olmak
esastır; kin, haset, kovuculuk, gıybet gibi şeylere yer yoktur. Temel gaye, toplumun
birliği, sosyal hayatın huzur ve barışı olmalıdır. Peygamber Efendimiz, "Mümin
olmadıkça cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman
etmiş olmazsınız" buyurmuş (Müslim, iman, 93), Müslüman ve mümini şöyle tarif
etmiştir: "Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu; mümin ise,
insanların, canları ve malları hususunda kendisinden güvende olduğu kimsedir."
(Tirmizî, iman: 12; Nesâî, iman: 8)
Peygamber Efendimiz, hicretten sonra Medine'de İslam toplumunda barışı
tesis için gayret göstermiştir. Bu amaçla ilkönce Müslümanlar arasında
selamlaşmayı yaygınlaştırmış, muhtaçlara yardımcı olmayı tavsiye etmiş, akraba ve
komşularla ilgilenmek gereğini vurgulamış, bu hizmetlerin ibadetle olgunluk
kazanacağına işaret etmiştir.
Peygamber Efendimiz, "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse,
akrabasını görüp gözetsin" (Buhârî, İlim: 37; Müslim, iman: 74-77) sözleriyle akraba
ile ilgilenmenin önemini vurgulamıştır. Kur'an'da da akrabalık bağlarını kesmenin
yanlışlığına ve komşulara iyiliğin önemine dair ayetler mevcuttur (Ra'd/13: 21-22;
en-Nisa/4: 36).
Allah Resulü (s), toplumun birliğini sadece ilke bazında ele almakla kalmamış,
bu ilkeleri pratiğe yansıtacak kurumları da oluşturmuştur. Bunların başında camiler
gelir. Hz. Peygamber, hicret yolculuğunun nihayetinde henüz Medine'ye girmeden
Kubâ'da birkaç gün içinde İslam tarihinin beş vakit açık ilk mescidini yapmıştır.
Daha sonra Mescid-i Nebevî'yi inşa etmiş, bitişiğine de Suffe Okulu'nu yaparak
hizmete açmıştır. Böylece iç huzuru, camide yan yana saf tutan Müslümanların
birliğiyle görünür hâle getirmiş, Suffe Okulu'nda eğittiği öğrencilerle söz konusu
birliği pekiştirmiştir. Bununla birlikte Peygamberimiz, Muhacirlerle Ensar arasında
sosyal birliği sağlama adına kardeşlik kurmuştur. Buna göre, Ensar Muhacirlere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ekonomik alanda destek verirken, Muhacirler de onlara sabır ve fedakârlık
tecrübelerini aktarmışlardır.
Resulullâh (s), Müslümanlar arasında kurulmuş olan barışın bozulmasına asla
izin vermemiş, barışı bozabilecek herhangi bir tartışma meydana geldiğinde hemen
müdâhale etmiştir. Örnek vermek gerekirse, aralarındaki tartışma esnasında Bilâl-i
Habeşî'yi "Kara kadının oğlu!" diye küçük gören bir sahabiyi, "Ben aranızda iken
hâlâ mı Cahiliye gayreti güdüyorsun?" diye uyarmış, bunun üzerine o sahâbi,
Bilâl'den özür dilemiştir. Benzer şekilde Kubâ’lılar arasında bir kavga çıktığını duyan
Peygamberimiz, hemen bir ata binip oraya ulaşmış ve ikindi namazının vakti biraz
gecikse de kavga edenleri barıştırmadan Medine'ye dönmemiştir.
Ashab-ı Kirâm'dan bir zat, Müslümanlar arasındaki dayanışmanın korunması
hususunda ilginç bir olay anlatıyor: “Bir gün birkaç sahabi Peygamberimizin
huzurunda otururken âniden Hz. Ebubekir bir telaş içinde gelir. Peygamberimiz,
onun, biriyle çekiştiğini tahmin eder. Sebebini sorduğunda Hz. Ebubekir, Ömer'le
arasında bir tartışma yaşandığını, kendisinin biraz ileri gittiğini ve özür dilediğini
söyler. Bunun üzerine Resulullâh (s), onun için Allah'tan mağfiret diler. Aynı anda
Hz. Ömer de pişmanlık duyarak özür dilemek üzere Hz. Ebubekir'i aramaya koyulur
ve Peygamberimizin huzuruna gelir. Bu esnada Peygamberimizin yüz ifadesinin
değiştiğini fark eden Hz. Ebubekir, onun, Ömer'i azarlamasından endişe duyarak bu
işte kendisinin daha ileri gittiğini ısrarla belirtir. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
orada bulunan herkese hitap ederek, peygamberlikle görevlendirildiği ilk günlerde
kimi davet ettiyse şüphe ve itirazla karşılaştığını, hiçbir endişe taşımaksızın ilk iman
edenin Ebubekir olduğunu söyler, ardından da, "Şimdi ashabım! Siz bu aziz
dostumu, bu nisbetiyle ve özelliğiyle bana bırakırsınız değil mi?" (Buhârî, Fedâilü
Ashabi'n-Nebî: 5, 13) diyerek onun Müslümanların birliği ve huzuru adına
gösterdiği fedakârlık ve gayreti takdir eder.
Fiziki Çevreye Duyarlılığı
Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti, sadece insanlarla sınırlı
değildi. O, aynı zamanda fiziki çevrenin korunması ve yaşatılmasına da önem
vermiştir. Bu anlamda Müslümanlarda sürekli çevre bilinci uyandırmayı
hedeflemiştir. Nitekim kuru ve çorak bir araziyi işe yarar hâle getirene Allah'ın
mükâfat vereceğini, insan ve hayvanlar ondan yararlandıkça araziyi verimli hâle
getirene sadaka sevabı yazılacağını müjdelemiştir. Buna karşılık bir serçeyi haksız
yere öldürenden kıyamet gününde Yüce Allah'ın hesap soracağını haber vermiştir.
Hayvan haklarının gözetilmesine işaret eden Peygamberimiz, çölde giderken
susuz bir köpeğe su veren kişinin cenneti kazandığını, aç-susuz bırakılarak ölüme
terk edilen bir kedi yüzünden de bunu yapanın cehennemlik olduğunu bildirmiştir.
Peygamber Efendimiz, yolculuk sırasında ibadet için mola verdiğinde, ilk önce
hayvanların yükünü indirir, istirahatlarını sağlar, ibadetini ise sonra yapardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hz. Peygamber, çevre temizliği ve insan sağlığı için Müslümanlardan,
evlerinin etrafını, sokakları, park-bahçe gibi dinlenme yerlerini temiz tutmalarını
istemiştir. Peygamberimizin öğretilerine ve uygulamalarına göre Müslüman, çevre
dostudur, ona asla zarar vermez.
Resul-i Ekrem, Medine'de bazı bölgeleri herkesin yararlanacağı park alanı
ilan etmiş, buradaki tüm canlıları şu sözleriyle koruma altına aldığını açıklamıştır:
"Ya Rabbi! İbrahim Peygamber'in Mekke'yi haram (korumaya alınmış
yeşil alan) kıldığı gibi ben de Medine'yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası
haram bölgesidir; ağaçları kesilmez, ağaçların yaprakları koparılmaz, otları
yolunmaz, hayvanları avlanmaz!"
Peygamberimiz, benzer şekilde Tâif şehri için önem taşıyan Vecc Vadisi'ni de
korumaya almıştır. Bu gibi mekânlarda mecburiyet olmadıkça ağaç kesilmesini
yasaklamış, kesilmek zorunda kalınırsa yerine bir ağaç dikme ilkesini insanlara
benimsetmiştir.
SİYASÎ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ
Yönetimin Oluşumu
Hz. Peygamber’in hayatında iki dönem vardır. Biri Mekke dönemi, diğeri de
Medine dönemidir. Mekke dönemi, Medine dönemi için bir hazırlık safhasıdır. Hz.
Peygamber Mekke'de 610 yılı Ramazan ayında peygamberlikle görevlendirildiği
andan Medine'ye hicret edinceye kadar Mekke şehir devletinin çeşitli engelleriyle
karşılaştı. Müslümanlara yapılan eziyet ve işkenceler bir yana, bi'setin yedinci
yılında Müslümanlar aleyhine üç yıl boyunca ekonomik ve sosyal boykot kararı
almış olmaları, 10. yılında Tâif'ten dönerken Hz. Peygamber'i müşrik olan Mutim b.
Adiy’in himayesinde şehre girmeye mecbur bırakmaları ve 13. yılında Hz.
Peygamber hakkında ölüm kararı almış olmaları, Mekke şehir devletinin siyasi
gücünü Müslümanlar aleyhine kullandıklanı açıkça ortaya koyar. Hz. Peygamber de
buna karşılık tebliğin başarıya ulaşması için siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duydu.
Bunun ilk adımı Akabe biatlarıyla atıldı. Bu amaçla Hz. Peygamber, ikinci Akabe
biatında dokuzu Hazrec'ten, üçü de Evs'ten olmak üzere oniki kişiyi hicretten sonra
Medine'de oluşturacağı siyasi organizasyonun ilk temsilcileri olarak tayin etti. Bu
oniki kişden biri olan Es’ad b. Zürâre’yi de teşkilatın başkanı olarak tayin etti.
Böylece teşkilatlanmada ilk adım atılmış oldu.
Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke'den Medine'ye hicret edince henüz şehre
girmeden Kubâ'da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü olarak ilk
mescidi bina etti. Sâlim b. Avf oğulları yurdundan geçerken Rânûna vadisinin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ortasına varıldığında Hz. Peygamber, Müslümanların birliğini temsilen ilk Cuma
hutbesini okudu ve namazı kıldırdı. Hicretin tamamlanmasından sonra da
Muhacirlerle Ensar arasında kardeşliği kurmak suretiyle ilk Müslüman toplumu ve
siyasi birliği oluşturmuş oldu.
Bunun ardından Hz. Peygamber, Müslümanlar dışında şehrin sakinleri olan
Yahudi ve başka inanç sahiplerini de adalet ve insaf ölçülerinde kapsayacak hukukî
bir metin ortaya koydu. Medine Vesikası adı verilen bu metinde karşılıklı ilişkiler,
görev, sorumluluk ve haklar açık bir şekilde belirlenmişti.
Bu şekilde ortaya çıkan teşkilatlanmanın kaynağı, Kur'an ve onun uygulayıcısı
durumunda olan Hz. Peygamber'di. Kurulmakta olan yönetimin amacı, yeryüzünde
düzen ve huzurun, Hakk'a teslimiyet ve hukukun üstünlüğüyle adaletin sağlanması
idi. Bunun için, sosyal hayatı ayakta tutacak tüm hukukî ve ahlaki değerlerin
korunması, iyiliğin yayılması, kötülüğün önlenmesi, danışma (müşâvere), sosyal
adaletin gerçekleştirilmesi, devletler arası ilişkilerin kurulması, din ve vicdan
hürriyeti, ehliyet ve liyakata önem verilmesi yönetimin temel ilkeleri olmuştur.
Hz. Peygamber, kurduğu yönetimle asayiş ve güvenliği sağlamış, ekonomik
hayatın temellerini atmış, eğitim öğretimi planlamış, zekât, cizye, öşür gelirlerinin
ve vergilerin toplanması için görevliler, mülki yönetim için valiler, hukukla ilgili
meseleler için hâkimler, ilmi ve dini yaymak için öğretmenler, resmî yazışmaları
yürütmek için kâtipler, askerin sevk ve idaresi için komutanlar görevlendirmiştir.
Hz. Peygamber, Başta Necran Hristiyanları olmak üzere gayrimüslim
zimmîlerle yaptığı anlaşmalarda onlara can ve mal güvenliğiyle din ve vicdan
özgürlüğü tanımıştır. Diplomasiye önem vermiş, özellikle Hudeybiye Barışı'ndan
sonra komşu devlet başkanlarına ve önemli kabile reislerine elçiler ve mektuplar
göndererek iyi ilişkiler kurmayı amaçlamıştır.
Bürokrasi
Peygamber Efendimizin yönetim ilkelerinden biri de halkın işlerinin hızla ve
kolaylıkla yürütülmesidir. Bunun için "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz,
nefret ettirmeyiniz!" talimatını vermiştir (Buhârî, İlim: 11; Müslim, Cihâd: 51).
Kamu görevlilerinin uygulamalarıyla ilgili olarak Peygamberimizin yaptığı bir dua bu
açıdan mühimdir:
"Allahım! Her kim Müslüman toplumun bir işini üstlenir de güçlük
çıkarırsa sen de ona meşakkat ver! Her kim de merhametle davranıp kolaylık
gösterirse sen de ona merhamet et!" (Müslim, İmâre: 19).
Hz. Peygamber'e göre halka ait işlerin yürütülmesi, sosyal bir sorumluluktur.
Dolayısıyla görevliler, bu yükümlülüğün gereğini yerine getirecek bilgi ve ehliyete
sahip olmalıdırlar. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’an-ı Kerim'de yer alan "emanetlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ehline verilmesi" (Nisâ/4: 58) prensibini kamu görevlerinde önemle uygulamış ve
"İş, ehil olmayana verildi mi kıyameti bekle!" buyurmuştur (Müslim, İmâre: 16).
Allah Resulü, aynı şekilde kamu görevi için aşırı istekli olmayı uygun bulmamıştır.
Çünkü ona göre ihtiras, kişinin görevini kötüye kullanmasına, rüşvete ve adam
kayırmaya yol açabilirdi. Bu hususta şu talimatı vermiştir:
"Bir devlet görevini ısrarla istemeyiniz. Zira ısrar ettiğin göreve
getirilirsen, işin yürütülmesi esnasındaki yetersizliğinden dolayı sorumlu
tutulursun. Şayet böyle bir görev ısrarın dışında sana verilirse yardım ve destek
görürsün!" (Müslim, İmâre: 13; Ebû Dâvûd, İmâre: 2).
Hz. Peygamber, devletin çeşitli işleri için tayin ettiği memurlarına, aile
fertleriyle birlikte geçinebileceği bir maaş, barınabileceği bir ev, iş yerine gidip
gelebileceği bir binek tahsis ediyordu. Memurun, bunun dışında alacağı hediyeyi
bile bir çeşit rüşvet sayıyor, en küçük bir devlet malını şahsi işinde kullanmayı
hıyanet ve hırsızlık olarak değerlendiriyordu.
Ekonomik Hayat
Hz. Peygamber, kişisel kazanca önem verirdi. Bu sebeple hicretten sonra
Medine'de Müslümanlar için alışveriş merkezi kurarak çalışma hayatının
temellerini attı; iş hayatı, işveren, işçi, esnaf, tüketici, hububat ve meyve üreticisi
ve ticari ortaklığa dair çeşitli düzenlemeler yaptı. Alışverişte güvenliğin sağlanması
için denetçiler görevlendirdi, kendisi de denetlemeler yapardı. Bir defasında hileli
satış yapmaya çalışan birini, "Alışverişte Müslümanları kandırmayınız. Aldatan,
bizden değildir" diyerek uyarmıştır (Müslim, İman: 10). Zaman zaman
Müslümanların alışveriş yaptıkları mekânları ziyaret edip ölçü ve tartı aletlerinin
başına geçerek ticarette dürüstlüğün önemini vurgular, böyle davrananların
cenenette peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraber olacağını söylerdi (Tirmizî,
Büyû’: 4). Hz. Peygamber, alışverişte güven ortamının yaygınlaşmasına önem
verirdi. Pazarda bir Müslümanın kesinlik kazanan alışverişini bozacak tarzda
yeniden pazarlık yapılmasını, üreticinin malını pazara intikal ettirmeden önce hile
ile ucuza kapatılmasını, karaborsacılığı, satılan malın kusurlarının gizlenmesini,
gereğinden fazla abartı ile övülmesini, yalan yere yeminle malın sürümünün
artırılmak istenmesini doğru bulmazdı.
Hz. Peygamber, zenginlerin dinî, sosyal, mali sorumluluklarının gereğini
yerine getirmelerini isterdi. Darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet verilmesini
tavsiye eder, ribâ (faiz) ile borç alıp vermeyi kesinlikle yasaklardı. Çünkü Kur’an-ı
Kerim'de ribâ kesin bir dille yasaklanmıştır (Bakara/2: 279; Âl-i İmrân/3: 130).
Hz. Peygamber döneminde beytülmal (hazine) gelirlerini humus denilen
ganimetin beşte biri, Müslümanlarla anlaşmalı olan gayrimüslimlerden can, mal
güvencesi ve inanç hürriyetinin sağlanmasına karşı belirli kurallara göre alınan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
cizye, Müslümanlardan alınan zekât ve toprak mahsullerinin zekâtı olarak bilinen
öşür oluştururdu. Bunlar amil denilen vergi memurları tarafından toplanırdı. Bazen
bu görevi valiler de yapardı. Toplanan vergiler, Kur'an ve Sünnet ölçülerine göre
sarf olunurdu.
Askeri Hayat
İslam’da esas olan barıştır. İslam, bütün insanların barış içinde yaşamalarını
esas alır ve müminleri hep birden barışa davet eder (Nisâ/4: 128; Bakara/2: 208).
Savaş arızî ve geçici bir durumdur. İslam’da,Temel hak ve özgürlükler engellendiği
takdirde savaşa izin verilmiştir. Anarşiye, karışıklığa, kargaşaya, hiçbir zaman izin
verilmemiştir. Mekke döneminde müşriklerin baskısından bunalan Müslümanlar,
peygamberimize gelerek onlara karşılık vermek istemişler, ancak Peygamber
Efendimiz savaşa izin verilmediğini bildirerek sabır tavsiyesinde bulunmuştur .
Mekke’den Medine’ye hicret edildikten ve devlet kurulduktan sonra savaşa izin
verilmiştir. Hudeybiye musâlahasına kadar olan savaşlar savunma savaşlarıdır,
ondan sonra cereyan eden savaşlar da İslam’ı ve İslam devletini koruma altına
almak için yapılmış savaşladır. Hz. Peygamber’in savaşlarında güdülen gaye ve
hedef, düşmanları yok etmek değil; onları İslam ile buluşturmak ve hidayetlerine
vesile olmaktır. Bizans İmparatorluğuna karşı yapılan Mûte ve Tebük savaşları
hariç, Hz. Peygamber’in katıldığı bütün savaşlarda bu hedefe ulaşılmıştır.
Hz. Peygamber, insanları ve insanlığı imhâ için değil, ihyâ için gönderilmiş bir
peygamberdir. Yüce Allah, O’nu alemlere rahmet olarak göndermiştir (Enbiyâ/21:
107). Dünya ve ahiret adına her şeyi kendisinden öğrendiğimiz sevgili
Peygamberimiz, savaşın nasıl yapılacağını bile bize öğretmiştir. Hem de tatbikatını
yaparak öğretmiştir. Katıldığı savaşlarda zâyiâtın fazla olmaması için komutanlarına
ve askerlerine şu emirleri vermiştir:
 Kadınları öldürmeyiniz,
 Çocukları öldürmeyiniz,
 Çok yaşlı olanları öldürmeyiniz,
 Din adamlarını öldürmeyiniz,
 Geri hizmette çalışan işçileri ve himetçileri öldürmeyiniz,
 Mâmur (bayındır) yerleri tahrip etmeyiniz,
 Ekili araziye zarar vermeyiniz,
 Mabedleri (tapınakları) yıkmayınız,
 Öldürmek mecburiyetinde kaldığınız insanı bir hamlede öldürünüz.
 Müsle yapmayınız (öldürmek mecburiyetinde kaldığınız insanın organlarını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
vücudundan ayırmayınız).
Hz. Peygamber Efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ben, rahmet peygamberiyim; ben, savaş peygamberiyim” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV,395).
Hz. Peygamber, savaşlarında bile rahmet olan bir peygamberdir. O, hiç
kimsenin evini, ocağını ve yuvasını yıkmamıştır. Kadınları ve çocukları
öldürmemiştir. Askerlerine, mecbur kalmadıkça düşmandan kimseyi
öldürmemelerini emretmiştir. Bu sebepten dolayı az zayiatla çok büyük neticeler
elde etmiştir. Dünyanın, bugün bile Hz. Peygamber’den öğreneceği çok şey vardır.
Hz. Peygamber,Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra başlattığı askeri
faaliyetlerini vefatına kadar devam ettirdi. Bilindiği gibi bizzat Hz. Peygamber’in
katıldığı savaşlara gaza, katılmadıklarına da seriyye adı verilirdi. Hicretten vefatına
kadar olan on yıllık zaman zarfında Medine’den çıkan 120 askeri hareket
neticesinde Müslümanlardan 340, düşman birliklerinden ise yaklaşık 800 olmak
üzere toplam 1200 kadar insan hayatını kaybetmişti. Bu rakamlar gösteriyor ki , Hz.
Peygamber’in hedefi kan dökmek değil,insanları İslam’la buluşturmaktır.O, bu
hedefe varmak için savaşı bile barışa çevirebilecek taktikler ve stratejiler kullandı.
Birçok yeri cephe açmadan aldı, birçok kabilenin gönlünü dostlukla fethetti.
Siyaset,diplomasi ve istihbaratı birleştirerek çok kere silah kullanmadan hedefine
ulaştı. Vefat ederken geriye bıraktığı Arap yarımadası,az zayiatla elde edilmiş
büyükbir toprak parçasıdır.
Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin katıldığı yirmi dokuz savaştan on altı
tanesinde fiilî çatışma çıkmış, bunlarda Müslümanlardan 135 şehid verilirken
düşman saflarından da 335 kişi hayatını kaybetmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
•Hz. Peygamber, ilk evliliğini yirmi beş yaşına geldiğinde dul bir kadın
olan Hz. Hatice ile yaptı. Bu evlilik yirmi beş yıl sürdü. Hz. Peygamber’in
bu evlilikten ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. İlk
çocuklarına Kâsım ismini verdikleri için kendisi de Ebul-Kâsım künyesi
ile anıldı. Oğulları Kâsım ve Abdullah, küçük yaşlarda vefat ettiler.
Kızlarından Zeyneb, Mekke döneminde teyzesinin oğlu Ebul-Âs ile
evlendi; 8/630 yılında Medine’de vefat etti. Rukıye de Mekke
döneminde Hz. Osman ile evlendi. Bedir savaşının hazırlıkları yapılırken
hastalanan Rukıye, zafer haberi Medine’ye geldiğinde (2/624) vefat
etmişti. Bu sefer Hz. Osman, Ümmü Gülsüm ile evlendi. Oda 9/631
yılında Medine’de vefat etti. Hz. Peygamber, en küçük kızı Fâtıma’yı
2/624 yılında Hz. Ali ile evlendirdi. Ümmü Gülsüm’ün çocuğu olmadı.
Rukıye ve Zeyneb’in çocuklarının da soyu devam etmedi. Hz.
Peygamber’in soyu kızı Fâtıma kanalıyla devam etti. Bilindiği gibi Mısırlı
Mâriye’den olan oğlu İbrahim de küçük yaşta vefat etmişti.
•Hz. Peygamber, ilk eşi Hz. Hatice vefat edinceye kadar ikinci bir evlilik
yapmadı. Hz. Hatice vefat ettiğinde Hz. Peygamber elli yaşındaydı.
Diğer hanımlarıyla olan evliliklerini bu yaştan sonra yaptı. İkinci evliliğini
Hicretten önce Mekke’de yaşlı bir hanım olan Hz. Sevde ile yaptı. Hz.
Âişe ve diğer hanımlarıyla Medine’de evlendi. Hz. Peygamber’in bâkire
olarak evlendiği tek eşi Hz. Âişe’dir. Evlendiği hanımlar içerisinde
önceki eşlerinden çocuk sahibi olanlar ise, Hz. Hatice, Hz. Ümmü
Seleme ve Hz. Ümmü Habibe’dir. Hz. Peygamber, onların çocuklarına
çok iyi baktı ve yaşları gelince kendilerini evlendirdi, yuvalarını kurdu.
•Hz. Peygamber’in, hanımları, çocukları, torunları ve hanımlarının
yakınları ile çok güzel bir geçimi vardı. Hanımlarına değer verir,
çocuklarını ve torunlarını çok severdi. Her biri ile dini, sosyal ve siyasal
bir gerekçe ile evlendiği hanımlarının yakınlarına da ayrı bir değer verir
ve onlarla güzel diyaloğlar kurardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
•Hz. Peygamber, hem dış görünüş itibariyle hem de ahlak itibariyle
insanların en mükemmeliydi. Ahlak ve şemail bakımından eşsizdi.
Görenleri etkileyen tatlı bir fiziki görüntüsü ve herkese örnek olacak
üstün bir ahlakı vardı. Dış görünüşü güzel olan Hz. Peygamber’in iç
dünyası da güzeldi. Rabbine çok ibadet eden takva sahibi bir kuldu.
Alçak gönüllü, güvenilir, yumuşak huylu, sabırlı ve devamlı şükreden
bir kuldu. Şefkat ve merhamet sahibiydi. Hoşgörüsü ile herkesin
kalbini kazanmıştı.
•Hz. Peygamber, azim ve cesaret sahibi bir liderdi. Doğruluk ve
güvenilirlik O’nun ayrılmaz vasıflarındandı. Cömertti, daima verirdi.
Toplumun her kesimiyle iyi ilşkileri vardı. Kendisine yapılan iyiliği
unutmazdı, vefalıydı. Çok geniş bi çevresi vardı. Çok evliliklerinin
hedeflerinden biri de buydu. Evinde, mescidinde ve çevresinde
temizliğe dikkat ederdi. Fizikî çevrenin korunmasına düşkündü.
•Hz. Peygamber, dünyanın gördüğü eşsiz bir liderdi. O,Siyasi, ictimai ve
askeri yönden bir dâhiydi. Hicretten sonra Medine’de güçlü bir devlet
ve iyi bir yönetim kudu. Bürokraside görev verdiklerini ehil olanlardan
seçti. Tayin ettiği komutanların hepsi başarılı oldu. Düşmanlarından
hiçbir zaman korkmadı. Onlarla yaptığı savaşlarda adil olmayı elden
bırakmadı. Eşi bulunmaz bir lider, gerçek bir devlet reisiydi.
Rabbimizin buyurduğu gibi “Âlemlere rahmetti.” Unutmayalım ki,
insanlığın bugün ve kıyamete kadar her gün O’ndan öğreneceği çok
şey vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Hz. Peygamber’in ilk eşi ve altı çocuğunun annesinin adı nedir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Hz. Âişe
b) Hz. Hafsa
c) Hz. Hatice
d) Hz. Mâriye
e) Hz. Safiye
2. Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerinden baseden ilim dalının adı nedir?
a) Delâil
b) Siyer
c) Hilye
d) Şemail
e) Hadis
5. Aşağıdaki özelliklerden hangisi Hz. Peygamber’de bulunmazdı?
a) Hilim, sabır, şükür.
b) Cömetlik, vefakârlık, duyarlılık.
c) Sadakat, emanet, fetanet.
d) Acelecilik, cimrilik, kibirlilik.
e) Adalet, ihsan, takva.
7. Hz. Peygamber’in, hakkında “Şayet sağ olsaydı ve benden Bedir esirlerinin
serbest bırakılmasını isteseydi, fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım.”
dediği şahıs kimdir?
a) Mut’im bin Adiy
b) Adiy bin Hatem
c) Cübeyr bin Mut’im
d) Ebu Leheb
e) Ebu Cehil
9. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in savaş öncesinde verdiği emirlerden
biri değildir?
a) Çocukları öldürmeyiniz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
b) Kadınları öldürmeyiniz.
c) Din adamlarını öldürmeyiniz.
d) Çok yaşlıları öldürmeyiniz.
e) Müsle yapınız.
Cevap Anahtarı:
1. c 2.d 3.d 4.a 5.e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı
Saadette İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006.
Algül, Hüseyin, Peygamberimizin Şemaili, Ahlak ve Âdâbı, İstanbul 2010.
Algül, Hüseyin, Sevgi ve Rahmet Peygamberi, Bursa 2007.
Apak, Apak, Hz. Peygamber'in Etrafındaki Çocuklar ve Gençler, Bursa 2009.
Avcı, Casim, Muhammedü'l-Emîn - Hz. Muhammed'in Peygamberlik Öncesi Hayatı,
İstanbul 2008.
Çelik, Ömer-Öztürk, Mustafa-Kaya, Murat, Üsve-i Hasene, İstanbul 2004.
Çetin, Abdurahman, Örneklerle Peygamberimiz, İstanbul 2007.
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1990.
Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, çeviren: Salih Tuğ, İstanbul
1972.
Kandemir, M. Yaşar, Hayatımıza Peygamber Modeli, İstanbul 2005.
Karakılıç, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Eşsiz Ahlakı, Ankara 2006.
Kazıcı, Ziya, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Eşleri ve Aile Hayatı, İstanbul 1991.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003.
Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul 1992.
Savaş, Rıza, "Asr-ı Saâdet'te Hz. Peygamber'in Aile Hayatı ve Evlilikleri", Bütün
Yönleriyle Asr-ı Saâdet'te İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006.
TDV İslam Ansiklopedisi'nin "Hilye", "Şemail", "Cihad", "Gazve", "Muhammed"
maddeleri.
Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemaili, İstanbul 2005.
Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Download