Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 11/124 saldırmadan Perge'ye döndü. Büyük İskender'in Gordion'da Parmenion'un yönetiminde ordusunun diğer bölümü vardı. Her ikisinin buluşma yeri Gordion olarak kararlaştırılmıştı. Büyük İskender'in generallerinden Ptolemaios'un raporlarından faydalanarak bir kitap oluşturan Arian, “Yolu Termessos üzerinden geçiyordu” diyor. Frigya'ya geçmek isteyen Büyük İskender için bu yol ne kolay, ne de kısa idi ve ayrıca Termessoslular tarafından kapatılan tehlikeli geçitlerden biri olan Yenice Boğazı'nı geçmekte direndi. Acaba Büyük İskender bugünkü Burdur'a giden antik yolu niçin tercih etmemişti? ‘Büyük İskender'in İzinde” adlı kitabı yazan Freya Stark da bu duruma şaştığını, ancak Termessos'un soygunculuklarından çok rahatsız olan ve ele geçirilmesini isteyen Pergeliler tarafından Büyük İskender'in bu yanlış yola sevk edildiğini yazmaktadır. Arian'dan, Büyük İskender'in geçitteki alt savunma yerlerini ele geçirerek kenti almayı düşündüğü sırada, Selge'den bazı elçilerin gelerek ona dostluklarını bildirdiklerini öğreniyoruz. Ancak onların Büyük İskender'e ne anlattığı konusunda bilgi yok. Büyük bir olasılıkla, yanlış yolda olduklarına dikkatlerini çekmiş olmalı ki, Büyük İskender kenti almaktan vazgeçerek doğru Sagalassos'a ilerledi. Bu arada Büyük İskender'in -akla yakın olarak- kenti ele geçirmek istediği ve bunu başaramadığı duyumlarını da dikkate almak gerekir. Bu bölge, İ. Ö. 323'te Büyük İskender'in genç yaşta ölümü ile ortaya çıkan ve geniş bir imparatorluğu parçalamak yolunu izleyen generallerinden Antigonos'un yönetimi altına geçmiştir. Fakat Antigonos'un yenilgisi ve ölümü ile sonuçlanan İpsos Savaşı'ndan sonra (İ. Ö. 301) Antalya bölgesi Selevkoslar'ın Asya Krallığı ile Ptolemaislar arasında sık sık el değiştiren bir bölge olmuştur. Suriye Kralı III. Antichios'un Romalılar tarafından yenilmesiyle İ. Ö. 189 yılında Romalı komutanlardan Manilius Pamfilya'ya gelmiş ve bazı kentlerden haraç almıştır. 188 yılında imzalanan Apameia (Dinar) Barış Antlaşması'ndan sonra bu bölgenin, Roma'nın yandaşı Bergama Krallığı'na bırakılıp bırakılmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ancak bir süre sonra Pamfilya'nın batısı (bugünkü Antalya Kenti) Bergama Kralı Il. Attalos tarafından ele geçirilmiştir. Bazı kaynaklar Manisa Savaşı'ndan sonra Pu parçalamak yolunu izleyen generallerinden Antigonos'un yönetimi altına geçmiştir. Fakat Antigonos'un yenilgisi ve ölümü ile sonuçlanan İpsos Savaşı'ndan sonra (İ. Ö. 301) Antalya bölgesi Selevkoslar'ın Asya Krallığı ile Ptolemaislar arasında sık sık el değiştiren bir bölge olmuştur. Suriye Kralı III. Antichios'un Romalılar tarafından yenilmesiyle İ. Ö. 189 yılında Romalı komutanlardan Manilius Pamfilya'ya gelmiş ve bazı kentlerden haraç almıştır. 188 yılında imzalanan Apameia (Dinar) Barış Antlaşması'ndan sonra bu bölgenin, Roma'nın yandaşı Bergama Krallığı'na bırakılıp bırakılmadığı kesin olarak bilinmiyor. Ancak bir süre sonra Pamfilya'nın batısı (bugünkü Antalya Kenti) Bergama Kralı Il. Attalos tarafından ele geçirilmiştir. Bazı kaynaklar Manisa Savaşı'ndan sonra Pisidya Bölgesi'nin de Bergama Kralı Eumenes'e bırakıldığını bildırmektedir. Fakat çok kuvvetli ve savaşçı olan Pisidya kentlerinden Selge'nin bu yönetim değişikliğini kabul etmediğini ve Il. Attalos'un İ. Ö. 158 yılında Selge'ye başarısız bir saldırıda bulunduğu bilinmektedir. Ne var ki, Il. Attalos'un dikkatli bir politika yürütmesi gerekiyordu. Çünkü egemenliklerini bir zamanlar Manilius'tan para karşılığında satın almış bulunan kentler Roma'nın koruyuculuğu altında idi. Bu nedenledir ki, Il. Attalos Romalılar için önemli bir liman kenti olan Side'yi almaya cesaret edemedi ve kendi adıyla adlandırdığı -bugünkü Antalya- yeni bir liman kenti kurmak zorunda kaldı. Son Bergama Kralı Il. Attalos İ. Ö. 133'te çocuksuz ölünce, Bergama Krallığı “vasiyet” yoluyla Roma'ya geçti. İ. Ö. 129'da Küçük Asya Eyaleti'nin kurulmasından sonra Pamfilya'nın, bu eyaletin yönetimine katıldığı bilinmektedir. Böylece bu bölgenin, gittikçe büyüyen deniz korsanlarının, Roma'nın yararlarına karşı çıktığı günlere kadar özerk bir bölge olarak bırakıldığı sanılmaktadır. Kaynak: http://www. antalya. bel. tr/tr/kent_profili/tarihce. cfm?tanitimId=849 SİDE: Antalya-Alanya karayolunun 72. km'sinden güneye dönen yol 6 km sonra günümüzün en tanınan turizm merkezlerinden Side'ye ulaştırır. Side güncelliğini şüphesiz 1947 yılında İstanbul Üniversitesi'nden merhum Prof. Dr. Arif Müfit Mansel ve ekibince aralıklarla sürdürülen kazı ve onarımlarla günışığına çıkan Roma imparatorluğu kalıntılarına borçludur. Side'nin Akdeniz'e uzanan küçük bir yarımada üzerinde İ. Ö. 7. yüzyılda batı anadoluda yaşayan Kymeliler (Bugünkü Aliağa) tarafından kurulduğu söylenir. Ancak şehri kurdukları iddia edilen Kymeliler zamanla kendilerini unutarak Side dilini kullanmaya başlamaları kuruculuktan çok güneye göçü ve yerli halka karışımı işaret eder. Şehirde kullanılan yerel dile göre SİDE "Nar" anlamına gelmektedir ki "Nar" Anadolu'nun bereket sembollerinden olup Roma İmparatorluk dönemine dek şehrin sembolü olarak Side sikkelerinde kullanılmıştır. Şehrin tarihi kaderi bölgeninkinden farklı değildir. İ. Ö. 6. yy'da Lydia, 5. yy. 'da Pers, 4. yy'da İskender, ardından da Hellenistik krallıkların egemenlikleri izlenir. Şehrin en parlak dönemi İ. Ö. 1. yy. 'da Roma ile ilişkilerin kurulmasıyla başlar. Bu parlak dönem İ. S. 3. yy'a kadar sürer. Side bu dönemde hem Akdeniz'in en Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 12/124 önemli liman kenti ve en işlek esir pazarı, hem de kültür ve eğitim merkezi olmuş, bugün dahi ayakta olan görkemli yapılar bu dönemde inşa edilmiştir. Şehir önemini 5. yy. sonunda kaybetse de 1. yy'da tamamen terk edilene dek küçük bir Hristiyan kenti olarak hayatını sürdürmüştür. 10. yy'dan sonra gerek depremler gerekse savaşlar nedeniyle şehrin yanıp, halkının Antalya'ya göç ettiği anlatılmaktadır 10. yy Bizans tarihçileri Side'nin korsan yatağı olduğunu, Arap coğrafyacı İdrisi (1150) yangınlar sonucu terk edilen bu önemli liman kentinin halkı, Antalya'ya göçtüğünden "Yanık Antalya" olarak anıldığını söyler. Side'de son yoğun yerleşim 1895 yılında Girit adasından göçen Türkler tarafından gerçekleşmiştir. Kalıntılar üzerindeki Selimiye adlı balıkçı köyü bugünkü çekirdeğini oluşturmuştur. Bugün asfalt kaplı olan ve her iki yanında yer yer sütunlu galerinin izlenebildiği ana cadde, agora ve tiyatrodan sonra yarımadayı kat ederek limana ulaşır. Akdeniz'in en işlek limanlarından biri olan Side, bu yoğun işlerliğinden dolayı sık sık dolup kirlenmekteydi ki temizlenmesi şehirlilerce yürütülen zor işlerden biri kabul ediliyordu. Zamanla bu güçlük yörede bütün güç işler için kullanılan "Senin işin Side limanına dönmüş" özdeyişi halini almıştır. Agoranın karşısındaki onarılmış hamam kompleksi günümüzde Side Müzesi olarak kullanılmakta, kazılarda ele geçmiş tüm buluntular değişik mekanlarında sergilenmektedir. Side Tiyatrosu tipik Roma devri özellikleri gösterir. Yaklaşık 15. 000 kişilik kapasiteye sahip olup onarım çalışmaları devam etmektedir. Anıtsal girişin önünde küçük boyutta tiyatronun tanrısı Diansos'un tapınağı yer alır. Bugün alışveriş merkezi halini almış olan ana caddenin sonundaki limanın batısında yer alan iki tapınak şehrin en anıtsal Roma dönemi yapılarıdır. Kısa kenarlarında 6, uzun kenarlarında 11 sütunla çevrelenmiş olan tapınaklarından biri Athena, diğeri ise Apollon'a ait olup Apollon tapınağının 6 sütunu Prof. Dr. Jale İnan ve ekibinin inanılmaz gayretleri ile yeniden ayağa kaldırılmıştır. Tapınak alanı gerisindeki kemerli ve devşirme malzemeli kalıntılar ise Bizans dönemi bazilikasına aittir. Kaynak: http://www. varbak. com/side-tanitimi-ve-tarihi-yerleri-t30109. html?s=f4d19e650848efca978268285c4aaa81& ASPENDOS Köprüçay (Eurymedon) nehrinin yanında kurulmuş olan Aspendos, muhteşem antik anfi-tiyatrosuyla dünyaca tanınmaktadır. Yunan efsanesine göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Pamphylia’ya gelen kahraman Mopsos liderliğindeki Argive kolonicileri tarafından kurulmuştur. Aspendos bölgede kendi adına madeni para bastıran ilk şehirlerden biridir. Tarihi M. Ö. beşinci ve dördüncü yüzyıla uzanan bu gümüş sikkelerde şehrin adı yerel yazı ile Estwediiys olarak geçer. 1947’de yapılan Adana yakınındaki Karatepe kazılarında bulunan M. S. sekizinci yüzyılın sonlarına ait hem Hitit hiyeroglifi hem de Finike alfabesi ile kazılmış olan iki dildeki yazıt, Danunum (Adana) Kralı Asitawada’nın kendi isminden türetilmiş Azitawadda adında bir şehir kurduğunu ve kendisinin Muksas ya da Mopsus hanedanı üyesi olduğunu belirtir. “Estwediiys” ve “azitawaddi” isimleri arasındaki bu şaşırtıcı benzerlik Aspendos şehrinin Asitawada’nın kurduğu şehir olabileceğine işaret eder. Aspendos eski çağlarda politik bir güç olarak önemli rol oynamamıştır. Aspendos’un kolonileşme dönemindeki siyasi tarihi Pamphylia bölgesindeki akımlarla uyum sağlar. Bu eğilim ile Aspendos, kolonileşme döneminden sonra bir süre Likya egemenliği altında kalmıştır. Şehir, M. Ö. 546’da Pers hakimiyeti altına girmiştir. Aspendos’un bu dönemde de kendi adında parasını basmaya devam etmiş olması, şehrin Pers egemenliği altında bile oldukça özgür olduğunu gösterir. M. Ö. 467’de devlet adamı ve askeri komutan Cimon ve onun 200 gemiden oluşan filosu, ani bir saldırıyla Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin ağzında konuşlanan Pers donanmasını yok etmiştir. Cimon, Pers kara kuvvetlerini ezmek için, en iyi savaşçılarını daha önce ele geçirdiği tutsakların giysilerini giydirip kıyıya göndererek Persleri kandırdı. Persler bu adamları gördüklerinde onların düşman tarafından serbest bırakılan yurttaşlar olduğunu düşündüler ve kutlama şenlikleri düzenlediler. Bundan yararlanan Cimon, karaya çıkartma yaptı ve Persleri yok etti. Bundan sonra Aspendos, Attika-Delos Deniz Birliği’nin üyesi oldu. M. Ö. 411’de Persler şehri tekrar ele geçirdiler ve üs olarak kullandılar. Şehrin Peleponnes Savaşlarında kaybettiği prestijin bir kısmını yeniden kazanma çabası içindeki Atina komutanı, M. Ö. 389’da şehrin teslim olmasını garanti altına alabilmek için Aspendos kıyısına demir attı. Yeni bir savaş istemeyen Aspendos halkı aralarında para topladılar ve topladıkları parayı Atina komutanına vererek herhangi bir zarara meydan vermeden geri çekilmesi için yalvardılar. Komutan parayı aldığı halde, adamları bütün tarlalardaki ekinleri çiğneyerek Aspendosluları zarara uğrattı. Öfkelenen Aspendoslular komutanı çadırında bıçaklayarak öldürdüler. Büyük İskender Perge’yi ele geçirdikten sonra M. Ö. 333’te Aspendos’a girdiğinde, daha önce Pers kralına Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 13/124 haraç olarak çok sayıda at veren ve vergi ödeyen halk, İskender’in de bunları istememesini rica etmek için kendisine elçi gönderdi. Anlaşmaya varıldıktan sonra İskender teslim olan şehirde bir garnizon bırakarak Side’ye gitti. Sillyon üzerinden geri dönerken Aspendosluların kendi elçilerinin teklif ettiği anlaşmayı onaylamadıklarını ve kendilerini müdafaaya hazırlandıklarını öğrenen İskender, hemen şehre doğru ilerledi. İskender’in bölükleriyle geri döndüğünü görünce acropolis’e çekilen Aspendoslular yeniden barış sağlayabilmek için elçi gönderdiler. Ancak bu kez oldukça ağır koşulları kabul etmek zorunda kaldılar. Bu anlaşmaya göre, bir Makedon garnizonu şehirde kalacak ve yıllık vergi olarak 4000 atın yanı sıra 100 talent (daha çok altın ve gümüş için kullanılan, Attica’da (şimdiki Yunanistan) 6000 drahmi, Suriye ve Filistin’de 3000 şekel karşılığı ağırlık birimi) altın vereceklerdi. İskender’in ölümünden sonra devam eden savaşlarda dönüşümlü olarak Ptolemilerin ve Seleucidlerin kontrolü altına giren kent, daha sonra M. Ö. 133’e kadar Pergamum Krallığı’nın eline geçirmiştir. M. Ö. 79’da Cicero’nun davayı Roma senatosuna sunmasından önce, Cilicia konsey yardımcısı Gaius Verres’in tıpkı Perge’de yaptığı gibi Aspendos’u da yağmaladığını biliyoruz. Verres, halkın gözleri önünde tapınaklardaki ve meydanlardaki heykelleri almış ve onları at arabalarına yüklemiştir. Öyle ki Verres, kendi evinde bulunan Aspendos’un ünlü harpçı heykelini bile almıştır. Aspendos diğer Pamphylia şehirleri gibi en parlak dönemine M. S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda ulaşmıştır. Bugün hala bu bölgede görülebilen anıtsal mimarinin büyük bölümü bu altın çağda yapılmıştır. Şehir kıyıda olmasa da, Eurymedon (Köprüçay) Nehri’nin kenarında bulunması gemilerin şehre ulaşımını mümkün kılmıştır. Bu ulaşım imkanı, Aspendos’un arkasında yer alan verimli ova ve sık ormanla örtülü dağlarla birlikte şehrin gelişiminde belirleyici faktörler olmuştur. Şehirde dokunan altın ve gümüş işlemeli duvar halıları, limon ağacından yapılmış mobilyalar ve heykelcikler, yakındaki Kapria Gölü’nden elde edilen tuz, şarap ve özellikle Aspendos’un meşhur atları, Aspendosluların ihraç ettikleri ürünler arasında en başta gelenlerdir. Üzüm yetiştirmekle ve şarap tüccarlığı ile tanınmış olsalar da dini törenlerinde tanrılarına şarap sunmayan Aspendoslular, bunun sebebini “Eğer şarap yalnızca tanrılara ait olsaydı, kuşlar üzümleri yemeye cesaret edemezlerdi” diyerek açıklamışlardır. Tarihte adından söz ettiren birkaç Aspendoslu vardır. Döneminde ünlü bir askeri komutan olan Andromachos, aynı zamanda Finike ve Suriye valisiydi. Doğuştan filozof olan Diodorus’un eserleri hakkında bilinen azdır ancak uzun saçları, kirli giysileri ve filozof Cynic takipçilerinin simgesi çıplak ayakları, onun Pythagorus’tan etkilendiğini gösterir. 13. yüzyılın başından itibaren, Aspendos, Selçuklu Türklerinin yerleşimlerinin izlerini taşımaya başlar. Özellikle I. Alaeddin Keykubat’ın hükümdarlığı sırasında tamamen restore edilen tiyatro, Selçuklu tarzında zarif çinilerle süslenmiş ve saray olarak kullanılmıştır. Antalya – Alanya karayoluna dönen yolun sonunda en görkemli, aynı zamanda işlevsel açıdan en iyi tasarlanmış ve en eksiksiz Roma tiyatrosu örneği ile karşılaşılır. Yapı, Yunan geleneğine uygun olarak bir tepedeki bayıra yapılmıştır. Günümüzde ziyaretçiler yapıya epey sonra inşa edilen ön cephedeki kapıdan girerler. Aslında orijinal giriş, sahne binasının iki ucundaki tonozlu paradoslardandır. Caeva yarım daire şeklindedir ve geniş bir diazoma ile ikiye bölünmüştür. Yukarda 21, aşağıda 20 oturma sırası vardır. Seyircilerin güçlük çekmeden yerlerine oturabilmesi için dolaşım kolaylığı sağlamak amacıyla giderek yayılan merdivenler yapılmıştır, aşağı bölümde orkestra seviyesinden başlayan merdiven sayısı 10 iken bu sayı yukarıda diazomanın üst başlangıcında 21’dir. Daha sonraki bir tarihte yapıldığı düşünülen 59 kemerli galeri, üst caeva’nın bir ucundan diğer ucuna uzanır. Mimari açıdan bakıldığında diazomanın tonozlu galerisi üst caeva’yı destekleyen bir alt yapıdır. Protokolün genel kuralı olarak caeva’nın her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan localar imparatorluk ailesine ve kendilerini Roma’nın yürek tanrısı Vesta’ya adamış kutsal bakirelere ayrılmıştır. Orkestradan başlayıp yukarı çıkarak, ilk sıra senatörlere, yargıçlara ve büyükelçilere, ikinci sıra ise şehrin diğer ileri gelenlerine ayrılmıştır. Diğer kısımlar tüm vatandaşlara açıktır. Kadınlar genellikle galerinin altındaki üst sıralarda otururlardı. Cavea’nın üst kısmındaki oturulacak belirli yerlere yontulmuş isimlerden buraların da belli kişilere ayrıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Tiyatronun oturma kapasitesini kesin olarak belirlemek imkansız olsa da 10. 000 – 12. 000 kişilik oturma kapasitesine sahip olduğu söylenir. Son yıllarda düzenlenen Antalya Film ve Sanat Festivali kapsamında tiyatroda verilen konserlerde tiyatroya 20. 000 seyircinin alınabildiği görülmüştür. Hiç şüphesiz tiyatronun en dikkat çekici öğesi sahne binasıdır. Yığma taştan yapılan iki katlı bu binanın alt katında, sanatçıların sahneye çıkışlarını sağlayan beş kapı vardır. Ortada porta regia olarak bilinen büyük kapı ve bunun iki yanında da porta hospitales olarak bilinen iki küçük kapı vardır. Orkestranın hizasındaki küçük kapılar ise, vahşi hayvanların saklı tutulduğu yerlere açılan uzun koridorlara aittir. Kalan parçalardan, duvarlardaki nişler ve bina formundaki küçük yapıların içine üçgen ve yarım daire biçimindeki küçük süs çatılar (pediment) altında heykeller yerleştirildiği anlaşılmaktadır. Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 14/124 Sütunlu üst kattın ortasındaki pediment’te şarap tanrısı, tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un kabartması vardır. Sahne binası cephesinin bazı bölümlerinde görülebilen beyaz sıvanın üzerindeki kırmızı zikzak motifler, Selçuklu dönemine aittir. Sahne binasının üst kısmı oldukça süslü ahşap bir çatı ile örtülmüştür. Aspendos’taki tiyatro olağanüstü akustiğiyle de meşhurdur. Orkestranın ortasında çıkartılan en ufak bir ses bile en üst sıradaki galerilerden rahatça duyulabilir. Zengin bir kültürel mirasın ortasında yaşayan Anadolu asilzadeleri şehirlerle ve onların etrafında bulunan anıtlarla ilgili hikayeler yaratmışlardır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikayelerden biri Aspendos Tiyatrosu ile ilgilidir. Buna göre; Aspendos Kralı, şehre kimin en fazla hizmet sunabileceğini görmek için bir yarışma düzenleyeceğini ve kazananın kızı ile evlenebileceğini ilan eder. Bunu duyan sanatkarlar son hız çalışmaya koyulurlar. Nihayet karar günü geldiğinde, kral herkesin çabasını bir bir inceler ve iki aday seçer. Bu adaylardan birincisi, şehre su kemerleri yolu ile çok uzak mesafelerden su getiren bir sistemi kurmayı başarmıştır. İkinci aday ise tiyatroyu inşa etmiştir. Kral birinci adaydan yana karar vermek üzere iken tiyatroya bir daha bakması istenir. Tiyatronun en üst galerisi civarında gezinirken nereden geldiği belli olmayan bir sesin derinden ve defalarca “Kralın kızı bana verilmeli. ” dediğini duyar. Büyük bir şaşkınlık yaşayan kral, sesin nereden geldiğini arar ancak kimseyi bulamaz. Bu kişi, tabii ki, yarattığı şaheserin akustiği ile övünen ve sahnede çok kısık bir sesle konuşan tiyatronun mimarının ta kendisidir. Sonunda güzel kızı mimar kazanır ve düğün töreni de bu tiyatroda yapılır. Güney parados’taki bir yazıttan, tiyatronun İmparator Marcus Aurelius (M. S. 161-180) döneminde Theodoros isimli bir Aspendoslunun oğlu mimar Zeno tarafından yapıldığını biliyoruz. Bu yazıta göre, Aspendos halkı Zeno’yu takdir etmiş ve onu stadyumun yanında geniş bir bahçe ile ödüllendirmiştir. Sahne binasının her iki tarafındaki girişlerin üzerinde bulunan Yunanca ve Latince yazıtlar, bize sahne binasının Curtius Crispinus ve Curtius Auspicatus isimlerinde iki kardeş tarafından hizmete sokulduğunu ve binayı tanrılara ve İmparatorun ailesine ithaf ettiklerini anlatır. Tiyatroda bir gösteri sergilemek için hiçbir ücret talep edilmezdi. Gerekli prodüksiyon maliyetlerinin bir kısmı kamu kuruluşları tarafından karşılanırdı, ancak gösteri bittikten sonra elde edilen karın bir kısmı bu kuruluşlara geri dönerdi. Genellikle, oyunları izlemek ya da yarışmalara girmek isteyen biri, ücret ödemek ya da bilet almak zorundaydı. Biletler metalden, fildişinden, kemikten ya da çoğu zaman pişmiş kilden yapılır; bir yüzünde resim, diğer yüzünde ise oturma sırası ve numarası yazılırdı. Aspendos’un başlıca diğer kalıntıları tiyatronun arkasında, acropolis’in yukarısındadır. Tiyatronun yanından başlayan bir patikadan ulaşılan acropolis’te karşılaşılan ilk yapı, 27X105 metre ölçülerindeki bazilikadır. Bazilika, Romalılar tarafından icat edilen mimari bir yapıdır. Roma bazilikaları farklı amaçlar için kullanılırdı ancak bunların hepsi toplumla ilgili meseleler olurdu. Bu binalarda mahkemeler ve alışveriş pazarları kurulurdu. Bazilikanın planı, etrafı odalarla çevrili geniş bir merkezi holden oluşur. Merkez hol, binanın diğer bölümlerinden yanlarındaki sütunlarla ayrılır ve çatısı daha yüksektir. Bazilikanın içinde yargıç kürsüsü vardır. Bizans döneminde binada büyük değişiklikler yapılmış ve bina orijinal yapısını kaybetmiştir. Bazilikanın güneyinde, şehirdeki ticari, sosyal ve politik faaliyetlerin merkezi olan üç yanı evlerle çevrili agora vardır. Batıya doğru gidildiğinde, az ileride, stoanın (gezinti caddesi) arkasında hepsi bir sırada olan eşit büyüklükte on iki dükkan vardır. Agoranın kuzeyinde, bugün sadece ön duvarı ayakta duran nymphaeum vardır. Genişliği 32. 5 metre ve yüksekliği 15 metre olan iki katlı bu cephenin her katında beş niş vardır. Alt katta bulunan ortadaki niş diğerlerinden daha geniştir ve kapı olarak kullanılmış olduğu düşünülmektedir. Duvarın dibindeki mermer zeminden, binanın orijinalinde sütunlu bir cephesi olduğu anlaşılmaktadır. Nymphaeumun arkasında alışılmadık planlı, ya konsey üyelerinin toplandıkları bir bouleterion (konsey odası) ya da (müzik konserleri verilen ya da tiyatro oyunları oynanan) odeon olarak kullanılan bir bina vardır. Aspendos’un gözden kaçırılmaması gereken bir diğer kalıntısı da su kemerleridir. Kuzeydeki dağlardan şehre su getiren bir kilometre uzunluğundaki bu kemerler dizisi olağanüstü bir mühendislik becerisini ortaya koyar ve eski çağlardan günümüze kalan nadir örneklerdendir. Su, kaynağından 15 metre yüksekliğindeki kemerlerin üzerinde, oyulmuş taş bloklardan oluşan bir kanal aracılığıyla şehre getirilirdi. Su, kemerin bitim noktasının her iki tarafında bulunan 30 metre yüksekliğindeki kulelerde biriktirilir ve buralardan şehre dağıtılırdı. Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 15/124 Aspendos’ta bulunan bir yazıt, su kemerinin Tiberius Claudius Italicus tarafından yaptırıldığını ve şehrin hizmetine sunulduğunu anlatır. Mimari özellikleri ve yapılış teknikleri, su kemerinin M. S. ikinci yüzyılın ortalarına ait olduğunu gösterir. Bu sayfalar Keskin Color A. Ş. tarafından bastırılmış Kayhan Dörtlük’ün “Antique Cities Guide – Antalya” adlı kitabındaki bilgilerden derlenmiştir. Kaynak: http://www. kultur. gov. tr/TR/Genel/BelgeGoster. aspx?F6E10F8892433CFF060F3652013265D660A59C2B880054A5 PERGE Pamphylia’nın önde gelen şehirlerinden biri olan Perge, Kestros (Aksu) Nehri’nin 4 kilometre batısında iki tepe arasındaki geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştur. M. Ö. dördüncü yüzyılda yaşayan ve Perge’den söz eden ilk yazar olan Skylax, şehrin Pamphylia’da olduğunu ifade eder. Yeni Ahit’de Havarilerin Faaliyetleri bölümünde “. . . Paul ve yoldaşları Paphos’tan ayrıldığı zaman Pamphylia’daki Perge’ye geldiler” cümlesi eski çağlarda Perge’ye denizden ulaşılabiliyor olduğunu gösterir. Tıpkı Kestros’un bugün uygun iletişim sağlaması gibi, eski çağlarda da dalgıçlar bölgeyi daha üretken kılıp Perge’de deniz ticaretine olanak sağlayarak önemli rol oynarlardı. Perge denizden 12 kilometre içerde olmasına rağmen, Kestros sayesinde bir kıyı şehri gibi denizin avantajlarından yararlanabiliyordu. Üstelik, içerde olmasından dolayı denizden gelen korsan saldırılarından da korunmuş oluyordu. Üçüncü ya da dördüncü yüzyıl dünya haritasının geç dönem kopyalarında Perge, Pergamum’da başlayan ve Side’de biten ana yolun yanında gösterilir. Strabo’ya göre, şehir Truva Savaşı’ndan sonra Mopsos ve Kalkhas isimli kahramanların liderliğinde Argos’tan gelen koloniciler tarafından keşfedilmiştir. Dilbilimsel araştırmalar Achaean’ların Pamphylia’ya M. Ö. ikinci bin yılın sonlarına doğru girdiğini doğrular. Bu çalışmalara ek olarak, 1953’te Perge şehrinin Helenistik giriş kapısının avlusunda yapılan kazılarda bulunan M. S. 120 – 121 yıllarına ait yazıtlar da bu kolonileşmeye tanıklık eder; heykellerin altlarındaki yazılarda şehrin efsanevi kurucularından Mopsos, Kalkhas, Riksos, Labos, Machaon, Leonteus ve Minyasas adlı yedi kahramandan söz edilir. Dördüncü yüzyılın ortalarına kadar Perge ile ilgili daha fazla yazılı kayıt yoktur. Bununla birlikte, Büyük İskender’in gelişine kadar Perge’nin Perslerin yönetiminde bulunduğu su götürmez bir gerçektir. M. Ö. 333’te Perge hiç direnmeden İskender’e teslim olmuştur. Perge’nin bu teslimci davranışı, olumlu politikasının yanı sıra o dönemde şehrin henüz koruyucu surlarla çevrilmemiş olması ile de açıklanabilir. İskender’in ölümünden sonra, Perge kısa bir süre Antigonos’un nüfuz alanına ve daha sonra Seleucid egemenliği altına girmiştir. Seleucidler ve Pergamum kralı arasındaki sınır anlaşmazlığı, Apamea Antlaşması’ndan sonra da devam edince Roma Konsolosu Manlius Vulso M. S. 188’de arabulucu olarak Roma’ya gönderilmiştir. Manlius Vulso, III Antiochos’un Perge’de bir garnizona sahip olduğu öğrenince Pergamum Kralı’nın ısrarı ile şehri kuşatmıştır. Bu noktada, garnizon komutanı, konsolosu Antiochos’un izni olmadan şehri teslim edemeyeceği konusunda bilgilendirmiş ve bunun için otuz güne ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bu sürenin sonunda da Perge Pergamum’un eline geçmiştir. Yaklaşık olarak M. Ö. 133’te Pergamum Krallığı Roma’ya devredildiğinde Perge, tam bağımsız olmuştur. M. Ö. 79’da Romalı devlet adamı Cicero, bazı davalarda savcılık görevi yürüten konsey yardımcısı Kilikyalı Gaius Verres’in kanunsuz davranışlarını senatoya şu ifadelerle anlatmıştır: “Bildiğiniz gibi, Diana’nın Perge’de çok eski ve kutsal bir tapınağı var. Şunu iddia ediyorum ki, bu tapınak da Verres tarafından soyulmuş, yağmalanmıştır ve Diana’nın heykelinden altın koparılmış ve çalınmıştır. ” Perge’de kutsal sayılan tanrı ve tanrıçalar arasında Artemis’in önemli bir yeri vardır. Pamphylia lehçesinde Vanassa Preiia denilen bu eski Anadolu tanrıçası, Helenistik dönem madeni paralarının üzerinde bu adla görülür ve Yunan kolonileşmesinden sonra Artemis Pergaia adını alır. Madeni paraların üzerine kült heykel ya da kadın avcı olarak basılmasının yanı sıra, Perge’nin Artemis’i kazılarda bulunan bir çok heykel ve rölyefin de konusudur. Kare taş blok üzerinde kült heykel biçimindeki bir rölyef özellikle ilginçtir. Artemis Pergaia kültü, daha birçok şehirde, hatta Akdeniz çevresindeki ülkelerde bile görülür. Eski dünyada Artemis Pergaia’nın bu kadar ünlü olmasına rağmen, ona ait tapınağın izleri henüz bulunamamıştır. Şimdilik, Artemis’in altınla bezeli heykelini koruyan ve boyutları, güzelliği ve mimarisi antik yazarlar tarafından göklere çıkarılan bu ünlü anıtın madeni paralardaki şematik betimlemelerinden edinebildiğimiz bilgilerle yetinmeliyiz. M. S. 46’da, Perge Hıristiyan dünyası için önemli bir olaya ev sahipliği yapmıştır. Yeni Ahit, Havarilerin Faaliyetleri bölümünde, St. Paul’ün Kıbrıs’tan Perge’ye oradan da Pisidia’daki Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 16/124 Antiocheia’ya gittiği ve sonra Perge’ye dönerek bir vaaz verdiği anlatılır. St. Paul daha sonra şehirden ayrılarak Attaleia’ya gitmiştir. İmparatorluk döneminin başlangıcından itibaren, Perge’de iş projeleri hayata geçirilmiş ve M. S. ikinci ve üçüncü yüzyıllarda şehir yalnızca Pamphylia’nın değil, tüm Anadolu’nun en güzel şehirlerinden biri haline gelmiştir. Dördüncü yüzyılın ilk yarısında, Büyük Konstantin (324 - 337) krallığı sırasında, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olmasıyla birlikte, Perge, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Şehir beşinci ve altıncı yüzyıllarda da bir Hıristiyanlık merkezi olmayı sürdürmüştür. Sık görülen isyan ve akınlara karşı, kendilerini yalnızca akropolisin içinde savunabilen vatandaşlar, şehir surlarının içine çekilmişlerdir. Perge yedinci yüzyılın ortalarında baş gösteren Arap akınlarıyla kalan gücünü kaybetmiştir. Bu dönemde şehrin bir kısmı Antalya’ya göç etmiştir. Şehre giren bir kişinin karşılaştığı ilk bina, Kocabelen Tepesi’nin güney eteklerine inşa edilmiş Yunan-Roma tipi tiyatrodur. Yarım daireden biraz daha büyük olan cavea (seyirci oturma yerlerinin bulunduğu alan), ortasından geçen geniş bir diazomayla (yatay geniş basamak) ikiye ayrılmıştır. Toplam 13000 kişilik tiyatro diazomanın altında 19, yukarısında 23 oturma sırasından oluşur. Roma tiyatrosu mimari kurallarına uygun olarak, giriş ve çıkış yolu olarak kullanılan tiyatro galerilerinde, izleyiciler diazomaya her iki uçtan, kemerli geçitlerden ve merdivenlerden geçerek her iki tarafta da bulunan paradoslardan (yan çıkış kapıları) ulaşırlar ve buradan da oturacakları yerlere dağılırlardı. Cavea ve sahne arasında orkestraya ayrılan alan, yarım daireden biraz daha geniştir. Orkestra alanı, üçüncü yüzyıl ortalarında gladyatör ve vahşi hayvan dövüşlerinin popüler olduğu zamanlarda arena olarak kullanılmıştır. Bu alanın etrafı, hayvanların kaçmasını engellemek için Herme formunda yapılmış mermer toplar arasından geçen oyma panellerle çevrilmiştir. Kısmen ayakta duran iki katlı sahne harabesi, sütunlu mimarisi ve heykel süslemeleriyle M. S. ikinci yüzyılın ortalarına tarihlendirilebilir. Harabenin cephesinde sanatçıların girişlerini ve çıkışlarını sağlayan beş kapı arasındaki sütunlar yukarıdaki dar bir podyumu destekler. Tiyatronun en belirleyici özelliği, podyumun bu yüzünü süsleyen mitolojik konulu rölyeflerdir. Sağdaki ilk rölyef, mitolojide nymph (su, dağ ve ormanlarda yaşayan periler) olarak bilinen kadınlardan biri ile Perge’nin can damarı Kestros (Aksu) Nehri’ni kişileştiren yerel bir tanrıyı betimler. Buradan itibaren rölyefler sırasıyla, şarap tanrısı ve tiyatroların kurucusu ve koruyucusu olan Dionysos’un tüm hayatını anlatır. Dionysos, Zeus’un ve bir kralın kızı olan ve baharla karşılaştırılan güzelliği dillere destan Semele’nin oğludur. Kocasını sürekli kıskanan Tanrıça Hera, oğlu ile birlikte Semele’den kurtulmak ister. Tanrıça, Semele’yi kandırmak için kızın annesinin kılığına girer ve Semele’den Zeus’u tüm ihtişamı ve gücüyle görmesine izin vermesi konusunda ikna etmesini ister. Her şeye inanan Semele oyuna gelir ve Zeus’a razı olması için yalvarır. Sevgilisinin yalvarışlarına dayanamayan Zeus, iki tekerlekli at arabasıyla Olympos’tan iner ve onlara görünür ancak, ölümlü Semele, Zeus’un parlaklığına dayanamaz ve alevler içinde kül olur. Ölürken, doğmasına henüz zaman olan aşkının meyvesine hayat verir ve onu alevlerin dışına fırlatır. Zeus bu erkek bebeği alır, kendi kalçasını yararak bebeği yerleştirir ve yarayı diker ve bebeği normal doğum zamanı gelene kadar orada saklar. Bu nedenle önce annesinin rahminden daha sonra da ikince kez babasının kalçasından dünyaya gelen çocuğa Dionysos-born (çifte doğan) adı verilir. Böylece, bebek Hera’nın kötülüklerinden korunabilmesi, beslenebilmesi ve yetişkinlik çağlarına erişebilmesi için, Hermes tarafından Nysa Dağı’ndaki nymph’lere götürülür. Nymphler, burada çocuğu özel ilgi ve sevgiyle büyütürler. En sonunda, genç bir adam olan Dionysos bir gün mağaranın duvarlarında yetiştirilen asmalardaki tüm üzümlerin suyunu içer. Şarap, böylece keşfedilir. Yeni içkisini dünyanın her köşesine tanıtmak ve asma kültürünü yaygınlaştırmak için şarap tanrısı, iki panterin çektiği iki tekerlekli arabasıyla dünya turuna çıkar. Ne yazık ki, bu güzel kabartmaların önemli bir bölümü sahnenin çökmesi sonucu hasara uğramıştır. 1985’de başlayan kazılar süresince bulunan bu parçalar, orijinalinde yapının değişik konulardaki daha fazla frizle süslendiğinin kanıtıdır. Yapının hangi bölümüne ait olduğu hala anlaşılamayan 5 metre uzunluğundaki bir frizin konusu özellikle ilginçtir. Bu frizde, Tyche sol elinde bir bereket boynuzu ve sağ elinde bir kült heykel taşır. Bunun her iki tarafında tanrıçalarına kurban etmek için boğalar getiren bir yaşlı adam ve iki gencin figürleri vardır. Tiyatrodan şehre giden asfalt yolun sağında eski çağlardan günümüze kalan en iyi korunmuş stadyumlardan biri vardır. 34x334 metre ölçülerindeki bu büyük dikdörtgen yapı, kuzey ucunda at nalı şeklindedir ve güneyi açıktır. Binaya büyük olasılıkla bu noktadan anıtsal ahşap bir kapıdan geçilerek girilmekteydi. Stadyumun altında, uzun kenarlarının her birinde otuzar ve kuzey ucundaki kısa kenarında on tane olmak üzere toplam yetmiş kemerli oda bulunmaktadır. Bu odalar birbirlerine bağlıdır ve her üç bölmede bir tiyatroya giriş vardır. Bu bölmelerin günümüze kadar ulaşabilenlerinin üzerindeki, sahiplerinin adının yazılı olduğu ve çeşitli malların Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 17/124 listelendiği yazıtlardan bu yerlerin dükkan olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kemerli odaların üzerinde bulunan oturma sıraları 12, 000 kişilik oturma kapasitesi sağlar. Üçüncü yüzyılın ortalarında gladyatör vahşi hayvan dövüşleri popüler olunca, stadyumun kuzey ucu koruyucu kafeslerle çevrilmiş ve arenaya dönüştürülmüştür. Mimarisi ve taş işçiliği, bu büyük yapının M. S. 2. yüzyıla ait olduğunu kanıtlar. Şehir surlarının dışında kalan dikkate değer bir başka kalıntı da Bithynia Valisi Plancius Verus’un kızı Plancia Magna’nın lâhdidir. Şehrin anıtlarla ve heykellerle bezeli birçok yerine sahip olan ve Perge’deki kamusal işlerin başını çeken Plancia Magna, varlıklı ve yurttaşlık bilincine sahip bir kadındı. Topluma yaptığı hizmetlerden ötürü, halk, meclis ve senato Plancia’nın heykellerini dikmiştir. Çeşitli yazıtlarda Plancia’nın adı şehrin idaresindeki en üst düzey memurluk olan “demiurgos” sıfatı ile birlikte yazılır. Buna ek olarak, Plancia Magna, ömür boyu tanrıların anası rahibesi, Artemis Pergaia rahibesi ve imparatorluk kültü baş rahibesi idi. Perge’nin büyük bir kısmı, bazı bölümlerinin tarihi Helenistik döneme kadar uzanan surlarla çevrilidir. İstihkam duvarlarının üzerine 12 – 13 metre yüksekliğinde kuleler inşa edilmiştir. Ancak sürekli barışın ve sükunetin sağlandığı Pax Romana döneminde surlar önemini yitirmiş ve duvarların ötesinde tiyatro ve stadyum gibi yapılar hiç korkmadan inşa edilmiştir. Dördüncü yüzyılda yapılan surlardaki geç döneme ait kapıların birinden geçerek şehre giren biri, daha sonraki dönemlerde yapılan duvarlarla çevrili 40 metre uzunluğunda küçük, dikdörtgen bir avluya gelir. Bu avludan zafer takı formunda ve oldukça süslü ikinci bir kapıya, güney kapısına geçilir. Bu kapı, 92 metre uzunluğunda ve 46 metre genişliğinde trapezoid biçimli avluya çıkar. İmparator Septimus Severus (M. S. 193 - 211) hükümdarlığı süresince tören alanı olarak kullanılan bu avlunun batı duvarında anıt çeşme ya da nymphaeum vardır. Yapı, geniş bir havuzun arkasında iki katlı zengin süslemeli bir bina cephesinden oluşmaktadır. Yazıtından yapının, Artemis Pergaia, Septimius Severus ve karısı Julia Domna ve oğullarına ithaf edildiği açıktır. Nymphaeum kazılarında bulunan binanın cephesine ait bir yazıt, bina cephesinin parçaları ve Semptimius Severus’un ve karısının mermer heykelleri, şimdi Antalya Müzesi’ndedir. Nymphaeum’un tam kuzeyindeki anıtsal koridor, Pamphylia’daki en geniş ve en muhteşem hamama açılır. 13x20 metre ölçülerindeki geniş havuz (natacia), kamuya açık büyük spor alanının (palaestra) güney portico’sunda (sütunlu giriş) yarım daire formunda bir odanın içini kaplar. Palaestra, ön tarafta bir portico ile sınırlandırılır. Pergeliler palaestra’da spor yaptıktan sonra bu havuzda temizlenirlerdi. Ön cephenin dinamik mimarisinden, cephede kullanılan renkli mermerlerden ve dekor olarak kullanılan Genius, Heracles, Hygiea, Asklepios ve Nemesis heykellerinden, bu alanın göz kamaştırıcı bir güzelliğe sahip olduğu açıktır. Buradan bir başka kapı, gene havuzlu bir alan olan frigidarium’a (soğuk su odası) çıkar. Hamama girecek insanlar bu havuza girmeden önce havuzun kuzey kenarı boyunca sığ bir kanaldan akan suda ayaklarını yıkarlardı. Varolan kanıtlar frigidariumun Muse (Zeus ve Mnemosyne’nin dokuz kızının, dokuz sanat dalı tanrıçası kız kardeşin her birine verilen genel ad) heykelleriyle bezendiğini gösterir. Buradan sonra birbirine bağlantılı tepidarium ve caldarium vardır. Bu odaların altında kazan dairesinden gelen sıcak havanın dolaşımını sağlayan ısıtma sistemine ait tuğla dizileri görülür. Roma hamamında yıkanmak çok aşamalı bir işlemdi. Hamama giren kişi ilk olarak apodyterium denilen bir odada giysilerini çıkartır ve bundan sonra spor yaptığı palaestra’ya girerdi. Gösterdiği fiziksel efor sonucu oluşan terinden ve kirinden arınmak için havuza girer ya da caldrium’daki sıcak suyla yıkanırdı. Buradan sonra, soğuk su banyosu için tepidarium’a ya da frigidarium’a giderdi. Roma döneminde hamam sadece yıkanmak için kullanılan bir yer değil, aynı zamanda erkeklerin günlerini geçirmek için buluştukları ya da çeşitli önemli konuları tartıştıkları bir yerdi. Frigidarium’un kuzeyindeki uzun dikdörtgen bölüm muhtemelen hamama gelenlerin gezindiği ve sohbet ettiği bir yerdi. Bu odanın batı duvarlarında uzun, mermer bir sıra vardır. Kazılar süresince birçok sütun tabanında bulunan yazıtlar, sütunların üzerinde bulunan heykellerin Claudius Peison isimli biri tarafından bağışlandığını gösterir. İçerdeki avlunun kuzey ucunda Perge’nin en görkemli yapısı olan Helenistik giriş kapısı vardır. Tarihi M. Ö. üçüncü yüzyıla uzanan ve arkasında at nalı şeklinde bir avlu olan iki kuleden oluşan bu kapı, çağın savunma stratejisine uygun olarak akıllıca tasarlanmıştır. Kuleler üç katlıdır ve koni şeklindeki çatılarla örtülmüştür. Plancia Magna’nın yardımıyla, M. S. 120 ve 122 yılları arasında bu avlunun dekorasyonunda çeşitli değişiklikler yapılmış ve savunma için kullanılan bu yapı şeref avlusuna dönüştürülmüştür. Bina cephesini oluşturmak için kat kat renkli mermerler döşenmiş, birkaç yeni niş açılmış ve korinth tarzı sütunlar ilave edilmiştir. Alt kısımlardaki nişlerde Afrodit, Hermes, Pan ve Dioskouroi gibi tanrı ve tanrıçaların figürleri yer Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 18/124 almaktaydı. Avluda yapılan kazılarda dokuz heykelin yazılı kaideleri bulunmuştur ancak heykellere henüz ulaşılamamıştır. Yazıtlara göre, muhtemelen yukarıdaki nişlerin içinde yer alan bu heykeller, tarihi belgelerde de anlatıldığı gibi Truva Savaşı’ndan sonra Perge’yi kuran efsanevi kahramanları temsil etmekteydi. İki heykel kaidesi üzerindeki yazıtta, M. Plancius Varus ve oğlu C. Plancius Varus’un isimleri Perge’ye karşı olan cömertliklerinden ve yüceliklerinden dolayı “kurucu” sıfatıyla yer almaktadır, kendilerine bu şeref uygun görülmüş ve Perge’nin ikinci kurucuları olarak kabul edilmişlerdir. At nalı şeklindeki avlu kuzeyde Plancia Magna tarafından yaptırılan zafer takı şeklindeki anıtsal giriş kapısı ile sınırlandırılmıştır. Kazılarda ortaya çıkartılan heykel kaidelerindeki yazılar, giriş kapılarındaki nişlerde Nerva’dan Hadrian’a kadar olan süreçte hükümdarlık süren imparatorların ve karılarının heykellerinin durduğunu göstermektedir. 65 metrekarelik agora, Helenistik giriş kapısının doğusunda yer alır. Geniş bir stoa (kenarları sütunlu gezinti caddesi), dört bir kenardan dükkanlar dizili bir merkezi çevreler. Bu dükkanların zeminleri renkli mozaiklerle döşenmiştir. Kuzey portico’daki bir dükkanın önünde eski oyunlarda kullanılan ilginç bir taş görülebilir. Kişi başına altı taş ile oynanan ve bu taşların zar gibi atıldığı oyunun, benzer taşlara komşu şehirlerde de rastlanmasından dolayı, o dönemlerde bölgede popüler olduğu sanılmaktadır. Avlunun ortasında Side’deki agora’da (çarsı) olduğu gibi yuvarlak bir yapı vardır; bu yapının kesin özellikleri henüz bilinmemektedir. Kuzeyden güneye şehir merkezi boyunca, restorasyon çalışmaları halen süren sütunlu bir cadde, acropolis’in (hisar) yakınında bulunan Demetrios-Apollonios Zafer Takının altından geçerek uzanmaktadır. Bu cadde doğudan güneye inen bir başka cadde ile kesişir. 250 metre uzunluğundaki bu caddenin iki kenarında, arkalarında sıra sıra dükkanlar bulunan geniş portico’lar vardır. Bu şekilde, iki tarafı sütunlu mimari, Romalıların perspektif anlayışlarını yansıtan çeşitli örnekler sunar. Ayrıca bu portico’lar insanlara kışın şiddetli yağışlardan ve yazın Perge’nin kavurucu sıcaklarından korunabilecekleri yer sağlardı. İklim koşullarına uygun olmasından dolayı, bu tip caddelere güney ve batı Anadolu şehirlerinde sık sık rastlanırdı. Perge’nin sütunlu caddesinin en ilgi çekici yanı yolu ortadan bölen havuzumsu su kanallarıdır. Nehir tanrısı Kestros tarafından akıtılan bu temiz ve berrak su, caddenin kuzey ucundaki anıt çeşmeden (nymphaeum) çıkar, oradan da durgun bir şekilde kanallara akar ve Pamphylia’nın kavurucu sıcaklarında Pergelileri bir nebze serinletirdi. Hemen hemen caddenin tam ortasında, portico’ya ait rölyeflerle bezeli dört sütun göze çarpar. İlk sütunda dört atın çektiği bir savaş arabasına binen Apollo; ikinci sütunda avcı kadın Artemis; üçüncü sütunda şehrin mitolojik kurucularından Calchas ve son olarak dördüncü sütunda şans tanrıçası Tyche (Şans) betimlenmiştir. Ana yol, akropolisin ayağında M. S. ikinci yüzyılda inşa edilen bir başka nymphaeumda (anıt çeşme) son bulur. İki katlı yapının zengin cephe mimarisi ve sayısız heykelleri, yapıyı Perge’nin en dikkat çekici anıtlarından biri yapar. Kaynaktan getirilen sular, çeşmenin tam ortasındaki nehir tanrısı Kestros heykelinin altından aşağıdaki havuza boşalır ve buradan kanallar yoluyla caddelere akardı. Caddelerin kesiştiği Apollonios Zafer Takından sola dönüp Helenistik kapıdan geçince Perge’nin en eski binası olarak bilinen palaestra ile karşılaşılır. Burada, öğretmenleri denetiminde şehrin gençleri güreş antrenmanı ve beden eğitimi yaparlardı. Bir yazıta göre, odalarla çevrilmiş olan açık alandan oluşan bu büyük kare yapı, C. Julius Cornutus tarafından M. S. 41 – 54 yılları arasında hüküm süren İmparator Claudius anısına yaptırılmıştır. Sanatçılar tarafından mermer bir kente dönüştürülen Perge, modern şehir planlamacılarını kıskandıracak kusursuz şehir planıyla gerçekten muhteşemdi. Birinin şehrin görkemini tam olarak anlayabilmesi için Antalya Müzesi’ni ziyaret ederek Perge’den çıkarılıp burada sergilenen yüzlerce heykeli görmesi gerekir. Perge’nin yetiştirdiği ünlü adamlar arasında Fizikçi Asklepiades’den, felsefeci Varus’tan ve matematikçi Apollonios’tan söz edilebilir. Perge’de kazı çalışmaları Türk arkeologlar tarafından 1946’dan beri devam etmektedir. Bu sayfalar Keskin Color A. Ş. tarafından bastırılmış Kayhan Dörtlük’ün “Antique Cities Guide – Antalya” adlı kitabındaki bilgilerden derlenmiştir. Kaynak: http://www. kultur. gov. tr/TR/Genel/BelgeGoster. aspx?F6E10F8892433CFF060F3652013265D6F87C2B01D434CDA5 Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 19/124 3. Gün: 25. 01. 2010 PAZARTESİ: ANTALYA – TERMESSOS – ANTALYA (120 km) Antalya GENEL BİLGİLER Yüzölçümü: 20. 723 km² Nüfus: 1. 789. 295 (2007) Bu nüfusun 1. 127. 634'ü il ve ilçe merkezlerinde, 661. 661'i köylerde yaşamaktadır. Coğrafi Konumu : Antalya ili, Türkiye’nin güneyinde, merkezi Akdeniz kıyısında olan bir turizm merkezidir. Kuzeyinde; Burdur, Isparta, Konya, doğusunda; Karaman, Mersin, batısında; Muğla illeri vardır. Güneyi, Akdeniz ile çevrelenmiştir. Türk Riviera’sı Antalya kıyılarının uzunluğu 630 km’yi bulur. Tarihçe : "Attalos Yurdu" anlamına gelen Antalya, II. Attalos tarafından kurulmuştur. Bergama Krallığı’nın sona ermesiyle (M. Ö. 133) bir süre bağımsız kalan kent, daha sonra korsanların eline geçmiştir. M. Ö. 77’de Komutan Servilius Isauricus tarafından Roma topraklarına katılmıştır. M. Ö. 67’de Pompeius’un donanmasına üs olmuştur. M. S. 130’da Hadrianus’un Attaleia’yı ziyaret etmesi şehrin gelişmesini sağlamıştır. Bizans egemenliği sırasında piskoposluk merkezi olan ismi görülen Attaleia, Türklerin eline geçtikten sonra büyük bir gelişme göstermiştir. Modern şehir, antik yerleşmenin üzerine kurulduğundan, Antalya’da antik çağ kalıntılarına çok az rastlanmaktadır. Görülebilen kalıntıların ilki, eski liman olarak nitelenen liman mendireğinin bir kısmı ve limanı çevreleyen surdur. Surların park dışındaki kısmında restorasyonu yapılan Hadrian Kapısı Antalya’nın en güzel antik eserlerinden biridir. Antalya şehri ve çevresine antik çağda, “çok verimli” anlamına gelen Pamphylia, Batı kesimine ise Lykia denirdi. Milattan önce VIII. yüzyıldan itibaren buraya Ege denizinin Batı kıyılarından göçenler; Aspendos ve Side gibi şehirleri kurmuşlardır. II. yüzyıl ortalarında hüküm süren Bergama Kralı II. Attalos, Side’yi kuşatmıştı. Antalya’nın yaklaşık 75 km. doğusundaki Side’yi alamayan kral, şimdiki il merkezinin olduğu yere gelerek bir şehir kurdu. Buraya onun adı verilerek Attaleia dendi. Zaman içinde Atalia, Adalya diyenler oldu. Antalya, onun adından gelmektedir. Yapılan arkeolojik kazılarda Antalya ve bölgesinde, günümüzden 40 bin yıl önce insanların yaşadığı ispat edilmiştir. Milattan önce 2000 yılından bu yana bölge, sırasıyla; Hitit, Pamphylia, Lykia, Kilikya gibi kent devletlerinin ve Pers, Büyük İskender ile onun devamı sayılan Antigonos, Ptolemais, Selevkos, Bergama Krallığı’nın idaresine girmiştir. Daha sonra Roma Devleti, hüküm sürmüştür. Antalya’nın antik çağdaki adı Pamphylia idi ve burada kurulan şehirler bilhassa II. ve III. yüzyılda altın çağını yaşadı. V. yüzyıla doğru da eski ihtişamını kaybetti. Yöre Doğu Roma ya da Türkiye’de tanınan adıyla Bizanslıların hâkimiyeti altındayken, 1207’de Selçuklular tarafından Türk topraklarına katıldı. Anadolu Beylikleri devrinde ise Teke Aşiretinin bir kolu olan Hamitoğulları’nın egemenliğine girdi. Teke Türkmenleri, Türklerin eski yurdu bugünkü Türkmenistan’da da nüfus olarak en büyük boylardan biridir. XI. yüzyılda bir kısmı buraya gelmiştir. Bugün Antalya’nın kuzeyi ile Isparta ve Burdur’un bir kısmı olan Göller Bölgesinin, bir adı da Teke yöresidir. Osmanlılar zamanında Anadolu eyaletine bağlı Teke sancağının merkezi, şimdiki Antalya il merkeziydi. O yıllarda buraya Teke sancağı denirdi. İlin şimdiki adı ise aslında antik çağdaki adının biraz değişmiş şeklidir ve Cumhuriyet döneminde verilmiştir. XVII. yüzyılın ikinci yarısında Antalya’ya gelen ünlü Osmanlı seyyahı Evliya Çelebi, kale içinde dört mahalle ve üç bin ev, kale dışında 24 mahallesi olduğunu belirtir. Şehrin çarşısı ise kale dışındaymış. Evliya Çelebi’ye göre limanı, 200 parçalık gemi alacak büyüklüktedir. İdarî bakımdan Konya’ya bağlı Teke Sancağı’nın merkezi olan Antalya, Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında bağımsız sancak haline getirildi. Kaleiçi ; büyük bir bölümü yıkılmış ve yok olmuş at nalı şeklinde içten ve dıştan surlarla çevrilidir. Surlar, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirleri ortak eseridir. Surların 80 burcu vardır. Surların içinde kiremit çatılı 3. 000 kadar ev bulunmaktadır. Evlerin karakteristik yapıları Antalya'nın sadece mimari tarihi hakkında fikir vermekle kalmaz, aynı zamanda bölgedeki yaşam tarzını, gelenek ve görenekleri en iyi şekilde yansıtır. 1972 yılında Antalya iç limanı ve Kaleiçi semti, özgün dokusu nedeniyle "Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu" tarafından "SİT bölgesi" olarak koruma altına alınmıştır. Turizm Bakanlığı'na "Antalya- Kaleiçi Kompleksi" restorasyon Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun. Rehberlik Gezisi Programı Sayfa 20/124 çalışmasından dolayı, 28 Nisan 1984’de FİJET (Uluslararası Turizm Yazarları Birliği) tarafından Altın Elma Turizm Oskarı ödülü verilmiştir. Günümüzde Kaleiçi otelleri, pansiyonları, restoranları ve barları ile eğlence merkezi haline gelmiştir. Eski Antalya Evleri : Yazların çok sıcak ve kışların ılık geçtiği Antalya'da eski evlerin yapımında soğuktan çok, güneşi önlemeye ve serinlik sağlamaya önem verilmiştir. Gölgeli taşlıklar ve avlular hava akımını kolaylaştıran özelliklerdir. Depo ve hol görevi yapan girişi ile üç kat üzerine kurulmuştur. Yivli Minare: Antalya’nın ilk Türk yapısıdır. Merkezde liman yakınındadır. Üzerindeki yazıta göre Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’ın yönetimi zamanında (1219-1236) inşa edilmiştir. Tuğla ile örülen gövdesi, sekiz yarım silindirden oluşur. Bu minarenin bitişiğinde bir cami varsa da yıkılmış olmalıdır. Çünkü Minarenin yanındaki Cami daha geç devre, 1372 yılına aittir. Bir Türk Beyliği olan Hamitoğulları zamanında, Tavaşi Balaban adlı bir mimar tarafından yapılmıştır. Ulu Cami: Kesik Minare adıyla da bilinir. Aslında bir Bazilika olarak V. yüzyılda inşa edilmiştir. İlk eserden çok az bölüm ayakta kalmış, Bizans döneminde değişikliklere uğramıştır. Eser, Osmanlılar zamanında tamir görmüş, bir kısmı Mevlevihane olarak kullanılmış, sonra cami olarak hizmete açılmıştır. Karatay Medresesi: İl merkezindeki önemli Türk İslâm yapılarından olup XIII. yüzyıl ortasında inşa edilmiştir. Evdir Han: 20. yüzyıl başlarına kadar ulaşım at ve develerle sağlanır, ticaret malları da bu hayvanlarla nakledilirdi. Kervanlar yollarda, “Han” ve kervansaraylarda konaklardı. İşte Evdir Han da bunlardan biridir. Antalya’dan kuzeye giden yol üstündedir. Bugünkü Antalya-Korkuteli kara yolunun 1 km. doğusunda ve il merkezine 18 km. uzaklıktadır. En fazla dikkati çeken kısmı sivri kemerli portalıdır. XIII. yüzyılın başlarında yapılmış bir Selçuklu eseridir. Kırkgöz Han: Antalya – Afyon eski yolundaki ikinci durak yeri Kırkgöz Han’dır. Kırkgöz Han Antalya’ya 30 km. uzaklıkta bulunan Kırkgöz’de, Pınarbaşı mevkiindedir. Çok sağlam bir durumdadır. Düden Şelâleleri: Antalya il merkezinin yaklaşık 10 km. kuzeydoğusundaki bu şelâle, şehri simgeleyen tabiat güzelliklerindendir. 20 metre yükseklikten dökülür. Ana kaynağı Kırkgöz mevkisidir. Aşağı Düden Şelâlesi ise Lâra Plajı yolundadır. Kent merkezinin güneydoğusunda, 40 metre yükseklikteki falezlerden denize dökülür. Antalya’nın simgeleşmiş tabiat güzelliklerindendir. Kurşunlu Şelâlesi: İl merkezinin doğusundaki Alanya yolunun 24. km’sindeki sapaktan Isparta yoluna girildikten 7 km. sonra ulaşılabilir. Bu tabiat harikası da en çok ziyaret edilen yerlerden biridir. Şelâle bir masal diyarından çıkıp gelmiş gibidir. Yemyeşil derin bir vadinin içindedir. Bütün çevresi yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle gezilebilir. Yer yer gölcüklerin oluştuğu sularda çok sayıda balık yaşamaktadır. Aynı zamanda zengin faunası ile dikkat çeker. Düden, Kurşunlu ve Manavgat Şelâleleri, birçok Türk filminde mekân olarak kullanılmıştır. Hepsine de otobüsle rahatlıkla gidilebilir. Lâra - Konyaaltı Plajı: Antalya il merkezinin 10 km. kadar doğusundaki doğa harikası Lâra Plajı ile Antalya merkezinin batı kıyısındaki Konyaaltı Plajı şehrin en güzel kıyılarıdır. Karain Mağarası: Antalya’nın 27 km. kuzeybatısında, Yağcılar sınırları içindeki Karain Mağarasında bulunan kalıntılar Paleolitik, Mezolitik, Neolitik ve bronz çağlarına aittir. Bu mağara, görülmesi gereken yerlerdendir. Ariassos: Antalya-Burdur otoyolunun 48. kilometresinde, sola dönülen bir sapaktan 1 km. içerdedir. Bir dağın yamacında kurulmuş olup, hamamları, kaya mezarları açısından görülmeye değerdir. Ariassos kentine girilen vadinin başlangıcında kentin en görkemli kalıntısı olan giriş kapısı yükselir. Roma devrinden kalma bu anıt, 3 kemerli ve dolayısıyla 3 girişli olduğu için, yöre halkınca “Üç kapı” diye anılır. Kentin şaşırtıcı bir özelliği, dörtte üçünün, olağanüstü gösterişli anıtsal mezarlar olan nekropolis kalıntısı olmasıdır. Hayat Tarzı : Antalya ve çevresinde, asırlardır süzülen iki hayat tarzının da mirası vardır. Türkler buraya ilk geldiklerinde yerleşik düzene hemen uymuşlar; köy, kasaba ve şehirler kurmuşlardır. Nüfusun bir kesimi ise Türklerin Anadolu’ya gelmesinden önce olduğu gibi konargöçer hayatı sürdürmüştür. Yarı yerleşik demek olan bu hayat tarzına göre, birbirine akraba en az 15–20 aile, bazen de yüzlerle ifade edilen sayıdaki aileler; kıl çadırlarda yaşar, yazın dağlara çıkar, kışın ise kışlak denen sıcak ovalara inerlerdi. Deve, koyun gibi hayvanları yetiştirir bunlardan ürettikleri ürünleri, yerleşik halkın ürünleriyle değişerek ya da satarak geçinirlerdi. Et, süt, yağ üretirler, kıl çadır ve doğal kökboyalı kilim dokurlardı. Kışlaklarda dar alanlara tahıl, sebze ekenler bile olurdu. Hatta Osmanlı ordusuna at yetiştiren büyük konargöçer grupları (aşiret, oymak) vardı. Hazırlayan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Profesyonel Turist Rehberi Muammer Çelik. Tel: 0532-2643999 muammer@muammercelik. com Kaynaklar metinlerin altında belirtilmiştir. Bu çalışma tamamen ücretsizdir. Ticari kullanımlar için kaynaklarda belirtilen adreslere başvurun.