YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜRESEL ÇEVRE DERS NOTLARI Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ İNŞAAT FAKÜLTESİ ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ Tel : 0212- 259 70 70/ 2946 Faks : 0212-261 90 41 E-mail : sakar@yildiz.edu.tr İSTANBUL, Ekim 2004 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ..................................................................................................................1 I. KÜRESEL ÇEVRE.......................................................................................................2 I.1. Giriş........................................................................................................................2 I.2. Tanımlar.................................................................................................................3 I.2.1. Çevre...............................................................................................................3 II.2.2. Kirlenme .........................................................................................................4 II.2.3. Çevre Kirlenmesi ............................................................................................4 II.2.4. Kirlenmenin Kriterleri ......................................................................................4 II.2.5. Kirlenmeyi Oluşturan Faktörler .......................................................................4 II.2.6. Küreselleşme..................................................................................................5 II.3. Çevresel Küreselleşmeyi Etkileyen Faktörler ........................................................5 II.3.1. Ekonomik Faktörler.........................................................................................5 II.3.2. Politik Faktörler...............................................................................................6 II.4. Küreselleşmenin Nedenleri ...................................................................................7 II.5. Çevresel Küreselleşmenin Önündeki Engeller ......................................................8 II. ÇEVRE PROBLEMLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ.....................................................9 III. ÇEVRE SORUNLARI VE BAĞIMLIK........................................................................13 IV. ÇEVRE KİRLENMESİNİN ULUSAL VE ULUSLAR ARASI BOYUTU .....................15 V. KÜRESELLEŞME VE ÇEVRE YÖNETİMİ ................................................................21 V.1. Çevre Korumacı Yaklaşım ..................................................................................22 V.2. Çevre Politikasının Değerlendirilmesi .................................................................23 VI. KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ ÇEVRE SORUNLARI.......................................24 VI.1. Nükleer Tehlikeler..............................................................................................25 VI.2. Sera Etkisi ........................................................................................................26 VI.3. Ozon Tabakası ..................................................................................................27 VI.4. Tropik Ormanlar.................................................................................................27 VI.5. Asit Yağmurları ..................................................................................................28 VI.6. Zehirli Atıklar......................................................................................................29 VI.8. Hava Kirliliği ve Atmosfer...................................................................................30 VI.9. Ulaştırma Kaynaklı Çevre Kirliliği.......................................................................31 VI.10. Toprağın Kirlenmesi.........................................................................................31 VI.11. Gürültü Kirliliği..................................................................................................32 VI.12. Gıda Sorunu ....................................................................................................32 VI.13. Su Sorunu........................................................................................................39 VI.14. Bulaşıcı Hastalıklar Sorunu............................................................................43 VI.15. Göç Sorunu .....................................................................................................46 IV.16. Okyanusların Kirlenmesi Sorunu .....................................................................50 VI.17. Okyanuslarda Avlanmanın Getirdiği Çevre Sorunları ......................................54 IV.18. Doğal Floranın Korunması ...............................................................................56 IV.19. Ormanlar.........................................................................................................59 IV.19.1. Orman Yangınları.....................................................................................60 IV.20. Tropikal Yağmur Ormanları ............................................................................61 IV.21. Yaban Hayatının Korunması............................................................................65 IV.22. Nüfus Artışı Ve Yarattığı Çevre Sorunları ........................................................65 Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 1 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI I. KÜRESEL ÇEVRE I.1. Giriş 20. yüzyılın ilk yarısına kadar insanoğlunun gündeminde hiç yer olmayan, yaşadığımız gezegendeki çevre kirlenmesi sorunu, 1960 yıllardan bu yana giderek artan bir endişe ile konuşulur olmuştur. Hızlı nüfus artışı ve küresel ekonomilerin giderek artan talepleri, doğal sistemleri zorlamaya başladı. Bunun sonucunda da karbondioksit gazının artışı nedeniyle meydana gelen iklim değişikliği, kanser yapıcı ışınları süzen ozon tabakasının delinmesi, tropik ormanların tahribi ile milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olması tehlikesi, asit yağmurları, çölleşme ve zehirli atıklar gibi sorunlara artık ülkelerde bakanlıklar düzeyinde çözümler aranmıyor. Çevre bilincinin yükselen düzeyi nedeniyle, neredeyse her yıl uluslar arası konferanslar düzenleniyor, bildirgeler yayınlanıyor, sözleşmeler imzalanıyor, tüm uluslarda çevre yasa ve düzenlemeleri yaygınlaşıyor. Uzun vadede bedeli tüm insanlık tarafından ödenecek bu sorunları çözmek için, son yıllarda insanlık zorlu bir mücadele ile karşı karşıyadır. Eğer tüm dünyada çevreyle ilgili çalışmalar yaygınlaştırılmazsa, mevcut verilerin ışığında büyük bir felaketin hiç de uzakta olmadığı ve kısa bir süre içinde insanlığın üstüne bir kâbus gibi çökeceği gerçeği kaçınılamazdır. Uluslar bazında, yasaların oluşturulması ve bakanlık kurulması, çevre konusunda gerçek bir ilerleme anlamına gelmiyor. Nitekim Türkiye bugün birçok uluslar arası anlaşmaya imza koymuş ve Çevre ile ilgili bakanlık kurmuş olmasına rağmen, çevre bilincinin yetersizliği, çevre koruma yatırımlarının, çevre ile ilgili önlemlerin kâğıt üzerinde kalmasına neden oluyor. Bakanlığın fonksiyonlarını yerine getiremiyor olması ve mevzuat karışıklığı, Türkiye’nin çevre koruma alanında gelişmiş ülkelerin çok gerisinde yer almasına sebeplerindendir. Hayatın vazgeçilmez kuralı olan ayakta kalabilme mücadelesi, tüm canlılarda olduğu gibi, biz insanlar içinde devam etmektedir. İnsanoğlu tarihinin başlangıcından günümüze kadar hayat mücadelesini sürdürmektedir. Bu mücadele insan var olduğu müddetçe de devam edecektir. Tüm canlılarda olduğu gibi insan da hayatını devam ettirebilmesi için en başta temiz bir suya, havaya ve gerekli ortam şartlarına ihtiyaç vardır. Canlılar ve dolayısıyla da insanın hayatını devam ettirebilmesi ortam şartlarının mükemmelliğine ve tamlığına ihtiyaç vardır. Tabiattaki mevcut hayatın her safhası en ince ayrıntılarına kadar planlanmış ve belli bir düzene konmuştur. Bu düzen içinde su, hava ve diğer ortam şartları canlı yaşamı için sunulmuş, vazgeçilmez unsurlardır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 2 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI İnsan yaşamının en temel şartlarından bir diğeri de temiz hava yanında sudur. Eski yerleşimlerin (ister köy, ister kasaba veya şehir olsun) en belirgin özelliği su kenarı veya su kaynağına yakın olmasıdır. Bu yüzden tarih boyunca insan yerleşimleri ve medeniyetler su ile paralellik arz eder. İnsanoğlunun emrinde yeryüzü, yüzyıllar boyu kullanılmakta ve sürekli tahrip edilmektedir. Bu kullanım sonucu tabiattaki bazı canlı türleri yok olmakta ve buna bağlı olarak doğanın dengesi bozulmaktadır. Doğadaki tüm canlılar belli bir görevi yerine getirmek üzere yaşamaktadırlar. Bu onların fakında olmadan, olağan olarak yaptıkları sıradan bir faaliyettir. Bunun tek istisnası olan canlı, insandır. İnsanı diğer tüm canlılardan ayıran en önemli özelliği akıl sahibi olmasıdır. Akıl, insanları diğer tüm canlılardan hem üstün, hem de aşağı kılar. İnsanlar akılları ile hareket ederlerse daima üstün olurlar. Bazen de akıl, insanı fayda yerine zarar verir. Bu zarar insanın kendisinde ve çevresinde en belirgin bir şekilde ortaya çıkar. I.2. Tanımlar Küresel Çevre konularının tam anlaşılması için bazı tanımlarını yapmak faydalı olacaktır. Bu tanımları başlangıç itibarı ile en genel anlamda, Çevre, Kirlenme ve Küreselleşme grupları altında toplayabiliriz. I.2.1. Çevre Çevre kelimesi, günümüzde çok farklı anlamlar yüklenmiş birçok geniş anlamları olan bir mana ifade etmektedir. Dolayısıyla Çevre ile ilgili çok farklı tanımlar mevcuttur. Genel olarak, Mühendisler farklı bir tanım, ekoloji ile uğraşanlar farklı bir tanım, sosyal bilimciler farklı bir tanım ortaya koymaktadırlar. Oysa dışarıda gördüğümüz her şey çevrenin konuları içine girer. İnsanın kendisi de buna dâhildir. Dolayısıyla çok geniş anlamda Çevre tanımı, a) İnsanın kendi iç çevresi, Duyu organlarıyla algılaması gibi, b) İnsanın dış dünyası, Kara parçası, atmosfer ve su ortamları gibi, c) İnsanın en dünyası, Evren, kâinat, uzay sistemleri gibi, olmak üzere 3 noktada toplanmaktadır. İnsan ve insanın dışındaki bütün sistemler birbiriyle etkileşim halindedir. İnsanın algılayabildiği noktaya kadar olan her bölge çevre kabul edilir. Çevre, insanın sosyal kültürel ve ruhi hayatını yaşaması için gerekli olan bir arada bulunduğu ortamdır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 3 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI II.2.2. Kirlenme İnsanın sosyal kültürel ve ruhi hayatını yaşaması için gerekli olan ve bir arada bulunduğu ortamın geri dönüşümsüz bozulmasına Kirlenme diyoruz. II.2.3. Çevre Kirlenmesi İnsanın kendi iç çevresinden evrene kadar uzanan tabii halinden farklı olan bütün değişimlere Çevre Kirlenmesi denir. II.2.4. Kirlenmenin Kriterleri Çevre Kirlenmesinin kıstası nedir? Veya Çevre kirlenmenin ölçüsü, miktarı ne olacak ki biz kirlenme kabul edebilelim. Kirlenmenin kriteri olarak iki esas kabul edilir. Bunlar; Çevrenin kendi kendine temizleme kapasitesi ile Kendine ve canlılara zararlı olabilme sınırıdır. Çevre kendisine müdahale edildiğinde doğal olarak bir tepki göstermektedir. Bu tepki, müdahale unsurlarını elimine etmeye yönelik olabilmektedir. Müdahale unsurları çevre içinde elimine edilebilen sınırların dışında ise, kirlenme başlamış kabul ediyoruz. Aynı zamanda müdahale unsurları çevre içinde zararlı olma noktasına ulaşmış bir seviyede ise, yine kirlenmenin başlamış olduğunu kabul ediyoruz. II.2.5. Kirlenmeyi Oluşturan Faktörler Çevrede kirlenmeyi oluşturan faktörlerin esasını; • Tabi olaylar • İnsan oluşturmaktadır. Günümüzdeki Çevre sorunları ve çevre kirlenmesinde tabi olayların rolü ihmal edilebilecek derede azdır. Dolayısıyla, “çevre sorunlarının temel unsuru insandır”. İnsan, doğduğu andan ölümüne kadar sürekli tüketme ihtiyacı içinde olan canlıdır. Diğer tüm canlılar da tüketme ihtiyacı duyar. Ancak insan diğer canlılardan farklıdır. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin vasfı akıl sahibi olmasıdır. Diğer canlılar temel ihtiyaçlarını gidermek için, insan ise gelişmek, tekâmül etmek için tüketir. İnsanlar tükettikçe doğal kaynaklar geri dönüşümsüz olarak yok olurlar. Diğer canlıların tüketimleri doğal dengeyi bozmaz. Makro düzeyde insanın tüketmesi atık faktörünün artmasına neden olmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 4 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI İnsan, doğduğu andan ölümüne kadar sürekli tüketmek ihtiyacı içinde olan canlıdır. İnsanda tüketim ihtiyacının kaynağını ise; İnsan kendi tabi ihtiyaçlarını gidermek için tüketmek ihtiyacı içindedir. Temel ihtiyaçları, beslenme, gıda giyim, barınma, eğitim vb. tüketimleri gibi, İnsan gelişmek için tüketmek ihtiyacı içindedir. İnsanlar sürekli yeni ve yeni oluşumlara karşı çok zafiyet gösterir. Refah seviyesi insanın tüketim göstergesidir. “Paran kadar konuş” meşhur atasözünde olduğu gibi, insan maddi olanaklarında artışla birlikte, sahip olduğu maddi değerlerde de değişimler söz konusudur. Araba sahibi olma, sonra model değiştirme, Cep telefonu, Buzdolabı, fırın, TV, Bilgisayar vb. değişikliklerde olduğu gibi. İnsanın bu tüketim ihtiyacı yeryüzünde bir atık oluşumuna ve doğal kaynakların azalmasına neden olmaktadır. Aynı zamanda bu tüketimler yeryüzündeki insan popülasyonu ile de alakalıdır. Nüfusun artması tüketim ihtiyaçlarını da arttırmaktadır. II.2.6. Küreselleşme Çevre sistemlerinin ekonomik, politik ve toplumsal öğelerinin tek bir çevre sistemine doğru bütünleşmesi sürecine Küreselleşme diyoruz. Bu bütünleşme çevre sisteminin maddi ve maddi olmayan unsurları içinde gelişir ve insan yaşamındaki değişimlere etkiler. Küreselleşme doğrudan insan yaşantısı ile ilgili, dolayısıyla da çevre ile bağlantılıdır. II.3. Çevresel Küreselleşmeyi Etkileyen Faktörler Çevresel Küreselleşmeyi etkileyen faktörler, • Ekonomik faktörler • Politik faktörler olmak üzere iki grupta toplanır. II.3.1. Ekonomik Faktörler Çevresel küreselleşmenin ekonomik boyutu, üretimin dış pazarlara yönelik uzmanlaşmasının bir sonucu olarak ülkelerin gittikçe artan bir şekilde dışa yönelim göstermesidir. Uzmanlaşma ise, gelişmekte olan ülkelerin dünya pazarına ham madde sunacak tarzda madencilik ve tarım alanlarında düşük ücretli dış satıma yönelik ihracat politikaları üzerine oturmuş ekonomik bölgeler şeklinde; gelişmiş ülkelerde ise, bu ham maddelerin üretim ve tüketimde ileri teknoloji ile kullanılabilen ekonomik bölgelerin spesifik çeşitleri üzerinde daha görülür bir biçim kazanmıştır. Teknolojik üretim, Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 5 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI hammadde fiyatının 10–15 katına geri dönüşümü demektir. Günümüzde ise uzmanlaşma, gelişmiş ülkelerdeki ham madde kaynaklarının ve tarım alanlarının dahi çok uluslu şirketler tarafından ele geçirilmesi olarak da tezahür etmektedir. Ekonomik uzmanlaşma sonucu oluşan küresel çevre sorunlarının boyutu da artmaktadır. Çünkü ekonomik uzmanlaşma sonucu ortaya çıkan çevre problemleri, insanlığın en önemli problemlerinden başında gelmektedir. Dünya çapında ekonomik ilişki kurmanın diğer bir yolu da iş gücü, ürün ortaya koyabilmektir. Bunun sonucunda ekonomik bölgeler ortaya çıkmaktadır. Ekonomik bölge; Dünya ölçekli ekonomik ilişki kurabilmenin bir yolu olarak, dünya pazarı için üretim, işgücü, hizmet ve yiyecek sunabilen bölgelere denir. Ekonomik bölge, dünya çapında ekonomik bir ilişki kurabilmenin temel kıstaslarının başında gelir. Bu tür bölgeler çevre sorunlarının karmaşık ve problemli olduğu yerlerdir. Çevresel küreselleşmenin ekonomik boyutu çevre sorunlarıyla iç içedir. İster gelişmiş ülkeler düzeyinde, isterse gelişmekte olan ülkeler düzeyinde olsun, ekonomik büyüme sonucu ortaya çıkan uzmanlaşma ve ekonomik bölge oluşumları, çevre sorunlarının oluşmasının başında gelmektedir. II.3.2. Politik Faktörler Çevresel küreselleşmenin politik yönü, politik eylem ve işbirliklerinin gittikçe artan büyük bir coğrafya alanına yayılması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Politik faktörlerin başında, ulusal ülkelerin bir birileri ile ortak çıkarlar etrafında bütünleşmesi gelmektedir. Çevresel küreselleşmenin politik boyutunun düzenlenmesine yönelik olarak alınan kararlar, çevre sorunlarının ortadan kaldırılması veya etkilerinin azaltılması yönünde olmaktan ziyade, insanların sürekli tüketim alışkanlığında tutulması yönünde olmaktadır. Çevresel küreselleşmenin politik yönü, çevre sorunlarının politik olarak pek çok ulusal devletin nüfuz alanlarına girmesi anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla yönetim mekanizmalarının, toplumsal ve ekonomik yaşama alanlarına olan müdahaleleri de gittikçe artırmaktadır. Bununla birlikte çevre sorunları uluslar üstü karaktere sahip müdahalelere de açık kalabilmektedir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslar arası Para fonu vb. kuruluşların etkinlikleri ve yaptırım güçleri öne çıkmakta ve etkili de olmaktadır. Çevresel küreselleşmenin politik unsurları ekonomik unsurların bir uzantısıdır. Politik unsurlar toplumsal öğeler ile desteklenmelidir. Buda toplumların yaşayışı, giyinişi, kısacası kültürüdür. Çevresel küreselleşmenin politik yönünün bir diğer boyutu da Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 6 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI toplumların kültürleri üzerinde kendisini gösterir. Ekonomik ve politik unsurlar birlikte de kültür değerleri üzerinde baskı aracı olarak ortaya çıkabilmektedir. Çevresel küreselleşmenin temel şartlarından biri de ulaşım ve ulaşım ağlarının geliştirilmesidir. Gerek hammaddelerin üretim alanlarına nakli, gerekse üretilen malların son tüketiciye kadar ulaştırılması gerekir. Yani, ürettiğiniz ve tükettiğiniz malları hızlı bir şekilde ulaştıramadığın veya paketleme ve hizmet verimliliği olmadığı takdirde, küresel ortamda ulusal rekabet yapamazsınız, mantığı hâkimdir. Türkiye küreselleşme olgusu içerisine ikinci dünya harbi sonucu, çok partili hayata geçişle girmiştir. Ülkemizin bu küreselleşme süreci ise, 1980’li yıllardan sonra hız kazanmıştır. Bu bağlamda çevre sorunlarında da önemli bir artış gözlenmeye başlanmıştır. Ulaşım sorununa bir çözüm bulmak amacıyla yapılan otoyollar, yeni limanlar ve hava alanları yapılmasının altındaki en temel nedenlerden birisi de küreselleşmedir. Otoyollar hammaddeleri dış pazarlara, dışarıdan aldığınız üretilen malları da bizlere ulaştırılmasında önemli bir rol oynar. Gelişmiş ülkelerde ulaşım ağları çok yönlü ve karmaşıktır. Gelişmemiş ülkelerde ise tek yönlüdür. Bütün bunlar çevre sistemlerinin aşırı kullanım sonucu tahrip olmalarına neden olmaktadır. Kısaca küreselleşmeyi, “Satın aldığınız bir sandviçin; Amerikan buğdayının Japon fabrikasyonu bir fırında Türk işçiliği ile hazırlanmış ve pişirilmiş, Arap petrolünden yapılmış bir plastikle paketlenmiş yemenize hazır bir hale getirilmesine Küreselleşme .” olarak tanımlayabiliriz. Çevre boyutunu ise, nihai atık ile sandviçi yemeniz halinde sizin elinizde kalan ambalaj malzemesi oluşturmaktadır. Oluşan bu çevre kirlenmesi de çok yönlüdür. Yani küreselleşme ulusal sınırları nasıl tanımıyorsa, oluşan çevre problemleri de aynı şekilde ulusal sınırları tanımamaktadır. II.4. Küreselleşmenin Nedenleri Küreselleşmenin birçok temel nedenleri vardır. Bunlardan önemli olanları sırasıyla, 9 Teknolojik seviyenin yükselmesi: Teknolojik seviyenin yükselmesi ile dünya pazarlarında ekonomik uzmanlaşma meydana gelmektedir. Uzmanlaşmaya bağlı olarak da ulaşım ağları artar. Bunun sonucu bilgi ve sermaye daha geniş, daha hızlı, daha örgütlenmiş bir şekilde yayılır. Bu yayılma, ulaşımın karmaşık ve gelişmiş bir yapıya kavuşmasına ve dış dünya ile iletişimin çok ilerlemiş olmasına bağlı olarak, uzmanlaşmış devletler arasında ortaya çıkar ve ulaşıma bağlı hale gelir. Teknolojik seviyenin yükselmesi, yeni ürünler ve kullanım alanlarının ortaya çıkmasını da sağlar. Yani, yeni pazar anlayışları sonucu küreselleşme hız kazanır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 7 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Ulaşım ağlarının genişlemesi sayesinde küreselleşme hızlanır. Teknolojik ürünlerin dağıtılabilmesi için ulaşım önemli bir faktördür. Hammadde kaynaklarının teknolojik merkezlere götürülmesi için ulaşım önemelidir. Gelişmişlik düzeyi arttıkça küreselleşme hızlanır ve buna bağlı olarak ulaşım ağları da genişler. Ortaya çıkarılan her teknolojik gelişme yeni bir atık ürünüdür. Toplumun refah düzeyi yükseldikçe atık miktarı da artmakta, geri dönüşüm azalmakta ve doğal kaynaklar tükenmektedir. Aşırı tüketime dayanan doğal kaynakların bilinçsizce yok edilmesi belirli bölgelerde kıtlık meydana getirir. Hammadde kaynakları sonsuz değildir. Teknolojik yarış ekolojik dengeyi bozmadan yapılmalıdır. Afrika kıtasındaki açlık problemi, doğal yaşama alanlarının sınırlandırılmasıyla, toplumlar arasındaki kabile sınırlarının ulusal devlet sınırları haline dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkmıştır. 9 Dünyanın tek bir sistem halinde yönetilmesi: Dünya tek merkezli bir yönetim anlayışına doğru gitmektedir. Bu yönetim anlayışındaki kıstaslar, serbest düşünce, hür teşebbüs ve inanç hürriyeti bağlamında, yani geniş bir hoşgörü içinde, tek pazar, tek para ve tek devlet vb. bir sisteme doğru götürülmektedir. Ancak bu durum görüntüden ibaret kalmaktadır. Dünyanın tek bir sistem halinde yönetilmesi dünyadaki sıcak çatışmaları kaldırmayı hedeflese de, doğal kaynak kullanımı ve tüketimi açısından bu hiçbir zaman mümkün olmamaktadır. Dünyadaki bütün sıcak çatışmalar, ya doğal kaynakların bulunduğu yerler yahut da önemli transit geçiş yolları üzerindedir. Küreselleşmenin başında bulunan güçler, kontrolü bırakmak istediklerinden, meydana gelen belirsizlikler, çatışmalar vb. hareketler çevre sistemlerinin de büyük tahribatlara neden olur. Dünya üzerinde mevcut nüfusun dağılımı, eşit değildir. Dünya besin kaynakları da eşit dağılmamıştır. İnsan yaşaması için gerekli doğal kaynaklar, su ve besi maddeleri, yerleşim yerlerinin belli yerlerde yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Toplumlar arasında bu kaynaklara sahip olma mücadelesi yüzyıllar boyunca süregelmiştir. Dolayısıyla savaşların çıkma nedeni insanların doğal kaynaklara sahip olma arzusudur. Tek merkezli dünya sistemi sömürge anlayışını da ortaya çıkarmaktadır. Üretilen mallar çok pahalı bir ücretle satılır. Ancak her türlü emtia, her yerde hemen hemen aynı ücretle satılır. Örneğin, Cikita muz bütün dünyada aynı ücretle satılmaktadır. II.5. Çevresel Küreselleşmenin Önündeki Engeller Çevresel küreselleşmenin önündeki engeller, aynı zamanda oluşan çevre sorunlarının da çözümünde karşılaşılan en büyük sorunlardır. Çevre sorunları çözebilmek için bu engellerin kaldırılması veya adil bir şekilde çözüme kavuşturulması gerekir. Bu engeller; Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 8 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI 1. Milli çıkarların ön planda tutulması: Gelişmiş olan ülkelerin çıkar ilişkileri açısından, gelişmekte olan ülkelerde mili çıkarların ön planda tutulması sonucunda, toplumlar arasında ayrılıkçılık hareketleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum toplum içinde gerilimlere ve ayrılıklara neden olmaktadır. Ayrıca etnik özelliklerin ön planda tutulması, bu ve buna benzer değişik amaçlar için de kullanılabilmektedir. Bu durum çevre sistemlerinin aşırı tahrip edilmesini ve aynı zamanda da küreselleşmeyi geri plana atar. 2. Gelişmiş ülkelerin sömürgecilik anlayışları: Toplumların kültürel ve örfi duygularının sömürgeci zihniyet tarafından baskı altında tutulması, çevre sorunlarının çözümünü de geri plana atmaktadır. 3. Toplumların tutucu ve cahil olmaları: Ulusal toplumlar örfi ve tarihsel özelliklerine bağlı olarak değişime karşı direnç göstermeleri küreselleşmeyi engeller ve çevre sorunlarının artmasına sebep olur. Küreselleşmeyi engelleyen bu unsurların ortadan kaldırılması için, ulusal devlet yapısından birden fazla devletin bir araya geldiği, birlikler oluşturduğu görülüyor. Milli çıkarlar başlangıçta başarı sağlar gibi görünüyorsa da, uzun vadede küreselleşme karşısında yenik düşmektedir. Cahilliğin kaldırılması da küreselleşmenin önünü açmada önemli bir etkendir. Çevre sistemlerine yapılan bilinçsiz tahribat, cahillikle ortadan kalkar. II. ÇEVRE PROBLEMLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ 1400 ‘lü yıllarda dünyada yeni bölgelerin ve yeni kıtaların keşfedilmesi, atık oluşumunda ve çevrenin tahribinde de önemli bir başlangıç olmuştur. Keşiflerden önce, yeryüzünde yaşayan insanların, ister eski dünya da olsun, isterse yeni dünyada olsun, büyük bir çoğunluğu kırsal kesimde yaşamaktaydı. Yani insanlar yerleşik ve göçebe olarak yaşamlarını sürdürmekteydi. Dünyanın nüfusu da çok fazla değildi. Hazreti İsa Peygamber zamanında, dünya nüfusu 250 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Takriben 2000 yıl geçiyor, 1850’li yıllarda 1 milyara ulaşıyor. 1 milyardan 2 milyara geçmek için sadece 80 sene geçiyor. Yani 1930 yılında 2 milyar, 1960 yılında 3 milyar, 1975 yılında 4 milyar, 1990 yılında 5 milyar ve şimdi 7 milyarı aştı. Nüfus gittikçe artış gösteriyor. Bunun çevresel olarak manası, bir zamanlar boş olan dünya şimdi doluyor, yer kalmıyor. Her insanı beslemek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak yanında, bunların meydana getirdiği birtakım problemler de ortaya çıkıyor. İnsanlık tarihi içinde, nüfus artışı önemli bir çevre problemi olarak karşımıza çıkıyor. Nüfus artışının yanında doğal felaketlerde en önemli küresel çevre kirlenmesine neden Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 9 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI olmaktadır. Mesela, Şam ve Kahire şehirleri arası bağlık, bahçelik halinde idi. İnsan orada bir seyahati sırasında ağaçların meyveleri ile karnını doyurabilecek halde iken, bugün bu bölge tamamen çöl haline gelmiştir. Aynı şekilde Tunus’un Kayvaran şehri 1000 yıl önce tamamen bağlık, bahçelik, ormanlık bir alanda kurulmuş. Ancak şimdi tamamen çöl haline gelmiş. Yine Hazreti Süleyman ile Belkıs vakasının anlatıldığı bölge, o kadar güllük gülistanlı iken, o zamanın barajları ile o bahçeler sulanırken bu gün bu bölgeler de çöl haline gelmiş. Son bir misal de Ad kavmi ile ilgili olarak yeni yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan ve basına yansıyan bilgilerdir. Ad kavmi olarak adlandırılan toplum, Yemen ile Umman arasında yaşamış çok büyük medeniyet eserleri meydana getirmişlerdir. Her taraf bağlık bahçelik iken bugün çöl haline gelmiş. Kum altında bu medeniyetin kalıntılarının uydulardan çekilmiş fotoğraflar üzerine tespitler yapıldıktan sonra yapılan kazı çalışmaları ile bu eserler ortaya çıkarılmıştır. Hatta Newsweek dergisinde de bir fotoğraf ve altında da batık bir kıtadan “Atlantis” ten bahseden bir yazı. Su kaynakları ve insanların yaşadığı bağlık, bahçelik, ormanlık bir alan bugün tamamen çölleşmiş bir vaziyette. İnsanlığın tarihsel gelişim süreci içinde her zaman çevre kirliliği olagelmiştir. Ancak İnsanlar göçebe halinde yaşarlarken, bulundukları bölgede fazla kalmadıkları için, çevre tahribatı da az olmaktaydı. Ancak daha sonraları yazlık ve kışlak olarak farklı iki nokta arasında gidip gelmeler başladı. Bu noktaların da uzun yıllar sonucu tahrip olduğu görülüyor. Daha sonraları yerleşik düzene geçildikçe çevre sorunları da artış görülüyor. Küçük köyler de yaşayan toplumlar, ihtiyaçlarının % 95’ini kendileri karşılıyorlar. Geri kalan ihtiyaçlarını da şehirlerden veya sanatla uğraşan topluluklardan karşılıyorlar. Doğa ekolojik olarak dengededir. Doğanın taşıyabileceği bir belli bir değişim kapasitesi vardır. Bu kapasite aşıldığı zaman denge bozulur. Doğal denge tarih içerisinde zamanla değişikliklere uğramıştır. Değişimin hızı keşiflerle birlikte artmış, sanayileşme ile hızlanmış ve son zamanlarda daha artmıştır. Dolayısıyla son 50 yılda yapılan çevre tahribatı, dünyanın kurulduğu andan itibaren meydana gelen çevre tahribatından daha fazla fazladır. İnsanlar daha fazla tüketme ihtiyacından dolayı keşifler yapmışlardır. İnsanlar antik çağdan başlayarak, sanayi devrimine kadar çevre sorunlarından uzak sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamanın keyfini sürdüler. Zira bu dönemde petrol türevi enerji kaynaklarının kullanımı çok sınırlı ve bunların sonucunda oluşan atıklarda, ciddi bir çevre kirliliği sorunu yaratmayacak kadar azdı. Ancak sanayi devrimini takip eden yıllarda ve özellikle son 20–25 yıllık dönemde yaşlı küremiz, çoğu kişinin görmediği ya da görmezlikten geldiği korkunç boyutlarda bir çevre sorunuyla yüz yüzedir. Bu sorunların bir kısmı dünyanın bazı ülkelerine veya bölgelerine has olmakla birlikte, çoğunlukla tüm dünyayı ve dolayısıyla insanlığı ilgilendiren küresel sorunlardır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 10 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Hava kirliliği, su kirliliği, nükleer kirlilik, elektromanyetik kirlilik, gürültü, toprak kirliliği, kültürel kirlilik, enerji kaynaklarının yanlış kullanımı, yağmur ormanlarının giderek azalması, hayvan ve bitki türlerinin yok olması gibi sorunlar gereken ciddiyetle ele alınmamaktadır. Yaklaşan felaketi göremeyen ve çalan tehlike çanlarını duymayan insanlar er geç yüzleşecekleri sorunları geçici bir süre için ertelemekten ileri gidemeyecektir. Büyük ekonomik ve politik tezgâhların döndüğü, her yönden acımasızca bir var olma ve büyüme uğraşma ek olarak, günümüz dünyasında sıcak ve soğuk savaşlar tüm şiddeti ile sürmektedir. Brundtland Komisyonu adı ile bilinen, Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu Raporu’nda, yakın yıllarda insanın çevre konusunda dünya görüşünün ne şekilde değiştiği çok güzel anlatılıyor. Brundtland ve arkadaşları; “20. yüzyılın ortalarında, dünyayı ilk kez uzaydan gördük. Bu görüntünün insan beyninde yarattığı devrim, 16. Yüzyılda Kopernik’in yarattığı devrimle karşılaştırılabilir. Kopernik, evrenin merkezinin dünya olmadığını ve sonsuzluk içinde mini mini bir canlı, yeşil bir adacık gördük. Bu görüntü, dünyanın sınırlı bir bütün olduğu fikrini somut bir şekilde ortaya kıyarak, dünya görüşümüzü temelden değiştirdi. Uzaydan bakınca dünya yüzünde görünen şey, köprüler, şehirler gibi insan yapıları değil; bulutlar, denizler, yeşillik ve toprak. Çağımızda insanın faaliyetleri işte bu atmosfer, deniz ve karalardan oluşan dünya ekosistemine ters düştüğü için dünyamız tehlikede. Bu temel olguyu anlamak ve ona göre tedbirimizi almak zorundayız.” diyorlar. Dünya çapındaki çevre sorunları, doğanın bütünselliği ilkesini çok güzel belirtmektedir. Karadeniz’in öbür tarafındaki, Kiev civarında kurulan nükleer reaktör, İzmir’deki çay tiryakisini niye ilgilendirsin? Ama ilgilendiriyor. İngiltere’de üretilen kükürt dioksitin Norveçli ormancıyı ilgilendirdiği gibi, tropik ormanların tahribi, ozon tabakasının incelenmesi, sera etkisi tüm dünya insanlarının ortak sorunudur. Günümüzde dünya ekonomisinin nasıl bütünleştiğini, tüm ülkelerin alışverişlerinin nasıl birbirlerine bağımlı hale geldiğini görüyoruz. Hiçbir ülke, sınır kapılarını ve gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkayarak dünyanın diğer yanlarında olup bitenlerden kendini tecrit edemiyor. Ekonomide geçerli olduğu gibi, çevre açısından da bu kural kesinlikle geçerlidir. Çağdaş dünyanın insanı, yurduna yararlı bir birey olmaktan başka, dünya vatandaşlığının bilincinde olmak zorundadır. Çünkü dünya çok küçüldü. Bazı çevre sorunları sınır dinlemiyor. ABD Kanada’ya, İngiltere İskandinav ülkelerine bol miktarda asit yağmuru yolluyor. Büyük Sahra çölü, sınır tanımadan on üç Afrika ülkesinde birden güneye doğru ilerlemekte. Dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılıp atmosfere karışan ozon Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 11 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI parçalayıcı maddeler, ozon tabakasını inceletmeye devam ediyor. Artık dünya çok küçüldü. İnsanın teknolojik gücü geliştikçe, çevresine de etkisi artıyor. Ortaya çıkan çevresel hasarlar ise dünyanın ortak malı... Ne sana, ne bana... Hepimize... Çağlar, boyunca insan, çevresindeki doğaya hakim olmak için çalıştı. Bugün ise 7,5 milyardan fazla insan yaşadığı bir gezegen de doğayı yenmek değil, tam tersine onu korumak gerekiyor. Sanayileşmiş ülkelerdeki üretim yarışı, doğal kaynakların büyük oranda tüketilmesine neden oluyor. Su, orman, kömür, petrol, tüm bunlar sanayi toplumunun artan ihtiyaçlarını karşılamak için tüketiliyor. Ve ulusal kaynaklar yeterli gelmediği için ham maddeleri başka ülkelerden, özellikle de Üçüncü Dünya ülkelerinden ithal etmek gerekiyor. Bu nedenle bütün ülkeler sanayi ülkesi olsun veya olmasın, bu yerüstü ve yeraltı zenginliklerinin hızla tüketilmesinde belli bir paya sahiptir. Çoğalan nüfusa cevap verebilmek için gitgide artan bir biçimde kullanılan yeryüzünün doğal kaynakları bugün artık tükenme noktasına geldi. Petrolü gitgide daha derinlerde veya daha uzak denizlerde aramak gerekiyor. Sulama yapmaya ve büyük yerleşim yerlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya sular yetmiyor. Batı ormanların, özelliklede Afrika’da, bereketli ağaçları kesilmiş, daha sonrada insanların buralara yerleşmesi sonucu bu ormanlar yok edilmiştir. Daha düne kadar tükenmez balık depoları olarak görülen okyanuslar, bir yandan aşırı avlanma, diğer yandan kıyılardaki kirlenme sonucu kaygı verici bir biçimde fakirleşiyor. Doğal kaynakların bu hızla tüketimine, birde insan yaşamının atıkları ekleniyor. Tropikal ormanların azalması, toprak aşınmasına ve çölleşmeye neden oluyor. Sanayileşme ile birlikte doğa-toplum-teknoloji arasındaki dengenin bozulması çevre olgusunu çağımızın en önemli sorunlarından biri haline getirmiştir. 19. yy da sanayileşme ile birlikte değişen üretim biçimi toplum yapısını da etkilemiştir. Bu dinamik etki sonucu tarımsal çevrenin yerini kentsel çevrenin alması, kentleri sanayileşmenin bir yan ürünü haline getirmiştir. Özellikle yaşadığımız yüzyılda elde edilen teknolojik gelişmeler sonucu insan, yaşadığı doğal çevreyi büyük boyutlarda etkilemektedir. Diğer taraftan hızlı nüfus artışı nedeni ile bir beslenme sorunu ile karşı karşıya bulunulması doğal kaynakların aşırı ve yanlış kullanılmasına neden olmaktadır. Tükenen kaynakların yerine yapay kaynakların yaratılması ise sorunun boyutlarını büyütmektedir. Toplumun biyolojik ve sosyal dengesinin korunması amacı ile doğal kaynakların ve hammaddenin kullanımında yeni yöntemler geliştirilmesi endüstri artık ürünlerinin yeniden değerlendirilmesi ve güneş enerjisinden yararlanma olanakları üzerinde çeşitli araştırmalar yapılmaktadır. Başta Birleşmiş Milletler Koruma Örgütü (UNEP) olmak üzere, çeşitli uluslar arası ve ulusal kuruluşlarca bu konudaki çalışmalar sürdürülmektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 12 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI III. ÇEVRE SORUNLARI VE BAĞIMLIK İnsanların şehirlere akın etmeleri, gitgide başa çıkılması zorlaşan evsel katı atıkların birikmesine neden oluyor. Ayrıca sanayi üretimi, su ve hava kirliliğini de birlikte getiriyor. Günümüzde tarım etkinliği bile, yoğun bir biçimde gübre kullanılması ve hayvan yetiştiriciliğinin sanayileşmesi sonucu kirliliğe neden oluyor. Kısacası dünyada yaşadığımız yer neresi olursa olsun, doğal çevremiz tehlike ile karşı karşıyadır. Küreselleşmenin çevre sistemlerine zararları kısa, orta ve uzun vadede meydana gelmektedir. İster kısa vadede, isterse uzun vade de olsun küreselleşmenin çevre sistemlerine etkisi doğal olaylar ve insanoğlunun meydana getirdiği etkiler olmak üzere iki temel nedene dayanmaktadır. Doğal olaylar volkanik faaliyetler ve deprem başta olmak üzere, fırtınalar, yağışlar, kuraklık vb. başta gelir. İnsanlığın çevre sistemlerine olan etkileri tabi olayların etkilerinden çok daha fazladır. Hatta tabi olayların bazılarının oluşmasında da insan faaliyetlerinin etkisi vardır. Çevre sorunlarında da esas ana faktör insandır. İnsanların çevre üzerindeki oluşturduğu olumsuz etkilerini mikro ve makro ölçekte de, tabi olarak insanların eğitimi, hayat tarzı, kültürü ve nüfusu gibi özellikleri belirlemektedir. Eğitim düzeyi yükseldikçe, toplumların çevreyi kirletmesi daha da artmaktadır. Türk toplumunda çevreyi, cahil insanlar okumuş insanlardan daha az kirletmektedirler. İlköğretimden üniversite sıralarına kadar, temizlik, başkalarına zarar vermeme, yerlere çöp vb. atmama ilkesi hep hatırlatıldığı halde, yerlerdeki çöpler, sigara izmaritleri, su, kola şişelerinin mevcudiyeti acaba neyin göstergesidir. Bu noktada bir eksikliğimizin olduğu açıkça görülmektedir. İnsan faaliyetlerinin çevre üzerindeki etkilerinin ikinci ana noktasını kültür yapısı oluşturmaktadır. İnsanlar değişik kültürlere sahiptirler. İnsanların kültürler seviyeleri eğitim düzeyi ile alakalı olmakla birlikte, yaşama alışkanlıkları, farklı ulusların etkileri ve bulundukları coğrafi bölgelerin özelliklerine de bağlı olarak uzun yıllar sonucu oluşmaktadır. İnsanların eğitim ve kültür düzeylerine bağlı olarak gelişen hayat tarzı, yaşama alışkanlıkları çevre sistemleri üzerine direkt ve doğrudan etkilidir. Doğu toplumlarının hayat tarzlarında aile yapısı esastır. Buna bağlı olarak yemek yeme alışkanlıkları da farklıdır. Doğu kültürlerinde, aileler hep birlikte tek tabaktan yemek yerler. Sonuçta ortaya tek bir tabak bulaşık olarak çıkar. Batı kültürlerinde ise her bir fert ayrı tabaktan, hatta birden fazla tabaktan yemek yer. Sonuçta fert sayısı kadar bulaşık tabak çıkar. Bunların temizlenmesi su ve deterjan kullanımı ve oluşan atık miktarı farklıdır. Kültür yapısı yani insanların hayat tarzı ekonomik durumuna göre de değişiklik göstermektedir. İnsanlarda eğitim, kültür seviyesi yani hayat tarzının bir sonucu olarak bağımlılık ortaya çıkmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 13 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Bağımlılık: Çevresel küreselleşmede önemli bir noktada bağımlılıktır. Bağımlılık, çevre kirlenmesinde ve küreselleşme da insan faktörünün en belirleyici temel unsurudur. Bağımlılık, toplum olarak yaşamanın da vazgeçilmez bir şartıdır. İnsan yaşantısında ferdi olarak başlayan bağımlılık daha sonraları toplum ve dünya düzeyinde etkisini göstermektedir. Bunun sonucu oluşan küresel çevre problemleri ise; 1. Doğanın bilinçsizce kullanılması sonucu tahrip edilmesi: Teknolojik seviye yükseldikçe insanlar daha fazla üretip, daha fazla tüketme duygusu içindedirler. Bu da doğal kaynakların daha çok kullanılması, daha fazla tüketilmesine ve tahrip edilmesine neden olur. Doğanın tahrip olması olarak ortaya çıkan bu olay sonucunda doğal denge bozulur. İnsan populasyonunun artışı da doğal dengeyi bozmaktadır. Buda kaynak tüketimini de olumsuz yönde etkiler. Nüfus artışının getirdiği tek problem düzensiz yerleşmedir. Ülkerlerin çıkarları daima çevre problemlerinin önünde gelmiştir. Çevre problemlerini oluşturan insan faktörü doğal kaynaklar ve kirlenmedir. Kirlenme ise insanların ferdi ihtiyaçlarının üzerinde yaptığı tüketimdir. 2. Doğal kaynakların tüketilmesi: Yeryüzünde insanlığın kullandığı doğal kaynaklar sonsuz değildir. Doğal kaynakların başında, kullanılabilir su kaynakları, fosil yakıtlar ve ekilebilir tarım arazileri, ormanlar vb. gelir. Bu kaynakların kulanım miktarları her geçen gün artmaktadır. İnsanlığın fosil yakıtlara olan bağlılığı ve kullandığı miktar da artmaktadır. Kullanabildiği su miktarı da, ekilebilir tarım alanlarının miktarı da artmaktadır. Bu artış nereye kadar devam edebilir? Teknoloji yarışının devam ettiği, alışkanlıkların terk edilmediği sürece, bağımlılıkların daha da artması sonucu doğal kaynak kullanımı devam edecektir. Çevre kirlenmesi açısından düşünüldüğünde yeryüzündeki doğal kaynakların en önemlilerini; Su, Atmosfer ve Hava, Toprak ve enerji oluşturmaktadır. Doğada bir su problemi vardır. 21. Yüzyılda kullanılabilir temiz su kaynakları önem kazanacaktır. Endüstrileşme sanayileşme ile zaten sınırlı olan su kaynakları tehdit altındadır. Büyüklerimizin musluktan içtiği sular günümüzde içilmez hale gelmiştir. Sanayileşme su kaynaklarını tehdit etmektedir. Temiz su kaynaklarına sahip ülkeler diğer ülkelere göre daha şanslıdırlar. Orta doğudaki ülkeler, İsrail, Suriye, Ürdün başta olmak üzere su sıkıntısı çekmekte ve gelecekte, temiz suyun petrol kadar önemli olacağı bugün herkes tarafından kabul edilmektedir. 3. Atık madde miktarının artması: Teknoloji yarışı sonucu hızla devam eden, daha fazla üretim, daha fazla tüketim alışkanlığı doğal kaynaklarının tüketilmesi yanında büyük bir atık oluşumu meydana getirecektir. Sanayileşme ve buna bağlı olarak refah Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 14 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI seviyesinin yükselmesi sonucu meydan gelen küresel çevre problemlerinde de artış meydana getirmiştir. İnsanların kalkınma için gösterdiği çaba sonucu çevreden oluşan olumsuz etkiler, biyolojik çeşitliliği azaltmaktadır. Buna bağlı olarak iklimlerin değişmesi doğal kaynakların kullanılması ile daha da artmıştır. 4. Yer kürenin ısınması ve iklim değişiklikleri. Fosil yakıtların aşırı tüketimi ile atmosferdeki gazların kompozisyonunda değişikliklerin oluşmasıyla iklimlerde değişiklikler meydana gelmektedir. Doğanın sunduğu hizmetler bedava hizmetlerdir. Ekonomik olarak görünmeyen ama uzun vadede ekonomiyi etkileyen ve destekleyen görünmez kaynakların en önemli kalemlerinden bir tanesidir. Doğa kendi istikrarı için sağladığı hizmetlerde bir süreklilik arz eder. Ama insanlar yüzünden bu süreklilik bozulmaktadır. Bu sağlandığı sürece doğa korunmuş olur. Bunu için ekonomide kar zarar maliyetleri yapılırken çevre maliyetleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Dünyada kirlenme hızla artmaktadır. Bu durum kaynak kullanımdan insan yaşantısına kadar birçok yönde etkisini göstermektedir. Bulaşıcı hastalıklar, besin sıkıntısı ve faydalı kullanım imkânlarının azalması olarak karşımıza çıkmaktadır. IV. ÇEVRE KİRLENMESİNİN ULUSAL VE ULUSLAR ARASI BOYUTU Siyasal ve ekonomik değişimlerin yanı sıra, son elli yıl, aynı zamanda sonuçları çok etkili olan sosyal ve çevresel değişimlere de tanık olmuştur. Hızlı nüfus artışıyla birlikte, insanların yaşayış biçiminde de pek çok değişiklikler oldu, artan ekonomik faaliyetler yaşam standardını yükseltip okuryazarlığın arttırdı. Medya, yeni teknolojinin yardımıyla, ulaşabilme gücünü arttırınca, değişimler birbirini etkilemeye başladı. Nüfusun ve ekonomik büyümenin böylesine yükselmesi, doğal kaynaklara ve çevreye ilave bir baskı oluşturdu. Dolayısıyla hem nüfusun, hem de ekonomik değişmenin gelecek kuşakların çıkarlarını koruyacak biçimde yönetilmesi çok önemli bir konu haline geldi. Bu değişimler kadar önemli olan bir şey de, insanların kendi hayatlarını biçimlendirme ve kendi haklarının talep etme yeteneğinin artması oldu. Bireylerin güçlenmesi, sivil toplumun ve demokratik süreçlerin canlandığında kendini belli etmektedir. Bunlar insandaki yaratıcılık ve işbirliği yapabilme potansiyelini göstermektedir ve bu niteliklerin ikisi de dünyanın karşı karşıya geldiği pek çok zorluğun üstesinden gelebilmek için hayati önem taşır. Günümüzde çevreyi, evrensel değerlerin bir bütünü olarak kabul etme eğiliminin yaygınlık kazandığı görülmektedir. Önceleri sadece insan ile doğal çevresi arasındaki ilişkiler bağlamında ele alınmakta olan çevre kavramı, doğa ve doğaya karşı duyulan Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 15 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI ilginin bir ifadesi olarak değerlendirilmiş, çevre sorunları da dar anlamlı “kirlenme” sorunlarıyla sınırlandırılmış bir biçimde gündeme getirilmiştir. Çevre sorunlarının, ulusal düzeyde ele alınmasıyla onarımcı ve önleyici politikalar da uygulanmaya başlanmıştır. Çevre kavramının ulusal düzeydeki politikaları etkileyerek, sosyal, ekonomik ve hukuki sonuçlar doğuracak kararların konusu olmaya başlamasının en önemli nedenleri, çevre sorunlarından kaynaklanmaktadır. Ekonomistler gibi, çevre sorunlarının da sınır ve ulus tanımayan bir nitelik taşıması, çözüm yollarının karmaşık olması ve çevresel baskıların birbirine bağlı yapısı yalnız ulusal düzeyde çeşitli toplumsal aktörler arasında değil, uluslar arasında da bu sorunlarla mücadele edebilmek için işbirliği yapılmasın gerekli kılmaktadır. Çevre sorunları dünyamızı küresel olarak etkilemektedir. İklim, nüfus, doğal kaynaklar dağılımı, biyolojik çeşitlilik, genetik riskler gibi olgular sorunlarının küresel ölçekli niteliğini sergileyen örneklerdir. Birden çok ülkenin ortak doğal kaynaklarını aynı anda etkileyen çeşitli çevre sorunları örneğinde görüldüğü gibi birçok çevre sorunu da ötesi etkiler taşımaktadır. Çevre sorunlarının sınır tanımayan ve birbirine bağlı sorunlardan oluşan karmaşık özellikleri, çoğu kez yarattıkları olumsuz sonuçların aynı anda hem yerel, hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde etkili olmasını yol açmaktadır. Uluslar arasında çevre konusunda işbirliği yapılmasını gerektiren en önemli nedenlerden bir diğeri de ortak olan değerlerin korunmasıdır. Paylaşılan ekosistemlerin ve uzay, okyanus, Antarktika gibi ortak değerlerin geleneksel ulusal egemenlik kavramları ile korunması ve yönetilmesi mümkün görülmemektedir. Bu yapısıyla çevre sorunları, ülkeler arasında çeşitli düzeylerde ve çok yönlü işbirliği mekanizmalarının geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Ülkeler çevre konusunda işbirliği yapma yoluna giderken çoğunlukla bu işbirliğini hukuki bir temele oturtmayı tercih etmektedir. Bu amaçla çeşitli çok taraflı veya ikili, bölgesel veya küresel sözleşme hazırlarken, Birleşmiş Milletler, OECD, Avrupa Toplulukları gibi birçok uluslararası kuruluşu da, çevreyle ilgili özel birimler oluşturarak, üyeleri için ortak politika ve eylemler belirlemekte, kurallar geliştirmektedirler. Ortak çevre sorunlarının giderilmesi veya önenmesinin yanı sıra, ortak çevresel kaynakların korunması ve yönetilmesi anlayışı üzerinde temellenen bu işbirliğinin, önümüzdeki yıllarda uluslar arası ilişkiler sisteminde daha belirleyici bir rol oynayarak, bu sistemin yönlendirilmesi açısından önemli değişikliklere yol açacağı söylenebilir. Çevre ile kalkınma arasındaki etkileşim çevresinde, uluslararası ekonomik ilişkiler göz önüne alındığında yakın bir gelecekte, çevre kavramının uluslar arası düzeyde daha belirleyici bir işlev kazanması bu bağlamda uluslararası çevre hukukunun gelişiminde hızlanma beklenmektedir. Bilim ve teknolojinin hızla ilerlediği XIX. yüzyılda yaşanan endüstriyel üretim ve kentleşme Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 16 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI çevrenin bozulması süresini hızlandırmış, doğal dengelerin sarsılması ve çevresel kaynakların tahribinin ağır sonuçlarının görülmeye başlamasına yol açmıştır. 1972 yılında 5–16 Haziran tarihleri arasında Stockholm’de düzenlenen “Birleşmiş Milletler İnsan Çevre Konferansı”dır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülkenin katıldığı Konferans Birleşmiş Milletlerin çevre konusundaki çalışmalarının temel öğesi olarak, tüm hükümetlere görev verilmektedir. Stockholm Konferansı’nda alınan karara uygun olarak kuruluşu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 12 Aralık 1972’de 2997 sayılı karar ile onaylamış Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), Birleşmiş Milletler sistemi içinde, çevre ile ilgili faaliyetlerde eşgüdüm sağlamak ve çevre konusunda yardımcı olmak teşkil edilmiştir. Bu bağlamda, biyosfer kaynaklarının bütüncül ve akılcı yönetimi için geliştirilmiş bilgi, doğal ve insan eliyle yapılmış ekoloji sistemlerin gelişmesini, insan refahını temin etmek ve bütün ülkelere, bilhassa kalkınmakta olan ülkelere, çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gösterilen uluslar arası ve ulusal gayretlerle istikrarın temini, çevre sorunlarıyla mücadele ve gerekli teknoloji, eğitim ve öğretim, bilgi aktarımı, edinilmiş deneyimlerin değiş tokuşu için gerekli ek mali kaynaklara hareketlilik getirmek hususunda yardımcı olmak, UNEP’in çerçeve ilkesi olmuştur. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın da etkisiyle 1980’li yıllarından itibaren çevrenin evrensel değerlerin bir bütün olarak ele alınması ve kalkınma politikaları ile çevre koruma politikalarının bütünleştirilmesi gereği her düzeyde gittikçe artan bir şekilde kabul görmeye başlamıştır. Çevreyle ilgili uluslararası gelişmeleri yönlendirmek ve küresel çevre problemlerin çözümüne katkıda bulunmak açısından en etkili kuruluşlardan biri olan Avrupa Birliği ülkelerinin de, 1970’li yıllardan başlayarak, üyeleri için ortak politikalar ve eylemler belirlediği görülmektedir. Avrupa Birliğinin esasını teşkil eden ve 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girmiş olan Roma Antlaşmasında, doğrudan çevreyle ilgili ortak bir politikanın yürütülmesini belirleyen bir madde bulunmamaktadır. Başlangıçta topluluğun çevreyle ilgili faaliyetleri Antlaşmanın, Üyeleri arasındaki rekabet şartlarıyla ilgili 100. Maddesi ve ortak pazarın güçlendirilmesiyle ilgili önlemlere ait 235. Maddesi çerçevesinde yürütülmüştür. Avrupa Birliği kuruluş amaçlarından birisi, vatandaşların iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, dengeli ve uyumlu bir ekonomik kalkınmanın sağlanması olarak belirlenmiştir. Bu amaç doğrultusunda hareket eden AB ilk kez, Balkanlar Konseyi’nin 1971 yılında yaptığı toplantıda çevre konusunu gündeme getirmiştir. Bunu Temmuz 1971’de Komisyon tarafından yayınlanan bildiri izlemiştir. Topluluk üyesi ülkelerin devlet ya da Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 17 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI hükümet başkanlarının 19–20 Ekim 1972’de Paris’te yaptıkları toplantıda, ekonomik büyümenin tek başına bir amaç olmayacağı, bu büyümenin çevre ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacıyla bir arada ele alınmasının gerekli olduğu belirtilerek, bu konuda bir eylem programı hazırlanması çağrısında bulunmuşlardır. Bu yaklaşımdan hareketle Topluluk Kasım 1973’de Birinci Çevre Eylem programını başlatmıştır. Bunu 1977’de başlatılan ikinci, 1983’de yürürlüğe giren Üçüncü ve 1987- 1992 önemini kapsayan Dördüncü Çevre Eylem Programları izlemiştir. AB’nin ilk iki Çevre Eylem Programı, kirlilik sonucu ortaya çıkmış ciddi sorunlara çözümler getirmek amacına yönelik eylemleri kapsamaktadır. Onarımcı politikalara, Üçüncü Eylem Programında sorunların ortaya çıkmadan önlenmesinin daha ekonomik olduğu anlayışı görülmektedir. Dördüncü Eylem Programı ise daha gelişmiş bir bakış açısıyla, çevrenin korunmasını, sosyal ve ekonomik kalkınmanın temel elemanı olarak ele almaktadır. Daha sonra, Aralık 1985’te Konsey tarafından kabul edilen Avrupa Tek Senedi’ne, topluluğun çevrenin kalitesini korumak ve iyileştirmek, kişi sağlığını korumaya yardımcı olmak, doğal kaynakları özenli ve akılcı kullanmaya ilişkin amaçlarından hareketle “çevre” başlığı altında bir madde eklenmesi öngörülmüştür. Bu başlık çerçevesine AB’nin çevre politikasına ilişkin temel ilkeler ise; 9 Önleyici eylem, 9 Çevreye verilecek zararın kaynağında önlenmesi, 9 Kirleten öder olarak belirlenmiştir. Avrupa Tek Senedi’nde yer alan çevre başlığında bu ilkelerin ışığı altında hazırlanarak, 1 Şubat 1993 tarihinde konsey ve üye devletler hükümetleri ortak toplantısında alınan kararla kabul edilen Beşinci Çevre Eylem Programı, yine koruyucu ve önleyici politikalara ağırlık vermekte ve “Avrupa Birliği”nin çevre politikalarını belirlemektedir. Bu antlaşmada çevre konusundaki hukuki çerçevesi çizilmiş olan çevre politikaları belirlenmiştir. Avrupa Birliği, söz konusu belgelerde tanımlandığı şekilde, çevreyi korumak ve sürdürülebilir kalkınma amacını hayata geçirebilmek için, Çevreyi öncelikli sektörler olarak belirlenmiş olan imalat, sanayi, enerji, tarım, ulaştırma ve turizm sektörlerinden başlayarak birliğin tüm sektörel politikalarıyla bütünleştirmeyi kararlaştırmış ve bu hedeflere uygun eylemler tanımlamıştır. Çevre gerçeğinin, salt kirlenme sorunları olarak algılanmaktan, çıkarak, küresel, düzeyde kalkınmayla karşılıklı etkileşimi bağlamında değerlendirilmesi ile birlikte, başta BMÇP, OECD ve Avrupa birliği olmak üzere çeşitli uluslararası örgütlerin de yönlendirici etkisiyle, çevrenin yeni bir anlayışla yönetilmesi gerektiği konusundaki çalışmalar hız Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 18 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI kazanmıştır. Kuşkusuz bunda akademik çevreler ile hükümet dışı sivil örgütlerinde etkisi önemli rol oynamıştır. Çevre gerçeği son yirmi yıldır devletler arasındaki ilişkilerde yeni ve yönlendirici bir unsun olarak önemli bir gelişme kat etmiştir. Bu gelişmenin önümüzdeki dönemde devam ederek, çevre konusundaki faaliyetlerin uluslararası siyasi ve ekonomik ilişkilerdeki yönlendirici yapısından belirli bir yapıya kavuşacağı ileri sürülebilir. Bu bağlamda 21. Yüzyılda çevrenin aynen insan hakları ve demokrasi gibi ülkeler arasında ortak bir üst değer olacağı görülmektedir. Bu çerçevede çevrenin bir yandan ulusları ve insanları birleştirici işlevinin güçleneceğini, bir yandan da yeni çatışma ve anlaşmazlıkların nedeni olarak küresel düzeydeki önem ve etkisinin artacağını beklemek gerekmektedir. Ülkemizin çevre sorunları yediden yetmiş yediye kadar herkesi ilgilendiriyor ve toplumumuz bu konuda duyarlı görünüyor olmasına rağmen, kış aylarında hava kirliliği sorunu ile karşı karşıya kalan kentlerimizin sayısı giderek artıyor, içme, kullanma ve sulama suyu olarak yararlandığımız su kaynaklarımızın kalitesi giderek bozulmaktadır. Katı atık sorunu çığ gibi büyüyor, tarım topraklarımızın amaç dışı kullanım alanı giderek genişliyor, cadde ve sokaklarımızdaki gürültü seviyesi önemli artışlar gösteriyor. Bu olumsuzlukları çoğaltmak mümkündür. Toplumumuzun her kesimindeki insanlarımızın çevre sorunları konusundaki duyarlılığını ve bilgi birikimini, çevre mevzuatını, çevre koruması amacıyla alınan önemleri ve uygulamaları yeterli kabul edecek olursak, teorik olarak çevre sorunlarının görülmemesi gerekir. Ancak, hepimizin de bildiği ve gördüğü gibi, ülkemizdeki çevre kirliliği ve doğal kaynakların yanlış kullanımı giderek artmaktadır. O halde, çevre koruma ve geliştirme zincirinin bazı halkalarında yetersizlikler, aksaklıklar veya yanlışlıklar vardır. İşte oluşturulacak uygun bir çevre politikası ile, sorunların daha başlangıçta meydana gelmemesine ve meydana gelebilecek sorunların etkisinin en aza indirilmesine çözüm araştırılabilir. Politikaların ortaya konulmasında, yöresel, bölgeler, ülke boyutunda veya küresel tercih ve hedeflerin belirlenmesi zorunludur. Çevre sorunu olarak adlandırılan ve çoğu çevre kirliliği olarak etkisini gösteren sorunların bir bölümü ülke boyutlarında ve küresel düşünmeyi gerektirdiğinden; ayrıca, bu sorunlar anlık veya günlük sorunlar olmadığından, geleceğe yönelik değişimlerinde dikkate alınmasını gerektirdiğinde, bu konuda ortaya konulan politikalar dinamik yapıda olmak zorundadır. Hava kirliliği ile ilgili olarak, yerleşim yeri kaynaklı kirleticilerin ağırlıklı olduğunu görmekteyiz. Özellikle kış aylarında, yakıt kullanımına bağlı olarak görülen hava kirliliği insan sağlığını tehdit etmektedir. Endüstriyel kaynaklı kirletici maddelerin yöresel etkileri Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 19 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI yanında, hava akımları ile taşınan gaz ve parçacıkların atmosfere salındıkları yerlerin dışında ve uzaklarında da olumsuz etkilerinin bulunduğu vurgulanmaktadır. Akarsularımızdaki kirlenme, havza bazında ele alınmaktadır. Yerleşim yeri atıksuları, endüstriyel atıksular ve tarımsal alanlardan kaynaklanan su kirliliğinin hemen hemen ülkemizin her tarafından dikkatlerimizi çekmekte olduğunu izlemekteyiz. Göllerimiz ve denizlerimizde de önemli kirlenmenin olduğu bu konuda yapılan araştırma sonuçlarından görmekteyiz. Katı atıkların uygun bir şekilde yönetilmemesinden, tarım alanlarının amaç dışı kullanımından, yanlış enerji üretim ve tüketiminden, tarımsal uygulanmalardaki bilinçsizliklerden kaynaklanan çevre bozulmasının hem insanlarımızı ve hem de doğal yaşam ortamlarını olumsuz yönde etkilemekte olduğunu üzüntü ile takip etmekteyiz. Sonuç olarak, üzerinde birlikte yaşadığımız gezegenin birçok bölgesinde olduğu gibi, ülkemizde de önemli çevre sorunları vardır. Bu sorunların bir bölümü insanlarımızın çevreye duyarlı görülmesine rağmen, çevrenin korunmasında ve geliştirilmesinde üzerlerine düşen görevi yeterince yerine getirmediklerinden oluşmaktadır. Bir diğer bölümü de, mevcut çevre mevzuatının etkili bir şekilde uygulanamayışından kaynaklanmaktadır. O halde çevre koruma ve geliştirme konusunda yürütülmekte olan çevre politikasında bazı eksikliklerin olduğunu söylemek mümkündür. Türkiye’de çevre politikalarının varlığı eskilere gitmekte ise de, ilk belirgin uygulamalar 1982 Anayasası’nın 56. Maddesi ile birlikte başlamıştır. 2872 Sayılı Çevre Kanunu ve bu kanunu esas alan yönetmeliklerin yürürlüğe girmesi sonucu modern bir çevre politikası oluşumunu sağlamıştır. Çevre Kanunu’nun dışında, diğer bazı kanunlar, tabiat ve kültür varlıklarının korunması, kıyıların korunması, ormanların korunması, imar vs. konuları esas alan kanunlar da çevre politikalarının geliştirilmesinin birer sonucu olarak yürürlüğe girmiştir. Çevre koruma ve geliştirilme konusundaki temel esaslar, ilkeler ve hedefler kalkınma plânlarında yer almıştır ve yer almaya devam etmektedir. Diğer taraftan, çevre korunması geliştirilmesi çalışmalarında bilimsel ve teknik düzeyde faaliyet göstermek üzere üniversitelerimizin mühendislik fakültesi bünyelerinde çevre mühendisliği bölümleri açılmıştır. Çevre Bakanlığı ve bu Bakanlığa bağlı İl Çevre Müdürlükleri kurulmuştur. Bütün bunlar çevrenin korunması ve geliştirilmesi için çok olumlu yaklaşımlardır. Tüm bu uygulamalar bir bütün olarak ülkemizdeki çevre politikasını oluşturmaktadır. Ancak, çevre politikasının varlığına rağmen gün geçtikçe çığ gibi büyüyen çevre sorunları neden önlenememektedir? Bu sorunun en belirgin cevabı; çevre sorunlarının çözümünde çevre politikalarının varlığının yeterli olmayışı, bu politikaların etin bir şekilde yürütülmesinde siyasi otoritenin arzulu olmayışı veya başarısızlığıdır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 20 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Siyasi otorite, o dönemde iktidarda bulunan siyasi parti veya partilerdir. Bu partilerin kendine özgü çevre politikalarının olması kaçınılmazdır. Ancak bu politikalar yerleşmiş devlet politikasından fazlaca sapma göstermemelidir. Çevreyi koruma ve sürdürme, tüm dünya milletlerinin ortak sorumluluğundadır. Çevre adına hiçbir şey yapmadan durmak da çok pahalı bir lükstür. Çevreyi korumadan, toplumsal çıkarlardan kendimizi alıkoymadıkça ve işbirliği–dayanışma fikri eyleme geçirilmedikçe “çevre korumacılık” kuramsal yönüyle ancak kitaplarda yerini bulacaktır. V. KÜRESELLEŞME VE ÇEVRE YÖNETİMİ Küreselleşme mantığı, devlette var olan merkezi gücü ve bürokrasiyi sorgulamaktadır. 21. Yüzyıl demokrasilerinde, siyasi karar mekanizmaları üzerinde çoğu zaman müdahaleci rol oynayan politik-yönetsel karar alanları daralacak ve ulus devletin işleri yeniden gözden geçirilecektir. Bu bağlamda yetkilerin bir kısmı bugün var olan ve yeni kurulan veya kurulması dönüşülen uluslar arası örgütlere bırakılacak, bir kısmı da günün şarlarına göre oluşacak birimlere terk edilecektir. Her iki gelişmede de demokrasinin yaygınlaştırılması ve katılımcı demokrasinin desteklediği uygulanabilir somut kurumlar ve kuralları gerektirmektedir. Günümüzde demokrasi ile idare edilen ülkelerde gerek yerel gerekse merkezi düzeyde kısmen demokratik anlamda temsil sorunları bulunmaktadır. Bu olgu ise küreselleşme sürecinde önemli bir engel durumundadır. Sorunların bölge ve/veya ülke ölçeğinden taşarak tüm dünyayı etkilemesi sonucunda, tek bir dünyamız olması sorumlulukları da globalleşmiştir. Bu sorumluluklar içinde özellikle “çevre konuları” diğer tüm ekonomik ve sosyal faaliyetleri de kapsar şekilde gelişmiştir. Çevre sorunlarının belirleyici özelliği de tüm dünyayı etkilemesidir. Çevre sorunların merkezileşmesinin nedeni ise, devlet sistemlerinden kaynaklanan ideolojik farklılıkları aşabilecek boyutta olması ve “çevre ideolojisini” oluşturabilecek bir güce sahip bulunmasıdır. Bu durum, ulusal ve uluslar arası örgütsel işbirliğini de güçlendirmektedir. Birleşmiş Milletler ve diğer ilgili uluslar arası örgütlerle yerel otoriteler arasında işbirliğini arttırmak, yerel otoriteleri desteklemek ve yerel çevre yönetimi konusunda kapasite oluşturmak amacıyla programlar başlatılması öngörülmektedir. Bu bağlamda da özellikle az gelişmiş ülkelerin bu doğrultudaki çabalarını tanımlamak üzere uluslar arası işbirliğinin güçlendirilmesi istenmektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 21 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Yerel yönetimler, çevre konularında gerek zarar verme, gerekse, yürütmeye ilişkin yetkiler açısından güçlendirilmesi gereken birimler olarak önemini korumaktadır. Belediyelerin fiziksel planlamadan, su kaynaklarına ve her türlü atıklara ilişkin olarak üstlendikleri sorumluluklarını yerine getirebilmeleri mali kaynak denetimi, personel gibi yerel yönetimlere ilişkin sorunlarının giderilmesini gerektirmektedir. Çevre konusunda sorumluluklarını yerine getirmeyen merkezi/yerel yönetimler için yaptırılmalara gidilmelidir. Bütün ülkelerin çevre yönetimleri, atık, kalkınma ve çevre konularının ayrılmaz bir bütün olduğuna inanmakta, geleceğe yönelik ulusal, bölgesel ve uluslar arası politikalarını bu bakış açısına göre ele almayı prensip olarak kabul etmektedir. Bu noktada çevre korumacı ideolojiler gelişmektedir. V.1. Çevre Korumacı Yaklaşım Küresel ve bölgesel çerçevede çevrenin korunması günümüzde üzerinde önemle durulan konular arasında yer almaktadır. Gerçekten çevreye verilen zararlar ve ortaya çıkan sorunlar ister gelişmişlik yönüyle isterse politik sistemler açısından değerlendirilsin, tüm dünyanın ortak sorunudur. Dünyamızı olumsuz etkileyen en önemli unsur, kirleticidir. Bireylerin yaşam süreçleri içinde çevresinden yararlanırken onu etkilemesi ve etkilenmesi sonucunda oluşan atıklar ise, toprak, hava ve su gibi doğrudan çevreyi kirletmektedir. Oysa halk genelde kirlenmeyi kendinden soyutlayarak izlemektedir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda doğal kaynakların akılcı olmayan yönetiminin etkileri, gittikçe kötüleşen bir değişim ortaya koymuştur. Ancak gelişmiş ülkeler ekonomik durumları ve politik yapıları ile gelişmekte olan ülkelere göre daha şanslı durumdadır. Öte yandan doğal kaynakların oransal olarak azalması, gelişen ülkelerin çabuk etkilenen özelliğe sahip ekonomilerini tehdit etmektedir. Yine yoksul ülkelerin doğal kaynaklarına büyük ölçüde bağımlılığı, önemli bir engel yaratmakta ve ekonomik faydanın göz ardı edildiği politik tercihlere neden olmaktadır. Çevre, sosyal ahlâk düzeni ve politika ile yakından ilgilidir. Özellikle tarım, enerji ve sanayi yönlü makro ekonomik sektör politikaları ile yerli ve yabancı yatırımlara ilişkin “mali”, “ticari kararlar” çevre korumacı tartışmalarda her fırsatta ve eleştiride ileri sürülen vazgeçilmez kalkan sözcülerdir. Bu nedenle nüfus, kaynaklar, çevre, kalkınma, çıkar sözcükleri çevre kaynaklarında çokça kullanılmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 22 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Çevre sorunları uluslar arası arenada esaslı değişiklikler yapmıştır. Yüzyıllarca devletlerin güvenildiği askeri açıdan ele alınmaktaydı. Ancak son on yılda oldukça değişik bir tehdit tipi ön planda yer almaktadır. Bu tehdit “ekolojik güvenlik” tir. Ekolojik sınır ötesi ihlaller, askeri sınır ötesi ihlallerden daha aktüel ve her an gerçekleşmesi beklenen olgulardır. Endüstrileşmenin uluslar üstü olması, çevre sorunlarında da uluslar üstü olmasını sağlamıştır. Bu yüzden de çevre politikası düzenleyiciler uluslar arası politikalarda ve uluslar arası politika ise ulusal çevre politikasında gittikçe etkili olmaktadır. Yetkili ve sorumlu olarak ulusal politikanın önemi büyüktür. Çünkü bulunduğu doğal ortamların ve ekonomisinin uluslar arası sorunlarıyla karşılaşan da ulusal devlettir. Ulusal devlet, global çevre koruma için tek büyük aktör olarak düşünülmekle birlikte, aslında zayıf bir konumdadır. Bu durum dünyanın ekonomik yapısından kaynaklanmaktadır. Örneğin, otomotiv sanayi gibi bir faaliyeti organize eden çok uluslu bir kuruluşun, geniş bir ticaret ağına sahip bulunması kontrolü zorlaştırmaktadır. Ayrıca, sadece, girişimcilerin değil devletlerinde dünya piyasasında rekabet etmesi gibi nedenlerle, endüstri yararına olduğu düşünülen vergi muafiyetleri ve teşvikler de çevre korumayı engelleyebilmektedir. V.2. Çevre Politikasının Değerlendirilmesi Devletlerin çevre politikasının değerlendirilmesi açısından, “strateji” ve “çevre politikasının araçları” çok önemli iki etkendir. Strateji yönüyle incelendiğinde dört aşama görülmektedir. a) İlk aşama ortaya çıkmış çevre tahribatının sadece tamiridir. Bu aşama “tepki göstermek ve tedavi etmek” olarak tanımlanmaktadır. b) İkinci aşamada, devletlerde yeni kurumlar yaratmak ve kirlilik kontrolü üzerine mevzuatı gözden geçirmek, kaynakların yönetimi ile kırsal ve kent alanlarının iyileştirilmesi doğrultusunda öncülük etmek ve yol göstermektir. c) Çevre politikasının üçüncü aşaması ise, baştan itibaren çevreyle uyumlu bir teknik kullanılması amacına yöneliktir. Bu durum, kural olarak kaynakların daha dikkatli kullanımı hedef almaktadır. d) Dördüncü aşamada, ek tedbir veya yeniliklerle iyileştirmeye ve düzeltilmeye çalışılan ekonomik formlara veya çevre ile uyumsuz teknolojilere daha fazla yer yoktur. Bunlar “yaptırım getirilerek” kendiliğinden değişecektir. Milli devletler genel olarak da çevre korumacı ve düzeltici politikalara ağırlık vermektedir. Oysa ıslah edici çevre korumada, kirlilik önleyici arıtma tesisleri ilk Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 23 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI müdahale olarak mutlaka gerekli görülmekle beraber sınırlı katkısı da bilinmektedir. Buna göre; a) Islah edici çevre korumada, enerji santrallerinin filtrelerinde önem arz eden SO2 gazlarının tutulması gibi, kirliliğin tümüyle değil, ancak belli zararlı atıklarla mücadele edilmektedir. b) Islah edici çevre korumayla sağlanan çözümler uzun vadeli olmayabilir. c) Çözülmüş gibi görünen konular, çevre sorunlarına tekrar dönüşebilir. İdeal olan; hammadde; enerji, su ve toprağın akılcı ve rasyonel bir şekilde kullanıldığı, bilgi ve hizmet yoğun üretime yönelinmesidir. Bundan sonrası, ıslah edici tekniklerin kullanılmasını gerektiren çevre sorunlarının asgari düzeye indirilmiş olduğu doğal sistemlerin korunması ve kapsamlı ekonomik yapı değişikliklerinin sonucuna bağlıdır. VI. KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ ÇEVRE SORUNLARI İnsan ve diğer canlıların yaşam boyunca ilişkilerini sürdürdüğü bir dış ortam mevcuttur. Doğada canlıların kendi aralarında ve fiziksel çevreleri ile ilişkileri sağlıklı bir gelişmeye izin veriyorsa, doğal denge sağlanmış demektir. Aksine bir durum, doğal dengenin bozulduğunu göstermektedir. Tüm dünya üzerinde insanların gün geçtikçe artan bir hızla sanayileşme çabaları ve kırsal alanlardan kentleşme sürecine giriş önceleri pek önem verilmemesine rağmen, son yıllarda insanlığı tehdit edecek şekilde ciddi boyutlarda çevre kirlenmesine yol açmıştır ve kirlenme hızla artmaktadır. Çevre kirlenmesi, doğanın kirlenmesi, daha doğrusu kirletilmesidir. Bunlar kısaca suyun, havanın, toprağın kirletilerek verimsiz ve canlılara zararlı hale getirilmesidir. Öldürücü olan birçok hastalık bunların sonucudur. Su, evsel ve endüstriyel atık sularla; hava, büyük ölçüde fabrikaların bacalarından çıkan zehirli gazlar ve tozlarla, toprak ise kullanılan suni gübreler ve zirai araçlarla doğal özellikleri hızla bozulmaktadır. Sanayileşme ve kentleşmenin yol açtığı ve yukarıda bahsettiğimiz kirliliklerin dışında gürültü, ses, trafik, şehirlerin ısıtılması vb. gibi faktörler de dolaylı yollardan yaşamı etkilemektedirler. Günümüzde özellikle dört konu dünya çapında çevre sorunları olarak sık sık gündeme gelmektedir. Karbondioksit gazının artışı dolayısıyla meydana gelen iklim değişikliği, kanser yapıcı ışınları süzen ozon tabakasının incelmesi, tropik ormanların tahribiyle ortaya çıkan milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olma tehlikesi, bir de Çernobil olayında olduğu gibi büyük çaptaki nükleer kirlenmeler. Son yıllarda bu gruba elektromanyetik kirlenme ile kültür kirlenmesi de eklenmektedir. Bunlardan başka, tüm Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 24 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI dünya çapında olmasa bile, uluslar arası boyutlarda, dünyanın geniş bölgelerini etkileyen asit yağmurları, çölleşme, tehlikeli atıkları da sayabiliriz. Bu listeye daha önceki yıllarda dünya çapındaki sorunlar olarak çok sözü edilen DDT kirlenmesi, denizlerdeki petrol kirlenmesi ve cıva kirlenmesi vb. de eklenebilir. VI.1. Nükleer Tehlikeler Dünya nükleer çağa, ABD’nin 1945’te iki Japon şehrine attığı atom bombalarıyla girdi. Ama asıl dünya çapındaki radyoaktif kirlenme sorunu, 1950’li yıllarda ABD ve SSCB’nin birbiri ardına yaptığı nükleer denemelerden sonra ortaya çıktı. Bu denemeler ıssız bölgelerde yapılıyordu. Patlamanın gücüyle atmosferin yukarı tabakalarına savrulan nükleer maddelerin orada zararsız hale gelinceye kadar kalacağı sanılmaktaydı. Ama ABD’li fizikçiler 1945’te tüyler ürpertici bir kesifte bulundular. Her nükleer denemeyi takip eden haftalarda ABD’nin deney sahasından uzak çeşitli yerlerine radyoaktif yağmurlar yağıyordu. Kısa zamanda, bu radyoaktif yağmurun, sadece ABD’ye değil, dünyanın her tarafına yağdığı, denemelerden ortaya çıkan çeşitli maddelerin ekosistemde yayıldığı anlaşıldı. Bunların arasında, stronsiyum (Sr-90) adlı radyoaktif maddenin, kimyasal olarak kalsiyumun yerini aldığı; tüm kalsiyumlu besinler örneğin anne sütü yoluyla çocukların vücuduna girip, kemiklerde yerleştiği, kan kanserine neden olduğu saptandı. 1960’lı yıllara varıldığında ortada kaçınılmaz bir bulgu vardı. Nükleer denemeler sonucu ortaya çıkan radyoaktif yağmur, tüm dünyanın ekosistem sağlığını tehdit etmekteydi. Bilim adamlarının baskısı ve kamuoyundaki tartışmalar sonucu, 1963 yılında ABD, SSCB ve İngiltere, atmosferde nükleer denemeleri yasaklayan bir antlaşma imzaladılar. Bundan sonra yeni bombalar geliştirmek için yapılan denemeler yine devam etti, ama hiç olmazsa atmosferde değil, yeraltında yapıldı. 1970’ten sonra çevrecilerin dikkati yeni bir nükleer tehlikeye, nükleer santrallere çevrildi. Aslında nükleer enerji çok güzel bir fikir olarak kabul edilmişti. Nükleer yakıt bomba olarak patlatılacağına, bu güç bir enerji kaynağı olarak kullanılacaktı. Nükleer santrallerde fuel oil ya da linyit yerine, dumansız, kokusuz bir yakıt olan uranyum kullanılır. Radyoaktif maddenin parçalanmasıyla çıkan ısının meydana getirdiği su buharıyla türbinler döndürülüp elektrik üretilir. Küçük bir hap kadar uranyum, iş yapma gücü yönünden bir ton kömüre eşdeğer. Nükleer santralin atıklarında tehlikeli radyoaktif maddeler yok değil, ama atıklar zaten miktarca çok az. Bu atıklar sağlam bir yere gömüldü mü mesele kalmaz. Nükleer santrallerin bomba gibi patlamalarına olanak yok. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 25 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Kaza tehlikesi ise sıfıra yakın. Risk analizcilerin hesabına göre, bir milyon reaktör yılında bir ya da diğer bir hesapla her iki bin yılda bir büyük bir kaza beklenebilir. Nükleer enerji taraftarları, nükleer enerjiyi dünya ya işte bu şekilde tanıtmışlardı fakat daha 1950’li yıllarda, ilk deneysel reaktörlerde, çoğu kamuoyuna duyurulmayan kazalar olmuştu. İlk büyük reaktör kazası, 1979’da ABD’nin New York eyaletinde oldu. Kaza ucuz atlatıldı, çünkü radyoaktif maddeler santralın içinde kaldı. Nisan 1986’da Çernobil reaktöründe olan kaza ise ucuz atlatılamadı. Kontrol hatası sonucu, santralın kalbi eridi ve reaktörü yavaşlatmakta kullanılan grafit ateş aldı. Yangın, reaktörün damını patlattı ve başta sezyum (Cs-137) olmak üzere, Sr-90 ve I-131 gibi radyoaktif maddeler önemli miktarda dışarı saçıldı. Kazanın ilk farkına varan ülke, oldukça gelişmiş radyoaktif izleme istasyonlarına sahip olan İsveç oldu. Ama Çernobil’in radyasyon etkisi sadece kuzeye, İskandinav ülkelerine gitmekle kalmadı; Orta Avrupa’dan Almanya’ya kadar batıya, İspanya’dan Türkiye’ye kadar güneye de yayılmıştır. Kazada ilk başta 32 kişi öldü. Kazadan üç buçuk yıl sonra ise resmi rakamlarla ölü sayısı 250’ye, on yıl sonrada binlere ulaştığı açıklandı. Çernobil’in insan sağlığına uzun vadeli etkilerini; çocuklar arasında artan tiroit kanseri ve lösemi vakaları yoluyla izlemekteyiz. Çernobil’in önemli bir etkisi, ülkelerin enerji politikalarını değiştirmek yönünde oldu. Pek çok ülkenin nükleer santrallere olan güvenleri sarsıldı. Atom gücüyle enerji üretme fikri önemli bir darbe yemiş oldu. VI.2. Sera Etkisi Dünya atmosferinde, nitrojen ve oksijen gibi gazlardan başka sera etkisi yaratan çeşitli gazlar mevcuttur. Bu gazlar, dünya ya ulaştıktan sonra uzaya geri yansıyacak olan güneş ışıklarını atmosferde tutmak görevini görürler. Karbondioksit ve metan gibi sera gazları, gelen güneş ışınlarına geçirgendir, ama dünya yüzeyinden yansıyarak çıkan ışınların bir kısmını engellerler. Günümüzde yapılan çalışmalar, havadaki karbondioksit oranının artık sabit olmayıp, endüstri devriminden bu yana, giderek arttığını gösteriyor. Bu artışın başlıca kaynağı kömür ve petrol gibi fosil yakıtların kullanımıdır. Atmosferdeki karbondioksitin bu hızla, önümüzdeki 30 ile 60 yıl içinde iki katına ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu da ortalama dünya ısısının 1,5 ile 4,5 derece artmasına tekabül etmektedir. Bunun sonucunda dünyada önemli iklim değişiklikleri olacaktır. Meydana gelebilecek en önemli değişiklik de kutuplardaki buzulların erimesiyle dünya denizlerinin seviyesinin yükselmesi ve kıyı bölgelerinin sular altında kalacak olmasıdır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 26 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI VI.3. Ozon Tabakası Ozon, atmosferde bulunan çeşitli gazlardan bir tanesidir. Ozon, nefes aldığımız hava içinde bulunursa, hava kirleticilerinden sayılır. Ama yerden 15 ile 40 km. yukarıda, atmosferde bulunan ozon gazının hayati bir görevi vardır. Buradaki ozon tabakası, güneşten gelen ışınların içinden ültraviyole dalgalarının fazlasını süzüp, dünya üstündeki yaşamı kanser yapıcı bu ışınlardan korur. Ozon tabakasını tehlikeye sokan etkenler arasında CFC’ler diye anılan klorlu be florlu karbon bileşikleri özel bir yer tutmaktadır. Saç, deodorant gibi sprey tenekelerinde, sudolaplarında ve plastik köpük yapımında eskiden kullanılan, modern çağın harika yapay kimyasallardan CFC’ler, yukarı atmosfere kadar yavaş yavaş ve ayrımdan yükselirler. Ozon tabakasının olduğu bölgeye varınca, kuvvetli güneş ışınlarının etkisiyle CFC’ler parçalanıp, klor atomlarına ayrılırlar. Tek bir klor atomu zincirleme reaksiyonla, binlerce ozon molekülünü parçalayabilirler. 1986’da bir uyduya monte edilmiş aygıtlar, ozon tabakasının Güney Kutbu üzerine rastlayan kısmındaki tabakalarda bir incelme keşfetmişlerdir. Bu incelme, % 50’ye varan bir ozon azalmasını göstermektedir. CFC’lerin başlıca üreticisi olan ABD, kimya sanayii lobisine rağmen, spreylerde CFC kullanımını yasaklamayı 1978’de başarmıştır. 1985’te Viyana’da yirmi ülke ozon tabakasını korumak için bir araya gelmişler ve bir yıl sonra da Montreal’de yirmi dört ülkenin imzaladığı anlaşma ile, 2000 yılına kadar dünya CFC üretiminin yarı yarıya azaltılması kararlaştırılmıştır. Buna rağmen, sorun henüz çözümlenmiş değildir. Çünkü bugün kullandığımız spreyden çıkan CFC’nin ozon tabakasına ulaşıp etkilemesi 50 yılı bulmaktadır. VI.4. Tropik Ormanlar Dünyadaki tüm tropik ormanların yarısı, kesilme ve yakılma gibi nedenlerle, son iki yüzyılda yok olmuştur. Şayet önlem anılmazsa kalan ormanlar önümüzdeki elli yıl içinde tamamen yok olabilir. Tropik ormanların kapladığı alan, dünya yüzeyinin yalnızca % 7’si, yeryüzündeki hayvan ve bitki türlerinin % 80’i tropikal ormanlarda yaşamaktadır. ABD’de reçeteyle satılan ilaçların dörtte birinden fazlası, yalnız tropik ormanlarda bulunan bitkilerden elde edilmektedir. Dünyanın değişik ekosistemleri arasında en zengin ecza maddesi kaynağı da tropik ormanlarda bulunmaktadır. Bu ormanlar dünyanın yağmur dengesini düzenlemekte ve atmosfere oksijen sağlamaktadır. Yani tropik ormanlar dünya ekosisteminin akciğeri görevini yapmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 27 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Orman kayıplarının önemli bir kısmı, tarım alanı açmak ve odun kesmek yüzünden olmaktadır. Son on yıldır, özellikle Brezilya ve Endonezya, kalabalık bölgelerdeki nüfus fazlasını ıssız tropik orman bölgelerine kaydırmaya çalışmaktadırlar. Bu da, Amazon gibi alanlarda geniş yollar, yerleşim ve tarım alanları açılmasıyla orman kesimini körüklemektedir. Diğer yanda, hammadde ihtiyacı olan zengin ülkelerin neden olduğu bazı baskılar mevcuttur. Örneğin, ağaç varlığı kıt olan Japonya, büyük ölçüde tropik orman kerestesi ithal etmektedir. ABD’nin meşhur hamburger endüstrisinin bile tropik ormanlara önemli çapta etkisi vardır. Orta Amerika’nın tropik ormanlarının dörtte biri son 25 yılda açılmış ve bazı çokuluslu hamburger şirketlerinin kontrolüne girmiştir. Bu eski orman alanlarında sığır yetiştirilmekte ve sağlanan düşük vasıflı et, kimyasallarla yoğrulup, bu hamburger şirketleri tarafından dünyanın dört bir yanında piyasaya sürülmektedir. VI.5. Asit Yağmurları Ülkelerin ekolojik yönden birbirlerine ne derece bağımlı olduklarını asit yağmuru konusunda çok açık biçimde görmekteyiz. Kanada’nın uçsuz-bucaksız ormanları ve gölleri, zaman zaman sirkeye yakın keskinlikte asit taşıyan yağmurlar nedeniyle yavaş yavaş ölmektedir. Biyolojik anlamda ölen göl sayısı şimdiden 14.000’i bulunmuştur. Önlem alınmazsa, daha 40.000 kadar gölün elden gideceği belirtilmektedir. Kuzey Kanada Ormanlarının çam ağacı türlerinde büyüme hızı yarı yarıya azalmış durumdadır. Bu yağmurlardaki asit, daha çok kömür yakıt kullanan sanayi bölgelerinden çıkan kürüt dioksitten ve otomobillerden çıkan azot oksit gazlarından kaynaklanmaktadır. Kanada’ya düşen asit yağmurunun yarısının kaynağı, güney komşusu ABD’dir. Asit yağmuru ABD’nin kendi toprağına da zarar vermektedir. Ama özellikle Ohio eyaletinde bulunan özel işletmelere ait kömür madenleri ve kömür yakan termik santraller, alınabilecek önlemlere karşı etkin bir lobi oluşturmaktadır. Asit yağmuru ilk kez 1972 yılında yapılan Stockholm Birinci Dünya Çevre Kongresi’nde uluslar arası topluma mal olmuştur. Kongrede İskandinav ülkeleri, göllerinin başka ülkelerden gelen asit yağmuru yüzünden ölmekte olduğunu açıklamışlar, uluslar arası önlemler alınmasını önermişlerdir. Bu asidin kaynağı olan Almanya, İngiltere gibi ülkeler, yapılan önerileri ciddiye almamışlardır. Ancak bir süre sonra kendi ülkeleri de etkilenmeye başlayınca işler değişmiştir. Üstelik işler sadece kükürt dioksit ve gazın suyla birleşmiş şekli olan sülfürik asitle de bitmemektedir. Sorunun çözümü, bir iki büyük kükürt dioksit kaynağını kısmakla gerçekleşmeyecektir. Çünkü kullandığımız taşıtlardan, yaktığımız çöplere kadar pek çok faaliyetimiz asit yağmuruna katkıda bulunmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 28 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Türkiye’de asit yağmuruna ancak kısıtlı ölçülerde Murgul, Ergani, Yatağan, Elbistan gibi önemli kükürt dioksit kaynağının olduğu yerlerde ve Avrupa’dan yağış olan kuzeybatı kesimlerimizde rastlanmaktadır. Son birkaç yıldır kükürt dioksiti azaltmak konusundaki uluslar arası girişimler hızlanmıştır. Fakat ABD ve İngiltere gibi net ihracatçı birkaç önemli ülkenin anlaşmaları imzalanmakta direnmeleri bu çabaları baltalamaktadır. VI.6. Zehirli Atıklar İkinci Dünya Savaşından bu yana, bir yandan kimyasallar, bir yandan kimya sanayicilerinin “yan ürünler” olarak nitelendirdikleri, kimyasal işlemler sonucu ortaya çıkan atıklar üretilmektedir. Atıklarda çoğu kez tek değil, pek çok kimyasal madde bir arada bulunduğu için soruna, öldürücü ya da zehirleyici anlamında “zehirli atıklar” sorunu denilmektedir. Bugüne kadar deneyimler, önemli sorunlar çıkıncaya kadar, hiçbir ülkenin bu atıkları ciddi bir denetim altına alamadığını göstermektedir. Atıklar genellikle en kolay yoldan çelik variller içinde çeşitli yerlerdeki çöplüklere atılmakta ya da gömülmektedir. İleri kimya sanayisine sahip ülkelerde, sızıntı yaptığı ancak son yıllarda keşfedilen yüzlerce sanayi çöplüğü bulunmaktadır. Bunların her biri insan sağlığı ve doğal çevre açısından birer saatli bomba durumundadır. VI.7. Dünya Denizlerinde DDT, Petrol, Cıva Kirlenmesi 1945’ten beri mal edilen; tarım ilaçları DDT’nin, ekosistemde biriken ve pek çok canlıyı hiç hesapta olmayan biçime etkileyen bir kimyasal olduğu ortaya çıktıktan epeyce sonra etkili önlemler alınabilmiştir. 1960’lı yıllarda zararlı ortaya çıkmaya başlayan DDT’ye, tropik ormanlardan, Antarktika’nın penguenlerine kadar tüm canlıların dokularında rastlanmaya başlandı. Böylece bütün dünya ekosistemini etkileyen bir kirletici olduğu ortaya çıkan DDT, 1970’lerden itibaren Batı ülkelerinde, daha sonrada Türkiye’de yasaklanmıştır. Petrol kirlenmesinin, uluslar arası önlemler gerektiren bir konu olarak kabul edilmesinin tarihi oldukça eskiye dayanmaktadır. Bu konuda ilk anlaşma, BM aracılığıyla 1954’te imzalandı. Ama sorun bitmedi. Dünya denizlerinde petrol ticaretinin artmasına paralel olarak, petrol kirlenmesi de 1960 ve 1970’li yıllar boyunca arttı. İstanbul limanında 1979’da patlayıp Marmara’nın büyük kısmını petrole bulayan “Independenta” tankeri olayı gibi kazalar, dünyanın birçok ülkesinde yaşanmıştır. 1954’ten 1982 BM Denizler Hukuk Antlaşması’na kadar safha safha bir dizi düzenleme ile deniz kazalarının önünü Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 29 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI alacak yeni standartlar getirilmiştir. Ancak Hazar havzasından gelen Rus petrolü yıllardır Boğazlar yoluyla dünyaya satılmaktadır. İstanbul, 1994 Mart ayındaki tanker kazasından şans eseri ucuz kurtulmuştur. Oysa Rusya’nın planında daha da büyük tankerler bulunmaktadır. Diğer bir önemli deniz kirlenmesi sorunu cıva ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimyasal reaksiyonlara kolay girmeyen cıva, doğada bakteriler aracılığıyla kimyasal değişimlere uğramakta ve ekosistemde biriken, toksik bir madde haline gelmektedir. Civanın ne derece zehirli olabileceğini, Japonya’da Minemota’da 1950’li yıllarda ortaya çıkan ve yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan bilmekteyiz. VI.8. Hava Kirliliği ve Atmosfer Hava kirliliği, insanlarda akut ve kronik solunum problemlerine yol açmakta, özellikle gençleri ve çocukları olumsuz yönde etkilemektedir. Hava kirliliği, Kanser oranında artışa, ormanların ve tahıl ürünleri üretiminde verimin azalmasına, özellikle tarihi binaların yüzeylerinde, yapılarında hasara sebep olmaktadır. Geçen yüzyılın sonundan beri İngiltere’de, kimi büyük şehirlerin havası bazı günler kömür yüzünden solunmaz duruma geliyordu. Dumanla sis karışımı olan “kalın sis tabakası”, 1960’lı yıllara kadar Londra’nın önemli bir özelliğiydi. Sanayileşmiş ülkelerde kömürün yerini daha temiz, yani daha az kirlenmeye neden olan fuel-oil, daha sonra ise elektrik ve doğal gaz aldı ve bu şekilde büyük yerleşim yerlerinde daha rahat nefes alınmaya başlandı. Ancak 1970’li yıllarda, dumansız, ama daha sinsi bir kirlilik ortaya çıktı. Araç trafiğinin yol açtığı egzoz gazları, fabrika bacalarından yayılan gazlarla birleşince, büyük şehirlerin havası kükürt dioksit, azot monoksit ve yanmamış hidrokarbonlar la kirlendi. Bu gazlar, hava şartları nedeniyle bir yerleşim yerinin üstünde sıkışıp kalırsa, havayı solunamaz hale getiren bir fotokimyasal sis oluşturuyor. Los Angeles, Mexico, Atina gibi şehirler, bu tür kirliğin kurbanı. Bu gazlar rüzgarla taşındığındaysa “asit yağmurları” şeklinde tekrar yeryüzüne iniyor. Bu da göllerin verimsizleşmesine, toprağın asitleşmesine ve bitki örtüsünün zarar görmesine neden oluyor. Asit yağmurları, Kanada ve İskandinavya’da birçok gölde yaşamın sona ermesine neden oldu. Bu yaygın atmosfer kirliliğine çözüm bulmak amacıyla fabrika bacalarıyla ilgili daha ciddi önlemler alındı ve “temiz araba” projesine önem verildi. Sanayiciler, fabrikaların duman filtre sistemleriyle donatmak, otomobil üreticileri ise egzoz gazlarının zararlı etkilerini azaltacak katalizörlü susturucular taşıyan arabaları piyasaya sürmek Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 30 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI zorunda bırakıldı. ABD’de ve Japonya’da kullanımı yaygın olan bu tür arabalar, Avrupa’da da piyasaya çıkmaya başladı. Avrupa Komisyonu, 4 Temmuz 1994’te, emisyon miktarlarının 1996 yılı sonu itibari ile sabit olması ve üye ülkelerin gerekli tedbirleri alarak belirtilen limit değerleri sağlaması yaptırımını getirmiştir. 1998 yılında Almanya’da yapılan araştırmada toplam emisyonlar içinde ulaştırmanın payı ve bu payda da karayolu trafiğinin oranı belirlenmiştir. Ulaştırma kaynaklı benzen, polinükleer aromatik hidrokarbonlar (PAH), kurşun, formaldehit, toluen, hidrojen sülfür, etilen ve dioksin gibi kirleticilere de dikkat edilmelidir. Söz konusu kirleticilerin hepsi yalnızca taşıt egzos gazlarıyla havaya karışmamakta, fren balataları, yağ kaybı, yakıt karbürasyonu, tekerlekler ve yol yüzeyleri sebebiylede oluşmaktadır. VI.9. Ulaştırma Kaynaklı Çevre Kirliliği Endüstri alanında üretime getirilen çevreyle uyumu sağlayıcı düzenlemeler soruncunda kirliliği azaltma yönünde olumlu sonuçlar elde edilirken ulaştırma alanında yaşanan hızlı büyüme sebebiyle ulaştırma kaynaklı kirliliği azaltma yönünde yapılmaya çalışanlar yetersiz kalmaktadır. Tarım ürünlerini ve iklimi etkileyen CO2 ve NO2 gibi kirleticiler trafik sebebiyle oluşmaktadırlar. Ağır metal ve sürekli kirletici emisyonları toprakta ve suda zararlı maddelerin birikmesine neden olmaktadır. Yerleşim alanlarında ve yakınlarında sağlık problemlerine sebep olan kirletici konsantrasyonları, trafik yoğunluğunun sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Dizel partikülleri ve benzen miktarları önemlidir. Gürültü kirliliği konusunda da trafik ana kaynaktır. Yoğun trafik hacminin mevcut olduğu bölgelerde yaşanlarda stres ve artan sağlık riski görülmektedir. Ulaştırma yatırımları için ihtiyaç duyulan arazilerin kullanımı yeşil alanların zarar görmesinde, tarım alanlarının azalmasına, geniş alanların örtülmesine, doğal yaşam alanların azalmasına sebep olmaktadır. Belirtilen zararların büyük çoğunluğu karayolu trafiği sebebiyle oluşmaktadır. Sadece gürültü kirliliği konusunda kısmen hava ve raylı ulaştırmadan meydana gelen trafiğin etkisi daha fazladır. VI.10. Toprağın Kirlenmesi Toprak, suların temizliğini, bitkilerin sağlığını güvence altına alan etkin bir filtredir; ama aynı zamanda, sayısız biyokimyasal ve jeokimyasal tepkimenin gerçekleştiği bir ortamdır. Böyle bir işlevsel etkinlik, ancak bileşenleri (mineral ve organik maddeler, su, gazlar, canlı organizmalar) dengede kaldığı sürece gerçekleşir. Böylece, tarımda Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 31 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI kullanılan nitratlar, bitkilerin özümleyebileceğinden daha yüksek miktarlara erişirse, yeraltı sularına karışarak kirlenmeye neden olur. Bazı kimyasal ürünler bitkilerin ve mikroorganizmaların gelişmesini bozar. 1976 yılında, İtalya’da, (Seveso’da) yaşanan felakette, yayılan dioksin, bir karma bitki zehirliliği etkisi göstermiştir: dioksin, proteinler üzerine bağlanarak bunların etkilerini durdurur ve hücre çekirdeğine kadar göç ederek, burada kromozom DNA’sıyla tepkimeye girer. Böylece enzimlerin biyosentezini bozar. Bitkiler, ihtiyaçları olmadığı halde bazen, kimyasal maddeleri soğurur ve özümler; ama hayvan ve insan beslenmesinde kullandığında bu maddeler son derece zehirli olabilir. Böylece kadmiyum ve ağır metaller, miktarları belirli sınırları geçince tehlikeli olur; çünkü enzimlerle kararlı kompleksler oluşturarak, bunların etkinliklerini durdurabilir veya hücre zarı üzerine bağlanarak, bunların geçirgenliğini bozar. Kimyasal bileşiklerin bitkilerce özümlenmesi, yalnız bu bileşiklerin derişimlerine değil, ayrıca toprağın çözünürleşme ve soğurma gibi olaylara bağlı diğer özelliklerine, mesela pH’sine de bağlıdır. Kısaca; kirlenen toprak, etkin filtre rolünü tam anlamıyla yerine getiremez hale gelir. VI.11. Gürültü Kirliliği Gürültü, özellikle trafik kaynaklı gürültü, sanayi ülkelerinde giderek ciddi boyutlara ulaşan bir problemdir. Üretim, talep ve hareketliğin artması ulaştırma türlerinin kullanımının her geçen gün artması sonucunu getirmektedir. Ulaştırma ağlarının genişlemesi, bireyin artan bir oranda şehir dışında yaşamayı tercih etmesini getirmiş, bu durum da şehre ulaşmak için uzun mesafe yolculuk yapanların trafik hacminde artışa sebep olması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Gürültü, doğrudan insanları etkileyen birincil kirletici olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar gürültünün sadece rahatlarını bozan bir etken olduğunu değil, aynı zamanda sağlıkları için potansiyel tehlike olduğunu düşünmektedir. VI.12. Gıda Sorunu İki binli yıllar ilerledikçe biz dünya üzerinde yaşayanlar, bardağımızın boş ve dolu taraflarının hesabını verme zamanının geldiğini hissetmeye başlamaktayız. İnsanlığın günün birinde gıda sorunuyla karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. Çevrenin tahrip edilmesi ile birlikte dünya doğal sistemlerinin kapasitelerinin sınırlarına da ulaşmış durumdayız. Bu durum ülkelerin ekonomik büyümelerini kısıtlayacaktır. Yalnız bu kısıtlamanın ne zaman veya nasıl ortaya çıkacağını tam olarak bilinmiyordu. Ancak gıda Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 32 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI üretimindeki yavaşlamanın bunun bir sonucu olduğunu artık görebiliyoruz. Gıda üretimi ise bütün ekonominin esasını teşkil eden temel faaliyettir. 1950-1990 yılları arasında hem karadan hem de denizlerden temin edilen gıda miktarında bundan önce hiç rastlanmamış oranda artışlar kaydedilmiştir. Bugün ise bu artış yerini durgunluğa, hatta azalmaya bırakmıştır. 1950 ile 1984 yılları arasında dünya üzerindeki tahıl üretimi 2,6 kat fazlalaşmıştır. Böylece tahıl üretimi, nüfus artışının çok üzerine çıkmış ve kişi başına düşen tahıl $ 40 oranında çoğalmıştır. Dünya balık üretimindeki değişmeler ise çok daha da iyi olmuştur. Yani yıllar içinde 4,6 katlık bir artışla kişi başına düşen balık miktarı bir kat fazlalaşmıştır. Bu gelişmeler sonunda dünya üzerindeki açlık ve beslenme açığı belirli oranda kapanmış ve günün birinde açlığın tamamen ortadan kaldırılabileceği ümidi yayılmıştır. Ancak son yıllarda kişi başına düşen gıda miktarı beklenmedik bir şekilde azalmıştır. 1993’teki kişi başına düşen balık miktarı, 1989’senesindeki doruk noktasına oranla % 7 azalmıştır. 1984 yılından sonra tahıl üretimindeki artış gerilemeye yüz tutmuş ve nüfus gelişme hızının altına düşmüştür. 1984 ile 1993 seneleri arasında kişi başına düşen tahıl miktarı % 11 azalmıştır. Gıdasız kalma tehlikesinin gittikçe daha fazla arttığı dünyamızda, kişi başına düşen tahıl üretimi gelişmenin önemli bir göstergesi haline gelmiştir. Bu ölçüt hem daha fazla gıdanın elde edilmekte olduğunu, hem de nüfusta bir düşüş olduğunu ifade etmektedir. Yani hem artmakta olan nüfusun, hem de artan zenginliğin bir işareti olmaktadır. Zira zenginlik, dolaylı olarak hayvancılıktan sağlanan ürünlere talebi arttırır. Hayvancılığın gelişmesi için ise tahıl üretiminin artması gerekir. Bugün denizlerin balık verim kapasitesinin, otlak ve vadilerin hayvanları besleme gücünün ve birçok ülkelerde tatlı su temin eden hidrolojik döngünün sınırlarına ulaşmış bulunuyoruz. Gerek sanayileşmiş ve gerekse geri kalmış ülkelerde tarımı arttırmak için başvurulabilecek seçenekler gittikçe azalmakta ve ekilen alanların verimlilikleri de düşmektedir. Bunun yanı sıra toprak erozyonu, hava kirlenmesi, yeraltı su kaynaklarının azalması, topraktaki organik maddelerin tükenmesi, toprak tabakasının incelmesi, ekilmekte olan alanların tuzlanmaları gibi etkenler, sağlanmış verimin düşmesine sebep olmaktadır. Bugünkü durumda kişi başına düşmekte olan tahıl miktarını arttırabilecek bir çözüm görülmemektedir. Gerçek şu ki dünya tahıl üretimi, artmakta olan insan nüfusun besleyebilecek kapasitede değildir. Elde edilmekte olan gıda miktarı ile insan nüfusu arasında bir denge tesis edilmesi, isafın ortadan kaldırılmasına ve eşit bir dağılıma bağlıdır. Kişi başına düşmekte olan gıda miktarı azaldıkça, açlık tehlikesinin cinsi de değişmektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 33 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Geçmişte açlık, tarım faaliyetlerinin aksamasından dolay dünyanın belirli bir bölgesindeki bir olay şeklinde cereyan ederdi. Hâlbuki bugün dünya üzerinde son derece gelişmiş bir dağıtım ağı mevcuttur. İnsan yaşamını tehdit edecek seviyede bir açlık, ancak Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kırsal kesiminde çalışanlarla kentlerdeki fakirler arasında görülmektedir. Ama yeterli gıda almayanların sayısı hiç de yabana atılacak seviyede değildir. BM tarafından yayınlanan en son verilere göre düşük seviyede besin alanların sayısı 1 milyarın üzerindedir. Yani her beş kişiden biri açlık çekmektedir. 1990 ile 2030 seneleri arasında dünya nüfusunda meydana gelmesi beklenen 3,6 milyarlık artışın % 96’sı üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleşecektir. Yiyecek ihtiyacının yerel verim kapasitesini aştığı devletlerde ormanların tahrip edilmesi, toprak erozyonu, otlakların zayıflaması, yeraltı sularının yok olması gibi olaylar çoğalacak ve insanlarla çevreleri arasında son derece dengesiz bir bağlantının ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Okyanuslardaki balık yataklarının, otlakların ve ekilebilir tarım alanlarının süratle yıpratılmakta olduğu günümüzde bile bu durum bütün çıplaklığıyla kendini hissettirmektedir. Önemli bir hayvansal protein kaynağı olan dünya balık üretimi 1950 senesi ile 1989 arasında 22 milyon tondan 100 milyon tona çıkmış ve böylece kişi başına düşen miktar ortalama 9 kg.’dan 19 kg.’a yükselmiştir. Bu yükselişin sonu gelmiştir. BM Tarım ve Gıda Örgütü uzmanları, son yıllarda okyanus yataklarının elde edilenden daha fazla ürün veremeyeceğini ileri sürmektedirler. Şayet bu iddiaları geçerli ise, bu, kişi başına düşen deniz ürünleri miktarının doruk noktasını geçtiği ve nüfus artışı devam ettikçe de sürekli düşeceği anlamına gelmektedir. Hayvan proteininin diğer bir önemli kaynağı olan hayvancılık da ümit veren bir tablo ortaya koymamaktadır. 1950–1990 yılları arasında dünya üzerindeki sığır ve koyun eti üretimi 2,6 misli artmıştır. Bu da kişi başına düşen miktarı % 26 oranında arttırmıştır. Hayvanların her kıta üzerinde haddinden fazla yetiştirilmesi yüzünden otlaklar ve meralar da taşıyabilecekleri yükün azami sınırına doğru zorlanmışlardır. Dolayısıyla sığır ve koyun eti üretiminin gelecekte daha fazla artacağını ümit etmemek gerekir. Nüfus artışı devam ettiği sürece kişi başına düşecek miktar, bu gibi yerlerde azalacaktır. Yetiştirilmekte olan sığır, koyun ve balık miktarında bir değişiklik olması bekleniyorsa, bu ancak balık ve hayvan çiftlikleriyle gerçekleşebilir. Daha fazla hayvanın kapalı şartlar altında yetiştirilmesi ise tahıla karşı olan talebin artması anlamına gelir. Ama tahıl üretimi de azalmaya yüz tutmuştur. Tahıl, insan gıdasının orta direğidir. Kalori olarak değerlendirildiğinde insan, yediği besinin yarısını doğrudan doğruya tahıl ürünlerinden temin eder. Geri kalan yarısı da hayvansal besinlerdir. Hayvanlar ise tahıl Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 34 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI tükettiklerinden insan beslenmesi dolaylı olarak yine tahıla dayanmaktadır. 1950 ile 1984 yılları arasında dünya tahıl üretim miktarı yılda % 3 oranında artmış ve böylece kişi başına düşmekte olan miktar da % 40 fazlalaşmıştır. Fakat 1984 ile 1993 arasında yıllık artış % 1’in altına inmiş, bu da kişi başına düşen miktarın % 11 azalmasına yol açmıştır. Başlıca gıda sektörlerindeki yavaşlamanın dünya üzerindeki ekonomik gelişmeleri de etkileyeceği doğaldır. Altmışlı yıllarda senede % 5.2 gibi son derece yüksek bir büyüme hızına ulaşan dünya ekonomisi, yetmişli yıllarda biraz yavaşlamış ve seksenli yıllarda ise büyüme daha da azalmıştır. Yalnız, ekonomik gelişme nüfusun artış hızının önünde kaldığı sürece kişi başına düşen mal ve hizmetler artmıştı. Bu durum şimdi değişmektedir. 1990’dan 1993’e kadar dünya ekonomisi yılda 0,9 oranında büyümüş bu da kişi başına düşen miktarın yılda % 0,8 oranında düşmesine neden olmuştur. 1993 yılındaki ortalama gelir, 1990’a göre % 2 azalmıştır. Doğal sermayeyi hesaba katmayan bir ekonomik muhasebe sistemi kullanmamıza rağmen, yaşam standartlarının düşmekte olduğunu görüyoruz. Kişi başına düşen tahıl üretiminin azalmasına rağmen tahıl fiyatlarının artmasının sebebini bu ekonomik göstergelere bakarak görebiliriz. Çiftçilik, hayvancılık ve balıkçılık gibi faaliyetlerin dünya ekonomisi üzerinde eskiden olduğu kadar fazla bir ağırlığı olmamakla beraber bu sektörlerdeki durgunluk bütün ekonomiyi etkilemektedir. Gıda üretiminde karşılaşılan kısıtlamalara bakılacak olursa dünyanın daha yavaş bir ekonomik büyüme devresine girdiği ileri sürülebilir. Gıda üretiminin üç temel kaynağı olan balıkçılık, ekilebilir alanlar ve otlakların kapasiteleri hakkındaki en son verilere bakarak gelecekte ne kadar gıda elde edebileceğimizi kolayca tahmin edebiliriz. Son yıllarda, haddinden fazla balık avlanması ve otlakların kapasitesinden fazla hayvan beslenmesinin balık yatakları ve otlaklar bakımından ne kadar yıpratıcı olduğunu yaşayarak gördük. Hektar başına düşen tahıl üretiminin çok yavaş artması ve ekilebilecek alanların adeta sınırına gelinmiş olmasının ortaya çıkması, gelecekteki durum hakkında çok daha isabetli tahminler yapılabilmesini sağlamaktadır. Okyanuslarda ve iç denizlerdeki balık yataklarından elde edilecek ürün miktarı 1989 yılından daha fazla olamayacaksa ve kültür balıkçılığının gelişmesini temin edecek daha fazla tahıl yetiştirme imkanı bulunamazsa kişi başına düşen deniz ürünleri miktarı 2030 senesine kadar sürekli olarak azalacaktır. Bu da, son 40 yıllık gelişmelerin tersine dönmesi anlamına gelmektedir. 1989 yılında 19 kilograma ulaşmış olan kişi başına düşen deniz ürünleri miktarı o zaman 11 kilograma inecektir. Bu da 1950 yılındaki seviyenin biraz üstündedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 35 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Dünyadaki otlakların durumu balık yatakları ile hemen hemen aynıdır. Her kıtada otlakların besleyebileceği kapasitenin çok üzerinde hayvancılık yapıldığından, sığır ve koyunculuğun gelişmesi durmuştur. Dolayısıyla kişi başına düşen miktar da gittikçe azalmaktadır.Kırsal hayatın yaygın olduğu Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya’daki ülkeler, bundan en fazla etkilenen yerler olacaktır. Denizden sağlanan ürünleri yılda 2 milyon ton civarında arttırmak için kültür balıkçılığında büyük gelişmeler olması gerekir. Bu artış ise arazi, su ve yem demektir. Balıklar, doğada en verimli bir şekilde protein oluşturma yapılarına sahip olan canlılardır. Balığın ağırlığının bir kilo artması için iki kilo besin yeterli olmaktadır. Bu da senede 4 milyon ton ilave yem ihtiyacı demektir. Otlaklarda yetiştirilmiş sığır ve koyunlardan geçmişte sağlanmış olan yılda bir milyon tonluk artışı aynen devam ettirmek istersek, bu amaca ancak hayvancılığı kapalı mahallelerde yaparak ulaşabiliriz. Sığır ve koyunlar kullandıkları yemi, proteine balıklar kadar verimli şekilde dönüştürememektedirler. Bir kilo et için yedi kilo yem gerekmektedir. Bu da her sene yedi milyon ton ilave besi maddesi manasına gelmektedir. Balıkçılık ve hayvancılık alanlarında son kırk yılda gerçekleşmiş olan trendi sürdürmek, kendi tükettiklerimizin dışında yılda 11 milyon tonluk ilave bir besi maddesi ihtiyacını göstermektir. Bu noktaya ulaşınca, tahıl üretiminin ne kadar hızla geliştirilebileceği sorusu gündeme gelmektedir. Tahıl üretiminin arttırılması için ya ekili alanların genişletilmesi, ya da mevcut alanların veriminin arttırılması gerekir. İşlenebilecek toprak pek fazla kalmadığı için ekili alanların ihtiyaca cevap verecek oranda büyümesi çok zordur. Fiyatların yükselmesinden cesaret alan çiftçiler, dünya üzerinde tahıl ekimi yapılan alanı 1972 ile 1981 seneleri arasında 664 milyon hektardan 735 milyona çıkartmayı denediler. Bu, yaklaşık % 11’lik bir artış anlamına gelmekteydi ve bu artışın büyük bir kısmı ABD ve Sovyetler birliğinde gerçekleşmişti. Yalnız, devreye sokulan arazi hem erozyona müsait, hem de sürekli ekilmeye elverişli olmayan topraklardan oluşuyordu. 1977 senesinde 123 milyon hektara ulaşan Sovyetler birliğindeki ekili alanları, 1993 yılında 99 milyon hektara düşmüştür. ABD ise, 1993 senesinde tahıl ekimine müsait 8 milyon hektarlık bir alanı ekim alanı dışında bırakmıştır. Avrupa’daki devletler de 3 milyon hektarlık alanı erozyon dolayısıyla tarım dışı bırakmışlardır. Bütün bu alanların devreye sokulduğunu kabul etsek bile, tahıl ekilebilecek arazi toplamında ancak % 1,6 lık bir artış olur ki, tahıl üretiminde 1981 senesinde gerçekleşmiş olan doruk noktasına yine de ulaşılamamaktadır. Erozyona uğramış alanların terk edilmeleri ve ekim alanlarının Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 36 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI tarımsal faaliyetler dışına kaydırılması, ekilmekte olan alanların arttırılmasının sanıldığı kadar kolay gerçekleşmeyeceğini göstermektedir. 1950 yılından itibaren bütün ülkelerde tahıl alanlarından elde edilen randıman, iki üç hatta dört misli artmıştır. Yalnız tarım alanında çalışmakta olan hemen herkesin yüksek verim sağlayan teknolojiden istifade etmesiyle bu ani patlama son senelerde yerini düzenli bir gidişata bırakmıştır. Tarım alanında ilerlemiş devletlerin her ürün için elde etmekte oldukları hektar başına düşen hasadın analizi yapılacak olursa, teknolojik gelişmenin sınırlarına da ulaşıldığı görülecektir. Genel durum ise bir hayli düşündürücüdür. 1984 senesinden 1993’e kadar dünya tahıl üretimi sadece % 9 artmıştır. Bu da senede % 1 yani son 34 senedir alışılagelen ortalama artışın takriben yarısı anlamına gelmektedir. Tahıl üretimindeki yavaşlama beklenmedik bir olay değildir. Tahıl üretimi için gerekli olan sınırsız gübre stoklarının yanı sıra su da sağlanmaktadır. Ama bitkilerin fotosentez olayının bir sınırı vardır. Bu sınıra ulaşıldığı zaman daha ileriye gitmeye imkan kalmamaktadır. Hektar başına elde edilen tahıl miktarı doğal bir işlemin sonucudur ve güneş enerjisinin biyokimyasal bir hale dönüştürülmesi ile meydana gelir. İnsanların katkısıyla bazı değişiklikler gerçekleşmiş olsa da bunlar yine de doğanın kapasitesiyle sınırlıdır. Son yirmi otuz yıldan beri bu sınırlar büyük bir başarı ile kullanılmasına rağmen, bu işlemin sonsuza kadar devam edeceği iddia edilemez. Ellili yıllardan günümüze kadar geçen süre zarfında tahıl rekoltesini rekordan rekora koşturan ana etken devreye sokulan gübreydi. Olay sadece gübre ile kalmadı. Gübre kullanımı, sulama teknikleri ve tahıl türlerinin ıslahı ile birleştirildi ve bu üçü arasında birbirlerini destekleyici yapısal bir işlev tesis edildi. Yalnız bu bağlantı, gittikçe daha fazla gübre kullanılmasına dayanmıştı. 1950 ile 1984 yılları arasında gübre tüketimi 14 milyon tondan 126 milyon tona yükseldi. Tahıl üretiminin her yıl yeni bir rekor kıracağına uzun bir süre kesin gözüyle bakıldı. Bu süre zarfında tüketilen her ton gübre başına tahıl üretiminde 9 tonluk bir artış meydana geldi. 1978 yılları arasındaki sulama projeleri ile bağlantılıdır. O tarihten bu yana sulamada yılda % 1’den de daha az bir gelişme kaydedilmiştir. Belki de daha fazla gübre isteyecek tahıl cinsleri yetiştirilmemiştir. Daha fazla gübre kullanıldığı zaman daha fazla ürün veren yeni buğday, mısır ve pirinç türleri üretilmediği takdirde tahıl rekoltesine sürekli bir artış beklenmemelidir. Çevre tahribatı da rekoltelerdeki azalmaya yol açan sebeplerin arasında sayılabilir. Bitkilerin gübre kullanımı vasıtası ile daha sağlıklı beslenmeleri, erozyonun, hava kirliliğinin, suların tuzlanmasının ve çevreyi yıpratıcı diğer etkenlerin bunlar üzerinde Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 37 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI yarattığı yıpratıcı etkileri hafifletmiş olabilir. Daha fazla gübrenin etkili olmadığı şartlar altında bu etkenler daha belirgin bir hal almaktadır. Son otuz yıl içinde tahıl üretimlerini iki veya üç misline çıkarabilmeyi başarmış ülkeler, önümüzdeki yirmi yıl mevcut yöntemlerle aynı sonuçlarını alacaklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar demektir. Bu ülkeler, elde edebileceklerinin sınırlarına ulaşmışlardır. Daha fazlası söz konusu olmayacaktır. Afrika’nın yarı kurak bölgelerinde bile, cüzi de olsa bir üretim artışı temin edilmiştir ama bu bölgelerdeki tahıl rekoltesinin artış olasılığı 1950 ile 1990 seneleri arasında buğday üretimlerini % 50 arttıran Avustralyalı çiftçilerin bugünün şartları altında bir artış sağlamaları olasılığından daha fazla veya daha az değildir. Tahıl üretimini iki veya üç misline çıkartmayı başaran devletlerin hepsi aynı temel yöntemleri (daha fazla su, daha fazla sulama, daha fazla gübre ve gübreye cevap veren tahıl ürünleri) kullanmışlardır. Tarım üretiminin birçok ülkede aynı anda yavaşlaması bir anlamda sürpriz olmuştur. Bu ülkelerdeki trendlerin bir analizi yapıldığında yavaşlamanın buğday, pirinç ve diğer tahılları etkilediğini görmekteyiz. Sanayileşmiş ve gelişmekte olan ılıman veya tropik kuşakta bulunan ekilen alanları sulanan veya yağmurla beslenen devletlerin hiçbiri bundan kaçamamaktadır. Ama başka bir açıdan bakıldığında, dünyanın her yanındaki çiftçiler aynı teknolojilerden yararlandıklarından bu yavaşlama sürpriz olmamalıdır. Bu yavaşlama Batı Avrupa’daki nüfus gelişmesi kararlı bir hal aldıktan sonra meydana gelmiştir. Fakat Avrupa dışındaki birçok gelişmekte olan ülkede nüfus hızla artmaktadır. İleride nüfuslarının büyük oranda artamasın bekleyen ülkeler hektar başına elde edilen verimin düşmesini endişe ile izlemektedir. Yıllık dünya rekoltesi, 1950 ile 1984 seneleri arasında 30 milyon tonluk ortalama bir artış tutturmuşken bu rakam 1984 ile 1992 seneleri arasında 12 milyon tona inmiştir. Bunun sebebini üretimdeki yeni trendlerde aramak gerekir. Şayet nüfus tahmin edildiği gibi büyürse ve yılda 12 milyon tondan daha fazla bir ürün elde edilemezse, kişi başına düşen miktar azalmaya devam edecek ve 1984 yılındaki 346 kilo, 2030 yılında 248 kiloya düşecektir. Yani önümüzdeki kırk yıl, geçirmiş olduğumuz kırk yılın tam tersi olacak ve 2030 yılındaki tahıl rekoltesi, 1950’li yıllardaki seviyelere gerileyecektir. Son on yıl içinde, buğday fiyatları reel olarak azalmıştır. Bu azalma trendi uzun bir zamandan beri devam etmektedir. Bunu fark edenler tahıldaki azalmanın sonunda fiyatların yükselmesine yol açacağını bunu da daha fazla buğday ekilmesine sebep olacağını ileri sürmektedir. Buğday fiyatlarının yükselmesinin tarıma daha fazla yatırım yapılmasına sebep olacağı kesin olsa da, bu yatırımın randımanı artıracağı belli değildir. Fiyatların yükselmesi, toprak, su, gübre ve daha verimli cinslerin geliştirilmesi gibi temel girdilerde yararlı olacaksa, randıman artar. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 38 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Son on yıl içinde ekili alanların miktarı net olarak azaldı. Gerçek şu ki bugün dünya üzerinde ekilmeyi bekleyen verimli araziler o kadar fazla değildir. Benzer bir şekilde, sulanmakta olan alanların miktarı, yer altı sularının azalması ve inşa edilebilecek sulama barajlarının sayısı ile sınırlıdır. Baraj yapılabildikçe, sulanmakta olan alanlar genişleyecektir. Yalnız bu genişleme hızının, eksilen su miktarını yerine koyabileceği veya mevcut ekili alanlardaki tuzlanmaya önleyebileceği belli değildir. Yine de bunlar gerçekleşmezse, dünya gıda rekoltesine önemli bir katkıda bulunamaz. Gübreye gelince, çiftçiler bugün kullandıklarından bir misli fazla gübre de kullansalar, elde ettikleri hasadı ancak marjinal olarak arttırabilirler. Fiyatlandırma hipotezinin en iyi testi Japonya’da yapılmıştır. Bu ülkede pirinç fiyatları devlet sübvansiyonları ile dünya seviyesinin altı misli üzerinde tutulmaktadır. Japonya’da pirinç üretiminin arttırılması, son derece karlı bir yatırımdır. Yalnız arkalarında bilimsel destek olan, çalışkan ve bol kredi imkanlarına sahip çiftçiler, bütün denemelerine rağmen son on yıldan beri pirinç rekoltesini arttırmayı başaramamışlardır. Özetlenecek olursa, tarımsal üretimi arttırmak için çeşitli sebepler vardır. Bunların büyük bir kısmı da önemli acildir. Yalnız bu arttırmayı sağlayacak yöntemler ve imkanlar o kadar fazla değildir. Mısır türlerinin geliştirilmesi veya gübre kullanılmaya başlanması sonunda elde edilmiş olan üretim patlamasına benzeyen sonuçları verecek yeni yöntemler görünürde yoktur. Bu yöntemler olmadan, 1950 ila 1984 seneleri arasında yaşanmış olan sürekli tarımsal gelişmenin tekrarlanması, iki binli yıllarda ancak bir hayal olarak kalacağa benzemektedir. VI.13. Su Sorunu Dünyanın pek çok yerinde, insanların su talebi ile mevcut su kaynakları arasındaki uçurum giderek büyüyor. Yer altı suyu seviyesi düşüyor, ırmaklar kuruyor ve giderek azalan kaynaklar için girişilen rekabet büyüyor. Özellikle doğanın bizi kıtlıkla karşı karşıya bıraktığı durumlarda dayanacak bir yastık kalmıyor. Önümüzdeki 30 yıl içinde dünya nüfusunun tahmin edildiği gibi 2,6 milyar artması durumunda bu baskılar da kaçınılmaz olarak artacaktır. Su sorunu, insanın emniyette olması için gerekli olan gıda üretimi, su ortamının sağlığı ile sosyal ve politik istikrarı tehdit ediyor. Dünyanın pek çok bölgesinden elde edilen kanıtlar, bu tehlikenin giderek büyüdüğünü gösteriyor. Ama dünya liderleri sorunları çözmek için adım atmak bir yana, bu tehditleri anlayamıyorlar bile. Eski bir İnka atasözünde: “Kurbağa, içinde yaşadığı gölü içip bitirmez” denir. Bu atasözü, modern çağlarda hayati önem taşıyan bir mücadele kaynağını yansıtan, Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 39 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI bilgece bir sözdür. insanlık kurumunun giderek artan susuzluğu dindirilirken bir yandan da suyun temel ekolojik destek işlevlerinin korunması gerekmektedir. Su potansiyelini kullanma sürecini iyi bir şekilde oluşturma, yaşam kalitesinin ve toplulukların istikrarının sağlanması ve geliştirilmesi için de önem taşımaktadır. Su olmazsa, yaşam ve büyüme sona erer. Bu, giderek daha da büyük bir önem kazanan bir gerçektir. Tarım faaliyeti büyük oranda su ağırlıklı bir üretimdir. Dünyanın gıda talebinin rekor hızla arttığı bir dönemde, tarıma daha fazla su ayırmak giderek güçleşiyor. Tüm dünyada ırmak, göl ve su kaynaklarından insan faaliyetleri için kullanılan suyun; % 65’i tarımda, % 10’u endüstride, % 10’u da evlerde tüketilmektedir. Bir ton tahıl üretmek için 1000 ton su kullanmak gerekir. Ekinlerin sızdırdığı ve topraktan buharlaşan suları da içeren bu rakamda, etkin olmayan sulama yöntemleri nedeniyle kaybedilen su miktarı yoktur. Rakam, insanın aldığı kalorilerin yarısının kaynağını oluşturan tahıl üretimi için gerekli asgari su gereksinimini göstermektedir. Ekinler gereksindikleri nemi doğal yağışlar, sulama ya da bu ikisinin bileşimi sayesinde alırlar. Sulama, suyun iyi bir şekilde kontrol edilebilmesini sağlaması nedeniyle aynı toprak parçasında yılda iki ya da üç kez ürün alınabilmesini de mümkün kılıyor. Bu nedenle sulanan alanlar, küresel gıda gereksinimini karşılama açısından büyük önem taşıyor. Sulanan alanlar dünya tarım alanlarının yalnızca % 16’sını oluşturuyor, ama dünya gıda üretiminin yaklaşık % 40'’ bu alanlardan temin edilmektedir. Gelecekteki gıda ihtiyacını karşılamak için gerekli tahıl üretiminin sulamanın arttırılmasına bağlı görünüyor. Ancak yeraltı su düzeyinin düşmesi, ırmak akışlarının azalması, ekonomik ve çevresel açıdan sağlam su toplama havzalarının olmaması ve kentsel ve endüstriyel su taleplerinin giderek artması tarım için kullanılabilecek su miktarının kısıtlanmasına neden oluyor. Aşırı kullanım sonucu yeraltı su seviyelerinin düşmesi ve yüzeysel su kaynaklarının azalması, dünyanın en önemli tahıl üretim bölgelerinin pek çoğunda bile görülüyor. Bir su yatağından, yeniden dolma hızının üstünde bir hızla sonsuza dek su çekilmesi mümkün değildir. Yeraltı su seviyelerinin düşmesiyle birlikte su kaynağından su alım maliyetleri artar veya su tarımda kullanılamayacak kadar tuzlu hale gelir ya da tamamen tükenir. Sahil bölgelerinde aşırı su çekimi, tuzlu suyun tatlı su kaynaklarına karışmasına ve su kaynaklarının kirlenmesine neden olabilir. Yer altı sularında olduğu gibi, gezegenimizin büyük ırmaklarının çoğunda da aşırı kullanımın etkileri görülmektedir. Nüfus artışının ve dolayısıyla gıda gereksiniminin büyük bölümünün gerçekleştiği Asya kıtasında sulamanın büyük önem taşıdığı kurak Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 40 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI dönemlerde, ırmakların çoğunun su kapasiteleri sonuna dek kullanılıyor. 1993 tarihli Dünya Bankası araştırmasında, “Asya bölgesinde, kurak mevsimin büyük bölümü boyunca hiçbir ırmağın denize ulaşmadığı havza örnekleri” mevcuttur. Bunların arasında Hindistan’ın, nüfus yoğunluğu yüksek ve hızla büyüyen Güney Asya’nın temel su kaynağı olan Ganj da dahil pek çok ırmak yer almaktadır. Sulanan alanların büyük bölümünde tuzlanma, yani sulanan toprağın kök bölümünde sabit olarak tuz birikmesi nedeniyle verimlilik düşmektedir. Bu konuda yapılmış küresel bir tahmin yok. Bununla birlikte yaklaşık 25 milyon hektar alanın (dünyanın sulanan alanlarının % 10’undan fazlasının) tuz birikiminden dolayı ürün veriminde azalmaya yol açtığı sanılmaktadır. Hatta tuzlanmanın yol açtığı kayıpların sulamadaki artış sayesinde elde edilen kazançları büyük oranda ortadan kaldırdığı tahmin ediliyor. Tüm dünyada kent nüfusunun 2025 yılına dek iki kat artarak 5 milyar düzeyine ulaşması bekleniyor. Politik güç ve paranın şehirlerde toplanması mevcut suyun tüm gereksinimleri karşılamaya yetmemesi sonucunda hükümetler, suyu tarımın elinden alma baskısıyla karşılaşacaklardır. (üstelik, gıda talebinin de hızla artmasına rağmen) Sözgelimi Tayland’da , Bangkok’u besleyen Chao Phraya havzasında sürekli su kıtlığı yaşanıyor. Talep daha şimdiden arzın üstünde, su ulaşımı akışı optimum düzeyin sürekli altında ve Bangkok’un altında yer altı suyu seviyesi hızla düşüyor. Suyun tarımdan kentlere aktarılmasının gelecekteki gıda üretimi üzerindeki etkilerinin ne olacağı tam olarak bilinmemektedir. İnsanların su kaynaklarından yararlanma oranlarını azami düzeye çıkarmak için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Modern mühendislik, insanlara ve çiftliklere gereksinim duydukları zamanda ve yerde su getirmekte büyük bir başarı kazanmasına rağmen, ırmakların ve su sistemlerinin temel ekolojik işlevlerini korumakta başarısız kaldı. Bu başarısızlığın sonuçları yeni yeni ortaya çıkıyor. Irmak deltalarında bozulma yaşanıyor, pek çok tür yok olmanın eşiğine geliyor, göller küçülüyor, sulak alanlar yok oluyor. Temiz su ortamının çok iyi göstergeleri olan balıklar, ırmaklardaki barajlardan ve yumurta dökme alanlarının tahrip olmasından büyük oranda etkilendiler. Örneğin, Kaliforniya’da som balığı ve çelik baş alabalığı popülasyonunun % 80 azaldığı tahmin ediliyor. Çevresel açıdan nehirlerin yok olmasının en çarpıcı sonuçları, göllere ya da denizlere boşaldıkları bölgelerde yaşanıyor. Bir zamanlar gezegenimizin en büyük dördüncü gölü olan Aral Gölü, çölde pamuk yetiştirmek amacıyla yapılan aşırı nehir sulamaları nedeniyle alanının yarısını ve hacminin dörtte üçünü yitirmiş durumdadır. 1960’dan önce Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinden Aral gölüne yılda 55 milyar metreküp su akarken, 1981 ile 1990 arasında ortalama 7 milyar metreküpe, yani, yıllık toplam akışlarının % 6’sına düşmüştür. Yılın büyük bölümünde bu nehirlerin belli kesimleri Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 41 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI tamamen kurumaktadır. Hala yaşanmakta olan ekolojik tahribat Aral Gölü’nü gezegenimizin en büyük çevre trajedilerinden biri haline getirmiştir. 24 balık türünden 20’si yok olmuş ve ellili yıllarda yılda 60000 kişiye iş sağlayan 44.000 ton düzeyinde olan balık avı sıfıra inmiştir. Denizin eski kıyı hattı şimdi, terk edilmiş balıkçı köyleriyle kaplı. Kurumuş göl yatağından her yıl rüzgarla taşınan 40-150 milyon ton zehirli toz-kum karışımı çevredeki tarım alanlarına inerek, ekinlerin zarar görmesine ya da ölmesine neden oluyor. Düşük debili nehir akışlarında yoğunlaşmış tuzların ve zehirli kimyasal suların bulunmamsı su kaynaklarını içilemeyecek derecede zehirliyor ve hastalıkların artmasına yol açıyor. Aral Gölü havzasında yaşananlar, ekolojik tahribatın ardından ekonomide, toplumda ve insan sağlığında görülebilecek tahribatın kanıtları. Bu, insanlığın dünya suları üzerindeki taleplerinin su çevresinin işlevlerini çöküntüye uğratması karşısında tekrar tekrar yinelenebilecek bir bağlantı. İnsanlığın karşısındaki üçüncü büyük tehdit, kaynakların giderek gereksinimlerin altında kalmasıyla birlikte ülke içinde ve ülkeler arasında su rekabetinin daha da tırmanmasıdır. Çiftliklerin ve şehirlerin, yöneticilerinin giderek küçülen bir su havuzu için rekabet etmeleri, yeni bir kıtlık politikasının oluşmasına yol açıyor. Su kıtlığının artması ve yayılması sonucunda yaşanabilecek ülke içi sosyal kargaşaya ve yurtdışı çatışmalara ne devletler hazırlıklı, ne de uluslar arası topluluklar. Su kıtlığı ve su kıtlığının şiddetli çatışmalara yol açma potansiyelini oluşturan üç faktör söz konudur. 1. Kaynağın azalması, yada bozulması ve sonuç olarak kaynak pastasının küçülmesi, 2. Pastanın dilimlerinin daha da küçülmesine yol açan nüfus artışı, 3. Bazılarının diğerlerinden daha büyük dilimler almalarına yol açan eşit olmayan dağıtım ya da ulaşım. Bu üçünün de belli düzeylerde etkilerini görüyoruz, ama genellikle içlerinden en etkilisi, eşit olmayan dağıtımdır. Su kıtlığı konusundaki gerilim ve çatışmaların büyük bölümü ulusal düzeyde yaşandı gerçi, ama ülkeler arasında düşmanlık ve çatışma yaratması olasılığı da artıyor. Stratejik kaynaklar arasında benzersiz bir yerde bulunan su, politik sınırları aşabiliyor. Pek çok ülke yüzey kaynakları için, ırmağın üst kısmındaki komşularından gelecek suya bağımlı. Özellikle nüfus artışı ve su talebinin artması nedenleriyle bu ülkeler, suyun üst tarafındaki ülkelerin kendilerine daha fazla su ayırma kararlarından büyük oranda etkilenebilirler. Bazı ülkelerin ithal yüzey suyuna bağımlılıkları Tablo 1. de gösterilmiştir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 42 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Tablo 1. Bazı Ülkelerin İthal Yüzey Suyuna Bağımlılıkları ÜLKE Sınır Dışında Doğan Toplam akış payı (%) 98 Suriye Sınır Dışında Doğan Toplam akış payı (%) 79 Mısır 97 Sudan 77 Macaristan 95 Nijerya 68 Botsvana 94 Irak 66 Moritanya 95 Bangladeş 42 Bulgaristan 91 Tayland 39 Özbekistan 91 Ürdün 36 Hollanda 89 Senegal 34 Gambia 86 İsrail 21 Kamboçya 82 Türkmenistan ÜLKE Nehiriı en azından iki ülkenin paylaştığı, suyun tüm tahmin gereksinimleri karşılamakta yetersiz kaldığı ve havza ülkeleri arasında suyun bölüşümü konusunda bir antlaşma olmadığı nehir havzaları, özellikle sıcak bölgeler olmaya adaylar. Bu tür olası sıcak bölgeler arasında Ganj, Nil, Şeria (Ürdün), Fırat-Dicle ve Orta Asya’daki Amu Derya ile Siri Derya ırmakları yer alıyor. Suyun alt tarafındaki ülkenin suyun üst tarafındaki ülkeden askeri açıdan daha güçlü olması ve çıkarlarının tehdit edildiğini hissetmesi durumunda, çatışma çıkması olasılığı azamiye çıkar. Suyun alt tarafındaki ülkelerin suyu kontrol eden ülkelerden daha güçsüz olmaları durumunda çatışma olasılığı düşebilir, ama bu durum da (sonuçta politik istikrarsızlığa yol açabilecek) büyük sosyal ve ekonomik güvensizlikler oluşabilir. VI.14. Bulaşıcı Hastalıklar Sorunu Günümüzde insanlık, küresel bazda salgın hastalıklar sorunuyla karşı karşıyadır. Pek çok hastalığı içeren daha geniş bir modelin parçası olan tüberküloz, yüz milyonlarca insanın karşıya olduğu riski artırıyor. Bu hastalıklardan tüberküloz, HIV (AIDS’e yol açan virüs), kızamık ve difteri gibi bazıları insandan insana geçiyor ve çoğu, sosyal şartlardaki bozulmadan kaynaklanıyor. İki yada daha fazla tür, taşıyıcı ve aktarıcı içeren diğer hastalıklar da ekolojik ve iklimsel faktörlerden etkileniyor. Çevre değişimlerinin yaygınlaşması, ekosistemlerin bozulması, iklim değişiminin ve değişkenliğinin hızlanması, bulaşıcı hastalıkların biyolojik olarak kontrol altına alınmasında önemli bir olumsuz etki oluşturabilmektedir. İnsan sağlığı üzerinde etkili olan salgın hastalıklar, toplumları etkilemelerinin yanında ekonomileri de olumsuz etkilemektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 43 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Bulaşıcı hastalıkların kontrol altına alındığının düşünüldüğü bir dönemde, hastalığa yol açan mikroorganizmalar yeniden ortaya çıkmaya başlıyorlar. Bu durum bulaşıcı hastalık riskinin hala geçerli olduğunu göstermekte, sağlık şartları, kişisel hijyen, diyet ve sağlık eğitimi konularında kaydedilen ilerlemelere rağmen, bulaşıcı hastalıklar hala dünyanın bir numaralı ölüm ve çevre sorunu kaynağıdır. 1993’te bulaşıcı hastalıklar yüzünden tüm dünyada 16.5 milyonun üstünde insan öldü. Aynı yıl kanser 6.1 milyon, kalp hastalıkları 5 milyon, inme gibi beyin damarı hastalıkları 4 milyon ve solunum yolları hastalıkları 4 milyon ve solunum yollar hastalıkları da 3 milyon kişinin ölümüne yol açmıştı. Kimi ülkelerde yeterli teşhis kapasitesinin olmaması ve bazı bulaşıcı hastalıkların anneden gelen hastalıklar ya da doğum hastalıkları gibi başka kategorilere atılması nedeniyle, resmi olarak küresel ölüm nedenlerinin % 32’sini oluşturma bulaşıcı hastalıkların gerçek oranı hiç kuşkusuz daha yüksektir. En çok ölüme yol açan beş hastalık, zatürree gibi akut solunum yolu enfeksiyonları (4,1milyon ölüm), diyare hastalıkları (3 milyon), tüberküloz (2,7 milyon); sıtma (2 milyon) ve kızamıktır. Bu hastalıkların, (bir virüsün yol açtığı) kızamık ile akut solunum yolları enfeksiyonlarının viral tipleri dışında tümünün yeni tedavi yöntemlerinin bulunmaması ve hastalığın yayılmasının durdurulamaması durumunda ölüm oranlarının artmasına yol açabilecek, antibiyotiğe dayanıklı soyları var. Ayrıca AIDS’in de son zamanlarda yılda 0,18 milyon insanın ölümüne yol açacağı tahmin ediliyor. Milyonlarca insan bulaşıcı hastalıklar yüzünden ağır derecede hastalanıyor, ama ölmüyor. Su, toprak, besinler gibi taşıyıcılar da 100’ü aşkın bulaşıcı hastalığı taşıyor. Bulaşıcı hastalık ölümleri genellikle hava şartlarına, iklime, nüfusun bağışıklık oranına ve mevcut sağlık altyapısına da bağlıdır. Örneğin ilaca dayanıklı zatürre vakaları özellikle antibiyotik kullanımının aşırı düzeylere ulaştığı sanayileşmiş ülkelerde görülür. Sıtmadan kaynaklanan ölümlerin yaklaşık % 90’ı da tropik koşulların sıtma parazitinin konağı olan Anopheles (Anofel) sivrisineğinin yaşamasına elverişli olduğu Sahra altı Afrikası’nda gerçekleşir. Avrupa ve Amerika’da bu öldürücü hastalığa karşı bağışıklı olmasa da AIDS vakaları çoğunlukla, Afrika ve Asya’da yoğunlaşmıştır. Dünyadaki 13-14 milyon HIV vakasının neredeyse üçte ikisi Afrika’da görülmektedir: Bu iç karartıcı istatistiklere rağmen 20. yüzyılda, bulaşıcı hastalıklara karşı verilen mücadelede önemli ilerlemeler kaydedildi. Solunum ya da dokunma yoluyla bulaşan ve kurbanını sakatlayabilen, körleştirebilen ve hatta öldürebilen bir hastalık olan çiçek, 1979’da resmen yok edildi. Kapsamlı bir kampanyayla doktorlar ve sağlık elemanları 250 milyon insanı bu hastalığa karşı aşılayarak, gezegenimizi bu afetten kurtardılar. Sanayileşmiş dünyada kızamık neredeyse hiç kalmadı. Çocuk felci de tüm dünyada % Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 44 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI 80 oranında azaltıldı ve 145 ülkede yok edildi. Yine de pek çok insan, hastalıklara karşı bağışıklık kazanmış değil. Ucuz tedavi yöntemlerinin yaygınlaştırılamaması, temel altyapı ve idare sorunları ile para, malzeme, bilgi ve personel yetersizliği, bu alanda daha fazla ilerleme kaydedilmesini önlüyor. Bulaşıcı hastalık ölümlerinin büyük oranda azaltılması, 20. Yüzyılda kamu sağlığı açısından ulaşılan en büyük başarı olarak görülse de, dünya nüfusunun dörtte üçü sürekli ve ağır bir bulaşıcı hastalık yüküyle karşı karşıyadır. Son yirmi yıl içinde tıp yetkilileri, kalkınma kuruluşları, finansman örgütleri ve araştırmacı bilim adamları ilgilerini ve fonlarını bu eski hastalıklardan kanser, kalp hastalıkları ve kalıtımsal şartlar gibi yeni hastalıklara yöneldiler. Bu salgınların çoğunu kendi ellerimizle yarattık. İlaca dayanıklı soyların ortaya çıkması, kötü planlanmış geliştirme projeleri ve başarısız kamu sağlığı programları nedeniyle insanlar, bu hastalıkların yayılmasında büyük etkileri oldu. Yüzyılımızın ikinci yarısında sürekli artan insan kaynaklı çevre değişimleri, biyolojik dünyada eşi görülmemiş bir değişim için gerekli koşulları oluşturdu. Ticaretin ve çevresel değişimlerinin yanı sıra uluslar arası seyahat ve göçün de artmasıyla birlikte, bulaşıcı hastalıkların her türlü aracı (su, gıdalar, toprak, kişisel temaslar ve böcekler ya da diğer hayvanlar gibi taşıyıcılar) ve insanlarla bulaşma hızı da artıyor. Tabii, hastalıklar da bu arada elleri kolları bağlı oturmuyorlar. Daha güçlü ve etkili, kimi zaman ilaçlara dayanıklı soylar geliştiriyor, yeni alanlara yayılıyor, sınırları aşıp insanlara ve hayvanlara bulaşıyor ve artık kontrol altına alındıklarını sandığımız bir dönemde yeniden ortaya çıkıyorlar. Çevre bozulmalarının ve değişimlerinin yanı sıra insan, bitki, hayvan ve mal dolaşımı biyolojik karışma da hastalığa maruz kalma oranını arttırabilir. Mikrop ya da taşıyıcıları bir coğrafi bölgeden diğerine taşıyan dolaşım ya da karışma, mikropların yeni ve büyük olasılıkla korunmasız kitlelere bulaşmaları için fırsat yaratıyor. Kimi enfeksiyonların ortaya çıkışına çevrede zaten bulunan patojenler yol açıyor, ama bu patojenlerin yeniden aktif hale geçmelerinde virüs trafiğinin ve biyolojik karışmanın da etkisi var. Günümüzde bir milyonun üzerinde insan, hava yoluyla uluslar arası sınırları geçiyor. Grip gibi bulaşıcı bir patojen günümüzde birkaç saat içine tüm dünyayı dolaşabiliyor. Biyolojik karışma mekanizması parazit ve taşıyıcıları yeni yerlere taşıyor. Sel, fırtına ya da deprem gibi iklim müdahaleleri virüs trafiğine elverişli şartları oluşturuyor ve ardından insan faaliyetleri, bu müdahalelerin etkilerini daha da arttırıyor. Sözgelimi kimi uzmanlar, eylül 1994’te Hindistan’daki Surat’ta ortaya çıkan veba salgınını, aynı yaz Tapti Irmağı’nın taşmasıyla ve bir yıl önceki bir depremle bağlantılı olduğunu ifade ediyorlar. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 45 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Savaş, iç karışıklıklar ve sosyal bozulma da, bulaşıcı hastalıkların yayılmasında elverişli şartların oluşmasında etkili olabilir. Yüzyılımızın büyük grip salgını 1918’de patlak vermiş ve askerlerin hastalığı evlerine taşımalarıyla, dört ay içinde tüm dünyaya yayılmıştı Savaş sonrasında yaşanan kötü beslenme, sosyal sıkıntılar ve hastanelerin yetersizliği gibi şartlar, bu bulaşıcı hastalığın yayılması olasılığını arttırmıştır. Su kirliliği, bulaşıcı hastalıkların görülmesi ve yayılmasıyla yakın bir bağlantı içindedir. Tüm dünyada, suyla taşınan biyolojik hastalık sayısı, kirli suyla bağlantılı hastalıkların % 99’dan fazlasını oluşturuyor ve kimyasal kirlenmeye uğramış içme sularının yol açtığı hastalıkların yüzlerce katına ulaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde her yıl 25 milyon insan, kirli içme sularındaki patojenler ve kirlilik yüzünden ölüyor. Vücutta şiddetli susuzluğa ve beslenme yetersizliğine yol açan ishal her yıl 5 yaşın altına yaklaşık 3 milyon çocuğun ölümüne yol açıyor ve bu yaş grubundaki ölümlerin dörtte birini oluşturuyor. Su ortamlarında yaşayan insan patojenleri hepatit A, Salmonella ve Escherichia coli, kolera, tifo ve dizanteriyle bağlantılı çeşitli diyare hastalıklarına yol açabiliyor. Kimi patojenler kirli içme sularıyla ya da kirlenmiş balık ve deniz kabuklularının yenmesiyle aktarılır; kimileri de kirli sulara yüzülmesi, banyo yapılması ya da oynanması sonucunda yayılır. Bazı patojenler de suda yaşayan böcek ve salyangozlarla taşınır. VI.15. Göç Sorunu Göç günümüzde sıradan bir etkinlik olmuş önemli bir küresel çevre sorunudur. Her gün ve dünyanın her yanında gerçekleşir. Günümüzün olayları yansıtan bir özellik kazanmıştır; Sovyetler Birliğinin dağılması, Afrika’daki çaresizlik, dünyanın her yanındaki gelir dağılımı adaletsizlikleri ve bir çok diğer gelişme gibi, 1994 içinde, dünyanın en yoğun göç hareketlerinden birinde, on dokuzuncu yüzyılda Amerika’yı sömürgeleştirmek üzere İspanya’yı terk edenlerden daha fazla sayıda sığınması ortaya çıkmıştır. 1979’daki Sovyet işgali sonrasında, geçen yüzyılda Almanya’yı terk ederek Amerika’yı oluşturan başlıca etnik gruplardan biri haline gelen Almanlardan daha fazla insan, Afganistan’ı terk etti. Günümüzde kitle hareketleri, ülkelerde organize suç örgütlerinin ve çetelerin orduların saldırganlığının yerini almaya başladığını gösteriyor. İç çatışmaların komşu ülkeler arasında savaşın yerini aldığını, genç insanların yurtdışında iş aradıklarını görüyoruz. Nüfus artışı ve çevre kirliliğinin diğer gerilimleri daha da kalıcı hale getirmektedir. Dolayısıyla insanları yuvalarını terk etmeye zorlayan baskılar çoğalıyor. Neden bu kadar insanın yuvalarını bıraktıkları sorusu hala genel bir tartışmanın konusu Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 46 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI olamamıştır. Bunun yerine politikacılar günümüzün sığınmacı krizi, göç kotaları ve kimleri ülkelerine alacakları üzerinde durmaktadırlar. Günümüzde de yürürlükte olan ve 1951’de Birleşmiş Milletler Sığınmacılar Anlaşmasına göre, sığınmacıyı zulüm kavramıyla bağlantılı olarak ele alır. Buna göre, ırk, din, ulus, özel bir toplumsal gruba üyelik veya politik görüş nedeniyle dayanağı sağlam bur zulüm korkusu nedeniyle uyruğunda bulunduğu ülkenin dışında bulunan ve geri dönme olanağı bulunmayan kişi sığınmacıdır. Bu dar tanımlama savaşın bir artığıdır. Amacı büyük ölçüde geçmişteki Sovyetler birliği ve tesisi altındaki ülkelerden kaçanlara sığınmacı statüsü tanıyarak bu ülkeleri zayıflatmaktı. Bu resmi tanımlama günümüzde insanların yuvalarını terk etme amaçlarını açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Çoğu bu tanımlamanın dışında kalmaktadır. Çünkü zulüm yüzünden kaçmamışlardır. Açlıktan kaçanlar, yerlerini terk etmek ya da yok olmaktan başka bir seçenekleri olmamasına karşın tanımlama içine giremezler. Çocuklarını besleyemeyecek duruma geleceklerinden korkanlar, bu sonucun da şiddet tehdidi kadar korkutucu olmasına karşın tanımlama içine giremezler. Bangladeş’te sıklıkla oluşan seller gibi doğal afetlerin yerinden ettiği insanlar da göç etmek zorunda kalmış olmalarına rağmen bu insanların tamamı kendilerin resmi sığınmacı olarak tanımlanmamaktadır. Sığınmacı olarak tanınmayan bu insanlar, diğer ülkelere iltica için değerlendirmeye bile alınmazlar. Aslında çoğu, diğer ülkelere gitmek de istememektedir. Bu yüzden iç göç kavramıyla tanımlanan grup içinde değerlendirilirler; evlerini terk etmek zorunda kalmışlardır ancak hala kendi ülkeleri içindedirler. Sığınmacı olarak nitelendirilmeyen bir diğer grup ise, başka bir ülkenin sınırını kaçak olarak geçenlerdir. Gerek bir korku sonucu kaçan, gerekse daha iyi olanaklar arayan kaçak göçmenlerin toplam sayısı ise bilinmemektedir, ancak 10 milyon dolaylarında olduğu düşünülmektedir. İnsanları göçe zorlayan önemli bir neden de baskı unsurlarının ortaya çıkmasıdır. Baskılar, göçmenler için sığınmacılara göre daha az acillik ya da şiddet göstermektedir. Hatta bazı göçmenler, sığınmacı durumuna düşmeyecek kadar ileri görüşlü olanlardır. Savaş ya da ekonomik karmaşa ortamına sürüklenen ülkelerden çok geç olmadan kaçmışlardır. Bu baskıları anlamak sığınmacıların ya da göçmenlerin durumlarının benzerliğinin görülmesini sağlar. Benzer şekilde bazı insanların ülke içinde yer değiştirmelerinin nedenleri de çoğunlukla, diğerlerinin ülkeyi terk etmelerine yol açan nedenlerle yakından bağlantılıdır. İç göç çoğunlukla dış göç için yalnızca bir ilk adımdır. Bütün bu hareketliliğin temelinde Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 47 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI toplumların, yurttaşlarının temel gereksinimlerini ve isteklerini karşılayamaması bulunmaktadır. Günümüzde göçmen ve sığınmacıların büyük bir çoğunluğu, gelişmekte olan ülkelerden gelmektedir Örnek olarak Pakistan ve İran on yıldan fazla bir zamandır milyonlarca Afgan sığınmacı için memleket olmuştur. Çoğu Afrika ülkesi açlık ve savaştan kaçan insanlara kapılarını açmışlardır. Bu ülkeler, kendi artan sayıda insanlarının da baskısı altındadır; bu türden insan seline ev sahipliği yapacak bir durumda değildirler. Doğal felaketler de bu türden nedenlerdendir. Birçok Bangladeşli dünyanın en yoğun nüfusa sahip olan ve sıkça seller ve diğer doğal felaketlerle karşılaşan ülkelerini terk ederek Hindistan’da güvenli bir yaşam arayışı içine girmişlerdir. İki ülke arasındaki gerilimleri yeniden su yüzüne çıkaran bu göç, insanların daha iyi bir yerleşim alanı bulamamaları nedeniyle sel yataklarında ve bakımsız gecekondularda yaşamalarının sonucudur. Sürekli arazi kıtlığı insanların riskli olduğunu bildikleri alanlara taşınmasına yol açmaktadır. Bu da gelecekte her bir doğal afetin daha fazla sayıda insanın diğer ülkelerde güvenli bir yerleşim yeri arayışına girmesine yol açacağı anlamına gelmektedir. Tahliye azınlıklara karşı kullanılan başka bir stratejidir. Kuzey Irak halklarının karşı koymasından çekinen Saddam Hüseyin, 1991’de üç haftalık bir süre içinde 1.5 milyon Kuzey Iraklı, Irak’ın dışına, Türkiye’ye doğru sürdü. Aynı nedenlerle, Şii Müslümanları da Güney Irak’tan İran’a geçmeleri için zorlandı. Hastalıklar da göç için önemli bir etken olabilir. Örnek olarak,geçmişteki Çek ve Slovakya’da kirlilik ve endüstriyel zararlar kalp krizi, kanser, solunum yolları hastalıkları ve doğuştan sakatlıkları önemli ölçüde arttırmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerin değişik bölgelerinde ortalama ömür beş yıla kadar varan değişimler göstermekte ve en kısa ömre ise, en kirli çevreye sahip bölgede rastlanmaktadır. Bu bölgelerde boşanma oranları da suç ve uyuşturucu bağımlılığı gibi en yüksek düzeydedir ve hükümetler kirliliğin yoğun olduğu bölgelerdeki insanları daha temiz bölgelere yerleştirdiğinden yoğun iç göç yaşanmaktadır. Dünyanın kırsal kesimden kentlere göç eğilimlerinde önemli bir etkendir. Örneğin, kuşaktan kuşağa mirasçılar arasında bölündükçe kişi başına düşen toprağın büyüklüğü anlamını yitirmektedir ve potansiyel mirasçılar komşu arazilerde satın alınacak yerler aramaya başlamaktadırlar. Vietnam’da kalabalıklaşma bütün bir toplumun taşınmasına yol açmıştır. Çok az yer Vietnam’ın komşusu Kamboçya kadar yoksul olabilir, ancak ülkedeki açık alanlar ve balık dolu ırmaklar Vietnam’daki kalabalık köylerin sakinleri için dayanılmaz bir seçenek sunmaktaydı. Yüz binlerce köylü yıllar boyunca Kamboçya’ya taşındı. Bazı insanlar ise ön yargılarını bir yana bırakıp olanakların peşine düşmektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 48 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Örnek olarak, komünist yönetiminin sona ermesiyle bir milyon Yahudi Sovyetler Birliğini terk etti. Bunların yarısı İsrail’e, diğer yarısı ise ABD ve diğer batı ülkelerine gitti. Çevrenin bozulması da kaçışın yaygın bir nedenidir. Milyonlarca insan toprakların en temel tarım etkinliklerine bile olanak sağlayamayacak kadar erozyona uğramış olduğu arazileri terk etmektedir. İçinde bulundukları durum göçün gelecekteki en önemli nedeni hakkında bir fikir verebilir. Ekolojist Norman Myers da küresel ısınmanın etkilerinin görülmesiyle deniz düzeyinin yükseleceği ve 2050 yılında 30 cm’lik bir yükselmeye yol açacak iklim değişiminin önümüzdeki yüz yılın ortalarında 150 milyon kişiyi göçe zorlayacağını düşünmektedir. Tarımın göreceği zarar ve yerleşim alanlarını su basması ana göç nedenleri olacaktır. Doğal olarak, iklim değişiminin kendisinden yol açacağı öngörülemez toplumsal ve ekonomik sonuçlara, sorunun her aşamasında belirsizlik önemli bir etkendir. Dünyada zenginler ve yoksullar arasındaki büyük uçurum, bazı büyük göç hareketliliklerin temelini oluşturmaktadır. On milyonlarca işçi yoksul ülkelerden daha güçlü paralarla daha yüksek maaş alabilecekleri zengin ülkelere göç etmiştir. Örneğin 900.000 Türk Almanya, İskandinavya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine taşınmıştır. ABD’de 2,5 milyon Meksikalı yaşamaktadır. 1991’deki savaş öncesinde 400.000 Güney Asyalı ve Orta Doğulu Kuveyt’te; 1,2 milyon yabancı işçi ise Suudi Arabistan’da yaşamaktaydı Bu göçlerin her biri ülkeler arasındaki ekonomik farklılıkların sonucudur. İşçilerin yoksul ülkelerden zenginlere doğru akışının gelecekte daha da artacağı düşünülebilir. Dünyanın işgücünün önümüzdeki yirmi yılda bir milyarlık bir artış göstereceği öngörülmektedir. Bu yeni işçilerin on tanesinden dokuzu üçüncü dünyada olacaktır ve bu ülkelerin çok azı bunlar için yeterli istihdamı yaratabilecektir. Ekonomik hedeflerine ulaşabilen ülkeler bile genç işçilerine yeterli iş sağlayamayacaktır. Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik de insanları iş dışındaki arayışlar için göçe zorlamaktadır. Yoksulluk insanların daha iyi yerlerde yaşamak istemesine yol açmaktadır. Yakıt olarak odunun ve ısıtma, yemek pişirme ve inşaat için kerestenin tükenmesi, kurutulmuş kuyular, kalabalık evler ve okullar ve elektrik yokluğu gibi nedenlerin her biri en yoksul insanların yaşadığı bölgelerin özelliğidir. Bu kıtlıklar çoğunlukla bir araya gelerek bir yetersizlik döngüsü oluştururlar. Örnek olarak, kesilmiş ağaçlar toprağı tutmazlar, toprak sürüklenerek nehirlere taşınır ve nehirlerin akışını düzensizleştirir, akışı rejim dışına kayan su, daha fazla erozyona neden olur. Sonuç olarak insanlar ana memleketlerinden olurlar. Çoğunlukla yeni yaşam umudu ve parıltısıyla çekiciliğine kapıldıkları en yakın kente taşınırlar. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 49 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Artan uluslar arası ticaret, göçü etkilemektedir. İşçilere kendi ülkelerinde çalışarak ürettikleri malları dışsatım yoluyla büyük dış pazarlara satma olanağı sağlar. Ancak bunun gerçekleşmesi için önce yatırım gerekmektedir. Ticaret aynı zamanda, ticarette iyi iş yapan insanların yabancı ülkelere gitmesi ya da çok uluslu şirketlerin arazideki ofislerinde çalışanlarda olduğu gibi çalışanları uzaklardaki işlere de götürebilir. Dışsatım merkezli ekonomik yörünge izleyen ülkeler eşitlikçi olmayan bir ekonomik büyümeye maruz kalırlar; toplumun sermaye ve endüstriye sahip olan bir kısmı zenginleşirken geri kalanlar daha az pay almaktadırlar. Sonuçtaki eşitsiz gelir dağılımı göçe katkıda bulunabilir. IV.16. Okyanusların Kirlenmesi Sorunu Nüfus patlaması, sanayinin yaygınlaşması, tüketimin fazlalaşması ve yoksulluğun artması gibi karaları etkileyen etkenlerin tehdidinden büyüklüklerine rağmen okyanuslar da kaçamamışlardır. Çevre kirliliği, yaşam sahalarının tahrip edilmesi ve haddinden fazla balık avlanması okyanuslarda ekonomik ve biyolojik kayıplara sebebiyet vermektedir. Atmosferdeki değişiklikler gelecekte daha büyük sorunlar çıkaracaktır. Okyanusların biyolojik sistemlerinde bozulma, deniz ürünlerine bağlı sanayilere bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Domuzların, sığırların ve tavukların da dahil edildiği protein sağlayan kaynaklar arasında balık, başı çeker. Bu sektör, dünya üzerinde kriz halindedir. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’ne göre dünya üzerindeki balık stokları sınır seviyelerine inmiştir. Kıyı turizmi ise kirlenmiş sahiller, yıpranmış mercan resifleri ve bozulmuş sahil şeritlerinden dolayı çok zor durumdadır. Okyanuslardaki temel yaşam sistemlerinin özelliklerini kaybetme olasılığı düşüğe benzemekteyse de bunlar da çevrenin sürekli kirlenmesinin etkisi altındadırlar. Okyanusların, deniz canlılarına gerekli yaşam alanını oluşturmanın yanı sıra biyolojik çeşitlilik ve iklim üzerinde son derece etkili rolleri vardır. Sera etkisi yaratan gazların birikmekte oldukları zamanımızda, atmosferdeki karbon dioksit seviyelerin düzenleyen deniz fotosentezi olayı, “biyolojik pompa” sürdüğü için gittikçe önem kazanmaktadır. Denizlerin bütün ekonomik ve ekolojik fonksiyonlarına rağmen toplumlar, denizlerin korunmasına gereken önemi vermemektedir. Bazı kesimler okyanusların büyük olduğunu ve insanların etkisinde kalamayacağını düşünmektedir. Tankerlerden sızan petrol, kumsalların kirlenmesi, balinaların öldürülmesi ve diğer manşet olacak konularda bazı önlemler getirilmiştir. Fakat bunların hiçbiri asıl sorunlara değinmemektedir. Sahillerdeki yaşam sahalarının tahrip edilmesi, haddinden fazla balık avlanması, Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 50 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI karalardan sürekli olarak çevre kirletici malzemenin akıtılması gibi miktarı bireysel olarak az fakat ardı hiç kesilmeyen unsurlar, çok daha yaygın ve çok daha çevreyi kirleticidir. Hayatın ilk başladığı günlerden beri okyanuslar biyosferin ekolojik kazanı olmuşlardır. Akarsuların kavuştuğu yerlerden denizlerin derinliklerine kadar okyanuslar dünya üzerindeki yaşam alanlarının yaklaşık % 90’ını oluştururlar. Okyanuslar dünyanın % 71’ini kaplar. Deniz seviyesinden ölçülürse en derin yerleri Everest Tepesi’nin yüksekliğinden çok daha fazladır. Dünya üzerindeki suların % 97’si okyanuslardadır. Bu da bütün tatlı su gölleri ve nehirlerin alanından 10 000 misli fazladır. Okyanusların oynadıkları en önemli rol, fiziksel ve biyolojik işlemlerle gezegenin iklimini düzenlemektir. Büyük kitleleri sayesinde bu sular, yazın sıcağı emip kışın bırakarak yerel ısıları belirli bir seviyede tutar. Okyanuslardaki su akıntıları ekvatorda aldıkları ısıyı, kutup bölgelerinde vererek buraların sıcaklıklarını daha düzenli bir şekilde kalmasını sağlarlar. Gulf Stream akıntısı, Meksika Körfezi’nden aldığı sıcaklığı Kuzey Avrupa sahillerine kadar taşır ve İrlanda sahillerinde bile limon yetiştirilmesini temin eder. Halbuki buraları, Moskova ile yaklaşık aynı paraleldedir. Atmosferin ısınmasından dolayı okyanus akıntılarında meydana gelebilecek sapmalar iklim değişiklikleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Okyanusların ısıyı emme kabiliyetleri olmasaydı, atmosferde bugün meydana gelen ısınma herhalde birkaç derece daha fazla olurdu. Gezegendeki oksijenin yaklaşık yarısına yakın bir miktarı, okyanuslardan gelmektedir. Okyanuslar “ biyolojik pompa” adı verilen bir mekanizma vasıtası ile atmosferde biriken karbon dioksitin belirli bir düzeyde sabit kalmasına yardımcı olur. Karbon dioksit, dalgalı üst seviyelerde okyanuslara karışır. Bu seviyede bulunan planktonlar ve diğer deniz bitkileri, karbon dioksidi kullanarak basit şeker molekülleri oluştururlar. Bölgeleri birbirlerinden ayıran özelliklerin belirlenmesi faydalı olmakla beraber denizlerin aslında bir bütün olduğunu unutmamamız gerekir. Besleyici maddeler sahillerden derinlere gider ve tekrar geri gelir. Çeşitli canlı türleri kıtalar arasında göç eder. Okyanus tabanlarındaki volkanik pencereler milyonlarca seneden beri biyolojik çeşitliliği bütün tabana yaymaktadır. Su akıntıları ile birbirlerine bağlı olan okyanuslar adeta tek bir organizma gibi hareket ederler. Bu sistemleri ayrı ayrı incelemenin asıl maksadı, bunları koruyabilmenin bir yolunu bulabilmektir. Aksi takdirde meydana gelecek bozulmanın sonuçlarını tahmin bile edemeyiz. Okyanusları kirleten maddelerden dörtte üçü, insanların karalardaki aktivitelerinden kaynaklanmaktadır. Sahilleri ve kıyı şeritlerini canlandıran akarsular, taşıdıkları Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 51 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI maddelerle şimdi buraları zehirlemektedir. Besin maddeleri, sedimantasyonlar, patojenler, bozulmayan zehirli maddeler ve termik kirlenme karaların iç taraflarındaki kaynaklardan gelmektedir. Exxon Valdez kazasında olduğu gibi sadece denizlerde oluştuğu kabul edilen petrol kirlenmesinin hemen hemen yarısının kaynağı karalardadır. Çevre kirlenmesi oluşturan başlıca öğelerden sadece yabancı türler denizlerde oluşmaktadır. Tarih öncesi devirlerden bu yana, insan aktivitelerinden kaynaklanıp denizlere akıtılan besleyici maddeler günümüzde en az bir misli artmıştır. Ayrıca insanların faaliyetlerinden dolayı sedimantasyon da üç misli fazlalaşmıştır. Bu olay yosunların artmasına, güneş ışığının azalmasına, balıkların oksijensizlikten yok olmalarına, patojenlerin ve zehirli maddelerin fazlalaşmasına yol açan bu etkenler, haliçlerin ve sahil sularının kirlenmesine sebep olmuştur. Besleyici maddelerin ve sedimantasyonun artması ile bütün dünya üzerindeki haliçler ve deltalar dolmuş, sahillerdeki sulak alanlar bozulmuş, mercan resifleri, deniz tabanları ve kıyı şeritlerindeki diğer ekosistemler altüst olmuştur. Taşıdıkları zehirli maddeleri çevrelerindeki sulara salan kızıl yosunların yaygınlaşması da bunlara bağlanmaktadır. Okyanuslara giren kirletici tipleri ve yüzdeleri Tablo 2.de verilmiştir. Kıyı şeritlerine dolmakta olan besleyici maddelerin büyük bir kısmı şehir kanalizasyonlarından gelmektedir. Tablo 2. Kirletici Tipleri Ve Yüzdeleri KAYNAK TOPLAMA ORANI (%) Karalardan gelen veya kanalizasyonla atılan 44 Karalardan rüzgarla taşınan 33 Gemilerden atılan ve kaza ile dökülen 12 Denizlere boşaltılan 10 Açık deniz madenciliği ve gaz Arama ve çıkartma Kaynakların toplamı 1 100 Tam veya yeteri derecede arıtılmamış atıksular ve genellikle yağmur suları ile küçük sanayi bölgelerinden gelen atıklar birbirlerine karışmakta ve ağır metallerin yağların ve diğer zehirli maddelerin suyun içinde erimesini ve denizlere gitmektedir. Bu da çevreyi, denizleri ve insan sağlığını tehdit etmektedir. Denizlere akıtılan kirletici maddelerin büyük bir kısmı sahil bölgelerinden değil, iç yörelerden gelmektedir. Besleyici malzemenin takriben yarısı, uzaklardaki kaynaklardan taşınır. ABD’deki en büyük haliç olan Chesapeake Körfezi, aynı zamanda dünyanın en verimli deniz ürünleri yataklarından biriydi. Yalnız uzak kaynaklardan taşınan besleyici malzemelerle dolan bu körfezdeki azotlu maddelerin yaklaşık üçte biri çiftliklerden ve dörtte biri de atmosferden gelmekteydi. Bundan dolayı da, ellili yıllarda 20000 ton olan midye rekoltesi, seksenli yıllara 3000 tonun altına inmişti. Bu azalmanın başlıca sebebi çevre kirliliğidir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 52 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Denize karışan kirletici maddelerin yaklaşık üçte biri havadan gelmektedir. Bunun da büyük bir kısmı sığ sularda bulunur. Uçucu organik maddelerle ağır metallerin denize karışmalarını en kolay yolu hava kanalı taşınıp dalgalar vasıtasıyla suyun içine alınarak eritilmeleridir. Kuzey denizinde çevre kirliliğinin yaklaşık dörtte biri polikarbonlu bifeniller (PCB) ve diğer klorlu organik maddeler de dahil olmak üzere hava kanalıyla gelmektedir. 1991 senesindeki Körfez Savaşı’nda Irak Ordusunun kasten boşalttığı 7 milyon varillik petrol, körfez sularına karşın pisliğin ancak bir kısmıdır. Yaklaşık 4-5 milyon varilin de petrol dolu dumanlarla taşınıp sulara karıştığı tahmin edilmektedir. Dünya ortalamalarına bakılacak olursa, okyanuslarda dağılan petrolün % 10’unun havadan geldiği söylenebilir. Başka bir kirlenme şekli de çeşitli canlıların, kendi yaşam sahalarından alınarak bir şekilde yabancı ekosistemlere taşınmalarıyla gerçekleşmektedir. Yeni gelenler, eskilerin yerlerini alabilirlerse, bu denizlerdeki biyolojik çeşitliliğin azalması anlamına gelmektedir. Yabancı canlılar, sığ sulardaki ekosistemlerin yapılarını tamamen değiştirmektedir. Bunlar bilhassa okyanus aşan büyük gemilerin denge ve ağırlık sularıyla taşınmaktadır. Güney Afrika limanlarına giren gemiler her sene 20 milyon ton su atarlar. ABD limanlarında her yıl 56 milyon ton, yani 6400 ton/saat su boşaltırlar. Kıyıların kirlenmesi ve yaşam sahalarının tahrip edilmesi bir arada gerçekleşir. Ayrıca, toprak ihtiyacından dolayı sahil şeritleri doldurulur. Bu da oralardaki yaşam alanlarını altüst eder. Çevre kirlenmesi, kalkınma, yaşam alanlarının bozulması ve nüfus patlaması gibi küresel çevre sorunlarını çözemeyecek olursak, denizleri de bir gün kaybedebiliriz. Kesin olmamakla beraber, okyanusları kısa vadede bekleyen tehlikeler arasında atmosferdeki değişikliklerin başı çektiği ileri sürülebilir. Kloroflorokarbonların ve ozon tabakasının incelmesine sebep olan diğer kimyasal maddelerin atmosferdeki etkileri sonunda okyanus yüzeyine daha fazla ultra-viole ışını ulaşmaktadır. Güneydoğu Asya’daki planktonlar bu yüzden azalmaktadır. Her sene Güney Kutbu üzerindeki ozon tabakası Eylül ayında tahrip olmağa başlar ve normalden % 50 daha ince bir hal alır. Bu tarihler, planktonların canlılıklarının özellikle arttığı tarihlerdir. Kaliforniya Üniversitesine bağlı araştırmacılar, incelme alanının altında olan planktonların sayılarının normalden % 6-12 daha az olduğunu tespit etmişlerdir. Bu tabiatıyla Antartika’daki beslenme zincirini aksatmakta ve biyolojik pompanın çalışmasını sekteye uğratmaktadır. Durum böyle olunca, her ne kadar bilimsel kanıtlar şimdilik mevcut değilse de, larva gibi diğer deniz canlılarının da yüksek dozdaki ultra-viole ışınlarından etkilendikleri söylenebilir. Ozon tabakası incelmeye devam edecek olursa durumun daha da kötüleşeceği açıktır. Küresel ısınmanın okyanus üzerindeki tesirleri hem daha belirsiz, hem de daha karmaşıktır. Karbon dioksitin ve sera etkisi yaratan diğer gazların atmosferde Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 53 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI birikmeleri sonunda ısının yükseleceği ve iklimlerin değişeceği tahmin edilmektedir. Bunun yanı sıra rüzgar, yağmur ve sert fırtınaların düzeni de farklılaşacaktır. Mercan resifleri gibi ısı değişimlerine karşı hassas olan ekosistemler tahrip olabilecek, deniz seviyeleri yükselebilecek ve karaların bir kısmı sular altında kalabilecektir. Okyanuslardaki akıntıların yönleri sapacak ve bu sapmayla birlikte bölgesel ve biyolojik pompa da değişecektir. Küresel değişikliklerin hepsi son derece endişe verici olaylar olmalarına rağmen bugüne kadar meydan gelmiş olanların bundan sonra sebep olacaklarına bakıldığında, bu güne kadar gerçekleşenler önemsiz kalmaktadır. Mesela, mercanların son senelerde ölmeleri, yüksek çevre ısısına bağlanmıştı ama, uzmanlar bunu tam olarak ispatlayamadılar. Isının sebebini küresel ısınma ile açıklamaya çalıştılar fakat bu açıklama yeterli derecede tatmin edici bulunmadı. 1991 senesinde mercan resifleri hakkında yapılan bir çalışmada, mercanların ölmelerinin çevre kirliliğinden kaynaklandığı ve resiflerin çevre ısınmasından çok, çevre kirlenmesinden ve doğrudan doğruya tahrip edilmekten zarar gördükleri ifade edildi. VI.17. Okyanuslarda Avlanmanın Getirdiği Çevre Sorunları Denizlerin bir sınırı olduğunu önce balık avlayanlar keşfetmişlerdir. Denizin kirlenmesi ve yaşam alanlarının tahrip edilmesi doğal olarak denizdeki organizmaların hepsini etkiler. Fakat gıda ve deniz ürünleri peşinde koşan insanlar, onları kitleler halinde ortadan kaldırmaya başladılar ve bu arada da ekosistemleri tahrip ettiler. Denizlerde yaşayan türler arasında ilk önce zarar görenler yavaş büyüyen, uzun bir süre yaşayan ve üreme kapasiteleri düşük olan memelilerdir. Bunun en dramatik örneği ağırlığı 4-10 ton arası olan ve Kuzey Pasifikte yaşayan Steller’in deniz inekleri adlı memeli bir canlıdır. 1741 senesinde bir Rus gemisi Bering Adası civarında karaya oturmuştu. Denizciler burada, sığ sulardaki yosunları ve diğer bitkileri yemekte olan deniz inekleri ile karşılaştılar. Çok yumuşak tabiatlı olan bu devasa yaratıklar denizcilerden hiç korkmadılar ama aç denizciler bunları avlamaktan geri kalmadılar. Deniz ineklerinin etleri hiç de fena değildi. Denizciler kurtarıldıktan sonra durumu açıklayan bir rapor hazırladılar. Bunu okuyan diğer gemiler de bu bedava etin peşine düştüler. Bilinen en son deniz ineği 1768 senesinde vuruldu. Hayvanın keşfedilmesinin üzerinden sadece 27 yıl geçmişti. Deniz ineğinin ortadan kaldırılması gerçi biraz süratli oldu ama, Karaibler foku ile Atlantik’teki gri balina gibi canlılar daha uzun bir süreye yayılmış olmakla beraber aynı sonu paylaştılar. Bunların yanı sıra birçok hayvan türü, tükenmenin eşiğine geldi. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 54 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Anlaşmalar ve yasalarla bunların büyük bir çoğunluğu koruma altına alındı. Bazılarının kendilerini yavaş yavaş toplamalarına karşılık diğerleri avlanma, balıkçılık, çevre kirliliği ve yaşam sahalarının tahrip edilmesi gibi sebepler yüzünden hala tehlikeyi atlatmış değillerdir. Kaplumbağalar, deniz hıyarları, istiridyeler ve benzeri egzotik organizmalar peşinde koşan balıkçılar ve koleksiyoncular, bunları elde edebilmek için mercan resiflerini tahrip etmektedir. Özel bazı ürünlere karşı olan tutkuya cevap verebilmek için balıkçılar, bu canlıların kendileri kadar yaşadıkları çevreyi de altüst etmektedirler. Güneydoğu Asya’daki resiflerde bulunan dev midyelerin etleri bu bölgede son derece makbul olduğundan bu canlılar avlana avlana bitirilmiş ve bunlar artık tamamen tüketilmiştir. Çok fazla avlanmaktan resiflerde yaşayan ve yavaş üreyen balık cinsleri de yakında tükenecektir. Balıkçıların sayılarının artması ve faydalandıkları ekipmanların geliştirilmesi, bütün balık cinslerini tehlikeye sokmuştur. Sonar ve deniz uçakları, okyanuslardaki balık sürülerini anında bulmakta, devasa ağlar bu sürüleri adeta denizden koparıp almaktadır. İzlanda sahillerinde tirol için tasarlanmış yeni bir balık ağı o kadar geniştir ki 2 Boeing 747 uçağını sarabilmektedir. Bunun sonucu olarak okyanuslardan yakalanmakta olan balık rekoltesi önce büyük hızla artmış, fakat sonra düşmeğe başlamıştır. Asrın başında senede 5 milyon ton civarında olan rekolte, son senelerde 80 milyon tona ulaşmış ve 1950 ile 1970 seneleri arasında tutulan balık miktarı senede % 6 artmıştır. Yakalanacak yeni balık stokları kalmayınca, balıkların haddinden fazla avlanması küresel bir sorun haline dönüşmüştür. FAO’nun tahminlerine göre dünya üzerindeki 17 başlıca balık yataklardan dokuz tanesi ciddi şekilde yıpranmıştır. 1971 senesinde FAO tarafından yürütülen bir çalışma, denizlerden normal şartlar altında senede 100 milyon ton balık elde etmenin mümkün olduğunu kaydetmekteydi. Bu 1992 rekoltesinden 20 milyon ton fazladır yalnız, bu gibi tahminlerin içinde belirli bir yanıma payı olduğunu kabul etmek gerekir. Balık yataklarının son senelerdeki durumuna bakılırsa, 100 milyon tonun iyimser bir tahminden ileri geçemeyeceğini anlamak gerekir. Bugün FAO uzmanları bilinçli bir şekilde ele alınmadıkları takdirde mevcut durumlarıyla bu balık yataklarından 100 milyon tonluk rekolte elde etmenin zor olduğunu kabul etmektedirler. Gelecekteki balık rekoltelerinde herhangi bir gelişme beklenmemelidir. Haddinden fazla balık avlamanın denizlerdeki hayat üzerinde başka etkileri de vardır. Buradaki başlıca sorunlardan birisi, balıkçıların değerlendirebilecekleri cinslerin yanı sıra, istemedikleri türleri de yakalayıp öldürmeleridir. Derin denizlerde ağ tarayarak yapılan balık avı sırasında yakalanan istenmeyen cinslerin sayısı çok yüksek olmaktadır. ABD Okyanus ve Atmosfer Araştırmaları Dairesi, ton balığı ve mürekkep Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 55 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI balığı peşinde olan balıkçıların 1990 senesinde 42 milyon deniz kuşu ve canlısını boşuna öldürdüğünü vurgulamaktadır. Karides avcıları her seferde yakaladıklarının ancak % 10-20’sini değerlendirmekte, 10-15 milyon tonu bulan geri kalanlar ise genelde atılmaktadır. Son senelerde ortaya çıkmış “ biyomas balıkçılığı “ adı verilen bir yönteme göre balıkçılar yakalayabildikleri her türlü canlıyı yakalamakta, işlerine yarayanları piyasada değerlendirmekte, geri kalanları balık çiftliklerine satmaktadır. Balıkçılar denizlerden gittikçe daha fazla miktarlarda biyomas temin ettikçe, bütün ekosistem zarar görmeğe başlamıştır. Shetland Adalarında yuva kuran çeşitli kuşların sayılarında son senelerde büyük bir azalma görülmüştür. Bu kuşlar, balık avında yem olarak kullanılan bir yılan balığı cinsini yavrularına yedirerek onları büyütürlerdi. Balıkçılar aynı balığı, yem olarak kullanmak üzere tercih etmeye başlayınca iş değişti ve yavru kuşlar aç kaldılar. 1982 senesinde 56.000 tona yükselen yılan balığı rekoltesi 1988 senesinde 4 800 tona düştü. Bunun yanı sıra beslendikleri balıkları yeteri derecede bulamayan kuzey Pasifikteki Steller’in deniz aslanının, yunus balığının ve kuş cinslerinin sayılarında ciddi azalmalar gözlenmiştir. Haddinden fazla balık avlanması balıkçılara ve balıkçılık sektörüne de ters etki yapmakta ve bütün bu camia, balık rekoltesi düşmeğe başladığı zaman sarsılmaktadır. Artan uluslar arası talep ve yükselen fiyatlar yüzünden, gelişmekte olan ülkelerde yaşayanlarla buralardaki balıkçılar zor durumda kalmışlardır. Bu ülkeler, yakalanan balıkları ihraç etmekte ve böylece borçlarını ödeyebilmek için döviz kazanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin ihracatları, sanayileşmiş olan devletler nazaran bir misli hızlı artmaktadır. Sanayileşmiş ülkeler gelişmekte olanlara nazaran yedi misli fazla balık ithal etmektedir. Her ne kadar Üçüncü Dünya Devletlerinde yaşayanlar protein ihtiyaçlarını genellikle balıkla karşılamaktaysalar da sanayileşmiş ülkelerdekiler, ortalama olarak gelişmekte olanlara nazaran 3 misli fazla balık yemektedir. Yakalanan balık miktarı sadece bunları yakalayanları etkilemez, aynı zamanda okyanusların canlılıklarını da yansıtır. Çevre kirliliği, yaşam alanlarının tahrip edilmesi ve gereğinden fazla balık avlanması sürdürüldüğü sürece, okyanusların küresel besin ihtiyacını karşılayabilme imkanları sınırlanmaktadır. Deniz ürünlerinin azalması, suların kirlenmesi ve Okyanusların biyolojik sınırlarının ne kadar kısıtlı olduğunun göstergesidir IV.18. Doğal Floranın Korunması Ateş gibi güçlü bir silahı tanıyan insanoğlu, doğaya hükmetme konusunda büyük bir adım attı. Ateş, insanoğlunun buyruğuna girmeden önce de doğaya büyük zararlar verebiliyordu. Yıldırım düşünce ormanlar yanıyordu. Ağaç dallarının birbirine sürtünmesinden dolayı ağaçlar tutuşuyor, bu da orman yangınlarına yol açıyordu. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 56 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Yangınlar bir yağmurla ya da ormanın göle, akarsuya ya da bir boşluğa ulaştığı yere kadar sürüyordu. Bunda insan oğlunun herhangi bir günahı, kabahati söz konusu değildi. Fakat, insanoğlu, ateşi buyruğu altında tutunca, doğaya büyük zararlar vermeye başladı. Günümüzde Afrika’da Savan adlı geniş çayırlıklar vardır. Buğdaygiller ve köksaplı bitkiler 2 metre kadar boylanabilir. Savan birincil bir bitki örtüsü değildir. 50 bin yıl kadar önce insanların ormanları yakmaları sonucu oluşmuştur. Günümüzde de tarım yapabilmek için savanlar yakılmaktadır. Fakat yangınlar, iğreti bir denge içinde bulunan savanda toprağı gübreyle biraz zenginleştirse de ağaçlara zarar verir. Savan bölgesi insanları avlarını yakalamak için de yangın çıkarırlar. Böylece topraklar yozlaşır. İnsanoğlu, doymak bilmez hırsıyla ve aşırı kazanç isteğiyle, doğayı, florayı zorlamaktadır. Nüfus arttıkça yeni besin kaynakları gerekmektedir. Faunada olduğu gibi florada da birçok tür yok olmakta; soyu kurumaktadır.Hawaii adalarında yanardağ kraterlerinde yetişen ve Gümüş kılıç (silver ord) denilen bir bitki çiçek açabilmek için gerekli olan suyu 20 yılda biriktirebilir. Bu, dünyanın başka hiçbir yerinde yetişmeyen bir bitkidir. Çok uzun bir sapın ucunda açılan çiçeğinin 20 gün kadar ömrü vardır; çiçek solarken bitki de ölür. Bütün yaşamı boyunca bir kez çiçek açıp tohum üretebilen bu bitkinin soyunu sürdürebilme olasılığı doğal olarak çok azdır. Bu bitkinin yaprakları kılıç gibi uzun ve etli, gümüş renkli yaprakları arasında küçük bir böcek türü yaşar. Yapraklarla aynı renkte olduğu için iyi gizlenen bu gümüş renkli böcek başka hiçbir bitki üzerinde yaşayamaz. Hawaii adalarına yerleşenlerin getirdikleri keçiler bu ender bitkiyi yer tüketirlerse bu böcek de yeryüzünden silinip gidecektir. Tropikal yağmur ormanları fauna kadar flora zenginliğiyle de tanınırlar. Yabani yaşam çok canlıdır. Örnek olarak Pasifiğin güneyindeki Yeni Kaledonya ormanlarını ele alalım. 18 bin kilometre karelik bir alan kapladıkları halde bu ormanlarda 3000 bitki türü barınmaktadır. Bu türlerin çoğu da endemiktir. Dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen türler buradadır. Tropikal yağmur ormanları kereste sağlanması için, tarım alanları açmak için sürekli olarak daraltılmaktadır. Her yıl 76 bin kilometre karelik alan kuşları, memelileri, sürüngenleri, böcekleriyle ortadan kaldırılmaktadır. Sayısız bitki ve hayvan uzmanlarca incelenemeden, tanımlanamadan, adları bile konulmadan yok olup gitmektedirler. Türkiye’nin en güzel bitkilerinden biri olan kardelen dağlarımızdan sökülerek Avrupa’da seralara satılmaktadır. Türkiye 10 bin tür bitki ile dünyanın en belli başlı ülkelerinden biri; bir şifa cennetidir. Ancak, bizde bu bitkiler devlet ya da üniversite denetiminde bir sınıflandırma ya da koleksiyon içinde yer almadığından yabancılar, doğal servetimizden kolayca yararlanma yolları buluyorlar. Zengin ülkelerin botanikçileri özellikle 3. dünya ülkelerine gidip oranın bitki örtüsü ile ilgili bir araştırma yapıp, bitki türlerinden bolca Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 57 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI örnekler alıyorlar. Sonra da ülkelerine dönüp bu bitkinin yararlılıkları ile ilgili araştırma yapıyorlar. Umduklarını bulduklarında da, ya bu bitkinin kendi ülkelerinde yetişmesini sağlıyorlar, ya da buldukları ülkeden olabildiğince sağlamaya çalışıyorlar. Ve sonra da bu işin nimetlerinden yararlanıyorlar. İnsan, tek başına üretken değildir; bitkiyi, havayı, suyu değerlendirerek bir üretim yapmaktadır. Canlılar bitkisiz yaşayamaz. Biyosfer için vazgeçilmez unsurların birisi de bitkilerdir. Otobur otu, etobur da otoburu yiyip gelişmektedir. Yani, yaşamın kaynağı bitkilerdir. Bitkilerin insanlara da hayvanlara da gereksinmesi yoktur (tozlaşma dışında). Oysa, insanlar da hayvanlar da bitkilere muhtaçtırlar. Biyosferin oksijen kaynağı olan ormanlar, bitki toplulukları büyük bir hızla yok olmaktadır. Her yıl ortadan kaldırılan ormanların alanları 17 milyon hektardır. Yok edilen orman alanları Finlandiya’nın yüzölçümüne eşittir. ABD’nde bulunan Worldwatch Enstitüsü’nün yayınladığı verilere göre her gün dünya üzerinde 140 bitki ve hayvan türü yok olmaktadır. Çünkü flora ile fauna birlikte bir varlık gösterir. Floranın bozulması habitatın yok olması anlamına geleceği için doğal ortamı ortadan kalkmış birçok hayvan da aynı şekilde silinip gidecek, yani soyu kesilecektir. Dünyada yaklaşık 100 yılda 30 bin bitki türünün soyu ya tamamen ya da kısmen tükenmiştir. Yapılan tahminlere göre, 2000 yılına kadar yeryüzündeki canlı varlıkların %15-20’sinin soyu kuruyacaktır. Gelecek yüzyılın ortalarına kadar 40 bin bitki türünün daha yok olacağı tahmin edilmektedir. Genetik erozyonun önüne geçmek ve biyolojik çeşitliliği korumak için soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan türler üzerinde çalışmaları FAO yürütmektedir. Çünkü, bir tür bir kez kayboldu mu, genleri de sonsuza kadar kaybolmuş demektir. Avrupa mutfağı için hazırlanan pek çok sosun vazgeçilmez malzemesi olan mantarın giderek tükendiği ortaya çıkmıştır. Botanikçi Dennis Benjamin’e göre; “Özellikle son 20 yılda çevre kirliliği ve asit yağmurları pek çok mantar türünün tükenmesine neden olmuştur.” Dünyada 9000’den fazla tohumluk bitki türü bulunmaktadır. Bunlardan 3000’i sadece Türkiye’de yetişmektedir. Bu, ülkemizin ne kadar çok floristik zenginliğe sahip olduğunun bir göstergesidir. Yeryüzünün başka hiçbir yerinde böylesine bir zenginlik görülmemektedir. Biyolojik zenginlik insanlığın gelecekteki sigortası olduğu halde, bilerek ya da bilmeyerek, bunları tehdit altında bırakıyoruz. Bu tehdidin dozu da giderek artmaktadır. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 58 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Uzay çağında yaşıyoruz; teknoloji insanoğlunun yaşamını kolaylaştırıyor; bilgisayar her çeşit bilgiye kolayca ulaşmamızı gerçekleştiriyor. Bilgisayar ve uzay çağında doğaya bu denli önem vermek gerekir mi? Teknoloji her gereksinmemizi karşılamıyor mu? Öyleyse, bitkilere, hayvanlara, denizlere, dağlara, ormanlara sahip çıkmak, korumaya çalışmak ne demektir? Burada bir çelişki yok mudur? Flora, fauna yok olsa ne olur? Yabani doğa insanoğlu için yaşamsal önem taşıyor. Varlığımız teknolojiye değil, doğaya bağlıdır. Soluduğumuz oksijeni bize yalnızca bitkiler veriyor. Bu nedenle, Brezilya’nın Tropikal yağmur ormanlarının yok edilmesi yalnızca Amazon havzasındaki insanları değil, Ortadoğu’daki yani tüm dünyadaki insanları da olumsuz etkiliyor. Temel besin kaynaklarımızı her zaman olduğu gibi bugün de hayvanlar ve bitkiler oluşturuyor. Sağlığımız için gerekli olan ilaçların hammaddelerini de bize doğa veriyor. Gerçek eczane doğadaki bitkilerdir. Fakat, doğada yalnız işimize yarayan, kullanabildiğimiz bitkileri, hayvanları mı koruyacağız sadece? Korumak ve geliştirmek için böylesine “bencil” bir yaklaşım ne demektir? Doğa, milyarlarca öğenin meydana getirdiği, sürekli gelişen ve ilerleyen bir dizgedir. Mikroorganizmalardan kuşlara, kurumuş bir yapraktan Tropikal yağmur ormanlarına, çatlayan topraktan kutuplardaki buzullara kadar her şey, bu hayranlık verici dizgenin bir parçasıdır. Doğadaki bu düzen bir yerde bozuldu mu, zincirin halkalarından biri koptu mu gelişme ve ilerleme durur; ölüm başlar. Bu nedenle doğadaki börtü böcek, sürüngen, kemirici, memeli, sudaki yaratık, uçan kuş insanoğlu için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bitkiler, hayvanlar olmazsa insan da olmaz. IV.19. Ormanlar Kuru ve yaş asit döküntülerin ormanlar üzerinde, yapraklar ve ağaç gövdelerinde doğrudan etkileri görülür. Yapraklarca alınan gazlar ve bunların yüksek konsantrasyonu da yapraklardaki fotosentez işlemini bozar, durdurur. Asit sislerin yapraklar üzerindeki etkisi asit topraklarda alüminyum ve ağır elementlerin serbest kalarak köklerde ve mantarlarda yaptığı zehirleyici etki gibidir. Ağaçların besleyici köklerinin ölümü ile ormanın büyümesi gerilemekte, duraklamaktadır. Almanya’da ormanların yüzde 7.5-8.0’i yok olmuştur. Her iki ağaçtan biri hasta durumdadır. Özellikle batı bölgelerinde 2.545 milyon hektar olan ormanların yüzde 34’ü havadaki zararlı maddelerden dolayı hastalanmıştır. Almanya’daki ormanlarda en çok köknar ağaçları zarar görmüştür. Köknar ormanlarının yüzde 60’ı tahrip olmuştur. Yalnız Bavyera, Karaorman, Harz ve endüstri bölgelerini çevreleyen ormanlar değil, Alplerin yamaçlarını örten ormanlarda da tahrip izleri gözlenmektedir. Uzun zaman sonra bu tahYrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 59 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI ripler toprağı aşındırabilir ve çığ düşmelerine yol açabilir. Bunun olumsuz etkileri Ön Alplere kadar duyulabilir. Yeşil bitki örtüsünün, özellikle geniş yapraklı ağaçların oluşturduğu bir orman kütlesinin toz tutma özelliği bilinmektedir. Bir hektarlık orman için tutulan toz miktarının 20-60 ton civarında olduğu hesaplanmıştır. Endüstri bölgelerine komşu dağların, platoların ormanlarının yok edilmesiyle bu doğal süzgeç işlevini yürütecek başka bir şey olmadığından hava kirlenecek, halkın sağlığı tehlikeye düşecektir. Endüstri tesislerinin yoğun bulunduğu yerlerde orman kalmaması sonucunda solunum yolları hastalıklarından artışlar olmaktadır. IV.19.1. Orman Yangınları Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa Topluluğu ülkelerinde her yıl, ortalama 110.000 hektar orman yangınlarla yok olmaktadır. Kuraklıkla rüzgar bir araya gelince ağaçların tutuşmasına bir kıvılcım yeterli olmaktadır. 1982’de İtalya’nın, Fransa’nın, Yunanistan’ın güneyindeki bazı bölgelerde hüküm süren kuraklık, yangınları artırmıştır. Fransa’nın Var ilinde 10.000 hektar orman üç günde yanmıştır. Atina çevresinde 4000 hektar orman Ağustos ve Eylül aylarında yangınlarla tahrip edilmiştir. Çevre ve ekonomi açısından bu yangınların sonuçları çok ağır olmaktadır. Çiftçilerin gelirleri olumsuz etkilenmekte, yangınlar şehirlere yakın ise, hava kirliliği sorunları ağırlaşmaktadır. Türkiye, orman yangınlarının sıkıntılarını en çok yaşayan ülkelerin başında gelmektedir. Tarla açmak, çalılardan temizlemek, otlak elde etmek, turistik tesis kurmak gibi amaçlarla her yaz mevsiminde çok sayıda kasıtlı yangın çıkarılmaktadır. Orman suçlarının affedileceği haberleri, şayiaları özellikle seçimlerden önce yayılmakta ve bu duyumu alan insanlar korkmadan, ormanları yakabilmektedirler. Politikacı ödünleri ülkemize, doğal kaynaklarımıza büyük zararlar vermektedir. Türkiye’de 1993 yılında 30 bin hektar orman yanmıştır. Bunun maddi karşılığı 6 trilyon liradır. Ormanların, orman içinde yaşayan insanların ekonomik güçlerini artırarak ve yasal düzenlemeler yaparak korunabileceği, ilgililerce sık sık vurgulanmaktadır. Ancak, yangınlar önlenememektedir. İsviçre ormanlarının % 43’ü hasar gören ağaçlardan oluşmaktadır. Bu durum bölgelere göre değişmektedir. Jura’da hasta ağaçların oranı %11-37 arasındadır. On Alplerde %42, Alplerin güney yamaçlarında ise bu oran %49’u bulmaktadır. Lichtenstein ormanlarında sararıp solma ilerlemektedir. 1987 yılında durum daha da kötüleşmiştir. Sağlıklı orman incelemeleri bunu açıklar. Özellikle dağlık bölgelerde ağaçların %60’ı zarar görmüştür. Hükümet, yerli kirletici kaynakları sınırlamak amacıyla bir dizi önlem almıştır. Özel araçların daha az kullanımı ve dolayısıyla havaya daha az zehirli gaz, Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 60 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI ormanların sararıp solmasını önlemek bakımından önem taşımaktadır. Teşvik için kamu taşıtları yolcuları bedava taşımaya başlamıştır. Maksat, özel otoların yarattığı kirliliği en az düzeye indirmektir. Yunanistan’da ormanların dörtte üçü 1960’tan günümüze yok edilmiştir. Eski orman alanları otlak ve tarlaya dönüştürülmüştür. Kuzeyde günümüze kadar sağlam olarak ulaşabilmiş ormanlarda ayı, kurt, vaşak gibi değerli hayvanlar ve birçok bitki türleri barınmaktadır. Parlamento çorak ve sulak alanların tarım amacıyla kullanılmasını tartışmıştır. Ramsar Sözleşmesi ile korunanlar dahil, tarıma açma sonucunda sulak alanlar oldukça azalmıştır. Mikra Prespa Ulusal Parkında yapılan tarım alanlarında sulama çalışmaları da bozulmalara, Parktaki değişmelere olumsuz bir örnek olarak gösterilmektedir. FAO, ormanların ürkütücü şekilde yeryüzünden yok olması karşısında, uluslararası bir sözleşme yapılmasını önermektedir. Ormanların ölmesinden kaynaklanan üretim kaybı FAO tarafından yılda 30 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Tropikal ormanların tahribi 10 yıl önceki rakamları yaklaşık olarak %80 aşmaktadır. ¾ 1981-90 arasında, Afrika’da yılda 4.8 milyon hektar orman kırımı yapılmıştır. (Toplam ormanların %1 .7’si). ¾ 1981-90 arasında Asya’da yılda 4.7 milyon hektar orman yok edilmiştir. (Toplam ormanların %1 .4’ü). ¾ 1981-90 arasında, Latin Amerika’nın ormanlarının 7.3 milyon hektarı ortadan kaldırılmıştır (yılda). Bu, genel ormanların %0.9’u demektir ve dünyada en ileri orman kırımının bu kıtada olduğu açığa çıkmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde ormanlar azalırken ve bazı bölgelerde tümüyle yok olurken İsveç’te ormanlar her yıl artmaktadır. 1944 yılından sonra İsveç ormanları çok iyi bakım ve planlı kullanım nedeniyle sürekli olarak dinamik bir gelişme göstermektedir. Kağıt endüstrisi çok gelişmiş olmakla birlikte, orman alanlarının İsveç’te gelişmesi dikkati çekmektedir. IV.20. Tropikal Yağmur Ormanları 1980 yılında dünyada 11,3 milyon hektar orman yok edilmişti. 1990 yılında bu sayı 17 milyon hektara ulaştı. Bu korkunç kırım, sanayileşmiş 7 büyük devletin başkanlarını ortak tavır almaya zorladı. 1990 Temmuz’unda Houston’da zirve toplantısında tropikal ormanlarda kırım sorunları tartışıldı. Sorun üzerinde ivedilikle düşünülmesi gerektiği dile getirildi. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 61 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Tropikal yağmur ormanlarının yok edilmesi sömürgecilikle ve sanayi devrimi ile başladı. Önceleri bu ormanlar içlerinde barındırdıkları az sayıda insan kütlesi ve yaban hayatı (fauna) ile birlikte kırımdan, katliamdan uzakta olağan yaşayışını sürdürüyordu. Gerçi yıldırım düşmesi, dalların sürtünmesi sonucu çıkan yangınlar, tarla açmak, sürek aylarında hayvanların yönünün istenilen yere olmasını sağlamak amacıyla ormanlar yakılmaktaydı; fakat bunlar büyük orman varlığına zarar verecek boyutlara varmıyordu. Endüstri devrimiyle birlikte Avrupa’da büyük bir hammadde açığı doğdu. Sonuçta sömürgecilik başladı. Beyaz Avrupalı Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın özellikle ormanca zengin tropikal bölgelerinde yerli halkları çalıştırarak yeraltı ve yerüstü kaynakları aşırı derecede sömürdü. Madenlerini çıkardı, kerestesi değerli ağaçları kestirdi; ormanları tüketti. Tropikal yağmur ormanları genellikle üçüncü dünya ülkelerinin arazilerinde bulunmaktadır. Bunlar ekonomik darboğazda olan ülkelerdir. Gelişmiş endüstri ülkelerinden aldıkları borçları ödeyebilmek için bu ülkeler, en değerli, kaliteli kereste, tomruk veren ağaçlarını keserek satmakta, ihraç etmektedirler. Ormanlar yoğun biçimde azaltılmaktadır. Tropikal yağmur ormanları 100 milyon yıllık bir süreç içinde bugünkü durumlarını kazanmışlardır. Oysa, tüketilmeleri için 1950 yılından günümüze kadar, ortalama 40 yıl yetmiş bulunuyor. Yapılan ölçümlere, uzaydan alınan haritalara göre bu ormanların yarısının ortadan kaldırıldığı, yok edildiği ileri sürülmektedir. Bu ormanlar dünyanın akciğerleridir. Bu ormanlara sahip olan ülkelerin yöneticileri akılcı bir koruma politikası izleyememişlerdir. Kapitalist çevreler, ihracat örgütleri ve orman mafyaları ormanların kıyımında büyük ölçüde etkin durumdadırlar. Hindistan ve Sri Lanka’nın yağmur ormanlarının büyük bölümü yok edilmiştir. Burma yarımadasındaki ormanlar 2002 yılına kadar ortadan kalkacaktır. Himalayalar’ın ormansızlaştırılmasının acısını Bengaldeş çekmektedir. Filipinler’in ormanları korkunç derecede yoksullaştırılmıştır. Endonezya adalarının yağmur ormanları Japonya’nın kereste ihtiyacını karşılamak uğruna gittikçe tüketilmektedir. Orta Amerika ülkelerinden Nikaragua ve Honduras ormanlarının yarısı 2002’e kadar ortadan kalkacaktır. Kolombiya ülkesindeki ormanların üçte biri 2002 yılına kadar yok olacaktır. Brezilya’da her yıl 5335 mil kare orman tahrip edilmektedir. Brezilyanın Atlantik ormanının %95’i yok edilmiştir. Güney Şili’nin yağmur ormanı tehdit altında bulunmaktadır. Tropikal yağmur ormanlarının ortadan kaldırılmasıyla doğal yaşama ortamları –habitatbozulan yabani hayvanlar savunmasız kalmakta ve ölmektedirler. Bir hektar ormanın Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 62 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI yok edilmesi sonucu günde 50 ile 100 arası canlı türü kaybolmaktadır. Dünyada 7000 kadar kaplan kaldığı hesap edilmektedir. Ormanların yok edilmesi ve kaçak avlanmalar bu hızla sürdüğü takdirde, 2000 yılında kaplan soyunun tamamen kuruyacağı ileri sürülmektedir. Kaplanların yaşam alanları iyiden iyiye daralmıştır. Örnekler çoğaltılabilir. Floranın, vejetasyon birliklerinin zayıflaması faunayı yok etmektedir. Yağmur ormanlarının kullanım ve denetim hakkı, bu ormanların bulunduğu ülkelerin hükümetlerinin elindedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri gelişmekte olan ya da kalkınma yolunda ve az gelişmiş ülkelerdir. Nikaragua, Ekvador, Guatemala, Brezilya, Şili, Kamerun, Malezya, Sri Lanka gibi.. Haiti, Ruanda, Uganda, Burma, Laos ve Tanzanya ekonomik sınıflandırmada “en geri ülkeler” grubuna girmektedir. Ekonomik sıkıntılarını hafifletememiş ve aldıkları borçları sürekli erteleyen, borçların faizlerini bile ödemede zorluk çeken bu ülkeler orman katliamına göz yummakta, bile bile izin vermektedirler. Dış ülkelere, daha doğrusu, borçlu oldukları ülkelere sattıkları kereste, tomruk en değerli ağaçlardan elde edilmektedir ve kesilen ağaçların yerine konulması da imkansız olmaktadır. Bu ülkelerde yeniden ağaçlandırma, bitki iyileştirme çalışmaları yapılmamakta, ormanların azalmasından ve giderek tükenmesinden sayıları pek az olan çevrecilerin dışında kimse bir endişe ve kaygı duymamaktadır. Kerestesi değerli nadir ağaçlar gelişmiş ülkelerde kolayca ve yüksek fiyatla alıcı bulmakta, fakat, sağlanan gelir ekonomik darboğaz içindeki ülkelerin ulusal çıkarları için değil, mafyanın ve sayısı az olan fakat etkin elit zümrelerin lüks yaşamları için kullanılmaktadır. Gerçekten bu ülkelerde son yıllarda bir “yağmur ormanları mafyası” çok etkin bir yapı kazanmıştır. Bu gangsterlik mekanizması uluslararası bağlantılarının yanında geniş ve gizli bir silahlı çete gücü sayesinde ormanlar ve halklar üzerinde ağır bir baskı ve soykırım yapabilme özelliği kazanmıştır. Bu mafyalar, çıkarlarına dokunanları ortadan kaldırdığı gibi, kazançlarını azaltacak yönde karar alabilecek parlamenter sistemleri bile tehdit edebilmekte; hükümetleri düşürebilmektedirler. Fakat, yağmur ormanlarının giderek azalmasından büyük endişeye kapılan bölge halkları bilinçlenmeye başlamışlardır. Malezya halkı mafyanın çalışmalarını engelleme kararı almıştır. Penan bölgesinin kalabalık halk kütlesi ormanlarının kesilmesini, ağaç katliamını durdurmayı başarmışlardır. Yağmur ormanlarının, içinde ve çevresinde yaşayan halklar tarafından mafyaya karşı korunması çalışmaları yanında uluslararası sivil örgütlerin de girişimleri ve kampanyaları, bu konuya duyarlı kitlelerin sayısının arttığını ortaya koymaktadır. WWF (Dünya yaban hayatını koruma Vakfı), EYFA (Ormanlar için Avrupalı Genç Eylemciler Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 63 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI Vakfı), NFJI (Uluslararası yürütmektedirler. Genç Doğa Dostları) bu konuda kampanyalar Yeryüzünün atmosferini, iklimini düzenlemede Tropikal yağmur ormanlarının büyük rolü vardır. Bu sonsuz yararları olan doğal varlıkların, dünya harikalarının yok edilmesiyle iklimler değişecek; insanoğlu birçok yeni ve tedavi edilemez hastalıklarla acı çekecektir. Bütün bu nedenlerle, yağmur ormanlarının korunması gerekmektedir. Amazon ormanlarının yok edilmesi, etkisini Ortadoğu’da gösterecektir. Endonezya ormanlarının ortadan kaldırılması sonucu iklim değişiklikleri Kanada’da yaşayan insanları olumsuz yönde etkileyecektir. Kesinkes bir koruma politikası saptamak mutlak bir zorunluluktur. Kalkınmakta olan ülkelerde doğal çevrenin korunmasına yönelik çalışmalarıyla tanınan WWF (World Wild Foundation) Avrupa Parlamentosuna bir rapor sunmuştur. Dünyada ormanların bu hızla yok edilmesi halinde, gelecek 80 yıl içinde her türlü Tropikal orman alanları tahribata uğrayacaktır. Raporda, kereste dışalımı stratejilerinin yeniden gözden geçirilmesi istenmiştir. Üçüncü Dünya ülkelerinde bulunan Tropikal yağmur ormanlarının korunması ve geliştirilmesi için fonların ivedilikle artırılması gerektiği de hazırlanan raporda önemle vurgulanmıştır. WWF raporuna göre günümüzde tropikal yağmur ormanlarının sadece yüzde dördü korunabilmektedir. Dış borç yüklerinin ağırlığı altında ezilen bu ülkeler ormanlarını paraya çevirmektedirler. Ortalama olarak her gün 72 bin futbol sahası büyüklüğünde tropik orman ortadan kaldırılmaktadır. Oysa bu ormanlar dünyanın akciğerleridir. Süratle yok edilmeleri sonucunda atmosferdeki oksijen miktarı da buna orantılı olarak azalmaktadır. Böylece yerkürenin ikliminde değişikliklere çağrı çıkarılmaktadır. WWF raporuna göre Tropikal yağmur ormanlarının yok edilmesinde başlıca üç sorumlu ülke vardır: ¾ Japonya ¾ Avrupa Birliği Ülkeleri ¾ Amerika Birleşik devletleri Yılda 66 milyon metre küp olarak belirlenen dünya tropik ağaç kerestesi üretiminin yüzde 38’ini Japonya, yüzde 40’ını da Avrupa Topluluğu ülkeleri ve yüzde 10’unu ABD tüketmektedir. Bu ülkeler bir yandan tropik ağaç kerestelerini savurganca kullanırken, öte yandan baraj ve yol gibi çevre korumaya özen göstermeyen gelişme projelerini destekleyerek ağaçlık alanların yok edilmesinin dolaylı sorumluluğunu da üstlenmektedirler. Dünya tropik ağaç kerestesi üretimin kullanan bu ülkeler sanayileşmiş ve gelişmiş olan ülkeler olduklarını da göz önüne alırsak, dünyadaki tropikal orman katliamının niçin olduğunu da göstermektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 64 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI IV.21. Yaban Hayatının Korunması Çağdaş insan, günümüze dek sürdürdüğü teknoloji savaşında, kendi dışında kalan canlıların yaşama şansını, giderek artan bir hızla elinden alarak bugün, 1000 hayvan ve 20 bin bitki türünü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir bulunmaktadır. Hava, deniz ve karaların kirlenmesiyle ortaya çıkan, şimdilik insanoğlu dışındaki canlıları yok etmeye başlayan bu korkunç gerçek, çok yakında insan neslini de tehdit etmeye başlayacaktır. Doğal zenginliklerimizi koruyarak gelecek nesillere yaşanılır bir dünya bırakmak bütün aydınların, çevrecilerin, doğaseverlerin hatta sanayicilerin birinci amacı olmalıdır. Ve bütün bilinçli doğa koruma gönüllüleri, halkı bilinçlendirmeyi en başta gelen işlevleri, görevleri saymalıdırlar. Toplumun bütün bireyleri doğa koruma konusunda eğitimden geçirilmelidir. Görsel-işitsel araçların yaygınlaşması kitle iletişimine büyük kolaylıklar sağlamıştır. Bunların yardımıyla bütün insanlara çevre bilinci verilmelidir. Kamu yönetim birimleri, yerel yönetim örgütleri bu konuya çok daha fazla önem vermek zorundadırlar. İnsan, doğanın bir parçası, canlılar dünyasının sıradan bir yaratığıdır. İnsan, yeryüzündeki üç milyon canlı türünden yalnızca bir tanesidir. Doğa hızla değişiyor; değiştiriliyor. Buna insan nesli daha ne kadar direnebilir? Doğanın korunması gereğini anlayan toplumlarda kişiler tek tek ya da dernekler aracılığıyla doğal çevrelerine sahip çıkmaktadırlar. İnsan türünün, yapısına uygun bir yaşam sürdürebilmesi, bizim doğayı korumamıza, kendimize ve gelecek kuşaklara saygımıza bağlıdır. IV.22. Nüfus Artışı Ve Yarattığı Çevre Sorunları Nüfus artışı, toplumsal, ekonomik, biyolojik işleyişlerin etkisi ile insanlarda ortaya çıkan niteliksel (kalitatif) ve niceliksel (kantitatif) değişikliklerin sonucudur. Değişiklikler çeşitli tarihsel ve coğrafi koşullara bağlı olarak değişir ve biçim kazanır. 4. Jeolojik Zamanın (Kuvaterner) en önemli olayı insanın yeryüzünde yaşamaya başlamasıdır. Bu büyük olay dünya adlı gezegenimizin değiştirilmeye başladığı zaman olduğu için bazı jeologlar, jeokronolojide 4. jeolojik zamana Antropojen adını da verirler. İlk insanların yeryüzünde yaşamaya başladığı zamandan Paleolitiğe kadar 1000 yı1 içinde nüfus artışı, tahminen, %2 olmuştur. Yani günümüzdeki nüfus artış oranından 1000 kez daha azdır. Paleolitikte dünyada yaşayan insan sayısının 3 milyon olduğu sanılmaktadır. Mezolitikte bu sayının 10 milyona ve Neolitikte de 50 milyona ulaştığı Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 65 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI düşünülmektedir. Neolitikte hayvanların evcilleştirilmesi, toprağa tohum atılarak ürün elde edilmesi, nüfus artışında büyük bir canlanmaya yol açmıştır. 1000 yıl içinde nüfus, tahminen, %40 kadar çoğalmıştır. Tarih çağları öncesinde, nüfusun artış süratinde düşüşler olmuştur. Milattan önce 325 milyona ulaşan dünya nüfusu sonraları 275 milyona inmiştir. XII. yüzyılın sonlarında ve XIII. yüzyılın başlarında dünyanın birçok ülkelerinde, özellikle Avrupa’da yayılmış epidemi sonucunda çok sayıda insan öldüğünden, nüfus bir hayli azalmıştır. XV. yüzyılda kolera epidemisinden 20 milyon, XIX. yüzyılda açlıktan 25 milyon insan kırılmıştır. En çok ölüm Hindistan’da olmuştur. İkinci Dünya Savaşında ise dünya halklarından 60 milyon kayıp verilmiştir. Salgın hastalıkların olmadığı, barış dönemlerinde, genel bir kural olarak bütün dünyada nüfus artmıştır. Nüfusun en çok arttığı dönemler XIX. yüzyıl içinde ve İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemlerdedir. Görüldüğü gibi, dünya nüfusunun artış sürati değişkenlik göstermiştir. XV.-XVIII. yüzyıllarda dünya nüfusunun iki kez artması için 300 yıl, XVII.-XVIII. yüzyıllarda 200 yıl, XIX. yüzyılın sonlarında 50 yıl yeterli olmuştur. Günümüzde dünya nüfusunun iki kez artması için, 30–35 yıl yeterlidir. XX. yüzyılın sonlarında dünya nüfusu her yıl 250 milyon artmaktadır. Yani, her yıl dünyaya bir Amerika nüfusu eklenmektedir. Nüfus artışı kıtalar arasında oldukça farklıdır. Örneğin, coğrafi keşiflerden sonra, XVI. yüzyıllarda Amerika kıtasında nüfusun artması, doğum oranındaki yükselme ile değil, Avrupa’dan başlayan göçlerle ilgilidir. Avrupa halklarının Asya’ya, Amerika’ya göç etmesi, Afrika zencilerinin köle olarak yine aynı kıtaya göçürülmesi bu yenidünya kıtasının nüfusunun artmasına yol açmıştır. Böylece Avrupa ve Afrika nüfusları belli bir süre içinde artmamış, fakat azalmıştır. Avustralya’nın da Kaptan Cook tarafından Büyük Britanya imparatorluğu adına ele geçirilmesinden sonra, özellikle İngiltere’den mahkûmlar gönderilerek ökümen bir kıta durumuna getirilmeye çalışılmıştır. Birleşmiş Milletler Teşkilatının verilerine göre, 1978 yılının ortalarında dünyanın nüfusu 4 milyar 200 milyon olmuştur. 1994 Eylülünde Kahire Dünya Nüfus Konferansında, dünya nüfusunun 5 milyar 700 milyon olduğu belirtilmiştir. Nüfusun yarıdan çoğu Asya kıtasında yaşamaktadır. Sadece Çin ile Hindistan’da 2,5 milyarın üzerinde insan yaşamaktadır. 1970’li yıllarda, dünyanın nüfus artış temposu yeniden aşağı düşmeye başlamıştır. Örneğin Çin’de ailelerin ancak iki çocuk sahibi olmaları kuralı getirilmiştir. Endüstri ülkelerinde nüfus artış sürati çok düşük olduğu halde, 3. dünya ülkelerinde yüksektir. Örneğin, Macaristan’da nüfus artışı sıfıra yakındır. 1968 yılından bu yana 10 Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 66 KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI milyondur. İsveç gibi büyük endüstri ülkelerinde de Türklerin neden olduğu nüfus artışı olmasa, öz ulusal nüfus artışları sıfırdır. Hatta bazı ülkelerde nüfus azalması gözlenmektedir (Yaşlıların ölümüyle boşalan yer doğumlarla doldurulmayınca nüfus düşmesi görülür). 2000’li yıllarda, insanlığın tanımlanmaktadır: başını ağrıtacak üç bela, kısaca “3 P” olarak 9 Population (nüfus), 9 Poverty (yoksulluk), 9 Pollution (kirlenme). Bunlardan, özellikle nüfus, patlamaya hazır bir bombadır. Yoksulluk ve kirlenmenin asıl nedeni de nüfusun aşırı artmasıdır. Nüfus artışı kaynakları zorlamaktadır. Toprağın, havanın, içilebilir suların kirlenmesi, nüfusun dengesiz artımına bağlanmaktadır. Nüfus artışı ökümen alanların genişlemesine, şehirleşmenin süratlenmiştir.Ataerkil aile düzeninde, dede, nine, baba, anne, çocuklar ve torunlarla bir arada yaşayan büyük aileler artık çekirdek aileye dönüşmüştür. Eskiden 100 metrekarelik evde 20 insan yaşayabilirken, günümüzde ancak 2,3 ya da 4 kişi yaşamaktadır. Nüfus artışıyla sayan ve bozkır ekosistemleri bozulmaktadır. Daha çok su ürünleri sağlamak için yumurtlama, yavru büyüme dönemleri göz önüne alınmadan avlanma yapılmaktadır. Böylece denizler “su çölü”ne dönmektedir. Nüfusun aşırı artması gecekondulaşmayı doğurmaktadır. Gecekondu sağlıksız şehirleşme demektir. Yoğun nüfus ile katı atık sorunu doğmaktadır. Gecekondularda, tarım alanlarında gelişen mahallelerde görünüm kirlenmesi (peyzaj kirlenmesi), koku kirlenmesi, hava kirlenmesi, ses kirlenmesi ortaya çıkmaktadır. Refah düzeyinin artması için ayrılması gereken bütçeler altyapıya harcanmakta; böylece de mutsuz insan grupları genişlemektedir. Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR 67