HUKUK VE MEDYA BAĞLAMINDA TARABYA ULUSLARARASI İSLAMOFOBİ KONFERANSI HUKUK VE MEDYA BAĞLAMINDA TARABYA ULUSLARARASI İSLAMOFOBİ KONFERANSI 12-13 Eylül 2013 İSTANBUL TARABYA INTERNATIONAL CONFERENCE ON ISLAMOPHOBIA: LAW AND MEDIA September 12-13, 2013 ISTANBUL HUKUK VE MEDYA BAĞLAMINDA TARABYA ULUSLARARASI İSLAMOFOBİ KONFERANSI ISBN: 978-975-19-5996-6 KOORDİNASYON: Hüseyin YILDIZ DEŞİFRE: Recep KARAGÖZLÜ Onur TANAY Meral ÜST TERCÜME: Onur TANAY Liliye Mine CANPOLAT Ramazan UYSAL Serhat ISSI Cihan ÇUBUK Mahmut Buğra DOĞAN Tuğba ÇALIK REDAKSİYON: Recep KARAGÖZLÜ “İnsanlar arasında din ve inanca dayalı ayrımcılık yapmak, insan haysiyetine hakaret ve Birleşmiş Milletler Tüzüğü’nü reddetmek demektir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde belirtilip Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ayrıntılı olarak ilan edilmiş temel insan haklarının ihlali ve temel özgürlüklerin reddi olarak kabul edilecek, ayrıca uluslar arasındaki dostane ve barışçı ilişkilerin önünde engel olarak görülecektir”. Din veya İnanca Dayanan Her Türlü Hoşgörüsüzlüğün ve Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesine Dair Bildiri (36/55) 25 Kasım 1981 TASARIM: Doruk Grup GÖRSELLER: Mustafa SAAT Candan Murat ÖZCAN Mehmet Ali Çağlar ERDOĞAN FOTOĞRAF DÜZENLEME: Doğan GİRGİN BASKI: Doruk Grup TEL: (0 312) 472 8 444 T.C. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü // www.byegm.gov.tr Ceyhun Atuf Kansu Caddesi No: 122 06520 Balgat - ANKARA Tel: +90 312 583 60 00 SUNUŞ Dr. CEMALETTİN HAŞİMİ GENEL MÜDÜR V. Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, yüzyılı aşan kamusal bir deneyim ile birlikte medya ve kamuoyu aktörlerinin ortak platformlarda buluşturulduğu önemli uluslararası organizasyonlara imza atmaktadır. Kurumumuz ülke ve bölge ayrımı gözetmeksizin medya mensubu, akademisyen, kanaat önderi, sivil toplum temsilcisi ve siyasetçilerin günümüz dünyasının öncelikli sorunlarına ortak çözüm bulması için sorumluluk üstlenilmesine vesile olmaktadır. Bu çerçevede; Türk Dili Konuşan Ülkeler ve Topluluklar, Balkan Ülkeleri, Türk-Arap ve Türkiye-Afrika Medya Forumları kurumsal ilke ve kamusal görevler dâhilinde gerçekleştirilmiş büyük ve önemli organizasyonlardandır. Çünkü medyaya büyük önem atfediyoruz. Medya mensupları ve kuruluşları arasında karşılıklı işbirliğinin geliştirilmesi, anlayış ve algı ortaklığının oluşturulması temel felsefesinden hareketle, günümüz dünyasının en önemli sorunu haline gelen nefret ve ayrımcılığa dayalı İslamofobi kavramının tartışılmasına zemin oluşturmayı misyonumuzun bir gereği olarak kabul ediyoruz. Gerek konferans kapsamındaki çalıştaylarda dillendirilen görüşler ve gerekse aralarında çok değerli bilim insanları ve akademisyenlerin yer aldığı geniş yelpazedeki katılımcıların katkılarıyla, İslamofobi kavramının uluslararası kamuoyuna etkili bir şekilde yansıtılması sağlanmıştır. İslam’ın bir nefret ideolojisi olarak tanımlanmaya ve sunulmaya çalışılması kuşkusuz küresel barış ve istikrarı da tehdit etmektedir. Çünkü İslamiyet sevgi ve hoşgörü dini olarak barış yanlısı ve insanları kucaklayıcı nitelikleri haiz, nefreti, savaşı, ölümü değil sevgiyi, barışı, güzel yaşamayı temel düstur edinen bir dindir. Buradan hareketle; Hukuk ve Medya Bağlamında Uluslararası İslamofobi Konferansı’nın sonuçları itibarıyla önemli bir görevi ifa ettiğine inanıyoruz. İslamofobi kavramının yarattığı nefret ve ayrımcılığın dünya kamuoyuna duyurulmasında, medya üzerinden geniş kitlelerle paylaşılmasında söz konusu organizasyon önemli bir sorumluluğu yerine getirmiştir. Genel Müdürlüğümüz tarafından Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan yayın, küresel bir sorun haline gelen İslamofobinin dünya kamuoyu ile paylaşılması ve ortak çözüm üretilmesine katkı sağlayacaktır. Konferansın gerçekleştirilmesinde büyük katkı ve desteği bulunan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ile sürdürdüğümüz yakın ve verimli işbirliği OIC Medya Forumu’nun kurumsallaşmasına da vesile olacaktır. Uluslararası bir sorun haline gelen nefret ve ayrımcılığın tüm detaylarıyla tartışılmasına zemin hazırlayan konferansın gerçekleştirilmesinde verdikleri büyük katkı ve destekleri nedeniyle başta eski Başbakan Yardımcımız Sayın Bülent ARINÇ ve eski Genel Müdürümüz Sayın Murat KARAKAYA olmak üzere emeği geçen herkese Kurumumuz adına teşekkür ediyoruz. Başbakanlık Tanıtma Fonu Genel Sekreterliği’ne, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliğine ve İİT Enformasyon Dairesi Direktörlüğüne minnettarlığımızı bildiriyoruz. İÇİNDEKİLER BİRİNCİ GÜN 12 Eylül 2013, Perşembe AÇILIŞ KONUŞMALARI Murat KARAKAYA – BYEGM Genel Müdürü . ................................................................................ 9 Prof. Dr. Ekmeleddin İHSANOĞLU – İİT Genel Sekreteri .............................................................. 12 Bülent ARINÇ – Başbakan Yardımcısı ....................................................................................... 19 BİRİNCİ OTURUM DEMOKRASİ, ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK VE İSLAMOFOBİ .................................................................. 25 Moderatör: İbrahim KALIN ........................................................................................................ 26 Prof. Dr. John L. ESPOSITO – İslamofobi ve Çok Kültürlülük . ..................................................... 27 Prof. Dr. Norman Gary FINKELSTEIN – Fobi ve Rasyonel Korku Karşıya: Antisemitizm Örneği ..... 31 Fatma BENLİ – İslamofobi ve Kadın Hakları ............................................................................... 34 Marwan MOHAMMED – Fransa’da “Müslüman Problemi”nin İnşası ........................................... 38 İKİNCİ OTURUM İSLAMOFOBİ KONUSUNDA MEDYANIN ROLÜ VE SORUMLULUĞU ............................................ 49 Moderatör: Enis BERBEROĞLU.................................................................................................. 50 Dr. Halim RANE – Avustralya Medyasında İslamofobi: Kültürlerarası ve Uluslararası İlişkilere Etkileri ........................................................................... 50 Prof. Dr. Saied Reza AMELI – İslamofobi, Islamoromia ya da Islamoverita: İslama Karşı Medya Politikasını İtme-Çekme ................................. 54 Nathan LEAN – Amerikan Medyasında İslamofobi ..................................................................... 57 Doç. Dr. Stephen SHEEHI – Medya Sorumluluğu, Topluluk Sorumluluğu, Devlet Sorumluluğu...... 60 ÜÇÜNCÜ OTURUM HUKUK, İNSAN HAKLARI VE İSLAMOFOBİ ................................................................................ 71 Moderatör: Yılmaz ENSAROĞLU................................................................................................. 72 Dr. İbrahim SALAMA – İslamofobi’nin Sosyo-Hukuki Değerlendirmesine Doğru . ........................ 74 Dr. Hatem AL-BAZIAN – Müslüman Azınlıklar: Sanal Hapsetme ve Sınanan Vatandaşlık Arasında...... 75 Doç. Dr. Ali Murat YEL – Düşünce Özgürlüğü ve İslamofobi Arasındaki İlişki ............................... 81 İKİNCİ GÜN 13 Eylül 2013, Cuma DÖRDÜNCÜ OTURUM ÇALIŞTAY RAPORLARININ MÜZAKERESİ .............................................................................................. 89 Moderatör: Doç. Dr. Bülent ŞENAY........................................................................................................... 90 Anas AL-TIKRITI – İslamofobi ve Medyanın Rolü ..................................................................................... 92 Prof. Dr. Talip KÜÇÜKCAN – İslamofobi ve Siyaset .................................................................................. 97 Doç. Dr. Ali Murat YEL – İslamofobi ve Hukuk ....................................................................................... 103 BEŞİNCİ OTURUM İSLAMOFOBİ İLE MÜCADELEDE HÜKÛMET VE MEDYA İŞBİRLİĞİ YOLLARI . ......................................... 121 Moderatör: Shahid MALIK..................................................................................................................... 122 Dr. İsam Salim SHANTI – İslamofobi ile Mücadelede İİT’nin Katkıları . .................................................... 124 Tariq ABBAS – Avrupa ve Kuzey Amerika’da İslam ve Müslümanların İmajını Düzeltme Kampanyası ...... 126 Dalia MOGAHED – İslam ve Müslümanlar Konusunda Amerika Kamuoyu .............................................. 129 Sajjad KARIM – Hakları Dengelemek: İfade Özgürlüğü veya Tahrik ......................................................... 133 Prof. Dr. Tahir ABBAS – İngiltere’de İslamofobi İle Mücadele: Hükûmetler Ne Yapmalı?............................ 137 SONUÇ BİLDİRGESİ..................................................................................................................................... 155 FORUMA GELEN MESAJ.............................................................................................................................. 157 12 EYLÜL 2013 BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / Murat KARAKAYA* Sayın İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri, Sayın Başbakan Yardımcım, Saygıdeğer Konuklar, Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ile İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) işbirliğinde düzenlenen “Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi Konferansı”na hoş geldiniz. Yaklaşık 1 yıldır İİT ile işbirliği içinde bu önemli konferansın çalışmalarını yürütüyoruz. Neden böyle bir etkinliği organize etme ihtiyacı hissettiğimizi kısaca açıklamak istiyorum. Öncelikle ayrımcılığı ve nefret suçlarını insanlığa karşı en büyük tehditler olarak görmekteyiz. Kökleri çok eskilere dayanmakta olan ve özellikle son yirmi yıllık süreçte hızla yayılan İslam karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı içinde bulunduğumuz yüzyılın en öne çıkan nefret suçu olarak karşımızda durmaktadır. Irkçılığın yeni bir türü olarak değerlendirilebilecek İslamofobi, bir medeniyeti topyekun aşağılamayı içinde barındırarak, dünya nüfusunun önemli bir kısmını tehdit eder hale gelmiştir. Bu tehdidin birincil muhatabı olarak Batıda azınlık konumundaki Müslümanların yaşadığı sorunlar, İslamofobi’ye ne kadar ciddi yaklaşmamız gerektiğini gözler önüne sermektedir. Özellikle 11 Eylül sonrası baş gösteren Müslüman olmayı terörist olmakla bir tutan bakış açısı, Müslümanları vatandaşı oldukları ülkelerde türlü tehlikelerle yüz yüze getirmiştir. Görünümün ve ten renginin terörist olmaya ön koşul olarak kabul edildiği son derece trajik bir durum ile karşı karşıyayız. Terörizmi bizler her durum ve koşulda lanetledik, lanetleyeceğiz. Fakat aynı zamanda münferit birkaç vakadan hareketle bir dinin bütün mensuplarının yersiz bir şekilde yaftalanmalarına karşı da sesimizi yükselteceğiz. Değerli Konuklar, Batıda yaşayan Müslümanlar yukarda açıklamaya çalıştığımız türden genellemeler sonucunda türlü hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıklara maruz kalmaktadırlar. Onlar toplumun bölünmemesi gereken parçalarıdır. Ve yıllardır o topraklara çeşitli katkılar sağlamıştır. Bugün artan görü–––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––– * Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon (BYEGM) Genel Müdürü 9 10 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI nürlükleri desteklenmeli ve geleceklerini güvenli bir şekilde tanzim etmelerine yardımcı olunmalıdır. Yani cami, minare, giyim-kuşam, sünnet, mezarlık benzeri temel haklar çerçevesine dâhil olan ihtiyaçlar mevcut şartlara göre karşılanmalıdır. Sosyal dayanışmanın ve eşitliğin egemen olduğu ileri demokrasi anlayışı bunu gerektirmektedir. Oysa Avrupa’da yaşayan Türk nüfusun maruz kaldığı sıkıntılar her şeyi açıklamaya yetmektedir. Almanya’daki cinayetler ve kundaklamalar, İslamofobi’nin insan hayatını tehlikeye atacak kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını göstermektedir. Değerli Konuklar, Bir sevgi ve hoşgörü dini olan İslam kucaklayıcıdır, barış yanlısıdır. İslam ölümü değil yaşamayı, savaşı değil barışı, nefreti değil sevgiyi öğütlemektedir. Böyle bir dinden savaş ideolojisi çıkarılamaz. Özünde nefretten başka hiçbir şey görülemeyecek olan İslamofobi ise savaşa, çatışmaya ve toplumların parçalanmasına zemin hazırlamaktadır. İslam’a ve dünya nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Müslümanlara karşı düşmanlık üreten İslamofobi, medeniyetleri karşı karşıya getirerek dünya barışına da zarar vermektedir. İslamofobi konusu araştırıldığında karşımıza çıkan ilk faktörlerden birisi elbette medyadır. Etkileme ve kamuoyu oluşturma konusunda muazzam düzeyde güçlü olan medya, İslamofobi düşüncesinin yayılmasında maalesef kendi etik kurallarını da çiğneyerek oldukça etkili olmuştur. Bilinçli olarak yapılan çarpıtmalar ve yalan haberlerin yanında, İslamofobik yaklaşım ve Müslümanların maruz kaldığı ayrımcılıkların önemsenmemesi, küçük görülmesi, medyanın İslamofobi’nin yayılmasındaki rolünü ortaya koymaktadır. Özellikle İslamofobi’yi normalleştiren ve kurumsallaştıran aktörlere fazla yer vermesi nedeniyle bir kısım geleneksel medya bu kültürel terörizmin yayılmasını adeta teşvik etmektedir. Öte yandan belki de bilinçsiz bir şekilde Müslümanlar ile ilgili stereotip haber ve yayınların yapılması İslamofobik düşünceyi daha da yaymaktadır. Sosyal medya zaten nefret söylemlerinin meşrulaştığı kontrolsüz bir alan olarak adeta bir vicdan testi uygulamaktadır. Bunlara cevabımız çok net olmalıdır. Birlikte ve karşılıklı saygı içerisinde yaşayacağımız yeni bir dünya inşa etmek istiyorsak bu sorunlara sırt çeviremeyiz. Diğer taraftan etkinlik düzeyi oldukça yüksek olan medyanın İslamofobi ile mücadelede yapıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyoruz. İslamofobik yayınların teşhir edilmesini, İslam ile ilgili asılsız bilgilerin ortaya çıkarılmasını ve doğru verilere ulaşılmasını sağlayacak olan en önemli kaynak kuşkusuz yine medyadır. Nefret suçlarını yaymak yerine onunla mücadele ederek, medeniyetler arası diyalogu ve işbirliklerini arttırıcı bir yayın anlayışı geliştirmek medyanın üzerine düşen en temel görevdir diye düşünüyoruz. Sevgili Konuklar, İnsanlığa karşı bir nefret suçu olarak değerlendirilmesi gereken İslamofobi kuşkusuz bir insan hakları sorunudur. Bu bağlamda ayrımcılıkla mücadelede alınan temel yasal önlemler İslamofobi içinde uygulanmalıdır. Irkçılık, antisemitizm gibi akıl dışı, dünya barışını, diyalog zeminlerini ve hoşgörü ortamını tehdit eden düşünceler gibi İslamofobi de bir insan hakları sorunu olarak görülmeli ve gerekli yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir. Özellikle İslamofobi’nin yaygın olarak görüldüğü ülkelerin hiç vakit kaybetmeden bu adımları atmaları önem arz etmektedir. Bunun yanında uluslararası örgütler İslamofobi ile mücadeleyi BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / insan hakları ihlalleri ile mücadele kapsamına almalıdırlar. İnsan haklarını konu alan uluslararası metinlerin kapsamına girmesi gereken İslamofobi ile mücadele amaçlı yaptırımlar ve cezai müeyyideler oluşturulmalıdır. Sevgili Konuklar, Ümit ediyorum ki çok değerli bilim adamları, devlet adamları, gazeteci, sivil toplum temsilcileri ve uluslararası örgüt temsilcilerini bir araya getiren bu toplantı, hayati konulara dikkat çekecek ve çok değerli sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır. Tekrar hoş geldiniz diyor, saygılarımı arz ediyorum. 11 12 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI Prof. Dr. Ekmeleddİn İHSANOĞLU* Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç, Saygıdeğer Katılımcılar, Hanımefendiler ve Beyefendiler, Öncelikle, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ile ortaklaşa olarak Hukuk ve Medya Perspektifinden İslamofobi konulu uluslararası konferansın düzenlenmesine imkân sağlayan Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine şükranlarımı sunuyorum. Konferans hukuk ve medya perspektifinden İslamofobi olgusunun daha iyi anlaşılmasını amaçlamaktadır. Bu kapsamdaki tartışmaların İslamofobi’nin hukuki ve medya yönlerinin daha iyi ele alınmasına ilişkin etkin tavsiyeler ortaya koymasını temenni ediyorum. Hanımefendiler, Beyefendiler, İslamofobi konusu sadece İslam dünyasını değil tüm uluslararası toplumu ilgilendirmektedir. İslamofobi’nin dünya barışı ve güvenliği için açık bir tehdit oluşturduğunu birçok kez ifade etmiş bulunuyorum. İslamofobi olgusu esasen yeni değildir. Yüzyıllar “İslama karşı eski ve yeni eğilimleri” ayrıma tabi tutsa dahi, günümüzde İslamofobi uluslararası toplumun karşı karşıya kaldığı en zor meselelerden biri olarak yeniden ortaya çıkmıştır. BM eski Genel Sekreteri Kofi ANNAN’ın 7 Aralık 2004 tarihinde New York’ta yaptığı bir konuşma benim ifadelerimi haklı çıkarmaktadır. Kendisi “İslami değerlerin bazı özel davranış ve uygulamalarla sıklıkla çarpıtıldığını ve bu zengin ve kapsamlı dinin olduğundan farklı bir biçimde tanıtılmaya çalışıldığını” ifade etmiştir. Günümüzde İslamofobi’nin yükselişi evrensel değerlere ve uluslararası toplumun farklı kültürler, medeniyetler ve dinler arasında barış ve ahenk kültürü geliştirilmesi yönündeki kararlılığına aykırı bir durum teşkil etmektedir. İslamofobi, İslamı ve Müslümanların imajını çarpıtmayı amaçlayan radikal ve aşırıcı unsurlar nedeniyle artış göstermiştir. Ne yazık ki, azınlık olan bazı grupların eylemleri ifade hürriyeti bahane ve suistimal edilmek suretiyle daha geniş bir ölçüde siyasileştirilmiş ve sonuç olarak İslamofobi’nin kurumsallaşmasına yol açmıştır. Buna karşılık, 2005 yılında göreve geldiğimden bu yana, İİT bu alanda mücadeleci ve kararlı bir tutum izlemiştir. Ancak, bu gayretler tek başına yeterli değildir. Üye ülkeler arasında uluslararası alanda daha fazla işbirliği yapılması ve ortak hareket edilmesine ihtiyaç vardır. –––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––– * İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreteri BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / Görev sürem boyunca Batı’da İslamofobinin yükselişi üç temel safhada seyretmiştir: İlki ifade hürriyetinin suistimal edilmesi, ikincisi İslamofobi olgusunun aşırıcılık yanlısı sağcı gruplar tarafından oy hesaplarıyla siyasileştirilmesi ve sonuncusu İslamofobi’nin kurumsallaştırılması ve yasal bir çerçeveye oturtulmasıdır. Bu safhalar, göreve başladığım ilk yıllar olan 2005-2006 döneminde ifade hürriyeti adı altında Hazreti Peygamberimiz (S.A.V.) hakkında Danimarka’da yayımlanan karikatürler, Hollandalı bir siyasetçi tarafından başlatılan ve diğer bazı sağcı siyasi partiler ve gruplar tarafından kullanılan, İsviçre’de minarelerin yasaklanmasıyla sonuçlanan Müslümanlara karşı nefret kampanyası olarak sıralanabilir. Bu safhaların her birinde ve izleyen dönemlerde 1,6 milyar Müslümanın dini hislerini görmezden gelerek aşağılayan ve tahrik eden eylemleri şiddetle kınadım. Aynı zamanda İslamofobi ile mücadelenin uluslararası toplum tarafından zamanlı ve koordineli bir şekilde ortak ve bütüncül bir işbirliği yapılması yoluyla mümkün olabileceği düşüncesiyle harekete geçtim. Görevime başladığım ilk yıla rastlayan Danimarka’daki karikatür krizinde dönemin BM Genel Sekreteri Kofi ANNAN, AB Dış ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Javier SOLANA ile birlikte 7 Şubat 2006 tarihinde üçlü bir açıklama yapılmasına ilişkin süreci başlattım. İİT Genel Sekreteri olarak, ifade hürriyetini açık ve sorumsuz bir biçimde suistimal eden ve nefreti tahrik eden bu eylemin karşılıksız bırakılmasına müsaade edemezdim. Söz konusu ortak açıklama, diğer hususların yanı sıra karikatürleri “küçük düşürücü” ve “saldırgan” olarak nitelemiş, ifade hürriyetinin sorumlu bir biçimde kullanılması ve tüm dinlerin inanç ve değerlerine saygı göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Aynı zamanda, hoşgörüsüzlük ve nefret saçanlara karşı şiddete başvurma İslamda bir seçenek olmadığı cihetle Danimarka ve Norveç Büyükelçiliklerine yönelik saldırıları da kınamaktan geri kalmadım. Danimarka’daki karikatür krizini takip eden dönemde bir başka gelişme de Doha’da 25 Şubat 2006 tarihinde BM ve Arap Ligi Genel Sekreterleri, Katar, İspanya ve Türkiye’nin Dışişleri Bakanları ve bendeniz tarafından ortaklaşa yayımlanan “ifade özgürlüğü ve barışçıl gösteri hakkı” konulu açıklama olmuştur. Söz konusu metin diğer bazı hususlar meyanında ifade hürriyetinin nefreti tahrik etme veya herhangi bir toplumun kutsal inançlarını küçük düşürmek için bir gerekçe olarak kullanılmaması gerektiğinin altını çizmiştir. Aynı zamanda dini ve laik tüm liderlere ortaklaşa paylaşılan hoşgörü ve saygı gibi evrensel değerleri teşvik etmek için nüfuzlarını kullanmaları çağrısında bulunmuştur. Müslüman karşıtı bir parlamenter tarafından yayımlanan küçük düşürücü “Fitne” filmi 2008 yılına damgasını vurmuştur. Söz konusu eylemi kınayarak uluslararası toplumu bunun ciddi yansımaları konusunda uyardık. Aynı zamanda meseleyi Hollanda Hükümetinin dikkatine getirerek söz konusu eyleme karşı yasal işlemlerin başlatılmasını talep ettik. Dönemin Hollanda Dışişleri Bakanı Maxime VERHAGEN benimle yaptığı bir görüşmede İİT’nin konuya ilişkin tutumunu ciddiyetle ele aldıklarını ifadeyle, Hollanda Hükümetinin söz konusu filmi tasvip etmediğini ve bu tür eylemleri şiddetle kınadıklarını vurgulamıştır. İsviçre genelinde 2009 yılında düzenlenen referandum sonucunda minarelerin yasaklanmasıyla İslam kültürüne karşı en şiddetli saldırıya ve yabancı düşmanlığına şahit olunmuştur. Bu şekilde İslamofobi, Batılı bir demokratik ülkede kurumsallaşmış ve anayasal çerçeveye oturtulmuştur. Minareleri yasaklama kampanyalarının başladığı andan itibaren İİT bir açıklama yaparak konudan duyduğu şok ve derin kaygıyı dile getirmiş ve söz konusu yasaklamayı reddetmiştir. Değişik fırsatlarla İsviçre Dışişleri Bakanıyla yaptığım görüşmede minarelerin yasaklanmasına ilişkin kuvvetli hislerimizi tekrarladım. Bunun dışında İİT Genel Sekreterliğinin çağrısı üzerine 31 Ocak 2010 tarihinde Cidde’de toplanan İİT Daimi Temsilcileri söz 13 14 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI konusu yasaklamanın ayırımcı yönüne dikkat çekerek İsviçre Hükümetinden bu kararından dönmesini talep etmiştir. Cenevre ve New York’ta BM nezdindeki İİT Grupları kınama açıklamaları yayımlamışlardır. Son dönemde gündeme gelen “Müslümanların Masumiyeti” adlı film, sonuncusu “Sessizliğin Diktatörlüğü” adı altında birçok Avrupa gazetesinde yayımlanan provokatif materyaller, ABD’de ismi dahi kimse tarafından bilinmeyen bir rahibin “Kur’an Yakma Günü” girişimi ve ABD Temsilciler Meclisi Vatan Güvenliği Komitesinde 11 Mart 2011 tarihinde Vaşington’da “Amerikalı Müslümanların radikalleşmesi” konulu oturumlar düzenlenmesi, söz konusu oturumda “ABD, Müslüman teröristlerin kuşatması altındadır.” şeklindeki açıklama ve bazı sağcı muhafazakâr siyasiler ve yeni ortaya çıkan “İslamofoblar”, İslamofobi’nin bir çığ gibi artmasına yol açmak suretiyle Batı’daki gençlerin ve sokaktaki insanların İslam ve Müslümanlar hakkında bir nevi “fobi” geliştirmesine sebep olmuştur. Buna mukabil İİT tarafından ortaya konulan gayretler ve bu bağlamda uluslararası ve bölgesel teşkilatlar, üye olmayan özellikle Batılı ülkelerin hükümetleri, insan hakları, dinler arası, dini ve sivil toplum kuruluşları ile yapılan yakın temaslar, Batı’da İslamofobi konusunda farkındalık yaratılmasını sağlamıştır. Internetteki “youtube” sayfasında 2012 Eylül ayında yayımlanan “Müslümanların Masumiyeti” adlı video ve onu izleyen tepki ve şiddet olayları sonucunda bu kez AB, Afrika Birliği, Arap Ligi ve İİT tarafından daha kuvvetli bir açıklama yapılmıştır. Bu kere ortak açıklama yapılması hususundaki girişimin doğrudan AB’den gelmiş olması, tutumundaki değişikliğe işaret etmektedir ve bu durum İİT’nin 2005 yılından bu yana ortaya koyduğu gayretlere bağlanabilir. Söz konusu ortak açıklama, düşmanlık ve şiddete teşvik anlamına gelen dini temelde nefrete tahrik etme olgusunun uluslararası toplum tarafından ilk kez bir bütün olarak kınanması bakımından büyük önem taşımaktadır. Şunu da vurgulamam gerekir ki, İİT’nin yürüttüğü sürekli çabalar Batı’da mantık dışı ve nefret yanlısı gündeme sahip radikal aşırıcılık yanlılarının ifşa edilmesini sağlamıştır. Bu bağlamda Genel Sekreterlik bünyesinde 2006 yılında kurduğum İslamofobi Gözlemevine de hak ettiği övgüyü teslim etmek gerekir. Bu birim tarafından kamuya açık biçimde sosyal medya üzerinden yayımlanan aylık ve yıllık raporlar tehlikeli ve korkutucu İslamofobi kampanyasını gözler önüne sermiştir. Dahası, İİT üyesi ülkelerce yapılan açıklamalar ve alınan tedbirlere ilave olarak, Genel Sekreterlik, alanlarında uzman akademisyen ve profesyonel medya mensuplarının katılımlarıyla çok sayıda uluslararası konferans ve çalıştaylar düzenlemiştir. Bunlar şöyle sıralanabilir: -Avrupa ve İİT üyesi ülkelerden üst düzeyli siyasi yetkililer, BM, AB, AGİT ve Avrupa Konseyinden temsilciler ile Müslüman toplum temsilcileri, akademisyen ve uzmanları bir araya getiren Wilton Park kuruluşuyla işbirliği halinde 2-3 Mayıs 2006 tarihinde İngiltere’de düzenlenen İslamofobi konulu konferans. -34. İİT Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı kapsamında düzenlenen, İslamofobi ve Müslüman karşıtlığıyla nasıl başa çıkılabileceğinin ele alındığı “Müslümanlara Karşı Hoşgörüsüzlük ve İslam’ın Kötülenmesi” başlığı altında Bakanlar düzeyinde özel tematik oturum. -İİT Genel Sekreterliği ve Georgetown Üniversitesi tarafından 20-21 Eylül 2007 tarihinde Vaşington’da düzenlenen “İslamofobi ve Çoğulculuk Meselesi” konulu sempozyum. -İstanbul’da 8-9 Aralık 2007 tarihinde düzenlenen “İslamofobi” konulu uluslararası konferans. İİT’nin sponsorluğunda, merkezi Paris’te olan “Cojep International” adlı Müslüman sivil BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / toplum kuruluşu tarafından Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda 10 Ocak 2008 tarihinde düzenlenen “Avrupa’da Müslümanlara Yönelik Hoşgörüsüzlük ve Ayırımcılık” konulu sempozyum. İİT, BM Medeniyetler İttifakı Sekretaryası, Avrupa Konseyi ve “British Council” tarafından Rio de Janerio’da 2010 Mayıs ayında “Üçüncü Medeniyetler İttifakı Küresel Forumu” marjında düzenlenen “İslamofobi ile Karşılıklı Saygı ve Kapsayıcılık Yoluyla Baş edilmesi” konulu yuvarlak masa toplantısı. -İİT’nin sponsorluğunda Sosyal Uyum İçin Avrupa Müslüman Girişimi (EMISCO) adlı sivil toplum kuruluşu tarafından 2010 Haziran ayında Astana’da “AGİT Üst Düzeyli Hoşgörü ve Ayırımcılığın Önlenmesi Konferansı” marjında “Müslümanlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi ve İslamofobi” konulu etkinlik. -New York’ta 24 Eylül 2010 tarihinde BM Genel Kurulu marjında düzenlenen “İİT Dışişleri Bakanları Yıllık Koordinasyon Toplantısı” sonucunda yayımlanan “İslamofobi ile Mücadele Deklarasyonu”. -Varşova’da 8 Aralık 2010 tarihinde ikincisi İİT Genel Sekreteri tarafından açılışı yapılan “Orta ve Doğu Avrupa’da Müslüman Azınlıklar ve Toplumlar: Gerçek ve Perspektifler” konulu Sempozyum. Değerli Katılımcılar, İİT tarafından düzenlenen çok sayıda etkinlik ve konferansın yanı sıra, BM İnsan Hakları Konseyinde 2011 Mart ayında 16/18 sayılı kararın oydaşmayla kabul edilmesine yol açan ortak paydanın İİT’nin gayret ve kararlılığı sonucu ortaya çıktığını hatırlatmak gerekir. Söz konusu karar, yıllardır dinlerin kötülenmesi konulu tartışmanın sonlandırılmasını ve “dini temelde nefrete tahrik” olarak tanımlanan hukuki kavramın daha iyi tanımlanması ve uygulanması amacına yönelik birleşik ve koordineli çabaların yolunu açmıştır. Bu karar din ve inanç temelinde hoşgörüsüzlük, olumsuz önyargı, ayrımcılık ve şiddete tahrikle mücadele çağrısında bulunmaktadır. Kararın temelinde, 2010 Eylül ayında BM İnsan Hakları Konseyinin 15’inci Oturumunda yaptığım konuşmada ifade ettiğim ve konu hakkında ulusal ve uluslararası düzeyde somut eylem ve girişim çağrısında bulunan sekiz unsur yer almaktadır. 2011 Temmuz ayında İstanbul’daki İslam Kültür, Tarih ve Araştırma Merkezi’nde (IRCICA) dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile eşbaşkanlığını yaptığımız Bakanlar nezdindeki üst düzeyli toplantıda 16/18 sayılı kararın uygulanmasına siyasi ivme kazandırılması sağlanmıştır. Bu toplantı; dini temelde hoşgörüsüzlük, ayrımcılık, nefret ve şiddete tahrikle mücadele konulu “İstanbul Süreci”nin doğmasına vesile olmuştur. Söz konusu süreç kapsamında bugüne kadar uzmanlar düzeyinde biri 2011 Aralık ayında Vaşington ve diğeri 2012 Aralık ayında Londra Wilton Park’ta olmak üzere iki toplantı düzenlenmiştir. İstanbul Süreci kapsamında üçüncü uzmanlar toplantısı 2013 Haziran ayında Cenevre’de İİT’nin ev sahipliğinde düzenlenmiştir. Toplantı sonucunda 16/18 sayılı kararda yer alan sekiz unsurun uygulanmasına eşit derecede önem verilmesi hususunda mutabık kalınmış ve bu bağlamda uygulamaya yönelik çeşitli tavsiyeler ortaya konulmuştur. Toplantı ayrıca konuya ilişkin farklı düşüncelerin tartışılması bakımından yararlı olmuştur. 15 16 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI Bu bağlamda, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 20’nci maddesinde bahsi geçen cezai yaptırımın sınırları üzerinde durulmuştur. İİT olarak toplantıda uluslararası hukuk çerçevesinde nefrete tahrikin yasaklanmasının hoşgörüsüzlük kapsamındaki eylem ve ifadelere teşmil edilmesini, bu şekilde BM Şartına uygun olarak karşılıklı anlayış, birlikte yaşama ve saygı ortamının korunmasının mümkün olabileceğini savunduk. İİT kapsamında “39’uncu Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı” marjında “Müslümanlara Karşı Ayrımcılık ve Hoşgörüsüzlük” teması altında Bakanlar düzeyinde özel tematik oturum tertiplenmiştir. Bakanlar konu hakkında Akil Adamlar Paneli düzenlenmesini kararlaştırmış olup, 7-8 Ocak 2013 tarihlerinde IRCICA’da yapılan toplantısında birçok tavsiye ortaya konulmuş ve 16/18 sayılı karardaki yaklaşım desteklenmiştir. Aynı zamanda Panel, İslamofobik olaylara ilişkin bilgilerin İİT tarafından toplanılmasına devam edilmesini ve bu bağlamda hükümetlerarası ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğinin sürdürülmesini tavsiye etmiştir. Saygıdeğer Katılımcılar, Medya, nasıl yönlendirildiği ve kullanıldığına bağlı olarak İslamofobi ile mücadelede müspet veya menfi bir rol oynayabilmektedir. Bazı ülkelerdeki medya kuruluşları, özellikle birçok İİT ülkesinde basın ve bu meyanda Türk medyası konuyu müspet bir şekilde ele almaktadır. Bu bağlamda bilinen İslamofobların söylemlerine karşı koymaktadır. Ancak, bazı hallerde medya Müslüman karşıtı hisleri alevlendirebilmektedir. Özellikle bazı Batılı medya kuruluşlarının Müslüman toplumlar hakkında yaptıkları haberler genel olarak objektif olmaktan uzak, seçici, tek yanlı ve basite indirgenmiş nitelik taşımaktadır. Bu tür denge gözetmeyen haberler kamuoyunda tüm Müslümanların şiddete eğilimli, kadınlara kötü davranan, katı ve monolitik olduğu yönünde önyargıları güçlendirmektedir. Medya tarafından beslenen diğer bazı önyargılar İslamın demokrasiye engel teşkil ettiği ve modern dünya ile uyumlu olmayan bir kültür olduğu yönünde Müslümanları karalayan türden önyargılardır. Bu gerçekle başa çıkmak için İİT tarafından alınan tedbirlerden bir diğeri Azerbaycan ve İİT Genel Sekreterliği tarafından Bakü’de 26-27 Nisan 2007 tarihlerinde düzenlenen “Medyanın Hoşgörü ve Karşılıklı Anlayışın Geliştirilmesindeki Rolü” başlıklı uluslararası konferanstır. Konferansta tüm katılımcılar medyanın farklı kültürler arasında hoşgörü ve anlayışın güçlendirilmesi, önyargıların ve farklılıkların arttırılmasından ziyade giderilmesinde yapıcı bir rol üstlenmesi gerektiği hususunda müspet bir sonuca varmışlardır. Diğer taraftan katılımcılar hoşgörü ve karşılıklı anlayış kültürünün desteklenmesinde siyasi söylemlerin sorumluluk bilinciyle kullanılması gerektiğini vurgulamışlardır. Konferansta ayrıca ifade hürriyetinin temel haklardan biri olduğu teslim edilmekle birlikte, bu hakkın kullanılmasında sorumluluk bilinciyle hareket edilmesi gerektiği kaydedilmiştir. İslamofobi ile başa çıkmak üzere medya bağlamında yapılabilecekler konusunda İİT bir Medya Stratejisi devreye sokmuştur. İİT 9’uncu Enformasyon Bakanları Toplantısı’nda kabul edilen söz konusu strateji kısa, orta ve uzun vadeli safhalardan oluşmaktadır. İİT üyesi ülkelerin ve sivil toplum kuruluşlarının desteğiyle hayata geçirilebilecek bu strateji, İslama yönelik hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla mücadele, Batı medyası ve İİT üyesi ülkelerdeki medya mensupları arasında güven arttırıcı önlemler geliştirilmesi gibi önemli ve yararlı unsurlar içermektedir. İİT Genel Sekreterliği, İİT Enformasyon Bakanlarınca alınan kararların uygulanması bağlamında 15-16 Şubat 2012 tarihlerinde Brüksel’de “İslam ve Müslümanların Medyada Yanlış Tanıtılması” konulu bir medya çalıştayı tertiplemiştir. Gerek Batılı, gerek İslami çevrelerde BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / olumlu yankı bulan söz konusu çalıştayda ortaya konan tavsiyeler ışığında Genel Sekreterlik tarafından “Avrupa ve Kuzey Amerika’daki Müslümanların İmajının Düzeltilmesine Yönelik Mekanizmalar” başlıklı bir çalışma kâğıdı üretilmiştir. Bu çerçevede, 25-26 Şubat 2013 tarihlerinde Cidde’de İİT Genel Merkezinde dış medyada yapılabilecek faaliyetler konulu bir uzmanlar toplantısı düzenlenmiş olup, bu toplantıda Genel Sekreterlik tarafından önerilen “Avrupa ve Kuzey Amerika’daki Müslümanların İmajının Düzeltilmesine Yönelik Mekanizmalar” başlıklı belge kabul edilerek uygulamaya konulmuştur. Toplantıda ayrıca İslam ve kutsal değerlerinin İİT üyesi ülkeler ve özel sektör tarafından bir vakıf fonu kurulması suretiyle desteklenmesi yönündeki Kuveyt önerisi ele alınmıştır. Bu bağlamda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve İİT Genel Sekreterliği tarafından söz konusu fonun geliştirilmesi ve mali kaynakların araştırılması amacıyla bir komite oluşturulmuştur. Hanımefendiler, Beyefendiler, Ayrımcılığın önlenmesi, toplumlar ve halklar arasında eşit imkânlar yaratılması yönünde uluslararası işbirliğinin sonuç vermesi için bazı hususların yerine getirilmesi gerekmektedir. Birincisi, İslamofobi’ye yol açan uluslararası söylemlerin siyasileştirilmemesi gerekir. İkincisi, ayrımcılıkla ilgili yeni eğilimler ve bunun tezahürleriyle etkin mücadele için bilginin düzgün bir şekilde toplanması ve iyi analiz edilmesi gerekir. Üçüncüsü, uluslararası toplumu konuyla ilgili mevcut yükümlülüklerin daha iyi anlatılması ve uygulanması için uzmanlar düzeyindeki mekanizmaları güçlendirmesi gerekir. Bu bağlamda, ırkçılık, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı ve buna bağlı hoşgörüsüzlük kapsamındaki yeni eğilimler ve tezahürlerin incelenmesi için uluslararası bir gözlemevi kurulmasını evvelce önermiştim. Bu önerimin hayata geçirilmesi için gerekli siyasi iradenin ortaya konulması beklenmektedir. Normatif çerçeve bağlamında temel görüş ayrılığı, bazı ülkelerin normatif bir boşluğun mevcudiyeti konusunda ikna olmamalarından, diğerlerinin ise ırk ayrımcılığı, yabancı düşmanlığı ve buna bağlı hoşgörüsüzlüğün yeni tezahürlerinin hukuki bakımdan bağlayıcı uluslararası standartlara tabi olmasını istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede, bir yandan mevcut uluslararası bağlayıcı enstrümanların daha iyi yorumlanıp uygulanması yönünde çaba gösterirken, diğer yandan “yumuşak kanun” (soft law) niteliğinde bir kanun üzerinde çalışılması bu anlaşmazlıktan kurtulunması için bir çıkış yolu teşkil edebilir. Bu bağlamda, müteaddit defalar dile getirdiğim üzere, uluslararası toplumun bu önemli konuya ilişkin ortak anlayışını bir ilkeler manzumesi, kılavuz ilkeler veya bir bildiri yayımlanması suretiyle “yumuşak hukuk” geliştirilmesi çalışmalarını sürdürmesi çağrısında bulunuyorum. Hanımefendiler, Beyefendiler, Sonuç olarak, nefret yaymak isteyen bazı maksatlı kişi ve grupların, özellikle konunun giderek artan ölçüde siyasileştirilmesi ve kurumsallaştırılması göz önüne alınarak, İslamofobik eylemlerine son vermeyeceklerini ifade etmek isterim. Bunların kamuoyu üzerinde yanlış anlama, korku ve nefrete yol açabilecek menfi etkilerinin nötralize edilmesi önem taşımaktadır. Bu bağlamda, İİT Genel Sekreterliği Müslümanlara karşı önyargı içeren bu olguyla mücadele etmek için üye ülkelerin tam desteğine ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, uluslararası toplumun gerekçesi ne derece meşru olursa olsun, gruplar tarafından şiddete başvurulmasına sebep olan unsurların ortadan kaldırılması hususunda mutabıktır. Tabiatıyla, şiddete tahrik unsurunun dünya hukuk sisteminde yasak olduğunu kimse inkâr 17 18 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI edemez. Bu konuda farklı ülkelerde farklı hukuki teknik ve yaklaşımlar bulunmaktadır. Bazı ülkelerde özellikle tahrik edici unsurlar üzerinde durulurken, diğerlerinde olası veya mevcut sonuca bakılmaktadır. Her hal ve karda amaç çoğulculuk, hoşgörü ve saygıya dayalı hür ve eşit toplumlar yaratılması olmalıdır. İİT Genel Sekreteri olarak görevimin sonuna yaklaşırken, İslamofobi olgusunu uluslararası ilişkilerin gündemine başarılı bir şekilde getirmiş olmaktan memnuniyet duymaktayım. Konu BM, AB, AGİT’in yanı sıra çeşitli düşünce ve akademik kuruluşlarda düzenlenen çalıştay ve seminerlerde ele alınmaktadır. Üzerimize düşen görev, bugüne kadar edinilen kazanımların üzerine daha fazlasını koymak ve İslamofobi’nin faillerini yenilgiye uğratmak için daha fazla program ve girişimler üretebilmektir. Bu bağlamda İİT bünyesinde birleşik bir duruş sergileyerek daha fazla kararlılık göstermek bu amaca ulaşılmasına hizmet edecektir. Önümüzdeki iki gün boyunca çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Medya ve Hukuk perspektifinden İslamofobi bağlamında ilk kez düzenlenen bu uluslararası konferansın kurumsal hale getirilerek düzenli olarak tertiplenmesini temenni ediyorum. Ayrıca, İİT Genel Sekreterliği olarak 2014 yılında İran’ın ev sahipliğinde yapılacak müteakip İİT Enformasyon Bakanları Toplantısında ilan edilmek üzere, Yıllık Medya Konferansları tertiplenmesi önerisi sunmayı öngördüğümüzü bu vesileyle açıklamak isterim. Bu arada, arkadaşlarımın bana ilettiği bir not; bu konferansta İslamofobi konusunda istişare komisyonu kurulmuştur, mevcut bilim adamları ve uzmanlar bu toplantıya davet ediyorum. Bu konuda Medya Dairesi Başkanımız Dr. Isam Salim Shanti ile görüşmelerini tavsiye ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkürlerimi arz ediyorum. BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / BÜLENT ARINÇ* Sayın Genel Sekreter, Değerli Bilim Adamları ve Uzmanlar, Kıymetli Katılımcılar, Hanımefendiler, Beyefendiler; Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğümüz, İslam İşbirliği Teşkilatı ve paydaşların desteğiyle tertiplenen “Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi Konferansı”na hepiniz hoş geldiniz. Öncelikle böyle seçkin bir forumu düzenleyen arkadaşlarımı içtenlikle kutluyorum. Birbirinden önemli konu başlıklarının dünyanın çeşitli bölgelerinden teşrif eden uzman kişiler tarafından konuşulması, tartışılması ve yorumlanmasının ülkemizin ve dünyanın entelektüel hayatına ciddi katkılar sunacağına inanıyorum. Saygıdeğer Konuklar, İletişim teknolojilerindeki yenilikler, sınırların kâğıt üstünde kaldığı bir dünyayı ortaya koydu. Karşılıklı bağımlılıkla birlikte kültürlerarası diyalog ve işbirliği alanları her geçen gün gelişiyor. Aynı zamanda da birlikte yaşama düşüncesine karşı nefret, dışlama, yabancı düşmanlığı, ırkçı söylem ve eylemlerde de ciddi artışlar olmaktadır. Son derece sinsi bir şekilde ilerleyen ırkçılık, ayrımcılık, köktencilik, aşırılık gibi sorunları adeta toplumlara ölümcül bir virüs gibi nüfus etmeye çalışıyor. İşte bu virüslerden birisi de İslamofobi’dir. 11 Eylül saldırılarının yıldönümündeyiz, sadece Amerika’da değil başta Avrupa olmak üzere çok geniş bir coğrafyada sistemli bir şekilde nefret ideolojisinin propagandası yapılmaktadır. Bu noktada İslamofobi, İslam’ın ve dolayısıyla Müslümanların, Batı toplumları için potansiyel bir tehdit olduğu algısına dayanan bir nefret ideolojisi olarak yaygınlaşmaktadır. Konferansın hemen başında çok başarılı bir sunum gerçekleştirildi. Orada gördüklerimiz bizi etkiledi ve doğrusu korkuttu. Siyasetçilerinden, medyada ve sokak gösterilerinde yapılan hareketler, davranışlar ve sözler işin hangi boyuta geldiğini gösterdi. İslamofobi’nin nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı tartışılsa da, geçmişte kalan bazı izler taşımakla birlikte bu kavramın –––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––– * Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı 19 20 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI kullanımı ve politik izdüşümü son yüzyılda ortaya çıktı. Modern dönemde farklı yönleriyle ortaya çıkan İslamofobi aynı zamanda bir baskı aracıdır. İslam ve demokrasi yan yana gelmez teorisinden beslenen bu baskının ana hedefi, İslam ve demokrasiyi birlikte özümseyen coğrafyaların sorun adacıklarına dönüşmesidir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın da paydaş olduğu bu toplantıda şunu net olarak ifade ediyorum: Müslümanlar özünde demokrattır. Bir başka deyişle, Müslüman bir insanın demokrat olmasını engelleyecek hiçbir dini kural yoktur. Elbette her dinin mensupları farklı siyasal tercihlerde bulunabilir, ama bir hüküm cümlesi olarak sadece demokrat Müslüman olunmaz denilirse bu çok yanlış olur. Bunun en önemli örneğini kendi Hükümetimizin, partimizin tüzüğünde “Muhafazakâr Demokrat” yazan ifadesidir. Ak Parti ve Hükûmetimiz dünya devletleri arasında, hem medeniyetler çatışması hem de demokrasiye karşı İslâm’ın tehdit olduğu tezlerini çökerten nadide bir örnek konumundadır. Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye, çok kültürlülüğü önemseyen farklı inanç gruplarını misafir olarak değil, ev sahibi olarak gören bir anlayış içindedir. Demokratik adımları ülkemizin en önemli gelişimi olarak planlayan, devlet yönetiminde laik, bireysel olarak Müslüman olan bir kimlikle tüm dünyaya verdiğimiz mesaj; insan haklarına saygılı, demokrasiyi önceleyen, hukukun üstünlüğünü esas alan bir yönetim anlayışıdır. Değerli Konuklar, İslamofobi üzerinden siyasal alanda oluşturulmaya çalışılan siyasi İslam tehdidi yaklaşımını da tehlikeli buluyorum. Demokratik seçimlerle işbaşına gelen hükümetlerin el çektirilmesinin tek yöntemi de yine demokratik seçimlerdir. Demokrasinin en temel özelliği olan azınlıkların iktidar olma yollarının açık olduğu rejimlerde değişim ve dönüşümün tek yolu yine demokratik yöntemlerdir. Bir seçimden diğerine kadar geçen süre zarfında azınlıkta olanların da her türlü meşru ve hukuki talepleri saygıyla karşılanmalıdır. Bu gerçeklere rağmen ne yazık ki İslam ve terörizm, İslam ve baskıcı rejim kavramları yerli ve yersiz son derece sorumsuz şekilde yan yana getiriliyor ve bu şekilde ayrımcılık körükleniyor. Toplumlara pompalanan antipatiler derin kaygıların ortaya çıkmasına, toplumların birbirine şüpheyle bakmasına sebep oluyor. Güven yerine korku ve şüphenin hâkim olduğu bir toplumsal algı oluşuyor. Değerli Konuklar, Biz hiçbir semavî dinin teröre prim vermeyeceğine inanıyoruz. Nasıl ki Hristiyanlık, Musevilik, terörle yan yana getirilemezse, yüce dinimiz İslam’a da bu iftira yakıştırılamaz. Akıl ve vicdan sahibi herkesin bu iftiraya karşı durması bir insanlık görevidir. Dünyada hiçbir terör eylemi ve terör örgütü, o eylemi yapanların ya da o örgütün mensuplarının dini inançlarıyla değerlendirilmezken, maalesef bazı terör eylemlerinin ardından iki milyara yakın nüfusa sahip İslam dünyası hedef gösterilmekte ve rencide edilmektedir. Terör saldırılarıyla insanları katleden, masum insanlara zarar veren, toplumların güvenliğini tedirgin edenler dinleri ne olursa olsun sadece birer canidirler. Ben burada İslam ülkelerinin de kendi içlerinde bir özeleştiride bulunması gerektiğini düşünüyorum. Barışı, huzuru, sevgiyi hâkim kılmak amacındaki İslam dininin temel ilkeleri ve tarihsel pratiği ortadayken, İslam ülkelerinde yaşanan olumsuz tablo, demokrasi, hak ve hukuk konusundaki ihlaller hepimizin daha dikkatli ve sorumlu olmasını gerektiriyor. BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / Saygıdeğer Katılımcılar, Bu konferansta ana başlıklardan birisi de medya bağlamında İslamofobidir. Hükümetimizde basınla ilgilenen bir Bakan olarak bu başlığın seçilmesini de çok önemli buluyorum. Bu konu hakkındaki görüşlerimi müsaadenizle sizlerle paylaşmak isterim. Enformasyon teknolojisindeki gelişmeler sayesinde milyonlarca insan olaylar hakkında hemen, anında bilgi sahibi olabilmektedir. Akademik ve derin analizler yerine, özet haber bombardımanı yaşamaktayız. Toplumlar, dinler, kişiler, ülkeler hakkındaki bilgiler anlık ve herhangi bir doğruluk testine de tabii tutulmadan muhataplarına iletilmektedir. Medyanın acil ve anlık haber alma ihtiyacına karşılık, dinler ve toplumlar arası ilişkiler uzun ve sağlam temellere dayanmaktadır. Medyanın haber tüketimi toplumsal ilişkilerde günlük etkiler bırakırken, medeniyet ilişkileri uzun yıllar ve derin bir tarihle oluşmuş dengeler üzerine kuruludur. Medya sektöründe basın ve ifade özgürlüğü vazgeçilmezken, toplumların gelenekleri, inançları ve hassasiyetleriyle şekillenmiş bir özgürlük ve egemenlik anlayışı vardır. Medya ve toplumlar arası ilişkilerin yöntem ve işleyiş biçimindeki bu farklar, İslamofobi konusunda olumsuz etkiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya gündemini ilgilendiren saldırılarda veya toplumsal olaylarda konunun perde arkası araştırılmadan yapılan haberler kitleler üzerinde telafisi mümkün olmayan zararlar bırakmaktadır. İlkel, köktendinci, İslamcı, aşırı dinci, otoriter, militan, kadınlara baskı yapan, radikal, gerici, “fundamental”, yenilik istemeyen gibi ifadeler sistemli bir şekilde İslam ve Müslümanlar için kullanılmaktadır. Hatta son zamanlarda; militan islam, aşırı, aşırı dinci imamlar, radikal İslamcı din adamı, cihadist hareketler, İslam faşizmi ve Kur’an faşizmi gibi terimlerle karşılaşılmaktadır. Nazizim bile İslam ile karşılaştırılmaktadır. Üzülerek belirtmek istiyorum ki, her fırsatta insan hakları, özgürlükler, bireysel haklar, kültürel çeşitlilik gibi evrensel değerlerin savunucusu olduğunu dile getiren Batı medyasının İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda kullandığı dil son derece sorunludur. Bu konuda Sevgili Peygamberimize hakaret içeren film sırasında yaşananlar olumsuz bir örnek olarak ayrıca irdelenmelidir. Bu kötü örnekten sonra, uluslararası medya sektöründe tahrik ve ifade özgürlüğü arasındaki belirsizliğin netleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Hangi noktadan bakarsak bakalım, İslamofobi bir insan hakkı ihlalidir ve Müslümanların insanlık onuruna yapılan bir saldırıdır. Bu hak ihlalini besleyici ve tetikleyici iletişim stratejilerinin dünya barışına da hiçbir katkısı olmayacaktır. Medyanın toplumları bilgilendirmek ve farkındalık oluşturmak gibi önemli bir görevi varken, İslamofobi gibi bir nefret ideolojisinin karşısında olmaması güvenilirliliğini ve objektifliğini zedelemektedir. Esasen medya, dünyada yaşanan tüm olumsuzluklara karşı birleştirici, yakınlaştırıcı, bütünleştirici pozitif bir rol oynamalıdır. Bu rolün ilk adımı İslamofobi’yi, Müslümanlara ve İslam’a karşı temelsiz korku, güvensizlik ve düşmanlıktan kaynaklanan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının güncel bir biçimi olmaktan çıkarmak adına yapılacak çalışmalar olabilir. Değerli Katılımcılar, Konuşmamda biraz öncede belirttiğim gibi İslam âlemi, Müslümanlarla ilgili önyargılı algılamaları gidermek için çaba göstermelidir. Aynı şekilde Batı dünyası da, başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği olmak üzere, kendi topraklarında hızlıca ve sinsice ilerleyen 21 22 / BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI İslamofobi karşısında ciddi tedbirler almalı ve tehlikeli tırmanışı engellemelidir. Bu bağlamda dinlerin ve mensuplarının tahkir edilmesi hususunda adaletin sağlanması ve vicdanların teskin edilmesi adına gerekli uluslararası yasal çerçevenin de bir an önce hazırlanması önem taşımaktadır. Türk Hükûmeti bu konuda üzerine düşeni yapmaya hazırdır. Türkiye dinlerin, inançların ve kültürlerin uzlaşabileceğine inanmaktadır. İşte bu nedenle İslam karşıtlığına teorik bir çerçeve kazandırmaya çalışan medeniyetler çatışması yerine bu teze karşı çıkmakta ve bugün Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında gelişen Medeniyetler İttifakı Girişimi’nin eşbaşkanlığını sürdürmektedir. Bu vesileyle İslamofobi konusunun uluslararası kamuoyunun gündeminde yer alması ve bu konuda ortak mücadele edilmesi konusunda İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ve Sayın Genel Sekreterin çabalarını takdirle izlediğimizi ifade etmek istiyorum. Değerli Konuklar, Söz buraya gelmişken Türkiye için önemli bir gelişmeyi de sizlere arz etmek istiyorum. Bir “Demokratikleşme Paketi”nin hazırlandığını ve bunun yakın zamanda da Meclisimizin açılmasıyla birlikte yasalaşma sürecine gireceğini özellikle Türkiye’deki dostlarımız ve medya yakından biliyor. Bu paketin içerisinde önemli bir husus yer almaktadır, konu ve yeri denk geldiği için bunu ifade ediyorum, yoksa bütünü itibariyle bu açıklamalar Sayın Başbakanımız tarafından önümüzdeki günlerde yapılacaktır. Anayasamızın 10’ncu maddesinde herkesin ırk, dil, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağı hükmü ifade edilmiştir. Keza, ülkemizin taraf olduğu başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, insan haklarına ilişkin pek çok uluslararası sözleşmede de hiç kimseye ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini ve siyasi düşüncesi gibi nedenlerle ayrımcılık yapılamayacağı ve bu yasağın taraf devletlerce güvence altına alınması gerektiği belirtilmiştir. Bu kapsamda bir kişiye veya gruba karşı, din, mezhep, dil, ırk, millet, renk, cinsiyet, engellilik, felsefi inanç veya siyasal düşünce gibi önyargı doğurabilecek nedenlerden dolayı düşmanlığa dayalı bir şekilde işlenen ve genellikle şiddet içeren suçlara nefret veya önyargı suçları denilmektedir. Avrupa Birliği 2012 İlerleme Raporu’nda bu konuda şu eleştiri getirilmiştir: “Türkiye, Avrupa Konseyi tavsiyesine uygun olarak nefret söylemi ve nefret suçlarına ilişkin mevzuatın düzenlenmesi yönünde ilerleme kaydetmek zorundadır.” Aynı zamanda geçtiğimiz aylarda “Akîl İnsanlar” olarak Türkiye’nin bütün bölgelerini dolaşan, halk ile bire bir temas eden kişilerin bir araya gelerek hazırladığı raporlarda şu ifade yer almaktadır: “Nefret söylemiyle mücadele amacıyla münhasıran nefret suçlarına ilişkin bir yasal düzenleme gerçekleştirilmelidir.”. Akil İnsanlardan bir arkadaşımızı karşımızda görüyorum, Sayın ENSAROĞLU. Kanun yapılıncaya kadar da nefret suçlarının önlenmesi amacıyla Türk Ceza Kanunu ilgili maddelerinde düzenlenen suç tiplerine, suçun nitelikli hali olarak nefret saiki kastı da eklenmelidir. Esasen bu suçlar belirli bir suç tipinden ziyade, mağdurun sahip olduğu bazı özelliklere duyulan önyargıdan dolayı işlenmektedir. “Akil İnsanlar” raporları ve Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda da öngörülen bazı hususlar dikkate alınarak, Türk Ceza Kanunun bazı maddelerinde; özellikle 82’nci maddede “kasten öldürme suçu”, 86’ncı maddede “Kasten yaralama”, 94’üncü maddede “İşkence”, 106’ncı madde de “Tehdit”, 109’uncu maddede “Kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak”, 115’inci maddede “İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasının engellenmesi”, 122’nci maddede “Ayrımcılık”, 125’inci maddede “Hakaret”, 149’uncu BİRİNCİ GÜN AÇILIŞ KONUŞMALARI / maddede “Nitelikli Yağma”, 152’nci maddede “Mala Zarar Vermek” gibi suçların bir fıkra olarak da şunu ilave etmek istiyoruz: Eğer bu suçlar kişinin dili, ırkı, milleti, rengi, cinsiyeti, engelliliği, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini veya mezhebi nedeniyle işlenmiş olursa suçun karşılığı ceza artırılacaktır. Bu çalışma üzerindeki hazırlıklarımız sona ermiş gibidir, henüz tam netleşmedi, ama bu toplantı vesilesiyle özellikle insanların bu inanç, bu düşünce, bu felsefi kanaatlerine karşı bu amaçla işlenen suçlarda artık nefret suçları kapsamına veya nefret saikiyle işlenmiş suçlar kapsamına alınacak ve bunların cezaları da fevkalade artırılacaktır. Bu konferansımızın başarılı sonuçlar vermesini diliyorum. Gerçekten bütün oturumlarını takip etmenin çok faydalı olacağını düşünüyorum ve toplantımızı tertipleyenlere, siz teşrif eden tüm konuklarımıza ve bu toplantıyı Türkiye geneline canlı yayınlarla ve yapacakları bazı konuşmalarla, görüşmelerle yayma noktasında çok büyük gayretleri olan, tüm televizyonlarımıza, gazetelerimize, internet sitelerimize, yani gazeteci arkadaşlarımıza, ajanslarımıza da çok teşekkür ediyorum. Sizleri saygıyla selamlıyorum, iyi günler diliyorum. Özellikle konuklarımız, misafirlerimiz açısından İstanbul’un bir dünya incisi olduğunu esasen biliyorsunuz, ama unutmayın şu anda İstanbul’un en güzel yerindesiniz ve en güzel otelinde misafir ediliyorsunuz. Ayrıca bunun tadını da çıkarmaya fırsat bulun, hepinize iyi günler. 23 24 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM I. OTURUM DEMOKRASİ, ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK VE İSLAMOFOBİ BİRİNCİ GÜN I. OTURUM Demokrasi, Çok Kültürlülük ve İslamofobi Moderatör : İbrahim KALIN T.C. Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı-Türkiye Konuşmacılar : Prof. Dr. John L. ESPOSITO Georgetown Üniversitesi-ABD Prof. Dr. Norman Gary FINKELSTEIN Siyaset Bilimci/Yazar-ABD Fatma BENLİ Uluslararası Hukukçular Birliği Temsilcisi-Türkiye Marwan MOHAMMED Sosyolog/Centre Maurice Halbwachs-Fransa I. OTURUM / 25 26 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM İbrahim KALIN Moderatör Çok teşekkür ediyorum, ben de herkese hayırlı günler diliyor, konferansımıza hoş geldiniz diyorum. Sözlerime başlamadan önce Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğünü bu güzel organizasyondan dolayı tebrik ediyorum. Hem zamanlaması, hem de içeriği itibariyle önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyoruz. İslamofobi konusu bildiğiniz gibi sadece 11 Eylül’den sonra ortaya çıkan bir mesele değil, tarihi kökleri çok daha derin olan bir sorun olarak karşımızda duruyor. Fakat son yıllarda yaşanan hadiselerle giderek küresel bir siyasi sorun haline gelmeye de başladığını Batı toplumlarından İslam dünyasına kadar pek çok yerde gözlemledik. Tabii ki İslamofobi ile ilgili panelistlerimizin değerlendirmelerini dinleyeceğiz, İslamofobi nedir, nerede başlar, nerede biter, doğru bir tanımlama mıdır, değil midir, bu kavramlar üzerinde uzmanlarımızı dinleyeceğiz. Kısaca İslamofobi’nin bir nefret suçu olarak nereye oturduğunu sadece dile getirip sözü konuşmacılara bırakacağım. Sabahki sunumlarında Başbakan Yardımcımız Sayın Bülent ARINÇ Beyin de ifade ettiği gibi, bir nefret suçu olarak İslamofobi tıpkı antisemitizm gibi, tıpkı ırkçılık suçları gibi bir suç olarak tanımlanmalı ve hukuki bir zemine mutlaka kavuşturulmalıdır. Fakat bildiğiniz gibi, bu işin hem teorisini, hem pratiğini yapan arkadaşların da yakından takip ettiği gibi İslamofobi konusunda herhangi bir hukuki düzenleme ne ulusal bazda ne de uluslararası hukuk bağlamında şu an itibariyle bulunmamaktadır. Halbuki içeriğine, suçun niteliğine baktığınızda İslamofobi’nin herhangi bir nefret, ırkçılık suçundan bir farkı söz konusu değildir. Çünkü İslamofobi de tıpkı antisemitizm gibi, diğer ırkçılık suçları gibi belli bir grubu sadece dini, kültürel aidiyetinden ve kimliğinden dolayı ötekileştiren ve düşman olarak gören bir nefret objesi yapan bir suçu ifade etmektedir. Güvenlikçi bakış açısının, özellikle İslam ile ilgili yarattığı sanal korkular yüzyılımızda artık küresel siyaseti bile adeta belirleyen bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır. Bu manada İslamofobi ile mücadele aslında, insanın onurunu, adaleti, eşitliği, küresel barışı, küresel vicdanı savunma mücadelesidir. Bu manada Müslüman birey ve toplumlar aslında herhangi bir imtiyazlı tutum ya da davranış beklentisi içerisinde değiller. Dünya vatandaşlarının sahip olduğu temel hak ve hürriyetler ne ise, Müslüman birey ve toplumlar da aynı hakları talep etmektedirler. Bu eşitlik ve adalet ilkesi bağlamında İslamofobi’nin ortadan kaldırılması için mücadele etmek siyasi liderlerden kanaat önderlerine, medya mensuplarından dini cemaat liderlerine kadar aslında hepimizin ortak sorumluluğudur. Bir de tabii belki bu panelde gündeme gelir veya gelmez bilmiyorum, ama bir cümle ile ifade etmek gerekirse; İslamofobi’nin bugünkü haline baktığınız zaman bunun Doğu ile Batı ya da İslam dünyasıyla sınırlandırılmasının pek mümkün olmadığını görüyoruz. İslamofobi her yerde karşımıza çıkabilen bir sorun. Maalesef bazı durumlarda İslam dünyasındaki İslamofobi’nin, derin oryantalizmin, içimizdeki İslamofobi’nin Batı’dakinden çok daha keskin, çok daha ağır, çok daha yaralayıcı olabildiğini gördük ve görmeye de devam ediyoruz. Bu manada İslamofobi’yi sadece Batı’nın bir sorunu olarak tanımlamak yanlış, eksiklik olur. İslam dünyasının da burada kendi içinde ciddi bir muhasebe yapması gerekiyor. Umarım bugünkü oturumlarımız bu konuları kısmen de olsa ele almamıza imkân sağlayacaktır. Bu kısa girişten sonra hemen sözü ilk panelistimiz Prof. Dr. ESPOSITO’ya bırakmak istiyorum. Kendisi bu konuda dünyaca tanınan bir ilim adamı, takdim de yapıldı, ama eğer reklam BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / diye de kabul etmezseniz ben 2011 yılında çıkan “İslamofobi” kitabımızı da dikkatlerinize sunmak isterim. Bu konuda yaptığımız çalışmanın güzel meyvelerinden birisiydi. İstifade edilmesi umuduyla, inşallah yakında Türkçesi de çıkacak. “İSLAMOFOBİ VE ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” Prof. Dr. John L. ESPOSITO Öncelikle bu programda bizimle birlikte olan herkese teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Gayet güzel ve profesyonelce hazırlamış bir program, panel oturumlarını da dört gözle bekliyorum. Yaptığımız bir çalışmadan söz edeceğim. İbrahim ve ben İİT ile birlikte İslamofobi’yi ele alıyoruz. Kitabımı hep izleyiciye göre tanıtırım. Mesela derim ki, Noel’de, Bayramda veya Hanuka’da hediye edilebilecek en güzel kitaptır. Niçin böyle yapıyorsun derlerse, evim ipotekli onu ödüyorum cevabını veririm. Her neyse bahsedeceğim konuları bir sıraya koyayım. Ayrıca konuşmamın sonunda Merkezimizin İslamofobi hakkında birkaç yıl sürecek bir proje başlattığından söz edeceğim. Sizlere biraz geçmişten bahsedeyim, bildiğiniz gibi Park 51’de “Sıfır noktasına bir cami dikilmesi” ile ilgili bir sorun yaşanmıştı. New York’ta bununla alakalı bir oturum düzenledik ve içerisinde “Park 51’de neler oluyor? Neden bu problemler şu anda yaşanıyor?” diye bir görüşme başlattık. Bu arada kahve aralarında son derece uyanık yapımcı ve yine son derece uyanık bir mülakatçı şunları sordu: “Neler oluyor? Neden bu çıkışlar sadece Park 51 ile sınırlı kalmıyor da Kur’an yakılıyor, bütün ABD çapında yansımalar oluyor?” Ben şok olmuştum; bunun buzdağının görünen tarafı olduğunu söyledim. O zaman benim için ilginç olan şeylerden birisi şuydu: İlk defa büyük bir Amerikan yayın organı konuyu gündeme getirmişti, İslamofobi konusunu, Müslümanlara karşı yapılan ayrımcılığı ve irrasyonel İslam konusunu ilk defa gündeme getirmişti. Bunu yapan Time dergisiydi. Kapaktaki makale şöyleydi: “Amerika İslamofobik Midir?”. Objektif bir habercilikti ve objektif bir rapor okuyordunuz ve şu sonuca varıyordunuz: “Evet bu bir problemdir.”. Yakın bir geçmişte Center for American Progress, çeşitli amaçlara para yatıran 7 kuruluşu inceliyor ve son on yılda 42.5 milyon Dolar civarında bir poranın İslamofobiklere ve web sitelerine destek için verildiği fark ediliyor. Ki bence bu büyük bir problemdir. Çünkü ben İslamofobi’nin gücünün, popüler kültürü geleneksel medyadan çok daha fazla etkileyen ve yönlendiren sosyal medyadan geldiğini düşünüyorum. Biraz geriye dönüp bakarsak, nefret söyleminin ve ayrımcılığın Park 51 ve 11 Eylül sonrasında oluşan yeni bir olgu olduğu algısı vardı. Konuşmamın başında da belirttiğim gibi, gerçekte daha 1990’larda Avrupa ve Amerika’da, İslamofobi’nin modern şekilleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bir sonraki paragrafı lütfen dinleyin, belki bazılarınız bunu kimin yazdığını tahmin edebilir ya da edemeyebilir. “Bir süre önce Avrupa ve Amerika’nın genel kamuoyu için İslam tatsız bir şeyin habercisiydi. Medya, hükümet, jeopolitik stratejistler ve kültürüne yabancı olmalarına rağmen, İslam konusunda uzman akademisyenlerin hepsinin ortak görüşü; İslam’ın Batı medeniyetine tehdit olduğuydu. İslam’ı küçültücü ve ırkçı karikatürize edenin sadece Batı olduğu kesinlikle söylenemez. Benim söylemek istediğim, İslam’ın olumsuz imajının diğerlerinden çok daha yaygın olduğu ve bu imajın (gerçek) İslam’la örtüşmediği, belirli bir toplumun seçkin kesiminin benimsediği şekliyle örtüştüğüdür. Batı’da İslam: Medeniyetler Çatışması mı?” 27 28 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM Bunu söyleyen kim? Edward SAID. Ne zaman söylemiş? 11 Eylül sonrası mı, 1990’lar da mı? Hayır, Edward SAID bu durumu 1981’de tespit ve işaret etmiş. 1990’larda “İslami Tehdit Miti” adını verdiğim kitapta bu fenomeni kanıtlama çabasıyla ABD ve Avrupa’daki siyasi liderler, politik yorumculara baktım. Ama yine de 11 Eylül sonrasına dek gerçeğin burada olduğunu görmedik. Daha önce söylediğim gibi yine söylüyorum, İslamofobi çok derin kökleri olan buzdağının sadece görünen kısmı. Kısaca, fobi kelimesini burada kullandığımda abartılmış veya gerçekdışı korku anlamına gelen sözlük tanımını kastediyorum. Aşırılardan korkmak irrasyonel değildir. Batı ve İslam dünyasında, saldırılara ve şiddete karışmış Müslüman aşırılık yanlılarından korkmak irrasyonel değildir. İslam dinini ve Müslümanların büyük çoğunluğunu genellemek mantıklı değil, esas mesele de bu. İslamofobi’yi oluşturan ne? İslamofobi, sadece küçük bir grup aşırının ve teröristin sorun olduğunu değil, İslam’ın Batı’ya bir tehdit olduğunu, İslam’la Batı’nın ortak paydasının olmadığını öngörüyor. Bu görüşün son zamanlarda tekrar ortaya çıktığını görüyoruz. Eğer insanlar uzunca bir süre İslam ve modernizasyon ile İslam ve demokrasinin bağdaşmayan şeyler olduklarını düşündülerse, Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaları ve seçimleri gördüklerinde “Kendini demokratik sürece adamış ana akım İslamcılar da var” diye düşündüler. O zamandan beri Mısır ve Tunus’ta neler olduğuna, tepkilere, özellikle de ABD ve AB’nin kayıtsız tutumlarına bakın. İlgisizliğe, boş konuşmalara, Bahreyn ve Suriye’de neler olduğuna dair ayak sürümelere bakın. Aslında harekete geçmemek de bir eylemdir. Bugün bahsettiğimiz şey, bu büyük gelişim. İslam’ın siyasi, medeni, demografik, nüfus tehdidi ve medeniyetler çatışması olarak görüldüğü, uzlaşmaz Hristiyan Siyonistler, aşırı sağ politikacılar ve sağ kanadın belirdiği üçlü bir tehdit algısını 90’larda gördük. Daha 1990’larda önemli Amerikan gazetesi “Boston Globe” İslam serisini, siyasal İslam’ı ve siyasi aşırılığı ele aldı. Makalenin vurucu kısmı başlangıç kısmıydı, “İslam’ın Kılıcı”. Demografik tehdit hakkında düşündüğümüzde , “Yolumuza yönelen kutsal savaş”, “Amerika’da cihat”, “Küresel saldırı timi” gibi başlıkları düşünün. Demografik tehditten, özellikle Almanya’daki Türklerden bahseden makaleyi düşünün. Patrick BUCHANON “İslam’ın Yükselişi” adlı bir kitap yazdı, bahsettiğim şey Almanya’daki seküler Türkler ve etkileri ile dinlerinden uzaklaşmalarını anlatan ve 90’larda Batı’yı şaşkına çevirebilecek olan makalesiydi. Affedersiniz seküler Almanlar, beni bağışlayın. Seküler Almanlar bu yüzden, büyük ailelere sahip Türk doktorlar tarafından kürtaj ediliyorlar. Onlardan şüphelenmiyor ve şunu söylüyordu: İşte Türk doktorlar, Almanlar üzerinde kürtaj uyguluyorlar ve Almanlar, Alman nüfusunu azalttıklarını ve bu durumun Müslüman Türk nüfusunda patlama yaratacağını fark etmiyorlar.” On yıl sonra insanların Avrupa’nın tamamından İslam toprakları ve Avrobia (Eurabia) diye bahsetmeleri muhtemel. 11 Eylül’ün etkilerine geçelim, özellikle de Amerikan Müslüman toplumu üzerindeki etkilerine. 11 Eylül’ün hemen sonrasında 5.000 Müslüman yakalandı, düpedüz yakalandı. Haklı bir sebebiniz olmasına gerek yok, yakalandı, tutuklandı, sorgulandı ve en sonunda çoğu salıverildi. Önemli bir Kaliforniya üniversitesinin demokrasi ve insan hakları merkezi başkanı, İslam ve Demokrasi programında bana “Profesör ESPOSITO’nun neden şikâyet ettiğini anlamadım. Çoğunluk serbest bırakıldı.” dedi. Ben de, ortalama bir Amerikalının gerekçesiz olarak tutuklanma olasılığını sevmesinin, tutuklanan bu insanlara çoğunluğunun serbest bırakılacağını göstermiş olduğunu söyledim. Bu, doğrudan ABD’nin prensip ve değerlerine karşıdır ve sivil özgürlüklerin erozyona uğradığının göstergesidir. 80 bin kişi FBI tarafından tarama için çağrıldı, sonrasında FBI 80 bin kişinin çoğunluğunun masum bulunduğunu söyledi. İç güvenlikle BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / ilgili meşru gerekçelerle, Gizli Tanık Yasası gibi, birçok yasa ve düzenlemenin yapıldığı algısı vardı fakat bu durum Müslümanların kişisel ve vatandaşlık haklarına sınırlamalar getirdi. Aynı zamanda muhalif sesleri susturma çabaları oldu. Yeni bir “McCarthy”cilik geliştirdik, bu fenomene karşı olduğunuzu açıkça dile getirirseniz, Kongre üyesi, eski ABD Başkanı Jimmy CARTER, akademik uzman veya Müslüman lider olsanız bile Soğuk Savaş’taymış gibi görülürsünüz. Boston’da gerçekleştirdiğimiz bir program sırasında Jimmy CARTER’a, Raees KHAN tarafından günümüzde en önemli küresel kültür meselesinin ne olduğu soruldu. Cevap birçoğu için şaşırtıcı oldu; İslamofobi. Jimmy CARTER’a gelecek hakkında iyimser olup olmadığı sorusu sorulduğunda, tipik Jimmy CARTER gülümsemesiyle ki bu benim yapamadığım bir şey, hatta normalde nasıl gülüneceğini bile bilmem, “hayır” cevabını verdi. Öyleyse bu sorunu öne çıkaran neydi? Yine Park 51. Büyük bir İslam cami değil, bir İslam merkezi yapılması planları var. Fakat merkez sadece Müslüman topluluğa ait bir merkez değil, New York’taki büyük Yahudi merkezleri gibi tüm topluma sosyal ve kültürel olarak hizmet etmesinin yanı sıra belirli bir topluluğa, bildiğiniz gibi dini topluluğa hizmet eden bir merkez olacaktı. Bu, sadece “Terörizm Anıtı” olarak adlandırılan merkezin yapılmasıyla ilgili bir korku değil, ABD çapında tüm camilere, cami inşa edilmesine, camilerin yayılmasına karşı zincirleme bir tepki oluşturdu. Bu durum, sonrasında 31 eyalette şeriat karşıtı öfkenin oluşmasına ve şeriat karşıtı yasaların yapılmasına neden oldu. Sorun kimin şeriat yasası istediğiydi. Hiçbir büyük Müslüman grup istemedi. Şeriatın ne olduğunu bile bilmeden, şeriat karşıtı yasalara oy vermeye hazır pek çok insan vardı. Bu irrasyonel bir korkudur. Bugün, ana akım konuşmaların hepsinde İslam’a ve Müslümanlara yönelik korku ve endişe var. Çoğu şeyi olduğu gibi alıyor, kabul ediyor, sorgulamıyorlar. Aynı şeyin retorik açısından da doğru olduğunu söyleyebilirim, Mursi hükümetinin devrilmesi sonrası retorik, hem Mısır içinde hem dışında iddiaların tekrarlanması açısından, devam etti, askeri rejimin kullandığı şiddetin derecesine, binlerce kişinin öldürülüp yaralanmasına bakmaksızın eğer İslamcı bir hükümetin, Mursi yanlısı hükümetin aynı şiddetin sadece %10’ununu uygulasaydı bu bir terör saldırısı olarak adlandırılırdı ve bu kelimeler ortaya çıkmıyor, insanlar bunun bir darbe olup olmadığını ya da aleyhte oy vererek hükümeti düşürmek yerine demokratik bir hükümeti devirmenin yasal olup olmadığını merak ediyorlar. Sonuç olarak anketlerde ne görüyoruz? Bu çok önemlidir. Anketler, birey olarak her birimizin ne söyleyebileceğini belirleyen başlıca araç haline geldi. Buna karşılık, uzmanların mücadelesi olduğunda ve size ne düşündüklerini söylediklerinde, neden ne düşündüklerine bakmıyorsunuz? Eğer Gallup, Pew anketi ve Avrupa’daki anketlerden konuşursak... Gallup New York Times’a bakalım. Sonuçlardan bazıları: ABD’li katılımcılara Müslüman dünyası ile ilgili neyi beğendikleri soruldu. %55’i hiçbir şey ya da bilmiyorum cevabını verdi. %33’ü Amerikan Müslümanlarının teröristlere daha sempatik geldiğine inandığını söyledi. %60’ı İslam’a karşı olumsuz düşüncelere sahiptir. Bir tahmin edin. Bir din olarak İslam’a karşı olumsuz duyguları, Müslümanlara yönelik olumsuz duygularından çok daha güçlü. İyi haber, birçok Amerikalının Müslümanların sadık olduğuna inanmasıdır. Kötü haberse, İslam’ın özelikle aşırı bir din olduğunu düşünmeleri. Bu, bir sorunun varlığına işaret ediyor. Amerikalıların %72’si Yahudilere yönelik bir önyargıya sahip olmadıklarını söylerken, sadece %34’ü aynı şeyi Müslümanlar için söyleyebiliyor. Yarıdan daha azı, Amerikalıların %49’u, Amerikalı Müslümanların ABD’ye sadık olduğuna inanıyor. İslam dini, daha önce söylediğim gibi Müslümanların kendinden çok daha olumsuz olarak görülüyor. %44’ü Müslümanların çok aşırı olduğunu düşünüyor. Müslümanları ve camileri makul bir sebep olmaksızın gözetleyen New York Polis Birimi ile mücadele etmek zorunda kalan grubun savunmasına bakın, 29 30 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM Müslümanları ve camileri makul bir sebep olmaksızın sadece cami oldukları için izlenmeye ve sızmaya müsait oldukları algısı var. Müslümanlar bu durum hakkında ne düşünüyorlar? Bence Amerikan Müslümanları çok dirençli bir toplumdur. Bir yandan, %60’ı 11 Eylül’den sonra kuşatılmış hissettiklerini söylüyorlar, FBI’ya güvenmiyorlar ve endişeliler. Diğer yandan Amerikan Müslümanları gelecekleri hakkında, Müslüman olmayanlara göre daha iyimserler. Amerikan Müslümanları ekonomik, sosyal, kültürel ve giderek artan bir şekilde siyasi olarak da topluma tam olarak entegre olmuş durumdalar. Ekonomik ve eğitim bakımından Müslüman olmayanlardan daha iyi durumdalar. Fakat bu gerçekler toplumun tamamına nüfuz etmiyor. Neden? Ben medyanın, hem yazılı hem de sosyal medyanın bu duruma neden olduğunu düşünüyorum. Bunu açıklığa kavuşturmak için iki yorum yapacağım. Biraz uzun yorumlar olacak ama 2 taneler. Eğer Katolik olsaydım, koyu bir Katolik, 3 tane olacağını söylerdim, fakat söz veriyorum 2 tane olacak. Bir numara ile başlayalım. Çoğumuz medyanın daha iyi bir duruma geldiğini düşünüyoruz, genel olarak olanları kapsama açısından çok daha iyi bir duruma geldiğini söyleyebiliriz. Başlıca medya gözlem platformu olan Medya Tenor, 2011’deki raporunda şunlara ulaştı: ABD ve Avrupa’dan BBC, ABC ve CBS çıkışlı yaklaşık 975 bin haber hikâyesi var, peki bu hikâyeler neyi anlatıyor, ne ile ilgili? 2001’den 2011’e kadar kıyaslama yapılmış. 2001’de haber hikâyelerinin %2’si militanlara odaklanırken, sadece %0.1’i genel olarak Müslümanlara odaklanmış. Böylece Müslümanların çoğunluğunun neye benzediğine dair oldukça dar bir yaklaşıma sahip oluyorsunuz, aşırılıklarla ilgili hikâyeler hem yurtiçinde hem dışında şişiriliyor. On yıl sonrasına 2011’e gelindiğinde bu %2’lik haber dilimi %25’e fırlamış. Yüzde 2’ye karşılık yüzde 25. Çok daha kötüsü, Müslümanlarla ilgili genel eğilimin aynı kalmış olması. 2001’de Müslümanlarla ilgili hikâyeler %0.1 iken, 2011’de hala %0.1de kalmış. Son konu sosyal medya; ABD’de, daha önce de söylediğim gibi son derece desteklenmiş, bir İslamofobik ağ var. Bu küçük bir sanayi olmuş durumda. Finansal ve kişisel olarak örgütlerden bazıları bağlantılı, diğerleri resmen bağlantılı değil ama uyum içinde çalışıyorlar, hikâyeler birbirini besliyor. Sıklıkla aynı hikâyeyi alıp, farklı şekilde işleyip farklı başlıklar kullanıyorlar. Bunu nasıl finanse ettiklerini biliyoruz. Alexa’ya bakarsanız ki, Alexa web sitelerini uluslararası derecelendiren bir kuruluş, İslamofobik sitelerin 25 bin seviyesinde olduğunu görürsünüz. Bu çok iyi, dünya çapında 25 bin. İslamofobi karşıtı siteler ne durumda? 400 bin. Bu da bize sosyal medyanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu benim son yorumumdu. Bugün gayriresmî olarak söylüyorum, resmi olarak söyleyemem, çünkü tamamlanana kadar bekleyeceğiz, Georgetown Üniversitesi’nde yapacağımız ve finanse edeceğimiz sosyal medya ve İslamofobi arasındaki ilişki ve bunun kültür üzerindeki etkileriyle ilgili uzun süreli bir proje başlattık ve sonuçlarını ölçmeye çalışacağız. Bu, sadece Müslümanlara yönelik davranış ve tutumların ne olduğuna dair akademik araştırma yapan bir program değil, Müslümanların medya ve sosyal medyada nasıl çoğaldıklarına, ne etkileri olduğuna, sosyal medyanın bu kadar önemli olup olmadığına, gerçekten popüler bir kültür mü yoksa ABD ve Avrupalıların makara yaptıkları bir mecra mı olduğunu, bu medya kuruluşlarının İslamofobik olmasa da göçmen karşıtı medya kuruluşlarını ne ölçüde beslediği ve etkisini arttırdığını bulmaya yönelik bir program aynı zamanda. Yapılacak şey, sadece akademik çalışma değil, özel oylama raporları ve bunlar hakkında konuşmak, akademisyen ve siyaset yapıcılara neler olduğuna, iç ve dış politikayı neyin etkileyebileceğine dair veri sağlamak, aynı zamanda bu BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / verileri açığa çıkarıp işlevsel hale getirmek. Sonuçta yapılması gereken, tüm bu faaliyetleri, gerçekte neler olduğunu, yalnızca popüler kültürde değil, genel anlamda politika yapıcıları nasıl etkilediğini belgeleyen dünya çapında bir web sitesi oluşturmak. Günün sonunda sadece iç politikayı nasıl etkilediğini değil, Avrupa’daki ve ABD’deki Müslümanların haklarını ve kişisel özgürlüklerini, Orta Doğu’daki Arap dünyasının ve geniş Müslüman dünyanın Batılı dış politikasını nasıl etkilediğini bulmak. Teşekkür ederim. İbrahim KALIN Sayın ESPOSITO’ya bu kapsamlı sunumundan dolayı teşekkür ediyoruz. İslamofobi ile ilgili de önemli tavsiyelerde bulundu. Sorularınızı, soru-cevap kısmında alacağım, onun için lütfen şimdiden not alın. İkinci konuşmacımıza hemen geçmek istiyorum. Profesör FINKELSTEIN, “Fobi ve Rasyonel Korku Karşı Karşıya: Anti-Semitizm Örneği” üzerine bir sunum yapacaklar; kendilerini kürsüye davet ediyorum, buyurun. FOBİ VE RASYONEL KORKU KARŞI KARŞIYA: ANTİSEMİTİZM ÖRNEĞİ Prof. Dr. Norman Gary FINKELSTEIN Bu toplantıya beni davet ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Sizlere bugün, antisemitizmin nedenleri ve İslamofobi’den bahsedeceğim. Burada konunun tarihsel geçmişinden söz edecek değilim. Daha ziyade şu soruyu yöneltmek istiyorum: Acaba, İslamofobi, antisemitizm gibi etiketleri kullanmak faydalı mı? Benim sunum argümanımda şu olacak: Bu etiketlerin faydalı olmadığını, bunların aydınlatmaktan ziyade kafa karıştırdığını düşünüyorum. Aynı zamanda da bizim dikkatimizi, ilgimizi dağıtarak asıl hedefimiz olan hakikati bulmaktan alıkoyduklarına inanıyorum. Öncelikle birtakım tanımlar yapmak istiyorum. Eğer Oxford İngilizce Sözlüğüne bakarsanız, antisemitizm kelimesinin anlamının; Yahudilere karşı bir “düşmanlık” ya da “önyargı” diye tanımlandığını göreceksiniz. Oxford, şu anda İslamofobi’ye bir karşılık bulmuş değil, o yüzden başka bir yerden bakmak durumunda kaldım ve başka bir kaynaktan açıklama buldum. Buna göre, oldukça etkili bir İngilizce raporda “Müslümanlara karşı mesnetsiz düşmanlık” ya da az önce John ESPOSITO’nun dediği gibi, “Müslümanlardan mantıksız bir şekilde korkulması” olarak tanımlanıyor. Burada İslamofobi’nin ve antisemitizm ortak tanımında, bir şekilde genellemenin, hedef almanın söz konusu olduğunu görüyoruz. Burada acı veren husus bir grubu ya da o grubun temel inançlarını hedef alan, bu grubun temel inançlarına karşı incitici ve irrasyonel bir genelleme olduğunu görüyoruz. Bu genellemelerin tipik örnekleri arasında; “Müslümanlar teröristtir”, “Yahudiler ucuzcudur” gibi söylemleri verebiliriz. Bir grubun temel inancına saldırıya örnek isterseniz, mesela Yahudiler için “Soykırım asla olmadı” demek ya da Müslümanlar için “İslam gerici bir dindir” demek, bunlar oldukça tipiktir. İslam’a karşı veya Yahudi dinine karşı yobazlığın bir yansımasıdır. Bunların bize ne gösterdiğinden ziyade, bu tanımların faydalı olup olmadığına bakabiliriz. Bunlar, belli bir grup insan hakkındaki genellemelerdir. Bizlere hep herhangi bir insan topluluğuna karşı genelleme yapmamamız gerektiği söylendi. Genelleme zararsız olsa dahi bunu yapmamalıyız, denildi. Verilere dayansa bile, bize hep “insanları genellemeyin” denildi. Bu görüşün çok mantıklı, anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Daima genelleme yapıyoruz ve aslında bu insan olmanın da bir icabı. Yani yapmamanız imkânsız, bu tür genellemeleri he- 31 32 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM pimiz her gün yapıyoruz. Diyelim ki, hava durumunu dinliyorsunuz, hava durumunda “Yüzde 60 yağmur yağacak” diyor, bu ne anlama geliyor; genellikle yağmur yağacak anlamı çıkıyor. O zaman ne yapıyorsunuz? Bir şemsiye alıyorsunuz işe giderken ve bir genellemeye istinaden bir davranışta bulunuyorsunuz. Bazılarınız, “insanlara gelince iş farklıdır, hava durumuna benzemez.” diyebilirsiniz. Ama insanlar da genelde birçok durumda genelleme yaparlar ve yapmaları da gerekir. Mesela, Amerika’nın Güneyinde 1950’lerde yaşayan siyahî biri olsaydınız, o zaman kentin beyazların hâkim olduğu kısmındaki bir bara kolunuzdaki beyaz bir hanımla girmemeniz akıllıca olurdu. Neden? Çünkü o zaman, Güneydeki çoğu beyaz ırkçıydı; bu bir genellemedir aynı zamanda da doğru. Martin Luther KING, her ne kadar önyargılara karşı mücadele etmiş olsa da hayatının son günlerinde şöyle söyledi: “Beyaz Amerikalıların çoğu ırkçıdır.” dedi. Bu kesinlikle bir genelleme olmakla birlikte doğru bir savdı ve bazı şartlarda mantıklı, aklıselim sahibi birçok kişiyi genellemeye tabii tutmak olabilir. Aptalca olan şey ise onları genellememek olabilir. Şimdi bazı durumlarda belli bir gruba dair negatif genellemeler meşru ya da en azından anlaşılır olabilir. Yani Yahudilerin çoğunluğu “Nazi Soykırımı” sonrasında Almanlardan nefret etti, bunda kimseyi şaşırtacak bir şey var mı? Filistinlilerin çoğu, Yahudilerden nefret etti; Filistin’de onların işgalleri sonrasında, bu da kimse için şaşırtıcı değildir. Bugün hâlâ bu soruyu yöneltebiliriz, acaba Almanlar bugünlerde Yahudileri sevmezse, Yahudiler de soykırımı kullanıyor, sömürüyor deyip de nefret ederse acaba bu da anlaşılabilir mi? Belki Yahudiler şimdi, “Biz Filistinlilerden nefret ediyoruz; çünkü Filistinliler bize karşı teröristlerin faaliyetlerini destekledi.” derlerse, acaba bu da anlaşılabilir bir durum olur mu? Burada karar vermek biraz zor. Bazı genellemeler meşru ya da anlaşılabilir dedik. Tabii bazı durumlarda da hepimiz, makul bir şekilde insanlara dair yapılan genellemelerin kesinlikle yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Mesela benim şehrim New York’ta hâlâ yürürlükte olan bir uygulama var, buna “durdur ve tara” deniliyor. New York’ta genellikle polisin rutin aramalarda siyahî kişileri durdurup onları aradığı uygulamanın adıdır. Herhangi siyahî bir kişiyi caddede çevirip arayabiliyor. Geçen yıl 600 bin siyahî kişiye bu uygulama yapıldı ve söyledikleri şey de “Biz suçla mücadele etmeye çalışıyoruz, o yüzden siyahîleri durdurup onları arıyoruz.” diyorlar. Ancak daha birkaç hafta önce bir federal yargıç şöyle bir karar verdi: “Hayır, insanlara dair bu meşru bir genelleme değildir. Tamam, belki işlenen suçların çoğunluğu siyahî kişiler tarafından gerçekleştiriliyor olabilir, ama bu şu anlama gelmiyor, siyahî kişilerin çoğunluğu da vahşi suçlulardır sonucunu yaratmıyor.” dedi. Böylece, “durdur ve ara” politikasının, uygulamasının Anayasaya aykırı olduğuna hükmetti. Federal hâkim, “Hatta bu doğru dahi olsa, yani siyahîleri durdurup aramak, suçu azaltmakta etkili oluyorsa bile yine de bu yanlış; çünkü suçlu olmayan siyahî nüfusta o kadar büyük bir aşağılanmaya, huzursuzluğa, olumsuzluğa yol açıyor ki, zararı faydasından büyük.” dedi. Müslümanlara ve Yahudilere, bunun gibi birçok genellemeler olmasına rağmen ve bunların yanlış olmasına rağmen, her olumsuz genelleme de, belli bir grup hakkındaki genelleme de illa yanlıştır diyemeyiz. Bunlardan bazıları da genellikle doğrudur. İşte tanım da zaten budur. Yani, bazı gruplarla ilgili, bazı genellemeler -negatif genellemeler de dâhil olmak üzere- doğrudur. Şimdi, antisemitizmin ve İslamofobi tanımının bir kısmı, bazı kişilerin deyişine göre, eğer incitici bir şeyse durdurulmalı ve yasaklanmalı. Buradaki birçok kişinin “İncitici, üzücü yorumları yasaklamalıyız, engellemeliyiz.” diye düşündüğünü biliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri’nde BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / buna “hayır” diyenlerde mevcut ve konuşmaların incitici olacağından izin verilmemesi gerektiğini söylüyorlar. Buna karşı çıkan grupsa, “İncitici mi, değil mi?” diye yorumlanmasından ziyade “Gerçek mi, değil mi?” diye yorumlanması gerektiğini söylüyorlar. İfade özgürlüğünün sınırlanmasını “incitici” diye yapılması gerektiğine inananlardan değilim, ikinci gruptanım. “Gerçek mi, değil mi, doğru mu, değil mi?” diye bakılması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bir ifade kişinin duygularını incitecekse bu “sansüre” sebep olmamalıdır. İngilizcede bir deyim vardır; “Hakikat yutması zor bir ilaçtır.”. Eğer bir şey doğruysa, gerçekse bazen bunları da kabul etmek zor olabiliyor. Eğer doğruysa o zaman kabul edilmesi lâzım; çünkü, birtakım idrak ettiğimiz gerçekler bizim için incitici, üzücü de olabilir. Şimdi bize aklıselim veya sağduyu şunu telkin eder: Bir kişiye “Evrim Teorisi”nden bahsettiğimizde, Hristiyanların birçoğu için incitici olabilir. Ama “Hristiyanlar bundan rahatsız oluyor.” diye “Evrimi” öğretmeyecek miyiz? İnsanın maymundan geldiği fikri birtakım insanları, “Hristiyanları incitiyor” diye öğretmeyecek miyiz okulda? Esasında, burada siyaseten doğruculuk olarak tabir edilen şey nedeniyle Batı’da bu tür fikirler “incitici” diye sansürlenmektedir. Bu da Batı’da çok ikiyüzlü bir şekilde uygulanmaktadır. Mesela liberal birtakım öğretmenler var, öğretmenlerin birçoğu Liberal ve özgürlükçü, bunlar aslında sınıflarında birtakım azınlık grubu öğrencileri ya da kadınların aleyhine incitici olabilecek şeylerden kaçınmaya çok dikkat ediyorlar. Ama yine aynı öğretmenler “kadınların kürtaj hakkını da desteklememiz gerekir.” diyorlar. Bu da birçok Hristiyan’ı rahatsız ediyor, birçok Hristiyan da kürtaja bu şekilde destek verilmesinden ciddi şekilde rahatsız oluyor. Peki o zaman ne olacak? Siyaseten doğruculuk veya duyarlı olmak adına birtakım grupları, kadınları, azınlık gruplarını incitmemek için bu sefer başka birtakım insan gruplarını rahatsız etmiş oluyorsunuz. Ama zaten “Bu insan gruplarını rahatsız etmek mesele değil.” demiş duruma geliyorsunuz, bu da ikiyüzlülükten başka bir şey değil. Aynı zamanda “Bazı kişileri, bazı grupları rahatsız ediyor diye susacağız, bir şey demeyeceğiz.”, dediğinizde aslında bu sevmediğiniz şeylere karşı sessiz kalmış, başınızı kuma gömmüş oluyorsunuz. Birçok üniversite kampüsünde Yahudi öğrenciler beni konuşmaktan men etmeye çalışıyor; çünkü İsrail’e dair fikirlerimin birilerini rahatsız ettiğini, incittiğini iddia ediyorlar ve buradaki Yahudi öğrencileri korkuttuğumu söylüyorlar. Yani, şimdi muhtemelen de onların duyguları da inciniyordur, onları rahatsız ediyordur ve hatta bazıları da korkuyordur. Ne yapacağız, ben o zaman yasaklanmalı mıyım, konuşma yapmam yasaklanmalı mı? İsraillileri rahatsız ediyor, onları korkutuyor diye mani mi olunmalı? Ama siyaseten “doğruluk” denen şeyin mantığı bundan ibaret. Bir standart oturtuluyor ve başkalarının hislerini inciten veya onları rahatsız eden ya da onları korkutan şeyler bizi konuşmaktan men ediyor. Çok uzun yıllar, neredeyse 20 yıl boyunca çok sayıda öğrenciye ders verdim; bir sömestirde yüzlerce öğrenciye veriyordum. Gayet idrakindeyim, öyle durumlar olabiliyor ki sınıfta derslerde söylediğimiz bir şey öğrencileri o kadar rahatsız edip, o kadar üzebiliyor ki artık sınıftaki görevlerini ifa edemez hale geliyorlar. Şöyle diyelim; Almanya’daki bir sınıfta ders veriyorsunuz ve Alman bir akademisyen de derste şöyle bir teklifte bulunmak istiyor, “Yahudiler, bu soykırım işini biraz abartıyorlar.”. Sınıftaki Yahudi bir öğrenci, bundan son derece rahatsız olacak. Başka bir örnek verelim; Hollandalı bir akademisyen, sınıfında “İslam nefret dolu bir dindir.” dedi, o zaman sınıfın bir köşesindeki bir başına oturan Müslüman öğrenci tabii ki yıkılacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nde bir profesör, eğer siyahî kişilerin entelektüel olarak beyazlardan daha aşağıda olduğunu söylese, o zaman bir kenarda tek başına oturan siyahî öğrenci paramparça olacaktır. Hakikaten çok güçlü bir karaktere sahip olmanız lazım ki böyle bir sözün karşısında sağlam durabilesiniz. 33 34 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM Bunun gibi başka şeyler de var, hangi konulara, hangi başlıkları meşru olarak öğretebilirsiniz. Bunlar ne kadar acı veriyor olsa dahi, kıymetli ve önemli meseleler olduğu için, hangilerini öğretmeye hâlâ devam etmemiz gerekir, hangilerinden imtina etmeniz gerekiyor? Söylemek istediğim çok fazla şeyler vardı, ama burada keseceğim. Ümit ediyorum ki, verimli bir tartışmada sözlerimin kalanını tamamlama imkânım olur. Teşekkürler. İbrahim KALIN Sayın FINKELSTEIN’e sunumu için teşekkür ediyoruz. İnsanların maruz kaldığı farklı ayrımcılıklar, genelleştirmeler üzerine önemli gözlemlerde bulundu. Soru-cevap kısmında bu tartışmayı devam ettirmeyi umuyoruz. Şimdi üçüncü konuşmacımız Fatma BENLİ Hanım da bize “İslamofobi ve Kadın Hakları” konusunu arz edecekler; buyurun efendim. “İSLAMOFOBİ VE KADIN HAKLARI” Fatma BENLİ Saygıdeğer katılımcılar; ben hepinize dünyanın birçok yerinden gelerek, bilgi ve düşüncelerinizi bizimle paylaşmak istediğiniz için, çalıştaylara katılarak bizimle deneyimlerinizi paylaştığınız ve dinlemeye geldiğiniz için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Hepimiz biliyoruz ki, 2001 yılında “İkiz Kulelere” karşı gerçekleştirilen şaibeli saldırılar küresel ölçekte pek çok olumsuz sonuçlara sebep olurken, özellikle Avrupa ve Amerika’da etkileri daha da artan İslamofobi ile karşı karşıya kalmamıza sebebiyet verdi. İslamofobiye İslam’dan korku ve bunun karşılığında da Müslümanlara olan hasmane davranışlar demek mümkün. Bu ifade bir nevi “Her Müslüman belki terörist değildir, ama her terörist Müslümandır.” şeklinde somutlaştı. Yaygın medyanın etkisiyle de insanların Müslümanlara karşı olumsuz tavırlar geliştirmesi ve onlardan korkmasına, onları farklılaştırmasına ve etiketlemesine sebebiyet verdi. Bunlardan en çok etkilenen de kadınlar oldu, özellikle ilk anda Müslüman olduğu anlaşılan başörtülü kadınlar oldu. Başını örtmemeyi tercih eden Müslüman kadınlar isimleri öğrenilmediği, isimlerinden Müslüman oldukları anlaşılmadığı müddetçe bu ayrımcılıktan daha az etkilendi. Nitekim Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi de Müslüman kadınlara olan ayrımcılığın özellikle arttığını ve devletlerin özel önlemler alması gerektiğini ifade etti. Müslüman kadınların, klişeleşmiş, önyargılar yüzünden farklı muamelelere maruz kaldığını söyledi. Bence buna en iyi örneklerden bir tanesi, bir kadının başını örttüğünde, sokağa çıktığında farklı muameleyle nasıl karşılaştığını gözlemleme açısından bir Rus gazetecinin yaptığı deneyim. Ülkesinde başörtülü kadınlara karşı gerçekleştirilen saldırılar arttığında başını örtüp sokağa çıktığında yaşadıklarını gazeteye yazdı. İnsanların onunla göz göze gelmekten çekindiklerini, hatta bazen kaldırım değiştirdiklerini, bilet almak istediği zaman karşı çıktıklarını ve kendisine karşı belki taş atmadıklarını, ama nefreti sezebildiğini söyledi. Bu yaşanan binlerce örnekten bir tanesiydi. Bence bu örneğin önemli etkilerinden bir tanesi, belki de var olmayan o ayrımcı, o hasmane tutumun insanlarda sanki varmış gibi hissedilmesidir. Ve bir olumsuz örneğin, binlerce kadın üzerinde hayatlarını etkileyecek, hayatlarını kısıtlayacak, onların dışarı çıkmalarını ya da kamu hayatına katılmalarını engelleyecek şekilde psikolojik baskı oluşturması. Sabah da gördük, maalesef Müslümanlara karşı çok olumsuz tavırlar söz konusu, insanlar çok hasmane hakaretler edebiliyorlar. Hatta Kur’an yakmaya varan çok uç örnekler yaşabili- BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / yoruz. Ama neticesinde, bu hasmane tutumlara karşı çıkan da pek çok insan var, belki buna değinmek gerekiyor. Geçtiğimiz ay İsveç’te hamile başörtülü bir kadın, sırf Müslüman olduğu için saldırıya uğradı. Müslüman olduğu için saldırıya uğradığını biliyoruz, bunu vehmetmiyoruz. Ona hakaret eden, saldıran saldırgan, “Senin bu ülkede yaşamaya hakkın yok.” diyordu. Bu çok olumsuz bir örnekti. Bence o olumsuz örnekten çıkan bir sonuç da; ülkedeki insanların buna karşı çıkış şekliydi. İnsanlar bunu eleştirirken, bu saldırıyı kınarken pek çok kadın, hatta bazı erkekler başörtüsü kullanmak suretiyle profil fotoğraflarına bunu yansıttılar ve ayrımcılığa karşı olduklarını ifade etti. Bence İslamofobi ile mücadele etmek istiyorsak yapmamız gereken şey; bu tarz örneklerin artmasıdır. Çünkü İslam’dan korku ya da İslam’ın hayattaki pratiklerinden doğan korkunun biliyoruz ki, somut bir sebebi yok, hiçbir zaman için somut bir sebebi yok. Fransa 2011 yılında peçeli kadınların ülkeye girmesini yasakladı, hatta ağır cezalar verdi. Bunu yaparken ülkesinde 5 milyon Müslüman insan bulunuyordu ve bir araştırmaya göre de ülkesinde bulunan peçeli kadın sayısı 2 binden fazla değildi. O ülkedeki 2 bin kadının sistemi tehdit etmeyeceği, rejimi değiştirmeyeceği aşikâr olmasına karşın Fransa, “Ben doğruyum, ben haklıyım, dolayısıyla başkalarına da kendi doğrumu dikte ederim.” davranışıyla bunu gerçekleştirebildi. Belki uluslararası toplumun veya o ülkedeki Müslümanların yeterince karşı çıkmaması, yeterince haklı olduğunu ifade edememesinden dolayı da devam ettirebildi. Aslında bu Müslümanları önce ötekileştirip, sonra onları korkulan, tehdit unsuru haline getiren -buna Türkiye’den de örnek vermem mümkün- Fransa peçeyi yasaklarken, Fransız toplumuna “Peçenin kadınları ne kadar çok olumsuz etkilediğini, onların hak ve hürriyetlerini ihlal ettiğini ve aslında peçeyi yasaklayarak onları özgürleştirdiğine ilişkin” argümanlar kullanarak bu yasağı temellendirmiştir. Bizim için de aynı şey geçerli aslında, İslamofobi ile mücadelede veya İslamofobi’nin yaptığı ayrımcılıkların nasıl meşrulaştırıldığına örnek olarak Türkiye’de uzun süre yaşanan başörtüsü yasağını vermek istiyorum. Konuşmanın başında beni takdim ederken, İstanbul Üniversitesi’nde doktora yaptığımı söylediler. Aslında halen yüksek lisansını tamamlayamayan bir öğrenci konumundayım. Çünkü 1998-2010 yılları arasında 12 sene boyunca üniversiteye başörtülü kadınların girmesine fiili anlamda imkân yoktu. Bu nedenle yüksek lisansımı yarıda bırakmak zorunda kaldım, 200 küsur sayfalık bir tez yazmıştım, ama sunamadım. Oniki sene sonra ancak okula geri dönüp, o yazdığım tezi tekrar güncellemek durumundayım. Peki, neden başörtülü kadınlar Türkiye gibi çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede üniversiteye giremedi ya da çok uzun zaman ya da halen devam eden şekilde çalışma hakları kısıtlanıyor veya hayatın değişik alanlarında bulundukları zaman, küresel ölçekteki Müslümanların bulunduğu ötekileştirmeye, o farklı davranmaya neden maruz kalıyorlar? Bunun üzerine düşünmemiz gerekiyor; çünkü Türkiye, çoğunluğu Müslüman olan bir ülke, hem de başörtüsünün toplum tarafından kabul görmediği bir ülke değil, hatta ülkedeki kadınların yarıdan fazlası başını örtüyor. Ama bu başörtüsü yasağını temellendirebilmek için, çok uzun süre kullanabilmek için insanlar onları farklılaştırdılar “Türbanlılar” adı altında etiketlediler. Farklı olduklarını, başörtülerini takmak suretiyle toplumun içerisinde yer aldıklarında rejimi değiştirmek istediklerini ileri sürdüler. Başörtülü olarak okullarda, üniversitelerde ya da kamu hayatında bulunmasının, çalışıyor olmasının Türkiye’nin lâik rejimini tehdit edebileceğini, hatta başörtüsü bulunan öğrencilerin diğer öğrenciler üzerine baskı kurabileceğini, başörtüsüz öğrenciler üzerinde olumsuz etki yaratabileceğini ifade ettiler. Pek çok meşrulaştırma gerekçesi kullandılar. İşin ilginç tarafı buna inanan pek çok insan oldu ve bu nedenle başörtüsü yasağı gibi yakıcı bir yasak, on binlerce, aileleriyle birlikte yüzbinlerce insanı etkileyen bir yasak çok uzun süre devam etti. Şimdi bundan dersler almamız gerektiğine inanıyorum, çünkü İslamofobi’de de aynı durum geçerli. Önce Müslümanları farklı kategorilere ayırıyorlar, etiketliyorlar, sonra değişik sebep- 35 36 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM lerle korkulan, tehdit unsuru olan insanlar olarak gösteriyorlar. Bunun neticesinde de yapılan her ayrımcı davranış, hatta Almanya’daki Türklerin evinin yakılması gibi, ama o konuda da “Anadolu’ya dönmeliler!” gibi bir sebeple meşrulaştırılabiliyor. Bu nedenle de toplumdan destek bulabiliyorlar. Bizim mücadele etmemiz gereken şey bu farklılaştırmaya, ötekileştirmeye, insanları tek kimlikleri üzerinden homojenleştirmeye karşı olmak. Sadece “başörtülüler” diye bir grup yok, dünyada da sadece Müslümanlar diye bir grup yok. Farklı davranışları olan, algıları, farklı dünya görüşleri olan, hayatlarıyla ilgili farklı düşünceleri olan insanlar var. Bu dünyada da suç işleyen, hatta Batılıları sevmeyen, onlara karşı suç işlemiş olan, onların varlıklarını tehdit etmiş olan Müslümanlar var. Ama tam aksi olan Hristiyan veya diğer din mensupları da var. Dolayısıyla insanları etiketlemek ve onları Müslümanlar adı altında “homojenleştirmek” ve daha sonra yapılan davranışları haklı göstermeyi hiçbir şekilde mazur göstermez. Ne yapacağız? Müslümanları sevmiyorlar, özellikle bunu politika aracı olarak kullanan, daha çok oy almak adına insanları birbirine karşı kışkırtan, dünyayı sadece kendilerine ait sanan, sadece kendilerinin hak ve hürriyetlerine sahip olduklarına inanan insanların varlığını gördük, bunlara karşı ne yapacağız? Önemli olan onların davranışlarının doğru olmadığının bilincine varacağız, aslında bence tek yapılması gereken şey o. Biz kendimizi anlatmayı başarırsak, kamu alanının içinde bulunmayı başarırsak, kendimiz olarak davranmayı başarırsak en azından minik adımlarla ilerlemeyi başarırız. Onlara karşı yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Zaten onlara karşı ne yaptığınız da çok önemli değil, önemli olan bizim görevimizi gerçekleştirip, gerçekleştirmediğimiz. Sonuçta bütün devletler, ülkelerinde bulunan herkesin, sadece vatandaşlarının değil, herkesin hak ve hürriyetlerini korumak zorundadır. Devletler ülkelerinde yaşayan insanların dinlerine göre farklı muameleleri meşru göremezler. Evet, nefret suçları için bazı ülkelerde çok ağır cezalar öngörülmemiş durumda, ama hakaret, tehdit, aşağılama, ayrımcılık, bütün ülkelerin mevzuatlarında yasak olarak belirlenmiştir, buna Türkiye de dâhildir. Dolayısıyla yapılması gereken şey, her türlü ayrımcı muamelenin, Müslüman ya da farklı olunduğu için ya da farklı göründüğü için kişilere karşı yapılan ve onların hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasıyla, sahip oldukları hakları yeterince kullanmamalarıyla sonuçlanan her türlü davranışın farkında olmak. Bunu yaygınlaştırmak, yapılabilecek her türlü kuruma müracaat etmek ve bireysel olarak buna güç yetiştiremediğiniz durumlarda da sivil toplum kuruluşlarına destek olmak. Sabahleyin bahsedildi; BM, AGİT gibi pek çok uluslararası kuruluş var ve bunların yıllık toplantıları yapılıyor. Her üye bu toplantılarda ülkelerindeki hak ve hürriyetleri ne kadar kullandığına dair rapor vermek zorunda, hesap vermek zorundadır. Bizlerin de sivil toplum kuruluşları temsilcileri olarak o toplantılarda bulunup, ülkesinde İslamofobi’ye karşı, yaşanan ayrımcılıklara karşı yeterince mücadele etmeyen, etkin önlem almayan, insanların birbirine karşı kışkırtılmasına, haklarının kullanılmasını engelleyemeyenleri deşifre etmeniz ve yaptığı yanlışları ifade etmeniz gerekiyor. Ayrıca, farkındalığı oluşturmak için insanlarla bir arada olmaya çalışmalıyız. Zira, İslamofobi ya da insanların dışlanması, maalesef dışlanan grupların da kendi içine kapanmasıyla sonuçlanıyor. Herkes kendi içerisinde yaşamaya devam ettiği için kendisini anlatmak, önyargıyı kırmak için çaba göstermek zorunda hissetmiyor maalesef. Belki bu noktada yapmamız gereken şey, önyargıların kırılması için çaba göstermeye devam etmek. Bu her birimizin çok basit olarak gerçekleştirebileceği ve bunu yaptığımız zaman sadece kendimize değil, bizden sonraki nesillere de fayda sağlayabileceği bir süreç aslında. Ben süremi çok fazla aşmak istemiyorum, ama kadın konusunun çok önemli olduğuna inanıyorum. Evet, bütün dünyada kadınlara karşı ciddi bir ayrımcılık söz konusu, ama bir taraftan BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / da Müslüman ülkelerdeki kadınların haklarını kullanmasına ilişkin ciddi bir önyargı var. O önyargıların bir kısmı “ana akım medya” yüzünden kullanılmış durumda, bir kısmı “bireysel” örneklerin çok fazla abartılmasından kaynaklanıyor. Bir kısmı da kendi içlerinizde sahip olduğumuz hakları kendi kendimize de vermemizden kaynaklanıyor, bunu da kabullenmemiz gerekiyor. Şimdi neden kadın hakları diyoruz, neden insan hakları terimi varken bir de kadın hakları diyoruz? Çünkü o kadının insan hakları, kadınların insan olarak sahip oldukları, ama kadın olmaları nedeniyle yeterli güç ve kaynaklara sahip olmamaları nedeniyle daha fazla ihlale açık olan haklar ve maalesef bu bütün dünya için de geçerlidir. Halbuki haklar herkes için geçerlidir. Devletler, uluslararası sözleşmelerde bu hakları sadece tanıyor, onları vermiyor. Newton, nasıl “Yerçekimi Kanunu”nu bulana kadar insanlar havada yürümüyordu, onlar zaten vardı. Biz bu haklara insan olma onurumuz nedeniyle sahibiz, yani doğuştan “Rabbimin” bize verdiği haklar ve bu her ne kadar “İslam’da kadın hakları çok fazladır, İslam zaten şiddete karşıdır.” dediğimiz halde, maalesef kendi içimizde, kendi dinimizin gereklerini yerine getiremiyoruz. Çok basit bir örnek, İslam’ı bu konunun dışında tutup, insan hakları belgelerine bakarsak, kadın hakları 1215’lere kadar gerilere gidiyor. Hatta çok gelişmiş olduğunu iddia eden ülkelerde bile, kadınların oy kullanma hakları, mülkiyet hakları, değişik hakları kullanmaları gerçekten çok geç verilmiş durumda. Hatta İngiltere’de, 18’inci yüzyılın ikinci yarısında ancak mülk edinme hakkına sahipler. Ama bu kadar minik minik adımlarla ilerledikleri halde, bugün çok rahatlıkla bizimle ilgili olumsuz önyargılarda bulunma hakkını kendilerinde görüyorlar. Halbuki kendi örneğimize bakarsak, kendi içimize dönüp bakarsak, Peygamberimizin eşi Hazreti Hatice’nin kervanları olduğunu biliyoruz, demek ki onların mülkiyet hakkı vardı. Biliyoruz ki, Peygamberimiz, Mekke’den Medine’ye giderken kendisini davet edenler arasında kadınlardan da “biat” almıştı, onu elini suya koyarak yapmıştı. Onlara, “Siz kadınsınız, benim sizin biatinize ihtiyacımız yok.” dememiştir. Ama buna rağmen biz çok da ileride bir yerde başlamamıza rağmen, maalesef geldiğimiz nokta çok iyi olmayabiliyor ve bazı İslam ülkelerinde kadınların oy vermesine ilişkin sıkıntılarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Pek çok ülkede yaşanan sorunlar var ve maalesef “İslam’da da kadınlara yeterince değer verilmiyor.” şeklinde bir algıya sebebiyet veriyor. Bir tanesi şiddettir ve dünyada yaygın bir durum ve hatta bütün dünyada şiddet nedeniyle ölen kadın sayısı, savaşlarda ve açlıktan ölen kadın sayısından daha fazladır. Ama bu beni ilgilendirmiyor, bütün dünyada şiddet oranı çok yüksek olabilir, ama İslam ülkelerinde olmaması gerekir. Çünkü hiçbir zaman eşine el kaldırmamış, hatta kendi kıyafetlerini kendisi yıkamış bir Peygamberin misyonundan geliyoruz. Biz kendi değerlerimize dönemediğimiz için, kendi içimizdeki hataları ortadan kaldıramadığımız için ve maalesef genellemelerle bütün dünyada çok da olumsuz bir şekilde ortaya çıkabiliyor. Zaten İslamofobi şeklinde, göçmenlik algısının da getirdiği, insanların maddi imkânlarını da paylaşmaktan duydukları olumsuz duygularla var olan korku paranoyası maalesef kadınlar üzerinde çok daha fazla gerçekleşebiliyor. Son olarak şunu söyleyeceğim: Birilerini eleştirmek çok önemli değil, ama ortada bir sorun varsa hepimizin içimize dönüp “Ben ne yapabilirim?” diye bakması gerekiyor. Ben dün, Nevşehir’de “ayrımcılık” konulu, Avrupalı Birliği parlamenterlerinin katıldığı bir toplantıdaydım. Avrupa’dan gelen bir Türk, “Avrupa’da Türk ailelerinin, Müslüman ailelerinin çocukları evde şiddet gördüğü için alınıyor ve eşcinsellere veriliyor, bunu nasıl buluyorsunuz?” dedi. Ülkelerin, anne-babanın, çocuğun dini inancına uygun yetiştirme hakkını dikkate alması gerekir. Bu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde var olan bir uygulama. Şunu da düşünmemiz gerekiyor: Bu ülkede, böyle bir uygulama var, bir; Müslüman camiada bizim yapmamız gere- 37 38 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM ken, aile içindeki şiddet vakalarını sıfırlamak, dediğim gibi göçmenlikle alakalı bir durumdur. İki; böyle bir durum varsa, kendi kriterlerimizi oluşturup bu sorunu çözmek, üç; koruyucu ailelik dediğimiz şey, gönüllülüktür, Müslüman aileler gönüllü olmuyormuş ki, o ülkede onlara veririz. Bize göre de bu durum, asla ve katiyen olmaması gereken bir şey, o zaman bizim üzerimize düşeni yapmamız ve kendi ülkemizde böyle problemi olan insanlara ilişkin “Koruyucu Aile” olmak için mücadele vermemiz gerekiyor. Sonuçta hepimiz öldüğümüz zaman, “Başkası ne yaptı?” diye sorulmayacak bize, “Sen ne yaptın?” diye sorulacak. Umudum o ki, hepimizin niyeti halis, iyi şeyler yapmaya niyetliyiz, iyi şeyler de başarabilelim. Çok teşekkür ederim. İbrahim KALIN Fatma BENLİ Hanımefendiye de sunumları için teşekkür ediyoruz. İslamofobi konusunun önemli bahislerinden birisine, kadın konusuna, başörtü meselesine değindi. Umarım sorucevap kısmında bunu biraz daha açma imkânımız olacak. Panelimizin son konuşmacısı, Marwan MOHAMMED, kendisi bize Fransa’daki tabloyu aktaracak; dinliyoruz kendilerini. “FRANSA’DA MÜSLÜMAN PROBLEMİNİN İNŞASI” Marwan MOHAMMED Bayanlar, Baylar, Sayın Başbakan Yardımcısı; Organizasyona, bütün katılımcılara teşekkür ediyorum. Burada sizin aranızda olmaktan dolayı çok memnunum. Burada olmaktan ve İslamofobi’den bahsetmekten çok memnunum. İstanbul gerçekten mükemmel, bulunduğumuz yer çok güzel ve konuştuğumuz konular da çok ciddi, ikisi paralel gidiyor. Küçük bir şeyi düzeltmek istiyorum, Fransa’da İslamofobi karşıtı kolektifin sözcüsü olarak sunuldum. Ama grubun sözcüsü de burada, onun ismi de Marwan MOHAMMED, ama o ben değilim, böyle bir karışıklık oldu, hep oluyor zaten. Bu küçük noktayı belirttikten sonra, şunu söylemek istiyorum, sadece araştırmacıyım, bütün siyasi seferberlik vesaire işler, Marwan MOHAMMED’in ve örgütünün eseri, benim değil. Burada bahsetmek istediğim konu; Fransa ve Müslümanları, Fransa ve Müslümanlar sorunu, Fransa ve İslamofobi. Bu konuyu üç noktada ele almak istiyorum. Birinci noktada, Abdellalli HAJJAT ile birlikte ki, onunla birlikte çalışıyorum, onunla birlikte bu kitabı Eylül ayında yayınladık- Fransa’daki durumu anlatacağım. İkinci olarak; Fransa’daki İslamofobi’yi nasıl ele aldık ve İslam probleminin yaratılmış olduğunu düşünüyoruz. Üçüncü olarak; bir örnek sunacağım sizlere, Müslüman sorunu, Fransa’da nasıl inşa edildi, bununla ilgili bir örnek. Sizden özür dilemek istiyorum, benim sunumum tam değil ve mükemmel de değil, bu yüzden sizden baştan özür dilemek istiyorum. İslamofobi’nin tam bir tanımını yapmak ve bütün teorik yaklaşımları kapsayan bir tanımını yapmak çok zor. Akademisyen arkadaşlarım da burada, bütün araştırmaları kapsayacak bir tanım yok. Dolayısıyla, İslamofobi hakkında bir sentez yapmak zorlaşıyor ve bilimsel olarak İslamofobi terimini kullanmak da zorlaşıyor, terim olarak sorun yaratan bir terim. İsim verdiğiniz anda sınıflandırmış oluyorsunuz, sınıflandırdığınız zaman da sınır koymuş ve dolayısıyla hep tam olmayan, tamamlanmamış bir tanım oluyor. Arkadaşlarımızın da araştırmaları sonucunda elde ettiğimiz tanım şuydu; İslamofobi’yi bir düşünce, hareket, eylem olarak değil, sosyal, toplumsal bir fenomen, genel, toplumsal, kar- BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / maşık bir fenomen olarak ele aldık. Bu bir ırkçılaştırma ya da ötekileştirme, yani bunu sadece bir din, Müslüman olarak görmek ve sadece dini olarak ya da ırksal ve dini olarak, küçülterek, indirgeyerek bireyi küçültmek, en temel noktası budur. Mesela; başörtülü bir kadın militan olabilir, entelektüel olabilir, akademisyen olabilir, İslamofobi’nin bakış açısından o kadın sadece Müslüman’dır. Bazı insanlar, 11 Eylül’den sonra Müslüman sanıldığı için öldürüldü. Bir kadına mesela, başını açması emredildi; kemoterapi tedavisi gören, Hristiyan bir kadındı ve havaalanında başını örttüğü için açtırdılar. Ama o da İslamofobi’nin mağduru oldu. Bu tür eylemler dünyada çeşitlilik arz ediyor. Fransa’da bu olgu marjinalleştirilmiş topluluklar nedeniyle ortaya çıkıyor. Bu nokta çok önemlidir. En temel nokta, Müslüman azınlıkların, Müslümanlara görünürlüğünün meşru olup olmamasıdır. İslam’ın ortaya çıkışı eşitliğin reddine dayandırılıyor. Azınlıklar, asimile edilmiş yerler dışında yer istediklerinde, farklı toplumsal alanlarda akademi, siyaset, idari, ekonomik alanlar olsun, başka yerler işgal etmeye başladıklarında ve kendileri görünür olmaya başladıklarında kitlesel olarak eşitliğin reddi başlıyor. Bu durum tarih içinde bazı fikirler üzerinde beyin jimnastiği yapılmasından kaynaklanıyor. Bütün bu önyargılar, İslam karşıtı bir arşive dayanıyor. İslam ortaya çıktığı andan itibaren, İslam karşıtı bir arşiv de yavaş yavaş oluşmaya başlıyor. İslamofobi işte bu arşivden kaynağını alıyor ve bu arşiv bütün negatif önyargıları da besliyor. Günümüzde İslamofobi’yi, sosyal ve cinsiyetçi yönlerini görmezlikten gelemeyiz. İslamofobi Fransa’da özellikle kadınlara yönelik bir fenomendir. Irkçılık ve cinsiyetçilikle çok yakın olduğu yerler var İslamofobi’nin. Fransa’da Müslüman sorunun bir çözümü var; vücutların ya da zihinlerin disipline edilmesi, yani Müslümanların şöyle ya da böyle giyinmelerini sağlamak ya da sosyal, ekonomik olarak, şöyle ya da böyle giyinirse cezalandırmak gibi. En radikal gruplar, aşırı sağdaki gruplar bunlar, sadece disiplinize etmek değil, ortadan kaldırmak, ülke dışına atmak şeklinde savunuluyor, ama bunlar çoğunlukla marjinal gruplardır. İkinci bahsetmek istediğim nokta da bizim yaklaşımımızdır. Bu teorik bir çerçeveye dayanıyor. Müslüman karşıtlığı sorununun toplumsal olarak inşa edildiğine inanıyorum. Neden öyle düşünüyorum? Çünkü bütün toplumsal olaylar, toplumsal sorunların inşa edilmesine yol açmıyor. Örneğin Fransa’da dini olan ancak İslami olmayan uygulamalar var. Ve bunlar toplumsal bir sorun olarak görünmüyor. Mesela geleneksel Katolikler aktif olarak kürtaja ya da aynı cinsiyetten kişilerin evlenmesine karşı eylemlerde bulunuyor. Afrika mahallelerinde “pankotist”ler var, onlar da başka bir dini pratik güdüyorlar. Europol’de ayrımcılık ve bölgesel ayrılıkçı suçların raporları yapıldı ve bütün bu suçlar sınıflandırıldı. Müslümanların yaptıkları söylenen suçlar, 2008-2011 arasında her yıl yüzde 0 ile 1,2 arasında seyrediyor. Bu oran ayrımcı grupların faaliyetlerine oranla çok daha düşüktür. Mesela ayrımcılık daha yoğun görülüyor, ama Müslüman karşıtlığı sorunu gibi toplumsal bir soruna yol açmıyor. Bu örneklerden yola çıktık, başka örnekler de var. Mesela yoksulluk ilerliyor, eşitsizlik artıyor ve Fransa’daki toplumun kısmında var, insanların karnı aç, ama bunlar çok daha az gündeme geliyor. Müslümanların yarattığı sorunlardan ise çok daha fazla bahsediliyor. Yüzünü peçeyle örten 2.500 kadından ya da camileri olmadığı için sokakta namaz kılan insanlardan çok daha fazla bahsediliyor. Toplumsal bir olayın problem haline gelmesi için üç koşul var: bir komplo yok tabii ki, birileri bir salonda oturup “haydi İslamofobi’yi yaratalım!” demiyor, bir düğmeye basmıyor, böyle olmuyor. Üç koşul var. Birincisi; İslam’a ve Müslümanlara karşı bir perspektifin varlığı, bazı olaylar özellikle seçilip üzerinde konuşuluyor. İkinci koşul; birçok aktörün seferber edilmesi, 39 40 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM bu aktörler devlette, özelde, farklı farklı yerlerde olabilir. İdari, siyasi alanda, medyada, derneklerde, farklı farklı insanlar seferber oluyor ve bir bilinç yaratmaya çalışıyorlar. Bu İslam’ın bir sorun olduğuna dair bir bilinçtir. Üçüncüsü; bir norm koşulu, yani bir kural ve bu kurala göre bir sorun var deniliyor. Mesela Fransa için, “Ulusun homojenliği, ulusun kimliği, ulusun değerleri İslam tarafından tehdit ediliyor.” deniliyor. Özellikle de eski sömürge ülkelerden gelen göçmenlerin pratikleri tarafından. Müslüman sorunu inşa ediliyor ama en yakın dönem için şunu söyleyebiliriz: 1979 ve İran Devrimi kilit bir tarih bence. 1980’li yılların başı, sonra Saint Michael’deki 1995-1996 saldırıları, 11 Eylül, Madrid olayları, Londra saldırıları vs. Tamamen Müslümanların davranışlarından kaynaklanan sorunlar yok demiyorum, şöyle bir şey var. Yeni bir dinselleşme, uluslararası düzeyde yeni jeopolitik durumlar var ve bunlar da toplumlarda bazı yansımalar buluyor. Sorun şu, neden sürekli ve aşırı derecede medyatize edilen böyle bir sorun var? Başka sorunlar var toplumlarda, ama yeteri kadar medyatize edilmiyor. Azınlık sorunu olan olaylar neden bütün Müslümanlara mal ediliyor? İslamofobi’nin inşasında bu çok önemli; yani, şu ya da bu kişinin bilmem ne banliyösünde yarattığı sorun bütün Müslümanları bir şekilde ilgilendiriyor. Başka azınlıklar için ya da başka sosyal gruplar için öyle bir şey yapılmıyor. Bunlar sadece Müslümanlara ve Romanlara yapılıyor Fransa’da, iki topluma yapılıyor sadece. Bu İslam sorununun inşa edilmesinin tabii ki sonuçları var, medya seferberliği mesela. Burada birkaç örnek görüyorsunuz, dergilerin kapakları bunlar. İslam sorununu Fransa’da ele alıyorlar, “İslam, Fransızları korkutuyor”, “İslam hayaletiyle nasıl terörist yaratırsınız” vs. gibi başlıklar. Sonuç olarak size bazı sayılar ve grafikler göstermek istiyorum. Bunlar görüşlerle ilgili yapılan anketlerden elde edilen sonuçlar, İslam kültürü ile ilgili; “Acaba farklı dini pratiklere karşı saygı duyulması bir sorun mudur?” sorusuna verilen cevap, “Başörtüsü sorun mudur?” sorusuna verilen cevaplar. Fransızların yaklaşık yüzde 80’i “başörtüsünün” problem olduğunu düşünüyor. Yüzde 40’ı, Kurban Bayramı’nda kesilen koyunların sorun olduğunu düşünüyor. Bu, yılda bir gün yapılan bir şey, ama sosyal bir sorun olarak görünüyor. Kurban Bayramı’nda hayvanların acı çektiği şeklinde gündem yaratılıyor. Sanki Kurban Bayramı olmasa hayvanlar acı çekmiyor gibi bir düşünce yaratılıyor. Farklı İslamofobi ölçüm kaynakları var. Mesela İslamofobi kolektifin ölçülerine bakarsak, 2002 yılından bu yana gerçekten giderek daha da fazla İslam karşıtı eylem görüyoruz. Her hafta bazı camilere zarar veriliyor, saldırılarda bulunuluyor. Ama bireylere yapılan saldırılar giderek daha önemli hale geliyor. Birçok başörtülü kadın erkeklerin saldırısına uğradı. Bir kadın hamileydi ve bebeğini kaybetti, bu da Fransız medyasında çok ateşli bir tartışmaya yol açtı. Son olarak şunu söylemek istiyorum, İslam sorunu nasıl inşa ediliyor? 2009-2010’daki başörtüsü sorunundan bahsetmek istiyorum. Sonunda okullarda başörtüsü ve çarşafın da sokaklarda giyilmesi yasaklandı. Üniversitede de şirketlerde de hatta çocuklara bakıcı olarak bakıyorsa evinde bile başörtüsünün yasaklanmasına kadar tartışma büyüdü. Cuma namazı esnasında sokaklarda namaz kılınmasıyla ilgili sorunlardan bahsetmiyorum bile ve bazı entelektüeller dinsellikle, vatandaşlık arasında bağ kuramıyorlar. Bundan sadece bir örnekle bahsetmek istiyorum; 1980’li yılların başındaki ilk örneklerden biri, bu eylemden itibaren birçok şey öğrenmiş olduk. 1982 yılının Nisan ve Mayıs aylarında, Paris’te grevler vardı, “Citröen” markasında, genel olarak otomotiv sektöründe geleneksel işçi grevleri vardı ve istihdam, çalışma koşulları ve sendikal özgürlükler, bireysel özgürlükler konusunda grevler yapıldı, ama işten çıkarmalar gerçekleşti. İlk önce Faslılar işten çıkartıldı ve sendikaları işgal ettiler. Burada genel kamuoyu önünde İslam sorunu ortaya çıktı, İslam ihtilafı, sınıf ihtilafının önüne geçti. 1970’li yıllarda tam istihdam vardı, fabrikalar kapatılmıyordu ve o zaman da göçmen işçiler BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / namaz kılmak için “mescit” açılmasını talep etmişlerdi, 1976 yılında ilk mescit Paris’te “Renault” fabrikasında açıldı. Bu mescit açıldıktan sonra, başka kökenlere mensup işçiler de sendikalar aracılığıyla mescit, cami talebinde bulundu. Bu 1982’deki işgaller sırasında da dile getirildi. Fabrikaların patronları, gazeteler, politikacılar bu fabrika içinde namaz kılan işçilerin görüntülerini aldı. Arapça söylenen talepleri ele aldılar ve buradan yola çıkarak bir Müslüman sorunu yarattılar. Nasıl yaptılar bunu? Şöyle düşündüler: “Grevlerin çekirdeğinde ve kökeninde, köktendinciler bulunuyor.” dedi patronlar. Bunu Sanayi Bakanlığına ilettiler ve medyaya da bu fikir yayıldı, kısa zaman sonra “köktendincilerin” işçileri manipüle ettikleri, bütün fabrikaların İslamlaşacağı korkusu ortaya çıktı. O zamanki Bakan, “Köktendincilerin, Müslümanların, Şiilerin, kutsal grevleridir bu.” dedi. Şiiler diyerek, İran’a referans veriyorlardı aynı zamanda. Bütün bu talepler sadece dine indirgendi, ötekileştirme devam etti ve birçok gazeteci aynı zamanda, birçok sebepten dolayı bütün bu raporları alıp yaydı. Bu şema düzenli olarak gördüğümüz bir şema aslında, maalesef artık düzenli olarak bunları medyada görüyoruz. Bu aktörlerin, elitlerin ve ekonomik-siyasal alanın sosyolojisini inceledik, bütün boyutlarıyla inceledik ve nasıl bir çıkar buluşması var ki Müslüman sorunu inşa ediliyor? Biz bunu inceledik. Bu aktörlerin seferber edilmesi Fransa’da çok merkezi bir hareket gerektirir. Bütün yasalardaki yasaklara ilişkin konsensüs ve başörtüsünün birçok toplumsal alanda olmaması gerektiğine dair konsensüs işte bu seferberliklere neden oluyor ve İslamofobi inşasına dayanıyor. Son olarak şunu söylemek istiyorum, azınlıklarla ilgili algılar var oldukça, bu azınlıklarla ilgili sorunlar da ortaya çıkacaktır, sorun olarak görülecektir. Çok kültürlü denge, çok kültürlü bir toplum dengesi giderek daha da tehdit altında olacaktır. Müslüman sorunu, algılarda gittikçe büyüyecektir. Çoğulculuk, etnik, sosyo-ekonomik vs. çoğulculuk kolay bir şey değildir. Fransa’daki Müslüman toplumunun içinde de “Kozmopolitizm” görünüyor. Herkesin Müslüman olmasına rağmen, “sen neredesin, o nereden” diye soruluyor, aynı mescidin içinde bile kökenden dolayı sorular soruluyor. Bu halledilmesi zor bir sorun, dolayısıyla bunu ulusal düzeye yaydığınızda giderek karmaşıklaşıyor. Fransa’da elitlerin, siyasilerin ve Fransa solunun büyük bir bölümünün benimsediği bir fikirdir bu. Asimile, entegre edilemeyen İslam ile ilgili bu fikir iki sonuca sahiptir. Birincisi; böyle bir toplumsal denge oluşturmak mümkün değil. İkincisi; daha tehlikeli olanı, öngörüler yapılıyor, yaratıcı öngörüler söz konusu, korkulan şey gerçekliği belirleyecek diye bir fikir ortaya çıkıyor. Siz onları dışladıkça onlar kendi içlerine kapanacaklar. İçlerine kapandıkça da siz onları dışlayacaksınız, bunların hepsi birbirini besleyen süreçlerdir. Zamanımı aştığım için özür diliyorum, dikkatiniz için çok teşekkür ediyorum. İbrahim KALIN Sayın Marwan MOHAMMED’e ve panelistlerimize çok teşekkür ediyoruz, süreyi aştığımız için programımız biraz sarktı. Organizasyon heyeti de soru almasak mı diye soruyor, ben daha demokratik davranıp size sorayım dedim. Eğer soru varsa birkaç dakika müzakere, soru-cevap yapalım diyorsanız çok hızlıca birkaç soru alalım. Görünen o ki birkaç soru var, o zaman müsaade ederseniz ben çok kısaca konuşmacılarımızın dile getirdiği hususlarla ilgili bir-iki noktayı söyleyeyim, sonra sorularınızı alalım. Hakikaten çok değerli, toplu bir panel oldu. İslamofobi konusunun hem medyada, hem hukuk alanında, hem siyaset alandaki sosyo-kültürel alandaki yansımalarını gördük. Tabii ki öne çıkan sorulardan bir tanesi sanıyorum, algının, imajın gerçekliği belirlediği, gerçekliğin yerine ikame edildiği bir dünyada biz bu negatif algılarla, stereotiplerle nasıl mücadele edeceğiz, İslamofobi başlığını bu bağlamda nasıl ele alacağız? 41 42 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM Tabii burada bir noktanın da altını çizmek isterim, konferansımızın konusu İslamofobi, Sayın FINKELSTEIN’in konuşmasında da bahsettiği üzere aslında bu irrasyonel korkuların tamamına karşı mücadele etmek gerekir. İslamofobi ile nasıl mücadele ediyorsak, aynı şekilde Antisemitizm ile de mücadele etmek gerekir, aynı şekilde Hristiyanlıkfobi diye bir şey varsa, onlara karşı irrasyonel korkular, algılar varsa, bunlara karşı da mücadele etmek gerekir. Özellikle İslam medeniyeti açısından baktığınız zaman, bin küsur yıldır çok dinli bir medeniyetin ortaya koyduğu tecrübeyi ele aldığınızda, Müslüman olmayanlarla, Yahudilerle hep bir arada yaşadılar ve bunun yarattığı muazzam bir zenginlik, muazzam bir medeniyet birikimi ortaya çıktı. Bunu da bugün tekrar İslam dünyasının keşfetmesi gerekiyor. Bu işi korsan bir tebliğe çevirmeden sizin sorularınıza geçelim. Kendinizi kısaca tanıtıp, soruyu da kime sorduğunuzu belirtirseniz memnun olurum. SALİH YÜCEL – Monash Üniversitesi (Avustralya) Hepinize teşekkürler. Sorum, John’a. John, Batı’da İslamofobiden kurtulmak için halk düzeyinde neler yapılabilir, açıklayabilir misin? Bu arada ben Salih YÜCEL, Avustralya Monash Üniversitesi’nden. Siham JAMEL (Tunus) Sayın FINKELSTEIN’e sorum olacak. İslam dünyasının şu anda karşı karşıya kalmış olduğu bu acımasızca saldırı ve Filistin’deki direniş çerçevesi içerisinde, acaba İslamofobi’ye karşı ne tür bir yöntem izleyebiliriz? Özellikle Filistin meselesini merkeze alacak olursak nasıl bir yöntem izleyebiliriz? Bashy QURAISHY Avrupalı Müslümanlar İçin Sosyal Uyum İnisiyatifi (EMISCO) Genel Sekreteri Teşekkürler İbrahim Bey. Marwan MUHAMMED’ın sözlerine çok ufak bir katkıda bulunmak istiyorum. Sayın Marwan ve pek çoğunuz, başörtüsü sorununu İslamofobiye bir örnek olarak işaret ettiniz. Keza camiler inşa edilmesinden, sakal ve benzeri sembolik şeylerden de söz edildi. Ancak bence, bizler, biz Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, İslamofobinin yalnızca dinle ilgili bir mesele olmadığının altını çizmeliyiz. Müslümanların Avrupa’da karşı karşıya olduğu en büyük problem sosyal mahrumiyet, barınma ve eğitim sorunları. Bunlar gibi daha pek çok sorun sıralayabilirim burada. Dolayısıyla İslamofobiyi salt dinî bir mesele olarak görmemeliyiz. Esasında sorum, Sayın Norman FINKELSTEIN’a olacak. Dediniz ki, genelleştirmeler yapılabilir, ancak bunların pek çoğu yanlış olabilir. Olumsuz genellemelerin bazıları incitici de olsa yasaklanmamalıdır. Yanlış anlamadım değil mi? Şimdi, size soruyorum: Bir birey, grup veya bir dine yönelik makul bir eleştiri ile nefret söylemi yoluyla şeytanlaştırma arasında büyük bir fark yok mudur? Bir akademisyen veya bir öğretmenin “Siyah insanlar değersizdir” veya “İslam bir nefret dinidir” dediğini varsayalım; bence bu tür BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / söylemlerdir toplumlardaki çatışma ve bu problemlerin yaşanmasının asıl sebebi. O halde, aslında karşı çıktığınız bir şeyi nasıl olur da haklı gösterebilirsiniz? Teşekkürler. Cahit TUZ (Türkiye) Sayın Marwan MOHAMMED’in konuşmasında değindiği bir konuyla ilgili bir şey söylemek ve bunu da bir soru şeklinde kendilerine iletmek istiyorum. Konferansta aslında üzerinde durulması gereken ana tema İslamofobi’nin içeriğinin doldurulması; çünkü şu ana kadar uluslararası düzeyde ve dünyada küresel ölçekte kabul gören bir tanıma sahip değil. Dolayısıyla, biz bu tanımı yapamadığımız müddetçe bütün konuşmalar da aslında boşlukta kalıyor. Marwan da konuşmasının başında bu konuya değindi, bununla ilgili bugüne kadar yapılan bir çalışma var mı ya da en uygun tanımlama nasıl olur? Çünkü bu tanımlama olmadığı müddetçe bu tartışmalar bir temele oturtulamıyor. Bununla ilgili bu konferansta bir tanımlamaya yönelik bir neticeye varmamız mümkün mü? Teşekkür ederim. M. Ali KİRMAN Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (Türkiye) Sadece Fatma Hanıma değil, bütün konuşmacılara bir soru yöneltmek istiyorum, İbrahim Bey isterseniz siz cevap verebilirsiniz. İslamofobi’nin birçok sebebi olduğunu, bunların bir kısmının Batılılardan kaynaklandığını biliyoruz, ama bir kısmının da Müslümanlardan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu konuda Müslümanların özeleştiri yaparak kendilerinden kaynaklanan sorunlar üzerinde de durup, önlerini aydınlatmaları gerekmez mi diye sorumu sormak istiyorum. Teşekkür ederim. Prof. Dr. John L. ESPOSITO Halkın tepkisine ilişkin olarak; malumun ilanıyla başlamama izin verin ki muhtemelen aynı şekilde de bitireceğim konuşmamı. İtici güç paradır. Yoksa meseleleri konuşup konuşmadığımız değil. İnsanlar, yeni sömürgecilik üzerine konuşmayı pek seviyor ve bu şekilde kendilerini iyi hissediyorlar. Çünkü bu konuda söz söylemeyen insanlardan daha üste çıkıyorlar. Bu noktada soru, bir eylemde bulunuyor musunuz? Eyleme geçtiğinizde belli şeyleri desteklemeniz gerekir. Somut örnekler: Daha fazla Müslüman STK’sına ihtiyacımız var. ABD’de ve Avrupa’nın pek çok yerinde durum aynı. İş yerinde ayrımcılık, medya sorunları ve saldırılara ilişkin meselelerde mukabele eden birkaç Müslüman STK’sı var. Kaç kuruluş var diye bakarsanız, ülke ülke Yahudi ve diğer pek çok etnik temelli kuruluşla kıyasladığınızda Müslüman kuruluşların sayısı sınırlıdır. Ancak etkili olabilmelerini sağlayacak finansmana baktığınızda o da çok sınırlıdır. Burada belirleyici olan finansmandır. Hatırlarsanız, olağanüstü boyutlarda desteklenen bir çeşit İslam, Müslüman karşıtı web sitelerinden bahsetmiştim. Bu web sitelerine baktığınızda bunların, bir hayli finansal kaynaklarının olduğunu, diğerlerininse pek fazla kaynaklarının olmadığını görürsünüz. Aynı şey eğitim için de geçerli: Öğretmenlere yönelik çalıştayların daha fazla desteklenmesi gerekiyor. Pek çoğu da bunu müfredatlarına katmak için çalışıyor. Amerika’da şu anda etnik gruplar, ayrımcılık üzerine konuşabiliyoruz, buna nasıl tepki vermemiz gerektiğine, Afrikalı Amerikalılara veya Yahudilere ne olduğuna dair konuşabiliyoruz. Bunları eğitim sistemine sokabilmenin tek yolu, bu tür programlara sahip olmanızdır. Genellikle kaynak sıkıntısı çekeriz. Benim Merkezim, ABD’de bir programa öncülük ediyor, ancak 43 44 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM her yıl çalışmak ve bu çok başarılı bir programı destekleyecek parayı bulmak için neredeyse dilenmek zorundayız. Öğretmenleri eğitmemizi isteyen çok sayıda okula cevap veremiyoruz bile. Özeleştiri anlamında son bir şey söylemek isterim: özeleştiriye, evet bu meseleler, evet başarısızlıklar üzerine özeleştiri yapmaya ihtiyacımız var. Problemlerimizden bazılarını ortaya koyup meseleleri kınamakla yetinemeyiz. Amerikan toplumunda zaman zaman veya bir Batı toplumunda, Avrupa’da, “Tarihte anti-semitizm ve İslam üzerine ne söylenebilir?” “Bugün antisemitizm ne durumdadır” diye soran pek çok sese cevap verebilmelisiniz. “Hristiyanlar, özellikle de son iki yıldır Kuzey Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da yaşananlarla ilgili problemler var mıdır?” Varsa da bunların dinle mi yoksa yerel siyasetle ilgili problemler midir?” gibi sorulara mantıklı cevaplar verebilmeliyiz. Son bir şey daha; ne zaman yeterli sayıda Batılı Müslümanı ve de dışarıdan mukabele edebilecek ve kaynaklarını karşı koyup mukabele etmeye harcayacak konumdakileri sürece katabileceğimizi sormalıyız. Sıklıkla en başarılı Müslümanlar topluma entegrasyon konusunda en başarılı olanlar ki bu insanlar entegrasyonu öylesine önemserler ki kamuoyunda kendi toplumlarında “tartışmalı” olan hiçbir şeyle ilintilendirilmek istemezler. Prof. Dr. Norman Gary FINKELSTEIN İki soru soruldu bana: İlki, Filistin üzerine ve İslamofobi’nin, Filistin ihtilafına adil bir çözüm arayışında ortaya çıkardığı problemlere ilişkindi. Benim için en etkili silah gerçeklerdir, hep de öyle olmuştur. Gerçekleri öğrenmek ve olup bitenle ilgili inandırıcı, sağlam, gerçeklere dayalı kanıtlar sunabilmektir. Örneğin, Başkan OBAMA’nın son günlerde Suriye’de olanlarla ilgili dile getirdiği endişeleri ele alın: Başkan OBAMA ve Dışişleri Bakanı KERRY, kimyasal saldırılarda yüzlercesi çocuk 1.400 Suriyelinin öldüğünü, bunun korkunç, dehşet verici bir saldırı olduğunu söyledi. 27 Aralık ile 17 Ocak arasında da İsrail saldırılarında 1.400 civarında Gazzeli öldürüldü. KERRY’nin, Suriye’de öldürüldüğünü söylediği insan sayısına eşit. 400 Suriyeli çocuğun öldürüldüğünü söylediler ama 400 kadar da Gazzeli çocuk öldürüldü. Başkan OBAMA, kimyasal silah kullanmanın korkunç olduğunu ifade ediyor, ama İsrail iki hastaneye, -El Quds ve El Wafa hastaneleri- beyaz fosfor bombası attığında, okulları, Beit Lahiya’ya örneğin, bir insani yardım deposunu bombaladığında olan da buydu. Beyaz fosforun yaydığı sıcaklık 800 C’ye ulaşır. O halde Başkan OBAMA ve Dışişleri Bakanı KERRY neden buna üzülmez? Onlar belli insanlar saldırıya uğradığında, öldürüldüğünde veya asimile edildiğinde üzülürler, ötekiler için böyle hissetmezler. Bence burada en etkili silah, gerçekleri öğrenmek ve ortaya koymaktır ki bu da beni yöneltilen ikinci soruya götürüyor: İkinci soru, “Geçerli genellemeler ile yanlış olanlar arasında büyük bir fark yok mudur?” idi. Cevap kesinlikle evet. Bunu söylemek gayet kolaydır. Ancak problem, bir genellemenin doğru mu yanlış mı olduğunu nasıl bileceğiniz? Rasyonel bir insanın bunu nasıl bilebileceğidir, nasıl bilirsiniz? Evet, bunu bilmenin, bir insanın beyanın doğru mu yanlı mı olduğunun bilinilmesinin tek yolu vardır: Tamamıyla özgür ve açık bir tartışma ortamı. Büyük İngiliz filozof John Stuart MILL’in de dediği gibi, gerçeği bilmenin tek yolu dünyayı sizin yanlış olduğunuzu kanıtlamaya davet etmektir. Bilmenin tek yolu işte budur. Antisemitizm, İslamofobi gibi etiketler veya geçmiş kuşaklarda görüşü kabul edilmeyen insanların komünist diye yaftalanması ya da Arap dünyasında sadece Siyonist olmayan biriyle anlaşabilmeniz gibi durumların yarattığı problem şudur: Bu tür etiketler tartışmaları bitirir ve tartışmaları bitirdiğinizde de hangi genellemelerin doğru, hangilerinin yanlış olduğuna dair gerçeği asla bilemeyiz. Etiketlerle ilgili problem şu ki, sizi neyin doğru olduğunu öğrenmekten alıkoyar. Bir etiket yapıştırıyorsunuz, söz gelimi İslamofobik deyip çıkıyorsunuz ve dava kapanıyor. Hayır, öyle olmaz. Açıkça ve özgürce tartışmak zorundasınız ki ancak o zaman neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğrenebilir, doğru olduğu için bilmemiz gereken ile yanlış olduğu için aslında bilmemiz gerekmeyeni bilebiliriz. Bunu yapabilmenin tek yolu açık bir tartışma yürütmektir. BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / Fatma BENLİ Ben özeleştiri konusuna katılıyorum, sonuçta bugün İslamofobi’yi körükleyen davranışlar İslamın gerçekte kendisi değil. Bazı Müslümanların yaptığı olumsuz davranışların büyütülmesi, medya özellikle bu konuda büyüteç görevi üstleniyor. Bazı olayların üzerine odaklanarak doğruymuş gibi halka anlatılıyor. Bu şekilde bir korku paranoyası oluşturuluyor ve buna inanan, önyargılı olan insanlar İslamofobi sonucu ayrımcı muamele gerçekleştiren insanlardır. Bu korku unsurunun doğru olduğuna inanıyorum. Bize düşen şey, bir; bu olumsuz İslamofobi’ye neden olan davranışlardan kaçınmak, gerçekte anlayışımız bunu zaten gerektiriyor. Ama bunun için daha fazla çaba sarf etmemiz gerekiyor, hem bireysel olarak, hem toplumsal olarak kendimizi daha iyi ifade etmemiz gerekiyor. İkincisi de, farkındalık oluşturacak davranışlar gerçekleştirebilmek. İslamofobi’nin ya da ayrımcılığın temelinde, biraz önce bahsedildiği gibi homojenleştirme var. Kişilerin bireysel özellikleri dikkate alınmadan her birini tek bir grup içerisinde değerlendirmek ve bir Müslüman’ın yaptığı bütün davranış neticesinde hepsini suçlamaktır. Hatırlarsanız, “İkiz Kulelere” yapılan saldırı sonrası Muhammed ALİ, saldırı enkazını ziyaret ettiğinde ona “Bu insanlarla aynı dinden olmak nasıl bir duygu?” demişlerdi. Bunun çok provakatif bir soru olduğu çok açık, ama Muhammed ALİ bu provakasyona gelmedi. Nazilerle aynı renkten gelmek nasıl bir duygu diye soruyla karşılık verdi. Aslında bize düşen şey empati yapılmasını sağlayabilmek, olabildiğince farklı örnekler oluşturabilmek. Madem bizi homojenleştiriyorlar, madem bizi aynı kalıplar içerisine koyuyorlar, o zaman olabildiğince bireysel olan iyi örnekleri de tanıtabilmek gerekiyor. Ben bu noktada okullardaki eğitimin daha iyi olması gerektiğine inanıyorum, özellikle ülkeler arası değişim, öğrencilerin bakış açısı kendisinden farklı olana bakış açısını çok fazla değiştirecektir. Bu noktada kendi ülkelerimizde olan öğrencilerin farklı ülkelere değişim programlarıyla gitmelerini, kısa süreli de olsa, küçük gruplar halinde bile olsa gitmeleri ve onları tanımalarını ve aynı şekilde kendilerini tanıtmalarını sağlayacak imkânlar oluşturursak bu duruma katkı sağlayacaktır düşüncesindeyim. Tr: İslamlaşma korkusu Almanya’da da büyüyor – Bayan Haeberle! Benim Ben, Küçük Paul! Gelecek Halloween eğlenceleri için bu benim minareli kostümüm! En: Fear of the growing Islamization in Germany – Mrs. Haberle! It’s me, little Paul! This is my minaret costume for the next Halloween festival! Harm Bengen / Traunsteiner Tageblatt 2009 45 46 / BİRİNCİ GÜN I. OTURUM Marwan MOHAMMED Ben de ilk soruya cevap vermek istiyorum öncelikle. Önce ekonomik konuya değinmek istiyorum, siz de hatırlayacaksınızdır, mesela İslamofobi analizine ya da bir ülkenin sosyo-ekonomik analizden pek ayrıştıramayız, çok haklısınız. O yüzden aslında çok haklı olduğunuzu düşünüyorum ve ben de Müslüman sorununun inşasından bahsederken mesela otomotiv fabrikasından, buradaki işsizlikten ya da buradaki sosyal-ekonomik işçi hareketlerinin nasıl yorumlandığından ve bunun nasıl manipüle edildiğinden bahsetmiştim. Başka seferberliklere çekildiğini, dinsel seferberliklere çekildiğini söylemiştim. Antisemitizm konusunda 19’uncu yüzyılda yapılan araştırmalara baktığımızda şu konuda ısrar edildiğini görüyoruz. Antisemitizmin aşırı bir şekilde manipüle edildiği söylendi. Bu da Musevilerin giderek ekonomik hayatta daha canlı olduğu zamanlarda yapıldığı söylendi. Fransa’daki Müslümanlara, İslamofobi’nin gelişimine baktığımızda aslında bu tesadüf değil. İlk olarak fabrikada gerçekleşmesi bir tesadüf değil. Mağrip kökenli kişiler kitlesel olarak işten çıkarıldı. Ya da kitlesel olarak işsiz kaldıklarını, “Günah keçisi” ilan edildiklerini görüyoruz. Farklı benzetmeler olduğunu görüyoruz aslında. Farklı durumlarda, farklı azınlıkların yaşadığı sonuçlar ile benzetmeler olduğunu görüyoruz. Diğer bir konu da davranışlarla ilgilidir. Müslümanlar da kendi özeleştirisini yapmalı, suçu kendisinde aramalı dedik. Genel olarak baktığımızda, davranışlarımız konusunda kendi özeleştirilerimizi yapabiliriz ama çok emin değilim. Bunun İslamofobi ile gerçek bir ilişkisi olduğuna, gerçekten doğrusal bir ilişki olduğuna inanmıyorum. Sonuçta mantıksal bir çizgi olabilir, birtakım krizler oluyor. İslam Avrupa’da şu anda daha görünür hale geldi. O yüzden böyle bir fobi ortaya çıktı. Ama insanları, tepki gösterdiğinde kendilerini sorgulamaları konusunda suçlayamazsınız. Fransa’nın çok lâik bir ülke olduğundan bahsediyoruz, çok köklü bir tarihi olduğunu görüyoruz. Kadın ve erkekler arasındaki görünür eşitliğin çok önemli, feminist hareketlerin çok önemli olduğu bir ülkeden bahsediyorsunuz. Bu şeyler nasıl yorumlanacak biraz bu önemli. Diğer taraftan da Müslümanların günlük hareketleri nasıl yorumlanacak? İslamofobi mantığı içerisinde bunun mantıklı bir açıklaması olduğunu düşünmüyorum. İslamofobi içerisinde bunun bir eleştirisi dahi yok, aslında bir kısım hepsini tanımlıyor. Burada Müslüman toplumu içerisinde bir karışıklık de yok onlar için, onlar için bu homojen bir durum. Onların İslam görüşü sürekliliğini her zaman koruyor. Bu aslında komplo fikrinin altını çiziyor. Burada mesela “Ramazan” konusunda, Fransa’daki duruma baktığımızda bunun tepkisel olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bağımsız olamayan, otonom olamayan bir din gibi algılanıyor ve bazı şeyleri adeta saklamaya çalışıyor gibi görünüyor. BİRİNCİ GÜN I. OTURUM / 47 48 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM II. OTURUM İSLAMOFOBİ KONUSUNDA MEDYANIN ROLÜ VE SORUMLULUĞU BİRİNCİ GÜN II. OTURUM İslamofobi Konusunda Medyanın Rolü ve Sorumluluğu Moderatör : Enis BERBEROĞLU Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni-Türkiye Konuşmacılar : Dr. Halim RANE Griffith Üniversitesi Beşeri Bilimler Fakültesi-Avustralya Prof. Dr. Saied Reza AMELI Tahran Üniversitesi İletişim Fakültesi-İran Nathan LEAN Georgetown Üniversitesi-ABD Doç. Dr. Stephen SHEEHI South Carolina Üniversitesi-ABD II. OTURUM / 49 50 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM Enis BERBEROĞLU Moderatör Hanımefendiler, beyefendiler; hoş geldiniz. İslamofobi hakkında bir toplantı düzenlenmesine sevindim. Çünkü 32 yıllık bir gazeteci olarak baskı ve korku arasında seçim yap deseler, ikisinin de kötü olduğunun farkındayım, ama ben baskıyı tercih ederim. Daha açıktır, nettir, karşısında pozisyon almanız daha kolaydır. Eninde sonunda neye kurban gittiğinizi tarih yazacaktır. Korku daha zordur, “ensest” gibidir yavaş yavaş işler ve sonuçları da maalesef çok daha kalıcı olur. İslamofobi de 32 yıllık meslek hayatımda karşılaştığım korkular içerisinde belki de giderek önem kazananlardan birisi olarak ortaya çıkıyor. Bizim meslekte insanların kararlarını etkileyen sadece siyaset, reklam veren ya da yayın organının arkasındaki sermaye değildir. Genel kabul görmüş korkular ve önyargılar bizi zannettiğimizden çok daha fazla etkiler. Haberciliğimizi, yorumlarımızı etkiler, bir tür otosansür gibidirler. Katılımcıların zamanından çalmamak için sadece bir-iki örnekle ilk konuşmacıya sözü vermek istiyorum. “Musevi Tefeci” sizlere tanıdık geliyordur, 1990’ların önemli cinayetlerinden birinin kurbanıydı. Peki, Hristiyan olsaydı, “Hristiyan Tefeci” diyecek miydik? “Kadın şoför kaza yaptı 3 ölü”, erkek sürseydi diyecek miydik? “İslami terör” kelimesi de neredeyse bunlar kadar afakî, bunlar kadar kafama oturmayan bir sıfat tanımlaması olarak karşıma hep geliyor. O yüzden “ötekileştirmek”, korkuyla toplumu şekillendirmek gibi bir medya faaliyetinin içinde olmamak gerektiği inancıyla bize aydınlatmaları açısından ilk sözü Avustralya’dan gelen konuğumuz Halim RANE’ye vermek istiyorum. Kendisine sözü bırakırken, bugün sabah buraya gelirken, aslında yüzyıllık bir hikâyeden ilham alabilirdik diye düşündüm. Bir kasap ve bir dondurmacı, halifenin cihat çağrısı üzerine bir yıl gecikmeli olarak Birinci Dünya Savaşı’na katılıyor. Avustralya ordusuna, Anzakları gönderdiği için savaş açmış iki Osmanlı tebaasından bahsediyorum. Bildiğim kadarıyla Afgan kökenlidirler ama Osmanlı oldukları için Türk olarak anılmışlardır, bu hikâye biraz hüzünlüdür. Avustralya’da daha yeni bir seçim yaşandı, değerli konuğumuz bize bu seçimden sonra Avustralya’da İslam ilişkileri, İslamofobi konusundaki son gelişmeleri aktaracaktır. AVUSTRALYA MEDYASINDA İSLAMOFOBİ: KÜLTÜRLERARASI VE ULUSLARARASI İLİŞKİLERE ETKİSİ Dr. Halim RANE Herkese iyi günler. Konuşmama, beni böylesine önemli ve iyi düzenlenmiş etkinliğe davet ettikleri için organizatörlere teşekkür ederek başlamak istiyorum. Bugün İslamofobi’nin Avustralya medyasındaki yeri hakkında konuşacağım. Aşina olduğunuzu zannetmediğim, Avustralya da ve Avustralya medyasındaki Müslüman komitelerin bağlamı hakkında sizlere kısa bir bilgi vermekle başlayacağım. Daha sonra Müslümanların, Avustralya medyasındaki temsilini gösteren örnekler hakkında konuşacağım ve Sydney Ayaklanması’nı örnek olarak kullanacağım. Bu ayaklanma “Müslümanların Masumiyeti” filmi sonrası ortaya çıkmıştır. Daha sonra bize BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / bir fikir vermesi için Avustralya’da kamuoyunun düşünceleri hakkında, medyada ve medyanın insanlar üzerindeki etkisi hakkında devam edeceğim. Filistin çatışmaları durumu ile ilgili medyadaki boyutun ne olduğunu görmekten, bunun kamuoyunu nasıl etkilediğinden ve dış politikaya nasıl yansıdığından bahsedeceğim. Son olarak da Avustralya’da İslamofobinin olup olmadığı ve ne ölçüde olduğu gibi sorulara cevap vermeye çalışacağım. Avustralya’da Müslüman nüfusu yarım milyondan biraz azdır. Yüzde 2.2’lik nüfus oranıyla Hristiyan gruplar haricinde ikinci en büyük dini gruptur. Müslüman nüfusun 1/3’ü Avustralya doğumludur ancak büyük çoğunluğun etnik veya milli kökenleri Lübnanlı, Pakistanlı, Afgan ve Türklerden oluşur. İlginç olan önümüzdeki yirmi yılda Avustralya’daki Müslüman nüfusun %80 artış göstereceği ve rakamın 700.000’lere çıkacağıdır. Avustralya medyası, oldukça zengin ve çeşitli görünmektedir fakat dikkat ettiğinizde gazetelerin mülkiyeti açısından bir yoğunlaşma olduğunu anlayabilirsiniz. Örneğin basın kapsamında sadece iki ana medya grubu vardır. Ve böylelikle bu durumun medyanın görüş çeşitliliğini sınırladığını görebiliriz. Ama aynı zamanda belirtmekte fayda var ki birçok Avustralyalı artık haberleri geleneksel olmayan yani Facebook, Twitter gibi sosyal medyadan takip etmeye başladı. Şu anda 1 milyondan fazla Facebook ve 2 milyondan fazla Twitter kullanıcısına sahiptir. Medya için belirtilmesi gereken önemli bir diğer husus; tenetime tabi olmasıdır. Avustralya İletişim ve Medya Otoritesi, Ticari Televizyon Sanayisi Uygulama Kanunu ve Avustralya Basın Konseyi gibi düzenleyici, kurum ve kanunlarımız mevcuttur. Diğer şeylerin yanı sıra hikâyenin bağlamında olmaksızın haberde şahısların etnik veya dini kimliğine odaklanmak medya ahlakı ihlalidir. Ancak gördüğümüz ve bu konferansta da duyduğumuz kadarıyla genellikle dinle alakalı olmayan konularda Müslüman ve İslami bir kökene sahip olmak hikâyenin önüne geçecek şekilde sunuluyor. Diğer dini ve etnik gruplarda ise bu ayrıntılara genellikle yer verilmeyebiliyor. Özellikle 11 Eylül 2001 tarihinde yaşanan olaylardan sonra Müslümanların tasviri açısından, “Müslümanlar ve İslam” haber ajandasında büyük yer tutmaktadır. Genel olarak Avustralya medyasının İslam ve Müslümanlar hakkındaki haberlerde sorumlu davrandıklarını söyleyebiliriz. Ancak birkaç televizyon programının özellikle güncel haber programlarının İslam ve Müslümanlar hakkında basmakalıp, sansasyonel ve şarkiyatçı tutum sergilediklerini söyleyeceğim. Bu programların baskın olarak genel çerçevesi terörizm, şiddet, suç ve kadın düşmanlığı etrafında odaklanmaktadır. Bu programların çizdiği Müslüman portresi Edward SAID’in “Şarkiyatçılık” (Orientalism) ve “Haberlerin Ağında İslam” (Covering Islam) kitaplarında tasvir ettiğiyle tutarlı bir şekilde onların farklı, garip, tehditkar, öteki oldukları şeklindedir. Bu programlar temsil edilmeyen aşırı uçlarla meşgul oluyorlar. Bu da ana akım Müslüman yaşantısı hakkında bilinçliliği önleyerek aşırı uç Müslümanların, İslam’ın temsilcisi olarak görülmesine sebep olmasıyla sorun oluşturuyor. Sonuç olarak eksik veya dar bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Ancak bu tür programların özel seyirci kitlesine ulaştığını da aklımızda tutmalıyız. Bunlar belki Avusturyalılar tarafından izleniyor olabilir fakat çoğu Avusturalyalı, bu tür programları görüp anında onları taraflı veya sansasyonel olarak tanımlıyor. Sidney Ayaklanmasına baktığımızda zaman zaman olayların alevlendiğini ve genel olarak bütün medyanın haberi belirli bir şekilde sunma eğiliminde olduğunu görüyoruz. “Müslümanların Masumiyeti” filminin ardından 12 Eylül’de gerçekleşen Sidney Ayaklanması bu durumun iyi bir örneğini oluşturmaktadır. Medyadaki manşetlerde Müslümanlar Avustralya toplumuna karşı ayaklanmış gibi tasvir edilmiştir. Bunun çarpıtılmış bir görüntü olduğunu düşünüyorum. Çünkü olaya baktığımızda yalnızca protesto yapan ve polisle çatışan 300 kadar Müslüman hakkında konuşuyoruz 6 polis, 19 protestocu yaralandı ve 9 tutuklama oldu. Sidney’de gerçekleşen olayları ve o bölgede yaşayan Müslüman nüfusun yarısı düşünüldü- 51 52 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM ğü zaman 300 protestocu çok çok az bir sayıdır. Ancak televizyon ekranlarına ve gazetelere bakıldığında sanki çok sayıda Müslüman’ın veya belki de Müslümanların çoğunluğun bu tarz protesto ve düşmanca tavırlarla iç içe olduğu görünmektedir. Aslında İslam ve Müslümanların basında yansıma problemi budur. Küçük bir azınlığın yaptığı olaylar abartılarak sanki bütün Müslüman toplum yapmış gibi yansıtılmaktadır. Protestolar, Avustralya Hükûmeti ve muhalefet partisi tarafından kınandı. Haberi biraz dengelemek açısından, birkaç gazete, önde gelen 25 İslami kuruluş liderinin, gösterilerin kabul edilemez ve İslam dışı olduğunu söyleyen açıklamalarına yer verdi. Fakat eylemlerin görüntüsüne kıyasla bu detayın olması gerekenden daha az anlatıldığını ileri süreceğim. Dengesizliğin olması da problemin bir parçasını teşkil etmektedir. Peki, etkisi ne oldu? Araştırmalarım, Avustralyalıların %80’inin medyayı İslam ve Müslümanlar hakkında bilgi için birincil kaynak olarak görmeye devam ettiklerini göstermektedir. %65’i Avustralya’daki Müslüman nüfusu gözünde büyütmektedir ki burada net bir şekilde George GERBNER’in “Yetiştirme Etkisi”nin ne olduğunu görebiliriz. Müslüman nüfusu yalnızca %2, ancak; çoğu Avustralyalı bunun %5 olduğunu düşünmekte birçokları da %10 ve üzeri olduğunu varsaymaktadır. Bu İslam ve Müslümanlar hakkında televizyon ekranlarını ve manşetleri süslemeye devam eden hikâyelerden dolayıdır. Çalışmalar Avustralyalıların %50’sinin Müslüman karşıtı duygulara sahip olduğunu göstermektedir. Ancak sadece %20-30’u Müslümanları, Avustralya toplumunun bir parçası olarak kabul etmemekte veya ülke için tehdit olarak görmektedir. Son beş yıldaki ilginç gelişme, Avustralya toplumunun aşırı uç tavırları tanımada ve Müslümanlar arası azınlık grupların olduğunu anlamada gittikçe daha anlayışlı olmaya başlamalarıdır. Müslümanların genel olarak bu tarz görüşlere katılmadığını ve bu tür hareketlere girişmediklerini anlamışlardır. Daha yakın zamanda yapılmış bir çalışma Avustralyalıların yalnızca %15’inin göç söz konusu olunca dinin önemli bir kriter olduğunu söylediğini göstermektedir. Avustralyalılar göç konusunda oldukça paranoyaktır. Eğer Avustralya medyasını kontrol ederseniz, mülteci gelişlerinin, kıyılara gelen mültecilerin çok önemli bir konu olduğunu görürsünüz. Geçenlerde bir seçim yaşadık ve kampanyalardan biri kıyılara tekneyle gelen mülteciler konusundaydı. Diğer bir ilginç detay İsrail-Filistin çatışmasıdır. Bunun Avustralya basınındaki yansımalarına bakacak olursanız, geniş bir yer tuttuğunu görürsünüz. Son on yılda başlıca Avustralya gazetelerinde ortalama günde iki makale yayınlanmaktadır. Bakıldığı zaman genelde şiddet üzerine yoğunlaşmıştır. Ayrıca barış sürecine yönelik tenkitsiz kabullenme, tarihsel bilgi eksikliği ve uluslararası hukuka yetersiz referans vardır. Ancak, hem İsrail hem de Filistin bakış açısı Avustralya medyasının bütün eksiklerine rağmen sunulmaktadır. Bu da değişik düşüncelerin görülebildiği anlamına gelmektedir. İsrail’in insan hakları ihlalleri de Filistinlilerin çektiği acılar da Avustralya basınında vurgulanmaktadır. Kamuoyuna baktığımız zaman bazı ilginç sonuçlar buluruz. %90 İsrail-Filistin çatışmasının çözümünün dünya barışı için önemli olduğunu söylemektedir. %55’i aslında soruna Filistin açısından bakarken, sadece %30’unda İsrail bakış açısı egemendir. Halkın %92’si Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını savunurken, %78’i İsrail yerleşiminin çekilmesi gerektiğini düşünmektedir. Avustralyalıların birçoğu Kudüs’ün İsrail ve Filistinliler için ortak başkent olmasını istemektedir. Çoğunluk, insan haklarına ve uluslararası hukuka dayalı bir çözüm talep etmektedir. Tarihsel olarak İsrail-Filistin konusu Avustralya’da siyasi değildi ancak 2012’de BM’deki Filistin oylamasında, Avustralya’daki İsrail lobisinin etkisi altında kalan dönemin Başbakanı Sonuç Bildirgesi’nde karşı oy kullanmak istedi. Fakat parti içerisinde bir ayaklanma oluştu. Kıdemli üyeler “en azından çekimser kalmazsan, seni değiştireceğiz.” dedi. Ve BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / böylece ilk defa İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili bir konu Avustralya tarihinde böyle bir duruma sebebiyet verdi. Sonuç olarak oylamada çekimser kaldı. Ancak bu Avustralya’nın tavrında değişiklik olduğunu da ifade etmektedir. Fakat bu istatistikler bize daha geniş olarak dinleyicilerin, insanların ve halkın medyadaki sunumdan bağımsız olarak görüşlerini oluşturabildiklerini göstermektedir. Ya İslamofobi? Medyada negatif bir İslam ve Müslüman algısı olduğunu görebiliriz. Hatta ortalama medyada yansıtılanın çoğu çatışma, kriz, ihtilaf, savaş ve şiddetle yoğunlaşan negatif bir İslam ve Müslüman algısıdır. Dolayısıyla bu negatif bir bakış açısıdır. Ancak nedenini açıklayabilmek için daha derine inmemiz gerektiğini düşünüyorum. Açıklamanın bir kısmı İslam ve Müslüman karşıtlığının haber değeri taşımasıdır. Haber değeri bizi olumsuz, çatışma içeren, tartışmalı konulara doğru zorlar. Çünkü günün sonunda gazete satmış ve insanlara programlarımızı izletmiş olmalıyız. Eninde sonunda medya bir iştir. Ayrıca “basın kültürü” de bir etkendir. Gazeteciler arasında ön sayfayı kapmak için bir yarış vardır. Fakat son zamanlara kadar, gazetecilerin bir kısmında İslam ve Müslümanlar hakkında bilgi ve anlayış yetersizliği, diğer yandan Müslüman topluluklar arasında sınırlı iletişimleri vardı. Avustralya’da gazetecilerin gidip konuşabileceği sınırlı sayıda İslam uzmanı bulunmaktadır. Fakat bu durum değişiyor, haber tarzları daha az aşağılayıcı olmaya başlıyor. Daha dengeli ve sorumlu tavır gelişiyor. Çünkü gazeteciler Müslüman topluluklarla olan bağlantılarını derileştiriyor ve daha fazla bilgi ediniyorlar. Şimdilerde, üniversitelerde benim verdiğim gibi İslam üzerine dersler alınabiliyor. Artık gazeteciler İslam uzmanlarına gidip danışabiliyorlar. Dolayısıyla haber yorumları bu konuda daha dengeli olabilir. Daha önce söylediğim gibi nüfusun %80’i medyayı bilginin birincil kaynağı olarak görmeye devam ediyor. Nüfusun %50’si Müslümanlar hakkında negatif fikirlere sahip. Ancak sadece %20-30 arasının İslamofobik olarak düşünülebildiğini söyleyebilirim. Kabul etmemiz gereken husus medyanın etkisinin sınırlı oluşudur. Çalışmalarımız, iyi eğitimli insanların İslam ve Müslümanlar hakkında olumlu, az olanların olumsuz görüşlü olduğunu göstermektedir. Ayrıca, insanlar daha çok Müslümanla iletişime geçtikçe genelde daha olumlu bakış açısına eğilim gösterirken diğerleri olumsuz görüşte kalıyorlar. Avustralya’daki bir diğer önemli nokta ise medyanın inanınırlığını kaybetmiş olmasıdır. Ortalama bir Avustralyalı kendisine sunulanın sansasyon amacı taşıdığını anlayabiliyor. Dolayısıyla bir yanda gördüğüne tamamen inanan azınlık grubu varken, diğer yanda 1980’lerde gelişen medya teorisindeki gibi bilinçli bir insan grubu vardır. Bugün Müslümanlar ve çevre toplum arasında daha yakın ilişkiler mevcut ve kamuoyu çoğunluk olan ana akım Müslümanlar ve azınlıkta bulunan aşırıcı Müslümanlar arasında daha anlayışlı olmaya başlıyor. Çoğu Avustralyalı basit bir şekilde “Peki, insan, insandır. Her halktan, her gruptan, her dini gruptan, her kültürel gruptan iyi ve kötü insanlara rastlanabilir.” der. Gittikçe artarak Müslüman topluluklar arasında kötü insandan çok iyi insan olduğunun farkına varmaya başlıyor. Medyanın düşündüğümüz kadar etkili olmadığını söyleyerek bitireceğim. İnsanlar medya içeriği ile müzakere ederler. Eğitim seviyelerinin, tecrübelerinin, kültürlerinin, geçmişlerinin içinde bulunduğu birçok etkenle, medyanın onlara sunduğu şeylerden bağımsız olarak düşüncelerini oluştururlar. Tıpkı burada yaptığımız gibi bütün dünyaya, aslında özellikle Batı kamuoylarına diyoruz ki; “Medyada gördüğünüz her şeye inanmayın, Müslüman dünya hakkında gördüğünüz görüntü insanlığın beşte biri ile dörtte biri arasında olan nüfusun hayatlarını ve tecrübelerini temsil etmemektedir.”. Medyada gördüğümüz İslamofobik imajın, gerçekliğin çarpıtılması olduğunu kabul etmeliyiz. Bence Batılıların çoğunun, azınlığın İslamofobik görüşünün önemsenmediğini kabul etmemiz önemlidir. Ve bence gelecekte daha uyumlu İslam- Batı ilişkileri için umut vardır. Teşekkür ederim. 53 54 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM Enis BERBEROĞLU İkinci katılımcıya geçmek istiyorum. Saied Reza AMELİ, ortaya attığı “Google”da karşılığını bulamadığım ve İbrahim KALIN’a sorduğum, onun içinden çıkamadığı iki yeni kavramla gelecek karşınıza, “İslamoromia” ve “İslamoverita” kavramlarıyla. “İSLAMOFOBİ, İSLAMOROMİA YA DA İSLAMOVERİTA: İSLAMA KARŞI MEDYA POLİTİKASINI İTME-ÇEKME” Prof. Dr. Saied Reza AMELI Öğle yemeğinden sonra 30 dakikalık bir uyku belki de gerekli, o yüzden şimdi mümkün olduğunca canlı anlatmaya çalışacağım. Bildiğiniz üzere konuşmamın başlığı, İslamofobi ile ilgili “İslamoromia” ve “İslamoverita” kavramlarını anlatıyorum ve bu konuşma esnasında sebep-sonuç ilişkilerine girmeye çalışacağım. İslamofobi’nin neden ortaya çıktığını anlatmaya çalışacağım. Medyada yanlış temsilden bahsettik, aslında bunları söylediğimizde sebeplerden bahsetmiş olmuyoruz, özellikle sebeplerden bahsettiğimizde daha çok vurguladığımız şey; İslamofobi’nin “epistemolojik” nedenleri. İnsanlar neden bilinçli ya da bilinçsiz şekilde diğerlerini reddediyorlar? Bunun epistemolojik sebepleri olmalı ki, bunlar zaten günlük biçimde İslamofobi’yi şekillendiriyor. Bu soruya, İslamofobi’nin neden ortaya çıktığı sorusuna verilen cevaplardan bir tanesi; geçmişe dayanıyor. Tarihe dönmek ve Batı ile İslam dünyası arasındaki ilişkiyi göz önünde bulundurmak gerekiyor. Şimdi bu noktada İslamofobi’yi öncelikle tanımlamak istiyorum. Çoğunuz sanıyorum bu tanımı biliyorsunuz ve bu kavramı açık olarak ortaya koymamız gerekiyor. İslamofobi; Müslümanların ve İslam’ın yanlış, olumsuz temsil edilmesiyle ilgili ve bu değerlerin terörle, şiddetle, radikallikle ve ilkellikle bağdaştırılmasını da içeriyor. Sorum şu: Müslümanlar ve Hristiyanlar benzer şekilde “İlahi” kitaplarını okuyarak büyüyorlar ya da anneleriyle, büyükleriyle “Allah”tan bahsediyorlar. Bizim “rahmet” dinimiz, neden acaba medyada tanıtılmıyor, temsil edilmiyor, neden acaba şiddet dışında Müslümanların “rahmet” içeren resimlerini göstermiyorlar. İslamofobi sorusunu açıklığa kavuşturmak için makro, uzaktan büyük bir yaklaşım benimsememiz gerekiyor. Bizler bu konuda nefret suçlarıyla ilgili pek çok kitap yazdık. İngiltere, Amerika, Kanada ve Fransa’daki nefret suçlarıyla ilgili pek çok kitap yazıp, pek çok anket yayınladık, bunlar iyi gelişmeler tabii ki. Ancak, bunun da ötesinde bir makro yaklaşıma ihtiyacımız var, bu sorunun temelini görebilmek için mikro resmin ötesine geçmemiz gerekiyor. Şuna inanıyorum, hayat ya huzurlu ya da ihlal edilmiş geçebilir. Şüphesiz biri, bu iki çizgi arasında duramaz, ikisi arasında durmak zor. Bu iki resmi size neden gösteriyorum, neden iki tür hayattan bahsediyorum? İlk önce şunu vurgulamak istiyorum; İslamofobi’yi oluşturanlar, korku içerisinde yaşamaya devam edecekler. Ya hayat herkes için çok iyi olacak ya da kötü. Biri kendini ve diğer insanları etkilemeden kötülük yaratamaz. Korku ortamı herkes için şiddeti beraberinde getirir, o yüzden medya temsili çok önemlidir. Şiddeti körükleyebilir, bunu zaten daha önce söylemiştim. Londra’da polislerle ilgili bir çalıştay yapmıştık. Azınlıkların temsili genellikle yanlış, korku verecek şekilde yansıtılıyor. Böyle olunca da çoğunlukta bir korku ortamı, atmosferi oluşuyor. Mesela Londra’da, 1 milyon Müslüman var ve eğer bunların hepsini terörist olarak görürsek buradan kim etkilenir, bence herkes etkilenir, hem Müslümanlar, hem BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / olmayanlar. Çünkü barış dolu bir ortamda yaşamaları mümkün olmaz. Barış dolu bir ortam istiyorsak, korkuyu ortadan kaldırmamız gerekiyor. Temel noktama geri dönecek olursam, İslamofobi bence kötü, yanlış zihinlerin bir sonucudur, epistemik kökleri vardır. Medyanın yanlış temsillerinin bir sonucu değildir. Medya, politikaları takip eden bir araçtır. Bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bunu yapıyor zaten, toplumun politik normlarını takip ediyor. Bu bağlamda aktif olsa da olmasa da iki durumda da toplumun, politikacıların normlarını takip ediyor. Yabancı düşmanlığı politik baskı sonrasında ortaya çıkabiliyor. Batı ve Amerika toplumu bağlamında ortaya çıkıyor. Dediğim gibi, Avrupa ve Amerika merkezli bir yaklaşım İslamofobi’nin temelindedir. Amerika’da şu anda bir merkeziyetçilikten bahsedebiliriz. Avrupa bir çevre, yani Amerika’nın dairesi durumundadır. Amerika, merkezde ve bir şekilde Avrupa’yı yönetiyor. Amerika savaşa girdiğinde Avrupa da onu takip ediyor, ekonomi bozuluyor. İslamofobi’ye bu bağlamda bakıldığında kültürel olarak dinlemek geliyor. Bu sadece medyanın ortaya çıkardığı bir nefret suçu değil. Toplumda bunlar gerçekleşebilir; ancak burada kültürel bir soykırımdan bahsediyoruz. Toplumdaki nüfusun, neredeyse iki milyar Müslüman var dünyada. Avrupa-Amerika merkeziyetçilik sadece İslamofobi’yi değil, aynı zamanda terörü de, soykırımı da beraberinde getiriyor ve bu geçmişte gerçekleşti. Şu anda da devam ediyor. Bazı noktalarını abartarak küreselleşme bağlamında İslamofobi’yi açıklamak istiyorum. Bildiğiniz gibi küreselleşme, sanallaşma, bu tür akımlar dünyanın jeopolitik dengelerini değiştirdi. Eskiden jeopolitik ülkelerin ya da toplumların mekansal komşulukları etrafında şekilleniyordu; ancak şu anda küreselleşme sonucunda dünya ülkeleri birbirine yaklaşmıştır ve gerçekleşen durum, mesela dünyanın bir ucunda olan diğer tarafını etkileyebiliyor. O nedenle millileşme, ürünlerin, süreçlerin küreselleşmesi dünyanın jeopolitiğini değiştirmiştir ve artık herkes komşu oldu. Şu günlerde hepimiz aslında yan yana yaşıyoruz ve dünyanın bir kısmında ne olursa şüphesiz diğer kısmını da etkileyecektir. İslamofobi bu bağlamda, genelde küresel, sosyal, sanal medyada gösteriliyor. Bir alanda gösterilmesi, bir siteye yüklenilmesi belki de tüm dünyanın ona ulaşması anlamına geliyor. Bu açıdan iyi ve kötü adımlar küreselleşiyor, atılan her adım herkesi etkileyebiliyor. Şimdi şu modeli sizlere açıklamak, Avrupa merkezciliğinin neden önemli olduğundan bahsetmek istiyorum. Bu modelde, medeniyete bakış açısını dört şekilde ortaya koyuyoruz. Medeniyetin köklerini nasıl anladığımızı göz önüne sermeye, bunun devamını nasıl anladığını anlatmaya çalışıyoruz. Mesela, bir insan Avrupa medeniyetinin köklerinin eşsiz olduğunu ve devam ettiğini, ona karşı başka bir medeniyetin karşı gelemeyeceğini söylüyorsa, bu durumda Avrupa merkeziyetçiliği yönünde hareket ediyoruz demektir. Eğer bir medeniyet, medeniyetin köklerinin çeşitli olduğunu düşünüyorsa ve tarihin sonuna yaklaşırken, tarihin sonundan bahsettiğimizde sadece tek bir medeniyetin dünyayı yönetebileceğini, tek bir medeniyetin ortada kalabileceğini öngörüyorsa burada Amerikan merkeziyetçiliğinden, “Mit” argümanından bahsediyoruz. “Mit” şunu savunuyor, Amerikan medeniyeti bugüne ve geleceğe aittir diyor. Baştan beri çok uzun bir geçmişe sahip olmadıklarını bildiklerinden günümüze ve geleceğe vurgu yapıyorlar. Bugünü ve yarını acaba geçmiş olmadan elde etmek mümkün müdür? Bu büyük bir soru aslında. Aynı zamanda bu bakış açılarına ek olarak, bazı “oryantalistlerin” yaklaşımları var. Onlar medeniyetin kökünde çeşitliliğin ve devamının da çeşitli olduğunu söylüyorlar. Bu çok merkezli bir yaklaşım ve bu çok merkezli yaklaşım bence hepimiz için daha sağlıklı bir medeniyet ortaya koyuyor. İslam, Çin, Hint, Avrupa ve Amerika medeniyetlerini bir araya getiriyor. Geçmişten gelen pek çok medeniyet var, bunların baskınlıkları farklı olsa da bazıları diğerlerinin üstüne gelmek istese de pek çok medeniyetle karşı karşıyayız. 55 56 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM Şu anda konuşmamın başlığına geri dönmek istiyorum. Avrupa-Amerika Merkeziyetçi Yaklaşım, bir yapı, bir yol oluşturmaya çalışıyor, yaşama şeklini belirlemeye uğraşıyor. Herkes için bir yaşama biçimi sunmaya, toplum biçimi, yapısı sunmaya ve tüm dünyaya hitap eden bir model oluşturmaya uğraşıyor. Burada Avrupa-Amerika Merkeziyetçiliğinden bahsedersek, İslam ve Müslüman dünyası karşısında sadece İslamofobi’den konuşmak doğru olmaz “İslamoromia”dan da bahsetmek gerekiyor. “İslamoromia” şu anlama geliyor: İslam’a, Roma ya da liberal değerler ya da Batı’nın iyi gördüğü değerler çerçevesinde bakabilmek. Tabii ki bu illa böyledir demiyoruz. İslamla, Müslümanlarla ilgili yaklaşık 24 bin kitabı, makaleyi, tezi gözden geçirdik. Bunların, Batı üniversitelerinde oluşturulan bu metinlerin ne tür bir resim çizdiğini görmeye çalıştık. Dört ciltlik eserde şunu gördük: Akademide bile İslam’a, Müslüman ülkelere adil bir yaklaşım söz konusu değil. İslamoromia dediğimizde, Müslüman ülkelerden bahsederken, liberal değerlere, demokrasiye, insan haklarına, kadın haklarına atıfta bulunuyoruz, bunlardan bahsediyoruz. Batı feminizmi mesela vurgulu, öte yandan İslam kadınlar ve erkekler arasında adil bir yaklaşımdan bahsediyor. İslam aile kavramına vurgu yapıyor, tekil yaklaşımı reddediyor, anaerkil ya da ataerkil bir yaklaşım benimsemiyor. İslamofobi ve İslamoromia; biri itme politikası ve diğeri çekme politikası olarak çalışıyor. Diğer bir deyişle, biri saldırılar şeklinde çalışıyor ve diğeri medini toplumun bir üyesi olmaya gelen bir çekim olarak çalışıyor. Bu kavramlar, etkiler, Müslüman ülkelere olan yaklaşımı değiştiriyor. Bu modelde şunu göstermeye, bu tür benzer modelleri göstermeye çalıştım. Kültürel yaklaşımlar sonrasında, Avrupa ve Amerika kültürleriyle birleşmelerinden sonra ya da izolasyona uğramış Müslüman toplumların, toplulukların modellerini bu şekilde göstermeye çalıştım. İslamofobi tarafında ayırma politikası, Müslümanları, Müslüman olmayan toplumlardan ayırma politikalarını görüyoruz. Savaşın meşru gösterilmesi bile mevcut. Mesela medya sürekli olarak Müslümanları şiddetle eşitliyorsa bu neyi gösteriyor? Müslümanlara karşı şiddetin meşrulaştırılmasını gösteriyor. Eğer gerekliyse Müslümanlara karşı soykırımın meşrulaştırılmasını gösteriyor. Müslümanlara karşı baskı, karalama, toplum içinde bu tür yaklaşımların ortaya çıkmasıyla bazı Müslümanlar, “bizim hatalarımız var bunu kabul etmeliyiz.” diyor. Ben Müslümanlarda bir sorun görmüyorum. Şüphesiz hatalar var, her toplumda iyi ve kötü davranışlar olacaktır, Müslümanlar arasında da bunu görebiliriz. Ancak Müslümanların bu şekilde karalanması ve kendi özgüvenlerinin kaybedilmesi kabul edilemez. İç ihtilafların, Müslümanlar arası çatışmaların reklamının yapılması ve büyütülmesi de bir sorundur. İslamoromia, diğer kültürlerin Avro-Amerikan kültürüyle eklenmesiyle ya da Avro-Amerikan değerlerin küreselleşmesiyle sonuçlanıyor. Kısaca bu İslamofobi ve İslamoromia bağlamında “epistemolojik” bir yaklaşımdır. Şu an günümüzde neler olduğunu görmüş bulunuyoruz. İslamofobi ve İslamoromia temsillerini gördük, İslamoromia bağlamında şiddet de görebiliyoruz. Ancak, temsiller çok güçlü olduğu zaman gerçeği beraberinde getirebilir. Öyle olduğunda herkesin eşit olduğunu düşünebiliriz, bunu beraberinde getirebilir. Bazıları genellemeyi çok normal bir durummuş gibi değerlendiriyor. Genelleme, insanların bilgisizliğini kullanır, suiistimal eder, klişeleri kullanır, bu da tehlikelidir. Nihayetinde, kötü, tehlikeli şeyler ortaya çıkabilir. Burada kültürler, bireyler arası örnekler vermek istiyorum. Birisi baskınlık olabilir, diğerinde kavgacı bir dil görebiliriz, bu da medeni bir dil değil şüphesiz. Nihayetinde teröre, soykırıma sebep olabilir. Fil ile fare ilişkisi de bence bu durumda yürümez, işlemez. Fare, fili rahatsız edebilir, mesela bir terörist tüm toplumu rahatsız edebilir. Bu durumda güçlü toplumu fil, diğerini fare olarak görmemeliyiz. Gül ve korku bence beraber yürümez, bazen gül, bazen de tekme atmak işe yaramaz, bu politikanın yürümesini bekleyemeyiz. Bu gerçekleştiğinde toplumla yanlış bir dille konuşmuş olursunuz. Bu dil Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, bir milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / 2000’li yıllardan bugüne birçok savaşla karşı karşıya kaldık. Irak’ta, Afganistan’da pek çok insan hayatını kaybetti. Irak’ta 500 bin çocuk açlık nedeniyle hayatını kaybetti. Bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Medya sesi ve gürültüsü, güveni beraberinde getirmez, ilk konuşmacı da bundan bahsetti. Medyanın şüphesiz etkileri var, ancak insanlar artık medyaya güvenmemeye başladı ve burada bir şey arayacak tek politika dostluk olabilir. Dilini bilmeseniz bile, saygı diliyle, empatiyle o diğer partinin, diğer grubun var olduğunu fark ederek, Müslüman toplumu anlayarak yaklaşırsanız böyle bir politika çalışabilir. Müslüman bir toplumun anlaşılması gerekiyor, onların medeni değerlerinin, medeniyetlerinin, dini kurallarının anlaşılması gerekiyor. Çünkü dini anlamda bunlar Batı toplumlarındakinden farklıdır. Sözlerimi şu şekilde bitirmek istiyorum, kültürler arası adil iletişim insanların dini, kültürel ve etnik farklılıklarla, yaş ve ırk farklılıklarına rağmen saygılı bir şekilde birbirleriyle konuştuklarında gerçekleşir. Benim bu noktada dört tavsiyem olacaktır. Bunlar; nefret yaklaşımını, ideolojisini ortadan kaldırmalıyız, merkeziyetçi temelli nefret ideolojilerini ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bu Batı için de kabul edilemez. Çünkü hâlâ merkeziyetçilikten, tek güçlü dünyadan, çok güçlü dünyaya geçişten bahsediyoruz. Mesela Amerika’da bunu görüyoruz, bunun anlamı ne? Bu bağlamda büyük, küresel şirketler, dünyayı yönetiyor, bu demek. Aynı zamanda farklı konumların anlaşılması; Amerika, Avrupa, Hristiyan, Yahudi ve Müslüman dünyasının birbirini anlaması, konum değiştirebilmesi, buna ek olarak medyadaki ahlaki kuralların oturtulması, bunlar da tabii ki hastalığı ortadan kaldırmamakla beraber, çözüme yardımcı olmaktadır. İslamoverita’nın medyada, çalıştaylarda, seminerler ve kitaplar aracılığıyla gündeme getirilmesi, İslam’ın olduğu gibi anlatılması gerekiyor. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. “AMERİKAN MEDYASINDA İSLAMOFOBİ” Nathan LEAN Herkese iyi günler. Öncelikle, bu konferansın düzenlenmesinde emeği geçenlere; Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent ARINÇ’a, Sayın İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Genel Sekreterine, yöneticilere şükranlarımı sunmak istiyorum. “Amerikan Medyası ve İslamofobi” konularında konuşma yapmam rica edildi. Fakat bu kadar kapsamlı bir konuyu kısıtlı süreye sığdırmak oldukça zor. Bu yüzden, göz önünde bulundurmamız gereken birkaç kilit noktaya temas edeceğim. Konuşmamın içerisinde, hepimizin aşina olduğu örneklerin aksine, Amerikan medyasının Müslüman karşıtlığı hissiyatının oluşmasına nasıl neden olduğu ile ilgili açıklamalara yer vereceğim. Bu maksatla, görüşlerimin çoğunu, popüler bir haber kanalı örneği üzerinden açıklamak istiyorum. Bunun nedeni, yapılan araştırma ve anketlere göre çoğu Amerikalının, haberleri bu kanaldan takip etmesidir. “İslamofobi ve Amerikan Medyası” ile ilgili sözlerime; Prof. Dr. John ESPOSITO’nun bugün, Edward SAID’in ise otuz yıl önce vurguladığı gibi, haber kanallarının İslam dini ve Müslümanların inançlarını sürekli coğrafi temelde, sansasyonel olaylarda ve çatışma ortamıyla ilişkilendirmelerinin yarattığı kötü algı üzerinedir. Örneğin, bir televizyon kanalı Ramazan ayını, dünyadaki tüm Müslümanların oruç tutmaları olarak tasvir etmiştir. Fakat daha sonra, Ramazan ayının Orta Doğu’daki ülkelerin çatışma zamanına denk geldiği yorumunu yapmıştır. Bu gibi gerçeklerin çoğu ile ilgili ünlü bir atasözü vardır. ‘Eğer kan varsa, manşet olur’. Bu şu anlama geliyor; Amerika veya başka bir yerdeki haber kanalı kasti olarak hislerimizi mahveden dil, hikâye ve başlıklar seçmektedir. 57 58 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM Kuzey Carolina Üniversitesi’nden Sosyoloji Profesörü Christopher BAIL bu konuya çalışıp bulgularını yayımladı. İslami ve Hristiyan kuruluşlar, düşünce kuruluşları dâhil 2001-2008 yılları arasında yaklaşık 120 kuruluştan binden fazla haber topladı. Ayrıca bunları yaklaşık 50 bin kadar haber başlığı ile karşılaştırdı. Bunun sonucunda haberlerin çoğunlukla korku ve kızgınlık eğilimini artırdığını gözlemledi. Özellikle çoğu kuruluşun 11 Eylül olayı sonrasındaki aşırı İslamcılık algısını değiştirme eğilimlerine rağmen, gazetecilerin söylevleri, bu algıyı değiştirme akıbetini zarara uğrattı. Bana göre, gerçek şu ki, Amerikalı olarak biz, bu tarz söylemlerden çok etkileniyoruz. Bu yüzden bazı kuruluşların resmi, olduğundan farklı gösterdiği gerçeğini göz önünde bulundurup, bu kuruluşların takipçilerine göre haber yaptığı gerçeğini görebilmeliyiz. Buna bir örnek olarak Nisan ayında Boston’da düzenlenen maratonda bitiş çizgisinde yapılan terörist saldırısını verebilirim. Saldırıdan hemen sonra neler yaşadığımı hatırlıyorum: Televizyona yapışmıştım, gözlerimi alamıyordum; televizyondaki sunulan sahne son derece ürkünç ve moral bozucuydu. Aynı şekilde ‘Twitter’ ve internetteki görüntüler de öyleydi. Saldırının ardından bu büyük şehir adeta kilitlendi ve hemen bir suçlu avı başladı. Botta saklanan suçlulardan biri ile Polis silahlı çatışmaya girdi. Hollywood sahnelerini aratmayacak şekilde çok ürpertici ve gerilim doluydu. Ve ironik bir şekilde tıpkı 11 Eylül hakkında Amerikan kamuoyunda yayınlanan filmler gibi, Nisan ayında Boston’da gerçekleşen saldırılar hakkında da bir Hollywood filmi yapımının planlandığını öğrendik ki böylece bu tecrübeyi tekrar yaşayabilelim. Sinemaya gidip 20 Dolara bir bilet alıp patlamış mısırlarımız ve gazlı içeceğimizle bu acı ve duyguyu tekrar tekrar yaşayabiliriz. Boston saldırısında olduğu gibi Amerika’nın başka bir eyaletinde silahlı saldırıyla insanlar öldürüldü ve ölen sayısı Boston’dakinden dört kat daha fazlaydı. Fakat bu olaylar çok fazla önemsenmedi; çünkü takibi heyecanlı bir olay değildi ve terörist saldırıları kadar çekiciliği yoktu. Londra’nın Woolwich Bölgesi’nde bir Müslüman’ın güpegündüz bir askeri öldürmesi Amerikan medyasında büyük yankı uyandırdı. Bu olayın öncesini düşünün, Teksas’ta bir kimyasal tesiste 14 kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin yaralandığı patlama olmuştu, fakat bu o kadar ilgi görmedi. Dolayısıyla şiddetin sadece belli bir türü ile ilgili bir takıntı var. Biraz önce bahsettiğim gibi, bence İslamofobi’yi özellikle ana akım haber medyası içerisinde tartışırken önemli olduğunu düşünüyorum. Boston’daki patlamadan hemen sonra insanlar neler olup bittiğini bilmiyorlardı ve bu yüzden haber medyasının, patlama esnasında orada bulunan insanların sağlık durumlarını kamuoyu ile paylaşma sorumluluğu vardır. Fakat kimse terör saldırısı olup olmadığı, saldırıyı kimin gerçekleştirdiği, kardeş olup olmadıklarını, nereli olduklarını, ırklarını bilmiyordu. Sadece, insanların tek bildiği şey saldırının korkunç bir olay olduğu, insanların öldüğü ve yaralandığıydı. Sonrasında olanlar ise oldukça ilginçti. Haber sunucuları önlerinde ne tele-prompter, ne not, ne de organize bir şekilde hazırlanmış şeyleri olmaksızın ‘Facebook’a, ‘Twitter’a, telefon ile yorumculara bağlanarak kamuoyunun dikkatini ekran başına çekmek istiyordu. Amaçları haberi veren ilk kanal olmaktı. Yanlış sorular sorarak bazı sorunların ortaya çıkmasına sebep oldular. Bir gazeteci ve muhabir olarak asıl işlerini yapmak yerine haberi daha da belirsiz kıldılar. Öyle sorular sordular ki bu olayın gidişatını ve şeklini onlar belirledi. Gerçek şu ki, bir konu hakkında bilgileri olup olmadığı sorulduğunda basitçe ‘bu konu hakkında herhangi bir bilgimiz yok’. Biraz önce bahsettiğim gibi; bence İslamofobi ve medyayı tartışırken, özellikle ana akım haber medyasının, televizyon haber medyasının birer tüzel varlık olduklarını anlamak önemlidir. Bu bağlamda, tartış- BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / mamızı İslamofobi ve televizyon haberleri üstüne yerleştirirsek bundan çıkarabileceğimiz pek çok önemli şey vardır. Televizyon medyasında haberi ilk veren olmak, haklı olmaktan daha önemlidir. CNN, MSNBC, CBS ve diğer bütün kanallar kendi içerisinde bir yarışa girdi. Gazeteciler sürekli ortalıkta gezip saldırganın Amerikalı mı Afrikalı mı olduğu, ten rengi, El Kaide ile bağlantısı olup olmadığını araştırarak bir şablon oluşturup şekil çıkarmaya çalıştı. Saldırı sonrası bu gibi şeyler hep yazıldı, çizildi. Amerikan medyasında belli başlı uzmanlar bu olaylarda ortaya çıkıyor. Boston saldırısında yaşananlar da 11 Eylül’dekine benzerdi. 11 Eylül sonrasında pek çok kişiye bağlanılmış uzmanların fikir ve görüşlerine başvurulmuştu. Uzman diye tanıtılan kişiler gerçekte konusunda uzman ve yansız olmayabiliyorlar. Steven EMERSON örneğini verebiliriz. EMERSON, terörizm konusunda yorumculuk yapan New York’lu bir muhafazakârdır. Fox kanalında düzenli olarak çıkmaktadır. 1995 yılında, Oklahoma şehrindeki Alfred P. MURRAH Federal Binası saldırısı, sarışın ve mavi gözlü, ismi Timothy Mc VEIGH olan bir Amerikalı tarafından gerçekleştirilmişti. Emerson ise, saldırının Orta Doğu’lu bir kişi tarafından yapılmış olabileceği düşüncesindeydi. Bu olaydan 18 yıl sonra, 2013 yılında, EMERSON, tekrar Fox haber, C-SPAN gibi kanallara çıkıp şüphelinin Suud kökenli bir kişi olduğunu, vücudundaki yanıkların patlamadan sonra oluştuğunu ve hakkında sınır dışı edilme kararının alındığını, fakat şu an kanun koyucular tarafından bir hastanede tedavi görmesine izin verildiğini söyledi. Ancak bu yanlış bilgiydi. O yüzden, gidip bir sandviç almakta ya da başka bir kanalı açmakta özgürsünüz. Bu süre zarfında biz işleri yoluna koyup bütün detay ve bilgileri toplarız, o zaman bize geri dönersiniz’ diyemediler. İslam ve Müslümanlarla ilgili tartışmalarda, ‘İslam çalışmaları’ alanında uzman akademisyen ve entelektüeller nerede acaba? Keza, Orta Doğu’lu akademisyenler nerede? Bu hikayedeki eksiklik; gerçek uzmanlar, güvenlik çalışmalarındaki profesörler, yıllarca terörizm hakkında çalışıp araştırıp yazılar yazan kişilerdir. Peki, Müslümanlar nerede? İslam ve Müslümanlar ile ilgili tartışma programlarında neden Müslüman uzmanlar yer almıyor? Bu tür konularda Müslüman akademisyenlere de bağlanılması gerekir. Amerikan medyasına baktığımızda, İslam ile ilgili tartışma programlarında, Müslüman olmayan uzmanların yer aldığını görüyoruz. Tabi ki bu her zaman problem olmamaktadır, çünkü bunlar arasında eğitimli, işini iyi yapanlar vardır. Yoklar çünkü bunları getirmek, halihazırda düzenli olarak yer alan bir katılımcıyı alıp getirmekten genelde daha zordur. Çabucak bir kravat takıp saçlarını tarayıp biraz makyaj yapılıp televizyon karşısındaki sandalyeye oturuveren, haber bültenini hazırlayanları tatmin etmek için 6-8 dakikalığına yarı zekice görünen şeyler söyleyecek biri... Fakat öyle olsa da onlar Müslümanların yaşadıkları hakkında konuşamazlar. Onların sesleri, tartışmanın odaklandığı Müslümanların ikamesi olamaz. Ve sıklıkla Müslümanların anlatıları ana akım medyada yoktur. Benzer bir örnek vereceğim. Geçenlerde MSNBC’nin Suriye’deki olaylar hakkındaki öğlen yayınını izliyordum. Muhalif grupların detayları, Amerikan müdahalesinin artıları ve eksileri hakkında bir tartışma yaşanıyordu ve sunucu ‘Tartışmamızı bugün bizlerle olan uzman konuşmacılarımıza açacağız.’ dedi. Uzman konuşmacılar, Washington Post’ta bir köşe yazarı, eski bir Beyaz Saray sözcüsü, başka bir programın sunucusu ve uzmanlığı sosyolojide ve ırk ilişkileri olan ama kanalda düzenli çıkan, sevilen bir üniversite profesöründen oluşuyordu. Suriye uzmanı neredeydi? Bir Suriye uzmanı yoktu. 59 60 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM Son olarak, basmakalıp görüntüler ve güç görüntüleri hakkında bir noktaya değinmek istiyorum. Çünkü bu konunun Amerikan medyasının, özellikle televizyon haber medyasının oldukça yaygın bir biçimde dayandığı bir şey olduğunu düşünüyorum. Var olan bir dosya metrajına göz gezdirmek ve bir tuşa basmak ve ekranda göstermek kolay ve ucuzdur. Camilerde dua eden, bir bütün halinde dualarında aynı anda secdeye kapanan yüzlerce Müslüman erkek görüyoruz. Ortadoğu ülkelerinde eylemler, bu eylemlerde sokaklarda yine genellikle kızgın ya da yüzlerinde yoğun ifadeler bulunan Müslüman erkekler görüyoruz. Müslüman kadınları hiçbir zaman başları örtüsüz görmüyoruz, her zaman hicab ya da burka ya da nikap takıyorlar.Çok küçük bir nüans var. Görüntülerin kendisinin İslamofobik olması gerekmese de şöhreti tekil bir blok izlenimi yaratıyor. Evlerinde ya da yerel camilerde bayramı kutlayan Müslüman ailelerin görüntüleri nerede? Cumartesi sabahı yerel futbol liginde oynayan Müslüman çocukların görüntüleri nerede? Çocuklarını okula bırakan Müslüman annenin görüntüleri nerede? Baş örtüsüz Müslüman kadının ya da sarışın, mavi gözlü, İngilizce konuşan Amerikan Müslüman erkeğin görüntüsü nerede? Yoklar. Yoklar çünkü daha az sansasyonel, daha az duygusal, daha az kışkırtıcı, daha az cezbedici. Bu yüzden, bunlar yalnızca Amerikan haber medyasının İslam ve Müslümanları takibini istila etmeye devam eden ve İslamofobinin ve İslamofobik anlatıların ilerlemesine katkıda bulunan temel meseleler . Bu meseleleri çözmek için nasıl bir yol izlememiz gerektiği sorusu genellikle bu meselelerin neler olduğunu tanımlamaktan daha karmaşık. Fakat bu ve duyduğumuz ve bugün gün boyunca ve yarın duyacağımız diğer muhteşem tartışmaların müşterek bir şekilde bu önemli zorluğu ele almada daha iyi hazırlanmış olacağımız bir yere varacağı konusunda umutluyum. Teşekkürler. “MEDYA SORUMLULUĞU, TOPLULUK SORUMLULUĞU, DEVLET SORUMLULUĞU” Doç. Dr. Stephen SHEEHI Teşekkürler. Organizatörlere beni davet ettikleri için teşekkür etmek istiyorum. Vaktin çok ilerlemiş olduğunun farkındayım, listede son sırada kendimi görünce şunu anladım, konuşmamı mümkün olduğunca kısa tutmalıyım ve kısa, öz ve ilgi çekici şekilde konuşmalıyımı ve umarım üçünü birden gerçekleştirebilirim. O yüzden konuşmamı 15 dakikanın altında tutmaya çalışacağım. İlk söylemek istediğim şey, bence hepimiz farklı konular hakkında konuşuyoruz. Ve ben İslamofobi meselesine farklı ve potansiyel olarak kışkırtıcı olan bir yaklaşım getirmeye çalışacağım. Kendi akademik alanım hakkında bir noktayı açıklığa kavuşturayım. Ben 19. ve 20. yüzyıl başlarına kadarki Arap dünyası ile ilgilenen bir kültür tarihçisiyim. Fakat benim İslamofobi’yi konu alan çalışmalarım aslında ABD hakkında. Ve genel olarak, İslamofobi’nin farklı cinsleri arasında belirgin bir ayrım olduğunu, Birleşik Devletler’deki İslamofobi’nin Avrupa’dakinden oldukça farklı olduğunu, oldukça farklı bir yerden geldiğini düşünüyorum. Bunun birini diğerinden daha iyi ya da kötü yaptığını düşünmüyorum. Bence bunlar iki farklı canavar. Aktaracağım ilk husus yeni, provakatif bir bakış açısı getirmek. İslamofobi’yi bu açıdan değerlendirmek istiyorum. 19 ve 20’nci yüzyıl kültür tarihi konusunda çalışıyorum ve İslamofobi çalışmalarım genelde Amerika bağlamında gerçekleşti. Bu sebeple İslamofobi’nin farklı şe- BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / killeri var, Amerika’daki farklı, Avrupa’daki farklı. O nedenle bunların birinin diğerinden daha iyi ya da daha kötü olduğunu söyleyemiyorum, sadece farklı İslamofobi örnekleri olduğunu ifade edebilirim. Konuyu görselleştirmek istiyorum biraz. İslamofobi dediğimizde ortaya çıkan en korkutucu özelliğinden bahsetmek gerek, bu da istihbarat toplama konusu. Çünkü meşrulaştırılmaya çalışıldı, “terörizmle mücadele” denilerek istihbarat toplanmaya başlandı. Bu konuyla ilgili haberleri duyduk, bir süre önce haberler çıkmıştı. Sürekli bir istihbarat projesinin olduğunu gördük. New York Polis Departmanı, Müslüman Amerikalıları gözetliyordu. Şehirde istihbarat devam ederken, diğer eyaletlerde de aynı uygulama geçerliydi. Mesela İstanbul polisi Ankara’da istihbarat yapsa bu biraz saçma görünürdü, ama Amerika’da bu gerçekleşti. Medya kanallarından hiçbiri bu olayı veriler çerçevesinde detaylı bir şekilde anlatmadı. Belgeleri gördüğünüzde şunu fark ediyorsunuz, olayı daha yakından, daha canlı anlıyorsunuz ne tür bir adım atıldığını, istihbarat kanalları aracılığıyla Müslüman Amerikalıların hayatlarına ne şekilde girildiğini görüyorsunuz. New York’ta CIA tarafından istihbarat programı kurulmuştu ve bu gördüğünüz resim aslında New Jersey’den bir bölgeden geliyor, aynı eyaletten değil. İstihbarat çalışmaları başlangıçta demografik olarak şekillendirildi, farklı bölgelere dağıldı. İnsanların etnik kimlikleri belirlendi. Bangladeşli mi, Mısırlı mı, Türk mü, Portekizli mi, Brezilyalı mı oldukları tespit edildi. Müslümanların hangi bölgeden, hangi ırktan geldiği konusunda araştırmalar yapıldı. New Jersey şehrini kategorilere ayırdılar ve sonrasında Müslüman topluluklarını farklı bölgelerdeki camilerde takip etmeye başladılar. Sonra yine bu camiler farklı kategorilere bölündü. Bunun ardından tekrar camiler ve İslami merkezlerde istihbarata başlandı. Ardından demografinin ötesine geçildi, Müslümanların sahip oldukları dükkânlarla ilgili, mesela “Helal Kasaplar” ve bu tür yerlerle ilgili istihbaratlar ya da Arapların manavlarıyla ilgili yapıldı. Buradaki en ilginç noktalardan birisi şuydu, ilk önce haritalar daha sonra bunlarla ilgili istihbarat resimleri ortaya çıktı. Bu resimler üzerinde yorumlar yer alıyor ve bunlar açıkçası rahatsız edici. Burada gördüğünüz cami resimleri, zaten çok iyi durumda değiller, mesela bu bölgede fakirlerin kaldığı evler var. Örneğin istihbaratçı, Mısırlı adama caminin nerede olduğunu sormuş o da uzun zamandır kullanılmadığını söylemiş. Baktığınızda bu resimler üzerinde o camide kaç kişinin ibadet ettiğini, cemaatin özellikleriyle ilgili yorumları görebiliyorsunuz, aynı zamanda etnik bilgiler de not düşülmüş. Okullar takip edilmiş, bunlar aslında çok korkunç; çünkü okulların çoğu ilkokuldu, bazıları liseyi de içeriyordu, 10-15 kişilik okullar, sınıflar vardı, bunlar bile takip edilmiş, bunlarla ilgili bilgiler, yorumlar yapılmış. Bu resmi biraz sevdim çünkü baktığımda, yorumlara baktığımda şunu gördüm, adam Pepsi satmıyormuş da Mekke Cola’sı satıyormuş. O yüzden “burayı daha yakından takip edelim” notu düşülmüş. Yine bu olaylara baktığımda, İslamofobi taşıyan insanlara baktığımda, “camileri, okulları takip edelim” gibi düşünebiliyorlar ya da “belli dükkânları takip edelim.” diyorlar. Bütün dükkânları takip altına alıyorlar, bu KFC, ayakkabı dükkânı olabilir, Müslümanlarla ilgili bütün dükkânları kontrol altına almışlar. Şu anda sadece bunları gösterebilirim, bununla ilgili size şunu söyleyebilirim, anlamamız gereken noktalardan birisi şu, düşünsel olarak istihbarat toplamanın nasıl bir şey olduğunun farkına varmak. Küçük bir bakış açısı, NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) dediğimiz, Savunma Bakanlığı’na bağlı bir istihbarat birimi, tüm Amerikalıları gözetim altında tutuyor, hepsiyle ilgili istihbarat topluyor. İlk önce şunu söylemek istiyorum, bu olayın olası sonuçları ve etkileri neler olur? İslamofobi’nin gerçekleşebilecek ne tür etkileri olabilir? Kurumsal seviyede ne tür sonuçlar ortaya çıkabilir? Bunları anlamaya çalışıyoruz. Mesela çizgi filmlerden, yorumlardan, medyadan bahsedebiliriz, bunların oldukça zararlı etkileri var. Müslümanlara karşı tehlikeli söylemleri ortaya 61 62 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM çıkartıyor. Nihayetinde en zarar verici sonuç acaba ne tür politikaların İslamofobi temelinde oluşturulduğunu görmek? Mesela kurumsallaşmış, devlet seviyesinde, federal seviyede oluşturulan İslamofobi temelli politikaları takip etmek, bunların sonuçlarını gözlemlemek gerekiyor. Bu arada şunu eklemek istiyorum; bizler için en önemli olan, aklımızda tutmamız gereken noktalardan birisi, istihbarat toplamak yasaldır. Bu tehlikeli bir şeydir. İşte İslamofobi budur. New York polisinden Ray KELLY (Polis Departmanı Sorumlusu) MSNBC’ye çıktığında, bu polis olayın ve istihbarat sürecinin yasal olduğunu biliyor, bazı uluslararası sözleşmelerden bahsedebiliyor. Bu anlaşma olmasaydı başka türlü polis istihbarat eylemlerine devam edemezdi. Obama Yönetimi aynı şekilde istihbarat noktasında esnektir. Şimdiki ile Bush Yönetimi arasında bir farklılık vardı. Obama, oldukça akıllı bir hukukçu ve ciddi şekilde attığı adımları yasallaştırmak için çalışıyor. Kendinden önceki dönemde yasal olmayan adımları şu anda yasallaştırmaya çalışıyor. İstihbarat teşkilatının delillerinin ortaya çıkmasından korkmuyor, zaten bunu yasallaştırmış durumda. Eskiden Amerika’da bu konuda bir takip, kontrol mekanizması vardı, ancak şu anda Amerikalılar üzerinde bu gözetlemeler genişlemiş durumda. Eğer İslamofobi olmasaydı bu yasaları uygulamaya koyamazlardı. Diğer bir nokta da şu, İslamofobinin önyargılardan ibaret bir şey olmadığını, esasen ideolojik bir icat olduğunu anlamak gerekiyor. Amerikalılar sadece İslam’dan haberdar olsalardı her şey iyi gidebilirdi belki de. Filistin’den bahsediyorum, Filistinlilerin hikâyesi anlatılsaydı, daha çok gündeme gelselerdi belki farklı olurdu. Şu anda önyargıların ötesinde bir durumdan bahsediyoruz, İslamofobi ideolojik bir oluşum. Amerikan kültürünün de ötesinde büyümeye başlamış durumda. Amerikan toplumunu ırkçı olarak nitelendirmek istemiyorum, ancak ciddi ve kompleks bir ırksal tarih gerçekleşti. İslamofobi, bu resme katıldığında olay daha kompleks hale geliyor. İslamofobi’nin ideolojik olarak 1990’lar öncesinde oluşmadığını, var olmadığını düşünüyorum. O zamanlarda bence “oryantalizm” vardı, ancak İslamofobi’nin daha yeni bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerime şunu söylüyorum, kolonyalizm karşısında oryantalizm ne ise, globalleşme ve dünya emperyalistleri karşısında İslamofobi şeklindeki modernizm de odur. Bu açıdan bu konuyu anlamak, İslamofobi’nin ideolojik bir oluşum olduğunu fark etmek önemli. Çünkü bu, süreci daha karmaşık hale getiriyor. Şimdi daha provakatif bir şey söylemek istiyorum, artık ABD’de yaşamıyoruz, İslamofobik bir ülkede yaşamıyoruz bence. Amerika, İslamofobik değil, ancak şu anda yaşadığımız ülkede İslamofobi sonrası bir çağdayız aslında. İslamofobi sonrası çağ demekle kastettiğim şu, Amerika artık ırkçı temellerin ötesine geçmiş durumda, artık ırkçılık yok diyoruz. Mesela siyahî bir Başkanımız var, aynı zamanda Dışişleri Bakanı olarak Condoleezza RICE var. Irk artık ABD için ayırıcı bir unsur değil. Bu tam olarak doğru değil, bunu biliyoruz, bunun farkındayız. Temsil gücünden, siyahlara karşı nefret söylemlerinden bahsettiğimizde bunun artık ana akım medyada kabul edilemez olduğunu söyleyebiliriz, en azından o noktaya gelmiş durumdayız. İslamofobi noktasında ise buna yaklaştığımızı düşünüyorum. Panel konuşmacılarına döndüğümde, mesela Halim’e baktığımda, eskiden durum daha kötüydü, şimdi düzelmiş durumda. Mesela Peter KING duruşmalarını, sorgulamalarını düşünecek olursak o Müslüman muhafazakârlığının artmasıyla ilgili oturumlar düzenlemişti, bu sırada pek çok eleştiri gördük. Ana akım medya bunları sevmedi, beğenmedi ve utandırıcı, ırkçı olarak görüldü. Demokratik bir parti içerisinde, diğer üyeler, milletvekilleri bu oturumu Müslümanların insan haklarının ihlalini tartışmak için kullandı. Pamela GELLER mesela, bizim Müslüman karşıtı politikacılarımızdan birisi ve çok konuşan bir insan. Konuşması sırasında başarılı bir şekilde Müslüman karşıtı posterler astırdı New York Metrosu’na. “Medeni insan ile ilkel insan arasındaki savaşta medeni olanı destekleyin, İsrail’i destekleyin, cihada karşı olun.” yazılı bir afiş. Bu çok utanç verici bir posterdi, New BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / York Ulaşım Departmanı bunu asmayı reddetti. Sonrasında bu politikacı kadın mahkemeye gidip, aldırdığı kararla astırdı. Adı geçen belediye, aslında daha önce Müslümanlarla ilgili istihbarat toplayan bir kurumdu. Yani bir değişimden bahsedebiliriz. Medyadaki değişimden bahsedebiliriz ve medya bunu kabul edilemez olarak gördü. İfade özgürlüğü şüphesiz var, ancak bu bağlamda, bir politikacının attığı adım kabul görmedi. Şu anda zannedersem, İslamofobi sonrası döneme geçmiş durumdayız Amerika’da ve açık nefret söylemleri artık kabul görmüyor, savunulmuyor ve bunlara ceza veriliyor. Bunlar yerel haberlerde anlatılıyor, ancak kimse okumuyor. Öte yandan şu anda bu durum yapısal projelerle el ele gider durumda. Mesela, istihbarat çalışmaları devam ediyor; NSA çalışmaları, terörizmi tüm Amerikalıları gözetim altında tutmak için bir mazeret olarak kullanıyor. Bir yanda devlet politikalarını görüyorsunuz, devlet politikaları İslamofobi üzerine kurulmuş durumda, ancak yüzeysel olarak baktığımızda, İslamofobi nefret söylemlerinin kabul edilemez, bazılarının önyargılı olduğunu görüyoruz. Genelleştirmenin doğru olmadığının farkındayız, genelleştirmeyin diyoruz. O sebeple yeni bir anın içerisinde olduğumuzu düşünüyorum. Bunun tehlikeli yanları da var nedenini de anlatacağım. Konuşmacı olarak, bu dinleyici kitlesiyle bunları paylaşmam gerekiyor. İslamofobi, bir ideolojik oluşum, Amerikan kültüründe gerçekleşti. Ancak şu anda İslamofobi sonrası dönemde yaşıyoruz ve bu dönem Amerikalı Müslümanları devletle, hükümetle bir çatışmaya sürüklüyor. Çünkü burada iyi ve kötü Müslümanların belirlenmesi gerekiyor. Müslüman Amerikalıların, grupların, kendi topluluklarında polisle artık işbirliğine gitmesi gerekiyor. İronik bir nokta da şu, 11 Eylül’den bu yana bazı planlar vardı, saldırı planları daha camideyken bulundu. Bazı insanlar güvenlik tehdidi olabileceği söylenen olayları ortaya çıkardı, daha sonra anlaşıldı ki bunlar aslında FBI planlarıydı. Üzerinde çalıştığım proje çerçevesinde, şu anda Müslüman Amerikalıları takip ediyoruz ve İslamofobik inançların ne şekilde hareket ettiğini görmeye çalışıyoruz. Nathan ile biraz görüş ayrılığımız var bu konuda. Son yıllarda artık ideolojik olmayan, akademik arka plana sahip olan insanlar, uzmanlar ortaya çıkıyor. Belki de yerel Müslümanlarla konuşmak bazı durumlarda daha iyi olabilir, ancak bize genelde şu soruluyor; bizler, Müslümanların ötekileştirilmesine Amerikan kültürü bağlamında çevirmemiz isteniyor. İslamofobi sonrası dönemde Amerika’da bizden istenen, Müslümanların Amerikalı olduğunu göstermek. Mesela onların burka, türban olarak, Amerikan bayrağı kullanması gibi. Şu anda önümüzdeki zorluk bu zaten, “İslamofobi’yi sonraki aşamada acaba nasıl yeneriz?” önümüzdeki en temel soru bu. Bizler acaba nasıl olur da önümüzdeki dönemde böyle bir dönüşüme girebiliriz, Müslümanların nasıl olduğunu, ne olduğunu nasıl açıklayabiliriz? Önümüzdeki belki de en zor adım bu ve şu aşamada tam bir dönüşüm noktasındayız. Boston’da gerçekleşen bombalama önemli bir olaydı, Obama Yönetimiyle ilgili çok iyi şeyler söyleyemiyorum, ancak bu durumda medya konuya atlamışken Yönetim dikkatli davrandı ve Müslümanları olayla bağdaştırmadı. Suriye’de olaylara böyle yaklaşmadılar, ancak Boston bombalamaları sırasında herhangi bir grubu olayla bağdaştırmadılar, Müslüman demediler. Öte yandan pek çok Müslüman’ın Amerikan hapishanelerinde tutulduğunu biliyoruz. Bu insanlar o hapishanelere konuldu. Çünkü çok zayıf kanıtlar çerçevesinde, belki de kanıt bile denilemeyecek verilerle yargılanıp hapishanelere konuldu. Peki, bu durumda bu ikile mi nasıl çözeriz? Obama bir yandan iyi bir adım atmışken, diğer taraftan insanları hapse göndermiş durumda. Şimdi burada konuşmamı toparlamak istiyorum, iki nokta var çözüme yaklaşabilmek için. İslamofobi’den nasıl kurtuluruz diye düşünüyoruz. İlki şu, beyaz Amerikan kültürü soru sormayı bırakmalıdır artık. Müslümanlarla ilgili soru sormayı bırakmalı ve artık kendileriyle ilgili 63 64 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM sorular sormaya başlamalılar. Mesela biz “neden siz Yahudi düşmanısınız?” diye sormuyoruz. Bu soruyu “Joe” ve “Sally”ye gidip sormalıyız, “Siz neden böylesiniz?” diye. Müslüman Amerikalıların görevi bu değil, kendi değerliliklerini başkalarının anlayacağı şekle getirmek onların görevi değil. Ancak bunu söylediğimde, Müslümanların sorumluluğu yok demek istemiyorum. Dünyadaki ve Amerika’daki Müslümanlar küresel bağlamda düşündüğümüzde, malum pek çok Müslüman ülke var ve bunların çoğu İslamofobi’yi kendi muhalefetlerini ortadan kaldırmak için kullanacaklardır. Mısır’da, Bahreyn’de bunu görüyoruz. Öte yandan şunu da görüyoruz, İslami rejimler mesela, herhangi bir eleştiriye karşı İslamofobi yaklaşımını ortaya koyuyor. O sebeple İslamofobi’yi bir araç olarak kullanmamak gerekiyor. Eğer İslamofobi’yi gerçekten ortadan kaldırmak istiyorsak, Müslümanları ve Müslüman Amerikalıları daha büyük insan hakları konusunun bir parçası olarak görmeliyiz. Bunlar gay hakları olabilir, kadın hakları olabilir, dini azınlık hakları olabilir, bu bağlamda değerlendirilmesi gerekiyor. Müslüman Amerikalılar genelde devlet güvenliğinin lâikleşmesini istiyor. Havaalanında eğer herkes durduruluyorsa o zaman Müslümanların durdurulması çok ters görünmüyor, en azından ırkçı bir ayrım yapılmamış oluyor ve Müslüman Amerikalıların istediği şu anda budur. Güvenli bir devletle ilgili olan olası çağrışımları anlamamız gerekiyor. Teşekkür ediyorum, umarım konuşmam 15 dakikadan az sürmüştür. Davetiniz için tekrar teşekkür ediyorum. Enis BERBEROĞLU Teşekkür ediyoruz. Sorulara geçmek istiyorum, sorularda katılımcılardan ve soru soranlardan da şunu rica ediyorum. Çok sınırlı zamanımız var, sorular kısa olur ve cevaplar da hemen verilirse, mümkün olduğunca çok soru yetiştirebiliriz. Nurhayat KIZILKAN (Türkiye) Stephen’a bir sorum olacaktı. Akdeniz etrafındaki Müslüman ülkelerde iç karışıklıklara model olarak baktığımızda, Türkiye dâhil olmak üzere seküler kesimlerin sanki sekülerizmi bir din gibi yaşadıklarını ve dinin mensupları, aslında azınlık olmamakla beraber Müslüman olduğunu iddia eden, daha dindar yaşam süren Müslümanlara karşı bir toplumsal muhalefet yaparak varlıklarını göstermeye çalışıyorlar. Ama Batılılar da bazen bilerek bazen de bilinçsiz olarak kendisine yakın bulduğu, seküler olduğunu düşündükleri için -aslında burada sahte bir sekülerizm var- onlarla ilişkisini artırıyor ve içerideki çoğunluğu ezici bir azınlık iktidarlarının var oluşuna destek veriyor. Biz bundan neden rahatsız oluyoruz? Batı’nın kendisinin üzerine kurduğunu iddia ettiği felsefi şeylerin altını oymuş oluyor böylece, yani Batı’nın değerleri diye kabul edip hepimizin yaygınlaştırmaya çalıştığı şeyler şu an boşlukta kaldı. Altını Batı kendi kendine oydu ve bizler artık Batı’yı savunamaz duruma geldik. Dolayısıyla İslamofobi şu anda siyasetçilerin elinde büyük bir güç ve kendileri içeride güç kazanmak için, isterse Avusturya’da olsun isterse Amerika’da olsun, İslamofobi’yi nasıl Avrupalı sağcıların elinden, buna solcular da dâhil, yani solcular artık bazı yerlerde sağcı oldular, sağcıyı, solcuyu karıştırır olduk. İslamofobi’nin bu şekilde kullanılmasını nasıl engelleyebiliriz? Doç. Dr. Stephen SHEEHI Teşekkür ediyorum, güzel bir soru sordunuz. Elimden geldiğince cevabı kısa tutmaya çalışacağım. Çok büyük ve karmaşık bir soru sordunuz, bunun cevabı saatlerce sürebilir. Neden mesela Amerika, Mübarek’i destekliyordu bir gün sonra başka birisini desteklemeye başla- BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / dı? Bu tür cevaplara bu soruyu yönlendirebilirsiniz. Sizin parmak bastığınız nokta gerçekten çok önemliydi, kesinlikle bizim siyasete İslam’i almamız gerekiyor, şu anda siyasi bir fenomen haline, siyasi bir olgu haline getirdiler. İslam politize edildi ve siyasi konumunu güçlendirmek için İslam’ı kullanan insanlar var. Bir taraftan da siyasi İslam var ki insanlar gerçekten İslam’ın politize olmasını istiyor, istedikleri böyle bir durum var. Fakat söyleyebileceğim tek bir şey var, İslamofobi’nin kullanılmasını bir şekilde önleyebilmek adına siyasi İslam’ı anlamamız gerekiyor. Siyasi İslam, siyasi bir noktadır, kültürel bir nokta değildir. Çünkü Batı’daki İslamofobi, Müslümanları kültürel anlamda belirli şekillerde birbirlerine bağlayan insanlar olarak tanımlıyorlar. Bizim öncelikle yapmamız gereken şey İslam’ı hedef alan kişilere karşı, öncelikle İslam’ın kültürel bir fenomen, kültürel bir olgu olduğunu anlatmamız gerekiyor. Ama siyasi İslam, politik İslam dediğimiz şey politik bir olgudur, bu ayrımı yapabilmemiz gerekiyor. Bashy QURAISHY Teşekkürler Sayın Başkan. Benim sorum şu, aslında bütün panelistlere soruyorum sorumu. Batı’da yaşayan Müslümanlara baktığımızda aslında çok fazla başarılı olmadıklarını görüyoruz. Aynı alanda, seviyede oynamıyoruz, sonuçta bir azınlığız, normal halkın sahip olduğu kanalları kullanma şansımız olmuyor. Ama size şunu sormak istiyorum, özellikle Saied Reza AMELI’ye, İran’a gitmiş ve biliyoruz ki pek çok etkisi var. Sizce özellikle Batılı ülkelerdeki İslamofobi, Endonezya, Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye gibi ülkelere baktığımız zaman, bu kişiler bir araya gelirse ve bu ülkelerde bir araya gelip uluslararası bağlamda kendilerini tanıtırlarsa, daha sonra BM’ye, AB’ye, AP’ye, Avrupa Komisyonu’na gidip konuşurlar ve bir şekilde seslerini duyururlarsa nasıl olur? Sonuç itibariyle bir ekonomik, sosyal veya finansal anlamda bir baskı olmadığı zaman belki de bu problem ortadan kalkacaktır. Bu söylediğim şekilde çok daha iyi bir hale gelebilir miyiz? Prof. Dr. Saied Reza AMELI Kesinlikle uluslararası ilişkilere baktığımız zaman, özellikle Müslüman devletler arasında, Batılı ülkelerle bazı yanlış anlaşılmalara neden olabiliyoruz. Dolayısıyla sizin söylediğiniz şey gerçekten işe yarayabilir. İslamofobi, tamamıyla yanlış bir algıysa, bir kararın yanlış algısı veya yanlış yorumlama olarak düşünülecek olursa, bu ülkeler arasında ne kadar etkileşim yaşarsak, o kadar sorun çözülecektir. Fakat sorun ideolojikse, o zaman kolay olmayacaktır. İdeolojikse bu sorunun sebebi, etkileşimle çözemeyebilirsiniz, burada daha fazla politikalara ihtiyacınız vardır. Örneğin İran’ı düşünelim, farklı bir Cumhurbaşkanı olduğunu düşünelim, öncesinde Humeyni, Hatemi vardı, hepsinin Batı’ya karşı farklı yaklaşımları oldu. Ama hiçbiri bir şekilde gerçekten Batı ile yakın ilişki kurabilme konusunda başarılı olamadı. Batı Avrupa’daki ülkelerin hiçbiri İran’a gelmedi, Hatemi’nin döneminde bile gelmediler. Dolayısıyla problem İran ile ilgili olduğu zaman ideolojik diye düşünüyorum. Gerçekten pek çok konu var, İslamî devrimle ilgili çok fazla konu yaşanıyor İran’da. Bir dogma, ciddi bir dogma var. Özellikle dünya devletlerine baktığımızda bunu görüyoruz. Kesinlikle bu politikayı bırakmamız gerekiyor, aksi takdirde bu devam edecektir ve çözümsüz kalacaktır. Dr. Halim RANE Bence bu eğitimle, Müslümanların eğitilmesiyle ilgili bir konu bu ve bu şekilde bakılmalıdır. Bunu söyleme sebebim şu, Müslümanlar bu şekilde yaşarlarken bu değerler oluşturulmuştur. Bazı durumlarda birbiriyle çelişiyor, çatışmalarla ilgili olabiliyor. Ama Müslümanların ideolojisine baktığınızda bunun gerçekten eğitimle çözülebileceğini düşünüyorum. Pek 65 66 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM çok şiddet var, çok fazla örnekler görüyoruz. Maalesef bunlar İslam adı altında yapılıyor, bu şiddet davranışlarını da İslam adı altında gösterdikleri için böyle bir durum yaşanıyor. Gün sonunda benim bugün yapmamız gereken şeyle ilgili kararım şudur, gerçekten eğitim, buna uygun bir şekilde yorumların yapılması gerekiyor. İslami eğitim enstitüleri de var, mesela Suudi Arabistan’da, Pakistan’da var biliyorum. Burada en aşırı fikirler oluşturuluyor, daha sonra bunlar bütün dünyaya yayılıyor. Batılı ülkelere giriyorlar biliyorsunuz, bu yerlerden gelen, konuşmalar yapan kişiler oluyor, genç arkadaşlarımız gidiyorlar bu enstitülere, derslere tekrar giriyorlar, bu ideolojileri getiriyorlar ve interneti kullanarak dünya çapına yayıyorlar. Ama bizler için esas işin kökeni bu aşırı uç ideolojilerin ortadan kalkması ve işte bu nedenle zaten Müslümanlar haberlerde bu şekilde gösteriliyor. Gerçekten bunu çözmenin yolunun ben sadece eğitim olduğunu düşünüyorum. Nathan LEAN Kısaca şöyle düşünüyorum, uluslararası anlamda çabaların önemli olduğunu, ama bir yandan da kolay olmadığını. Çünkü çok fazla siyasi bariyer var, ülkeler arasında karmaşık durum söz konusu. Bunun hakkında genellikle düşündüğüm şeyler şu şekilde; eğitim tabii ki çok önemli, ama eğitimin yanında daha önce de bahsedildi, ciddi anlamda azınlıklar var ülkelerde ve büyük bir kısmının Müslüman olduklarını da biliyoruz. Bir şekilde pek çok önyargı ve geçmişten gelen kalıplaşmış kanılar var. Bunu daha önce işledik, artık bir şekilde kalıplaşmış olmak, size karşı insanların önyargılı olmasının gerçekten de korkunç bir şey olduğunu biliyoruz. Bir şekilde bunların çözülmesi, bu önyargıların kırılması gerekiyor. İlişkiler bence eğitimin yanında çok önemli diğer bir konu. Özellikle bazı araştırmalar yapılıyor. Mesela Müslümanlara ve İslamiyet’e karşı kötü düşünceleri olan ve onları desteklemeyen insanlar kendileri arasında iletişime geçiyorlar. Çok fazla Müslüman tanıdıklarından, İslamiyet’i çok bildiklerinden değil, ama bir şekilde önyargıları, kalıplaşmış düşünceleri var, bunlar yıllardan geliyor, yıllardır mevcut. Ama bence bir Müslüman tanısalar, ilişkileri olsa çok daha iyi bir hale gelir. Talal CABİL (Yemen) Nathan LEAN Bey’e bir soru sormak istiyorum. Arap entelektüelleri, eğer İslamofobi’nin Batı’da tartışmalı bir konu olduğunu bilmiyor olsalardı bugün Mısır’da askerler böylesine rahat şekilde darbe yapamazlardı. Yine Suriye’de olup bitenler de yine aynı şekilde İslamofobi’nin aslında Batı’da halen etkin olduğunun bir göstergesi değil midir? Sorun burada, Batı’nın bu terimden kurtulabilmesi için acaba ne yapması gerekiyor? Özellikle de Arap ve İslam dünyasına ihraç edilen, orada pazarlanan bu terimden kurtulabilmek için neler yapabiliriz? Yoksa bu şekilde devam edecek mi, bu bir çıkar durumumu mudur? Batı’dakilerin aklı halen bunu kendisi için kullanmaya devam edecek mi? Teşekkür ederim. Nathan LEAN İslamofobi terimiyle ilgili sorunlar olduğunun farkındayım ve bu konuyla ilgili pek çok tartışma da yaşandı. Ama Anti-Semitizmi düşündüğünüz zaman bu da sıkıntılı. Önemli bir şekilde belirli bir gruba, Yahudilere karşı önyargıyla ilgili bir terim. Dünyadaki pek çok kişi bundan tabii ki rahatsızlık duyuyordur. Önemli olan şey aslında bir terim bulmaktır, en azından bunu dile getirebileceğimiz bir terimimiz var. Bir sözcük, sorununuza bir tanımlama bulamazsınız ona çözüm getiremezsiniz. Bu sorun tanımlanmış ve çözebilmek için sistematik yöntemler bulabiliriz. Bunun kötü bir şey olduğunun farkına varıyorsunuz ve bir çözümünün bulunması gerekiyor. Ama insanlar bazı eylemlere, bazı önyargılara, mesela Afro-Amerikan kökenli insanları düşündüğü- BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / müzde, o terimi bulana kadar o sorunu çözemezsiniz, bir şekilde bulunca çözüm noktasına gelinmiş demektir. O yüzden şu anda İslamofobi ile ilgili durum da bence bu şekilde, bu fikri tamamen göz ardı edersek ve reddedersek, yokmuş gibi yaparsak esas o zaman problemler başlar. Dolayısıyla bunu göz ardı etmenin bize bir faydası olacağını düşünmüyorum. Tr: İslamcılardan artık şimdi korunabiliyoruz. – Ama anti islamistlerden değil! En: We can now protect ourselves from Islamists. – But not from anti-Islamists! NEL/Loan Cozacu / Thüringische Landes-Zeitung 2010 67 68 / BİRİNCİ GÜN II. OTURUM BİRİNCİ GÜN II. OTURUM / 69 70 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM III. OTURUM HUKUK, İNSAN HAKLARI VE İSLAMOFOBİ BİRİNCİ GÜN III. OTURUM Hukuk, İnsan Hakları ve İslamofobi Moderatör : Yılmaz ENSAROĞLU Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı-Türkiye Konuşmacılar : Dr. İbrahim SALAMA BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Uzmanı-Mısır Dr. Hatem AL-BAZIAN California Üniversitesi-ABD Doç. Dr. Ali Murat YEL Marmara Üniversitesi-Türkiye III. OTURUM / 71 72 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM Yılmaz ENSAROĞLU Moderatör Değerli misafirler ben de bugünün son oturumunu açarken hepinizi saygıyla selamlıyorum. İslamofobi’nin daha çok insan hakları ve hukuki boyutunu ya da insan hakları ve hukuk açısından tartışmaya çalışacağız. İslamofobi dediğimiz şey aslında çok karmaşık bir sorun, esasen devletlerin icat ettiği bir problem. Siyasetin bulduğu çok karmaşık, çok boyutlu politik bir icattan bahsediyoruz, yani sonradan üretilmiş bir sorundan. Karmaşıklığının en çarpıcı göstergesi en azından şu zannediyorum, sorunla ilgili hem mağdur, hem hedef, hem de fail olarak suçlanan ya da görülenler Müslüman kitle, bu sorunun faili, öznesi olmak dolayısıyla suçlanıyorlar. Özneleri olarak görülüp suçlanıyorlar, aynı şekilde İslamofobik uygulamaların ya da İslamofobi gerekçesiyle geliştirilen çeşitli baskıcı, yasakçı politikaların da doğrudan doğruya mağduru. Hakları İslamofobi yüzünden ya da İslamofobi üzerinden ihlal edilen bir durumdalar. Konferans uluslararası bir nitelikte ama bunu Türkiye’de düzenliyoruz. Konuşmacılarımız sunumlarını daha çok insan hakları ve hukuk bağlamında yapacakları için, bu organizasyonun gerçekleştirildiği yer Türkiye’de İslamofobi açısından durum nedir? Buna dair, özellikle yurt dışından gelmiş konuklarımız için birkaç hususun altını çizmek, hatırlatmak istiyorum. Türkiye’nin de aslında dışarıdan görüldüğünün çok ötesinde ciddi bir İslamofobi sorunu var. Sadece Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde gündeme gelen bir problem değil, halkının çoğu Müslüman olan ülkelerde de yaşanabiliyor, bunun çok çarpıcı bir örneği. Türkiye’de de bu sorunun mucidi devlet. Gerçekten bir İslam korkusu ya da Müslümanlardan korktuğu için değil, aslında vakti zamanında o tepeden inmeci, Türk modernleşmesinin tipik bir sonucu, tezahürü olarak İslam’dan nefret ediyordu. Çünkü geri kalmışlığın bütün suçunu, kabahatini İslam’a yükleyen bir aydın yaklaşımına sahiptik. Bu elit tarafından kurulan bir Cumhuriyet Türkiye’sindeyiz şu anda. Dolayısıyla bu yaklaşımın doğal sonucu olarak, toplumu İslam’dan koparmak, dinle ilişkisini minimize edebilmek için ciddi bir korku yaydı. Türkiye, İslam’dan korkan bir devlet yüzünden bir İslamofobi sorunuyla karşı karşıya kalmadı, tam tersine devletin halkını İslam üzerinden ya da İslam dolayısıyla korkutmasıyla gelişen bir İslamofobi sorununun içerisine sürüklendi. Toplumda bu korku yayıldıkça bir süre sonra gerçekten de İslam’dan, Müslümanlardan çekinen, tedirgin olan ya da İslam veya Müslümanlar yüzünden kendi yaşam tarzlarının tehdit altında, tehlike altında olduğunu düşünen kimi kesimler de oluşuverdi. Buna paralel olarak, o korkunun toplumda iyice pekişmesi için bizzat devlet eliyle dindar Müslümanlara yönelik ciddi hak ihlalleri, ciddi suçlar da işlendi. Şimdi 2013’teyiz ve yine aynı devlet ya da Hükümet, birtakım kamu kurumlarının düzenlediği bir İslamofobi konferansında şu anda bu konuşmayı yapıyoruz. Böyle bir konferansın düzenlenmiş olması bile, tarihe hızlıca baktığımız zaman, Türkiye açısından son derece olumlu, anlamlı bir gelişmedir. Bunun üzerinde düşünmek, bunu ayrıca tartışmak gerekiyor. Bu vesileyle, konferansı düzenleyen Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne, başta Genel Müdürümüz olmak üzere bütün çalışanlara, bu konferansa emek veren herkese kendi adıma, sizler adına bir kez daha teşekkür etmiş olayım. Başlarken de dediğim gibi, bu oturumda İslamofobi, hukuk ve insan hakları açısından tartışma yapacağız. İslamofobi, böyle siyaset kurumları, -sadece Türkiye açısından değil, dünya BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / genelinde- devletler tarafından üretilmiş ve halklarına empoze, enjekte edilmiş bir korku ya da problem olmakla birlikte İslamofobi aynı zamanda önemli bir ayrımcılık sorunudur ve ciddi bir nefret suçudur. Hukuk ve insan hakları açısından baktığımız zaman da, bizi, fobinin önündeki kelimenin İslam ya da başka bir şey olması çok ilgilendirmiyor, ilgilendirmemeli. Çünkü, insanlara korku ve nefret yayan bütün ideolojilerden, yaklaşımlardan ya da bu saiklerle işlenmiş suçlardan insanların emin olmasını sağlayacak hukuki düzenlemelere ve mekanizmalara sahip olmak durumundayız. Özetle, İslamofobi aynı zamanda ciddi bir insan hakları sorunudur. Bu oturumda inşallah misafirlerimizin değerlendirmeleriyle bunu biraz daha derinlemesine ele almaya çalışacağız. Ne var ki, bu konu hukuk ve insan hakları ekseninde son derece az çalışılmıştır. İslamofobi’yi siyaset, siyaset bilimi, sosyoloji ve benzeri diğer sosyal bilimler açısından epeyce tartışan, konuşan olmuş ama hukuki açıdan, insan hakları bağlamında pek çalışılmamış olduğunu söyleyebiliriz. Bizde ya da dünyanın başka bir yerinde bir İslamofobik olay gündeme geldiği zaman insanların tepki gösterdiğini, bağırıp çağırdığını, zaman zaman sokaklara döküldüklerini görüyorsunuz. Tepki var ama maalesef takip yok. İslamofobik suçlar nasıl izlenecek, nasıl raporlanacak, nasıl delillendirilip belgelendirilecek ve nasıl dava konusu haline getirilecek? Buna dair bir kültür, tecrübe maalesef yok. Türkiye’de hâlâ birtakım antidemokratik uygulamalardan medet uman kimi kurumlarda zaman zaman İslamofobik yasakçı uygulamalar olduğunu da görüyoruz. Toplumun bir kısmında buna yönelik, bununla ilgili bir nefret söylemi ve ayrımcılık olduğunu da söyleyebiliriz. Türkiye’de hakikaten hukuki mevzuat açısından hiç mi bir şey yoktu? Eminim Türk katılımcılarımız iyi bilir eskiden Türk Ceza Kanunu’nun meşhur 312’nci maddesi vardı; şimdi onun sayısı “216” oldu ama madde hâlâ aynı şekilde mevcut. Bu başta olmak üzere anayasada, ceza mevzuatımızda, nefret suçlarına yönelik olmasa da en azından ayrımcılığı yasaklayan ya da eşitliği vurgulayan birtakım düzenlemeler var. Ama bunların uygulamada çok fazla karşılığının olmadığını da tecrübelerle biliyoruz. O yüzden Türkiye’nin gerçekten ayrımcılık ve nefret suçlarıyla ilgili düzenlemelere ve mekanizmalara acilen ihtiyacı var. Bütün bunları yaparken sadece toplumda belli bir kesimi ya da çoğunluğu oluşturan Müslümanları değil, tüm grupları, farklı kesimleri güvenceye alacak, emin kılacak, hak ve özgürlüklerini teminat altına alacak düzenlemelere ve mekanizmalara ihtiyacımız var. Yoksa fobinin birinden kurulup bir başkasına müptela olabiliriz, bir başkasının kucağına düşebiliriz. Bu anlamda baktığımızda, Türkiye’de nefret söyleminin, nefret suçlarının ya da ayrımcılığın muhatabı olmak için mutlaka Müslüman olmanız ya da İslami duyarlılık sahibi olmanız gerekmiyor. Yerine, zamanına, konjonktüre, mekâna göre, Kürt olmak da bir kurban olmanız, mağdur edilmeniz, bir nefret suçuna ya da ayrımcılığa uğramanız için yetebiliyor. Yerine göre Alevi olmak yüzünden, gayrimüslim olmak, solcu ya da liberal olmak yüzünden bu duruma düşebiliyorsunuz. Kimsenin aklına gelmezdi ama zaman zaman liberal olmak da ayrımcılığa uğramaya, nefret söylemine muhatap olmaya yol açabiliyor. Dolayısıyla herkes ayrımcılığın ve nefret suçlarının her an için muhatabı olabilir. Bu yüzden de zannediyorum sadece bir dini, mensuplarını değil, toplumun her kesimini, etnik grupların dinlerini, dillerini, ideolojilerini, siyasi tercihlerini, hak ve özgürlüklerini güvence altına alacak düzenlemelere, mekanizmalara ihtiyacımız var. Bu girişten sonra ilk sözü misafirlerimizden Sayın İbrahim SALAMA’ya bırakmak istiyorum. Kendisi Mısırlı ve uluslararası insan hakları uzmanıdır. “İnsan Hakları Bağlamında İslamofobi” ya da İslamofobi’nin toplumsal ve hukuki değerlendirmesine doğru bir açılım, bir tebliğ dinleyeceğiz. Misafirlerimizin 15’er dakikalık konuşma süreleri var. İbrahim Bey uçağa yetişmek zorunda olduğu için muhtemelen sorularınızı cevaplayamadan aramızdan ayrılacak. Buyurun İbrahim Bey. 73 74 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM “İSLAMOFOBİ’NİN SOSYO-HUKUKİ DEĞERLENDİRMESİNE DOĞRU” Dr. İbrahim SALAMA Teşekkür ediyor ve 5 dakika içinde ayrılmak zorunda olduğum için özür diliyorum. Sorular sormaya çalışacağım ama cevaplar için vaktim yok, aslında soruların çoğu için verecek bir cevabım yok. İslamofobi fenomeni çok boyutlu ve disiplinlerarası, bundan dolayı zaman zaman kafa karıştırıcı olabiliyor ve analiz edebilmek için kavramsal olarak iyi açıklanması gerekiyor. Bu tartışmanın çok yararlı olduğunu düşünmekle beraber konuyu özetlemeye çalışanlara veya öneriler getirmeye çalışanlara çok da imrenmiyorum. Soruları sıralamama izin verin. 1) İslamofobi ile ilgili sorunumuz İslam’a yapılan saldırılar mı yoksa Müslümanlara yapılan saldırılarla mı alakalı? 2) İslamofobi’den bahsederken kendimize bakıyor muyuz? Moderatör içgözlemsel terimlerle konuştu, İslamofobi’nin sadece Müslüman olmayan ülkelerle sınırlı olmayıp, Müslüman ülkelerde de var olduğunu söyledi. Bu da aklıma Müslümanlar olarak kendimizi bu konuda sorgulayıp sorgulamadığımız sorusunu getirdi. 3) Dini ulusal düzeyde siyasetten ayrı tutmak İslamofobi sayılır mı yoksa bu siyasi bir tartışma mıdır? 4) İslamofobi ile mücadele ifade özgürlüğü için olumsuz bir etki mi yaratıyor? Biz Müslümanlar, diğerlerinin ifade özgürlüğünü kısıtlamaya mı çalışıyoruz? 5) İslamofobinin yaygınlaşmasında Müslümanların sorumluluğundan söz ettik mi, toplumumuz yeterince aktif mi veya İslamofobi devletin mücadele etmesi gereken bir mesele mi? 6) Olumlu konuşma görevimizi yerine getiriyor muyuz? Fussilet Sûresi 34. ayettteki “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” gibi söylemlerimiz ayetlere, İslam’a uygun mu, İslam’da yerini buluyor mu? 7) Sadece İslami sembolleri değil tüm Müslümanlara yönelik bir etki oluşmadığı sürece “tepkilerimizi, tepkilerimiz derken İslamofobi fenomenine katkıda bulunan tüm Müslüman dünyasını kastediyorum”, kontrol etmemiz iyi olmaz mı? 8) Ve son soru, insan haklarının mevcut yasal çerçevesi yararlı mı ya da bu çerçeve, Cenevre ile New York’ta sadece politik, yüzeysel veya sadece retorik düzeyde var olan bir şey mi? Söylediğim gibi, cevaplar için vaktim yok, ben yasal çerçeveyi özetlemeye çalışacağım. İslamofobi’yi nerede gördüğümü, ki üç ayrı fenomen olarak görüyorum, sosyal hukuki bakış açısından özetlemeye çalışacağım. İlki kafa yapısıdır. Hoşgörüsüz kafa yapısı da denilebilir BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / ve bu kesinlikle doğru olur. Herkesin yabancı, İslamiyet düşmanı olmaya hakkı vardır. Kendi görüşleri olduğu (kendilerine sakladıkları) sürece bu, düşünce özgürlüğüdür. İkincisi, konuşma aşaması. Zihinden çıkan hoşgörüsüzlüğün konuşmaya dönüşmesi aşaması. Bununla ilgili iki şey söyleyebilirim, Sayın Moderatör’ün de söylediği gibi konuşmaları belirleme ve yasaklamada yasalara ihtiyacımız var. İslamofobik stratejinin bir parçası olarak bu yasaların, ifade özgürlüğünü ihlal etmemesi için daha fazlasını yapmamız gerekiyor. Uluslararası yasal çerçevede sınırlamalar varken, ifade özgürlüğünü ihlal edenler ve İslamofobi’yle mücadele edenleri bir araya getirmek amacıyla, ifade özgürlüğünün araçsallaştırılıp, maksimize edilmesi lazım. Çoğu zaman onlar (İslamofobi’yle mücadele edenler), Müslüman ve iyi niyetli olsalar bile, iddia ettiklerinin esaslı bir ihlal olduğunu, başka bir hakkın ihlali olduğunu bilmiyorlar. Bu durum ikinci aşamayı oluşturuyor. Üçüncüsü ise eylem aşamasıdır. Bu, din veya inanç temelli bir ayrım. Bana kalırsa üç aşamanın her birinin farklı bir yasal statüsü var; hoşgörüsüzlük, konuşma ve din temelli ayrım. Uluslararası yasal çerçevenin ne olduğunu bilmek, faal bir sivil toplumu gerektiriyor. İkinci konuşmacıdan daha iyi geçiş yapanı görmedim, Hatem Bey’in çalışmasını ulusal düzeyde takdir ediyorum. Konuşması devletlerin, sivil toplumun neler yapabileceğine dair iyi örneklerdi ve fenomenin çok kültürlü doğasını gerçekten yansıtıcıydı. Tekrar özür diliyorum, çünkü burada bitirmek zorundayım. Sizi dinleyemeyeceğim için özür diliyorum. Dün bunu tüm gün yaptığım için memnunum, çok şey öğrendim. Çok teşekkür ederim. MÜSLÜMAN AZINLIKLAR: SANAL HAPSETME VE SINANAN VATANDAŞLIK* ARASINDA Dr. Hatem AL-BAZIAN İlk olarak, bu önemli konferans için bizi bir araya getiren organizatörlere teşekkür etmeme izin verin. ABD’den çok sayıda temsilci olduğu görülüyor, bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan 57 ülke var fakat tek süper güç olması nedeniyle ABD bakış açısının İslamofobi probleminin konuşulması ve yansıtılması açısından birçok Müslüman tarafından temsil edildiği görülüyor. Öncelikle, henüz sonuçlandırdığımız bazı araştırmaları sizinle paylaşmak istiyorum, özellikle de Silikon Vadisi’nde olanları, size çabucak rakamları vereceğim. ABD’de yaklaşık olarak 2,5 ila 7 milyon arasında Müslüman var. Müslümanlara yönelik düşmanlık besleyen İslamofobikler bu rakamı azaltmaya çalışırken, güçlü görünmek isteyen Müslümanlar bu rakamı abartmaya uğraşıyor. 2,5 ila 7 milyon arasında dememizin nedeni bu. PEW araştırması bile, yaklaşık 2,5 milyon yetişkin Müslüman olduğunu gösteriyor, ortalama bir Müslüman ailesinin 2 veya 3 çocuğa sahip olduğu varsayıldığında 7 milyon rakamına bu noktada ulaşabiliyoruz. San Francisco Körfez Bölgesi, 250 bin Müslüman nüfusa sahip, bu oran yerel nüfusun %3,5’ine tekabül ediyor. Bu da San Francisco’yu ABD’de Müslüman nüfusun yüzde açısından en yoğun olduğu yer yapıyor. Etnik dağılımdan da görebileceğiniz gibi, topluluk çok çeşitli. Cuma günü İslami merkezlerin birinde 77 milletin temsil edildiğini görürsünüz. Hac dışında haftalık olarak böyle bir toplantı olması pek olası değil. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın, devletleri hemfikir hale getirmede zorlandığını biliyoruz. Bir merkezde 77 ayrı milletten insan olduğunu ve bunları aynı doğrultuda eklemlemeye çalıştığınızı düşünün. –––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––– * “Probationary citizenship”: Sınanan vatandaşlık. 75 76 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM Doğum açısından, yaklaşık %60’ının yabancı ülke doğumlu olduğu, %34’ünün ABD doğumlu olduğu görülüyor. Bu durum topluluk açısından zorluklar yaratıyor. Şimdi yurt dışında ve ABD’de gerçekleşen doğumlardan hareket edelim. Üniversite eğitimi açısından bahsedilen nüfus yüksek seviyede eğitimli, %74’ü üniversite mezunudur. Tek bir merkezde, tek bir çalışma alanında yaklaşık 500 doktoralı var. Herhangi bir Müslüman ülkeyi düşündüğünüzde, 500 kişi muhtemelen eğitimli sınıf olacaktır, bu yüzden oldukça eğitimli bir nüfustan bahsediyoruz. Bu, Müslümanların nasıl entegre olduğu ile alakalı bizim ilgilendiğimiz şeylerden biri. Çünkü Müslümanların topluma entegre olmadığına dair bir varsayım var. Ulaştığımız sonuç, Müslümanların %62’sinin gönüllü olduğu ve bunun ABD’li gönüllülerin 3 katı olduğu şeklinde. Bu, araştırmadaki en şoke edici verilerden biriydi. Körfez genelinde 1100 katılımcı vardı, bu durum da Müslümanların sivil topluma entegre ve gönüllü olduğu, yerel camiler, gıda bankası San Ramon isimli İslam Merkezi de dahil Müslüman olmayanları da kapsayan her türlü yardım faaliyetine iştirak ettikleri ortadaydı. Bu bağlamda sivil toplumla entegre olmuş durumdalar. İslamofobi’yle ilgili olarak, San Francisco Körfez Bölgesi’ndeki Müslümanların neler hissettiğine ve İslamofobi’yle ilişkilerinin ne olduğuna odaklanmak istedim. Bulduğumuz şey, Körfez Bölgesi’ndeki Müslümanların %77’sinin İslamofobi ile ilgili ciddi problemlerinin olduğuydu. %60’ı kendilerine ayrımcılık yapan birilerini tanıdıklarını söylerken, diğer %40’ı kişisel olarak ayrımcılığa uğradıklarını, %50’si nefret suçu kurbanı tanıdıkları olduğunu, %23’ü bizzat kendilerinin nefret suçu kurbanı olduğunu söyledi. Dolayısıyla burada bireyleri ele alıyoruz. Büyükelçi Salama ayrılmadan önce gerekli soruyu sormuştu; “İslam’dan mı söz ediyoruz yoksa Müslümanlardan mı?” Bu yüzden, burada bireyleri ele alıyoruz. Bizim yaptığımız, özelde Müslümanlara bakmak, nasıl hissettiklerini, onlara yönelik nefret suçlarının ne olduğunu, vatanları olarak adlandırdıkları toplumda sağlıklı ve normal yaşama olanaklarına neyin engel olduğunu bulmak. Şimdi, size üç slayt göstereceğim. Sistematik biçimde Müslümanların neyle karşılaştığıyla ilgili olarak, ABD genelinde gösterilen 3 belgesel var. BBS’de (Bulletten Board System) gösterildiler. Eğitim maksadıyla kullanıldılar. İslamofobiklerin, kolluk kuvvetlerinin terörizmle nasıl mücadele edileceği konusundaki eğitimi, sadece bununla sınırlı değil. Bir polis memurunun, bir Müslüman’ı gördüğünde görünüşüne bakarak ona şüpheli bir terörist muamelesi yapması, tüm bu materyaller kullanılarak gerçekleştirilmiş bir sürecin sonucu. “Obsession” filminin dağıtımına yardımcı olan Florida Güvenlik Konseyi Direktörü Tom TRENTO, 2008’de bunun “son 5 yıldır ortalama bir Amerikalıyı, İslam’ın bir tehdit olduğuna ikna etmek için kullanılabilecek en iyi medya ürünü olduğunu” söyledi. “Obsession” 17 milyon Dolar harcanarak yapılmış bir video ve 2008 yılında 28 milyon Amerikalının evine ulaştı. Farklı eyaletlerdeki Amerikalılar, bir pazar sabahı uyandılar ve bu belgeselin Obama’nın siyasi seçim kampanyalarını etkilemek için gazeteleriyle birlikte parasız olarak verildiğini gördüler. Şimdi yanlış bilgilendirme uzmanlarından konuşmamız gerek. ABD’de oldukça sıkı bir ağları var, Avrupa’da Transatlantik ilişkileri var. Strateji oluşturmak için toplanıyorlar, düzenli toplantılar. Avrupa’nın İslamlaşmasını Durdurma Grubuyla ve aynı zamanda Amerika’nın İslamlaşmasını Durdurma Grubuyla, kaynak ve bilgi paylaşıyorlar. Son derece bağlı, ideolojik perspektiften entegre olmuş çekirdek bir grupla karşı karşıyayız ve bizim için bunu anlamak çok önemli. BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / Şimdi en önemli 5 uzmandan söz edelim. Ya da bundan önce, İslam’ın medya dayanakları olarak adlandırılan beş şeyden bahsetmeme izin verin. Siz İslam’la alakalı neyle çalışırsanız çalışın, bu beş dayanak her zaman sürekli olarak karşınıza çıkıyor. Eğer bir Müslümansanız, bir fakültede veya toplumda bir lider olsanız bile, mikrofon önünüze geldiğinde şu beş sorudan birine cevap vermeniz bekleniyor. Sorun, bu sorulara cevap vermek değil, esas sorun kendi ilgilendiğiniz bir konuda soru yöneltmeniz, bu çerçeve soruyu yönelten kişi ile sizin aranızdaki iletişimi kontrol ediyor. Sıklıkla evet ya da hayır cevaplı sorular oluyor, bu yüzden bu çerçeveyi anlamamız için çok önemli. 2001’den 2010’ a kadar, 40 milyon Dolar Amerikan temelli İslamofobik bir çerçeve oluşturmak ve bunu Avrupa ile paylaşmak için harcandı. Bu kurumlar, parayı ve kaynakları çok stratejik bir şekilde harcayan ve finanse eden kurumlar. Bunu neyle mücadele ettiğimizi ve hangi zorluklarla karşılaşacağımızı anlamamız için söylüyorum. Beş uzmandan sürekli olarak alıntı yapıldığı görülüyor, mesela Frank GAFFNEY var, sonra ABD’de şeriat ve şeriat girişimleri ile ilgili yazılan her şeyin David YERUSHALMI’den yayıldığı ortada. Bu nedenle bu kişi Daniel PIPES, Robert SPENCER ve Steve EMERSON gibi İslamofobik uzmanlarla birlikte anılmayı hak ediyor. Bu kişiler İslamofobinin oluşmasında sistematik biçimde entegre olmuş kişiler, medya onlara İslam ve Müslümanlarla ile ilgili hemen her meselede başvuruyor. Bazı konular tartışmalı olabilir ama benim açımdan değil. Sağ kanat İsrail yanlısı aktivistler, Amerikan temelli İslamofobinin oluşmasında, kullanılmasında, yayılmasında ve finanse edilmesinde başlıca destekçiler. Diğer güçler de mevcutken ve İslamofobi’nin ABD’de var olmasına yararken, İsrail yanlısı aktivistler ABD’de İslamofobi’nin oluşturulmasında belkemiğini oluşturuyor. Ana gündem maddeleri, “tek kutuplu bir dünyada ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek olmasını sağlamak”. Bu, neden bu tip bir yatırımın gerçekleştirildiğine dair stratejik ve ideolojik bir anlayış olduğunu, konuyu önemsemeyen bir grupla karşı karşıya olmadığımızı, aksine kendisini kampanyaya ideolojik olarak adamış bir grupla karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz açısından önemli. Neden İslamofobi? Bence Daniel PIPES’ın bu konudaki görüşlerine bir bakalım. “Yahudi bakış açısından, Amerikan Müslümanlarının oy hakkı kazanması ve refahlarının artmasının Amerikan Yahudilerine ciddi tehdit oluşturacağını” söyledi. Demek istiyor ki Müslümanlar esasen toplumun bir parçası haline geliyorlar. Eğitimliler, istihdam ediliyorlar ve toplumla ilgililer. Pipes’e göre bu bir sorundur. M.G. ROSENBERG’in ifadeleri de aynı şeyi söylüyor: Avrupa veya ABD’yi kastederek “Batı’da Müslümanların daha çok benimsenmesi, dışarıda Müslümanlara yönelik daha az bir nefret yansıması oluşturacak. Ve bu durum, Amerika’nın İsrail’e olan sempatisini azaltacak.” İslamofobi küresel bağlamla bağlantılı. Küresel ve yerel birbiriyle bağlantılıdır. M.G. ROSENBERG’in söylediği şu: “ABD’de Müslümanlara yönelik düşmanlık yaparsanız, Müslüman dünyaya yönelik dış politika Müslüman dünyasında patlayan bombalar, insanlar için aynı türden bir tepki yaratmayacak. Çünkü uzun zamandır onları hayatlarını güvenli ve emniyet içinde yaşama hakkı olan insanlar olarak görmüyorduk, aksine onları aynı tür insan haklarını hak etmeyen çizgi film karakterleri olarak tasvir ettik. Bu nedenle bu -yapısal nefretiyaratan ideolojik mekanizmayı anlamamız gerekiyor.” İdeolojik amaçlarla desteklenen “yapısal nefret” ve buna karşın var olan “bireysel nefret”i birbirinden ayırıyorum. Ayrıca şunu da söyleyeceğim: Devletler ve hükümetler genelde insan ve vatandaşlık haklarının başlıca ihlalcileri. Şirketler, kişiler insan ve vatandaşlık haklarını ihlal 77 78 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM ediyorlar fakat hükümetler bunu yapısal olarak yaptıklarında sonuçlarını görüyorsunuz, bence Malcom X, hükümet bireylerin yapısal olarak insan ve vatandaşlık haklarını ihlal ettiğinde, ABD’de yurttaşlık hakları hareketinin etkilerini gösterebildi. Şimdi, İslamofobi’den kimin yararlandığını konuşmamız gerekiyor. Kimler İslamofobi’den fayda sağlıyor? Batı toplumlarındaki sağ kanat güçler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra belli bir dönem boyunca sağ kanadın yeri yoktu. Şimdi İslamofobi’yi kullanarak yeniden diriliyor ve gözden düştükten sonra zemin kazanıyor. Bu nedenle bu tür dinamikler hakkında konuşmak önemli. Biliyorum EISENHOWER söylemişti, ama askeri endüstriyeli yeniden ele almamız gerekir. Savaş işi de bir iştir. Bu nedenle ABD ekonomisi askeri endüstriyel bir ekonomidir. Bir düşman imgesi yaratmadan işleyemiyor. Öyle bir düşman imgesi olmalı ki 770 milyar Dolarlık bütçeyi mazur göstersin. Bu dinamiği hem küresel hem de yerel bağlamda anlamanız lazım. “Aşırı Hristiyan gruplar” aynı şekilde “İsrail yanlıları”, “sağ kanat medeniyetler çatışması savunucuları” ve diğer gruplardan ayırdığım “göçmen karşıtı gruplar” İslamofobi’yi kullanıyorlar. Bundan hoşlanacaksınız, bir de “Müslüman ülkelerdeki diktatörlükler” kullanıyorlar. Bu konuda konuşmaya başlamamız gerek, aslında ben çok önceden başladım. Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerdeki İslamofobi iç siyasi tartışmalardan ortaya çıkıyor. İslamofobiyi hem Müslümanlar hem de laikler birbirlerini kötülemek için kullanıyorlar. Yani, kullanışlı bir yönü var. “Tepkisel Sol” ile vatandaşlık ve insan haklarının şampiyonluğunu yapan iyi “ana akım sol” arasında bir ayrım yapıyorum. Fakat İslamofobi’yi kınayan Tepkisel Sol’un tarihsel olarak beyaz ırkçılık geçmişi var. Şimdi sanal hapsetmeye sıra geldi. Anlamamız gereken konsept bu. ABD’de, Pearl Harbor saldırısından sonra Amerikalı Japonların torunları olan 140 bin Japon çoğunlukla Batı eyaletlerinde toplama kamplarında fiziksel bir ayrıma tabii tutuldu. Amerikan sistemi hapsetmeyi öğrendi ama yanlış dersler çıkardı. Öğrendikleri şey tüm insanları görünür kamplarda toplamanın gerekmediği. Aksine, bireylerin kendi kendilerini hapsettikleri güçlü bir güvenlik aygıtı yapısı oluşturmaktır. Özel olarak konuşmama izin verin: “Konuşmada sınırlamalar”. Müslümanlar uzun süredir serbest konuşmalara dahil olmuyorlar. Bazı kişilerle konuştum. Birisi bana “Kendi kendime salakça düşünme lüksüm yok dedi.” Bunun anlamı, bu kişinin kendi kendini gözlemlemek zorunda olduğuydu. Ben de güldüm ve Müslümanların hükümete bu kadar ajan tutmaya izin vermek yerine, kendi üstlerinde NSA ile bağlantısı olan kamera taşımaları gerektiğini, böylece para tasarrufu yapılabileceği, bunun da ekonomide bir uyarıcı olacağını söyledim. Tabii biraz komiklik yaptım. “Öğrenci grupları üzerinde sınırlamalar”; “NSA, FBI ve polisi gözetlemek”; “Finansal sınırlamalar”. Bankaya sadece hesaptaki ismimi değiştirme işlemi için gittim, pasaportumu istediler. Ben de Kaliforniya kimliğimin yeterli olup olmadığını sordum. O da bana bunun yeni düzenlemenin bir parçası olduğunu, gerçekten vatandaş olup olmadığımı öğrenmek istediğini söyledi. Bunun münferit bir olay olduğunu söyleyebilirsiniz ama bu terörizm karşıtı yasanın bir parçası aynı zamanda. “Kütüphane kayıtları”; “uçuş yasağı listeleri”; “VIP listeleri” için de aynı şeyler geçerli. “GPS aygıtları”, Kaliforniya’da FBI 22 yaşında Müslüman bir gencin arabasının altına bir aygıt yerleştirdi ve tamirciye gittiğinde kendisine arabasına ait olmayan bir cihazın olduğu söylendi.” Uzun zamandır arabalar üzerinde çalışıyorum, bu buraya ait değil.” Parçayı çıkardılar ve BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / bunun tüm hareketleri izleyen bir GPS cihazı olduğunu gördüler. Durumu daha da beter hale getirerek FBI, birkaç gün sonra gencin kapısını çaldı ve cihazını geri istedi. Sadece izlemek için değil, gerçekten geri istemek için gittiler. Konu mahkemeye taşındı ve mahkeme hükümetin yaptığının yasal olduğuna hükmetti. Bu yüzden, özel hayat hakkınız uzunca bir süredir hükümet tarafından korunmuyor. “Cami gözetimi”. Bence Stephen SHEEHI New York cami gözetimine dair harika şeyler söyledi. Aynı şey San Francisco’da da oldu. Bilgi için özgürlük. Aynı çeşit angajmanın Chicago ve Los Angeles’da da olduğunu biliyoruz. Bu yüzden, esasında bu bir ulusal programdır. Terörizmle savaşın başlarında yoğun bir mezhepsel ayrım olduğunu fark ettik. İstihdam sağlama amacıyla Müslüman topluluklarda mezhepsel ayrımların nasıl birbirini beslediğini, birbiriyle bağlantılı olduğunu anlamamız için bu program önemli. “Seçici kovuşturma”, “ertelenmiş göç”, “ajan alımı” ve diğer unsurlar da var. Şimdi sanal hapsetmelerden konuşmama izin verin. Michelle MALKIN “Gözaltını Savunma” kitabında ve Daniel PIPES gözaltına alımları savunuyor, bunun anlamı bu mantığın işlediği. Sıra İslamofobi’nin sonuçlarında. Bunun çok küçük bir mesele olduğunu söyleyebilirsiniz, fakat önyargı ve basmakalıpçılık şiddete yol açabiliyor. New York’ta böyle birkaç vakıa oldu. Birinde, bir taksi şoförü Müslüman olduğu için bıçaklandı. Diğerinde ise, bir Hindu, Müslüman zannedilerek tren raylarına atıldı. Yani halâ hazırda İslamofobi şiddete yol açmış durumda. Yasal etkiler: Muhtemelen bu insanlar tarafından pek bilinmiyor. 2002’den 2013’e kadar yasal vakaları ele aldık. Şimdiye kadar, benim de yönetim kurulunda olduğum Muslim Legal Fund (Müslüman Hukuki Fonu) aracılığıyla 5463 olaya baktık. Tüm bunlar topluma 13 milyon Dolara mal oldu. Karşılaştığımız en az maliyetlisi 40 bin Dolarlıktı. Ve bana neden bu kadar çok tuttuğu soruldu. Çünkü avukatlar yasal süreç uzadıkça daha çok kazanıyor. Holy Land Foundation (Kutsal Topraklar Vakfı) hala devam eden bir vakaydı. Her zaman buna entegre olmanız gerekir, federal bir durum, avukatlara ve yaklaşık 600 bin Dolar vekâlet ücretine ihtiyaç duyarsınız mücadeleye başlamak için. Samuel ALLIEN’ın vakasında 3000 saatlik bant kaydını tercüme etmek zorunda kaldık. Hükümet belki de 200 tercüman çeviri için görevlendirebilirdi. Fonları biriktirmek amacıyla savunmayı sağlamayı denemek zorundaydık. COINTELPRO altında “Liderlik hedefleme” bazı Müslüman ülkelerde yapıldığı gibi liderliği yok etme. Bundan başka “Müslümanlar düşman sınıftır bu nedenle yasal bir koruma olamaz” yaklaşımı var. “Sınanan vatandaşlığı” (probationary citizenship) düşününce, Batı toplumlarındaki özellikle de ABD ‘deki Müslümanların benzer vatandaşlık tipinde sınıflandırılmasına karşıyım. Şunu söylememe izin verin. Vatandaşlık resmi olarak yasal bir statü ile veriliyor bunun anlamı ya sonradan vatandaş olmanız ya da burada doğmuş olmanız yani anayasa aracılığıyla vatandaşlığa sahip olmanız. Ama bu yeterli değil. Hak olarak vatandaşlık sıklıkla sınırlandırılıyor. Tüm kuruluşlarınız izleniyorken, toplanma özgürlüğüne sahip olamıyorsunuz. Benzer biçimde özgür konuşma hakkınız da olmuyor. Cami inşa etmede de benzer bir hakkınız yok. Ve ilginç bir şekilde, çoğumuz sıfır noktasına camiyi kullanıyor. Pamela GALLER’in bulduğu “sıfır noktası cami”yi kullanmak terimin İslamofobik kabulü oluyor. Bu yüzden bilincimizi etkiliyor, çünkü merkezin adı New York’ta Cordoba Merkezi olmalıydı, hepimiz aniden ve bilinçli olarak sıfır noktası cami olarak adlandırdık. İslamofobi’nin etkisi hakkında düşünürsek, toplumu- 79 80 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM muzla ilgili olarak bilincimizi gerçekten şekillendiriyor. Böylece sıfır noktası cami olarak adlandırıyoruz. Bu yüzden İslamofobikler bizimle özdeşleşen bilincimizi şekillendirmede gayet başarılılar. Siyasi bir aktivite olarak vatandaşlık ağır bir biçimde sınırlandırılıyor. Bazı durumlar da kimi politikacılar Müslümanlarla özdeşleşmek istemiyor. Şu gerçeğe bir bakalım: Bugüne kadar Başkan Obama ABD’deki herhangi bir cami ziyaret etmedi. Türkiye’yi, Endonezya’yı, Malezya’yı, Afrika ve Senegal’i ziyaret ettiğinde camilere gitti ama ABD’de hiçbir camiyi ziyaret etmedi. Bu nedenle vatandaşlığa giden siyasi katılım veya siyasi haklar ağır bir şekilde kısıtlanıyor. “Bir kimlik olarak vatandaşlık”. İslamofobikler şunu söylüyorlar: “Siz Amerikalı değilsiniz. Çünkü Müslümansınız, Amerikan değilsiniz. Veya Fransız ya da Britanyalı değilsiniz İslami kimliğiniz nedeniyle. Müslümanların vatandaşlığı, bir birey olarak farkında olmanın gerektiği kimlik olarak kabul edilmiyor. Afrikalı Amerikan ya da göçmen bir ailenin burada doğmuş kızı ya da oğlu bir birey olarak kimliği talep etmede yetersizsiniz. Bu insanlar kendi seçimleri ile Amerika’ya gelmedi. Seçeneksiz bırakılarak Amerika’ya geldi. Biliyorsunuz isteksiz göçten bahsettik, göçten bahsetmek hakaret ama gönülsüz bir hareket. Düşmana ait olmadığınızı nasıl bileceğim? Bu argüman aslında Müslümanların Amerikalı bir kimliğe sahip olma hakkını da inkâr ediyor. Burada Harvard’lı bir profesörümüz var. Gerçekten Harvard’da ne üretildiğini, Müslümanlara anayasadaki ilk düzeltmenin [ABD Anayasası’ndaki First Ammendment] haklarını vermenin ki ben bu hakların kötüye kullanıldığını düşünüyorum, anlatacak. Burada, Müslümanlara bu hakkı vermesi gerektiği şeklinde bir hissiyatının olmadığını aslında karikatürün de Müslümanları kendi yanlarında görmek istediklerini anlatan bir karikatür olduğunu ileri sürüyor. Bu aslında, zamanı gelince karşılaştığımız kişilerin davranışlarına ve bakış açılarına yansıyabilir. Şimdi size ABD ve Avrupa’nın diğer yerlerinde işlerin nasıl yürüdüğünü anlatacağım. İslam öcüleştiriliyor, bu nedenle İslamiyet’e inanan Müslümanlar suçlular. Birisi “Size Müslüman olarak karşı değilim, ama İslamiyet’te karşı olduğum şeyler var. İslam totaliter ve Nazi benzeri bir ideoloji ve ben buna karşıyım. Ve bu yüzden buna inanıyorsan inandığın şey yüzünden o halde sana da karşıyım.” diyor. İkincisi, İslam’ı terörizmle bağdaştırarak suçlamak onun suçlu muamelesi görmesine neden oluyor. Müslümanları Amerikan toplumundan izole edin. Müslümanları sivil toplumdan tecrit edin, bu gençlik arasında radikalleşmeyi daha da arttırır çünkü eğer onları iterseniz kimliklerini inkâr etmiş ve onlara başka seçenek bırakmamış olursunuz. Aslında gençleri radikalleşmeleri için itiyorsunuz. Bazı durumlarda radikalleşme şiddete yol açabilir ve bunlardan bazılarını birçok yerde görebiliriz. Mesela Irak’taki başarısız operasyondan sonra ABD çok sayıda Iraklı mülteciyi getirdi. Böylece birden bire şehrinize geldiler çünkü şehir yönetimi onlara harcanan Dolar başına 50 cent alıyor. Eğer göçmeniniz varsa, federal hükümet ne tahsis ederse etsin yüzde 50’sini alırsınız. Irak’tan, Somali’den Afganistan’dan gelen insanlara yönelik yüksek konsantrasyonunuz olur. İşsiz, eğitimsiz, sosyal kaynaklardan, sosyal programlardan yoksun konsantre topluluklarınız olur. Gelecek bir kaç yıl içinde enine boyuna sorunlarınız olacağını söylemek için Einstein olmaya gerek yok. İhtiyacınız olan şey, ayet ve hadisleri bir arada toplayacak biri ve bu şekilde insanları radikalleştirebilirsiniz. Bu konu, bu hususlara hitap eden sosyal programların düşünülmesi meselesidir. Fakat İslamofobik bakış açısından bir gencin hareketlerinde radikalleşmesi olarak da görebilirsiniz. David PIPES’ı, Steven EMERSON’ı “biz size söylemiştik” deyip çak yaparken görebiliyorum. BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / Sonrasında Müslümanların radikalleşmesini onları susturarak sağlayacak başka bir bağış için başvuracaklar. Bu nedenle Müslümanları genel olarak sivil toplumdan izole etmek isteyen süreç ve sonuçlardan haberdar olmamız gerekir. Son olarak benim önerilerim: Problemin doğru anlaşılması, yüksek nitelikli araştırma, ciddi ve devamlı kaynaklar, tüm aşamalarda koordinasyon, yerelin küresele bağlanması, tepki verme ağı oluşturmak, yerel toplulukları güçlendirmek. Bunlar ihtiyaç duyulanlar ve yapmamız gerekenler. Selamünaleyküm ve vaktinizi aldığım için afedersiniz. “DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE İSLAMOFOBİ ARASINDAKİ İLİŞKİ” Doç. Dr. Ali Murat YEL İstanbul’da gerçekleşen bu çok önemli konferans için organizatörlere teşekkür etmek istiyorum. İkincisi ve daha önemlisi burada tüm gün boyunca olan ve günün sonundaki çabalarını gerçekten takdir ettiğim dinleyicilere teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca kendime son konuşmacı olduğum için şans diliyorum. Son konuşmacı olmam hayatımda ilk defa oluyor. Bu yüzden çok uzatmayacağım. Sadece birkaç şey belirtmek istiyorum. Sonra belki değerlendirme bölümünde konuyu daha detaylı tartışırız. İlk olarak, dün bu otelde bazı katılımcılarla bir çalıştayımız vardı. İslamofobiyle, hukuk ve ifade özgürlüğü ile devam edelim dedik. Akşamdan sabaha dek süren uzun bir gündü. Çeşitli meseleleri tartıştık. Fakat somut bir sonuca ulaşamadık çünkü konu zor, sıkıcı ve sonuçsuzdu. Yasaları, sistemi nasıl düzelteceğimizi, İslamofobiyi, Müslüman insanlara karşı olan kişilerin İslamofobik eylemlerini de kapsıyordu. Bu zor bir süreç, çok zor bir konudur. Zor çünkü mevcut olan yasalarımızın iyi olduğuna dair argümanlar var. Yazılı haldeler ve her çeşit ırkçılığı, ayrımcılığı, önyargıyı kapsamaktalar, buradaki sorun İslamofobi terimini yasaların yazılı metnine eklememizin gerekip gerekmediği. Buna ihtiyaç duyuyor muyuz yoksa her çeşit ayrımcılığa ırkçılığa karşı olan mevcut ve hakim yasalardan yararlanabilir miyiz? Bir Müslüman olarak, bize karşı İslamofobik bir suç veya eylem işlendiğinde yasal haklarımız, temel insan haklarımız ihlal edildiğinde mahkemeye gidip bu kişi veya devleti dava edebilmek için var olan yasalardan faydalanabilir miyiz? Bu, cevaplandırılması gereken bir soru. İslamofobiyi bağlam içine sokmamız veya yasalara eklememiz gerekli mi yoksa var olan yasaları kullanmaya devam mı etmeliyiz? Dünkü tartışma sırasındaki bir diğer konu, ABD’deki ve Avrupa’daki İslamofobi arasındaki ayrımdı. Benden önce konuşan iki konuşmacı da çoğunlukla Batı İslamofobisini veya Batı ülkelerinde gerçekleşen İslamofobiden bahsetti. Özellikle Hatem Bey’in çalışması çok önemliydi. Onların ABD’de İslamofobi ile mücadele çabalarını gerçekten takdir ediyorum. Fakat İslamofobi Müslüman çoğunluklu ülkelerde de var. Mesela burada bulunan dinleyicilerden bazılarının da çok iyi bildiği gibi Danimarkalı karikatür meselesi var. Herkes biliyor ve karikatürü gözünün önüne getirebiliyor. Fakat aynı zamanda Türk karikatürü meselesi de var. Türk karikatürleri bu çeşit Danimarkalı karikatürlerden çok daha sıklıkla oluyor. Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız ve bir büfeye gidip bir dergi aldığınız da muhtemelen kapağında başbakanı görürsünüz. Büyük olasılıkla başbakan, demokrasiye, liberalizme ya da ülkede bir grup insana karşı biriymiş gibi tasvir edilmiştir. Büyük ihtimalle başbakan kapakta olacaktır. Eğer bakarsanız ve okumaya devam ederseniz dergiyi, Müslümanları gerici tasvir eden birçok karikatür bulursunuz. 81 82 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM Türk dinleyiciler hatırlayacaktır, hukuk fakültesinde master öğrencisi olan bir kadının başörtüsü hatta çarşafla tasvir edildiği karikatürü. Eğer hukuk fakültesinden mezunsanız ve mesleğinizi kılık kıyafetiniz, başörtünüz yüzünden yapamıyorsanız neden bu kadar çalışıp hukuk fakültesini bitirdiğinize dair eleştiriler yapılır. Bugün hala, kadın avukatların mahkemelere başörtüleriyle gidip, müvekkillerini savunmalarına izin verilmiyor. Fatma’nın bugün anlattığı gibi ülkesinde kıyafeti yüzünden mağdur olmuş. Bu tür davranışlarda benim için en önemli şey, dindar insanlara karşı gerçekleştirilen bu davranışların dindar insanlar tarafından içselleştirilmesi. Hatem, Müslümanlardan ABD’deki düşmanlarmış gibi bahsetti. Güvenlikleştirme İslamofobinin önemli bir parçası haline geldi. Bir grup insanı terörist veya tehlikeli olarak tasvir ederseniz, devlet de bu gruptan tüm temel insan haklarını mahrum etmeye hakkı olduğunu düşünecektir. Terörist ve düşmansanız o halde kullanabileceğiniz herhangi bir hakkınız da yok. Bu yüzden bu güvenlikleştirme problemi ABD’de Avrupa’dan farklı olarak yayılıyor. Ayrıca güvenlikleştirme Türkiye’de de kullanılıyor. Nasıl? ABD’deki gibi değil. Müslümanların terörist ve devlet düşmanı olarak düşünülmesi gibi değil. Ama Türkiye’de dindar insanlar öcü gibi gösteriliyor çünkü devlete tehdit olarak tasvir ediliyorlar. Eğer devlet bu grubu tehlikeli veya tehdit oluşturuyor olarak görürse, bu gruptan tüm haklarını alır. Eğer bir kadınsanız ve başörtülüyseniz, bu ülkede devlete tehdit oluşturuyorsunuz. Öyleyse durdurulmalısınız. Mesleğinizi yapmaktan men edilmelisiniz. Bir çeşit eve hapsedilmelisiniz. Hatta dışarı çıkmanız kamusal alanda yürümenize de izin verilmemeli. Türkiye’de bu çeşit olaylar neredeyse her gün oluyor. ABD’de ve Avrupa’da ne olduğuyla, Danimarkalı karikatürle ilgili çok şey biliyoruz. Fakat Türk medyasına baktığımızda, herkesin Türk kanallarında pembe dizi izlediklerini görüyoruz. Her gün “dindar insanların tehlikeli oldukları kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle kontrol altında tutulmalılar.” ABD’de gerçekleşen güvenlikleştirme farklı bir şekilde Müslümanların güvenlikleştirilmesi ya da devletin güvenliği çok önemli hale geliyor. İfade özgürlüğüne sıra geldiğinde Türkiye’de Türk vatandaşlarının haklarını düzenleyen “çok iyi” yasalar var. Fakat bu haklar, çeşitli sebeplerle bireyler tarafından kullanılamıyor. Daha önce de söylediğim gibi, ayrımcılığa tabii tutulan insanlar bu ayrıma uğradıklarının farkında değiller. Önyargıya ve bir vatandaş için en tehlikeli durum olan yasaların korunması dışında tutulmaya maruz kaldıklarının farkında değiller. Bir devletin vatandaşı olarak belirli haklarınız ve sorumluluklarınız olduğunu bilirsiniz. Fakat eğer kendi ülkenizde kendi toplumunuzda yasaların korumasından çıkarsanız bu durum kendinizi içinde bulacağınız en dramatik ve en tehlikeli ortam olur. Türkiye’de birçok insan devlet tarafından korunmadığı gerçeğinin farkında değil. Eğer 1950’lerde, başörtüsü kullanmak isteyen ilk kadın öğrenci zamanında İslamofobi terimini kullansaydık, bugün Türkiye yaşamak için çok daha iyi bir yer olurdu. Daha demokratik, daha saygılı ve kendi vatandaşlarına temel haklarını sağlamada daha özgür bir ülke olurdu. Bu nedenle bu ifade ve konuşma özgürlüğü belirli grupları korumak için bir önkoşul olarak kullanılıyor. Örneğin bir birey olarak Müslüman bir gruba saldırgan kelimeler yöneltirsem, diğerleri beni “böyle küçümseyici ve kötü şeyler söyleyebilir, çünkü bu da bir ifade özgürlüğü” diyerek savunacaktır. Ama diğer yandan, dindar bir insan kendi dinini yaşamaya çalışırsa, kendi kıyafeti, toplanma özgürlüğü ya da kendi dinini öğrenme ya da tartışma hakkını denerse sonrasında bu güvenlik önkoşulu işin içine giriyor: “Bunu yapamazsınız, çünkü devlete tehdit oluşturuyorsunuz.” Diğer yandan bazı insanlar bu konuşma ve ifade özgürlüğünü kullanmakta serbestler. Öte yandan bu ülkedeki dindar insanlar temel insan haklarını kullanmaya izinli değil. Bu bir çelişki BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / ve değişmemiz, bu çelişkiyi düzeltmemiz gerekiyor. “Bana saldırıyorsunuz ve beni yaralıyorsunuz aynı zamanda bana saldırdığınız için beni suçluyorsunuz.” Bu kesinlikle kabul edilemez ve bu durumu değiştirmemiz lazım. Yine tekrar edeceğim, çok iyi yasalarımız var. Fakat bu yasalar uygulanmıyor. Mesela Türkiye’de daha fazla demokratikleşmek için “reform paketi” denilen çeşitli yasalar geçirdik. Fakat sıra mahkemelerde uygulamaya geldiğinde, mesela polislerin tutuklu insanlara işkence etmemesi yasası. Hiçbir polis memurunun hapiste kimseye işkence etmediğini düşünüyor musunuz? Hayır, çünkü bu polis memurunun zihniyetine bağlı “Bir polis olarak bu çeşit davranışlarda bulunmamalıyım çünkü bu tür davranış yasalara aykırı.” Öncelikle, hem yasa koyucuların hem karar vericilerin hem de yasaları uygulayıcıların zihniyetlerini değiştirmesi gerekiyor. Tabii ki bu durumda en önemli mesele bu zihniyeti nasıl değiştirebileceğimiz. Benim önerim bu tür örneklerden insanları daha çok haberdar etmek ve maruz kaldıkları şeyin İslamofobik bir davranış olduğunu hatırlatmak. Eğer İslamofobi terimini daha sıklıkla kullanırsak farkındalık artar, dindar insanlara daha az saldırı, daha az olay olur bu ülkede. Bence burada duracağım ve değerlendirme oturumunda devam edeceğiz. Çok teşekkürler. Shamsi ALI –Al-Hikman Cami, New York (ABD) Teşekkürler. Öncelikle bu muhteşem konferans için sizlere çok teşekkür etmek istiyorum. Biz genellikle ABD’ye ve Avrupa’ya konsantre olduk, odaklandık. Diğer taraftan, bazı konuşmacılar bunun Müslüman ülkelerde de yaşandığından bahsetti. Kendi kişisel fikrim şu; İslamofobi’nin yüzde 60’ından fazlası Müslüman azınlığın davranışları ve tavırları neticesinde oluşuyor. Bakalım dinimizi nasıl anlıyoruz, yani bir dar görüşlülük var mı? ABD’de yaşayan Müslümanlara baktığımızda, Müslümanlara sürekli olarak, “Yâ eyyühelleziyne âmenû lâ tettehızül yehûde vennesârâ evliyâ” [“Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” - Maide Sûresi (5:51)] diyorlar. Bence bunların çoğu bazı Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılmış durumda. Bir diğeri “Ve len terdâ yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehun” [“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı olmazlar.” - Bakara Sûresi (2:120)]. Bu durum mesela Batı’daki pek çok dostumda bir korkuya, bir fobiye dönüşmüş. Bir kitap yazdım, bitirdim ve bastırdım. Kitabın adı “İbrahim’in Oğulları”. Kitabı bir haham ile birlikte yazdık. Onunla 2005 yılında tanıştım. İlk etapta beni kabul etmedi, “Yüzünü bile görmek istemiyorum, Müslümanlardan nefret ediyorum.” dedi, diyaloga kapalıydı, İslam’a karşı tamamen farklı bir mantalitesi vardı, ama şimdi bu hahamla beraber çalışıyoruz. Hem İslam’la alakalı fikirleri değişti, hem de artık bunu savunuyor gerçekten. İsmi Marc SCHNEIER, New York’ta yaşıyor. Zannediyorum kitabımız 15 Eylül itibarıyla piyasaya çıkmış olacak. Bence öncelikle kendi yansımalarımıza odaklanmamız gerekiyor. Müslümanlar olarak kendimizi, kendi algımızı değiştirmezsek, karşımızdaki insanların, Müslüman olmayanların bize karşı olan algılarını değiştiremeyiz. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkedeki İslamofobiye bakın. Başkan Mursi Mısır’da devrildi. Bazı Müslüman hükümetler Mısır’daki orduyu destekliyor. Müslüman ülkelerde İslamofobi bu 83 84 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM kadar güçlü iken ABD’yi, AB’yi İslamofobik olmakla nasıl suçlayabiliriz? Öncelikle kendimize dönmemiz, kendimize bakmamız gerekiyor; biz İslam’ı nasıl uyguluyoruz? Kendimizi değiştirmeden karşımızdaki insanların bize olan görüşlerini değiştirmemiz mümkün değil. Dr. Hatem AL-BAZIAN Müslümanların kendi içlerine, kendilerine bakmalarıyla ilgili bir soru gelmişti. Biliyorsunuz Müslümanların hadislerle ve Kur’an ayetleriyle ilgili farklı yorumları var. Benim bu konudaki görüşüm şu; Müslümanlar arasındaki bu tartışma, bizim şu anda değerlendirmemiz gereken konu değil. Bu İslamofobi’nin ortadan kalkmasına yardımcı olmayacak, çünkü bunun birkaç sebebi var. Bugünkü İslamofobi taraftarları genelde yanlış yorumlardan bahsediyor. Bu insanlar, benzer ayetleri, benzer yorumları kullanarak Afganistan’da, İran’da Müslümanları savaştırmaya çalışıyorlar. Müslümanlar arasında bir bölünme, ihtilaf var. Şu an Amerika’da, Avrupa’da karşımızdaki konu, yasaya uygun yaşayan Müslümanların, mesela sakal bıraktıklarında ya da kapandıklarında, ibadet ettiklerinde rahat hareket edememeleri. Bu insanların ayetlerle, hadislerle ilgili bir sorunları yok. Böyle olsaydı bu farklı bir durum olurdu. Bu tür farklı durumların izolasyon içerisinde ayrı ayrı değerlendirilmesi lazım, tüm Müslümanları değerlendirme için kullanılmaması gerekiyor. Müslüman eğer mağdur olmuşsa, neden mağdur olduğunu bilmeli. Irkçılık yapanların, ırkçılık nedeniyle sorgulanmaları gerekiyor, ırkçılık yaptıkları insanların kendi aralarında fikir ayrılığı olması bu konunun dışında. Bu noktada açık olmamız gerekiyor. Tabii ki, Müslümanlar arası tartışmaların olması, farklı yorumların göz önünde bulundurulması, sorgulanması lazım ama şu an önümüzdeki konu bu değil. İslamofobi konusunda bu bizim için gerekli değil. Usame ile ilgili ne düşünüyorum şeklinde bir soru sorulmasını istemiyorum. Benim onlarla, akrabalarıyla, Afganistan’daki kimseyle bir ilişkim yok. Afganistan’a gitmedim, kimseyi de göndermedim. O yüzden bu soruya cevap vermek durumunda değilim Usame hakkında ne düşünüyorsunuz şeklinde bir soruya cevap vermek durumunda değilim. Biri bana bu soruyu sorarsa, sen 22 milyon Kızılderilinin öldürülmesine, köleliliğe nasıl yaklaşıyorsun, İkinci Dünya Savaşı’na, Holocaust’a nasıl yaklaşıyorsun, Vietnam’ı bombalamaya nasıl yaklaşıyorsun, Kore Savaşına nasıl yaklaşıyorsun diye sormak istiyorum. Bütün bunları meşrulaştırabilirsen o zaman Usame hakkında ne düşünüyorsun diye bana sorabilirsin. Benim adamlarımdan birisi değil. Herhangi bir çalışmamda ondan bahsetmedim. Bu noktada önümüzdeki sorun bu. Yorum farklılıklarından çok, birisi illa bu yorumu önümüze sürüyor anlamında değil tabii ki. Bizler şu anda eğer o yorumlarla, farklı bölünmelerle tartışmalarımızı devam ettirirsek, Müslümanlara belli bir ideoloji önerdikleri için değil sadece Müslüman oldukları için yapılan ayrımcılığa, izolasyona geçemeyiz, bu sorunları ortadan kaldıramayız. Yılmaz ENSAROĞLU Eğer varsa bir-iki soru daha alabiliriz. Yok herhalde. Bu oturumu kapatmadan önce izninizle çok kısaca bugünün bir hülasası olsun diye bir-iki hususa değineyim. Bu sorunların çözümü açısından daha önceki oturumlarda da soru soran, yorum yapan arkadaşlarımızdan da şu tür görüşler geldi, İslamofobide Müslümanların katkısı nedir ya da İslamofobi belasından kurtulmak için önce silkinip kendine gelmeleri lazım. Bunlar toplumsal olarak ya da Müslümanların kendi sorumlulukları bakımından elbette konuşulup tartışılabilir. Eğer İslamofobi bir suç ise bunu, demokrat hukuk devletiyim diyen her devlet, kendi mevzuatıyla önleyici düzenlemelere bağlamak, bu suçun işlenmesini önlemek için caydırıcı cezalar getirmek ve bunu BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / etkili bir biçimde uygulamak, ayrıca bu suçu önlemek açısından da eğitim programlarında, eğitim müfredatlarında, toplumda çoğulcu kültürü, çok kültürlülüğü, farklı dinlere, dillere, düşüncelere saygıyı geliştirmek boynunun borcu. Kimi Müslümanlar İslamofobik suçlamaları meşrulaştıran, haklılaştıran tutumlar sergileseler dahi, bu bütün Müslümanların kendilerini bir suçlu görmeleri gibi bir psikolojiye onları sokmamalı. Her halükârda Müslümanların kendilerine dönmeleri çağrısı, devletlerin bu alanla ilgili yapılması gereken, insan haklarına, hukuki düzenlemelere yönelik sorumluluklarını ortadan kaldırmıyor. Tabii İslamofobi belasından kurtulmak açısından zannediyorum üç önemli aktörün önemli sorumlulukları var. Birincisi, hükümetin yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları başlığı altında ele alınabilir zannediyorum. Türkiye’de hükümet, devlet uzunca süreden beridir, yaklaşık 1990’lı yıllardan bu yana insan hakları açısından, demokratik kültürü, demokratik mekanizmaları ya da özetle demokrasiyi yerleştirmek, kökleştirmek açısından ağır aksak da olsa, zaman zaman isteyerek, zaman zaman istemeyerek de olsa, çeşitli iç-dış dinamiklerin etkisiyle aslında bir reform süreci yaşıyor. Ali Murat Hocam da kısmen değindi. Bunların bir kısmı anayasal düzeyde, bir kısmı yasal düzeyde, bir kısmı da uygulamaların, idari pratiklerin değiştirilmesi şeklinde oluyor. AB ile müzakerelerin başlamasının bunda ciddi bir dönüm noktası, olumlu bir kırılma noktası oluşturduğunu zannediyorum söylemek gerek. Son dönemlerde de Kürt sorunuyla ilgili içerisine girilen çözüm süreci bu anlamda beklentileri, umutları epeyce güçlendirmiş durumda. Bu yasal düzenlemelerin yanında Türkiye, insan haklarıyla ilgili bir dizi yapılanma içerisine girdi. Kamu idaresi içerisinde pek çok kurumda insan haklarıyla ilgili birimler olduğunu görüyoruz, biliyoruz. Özellikle 1991-1992’de Meclis bünyesinde İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun kurulmasıyla birlikte başlayan bir süreçtir bu. Bunun son geldiği nokta ise geçtiğimiz yıl devreye giren Kamu Denetçiliği (Ombudsmanlık) Kurumu ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu oldu. Şu anda Türkiye, -henüz yasa tasarısı taslağı halinde, görüş toplanıyor- Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumunu kuruyor. Bunun dışında bir Kolluk Şikâyet Komisyonu oluşturuluyor. Ayrıca, işkencenin önlenmesiyle ilgili, ek seçmeli protokole taraf olduktan sonra zorunlu olarak kurulması gereken yeni bir mekanizma var. O da muhtemelen Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun içerisinde oluşturulacak gibi gözüküyor. Bir taraftan bu tür kurumlar oluşturarak, bir taraftan Anayasa ve yasalarda değişiklikler yaparak, hatta bir yandan yeni Anayasa çalışmasını sürdürerek, Türkiye kamu idaresinin kendi kendisini insan hakları, demokrasi açısından denetleyici yapılarını geliştirdiğini söyleyebiliriz. Bütün bunlara rağmen hâlâ yapılması gerekenler var. Örneğin; Sayın ARINÇ’ın da açış konuşmasında vurguladığı gibi, açıklanmasını herkesin biraz heyecanla, umutla, kimilerinin de, beklentileri karşılayamayacağı için tedirginlikle beklediği demokratikleşme paketi, Nefret Yasası çıkarılmasına dönük olarak hükümet yetkililerinden kimi açıklamalar geliyor. Türkiye’nin gerçekten ayrımcılıkla ve nefret suçlarıyla ilgili en azından bir çerçeve yasaya ihtiyacı var. Bu konu Türkiye’deki hukuk mevzuatında ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiş değil. Bunun için gerçekten kamuoyunun karar alıcılar üzerinde baskı oluşturması, baskıyı arttırması gerekiyor. Tüm bunların, bu oturuma başlarken de vurguladığım gibi, sadece toplumun şu ya da bu kesimine değil, bu ülkede yaşayan herkese özgürlüğü eşit bir biçimde getirmeyi hedef alıyor olması lazım. Tabii bu çerçevede sivil topluma önemli roller düşüyor. İslamofobi de dâhil olmak üzere ayrımcılıkla ilgili, nefret suçlarıyla ilgili hukuka aykırı uygulamaların, tutumların izlenmesi, raporlanması, toplumda farkındalığın, bilinç düzeyinin geliştirilmesi ve herkesin, -bizim ötekimiz çok, Türkiye’deki toplumda hemen hemen her kesimin zihninde birden fazla öteki vardır- belki kendisinden önce ötekinin özgürlükleriyle ilgili, ötekinin haklarıyla ilgili bir duyarlılığa sahip kılınmasını sağlamak bağlamında sivil topluma da önemli roller düşüyor. 85 86 / BİRİNCİ GÜN III. OTURUM Bu konferansın ana eksenini medya oluşturuyor. Medya Türkiye’de de maalesef ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçları konusunda süreci iyileştiren ya da bu olumsuzlukları gideren bir işlev görmekten ziyade, tam tersine, ayrımcılığı körükleyen, zaman zaman nefret söylemini bizzat kullanan ve nefret suçlarını âdeta teşvik eden ya da nefret saikiyle işlenmiş suçları neredeyse meşrulaştıran yayımlar yapabiliyor. Bu konuda belki bu iki aktörden de çok daha önemli ve öncelikli olarak medyaya büyük sorumluluklar düşüyor. Bitirirken bu konferansın ve oturumun ülkemizde ve dünya genelinde, İslamofobi de dâhil olmak üzere bütün ayrımcılık ve nefret suçlarının hiç değilse kayda değer bir biçimde azalmasına katkı sağlamasını diliyor, bu saate kadar bizleri sabırla dinlediğiniz için, sorularınızla katkı sağladığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Ayrıca yine Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne teşekkür ediyorum. BİRİNCİ GÜN III. OTURUM / 87 88 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM IV. OTURUM ÇALIŞTAY RAPORLARININ MÜZAKERESİ İKİNCİ GÜN IV. OTURUM IV. OTURUM Çalıştay Raporlarının Müzakeresi Moderatör : Doç. Dr. Bülent ŞENAY Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi-Türkiye Konuşmacılar : Dr. Anas AL-TIKRITI Cordoba Vakfı Başkanı-İngiltere Prof. Dr. Talip KÜÇÜKCAN Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü-Türkiye Doç. Dr. Ali Murat YEL Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi-Türkiye / 89 90 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Doç. Dr. Bülent ŞENAY Moderatör Değerli dostlar, çok kıymetli misafirler. Bugün sizlerle gerçekleştirdiğimiz çalıştaylarımızın sonuçlarını paylaşacağız ve bir özet vereceğiz. Bu tabii ki üç konu üzerine odaklandığımız bir tartışmaydı: Medya, Hukuk ve Siyaset. Konferanstaki herkes çok iyi biliyor ki, son zamanlarda İslamofobi’nin kurumsallaştırılması sonucunda artık yerel, bölgesel ve uluslararası politikaları da etkileyecek bir hale gelmiş olması, bunun için bir araç haline dönüştürülmüş olması son derece kaygı vericidir. Küreselleşmiş bir dünyada artık din, uluslararası politikaların belirlenmesinde, şekillenmesinde önemli bir unsur haline gelmiştir. Bizim kesinlikle küresel ve bölgesel bağlamda istikrarı, güvenliği ve barışı sağlayabilmek adına bir tehdit olan İslamofobi ile mücadele etmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla İslamofobi tartışması, bugün hâlâ devam etmekte olan ve ciddi bir sıkıntı yaratan bir konudur. Uluslararası anlamda tanınmış ilkeler ve tavsiyeler olmasına rağmen, -mesela İİT’nin böyle bir çalışması, BM İnsan Hakları Konseyi’nin 16/18 numaralı kararı var- hâlâ gri alanlar bulunuyor. Özellikle fikir ve ifade özgürlüğü ile din özgürlüğü arasında, ciddi bir arayüz olarak hâlâ bu gri alan var. Bizim de en büyük kaygılarımızdan birisi olarak hâlâ bu konular mevcut. Karşı karşıya kaldığımız sorun aslında şu, biz uzmanların “Yumuşak Yasa” dediği bir mücadele var. Bunun içerisinde İslamofobi ile bir şekilde karşı karşıyayız ve bununla mücadele etmek durumundayız. İslam korkusu olan kişilere baktığımızda, bunların aşırı uçta olduklarını görüyoruz. Bunların kültürel anlamda kültürel teröristler olduğunu söyleyebiliriz. Nefret konuşmaları yapan, insanları negatif kalıplara sokan, İslam’ı tamamen hedef koyan, bireysel ve kütlesel anlamda bunları gerçekleştiren insanlara karşı bizim bir duruşumuzun olması gerekiyor. Bunlar Müslümanları, medeniyetten uzak ve terörist olarak tanımlamaktadır. Yine baktığımızda, ifade özgürlüğü altında da bunu bir hedef olarak saklamaktadırlar. İslamofobi’yi bir araç olarak kullanıyor ve bunu da ifade özgürlüğünün altında saklıyor. Buna uydurdukları kılıf, ifade özgürlüğü. İslamofobi, Anti-Müslüman düşmanlığının son derece doğal ve normal bir şeymiş gibi gösterilmesi yol açıyor ve pek çok şeyi tetikliyor. Medya ve bazı siyasilerin de İslamofobi’yi, kültürel bir terörizmle, sembolik bir şiddet olarak gördüklerini anlıyoruz. Kültürel terörizm; insanları, mümkünse de negatif bir reaksiyona yönlendirmek için kullanılan bir sömürü şekli. Bizim amacımız, insanlığı iyiye ve sağduyuya yönlendirmek olacak. Ancak bu şekilde genel anlamda dünya barışını erişebiliriz. İslamofobi kamu barışımız, huzurumuz açısından da tehlikelidir. Hocam konuşmasında dedi ki, “bazen hiçbir eylemde bulunmamak da bir eylemdir, bir eyleme geçmektir”. Bunun hangi bağlamda söylendiğini tabii ki anlıyoruz. Bu konferans, insan hakları kaygılarıyla ilgili sorunları çözebilmek adına katkılar sağlamaya çalıştığımız bir çalışma olarak görülmektedir. İslamofobi yalnızca dini bir konu değildir. İçerisinde dini bir nefret vardır ama dini bir konu değildir. Bu tamamen temel insan haklarıyla alakalı bir konudur. İslamofobi aslında, ötekileştirmekten başka bir şey değildir. Müslümanlar ve İslam bağlamında baktığımızda, pek çok ilgili literatürde, sosyo-tarihi, sosyo-ekonomik anlamda da etkilerini görmekteyiz. Özellikle Avrupa ve ABD için direkt, “içimizdeki düşman” İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / olarak temsil ettikleri bir şey gibi görüyoruz. Modern İslamofobi’ye baktığımızda ise bunun öyle olmadığını biliyoruz. Bu kesinlikle yeni bir şey değil, tek bir ülkede, tek bir kültürde görülen bir şey değil. Şu an artık gerçekten inanılmaz uluslararası bir bağlama sahiptir ve efsaneler, hikâyelerle beslenmektedir. Direkt olarak Müslümanları ve İslam’ı hedef alan hikâyelerle, efsanelerle modern bir korku oluşturulmaktadır. Bugün geçerli olan ve yapmamız gereken şey, öncelikle bu kalıpları kırmamız, her şeyi daha doğal hale getirmemizdir. Çünkü bu insanlar etkilenmiş durumda ve sonu gelmeyen bir şekilde devam etmekte olan yollarla sürekli olarak beslenmektedir. İslamofobi’nin en önemli bileşenlerinden birisi, bizim gerçekleştirmemiz gereken uygulamalardır. Bazı dezavantajlı durumlarla karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Müslümanlar ve İslam’a karşı sosyal, ekonomik ve siyasi bağlamda pek çok önyargının olduğunu, pek çok ayrımcılığın yapıldığını biliyoruz. Genel anlamda baktığımızda, bu sosyo-ekonomik, siyasi baskılar ve önyargılar bazen şiddete varabilecek hale gelmektedir. Burada sormamız gereken soru bence şu, medyada, hukukta veya siyasette bir kişi bir taraftan son derece nefret dolu irrasyonel eleştirilerle ve kaygılarla karşı karşıyayken, diğer taraftan, buna karşı nasıl meşru bir şekilde savunmasını gerçekleştirebilir. Gerçekten büyük bir sorun ve cevabını bulmak kolay değil. İşte bu nedenle üç tane çalıştay gerçekleştirdik. Bu çalıştaylarda da değerli katılımcılarımızla birlikte, -kendileri hukuk, medya ve siyasette İslamofobi ile mücadele konusunda uzmanlar- İslamofobi’yi pek çok boyutuyla ele aldık, tartıştık. Bugün ne yapacağız? Hepinizin de bildiği gibi çalıştaylarımız aslında, fikirlerin, önerilerin tekrar tanımlanması, yeni tavsiyelerle ortaya konması, bağlamın oluşturulması, artikülasyonu ve iletişimi için gerçekleştirilmiştir. Biraz akademik jargon da eklemek istedik. Ancak burada tabii ki tekrardan tekerleği icat etmek, mega teoriler üretmek için burada bulunmuyoruz, zaten bu platformda herkes bunun farkında. Yeterince literatürümüz var. Sadece bunu nasıl bir adım öteye götürebiliriz, bu bağlamın nasıl biraz daha ötesine taşıyabiliriz onu konuşacağız. Burada gerçekleştireceğimiz oturumumuz bir çalıştay değil, her birinin özet raporları, o oturumun moderatörü tarafından sizlere sunulacak. Böylelikle bütün katılımcılar, çalıştaylarda neler olduğundan haberdar olabilecek. Bunlar içerisinde ortak bir sonuca veya tam bir uzlaşıya varmayı da beklemiyoruz. Bütün fikirler tarafımızdan çok önemli bir şekilde kabul edilmiştir. Memnuniyetle karşılanmıştır ama nihai bir konu olarak da görülmemektedir. Her bir oturumda bu raporların hazırlanmasıyla alakalı çalışmalarımız yapıldı. Bu raporlar işte bu hassas yaklaşımın bir sonucu olarak ortaya çıktı. Her üç özet raporun da sunulmasından sonra artık sözü sizlere bırakacağız. Bu konuyla alakalı başka eklemek istediği bir şeyler, katkılarınız varsa, sizlerle hep beraber burada paylaşıyor olacağız. Tabii ki bu bir manifesto değil. Sadece, sorularınız, eklemek istediğiniz katkılarınız varsa, bunları gerçekleştiriyor olacağız. Bu üç özet rapor gerçekten, alanında uzman kişilerin katılımıyla, tutkulu tartışmalar sonucunda ortaya çıkartılmıştır. Özellikle pek çok önemli soruların altını çizmektedir, örneğin “İslamofobi’nin tanımı nedir?”, “Bir yasal suç olarak İslamofobi’nin tanımı nedir?”, “Uluslararası ve ulusal anlamda İslamofobi ile mücadele etmek için yeterli araçlar mevcut mudur?”, “Medya etiği nedir?”, “Siyasi dil nedir?”, “Kültür ve mekanizmalar nedir?” Ben kendi adıma, “İslamofobi ve Hukuk” çalıştayına katıldım. Şimdi diğer gruplarımızın da sunumlarını dinleyeceğiz. Çalıştay moderatörümüze sözü vermek istiyorum, zannediyorum Dr. Anas Bey, Medya ve İslamofobi üzerine sunumunu gerçekleştirecek. 91 92 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM “İSLAMOFOBİ VE MEDYANIN ROLÜ” Dr. Anas AL-TIKRITI Sözlerime başlamadan, daha önce de belirttiğim gibi, bu muhteşem etkinliğe vesile olan organizatörlere ve tüm katılımcılara şükranlarımı sunuyorum. Başta Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü olmak üzere Türk Devleti’ne, İİT’ye ve konferansın başarısında emeği ve katkısı bulunan tüm çalışanlara ve gönüllülere teşekkür ediyorum. ‘İslamofobi ve Medyanın Rolü’ başlıklı çalıştaya katılmaktan büyük zevk duydum. Bu çalışmayı ilginç, cazip, canlandırıcı ve çekici kılan tüm katılımcılara minnettarlığımı sunuyorum. Yuvarlak masa etrafında akademisyenler, uygulayıcılar, kampanyacılar, aktivistler ve medya sektöründe çalışanlardan müteşekkil, yani yüksek çeşitlilik arz eden bir kitle mevcuttu. Bu durum, geniş aralıktaki fikirler üzerine tartışma ve farklı metotlarla meselelere yoğunlaşma imkânı tanıdı. Ancak, birçok katılımcı, teorik ve kavramsal bir çerçeve çizmeden uygulamaya geçmenin sanal olarak imkânsız olduğuna dikkat çekti. Bu nedenle, çalıştayın önemli bir bölümünü temel kavramları tartışarak geçirdik. Örneğin, Başkan’ın da belirttiği gibi, İslamofobi kavramıyla tam olarak neyi kast ediyoruz? Bu yasalara ilişkin bir mesele midir? Dinsel bir şey midir? Toplumsal mıdır? İdeolojik midir? Tam olarak nedir? Özellikle çeşitli Batılı ülkelerde, bazı kurbanların Müslüman dahi olmadığını göz önünde bulundurursak; İslamofobi yalnız Müslümanlara ait bir sorun mudur? Birleşik Krallık ve Amerika’da, Sih, Hindu Cemaati’nden veya başka gruplardan birinin Müslüman zannedilerek mağdur edildiği ve İslamofobi kurbanı olduğu sayısız örnek vermek mümkün. Söylendiği gibi, çalıştayın odak noktasında uygulamalar vardı ve bu da raportörler tarafından not düşülen bulguları okumamıza imkân sağladı. Öncelikle, İslamofobi’yi algı yönetimi bağlamında konumlandırmayı deneyeyim. İslamofobi terimi sıklıkla değerler ve normlarla ilişkilidir ve bilhassa Batı ülkelerindeki Müslümanların iktisadi ve içtimai hayatını ciddi biçimde etkilemektedir. Müslüman cemaatlerin, kanunlar ve düzenlemelerin Müslümanları etkin biçimde koruduğu bir toplumda, İslamofobi ile ‘farklı bakış açısına sahip Müslüman cemaatlere yönelik ayrımcılığı, tıpkı Yahudilerin durumu ile Zenofobi mağduru grupların farkı gibi, birbirinden ayrı şekilde konumlandırması gerekir. Ayrıca, bir din olarak İslam’ın kavramsal çerçevesi ile o dinin takipçisi olarak Müslümanların, toplumlar tarafından ayrı değerlendirilmesi de gereklidir. Örneğin, Antisemitizm kavramı ile Anti-Yahudilik aynı şeyler değildir. Medyanın rolü ve hayati etkisi bağlamında İslamofobi’nin yayılmasına ilişkin esas sorun ise, Batı medyasının belirli bir gündem, ideoloji ve politikaya göre neyin iyi neyin kötü olduğunu dikte etmesidir. Dahası, Batı medyasının yanlış tasvirleri, yalnız Müslümanlar için değil, ayrımcılığa uğrayan diğer cemaatler ve hatta toplumun çoğunluğu için de bir sorundur. Bir din olarak İslam ve Müslümanların ona dair yorumlarını ayrı tutmak da bir gereklilik. Neyin dinsel neyin kültürel olduğuna ve bunların neyi kapsadığına dair de bir tartışma mevcut. Yani, Batı’daki medyaya etkili bir biçimde yaklaşma gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu konuda başat engeller arasında: iyi belgelenmiş gazetecilik konusunda başarısızlık ve editörlerin İslamofobi’nin gerçekliğine ve varlığına ikna edilmesi ihtiyacı yer alıyor. Zira bu noktada editörler her zaman son söz hakkına sahip ve genel eğilim, popülizm, yani ‘çok satanlara’ öncelik verme yönünde. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / Peki, zaruretler ve fırsatlar bağlamında neler yapılabilir? Öncelikle, medya araçları üzerinde etkili olmak için kısa ve uzun-dönem stratejilerin belirlenmesi gerekiyor. Çalıştaya katılanların da kesin bir biçimde onayladığı gibi, bir şemsiye organizasyonun yahut İİT’ye bağlı sürekli bir komitenin kurulması zaruri. Ayrıca, bir ‘azınlık perspektifi’ oluşturulması ve ırkçılığın diğer boyutlarını da içerecek şekilde ayrımcılığa maruz kalan gruplarla bağlantı kurulması da gerekiyor. Bu şekilde, Afro-Karayipli ya da siyahî grupların ya da Birleşik Krallık örneğinde İrlandalıların tecrübelerinden de faydalanmak mümkün olacaktır. Bu da ancak diğer inançtemelli gruplar, İslamofobi üzerine çalışan STK’lar ve yerel medya ile ittifak kurma yoluyla başarılabilir. Uluslararası yerel medyada etkin olabilmeleri için, Müslüman genç medya profesyonellerinin projeler, burslar ve hibelerle desteklenmeleri gerekiyor ki gayri-Müslim ülkelerde proaktif bir rol oynayabilsinler. Bu hedefte başarılı olmak için, İİT ve hükümetler politik kanallar ve yollar açabilirler. Finansman bağlamında, İslam Kalkınma Bankası ve İslam dünyasının diğer finansal kuruluşları bu proje ve programları destekleyebilir. Gereklilikler ve fırsatlar açısından bahsedilen ve bahsedilecek fikirler muhakkak göz önüne alınmalıdır. Öncelikle, medya merkezlerinin, özellikle yerel meseleler, medya takibi ve karşılıklar açısından daha etkili olabilecek genç erkek ve kadınların tercih edildiği, yerel çalışanlarla yapılandırılması gerekir. Bu arada medya üzerine, özellikle ana akım medya üzerine konuşurken sıklıkla değindiğimiz bir nokta; bizim bildiğimiz ve tanıdığımız medya radyo, TV ve basından ibaretken, bilhassa genç neslin etkileşim kurduğu bambaşka bir medya alanı, sosyal medya ve diğerlerinin olduğuydu. Hem azınlıkları hem çoğunlukları temsil eden medya düşünce kuruluşlarının, gazetecilerin ve medya mensuplarının katılımıyla bir tüzük veya medya etik kuralları fikri ortaya atıldı. Bunun geçerliliği ve işe yarayıp-yaramayacağı hususunda bir tartışma oldu. Bazı katılımcılar şahsi tecrübelerine dayanarak böyle bir şeyin uzun ömürlü ve uygulanabilir olmayacağını gördüklerini ifade ettilerse de, fikrin kendisi zaruri bulundu. Müslüman sanatçıların finanse edilerek kendi alanlarında, kendi ifadelerini, araçlarını ve yollarını kullanarak İslamofobi’ye karşı sanatsal anlamda desteklenmeleri fikri de gerekli görüldü. Gazeteci değişim programları gibi oldukça ilginç bir fikir de gündeme geldi. Gazetecilerin, Müslüman ülkelere getirilmesi, Müslüman medya işletmeci ve çalışanlarının da Batılı ülkelere gönderilmesi suretiyle oradaki emsalleriyle buluşturulması, bunlara İslamofobi ve yanlış tanıtıma karşı stratejileri destekleyebilmeleri adına birbirlerinin çevrelerinde çalışma imkânı yaratacak bir tartışma başlatılması şeklinde gerçekleştirilebilir. İslam’ın görünürlüğünü artırmak ve Batı dünyasındaki mevcut algıyı değiştirmek için konferanslar düzenlenebilir. Etkili ve işbirliği içinde çalışmaları için Müslüman teşkilatların kapasiteleri de artırılabilir. Örneğin Birleşik Krallık’ta “Tell MAMA” (Monitoring Anti-Muslim Attitudes - Müslüman Karşıtı Tutumları Gözetim) isimli ve Müslümanlara yönelik saldırıları izleyen bir grup var, bu bir örnek kabul edilerek benzer projeler geliştirilebilir. Wikipedia da İslamofobikleri ve benzer nefret suçları işleyenlerin isimlerini ifşa ederek onları utandırıyor. Problemin tam olarak ne olduğu ve bu istatistik ve verilerden, politikalar denemek ve yürütmek için nasıl faydalanabileceğimiz konularında kolektif bir şuur geliştirebilmek adına bu projeler oldukça gerekli ve önemli bulundu. Pratiğe dönük hususlara ek olarak birçok çözümleme de ortaya çıktı. Ayrıca, İslamofobi’nin bir tür “kültürel terör” olarak tanımlanması üzerine oldukça derinlikli bir tartışma gerçekleşti ve aslında çalıştayın dönüm noktalarından biri de bunun işe yarayıp yaramayacağı üzerine yapılan tartışmaydı. Kanaatimce, bunun uygun bir tanımlama olduğuna dair mutabakata varıldı ancak bazı katılımcılar bunun kabul görüp görmeyeceği üzerine çekincelerini şerh 93 94 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM düştü. Terör kelimesinin, İslamofobi kurbanlarının terörize edilmiş olduğu bir gerçekse de, hedef kitlede istenen etkiyi bırakmayabileceği endişesi ile ‘ayrımcılık’, ‘kültürel ayrımcılık’ gibi kavramların kullanılması önerildi. Bu bağlamda çalıştayın ikiye ayrılmasına yönelik bir teklifte bulundum. İslamofobi’ye karşı mücadelede medya etiğinin ön plana çıkarılması hususunda bir uzlaşma sağlandı. Medya kuruluşları dâhilinde İslamofobi üzerine danışma mekanizmaları oluşturulması da gündeme geldi. Tabii ki hepsi için geçerli değil ancak birçok medya kuruluşunun, gerçek olup olmadığına çok dikkat etmeden gündem yarattığını görüyoruz. Bir katılımcımızın da bahsettiği gibi, ‘kolay gazetecilik’ sorunu da var. Masa başında oturup Google’dan fikirler bulan ve bir haberin gerçekliğinden emin olmak için en iyi ihtimalle tek telefon görüşmesini yeterli gören gazeteciler var. Bu yüzden Müslüman kuruluşların, medya ile ilişki kuracak ve bu gazeteciler İslam ve Müslümanlarla ilgili bir haber yapacakları zaman hemen ulaşabilecekleri danışma mekanizmaları ve hazır gündemler oluşturmaları bu hususta oldukça faydalı olacaktır. Sonuç olarak, bu konuyu dünya toplumunun gündeminde canlı tutmak ve uluslararası örgütlerle işbirliği kanallarını açık bulundurmak adına, İslamofobi’yi izleme mekanizmaları geliştirilmeli ve çeşitli işbirliği platformları oluşturulmalıdır. Sözlerimi bitirmeden evvel, uzun süredir bu konu üzerine İİT ile birlikte çalışıyorum. Kararlılığı ve özverisi dolayısıyla, Genel Sekreterlik Medya ile İlişkiler Danışmanı Dr. Isam SHANTI’nin hakkını teslim etmeliyim. Kendisi bütün çalıştay boyunca bizimleydi. Özverisi ve adanmışlığı için kendisine minnet ve şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim. Avrupa’daki taban hareketlerinden Amerika’daki akademisyenlere ve daha birçoklarına kadar uzanan, ilginç ve çeşitliliği yüksek bir grubu bir araya getirerek, meseleyi birçok farklı perspektiften görmemizi sağladığı için bu çalıştaydan duyduğum yüksek memnuniyeti de belirtmek isterim. Çalıştay boyunca çok etkileyici anekdotlar dinledik ve katılımcıların her birine bu müthiş deneyim için teşekkür etmek istiyorum. Herkese çok teşekkürler. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM “İSLAMOFOBİ VE MEDYANIN ROLÜ” ÇALIŞTAY RAPORU İslamofobi’yi Algı Yönetimi Açısından Konumlandırmak “İslamofobi” terimi sıklıkla “değerler ve normlar” ile ilişkilendirilmekte ve Müslümanların, özellikle de Batı toplumlarındaki Müslümanların sosyal ve ekonomik yaşantılarını ciddi biçimde etkilemektedir. Müslüman topluluklar, İslamofobi’yi ve Müslüman topluluklara yönelik ayrımcılığı, tıpkı Yahudi topluluklar ile yabancı düşmanlığına maruz kalan diğer toplulukların durumunda olduğu gibi bir toplumun yasa ve düzenlemelerinin etkin bir biçimde Müslümanları koruduğu, farklı bir perspektifte konumlandırmalıdır. Ayrıca, toplumlar, bir din olarak İslam ile bu dinin inananları olarak Müslümanlar şeklindeki algısal kavramları birbirinden ayırt etmelidir. Örneğin AntiSemitizm ile Yahudi karşıtlığı ile aynı kavramlar değildir. Medyanın rolü ve ciddi etkileri İslamofobi’nin yayılmasıyla ilgili asıl problem, Batı medyasının iyi veya kötü diye dikte ettiklerini kendi verili ajanda, ideoloji ve politikaları paralelinde yapıyor olmasından ileri gelmektedir. Şu var ki, Batı medyasının yanlış ve yanıltıcı aktarımları sadece Müslümanlar için değil toplumun çoğunluk kesimi ve ayrımcılığa tabi diğer topluluklar için de bir problem oluşturmaktadır. Bir din olarak İslam ve Müslümanların yorumları olarak İslam ayrımını yapmak elzemdir. O halde Batı’da medyaya etkin bir biçimde yaklaşmak gereği ortaya çıkmaktadır. Aşılması gereken ana engellerden biri iyi belgelendirilmemiş gazeteciliktir ve son sözü söylediği ve asıl olarak popülist hikâyelere odaklandıkları için editörleri İslamofobi konusunda ikna etmek gerekmektedir. Ne Yapılabilir (Zorunluluklar ve İmkânlar) Öncelikle, medya araçları üzerinde etkili olmak için kısa ve uzun vadeli stratejiler belirlemek gerekmektedir. Ayrıca, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ile ilişkili bir daimi komite veya bir şemsiye örgüt kurmaya ihtiyaç vardır. Diğer ırkçılık formları da dâhil ayrımcılığa tâbi başka gruplarla da bağlantı kurmanın yanı sıra bir azınlık perspektifini de tartışmaya dâhil etmek gerekmektedir. Bu da, diğer inanç grupları, İslamofobi üzerine çalışan STK’lar ve yerel medya ile ittifaklar kurulmak suretiyle başarılabilir. Uluslararası ve ulusal medyada aktif olabilmek için genç Müslüman medya mensupları, projelerle, burslar ve teşviklerle desteklenmelidirler ki gayrimüslim ülkelerde proaktif bir rol oynayabilsinler. Bu noktada başarılı olunabilmesi için de, İİT ve hükûmetler siyasi yollar açabilirler. Finansman konusunda, İslam Kalkınma Bankası (İKB) gibi İslam dünyasının diğer finans kuruluşları bu proje ve programları destekleyebilirler. Zorunluluklar ve imkânlar üzerinde aşağıda belirtilen hususlar dikkate alınmalıdır: / 95 96 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Yerel meselelerde, medya takip ve mukabelelerde çok daha etkin olabilecek yerel –tercihen genç- kadroyla “medya merkezleri” oluşturmak, Toplumun hem azınlık hem de çoğunluk kesimlerinden medya ile ilgili düşünce kuruluşları kurmak, Davranış kuralları (Medya Etiği) geliştirmek, Müslüman sanatçıları eserleriyle İslamofobi’ye karşı mücadele etmeleri için finanse etmek, Müslüman gazetecilerin İslamofobi’ye karşı stratejileri destekleyebilecekleri bir uluslararası ortamda çalışma imkânı bulabilecekleri “gazeteci değişim programları” düzenlemek, Batı dünyasında İslam’ın imajını değiştirecek konferanslar düzenlemek, Müslüman kuruluşların etkin ve işbirliği halinde çalışma kapasitesini artırmak, Tell MAMA (Müslüman Karşıtı Saldırıları Değerlendirme), wickedpedia (name and shame gibi) ve benzeri projeleri değerlendirmek ve daha da geliştirmek. Kararlar İslamofobi’yi “kültürel terör” ile ilişkilendirmek, Medya etiğini İslamofobi ile mücadelede ön plana almak, Medya kuruluşlarında İslamofobi ile ilgili tavsiye mekanizmaları oluşturmak, İslamofobi’yi izlemek ve bu konuyu kamuoyunun gündeminde tutmak için çeşitli işbirliği platformları oluşturmayı ve uluslararası kuruluşlar ile işbirliği kanallarını aktif tutmayı sağlayacak mekanizmaları geliştirmek. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / Doç. Dr. Bülent ŞENAY Meslektaşımıza oturumdaki tartışma noktalarının bu özlü ve titiz özeti için teşekkür ettikten sonra bir ya da iki dakikanızı sizlerle bir anekdotu ya da aslında yıllar önce İngiltere’de tecrübe ettiğim bir şeyi paylaşabilir miyim? Anlattığınız, bizimle paylaştığınız bana bunu hatırlattı. Doktorada ve sonrasında College of St. Martin’te modern dünyada İslam, Müslüman etiği ve felsefesi dersleri veren bir öğretim üyesi olarak, hayatının sekiz yılını İngiltere’de geçirmiş birisi olarak, Bobby SAYYID’e bakarak hatırladım aslında. Onun kitabı hakkında. O, bir kitap yazdığı için suçlu. 1997-1998 yıllarında bir kitap yazdığı için suçluydu. O zamanki İslami aşırıcılık tartışmalarını da içeren bir dersimde öğrencilerin okuma listesine bir kitap dahil etmiştim. Bu konuyla ilgilenmek için yeterli literatürümüz yoktu. Halihazırda kavramsal yapı ya da perspektif açısından Edward SAID tarafından ortaya atılan oryantalizm (şarkiyatçılık) tartışması vardı. Fakat Avro-merkezcilik, Avro-merkezciliğin İslamofobi ile ilişkisi tartışması henüz doğuyordu. Daha sonra, BLAUT “Sömürgeci’nin Dünya Görüşü”nü [“The Colonizer’s Model of the World: Geographical Diffusionism and Eurocentric History” adlı kitap Türkçe’de “Sömürgeciliğin Dünya Modeli: Coğrafi Yayılmacılık ve Avrupa-Merkezci Tarih” adıyla yayınlanmıştır, ç.n.] ya da buna benzer bir şeyi yazdı. Fakat Bobby SAYYID “A Fundamental Fear”i (Temel Bir Korku) yazdığında “Evet, beklediğim kitap bu.” demiştim. Bu arada, bu bir kurgu değil. Bu konuda daha önce konuşmamıştık. Onunla ilgili reklam yapmıyorum. Birlikte bir geçmişimiz yok. Fakat bu gerçek deneyimi paylaşmak için hoş bir fırsat. Bu kitabı okuma listesine dahil edene kadar her şey yolundaydı. Öğrencilerle harika bir ilişkim vardı. Popüler bir profesör, bir öğretmendim. Farklı kitaplar. Her şey. Kitabı tanıttığım ilk dönem sonunda kanımca güncel retoriğe ve köktendincilik konusundaki söyleme oldukça mükemmel bir şekilde meydan okumuştuk. Öğretmenliğimde İslam yanlısı (pro-Islamic) olmakla suçlandım. Vaaz vermiyordum, öğretiyordum. Çünkü yalnızca bir kitap kullanarak köktendincilik konusundaki mevcut söyleme meydan okumuştum. Dilerse tartışma bölümünde bu konudan ve bana katılıp katılmadığından bahsedebilir. Bence ilişkili. Olay yeri örneği. Yani, bu akademideki siyasettir. Ancak siyasette de siyaset vardır. Ve şimdi Profesör Talip KÜÇÜKCAN’dan “İslamofobi ve Siyaset” çalıştayının özet raporunu duyacağız. Buyrun. “İSLAMOFOBİ VE SİYASET” Prof. Dr. Talip KÜÇÜKCAN Sayın Başkan bu güzel anekdotunuz için çok teşekkür ediyorum. Profesyonel bağlamlarından ve geçmişte dini anlamda ne tür etkileri olduğundan bahsedeceğim. Biz kendi çalıştayımızda siyaset ve İslamofobi konusunda çok faydalı tartışmalar gerçekleştirdik. İslamofobi gerçekten zor bir ifade. Bu nedenle öncelikle tanımlamalar üzerine çalıştık. Sadece kavramın tanımı için bile pek çok kez uğraşmamız gerekiyor. Bu konferansa katılanlar zaten aşağı yukarı bunun ne anlama geldiğini biliyor. Avrupa ve Batılı bağlam içerisindeki durum nedir ve İslamofobi kavramı nasıl ortaya çıkmıştır, ne tür süreçler yaşanmıştır, bunları tartıştık. Zihinlerde ne tür bir yere sahip olduğunu incelemeye çalıştık. İslamofobi söz konusu olduğunda yerinin ne olduğuna bakmaya çalıştık. Öncelikle, bağlamsal anlamda geçmişte neler olmuş, günümüzde neler oluyor, bunun geleceğe yansımaları ne şekilde olabilir diye incelemeye çalıştık. Siyaset bağlamında ve genel anlamda ne tür yansımaları olabilir diye düşündük. 97 98 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Grup içerisinde öncelikle Batı’nın siyaset kültürünü ve ulusal kimliklerini incelemeye çalıştık. Farklı yönlerden baktığımızda bu gerçekten kolay bir çalışma değildi, çünkü Batı’da pek çok farklı kültür var, etnik grup var, çeşitlilik var. Bu aslında bizim için, Batılı olmayan toplumlar, özellikle Müslüman toplumlar için büyük bir sorun, temel bir sorunu oluşturuyor. Öncelikle odaklandığımız konu, Batı’da gördüğümüz siyasetin laikleştirilmesiydi. Özellikle 11 Eylül sonrasında bununla alakalı bazı yansımalar yaşanmıştı. İlişkilere baktığımızda, kültürel farklılıklar çok daha öne çıkmaya başlamıştı. 11 Eylül olaylarından sonra Batılı politikacıların, siyasilerin anti-İslam paranoyası konusunda gerçekten çok önemli roller aldığını görüyoruz. Yalnızca bir anti-İslam korkusu değil, bunu paranoyaya dönüştürdüler ve tabii bu da Müslüman toplumları etkiledi. Bir şekilde, Müslümanlar söz konusu olduğunda siyasi hayatın onlardan uzak tutulmaya çalışılmasıyla alakalı bir siyaset gündemine dönüştürüldü. Vatandaşlık konularını da konuştuk. Müslümanlar artık onların ülkelerinde göçmen değiller, orada yaşıyorlar ve vatandaşlık almış durumdalar. Artık ülkelerinde üçüncü, dördüncü jenerasyon Müslümanlar Batı kültürü, Batı bağlamı içerisinde doğup büyüyüp eğitimlerini alıyorlar. Hatta o doğdukları ülkenin dilini kendi ana dillerinden daha iyi biliyor, daha iyi konuşur hale geliyorlar. Kendi ana kültürleriyle kıyaslandığı zaman, içinde yaşadıkları ülkenin kültürel mirasına daha hâkim oluyorlar. Kendi anavatanları onlar sadece, belki tatillerde gidilebilecek bir yer haline gelmiş, kendilerini oraya ait hissetmiyorlar. Dolayısıyla toplumsal hayata katılıma baktığımızda, mevcut demokratik eksikliklerin yaşandığını görüyoruz ve bu durum zorluklar yaratıyor. Evet, Batılı demokratik ülkeler, demokrasi ve insan hakları açısından baktığımızda belki dünyanın en iyileri. Bugün itibarıyla, farklı dinlerle, etnik gruplarla, azınlık gruplarıyla başa çıkma konusunda baktığımızda, kendileri son derece avantajlı bir grup haline geliyorlar. Bu avantaj, Avrupa’da demokratik bir açıklık, boşluk yaratıyor. Demokratikleşme açısından belki mükemmel araçları var ama söz konusu bu azınlıklar olduğu zaman, bir yandan da demokratik boşluk oluşuyor. Bizim bu boşluğu doldurmamız, bundan kurtulmamız gerekiyor. Daha fazla çeşitlilikler yaratmaya da çalıştık. Müslümanlar için eşit fırsatlar yaratmak istedik. Tabii ki aynı zamanda oradaki vatandaşlarla aynı olacak şekilde eşit sorumlulukları da olacak. Yine güce, hükümete, yönetime erişimlerinin olmasının ne kadar önemli olduğunu da ve bununla alakalı olarak, herkese açık siyasi bir arenanın olması gerektiğini düşündük. Aksi takdirde demokratik yapının iyi bir temsiliyetinin olacağını düşünmüyoruz. Bir de realiteye bakmamız gerekti. Bir taraftan, siyasi dilde sözü, fiziksel şiddete baktığınızda, gerçekten çok yaygındır. Özellikle İslamofobi ile alakalı fikirler toplumlara verilirken bir taraftan anti-İslam retoriğinin normalleştirilmesiyle alakalı çalışmalar oluyor. Konu İslamofobi olduğu zaman dilde şiddet çok yaygın hale gelmiş durumda. Özellikle Müslümanlarla alakalı konuşurken gerçekten bunu görebiliyoruz. Bir söylem yaratıyorlar. Bu kişiler Müslüman da olabilirler, Müslüman olmayan kişiler de olabilirler ama söz konusu Müslüman ülkeler olduğu zaman gerçekten bu konuda böyle bir durum var. Medya çalıştayında bu konu çalışılmış, kendileri de bunun ne kadar önemli olduğundan biraz önce özetlerinde bahsetti. Bir söylem yaratılıyor ve hatta böyle bir söylemin yaratılmasında Müslümanların çok daha iyi, etkili bir rol aldıklarını söyleyebiliriz. Bu tarz siyasi ve kültürel dili kesinlikle tespit edip bunlara karşı önlem almamız gerektiğini düşündük. Bu aktörleri incelememiz gerekiyor; bunları kim yapıyor, kim oluşturuyor? Zaten diğer bütün gruplar da bu konuda bizimle hemfikir olacaktır. Ne yazık ki bazı politik aktörler, resmi kurumlarını tamamen Müslüman toplulukların temel haklarını sınırlandırmak ve bu sınırlandırmaların da haklı çıkarılması adına çalışmak için kullanmaktadır. Bazı ülkelerde ulusal kurumlar hükümetler tarafından oluşturulmakta, bazen ulusal hükümet bunu desteklemekte, finanse etmektedir. Bu kurumların gündemi bazen hükümet tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla şunu söyledik, eğer bir ulusal kurum varsa, hükümetin veya İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / siyasilerin bu kuruma herhangi bir müdahalelerinin olmaması gerekir. Müslümanlar kendi hallerine bırakılmalıdırlar, kendi sorunlarına kendileri çözüm bulmalıdırlar. Bir hükümetin veya ulusal bir toplumun onlara empoze ettiği bir gündem olmamalıdır. Tabii ki bunun gerçekleştirilebilmesi için politikaların ve politik zihnin de pozitif bir dönüşüme, bir transformasyona ihtiyacı bulunmaktadır. Politikacıların İslamofobi’yi nasıl gördükleri ve nasıl üstesinden gelmeye çalıştıklarına ilişkin de bazı çalışmaların olması gerekiyor. Sonuç itibarıyla baktığımızda, Müslüman toplumların sosyo-ekonomik anlamda ve insan haklarıyla alakalı pek çok kaygısının olduğunu görüyoruz. Esas siyasilere düşüyor bu sorunların üzerine odaklanmak ve bununla alakalı bir çözüm bulabilmek. Özellikle ifade özgürlüğü artık gerçekten çok ciddi bir konu haline gelmiştir. Bunu pek çok alanda görüyoruz. Örneğin; temsile baktığımızda, mesela istihdamda nasıl temsil ediyorlar, sosyal hayata ne kadar entegre olabilmişler? Bu aslında tamamen dini bir konu gibi yansıtılıyor ama olayın sadece dini boyut yok. Siyasi alandaki bütün aktörlerin gerçekten çok daha evrensel olan, çok daha kapsayıcı bir dili kabul etmeleri gerekiyor. İslamofobi’nin yalnızca tanımlamasını değil, buna karşı ne tür önlemler alınabileceğiyle alakalı da düşünülmesi gerekiyor. Artık biliyoruz ki demokrasi ve Müslümanlara bakıldığında, bunların birbiriyle uyumlu olmadığı düşünülüyor. Sanki demokrasiyle Müslümanlar bir arada olamazlarmış gibi, bunların monolitik birer blok olarak temsil edilebileceği yönünde bazı siyasi ifadeler, beyanlar bulunmaktadır. Bizim için bu çok önemli bir şey. Bunu gerçekten çözebilmemiz gerekiyor. Aslında Müslüman topluluklar da kendi içerisinde pek çok çeşitlilik göstermektedir ve bunu hatırlamamız gerekiyor, bu çeşitlilik çok önemli. Bu topluluklar içerisindeki çeşitliliği her zaman öne sürmeliyiz. Nedense hep Müslümanlarla alakalı tamamen negatif bir görüş var, demokrasi ve Müslümanlar aynı cümlede kullanılamazmışçasına bir anlayış bulunmaktadır. Mevcut Müslüman ülkelerdeki uygulamalar belki bu imaja destek oluyor, böylesi bir imajı yaratıyor olabilir. Bir taraftan da farklı etnik geçmişlerden, farklı bilimsel geçmişlerden, farklı kültürel geçmişlerden gelen insanlardan, Türklerden, Pakistanlılardan, Araplardan bahsediyoruz. Bunların hepsi Müslüman ama hepsi farklı bir geçmişten geliyor. Dolayısıyla adil olmamız çok önemli. Demokrasi kavramı söz konusu olduğu zaman Müslümanların Batı’daki uygulamalarına, pratiklerine baktığımızda, aslında bu sürecin bir parçası haline gelmek istiyor gibi görünüyorlar. “Demokrasi ve Müslümanlık asla bir arada bulunamaz!” gibi bir cümle yalnızca Müslümanlar için değil, Batı dünyası için bile kabul edilemez. Bu Batılı siyasilerin dilinden kesinlikle düşmesi gereken, kesinlikle lügatinden çıkması gereken bir ifadedir. Müslüman topluluklar, içinde yaşadıkları ülkelerde kesinlikle daha proaktif olmak durumdalar. Evet, pek çok Müslüman gruplar, pek çok Müslüman organizasyonlar var, sivil faaliyetler, sivil toplum faaliyetleri bulunmakta ama belli ki bu yeterli değil, daha fazla harekete geçirmeye ihtiyacımız var. Müslümanları biraz daha harekete geçirmeliyiz. Sivil hayatta, siyasi hatta biraz daha aktif olmaya davet etmemiz gerekiyor. Proaktif olmak çok önemli, çünkü Batılı demokrasilerin en önemli, gerçekten temel organı budur. Müslümanlar, bu sivil toplum faaliyetleri ve siyaset faaliyetlerine girerlerse, burada tabii ki yalnız olmayacaklardır, diğer gruplarla bir bağlamları, temasları olacaktır. Diğer gruplarla yeni ittifaklar kurulacak. Müslüman olmayan gruplarla da ittifak kurabilmeliler. Dolayısıyla tamamen içe dönük, kendini dışarıya kapatmış gruplar olmamaları da gerekiyor. Proaktif olunacak, ama dışarıyla, kendileri gibi olmayanlarla iletişime ve etkileşime açık olmaları çok önemli, çünkü siyasi mekanizmalar ancak bu şekilde başarıya ulaşabilir. Tartıştığımız bir başka konu ise, siyasi katılımdı. Bir de Müslüman siyasetçilerin, Müslüman politikacıların bu söze ne 99 100 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM kadar dâhil olabildiği idi. Batılı ülkelerde hem yerel, hem bölgesel, hem de ulusal düzeyde Müslüman siyasi aktörlerin sayısının çokça olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla İslamofobi ile mücadele ederken onların, en önemli partnerlerimizin, ortaklarımızın, yoldaşlarımızın olması gerekiyor. Onlar bütün siyasi aktörler içerisinde en büyük farkındalık yaratma kampanyalarını yapmalılar. Almanya’da, Fransa’da, pek çok ülkede bu anlamda çalışmaların olduğunu biliyoruz. Pek çok ülkede Müslüman olan siyasetçilerin olduğunu biliyoruz. Onların en önemli rolü İslamofobi ile mücadeledir ve bizim için çok değerliler. Gerçekten farkındalık yaratma adına yapılabilecek faaliyetler çok fazla ve bana sorarsanız bu kişiler gündemlerini tekrar oluşturmalılar. Sonuç: Müslüman topluluklar artık göçmen değil, eşvatandaşlardır. Geçmişle kıyaslandığında bugünün Batı toplumlarında artık çok daha görünür haldedirler. Çünkü artık eğitimlerini alıyorlar, orada eğitiyorlar, haklarını arıyorlar, caddedeler, sokaktalar, siyasi hayattalar, iş hayatındalar. Dolayısıyla ev sahibi toplum tarafından bazen bir sıkıntı, bir zorluk olarak görebiliyorlar. İslamofobi’ye gelecek olursak biz şunu ifade ediyoruz; konu yalnızca içinde yaşanan toplum için bir kaygı oluşturmakla kalmaz, bütün Müslüman toplumlar için de bir problemdir. Düşünün burada entegrasyondan, sosyal barıştan bahsediyoruz, bu herkesi etkileyecek bir durum. Toplumun sosyo-ekonomik sorunları da yine, toplumun çoğunluğu kadar Müslüman toplumlar açısından da ortak bir problem olarak kabul edilmelidir. Dolayısıyla, daha fazla birlikteliğe, birlikte hareket etmeye, danışmaya ihtiyacımız var. Müslüman topluluklar, kendi sorunlarının çözümü açısından çok daha proaktif olmalıdırlar. Yalnızca başka kişilerden veya karar mercileri ya da siyasiler tarafından kendileriyle ilgili bir karar verilmesini, eyleme geçilmesini beklemekle olmaz, onların proaktif olması, kendi adlarına konuşabilmeleri, seslerini çıkarabilmeleri ve kendi kaderlerinin gidişatını ellerine alabilmeleri, kendi kontrolleri altına alabilmeleri gerekir. Biliyoruz ki güç her zaman çoğunluğun elindedir. O yüzden Müslümanlar bir şekilde bu çoğunluğun bir parçası haline gelmeye çalışmalıdırlar ve siyasi hayatta yer kazanmak zorundadırlar. Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM “İSLAMOFOBİ VE SİYASET” ÇALIŞTAY RAPORU Modern Batılı toplumlar ilerlemektedir. Ancak, bu derin dönüşüm zaman içinde daha savunmasız gruplar haline gelen Müslüman toplulukların eşitlik ve temel haklarına ilişkin büyük bir sorun yaratmış durumdadır. Aşağıda tüm toplumsal kesimleri ilgilendiren kimi siyasî hususlar ifade edilmiştir: Avrupalı siyasetçiler, Müslüman toplulukların karşılaştığı toplumsal güçlüklerle güvenlik meselelerini bağlantılandırarak İslam karşıtı paranoya yaratmada önemli bir rol oynamaktadırlar. Tüm yurttaşlar eşit haklara sahip olmalı ve topluma katılmalıdır. Mevcut demokratik eksikliği gidermek ve toplumsal bütünleşmeyi sağlamak için kucaklayıcı/kapsayıcı bir demokratik sürece ihtiyacımız vardır. Siyasi arenada, Müslüman toplulukların eşit fırsatlar ve eşit sorumluluklara sahip olabileceği, gerçek anlamda bir çeşitliliğe açık olmalıdır. Bu da, katılımı sağlayacak ve iktidar ve yönetime erişimi sağlayacaktır. İslam karşıtı retorik ve spesifik terminolojinin normalleştirilip kurumsallaştırılması yoluyla İslamofobik fikirlerin topluma dayatıldığı siyasi sistemde sözel ve fiziksel şiddet bir gerçekliktir. Nefret ve dışlamaya dayalı bu tip siyasi ve kültürel dili ifşa edip kınamak gerekmektedir. Bu aktörlerce yapılanların izlenmesi, belgelendirilmesi ve rapor edilmesi elzemdir. Ne yazık ki bazı siyasi aktörler, toplumsal bütünleşmeden sorumlu, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele eden resmi kurumları, Müslüman toplulukların temel haklarına yönelik kısıtlamaların tesisi ve meşrulaştırılması için kullanmaktadırlar. Resmi yetkililer, Müslüman toplulukların iç meselelerine müdahale etmemeli, daha ziyade Müslüman toplulukları da içeren seçmenlerinin yaşamlarını iyileştirmeye çalışmalıdırlar. Bunun için de hem politikalar hem de siyasi anlayışta olumlu bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Siyasetçiler, İslamofobi’yi ele alırken genellikle bir insan hakları meselesi ve Müslüman toplulukların sosyo-ekonomik meselesi olarak değil de dinî bir mesele olarak ele almaktadırlar. İfade özgürlüğü bugün artık nefreti yayma ve Müslüman toplulukları şeytanlaştırma özgürlüğüne dönüşmüş durumdadır. İslamofobik siyasi açıklamalar, İslam’ın demokrasi ile uyuşmaz olduğu fikrini yaymakta ve Müslümanlar monolitik bir blok olarak lanse edilmektedir. Gerçek şu ki, Müslüman topluluklar kendi içinde çok çeşitlilik arz eder. Müslüman toplulukların proaktif olmaları, kamuoyu tartışmalarına katılmaları ve insan hakları ile ilgilenen diğer gruplarla ittifaklar kurmaları gerekmektedir ki bu sayede dayanışma, uyum ve toplumsal bütünleşme için uygun bir ortam yaratılabilir. Batı ülkelerinde yerel, bölgesel ve ulusal düzeylerde İslamî geçmişe sahip pek çok siyasi aktör vardır. İslamofobi’ye karşı ortak mücadele vermeliler ve tüm siyasi aktörleri kapsayan farkındalık artırmaya dönük kampanyalarda yer almalıdırlar. / 101 102 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Sonuç olarak, Müslüman topluluklar artık göçmen değil yurttaş statüsündedirler. Batı toplumlarında bugün öncekinden daha görünür haldedirler. İslamofobi’ye gelince, bu olgunun yalnızca Müslüman topluluklar için değil tüm toplumun geleceğini ilgilendiren bir problem olduğu vurgulanmalıdır. Toplumun sosyo-ekonomik problemleri, toplumun çoğunluk kesimi kadar Müslüman toplulukları da ilgilendiren problemler olarak kabul edilmelidir. Müslüman topluluklar kendi problemlerini çözmede proaktif davranmalı, kendileri adına konuşmalı ve kendi kaderlerini kendi ellerine almalıdırlar. Bunun için de toplumun çoğunluk kesimi, onlara, yeteneklerini ortaya koyacak ve tüm toplumun gelişimine katkıda bulunacak imkânı tanımalıdır. Son olarak, güç her zaman çoğunluğun ellerinde bulunur. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / Doç. Dr. Bülent ŞENAY Ara vermeden önce sizinle bir şey paylaşmak istiyorum. Medya ve siyaset bağlamlı çalıştay sonuçlarını dinledik. Medya yalnızca gazeteler anlamına gelmiyor, aynı zamanda akademik materyaller, dergiler, kitaplar var, bunların hepsini düşünmemiz gerekiyor. İslamofobi ile alakalı ilk sistemize rapor 1996-1997 yılında gerçekleştirildi ve bu metin İngiltere’de bana da ulaştırıldı. Okuduğum zaman gördüm ki Salman RÜŞDİ’nin “Şeytan Ayetleri Kitabı”yla alakalı pek çok atıf bulunuyordu. İngiltere’de o dönemde gerçekten çok büyük gerginlik vardı, herkes bundan haberdardı. Kitabı savunan kişiler -bunu hayatım boyunca hiç unutmayacağım“postmodern alegorik bir model, roman, kitap” diye tanımladı. Kitapta, diğer her şeyi geçin, inanılmaz derecede saldırgan, hakaret dolu bir dil kullanılmıştı. Dolayısıyla, söylem ve dil dediğimiz şey -medyada, kitaplarda, her bağlamda olsun- çok önemlidir. Danimarka’da 2005’teki karikatüre geçecek olursak, -bu detayları artık herkes biliyor- özellikle altını çizmek, dikkatinizi çekmek istediğim şey şu, derginin editörüyle bir görüşme gerçekleştirilmiş, Time dergisinde yayımlanmıştır. “Neden böyle bir şey yapma ihtiyacı duydunuz, neden böyle bir şey yayımlamak ihtiyacı duydunuz, pek çok kişiye hareket içeren, pek çok kişi için saldırgan, incitici kabul edilecek şeyi neden yayımladınız?” sorusuna cevap olarak -internette siz de bulabilirsiniz- “Müslümanların toleransını, hoşgörüsünü, sabrını test etmek istedim” demiş. Aslında bu kültürel bir kendini üstün görme belki. Tabii ki burada başka terminoloji de kullanabiliriz. Kahve arası vermeden önce bir tecrübemi daha paylaşmak istiyorum. Lahey’e 2008’de gittikten 2 ay sonra Geert WILDERS’in Kur’an-ı Kerim, Müslümanlarla ilgili video klibi ortaya çıkmıştı. Müslüman gruplar Amsterdam’da ve Rotterdam’da çok güçlü gösteriler yapmışlardı. Bakanlar, belediye başkanları olayları sakinleştirmek istedi. Durumu sakinleştirmek için çok uğraştık, çünkü Danimarka’daki karikatürlerin hemen akabinde peş peşe bunlar ortaya çıkıyordu. Nihayetinde WILDERS mahkemeye çıkartıldı ve aylar sonra ünlü avukatı kendisini tek bir mesnet üzerine savundu -o kısma girmeyeceğim-. Savunmasını, İslam’a karşı olmadığı, Müslümanlara karşı olduğu üzerinden yaptı. Bunu nasıl hukuki olarak yorumlarsınız? Nefret suçu nedir, nefret söylemi nedir, ifade hürriyetiyle saldırı arasındaki sınır nerede çizilebilir? Bunlar da bizim İslamofobi ve Hukuk çalıştayımızda konuşulan konulardı. Teşekkürler. “İSLAMOFOBİ VE HUKUK” Doç. Dr. Ali Murat YEL Herkese günaydınlar. Önceki gün bir çalıştay gerçekleştirdik, başlığımız da “İslamofobi ve Hukuk”tu. Bu, İslamofobi kavramının en zor kısmını içeriyordu, çünkü katılımcılar spesifik, somut önerilerde mutabık kalamadılar. Birtakım konuları tartıştık. Öncelikle önerim İslamofobi terimini tanımlamamız oldu, çünkü önemli ve aynı zamanda İslamofobi’ye dair tanımların çokluğunun faydalı bir araç olduğunu düşünüyorum. İslamofobi konseptini tanımlamaya çalışan herkes farklı veçheleriyle ilgileniyor. Bu tanımların çokluğuyla bu nosyonu genişletebiliyoruz. Buradaki insanların çoğunluğu Anti-Semitizim somut terimlerle tanımlayamaz ama herkes bunun ne olduğunu biliyor. Herkes çok temkinli ve tedbirli bir şekilde Anti-Semitizm eylemini Yahudilere karşı yapmaktan imtina ediyor, işte İslamofobi de bunun gibi, Anti-Semitizm gibi. Eğer İslamofobide 103 104 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM böyle bir konsept, böyle bir nosyon olduğunu biliyorsanız, o zaman, en azından bu suçu işlememek için daha dikkatli olmak lazım. Diğer bir önemli nokta da İslamofobi’nin suçlaştırılması, kriminalizasyonuydu. Tabii bu suçlaştırma da belli yasalar olmasını zaruri kılıyor. Öncelikle İslamofobi’yi mümkün olduğu kadar geniş tanımlayabilirsek, o zaman farklı boyutlarını, veçhelerini yasaların ifadesinde, söze dökülmesinde kullanabiliriz. Bazı katılımcılar hem Batı’da, hem Doğu’da, hem de Müslüman ülkelerde hâlihazırda çok iyi yazılı yasalarımızın olduğunu söyledi. Batı’da ırkçılığı, nefret söylemini, nefret suçlarını yasaklayan birçok yasa var. Ancak Batı’da yaşayan Müslümanlar belki de farkındalık eksikliği nedeniyle mahkemelere gidip de kendilerine karşı İslamofobik bir suçun işlendiğini iddia edemiyor. Bazı katılımcılar diyor ki, “İslamofobi lafı bu yasalarda kullanılmıyor dahi olsa biz bu mevcut yasaları kendi lehimize kullanabilmeliyiz.”. Bu yapılabilecek bir şey ve içimizden birçoğu da bu noktada mutabık kaldı. Diğer bir tartışma başlığı da acaba İslamofobi teriminin kendisi yasalarda geçmeli mi, yazılı olarak zikredilmeli mi? Bazı katılımcılarımız “Hayır, buna ihtiyacımız yok, çünkü eğer İslamofobi kelimesi yasada geçecekse, o zaman hangi eylemlerin, hangi tavırların İslamofobi’ye gireceğini de tanımlamamız lazım, ama eğer bu kelimeyi yasalara koymazsak, daha geniş kapsamdaki eylemleri, tavırları da bu çerçeveye sokabiliriz.” dedi. Çalıştayımızda konuşulan bu konuyu katılımcılara, dinleyicilere de görüşleri için açabiliriz. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM “İSLAMOFOBİ VE HUKUK” ÇALIŞTAY RAPORU Dünyada hızla yayılan İslamofobi bugün artık tüm medeniyetleri ciddi bir biçimde tehdit eden bir olgudur. Ayrımcı eylemler ve saldırılar içeren yapısıyla, hukuku, özellikle de insan hakları hukukunu ilgilendiren bir olgu olduğu da şüphe götürmez. Buradan hareketle İslamofobi ve Hukuk Çalıştayı katılımcılarınca, aşağıda belirtilen hususlar ifade edilmiştir: 1) Hukuki bir çerçeve çizip uygulayabilmek için Müslümanların bugün dünyada karşı karşıya kaldığı ayrımcı uygulamaları tanımlayacak bir kavrama ihtiyacımız vardır. Katılımcılar; ABD, Avrupa ve hatta Müslüman ülkelerdeki farklı bağlamlar dolayısıyla İslamofobi’nin tek bir tanıma sahip olmayıp pek çok şekilde tanımlandığı hususunda hemfikirdir. Bununla birlikte, İslamofobi terimi çoktandır belli bir konvansiyonel anlam ile yaygın bir biçimde kullanılageldiğinden bu anlam üzerinden konuyu ele almak uygun olacaktır. 2) İslamofobi’nin kriminalize edilmesiyle ilgili üç farklı görüş dile getirilmiştir. Birincisi; İslamofobi’ye de uygulanabilecek ilgili yasaların hâlihazırda mevcut oluşundan, İslamofobi’nin ayrıca kriminalize edilmesine gerek olmadığı yönündedir. Buna göre, bir gruba karşı dininden dolayı ayrımcılık içerdiğinden İslamofobi, ayrımcılık, ırkçılık ve nefret suçları başlıkları kapsamına girer. İkincisi; İslamofobi’nin emsalsiz bir suç tipi olması ve mevcut yasaların devam eden İslamofobik suçların önünü almaya yetmemesi dolayısıyla ayrı ve özel bir nefret suçu türü olarak düzenlenmesi gerektiği şeklindedir. Üçüncüsü ise; “Soft Law/Esnek Hukuk”, geleneksel hukuk kadar bağlayıcı ve etkili olmamakla birlikte İslamofobi ile mücadelede faydalı olabileceği hususudur. 3) Avrupa ve ABD’de ayrımcılık ve nefret suçlarına ilişkin yasaların varlığına rağmen İslamofobik eylem ve saldırılara karşı, uygulamadan doğan problemler yüzünden hukukî bir sonuç alınamamaktadır. Müslüman topluluğun kurumsal ve finansal problemleri de, hukukun uygulanmasındaki ana sıkıntılardan biri olarak görünmektedir. Bu noktada, Müslümanların farkındalığına dikkat çekilmiş ve buradaki problemin de eğitim ile aşılabileceği ifade edilmiştir. 4) Özellikle de Avrupa’da İslamofobik eylemlere ilişkin davaları belgelemede elde edilen başarıya rağmen İslamofobi’ye karşı hukuki mücadelelerin gereğince yürütülebilmesi için bu davaların izlenmesi bilhassa önem arz etmektedir. İstatistikten yararlanmak da farklı bağlamlarda Müslümanların mağduriyetine dikkati çekmek ve böylelikle kamuoyunda inandırıcı bir argüman oluşturabilmek için önemlidir. Sonuç olarak, İslamofobi’nin hukukî boyutu kesinlikle problemin en önemli yönlerinden biridir. İslamofobi’nin tanımlanması ve kriminalize edilmesi üzerine çeşitli fikirler ileri sürülebilir. Ancak, hukukî mücadele İslamofobi ile savaşın en önemli yollarından biri olacaktır. / 105 106 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Doç. Dr. Ali Murat YEL Çalıştayımızın sonunda İslamofobi’nin yasal boyutu tartışılmaz bir şekilde, konunun en önemli boyutlarından bir tanesini teşkil ettiği belirtilmiştir. İslamofobi’nin kriminalize edilmesi ve tanımlanmasıyla ilgili birbirine rakip görüşler ortaya konabilir. İslamofobi ile mücadelede yasal çerçeve kesinlikle önemli konulardan biri olacaktır. Biz İslamofobi’yi tanımlarken bazı katılımcılar görüşlerini ortaya koydu ve ABD’de İslamofobi ile nasıl mücadele ettiklerinden bahsetti. Mesela Amerika’da bir mahkemede dava açabilmek için -katılımcıların anlattığı kadarıyla- başlangıçta en azından 6.000 Dolar gerektiğini söyledi. Müslüman ülkelerde eğer belli vakıflar, dernekler kurabilirsek, kurumlar tesis edebilirsek, bu vakıflar ya da kurumlar İslamofobi kurbanı olan kişilere en azından bir finansal destek sunabilir. Eğer ABD’de ya da Avrupa’da çalışıp da saatte 18 Dolar kazanıyorsanız ve bir İslamofobi saldırısına maruz kalırsanız, bu bireyin mahkemeye gidip de dava açması çok zor. Bu yüzden Batı’da yaşayan Müslümanların çoğu maalesef bunu yapma imkânına sahip değil. Bu yüzden belki Türkiye veya diğer Müslüman ülkeler bu konuda finansal yardım sağlamaları için bir şey yapabilir. Çok teşekkürler. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Moderatörlerimize her çalıştay için teşekkür ediyorum. Sadece onlara değil, bu duyduğumuz özetlerin oluşturulmasına katkı sağlayan herkese teşekkür ediyoruz. Anladığımız kadarıyla, Amerika, Avrupa, İslam dünyası bağlamında İslamofobi konusunun jeopolitik, demografik ve bağlamsal boyutları mevcut. Lütfen her üç boyutuyla ilgili görüş ifade edebileceğinizi unutmayın. Çünkü bu konuların hepsi birbiriyle son derece iç içe geçmiş, bağlantılı konular. Şimdi tartışmayı başlatmak istiyorum. Sorularınızı sormadan önce lütfen önce kendinizi tanıtınız. Yasmin HUSSEIN Cambridge Üniversitesi (Birleşik Krallık) Cambridge Üniversitesi Temsilcisi, benim tavsiyelerimden bir tanesi, yasal, siyasi ve belki medya boyutuna aynı anda temas ediyor. İlerleyebilmek için pratik önerilerden bahsediyorum. Bütün bu konulara insan hakları bağlamında bakarsak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde inanç ve din özgürlüğü konusu da var ve dünyanın birçok ülkesi buna imza attı. Bu aslında, bütün hükümetlerin karşısına çıkabileceğimiz bir imza attıkları sözleşme. BM nezdinde de birtakım farklı mekanizmalar var. İnsan Hakları Konseyi yılda üç kere toplanıyor ve birçok ülke insan hakları uygulamalarıyla ilgili olarak orada kendini anlatıyor. İnsan Hakları Konseyi’ne gidip Müslümanların İslamofobik deneyimlerini paylaşabiliriz. Böylece, BM İnsan Hakları Konseyi nezdinde bu taahhütlerine sadık kalmalarını onlardan isteyebiliriz. Çocuk Hakları Komitesi, Kadın Hakları Komitesi, Irksal Ayrımcılığın Engellenmesi Komitesi gibi, hepsi kullanabileceğimiz araçlar, vasıtalar. Hepimiz hükümetlerimizi İslamofobi ile ilgili, -ister istihdamda, isterse kıyafette, isterse dini akidelerini yerine getirmede- ayrım konusunda sorumlu tutabiliriz. Bu konferansta benim yapacağım katkılardan biri, mevcut araçları nasıl kullanabiliriz konusu. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / Prof. Dr. Hans KÖCHLER İnnsbruck Üniversitesi (Avusturya) Avusturya Innsbruck Üniversitesi Felsefe Bölümü Temsilcisi, İslamofobi ve Hukuk Komitesi’nin bu terimle ilgili bir tanım yapmadığına dair raportörlerin söyledikleriyle ilgili bazı notlar aldım. Bu asıl mesele. İslamofobi konusunu yasal bir çerçeveye oturtmak istiyorsanız öncelikle bir tanıma, hem de çok net bir tanıma ihtiyacınız olduğu gibi, bir de tabii ki suçun unsurlarını da burada belirtmek lazım. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum, Türkiye Başbakanı birkaç ay önce Medeniyetler İttifakı Konferansı’nda çok net bir şekilde, hiçbir muğlaklığa meydan vermeden İslamofobi’yi insanlığa karşı bir suç olarak tanımladı. İyi bir tanım yapmadığımız takdirde belli temel insan hakları prensipleri ve bunun ışığında anlamlı bir tavsiye yapmanız mümkün olmaz, bir yasal çerçeveye oturtamayız diye düşünüyorum. Bir de bir gözlememi paylaşacağım. Zannediyorum dün ilk konuşmacı bize bu terimi açıkladı ve doğruydu; bu bir korku. Mantıksız, gayri mantıki tabirini de buraya ekledi. İşte bu psikolojide, psikiyatrideki bir fenomendir. Bir insanı, sadece bir korku sahibi olduğu için suçlayamayız. Bu yüzden bu fenomeni bir analojiyle, -nasıl semitizm tanımlanmışsa- onun gibi, tarif etmemiz lazım, çünkü antisemitizme, antisemitizm diyoruz, “semitifobi” demiyoruz. Eğer bu yanlış İslamofobi terimiyle devam edersek o zaman, Müslüman olduğu için birine karşı yasal anlamda nefret veya korku temelli bir ayrımcılıktan bahsediyoruz. Özellikle Batı dünyasında bir korkudan dolayı bunu suçlaştıramayız. Tarafa BAGHAJATI Avusturya Müslüman İnisiyatifi (Avusturya) Avusturya Müslüman İnisiyatifi ve Viyana İslami Cemaati Temsilcisi, benim yorumum tanımlarla ilgili olacak, bence bu çok önemli. Sosyal bağlılık için net bir tanım olması çok önemli. OECD ile ve diğer 500’den fazla STK ile bunu anlatmamız lazım. Mümkün mü diye eğer bütün organizasyonlara soracak olursak iyi olur diye düşünüyorum. İslamofobi, zenofobi ve ırkçılığın bir biçimidir ve İslam’dan ve Müslümanlardan korkulmasıdır. Tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık ve karşıt yayınlarla kendisini gösterir. İslamofobi, belli bir dinin lekelenmesi ile oluşur ve insan haklarına, insan onuruna, Müslümanların onuruna karşı bir saldırıdır. Bu kısa fakat yeterli tanım bence yasal anlamda kullanılabilir. Bobby SAYYID Salford Üniversitesi, Manchester (Birleşik Krallık) Çok kısaca şunu anlamamız lazım, İslamofobi terimi 15 yıldır konuşuluyor. Bu toplantılara gelip de her sefer yeni ve doğru bir temadan bahsedemeyiz; yani herkesin üzerinde mutabık kalabileceği bir sözlük tanımına ihtiyacımız yok. Siz İslamofobi dediğinizde yeterince insan bunu anlıyor mu anlamıyor mu? Irkçılığın sınırları nedir, bu ırkçılığa giriyor mu girmiyor mu diye konuşmak yerine, -bu İslamo- 107 108 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM fobide ilk konferans değil ve bununla ilgili literatür de var- bence artık bu tanım meselesini ortadan kaldırmamız lazım. Bashy QURAISHY EMISCO Genel Sekreteri, uzun bir konuşma yapmayacağım. Çok somut bir tanım yaptı xenofobiyle ilgili. Ben Avusturya’dan gelen beyefendiye bir hatırlatma yapmak istiyorum. Mesela homofobi kelimesi kabul edilmişse neden İslamofobiden bu kadar büyük bir mesele çıkıyor? Prof. Shirley STEINBERG Calgary Üniversitesi (Kanada) Çok teşekkürler. Tanımların üzerinden geçmek çılgınca diye düşünüyorum. Bir tanım, tanımdır. Hep beyaz Müslüman erkeklerin konuştuğunu gördüm. Esposito bu alandaki belki âlimlerden biri ama belki de konuşmayı bir Müslüman başlatsaydı daha iyi olurdu. Dün burada sadece 5 tane kadın vardı. Müslüman ülkelerdeki kadınlar kıyafetlerinden dolayı en görünür hedefler oluyorlar, ama Müslüman erkekler, çok dindar oldukları halde, takım elbise giyerek kesinlikle hedef olmayabiliyorlar. Buraya geldiğim için çok minnettarım ama ön sıralarda keşke bir tane kadın olsaydı, bunu görseydim. Güçlü Müslüman kadınların fikirlerini duysaydım keşke. Böldüğüm için özür dilerim ama bir kadının yapması gerekeni yapıyorum, lafa girmeyi, çünkü kadınlara söz verilmiyor. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Teşekkür ediyoruz katkınız için, bu tabii ki önemli bir mesele. Bu konuyla ilgili elbette ayrı bir konferans yapılması gerekiyor. Bu konferans sadece İslamofobi ile ilgiliydi ve Müslüman kadınlar ya da Müslüman erkekler diye bir sınırlama da yoktu. Şimdi yine moderatörlerimize yöneltilen üç soruya geçebilir miyiz? Dinleyicilerimizden gelen ilk soru: “Hâlihazırda uluslararası ölçekteki, İnsan Hakları Konseyi’ndeki, anlaşmalardaki, sözleşmelerdeki prensipleri ve standartları vasıta olarak kullanabilir miyiz, bu vasıtaları daha iyi kullanabilir miyiz?” Bu bir tavsiyeydi ama aslında temel tavsiyelerden de bir tanesiydi. Twitter’da “amel etmemek bir ameldir, harekete geçmemek de bir harekettir, eylemsizlik de bir eylemdir” diye bir cümle gördüm. Ben şu fikirdeyim: Bütün her şeyi sıfırdan tanımlamamız gerekmiyor. Chris ALLEN’in Islamophobia kitabından alıntı yapacak olursak, “İslamofobi, her türlü tavır, eylem, tutum, amelle, doğru ya da yanlış olsun, uydurma ya da gerçek olsun, hayali ya da hakikat olsun, işlenen bütün suçlardır.” deniliyor. Bu başka bir konu ama buna da katılıyorum. İslamofobi’yi acaba hangi temel üzerine, yasal bir çerçeveye oturtacağız? Üçüncü katkı da Dr. Tarafa BAGAJATI’nin tanımlama önerisidir. Dr. Anas AL-TIKRITI Teşekkürler. Bobby SAYYID’e katılıyorum, İslamofobi doğru bir terim midir, değil midir tartışmasına geri dönemeyiz. Bir dil bilimcisi bakış açısıyla - ben bir dil bilimciyim - İslamofobi, FAIR (Habercilikte Tarafsızlık ve Doğruluk) adlı bir örgüt tarafından ilk olarak 1990’larda lanse edildiğinde bu terime karşı çıkanlardan biriydim. Bana sorarsanız, dil bilimi açısından tutar- İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / sızdı. Ancak, bir taraftan da bir şey normalleştiği zaman onu kabul etmeniz gerektiğine inanıyorum. Onunla ilgili artık daha fazla savaşmanın bir anlamı olmaz. Fakat bi,r sorun var. Terim güç ve hukuk koridorlarında da kabul edilmiş değil. Örneğin, İngiltere’de parlamentoda ya da duruşma salonlarında olsun, terim tanınmış durumda değil. Pek çok Avrupa ülkesinde de terimin yasal zemininin olmadığını anlıyorum. Dolayısıyla böyle bir duruma karşı İslamofobi teriminin kullanımını esas alarak bir savaş gerçekleştirmek çok kolay değil çünkü terim tanınmış değil. Bu konuda stratejik bir karar vermeliyiz. Bu koridorlarda İslamofobi’yi telkin etmek için savaşacak mıyız yoksa aslında bize atılanı kabul mü edeceğiz? İngiltere’de yaygın olarak kullanılan terimlerden biri “Müslüman karşıtı nefret suçları”dır. Şimdi, bir kez daha bir sorunumuz var. Bu daha anlamlı ancak sorunu kapsamıyor. Çünkü esasen, burada kardeşimin gerektiği gibi belirttiği halihazırda bulunan araçlara yönelik iddiasına dönüyorum ve özellikle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine. Sorun, yasaların esasen dinleri ya da fikirleri değil bireyleri korumak için planlandığıdır. Esasen sorun budur. Bu yüzden, biri Hz.Muhammed’e saldırdığında “İncindim.” dediğimde - hiçbir yolu yok demiyorum ama olması gerekmiyor - herhangi bir yasal yol izlememi kabul etmiyor. Sorun budur. Ve böylece, tutarsızlık gibi konulardaki çekincem devam etse de, İslamofobi açısından bir şekilde izlemeye takip etmeliyiz. Çünkü kişisel olarak saldırıya maruz kalmam açısından Müslüman olarak karşılaştığım sorunların çeşitliliğini taşıyor, kapsıyor. Bir örnek vereyim. Neredeyse tüm hayatım boyunca İngiltere’de yaşadım. Ayrımcılığa maruz kaldığım her hangi bir belirli olaydan bahsedemem. Gerçekten bahsedemem. Fakat İslamofobi’nin öznesiyim. Bu yüzden, her ikisini nasıl uzlaştırabilirim? Ben kişisel olarak ya da ailem adına hiçbir zaman İslamofobik saldırı veya eleştiriye maruz kalmadım ancak aynı zamanda ben, ailem ve topluluğum bir bütün olarak İslamofobi’nin kurbanları olduk nasıl diyebilirim? Bence terim ve terimin tartışılması konusu burada yapılmalı. İslamofobi konusunun artık yürürlükteki yasaların daha rahat ettiği yalnızca Müslüman karşıtı nefret meselesinden çok daha fazla alan ve zemini kapsadığına katılıyorum. Çünkü bazı terimler halihazırda yürürlükte olan ırkçılık yasaları, ayrımcılık ve benzeri altında toplanıyor. Bu sebeple, kanun yapıcıların bir çeşit öncül oluşturmak için tekrardan çizim tahtasına dönmelerine gerçekten gerek yok. Fakat olay yerindeki insanların karşılaştıkları gerçek sorunları belirtmede bu terimin yeterli olmadığı kanısındayım. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Öyleyse birinci öneriye geri dönebilir miyiz? Bu, şu an itibariyle mevcut yasların ihtiyacı karşıladığı ve eğer bu yerleşmiş bir kavramsa, yeni bir şey sunmak yerine yalnızca mevcut yasaları takip edebileceğimiz anlamına mı geliyor? Dr. Anas AL-TIKRITI Yeterli olduğunu düşünmüyorum. Önemliler. Çok önemliler. Fakat yeterli değiller. Dediğim gibi, onlar kavramları ya da fikirleri değil, bireyleri korumak için oradalar. Müslümanlar olarak, evet, önceliğim kesinlikle sokaktaki bireyleri korumak. Fakat ayrıca, biliyorum ki tamamen anonim olan Amerika’da çılgın bir rahipten medya hikayeyi şişirene kadar kimse bir şey duymuyor. Bu yasalar tarafından ele alınmayan İslam’a bir kavram ya da inanç olarak saldırı sayesinde dahil olduklarında sonuç fiziksel saldırı ya da fiziksel taciz, olay yerinde gerçek zamanlı bir deneyim açısından tecelli ediyor. Sorun da bu. Bu arada, Sayın Oturum Başkanı, Geert WİLDERS’ten bahsetmiştiniz. Şunu söyleyeyim: Bir, önce İngiltere’ye girişi yasaklanmıştı. Sonra temyiz yoluyla kendisine izin verildi. Westminster Abbey’in [Londra’daki parlamento binası olan Westminster Sarayı’nın hemen batısında 109 110 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM bulunan kilise] kapılarında - mekan çok etkili, oldukça sembolikti - açık bir basın toplantısı düzenledi. Düzinelerce gazeteci ona sorular sordu ve saldırdı. Çünkü esasen bir ırkçıydı. Faşistti. Aşırı sağcıydı, kampanyacıydı ve dili içeriğin bilinci ile ayarlıydı. Fakat, bilhassa, ırkçılığın sınırında söylediği her şey için gazeteciler tarafından anında saldırıldı. İslam hakkında konuşmaya başladığında ise herkes geri adım atmış göründü. İnsanlar İslam’ı, dini, inancı, fikirleri ve ideolojiyi savunma konusunda rahat edemediler. Böylece sorun ortaya çıkıyor. Bu, ne kadar ciddi olsalar da elimizdeki araçların kendi başlarına yetersiz olduğu yerdir. Doç. Dr. Ali Murat YEL Ben hala tanımlamaya ihtiyacımız olduğu konusunda ısrar ediyorum. İslamofobi kavramını tanımlamamız gerekiyor. Ben bir Türk Müslüman’ım ve Türkiye’de ilahiyat fakültesi mezunuyum. Daha sonra sosyoloji ve sosyal antropoloji alanlarında yüksek lisans ve doktora derecelerimi almak için İngiltere’ye gittim. Türkiye’ye döndüğümde çeşitli İslamofobi kaynaklarına maruz kaldım. Eğitimimden ötürü, eğitim geçmişimin ilahiyat fakültesi olmasından ötürü. İstihdam açısından, bir lisans derecesinden ötürü normal bir insan olarak kabul edilmek, Türk hukuk sistemine göre ilahiyat fakültesinden mezun olduğu için birine ayrımcılık uygulamak gibi bir şey olmasa da doktora derecesi ile bir Türk üniversitesinde öğretim pozisyonu bulmak çok zordu. Uygulamada hiç bir üniversite rektörü “Seni eğitim geçmişinden ötürü istihdam edemeyiz.” diyemezdi. Fakat esasta bu durum gerçekleşiyor. Önceki gün, Türkiye’nin solcu gazetelerinden Cumhuriyet’te bir köşe yazarı Türkiye’nin cumhurbaşkanı ve başbakanının giyim tarzları hakkında nefret dolu, suç dolu bir köşe yazısı yazdı. Çünkü eşlerinin başı örtülüdür. Sonra, onları tamamen kabul edilemez derecede incitmeyi sürdürüyor. Fakat Türkiye’de kimse bunun İslamofobi olduğunu iddia etmez, bu bir nefret suçu ya da nefret suçu olmasa da en azından bir suç çünkü bir kişinin giyiminden ötürü saldırma ya da alay etme ya da gücendirme söz konusu. Az önceki hanımefendi Türkiye’de hem erkek hem de kadınları ilgilendiren İslamofobi’nin cinsiyetçilik sorunu ile ilgili konuşuyordu. Ben koyu tenli bir Müslüman olmadığımdan böyle bir ayrımcılık bana ten rengimden ötürü değil ama eğitim geçmişimden ötürü yapılıyor. Bu yüzden, tanım önemlidir ve bu ülkede 1950’lerde İslamofobi terimini kullanabiliyor olsaydık Türkiye’nin çok daha demokratik bir ülke olacağını iddia ediyorum. Çünkü çevre diye nitelendirdiğim insanlar tarafından İslamofobik davranışların içselleştirilmesi durumu var. Çünkü Türkiye’de AK Parti sessiz bir devrim elde etti ve çevredeki insanlar merkeze doğru kaydılar. Sonrasında daha fazla güç sahibi oldular. Daha fazla güç sahibi olduklarından bazı sesler duyulmaya başladı. Aksi takdirde Türkiye’de dini görüşlerinden ötürü ne zaman onları incitseniz, ne zaman onları küçük düşürseniz insanlar bir suçu düşünemezlerdi bile. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti laik bir elit grup tarafından kurulmuştu ve insanlara laikliği, modernleşmeyi ve batılılaşmayı iyi bir şey olarak dayattılar. Sonra da insanlar bunu kabul etmek zorunda kaldı. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Evet. Kestiğim için üzgünüm ancak bence buradaki argüman açık. Bu seslendirilen bir konu değil: “Müslüman ülkelerde İslamofobi”. Fakat bu demokratik süreç ve deneyim ile ilgili. Bu argüman elbette ki ilgi çekici. Sorularla devam edebilir miyim? Fakat mevcut uluslararası hukukun neden yeterli olduğu konusunda net değilim. Bu konuda daha fazla katkıya ihtiyacımız var. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / Prof. Dr. Masanori NAITO Japonya’da İslamofobi yok dedik. Neden? Bütün Müslüman ülkelerdeki, hatta Orta Doğu’daki olayları Batı kaynaklarından değil, Orta Doğu’daki insanların sesini direkt dinleyerek değerlendirdiğimiz için… Doç. Dr. Bülent ŞENAY “Yok” dediniz, değil mi? Prof. Dr. Masanori NAITO Yok dedim. Bugün bir şeyi dile getirmek zorunda kaldım. Bundan üç gün önce Kapadokya’da iki Japon turist saldırıya uğradı ve biri hayatını kaybetti, diğeri ağır yaralandı. Benim dile getirmek istediğim Türk medyasıdır. Bir gazete, birinci zanlı hakkında, “Öldürdükten sonra tecavüz etti” diye yazdı. Ardından zanlı serbest bırakıldı. Ajans, onun neden serbest bırakıldığı haberini vermedi. Bütün Japon televizyonlar bu ajansın haberlerini Japoncaya çevirip yayınladı. Çok büyük tepki oluştu. Şimdiye kadar Japonya’da, Türkiye çok güvenli bir ülke, Müslümanlar ahlâklı insanlar olarak düşünülüyordu. Öyle haberler ortaya çıktığında tam oryantalizmdeki Türk imajı, İslamofobideki Müslüman imajı tam oturuyor. Şiddeti çok seven, kadınlara tecavüz eden İslamofobi imajına örnektir bu. Ajans öyle bir haberi verdikten sonra niye haberini düzeltmiyor? Sorun sadece Batı’daki İslamofobi değildir. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Müslümanların kendilerini temsili, evet. Prof. Dr. Masanori NAITO Evet. Ondan çok üzüntü duyuyorum. Teşekkür ederim. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Biz teşekkür ederiz. Müslümanların kendilerini temsiliyle alakalı gerçekten güzel şeyler söylediniz. Buyurun. Lütfen kendinizi de tanıtın. Prof. Dr. Peter GOTTSCHALK Wesleyan Üniversitesi (ABD) Bu konuşma fikirlerimin bazılarını netliğe kavuşturmada çok yardımcı oldu. Bence yasal bir çerçeveden bahsederken oldukça yerelleşmiş olaylar hakkında konuştuğumuzu ve konuşabileceğimiz herhangi bir tür evrensel yasal çerçeve olmayacağını da fark etmemiz gerekiyor. Bu yüzden, İslamofobi hakkındaki konuşmamız ya da tartışmamız yerel duruma göre anahtar rolünde olmalı. Böylece, bazı uluslarda ya da yörelerde İslamofobi’ye odaklanmak eğer bir yapı varsa, grupların ve dinlerin haklarını korumak için yasal bir yapı varsa işe yarayabilir. 111 112 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Birleşik Devletler’de çoğu hakkımız ve yasalarımız bireye odaklandığı için Müslüman karşıtı eğilimlere ve yasal bir çerçeveye odaklanmak daha iyi olur diye düşünüyorum. Bazen karşıta, İslamofobi’ye oynamak, herhangi bir tür tartışmayı, kamuoyunda iyi karşılanmayan bir din hakkında eleştirel bir tartışmayı bastırmaya çalışarak insanlara saldırıyor. Bu yüzden, örneğin Müslüman karşıtı eğilimler hakkında konuşuyor olsak da, İslamofobi hala genel söylemin parçası olmalı, bunu dahil edip daha geniş bir söylemin parçası olarak tanıtmalıyız çünkü Müslüman karşıtı eğilim biraz Birleşik Devletler ve Avrupa’daki İslamofobi’den de geliyor ve biraz da ırkçılık ve diğer yapılardan geliyor. Fakat konuşmalarımızda bu iki terimi birbirinden ayırmamalıyız. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Evrensel ilkeler ve yerel bağlamda yaşananlar arasındaki gerilimden mi, farklılıklardan mı bahsediyorsunuz? Peter GOTTSCHALK Kesinlikle. İslamofobi derken biz genel anlamda konuşuyoruz ama tek bir biçimde evrensel bir İslamofobi olduğuna inanmıyorum. Evet, Hindistan’da, Türkiye’de, ABD’de, İngiltere’de aralarında bir benzerlikler bulabiliriz ama yerel tezahürlerin her birinin kendi yönleriyle farklı olduğunu düşünüyorum. AbdoolKarim VAKIL King’s College, Londra (Birleşik Krallık) Anas Bey’in dediği bir şeye dönmek istiyorum. İslamofobi’nin toplumsal adalet için daha geniş çevreler içinde bir kategori olarak tanınması için mücadeleyi tescil ediyoruz. Toplumsal adalet için herhangi bir mücadele gücün dağıtımını ima eder ve düzeni etkiler. Bu nedenle, itiraz edilecektir ve direnişler olacaktır. Toplumsal adalet için herhangi bir mücadeleye direnişle karşılaşır. Bu yüzden, bu kategorinin kabulü için güç koridorlarında bir açılım olmaması gerçeği bizleri aniden mevcut yapıların içinde uzlaşmaya itmemeli. Mutlaka yapmamız gereken şeylerden biri konuştuğumuzun özgünlüğünü tanıyan bir kategoriyi ısrarla istemek ve ayrımcılığın bu yeni kategorisine yasal -ancak yalnızca yasal değil- tanıma getirmek. Artık İslamofobi’nin tanınması için mücadeleleri tescil etmemiz son derece önemlidir. İslamofobi’yi konuştuğumuzda, dini konuştuğumuzda bunu sınırlı kavramdan ayırıyoruz ve bunu ırkçılık karşıtlığı, özellikle de Müslümanların ırklaştırılması hakkındaki mücadeleler içinde tescil ediyoruz. Bunu ırkçılaştırma kategorilerinin içine koyduğumuzda bunu dar bölgeden ayırıyoruz, Müslümanlar hakkında konuştuğunuzda din hakkında konuşuyorsunuz, Müslümanlar hakkında konuştuğunuzda ilahiyat hakkında konuşuyorsunuz. Biz bunu geniş ırkçılık ve toplumsal adalet mücadeleleri içine yerleştiriyoruz. Şimdi, bu oldukça önemli. Sayın YEL’in “Türkiye’de 1950’lerde İslamofobi kategorisi olsaydı şu anda olduğumuz yerde olmazdık.” sözüne atıfta bulunarak bir şeyi de hesaba katmanın son derece önemli olduğu kanısındayım. İslamofobi’yi konuşmak ve İslamofobi ile mücadele etmek için durumların ve olasılıkların ne olduğuna dair bir çeşit şecere kavramına sahip olmamızın çok önemli olduğunu düşünüyorum. 1950’lerde İslamofobi kategoriniz olmazdı çünkü İslamofobi kategorisinin arkasında, İslamofobi kavramını tescil etme kapasitesinin İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / arkasında ve İslamofobi kavramı hakkında iddialar oluşturmada Müslümanlığın ve Müslümanların siyasal öznelliği vardır. Bu yüzden, Müslümanlardan iddiaları tescil etmek için kapasiteye, tanınma için yasal ve diğer alanlara yalnızca son zamanlarda rastlanılır. Bu yüzden, Müslümanlara karşı belirli bir ayrımcılık şeklinin tanınması ve Anas Bey’in dediği gibi yalnızca nefret suçu kategorileri içerisinde etkisini azaltmamak için iddialarda bulunmamızı mümkün kılan tarihsel koşulların özgünlüğüne ihtiyacımız var. Dr. Ashraf DAJANI İslam İşbirliği Teşkilatı (Suudi Arabistan) Teşekkürler. Burada yapılan yorumlara birkaç şey eklemek istiyorum. Bunları Hukuk Çalıştayı’nda da tartıştık. Uluslararası standartların kullanılmasını bir müdahale olarak düşündük. Aynı zamanda, uluslararası yasal mekanizmaların kurulmasının önemli bir yardımı olacağını düşündük. Şu anda karşı karşıya kaldığımız zorluğa baktığımızda, -uluslararası düzeyde düşünüyorum, bu BM olabilir veya başka bir uluslararası örgüt olabilir- öncelikle bu konuyla alakalı yasal çarelerin düşünülmesi gerekir ama eğitim eksikliği veya farkındalığın olmaması gibi sorunlarla karşı karşıyayız. Dolayısıyla öncelikle farkındalığın yaratılması, bu konuyla alakalı eğitimin olması çok önemli. Çalıştay özetinde de gördüm, Müslümanların karşı karşıya kaldığı sorunlarla ilgili farkındalık yaratılabilmesi için eğitime ihtiyacımız olduğu düşünülüyor. Bunun için de doğrudan mekanizmalar gerekli. Belki çoğunuz bilmiyordur ama özellikle Danimarka’daki karikatürle alakalı olarak önemli bir husus daha var. Bu doğrudan İnsan Hakları Komitesi’ne giden bir olaydı. Bir anda herkes bunu bu şekilde duydu ve “Bu kesinlikle kabul edilemez bir şey” dedi. Bu konuyla ilgili yasal eyleme geçen Danimarkalı kurumla alakalı hukuki çareler bulmanız gerekiyor. Kendi içtihadı içerisinde bunu çözdükleri zaman ancak bunları düşünebiliriz. Farkındalık yoksa işte o noktada sizin yapabileceğiniz çok fazla bir şey kalmıyor. Farkındalık yoksunluğu gerçekten ciddi bir sorun. Hangi yasalara ihtiyacımız olduğu ve bunları nasıl kullanabileceğimizle alakalı farkındalığımızın olması çok önemli. Müsaadenizle Profesör KÖCHLER’in tanımlamalarıyla alakalı bir yorum daha yapmak istiyorum. Sayın Profesör bir yere kadar size katılıyorum, evet siyasi, kültürel, sosyolojik sebeplerden ötürü tanıma tabii ki gerek var ama yasal sebeplerden ötürü buna ihtiyacımız yok. Uluslararası anlamda baktığımızda, bir İslamofobi suçunu yasal bir nedenden ötürü tanımlama ihtiyacı yok. Dünyada oluşan en büyük sorun nedir? Terörizmdir. BM, uluslararası topluluklar bunu biliyor ve zaten terörizmle mücadele edebilmek için uluslararası yasaları oluşturdular, özel kararlar aldılar. Terörizmle savaşabilmek adına Güvenlik Konseyi, Genel Kurul var, bir karar var ama şu ana kadar terörizmin tam bir tanımıyla karşı karşıya değiliz. Dolayısıyla, yola devam etmek için illa ki bir tanıma ihtiyacımız yok, uluslararası toplum tarafından bize bir tanımın verilmesi gerekmiyor. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Son derece önemli bir noktaya değindiniz. Terörizm henüz tanımlanmadı ama buna karşılık önlemlerle ilgili çalışmalar yapılıyor. Prof. Dr. Hans KÖCHLER Evet bir terörizm tanımının olmadığını biliyorum ama bu özel bir konu. Esas burada konuşmamız gereken, İslamofobi ile nasıl başa çıkabiliriz? Kriminal, güzel yasalar anlamında baktığımızda da bununla nasıl başa çıkabileceğimizi düşünmemiz, bunun için de bir tanımımızın 113 114 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM olması gerekiyor. Yasal perspektiften ne tür unsurlara ihtiyacımız var? Çok açık olarak, bu unsurlar, Anti-Müslüman şiddeti, nefret suçları, bunların hepsi İslam sebebiyle bir kişiye veya bir gruba, bir topluma yöneltilen suçlardır. Uluslararası unsurlar olarak baktığımızda, mesela, savaş suçları, soykırım suçları, insanlığa karşı işlenmiş olan suçların görüldüğü bir uluslararası mahkeme –Uluslararası Adalet Divanı- zaten var. Dolayısıyla suçun unsurlarıyla alakalı pek çok çalışma mevcut. Eğer tanımınız yoksa ceza yasasını uygulayamazsınız. Daha önce Amerikalı bir bakanın söylediği gibi, Güvenlik Konseyi, onun üzerine bir yasa olduğu sürece tabii ki istediğini yapabilir. Bana sorarsanız bir yasal, hukuk felsefesi açısından baktığımızda, bence tanımının olması çok önemli. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Bu gerçekten çok uzun bir konu, argüman bizim için hayati önemi haiz.. Prof. Dr. Hisae NAKANISHI Kyoto Üniversitesi Temsilcisi (Japonya) Teşekkür ederim Sayın Başkan. İslamofobi bağlamında baktığımızda Türkiye’de bununla alakalı pek çok tartışmanın olduğunu görüyorum. Bunu nasıl kavramlaştırabiliriz, nasıl tanımlayabiliriz, tanımlayabilmek için nasıl bir yasal çerçeveye ihtiyacımız var? bunların hepsini düşünüyoruz. Bence bu konferansın önemli kısmı şu: Bu konferans İstanbul’da, Türkiye’de gerçekleştiriliyor. Algı açısından baktığımızda, pek çok farklı durumlar yaşanıyor, Müslümanlara karşı farklı durumlar da oluyor, Türkiye içerisinde bile yer alıyor. Kriminalite açısından baktığımızda da, Müslümanlara karşı ayrımcılık olabiliyor. Bir taraftan da, Müslümanlar içerisinde de bu tür uygulamalar görülebiliyor. İlk oturumda özetleri alırken şundan bahsettik, aşmamız gereken önemli bariyerler var ve bu bariyerlerin aşılabilmesi için bazı önerilere ve araçlara ihtiyaç duyuyoruz. Gazeteciler çok önemli, sanatçılar da bu konuda destek olabilir. İslamofobi ile mücadelemizde hepsinin rolü çok önemli. Sorum şu, topluma bu konunun açılması sizce demokratikleşme sürecine daha fazla katkı sağlayabilir mi? Doç. Dr. Bülent ŞENAY Türkiye’de mi? Prof. Dr. Hisae NAKANISHI Evet, Türkiye’de. Bu, Türkiye’de çözülmesi gereken bir konudur. Bence Türkiye için bu konferans çok önemli ve bunu düşünmemiz gerekiyor. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Cevap verdikten sonra sözü bir başka katılımcımıza vereceğim. Biliyorsunuz Türkiye’de çok boyutluluk var. Şu an itibarıyla anayasa reformuyla alakalı çok ciddi tartışma devam ediyor. Sorunuz çok önemli, bağlamsal. Bu konuya daha sonra dönebiliriz. Vaktimizin olacağından da şüpheliyim. Cevaplar için sadece belki birkaç saniyemiz olacaktır. Şimdi sözü size vereyim. İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / Dr. Hatem AL-BAZIAN Tanımlarımız yok değil, İslamofobi için birtakım tanımlar var. Akademik arenada daha fazla literatür var. Bir organik gelişme söz konusu. Birçok üniversite bu konsept üzerine netleştirmek, bunu teorik bir şekilde yasaya dönüştürmek için çalışıyor. Yasalaştırmak için bunun siyasi matematiğini de oluşturmak lazım, yani sosyal bir hareket olması, tıpkı Amerika’daki sosyal hareketler gibi. Mesela yasalar eskiden ırkçıydı ve belli bir sosyal hareket akabinde değiştirilmesi söz konusu. Bu şekilde birtakım kategoriler mümkün. Sınır ötesi de uygulanabilir olan ve kendisiyle ilgili suçlara hitap eden bir şey olması lazım. Mesela biz antisemitizm derken, Musevilikten bir din diye bahsederken bile bu bir antisemitizm şekli. Çünkü bir Musevinin kendi Yahudi inancına bağlılığını inkâr etmiş oluyorsunuz ve bunu bir çoğunluğa bağlı kılıyorsunuz. Mesela örtünmeyle ilgili de aynı şey Fransa’da var. Anayasada “dini semboller” deniyor ve kimse de bunun adını hicap, örtünme diye koymuyor ama belli bir idrake sahip olan herkes burada, “dini simgeler” derken örtünen Müslüman kadınların kast edildiğini biliyor. Bariz dini simgeler denildiğinde ayarlamalarına bile bakıyoruz. Mesela bir Müslüman cuma günü çalışmayacağım diyemiyor ama Noel tatili 21-22 Aralıktan yılbaşına kadar Başkanın da kutlama kartlarıyla kutladığında bir şey olmuyor. Burada genel dini alışkanlık belirlenirken bile çoğunluğun dini üzerine oturtuluyor bu. İslam’ın bir kategori olarak hukuksal temele oturması gerekiyor. Prof. Dr. Omid SAFİ North Carolina Üniversitesi (ABD) Hatem kardeşimin söylediğiyle ilgili bir ilave yapacağım. İslamofobi’yi ırkçılıkla bağlantılandırdı. Amerika’da zamanımızı İslamofobi ile ilgili çalışmalarla geçirmedik; konferanslarda, İslamofobi’nin nasıl işlediğine de bakarak ırkçılığı tanımlamak, sosyal adaletsizlikleri vurgulamak için, Afrika kökenli insanların Amerikan ideallerine karşı olduğunu konuştuk. Sadece mahkemelere giderek değil, eşzamanlı olarak sosyal harekete geçme de söz konusuydu. Ardından yasal yapı bunu yakaladı. Amerika’nın farklı ırkçılık yasaları, bu temelden gelen sosyal hareketin akabinde oldu. Bu yasal dönüşümleri beklerken acaba kitlesel hareketlerle, gösterilerle, boykotlarla bunu yapmaya ne kadar zaman ve emek ayırabileceğiz, kadınlarla, evsizlerle, diğer gruplarla işbirliği içinde bunu acaba ne kadar yapabiliriz, yasal çerçeveyi oluşturmak için nasıl harekete geçebiliriz? Bunu merak ediyorum. Her oturumda ortaya çıktığı kadarıyla, STK’ların görevi her geçen gün daha da artıyor. Bashy QURAISHY Sağ olun Sayın Başkan. Ben üyelerin bir konuya dikkatini çekmek istiyorum. Avrupa’daki birçok ülke din düşmanlığını suç olarak kabul ediyor ama bu sadece Hristiyanlık odaklı. Mesela homofobi, din düşmanlığı veya nefret söylemi, siyaset ya da medyayla ilgili olarak artık daha ekstra yasalara ihtiyacımız yok, bu sadece siyasi iradenin yapması gereken bir şey. Hem STK’lar için, hem akademisyenler için, caddelere çıkmak ya da politikacılarla konuşmak, bence bu yasal sistemden ziyade bir zihin, bir mantalite sorunu, zihniyet meselesi. Teşekkürler. 115 116 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM Dr. Anas AL-TIKRITI Teşekkür ediyorum. Çok enteresandı. Birtakım noktaları özetlemek istiyorum. Spesifik sorulara cevap vermekten ziyade genel bir toparlama olacak. Bahsettiğimiz kurumlar, -ister BM olsun, isterse İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olsun, isterse Lahey Adalet Divanı, isterse ülkelerinizin anayasaları olsun- bunların hepsi temelde akışkan, çünkü bunlar kümülatif insan deneyimlerinin toplamı. Şu anda karşılaştığımız zorluklarla kendi deneyimlerimizi bunların içine katmalıyız ki onları dönüştürebilelim. AbdoolKarim VAKİL bence çok güzel bir noktaya temas etti, bu bir sosyal adalet meselesi. Bunlar kimseye gümüş tabakta sunulmuyor, gökten zembille inmiyor, uğrunda mücadele edilmesi gerekiyor. İslamofobi ile veya nefret söylemiyle, tanımla ilgili söylediklerimizin haricinde, buna hedef olanlar bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Bunu konuşabiliriz, analiz edebiliriz, teorisini yapabiliriz ama, maruz kalan kişi bunu biliyor. Bu ortamda kadınların azlığına işaret eden meslektaşımız da, mesela çarşaflı ya da örtülü diye tükürülen, aşağılanan bir kadın İslamofobi’nin ne olduğunu ya da bunun ne anlama geldiğini gayet iyi biliyor. Medyayla ilgili workshopta şunu gördük, bunlarla ilgili konuşmaya çok vakit ayırıyoruz. İnsanlar anaokulunda söyledikleri şarkılardan, boyamalardan, masallardan, hikâyelerden sonra sosyal hayatta duyduklarıyla, gördükleriyle, katıldıklarıyla, mahkemeye götüreceğimiz ya da medyada kınayacağımız insanlara dönüşüyorlar. Kaynaklarımızı, paramızı, zamanımızı buna ayırmalıyız, genç nesilleri hedef almalıyız. Bu yüzden İngiltere’de bu tarz örgütlerle çalışıyorum. Aynı zamanda şunu da bilmemiz lazım, workshoplarda İslamofobi ile konuşmalarımızın çoğu Batı Avrupa ve Amerika ile ilgili. Şunu kabul edelim; bu şu anda birçok farklı ülkede cereyan ediyor. Adı duyulmayan Güney ve Güneydoğu Asya’da, mesela Sri Lanka’da çok ciddi bir İslamofobi meselesi var, saldırılar oluyor. Burma da aynı şekilde. Bu bir İslamofobi zinciri. Tayland, Filipinler gibi, Müslümanların hedef alındığını gördüğümüz birçok ülke sayabiliriz. Batı’da belli bir siyasi ve fiziksel hareketlerle ancak bunların belli bir hikâyesini duyar hale geliyoruz. Amerikalı arkadaşım, bu değişikliklerin nasıl gerçek kampanyalarla oluştuğunu söyledi, doğru ve haklı. Birçok farklı ülkede, İslamofobi’ye, xenofobiye, ırkçılığa karşı ittifak kurulan birçok kampanya var. Burada Batı’dan bahsederken şunu da unutmayalım, Avrupa’da, ülkemde şu anda bir kimlik krizi var. Herkes İngiliz olmaktan bahsediyor ama İngiliz’in ne olduğundan bihaber. Herkes Avrupalı diyor ama Avrupalı olmanın Çinli olmaktan ya da Japon, Türk, Amerikalı olmaktan insani ölçekte farkının ne olduğunu bilmiyor. Siyasette, yüksek duvarların arkasında göçmenlikle ilgili, ötekinin haklarıyla ilgili konuşan bir sürü insan olduğunu görüyoruz. İşte biz de bu tartışmaların bir parçasıyız. Konuşurken bir İngiliz olarak konuşuyorum. Bütün hayatımı İngiltere’de geçirdim. Aynı zamanda bir Müslüman’ım. Bu yüzden, kendi siyasi, sosyal, ekonomik görüşlerimi İslami veya Müslüman etiketim engel olmadan söyleyebilmem lazım ki, bu kimlik boyutundaki görüşlerle bulanık hale gelmesin. Bu temel seviyede yapmamız gereken şey çok basit. Batılı ülkeler olarak çok uzun süre yapmış olmamız gereken bir şeydi. Irkçılık şu anda herkes için asla yapılmayacak bir şey; kimsenin dinine, cinsine, inancına veya ten rengine göre yapılamayacak bir şey, bu bence çok önemli. Bunu aşabilirsek çok önemli şeyler yapacağız. Doç. Dr. Bülent ŞENAY Bence hiçbir şey kimlik sorununa değinerek meseleyi toparlamaktan daha iyi olamazdı. 2009’da yayımlanan “Duyguların Jeopolitiği” kitabında Fransız yazarın (Dominique MOİSİ, İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / çn.) ifade ettiği gibi, 20’nci yüzyıl ideolojiler yüzyılıydı, 21’inci yüzyıl kimlikler yüzyılı. İşte bu bağlamda, bu oturumun başında ortamın çok ateşli olduğunu söylerken ısının spotlardan, ışıklardan geldiğini düşünüyordum ama bu herhalde konunun hararetiymiş. Panelistlerimize, moderatörlere, bütün katılımcılara, profesörlere, meslektaşlarımıza, organizatörlere teşekkür ediyorum. Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü bana bu tartışmanın da çalıştay raporlarına katılacağını söylüyor. Sizlere de dağıtılacak. Konuyu yeterince anlamış vaziyetteyiz. Bu konuda harekete geçmemiz lazım. Teşekkürler. İyi günler. Tr: Avrupa’da Anti-İslam Giacomo Cardelli / Italy/İtalya 2010 117 118 / İKİNCİ GÜN IV. OTURUM İKİNCİ GÜN IV. OTURUM / 119 120 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM V. OTURUM İSLAMOFOBİ İLE MÜCADELEDE HÜKÛMET VE MEDYA İŞBİRLİĞİ YOLLARI İKİNCİ GÜN V. OTURUM V. OTURUM İslamofobi ile Mücadelede Hükûmet ve Medya İşbirliği Yolları Moderatör : Shahid MALIK Eski Bakan-İngiltere Konuşmacılar : Dr. Isam Salim SHANTI İİT Enformasyon Dairesi Direktörü-Ürdün Tariq ABBAS İİT Medya Danışmanı-Suudi Arabistan Dalia MOGAHED Mogahed Consulting, CEO-ABD Prof. Dr. Tahir ABBAS Fatih Üniversitesi-Türkiye Sajjad KARIM Avrupa Parlamentosu Milletvekili-İngiltere / 121 122 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM Shahid MALIK Moderatör Selamünaleyküm. Herkese iyi günler. Öncelikle, bu kadar çok insanın bu oturumda aramızda bulunmasından çok memnun olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum. İnşallah iyi bir oturum olur. En iyileri en sona saklıyoruz, panelistlerimiz namına söylüyorum, kendimi tenzih ediyorum. Konuşmacılarımızın her biri 10-12 dakika konuşacaklar. Ondan sonra da inşallah sorular için vaktimiz olacak. Dün ve bugün, hatta kimilerine göre forumdan bir gün evveli için, bence, söylenebilecek şahane şeylerden biri şudur: Biliyorsunuz ki bu tip etkinliklere, konferanslara hayli sık geliriz ve bu harikadır. Çünkü ilişki çemberi oluşturabilir, yeni insanlarla tanışır, kimi konuşmacıları zevkle dinler, fikirlerinizi aktarır ve sorularınızı sorarsınız. Ancak, ayrılırken bundan sonra neler olacağı konusunda emin olamayacaksınız. Şundan eminim ki bu toplantı, İngiliz futbol takımı gibi olmayacak, yani “kâğıt üzerinde şahane ama sahada o kadar da iyi değil.” denmeyecek. Bu inşallah doğru tercüme edilmiştir. Her neyse, demek istediğim; somut sonuçlar doğuracak inşallah. Aslında burada, İstanbul’da, Türkiye’de, bulunmak bizim için büyük bir onur. Böyle bir konferansı, etkinliği düzenlemek için daha iyi bir yer düşünemiyorum. Birçok açıdan sembolik bir lokasyonda; daha geniş anlamda da, Avrupa ile Asya, İslamiyet ile Hristiyanlık, bir bakıma da Batı ile Doğu arasında bir bağlantı noktasındayız. Dolayısıyla sembolik olarak bu konferans için çok anlamlı bir yerdeyiz. Kendi adıma, yıllardır bu çok ama çok önemli meselelerin gündemde kalması için gösterdiği çabadan dolayı İİT’ye takdirlerimi sunmamak özensizlik olacaktır, diye düşünüyorum. Özellikle de sadece bu konularda da değil daha pek çok konuda iyiden yana büyük bir erk, mükemmel bir Genel Sekreter olan Profesör İHSANOĞLU’na, İİT Genel Sekreterine teşekkür etmeliyim. On yıllık görev süresi dolduğunda en çok üzüleceklerden biri de ben olacağım. Ama eminim ki İİT’ye destek vermeye ve çalışmalarına katılmaya devam edecektir. Dün, özellikle açılış oturumunda bazı konuşmaları, özellikle de Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent ARINÇ’ın konuşmasını, can kulağıyla dinledim. Umarım ismini yanlış telaffuz etmemişimdir. Gerçi isimler önemli değil, önemli olan katkıdır ki son derece önemli bir katkı yaptığını düşünüyorum. Yerinde olduğunu düşündüğüm birçok noktaya değindiler. Onu ve elbette, uluslararası arenada bu konuların gerçekten de önemli bir savunucusu konumundaki Başbakan Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’ı kutlamak isterim. Kendisi pek çok açıdan giderek güçleniyor. Ona bu çabalarında başarılar diliyoruz. İngiltere perspektifini çabucak aktarayım. Hepimiz demek istemiyorum, ama bizler Türkiye’nin AB’ye üyeliğini destekledik, destekliyoruz ve zannediyorum destekliyor da olacağız. Bu üyeliğin bizi, hem getireceği çeşitlilikle kültürel hem de Türk halkının girişimcilik ruhuyla ekonomik olarak zenginleştireceğine ve de yaşlanan Avrupa’yı Türklerin genç nüfusu ve dinamizmiyle buluşturacağına inancımız söz konusu. Doğrusu, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların hepsinin de neden söz ettiklerini bildikleri veya Avrupa’nın uzun vadeli çıkarlarını samimiyetle gözettikleri kanısında değilim. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Şimdi size konuşmacıları tekrar, ama biraz farklı bir şekilde tanıtacağım. Hepsini şahsen tanıma ve hepsiyle de yıllarca dostluk etme şerefine nail oldum. Yine Sayın Başbakan Yardımcısının söylediklerine döneceğim ama öncesinde birkaç dakika İngiltere deneyimimi paylaşmak istiyorum. Zira özellikle dün sabah ve de çalıştayların pek çoğunda yankılanan birçok şey olduğundan eminim. İngiltere’de yaşadığımız zorlukların birçoğunu biliyorsunuzdur. 2005 yılında beni Parlamentoya taşıyan seçim bölgem Dewsbury’de en yüksek oyu toplayarak İngiliz Ulusal Partisi BNP’ye meydan okumuştuk. BNP açık açık “İngiltere’de Müslümanlara yer yok” diyen bir partidir. Ancak bundan iki ay sonra, Londra’da 7 Temmuz bombalamaları oldu ve ilk bombacı da Dewsbury’liydi. Fakat, benim Müslümanlara mesajım her zaman çok net olmuştur: İngiltere’de özür dileyip utanacağımız hiçbir şey yapmadık. 7 Temmuz’dan önce de David COPELAND diye biri çıkıp Brixton, Brick Lane ve Soho’yu bombaladı; üç kişiyi öldürdü, 80’den fazla kişiyi yaraladı. Nasıl ki o bombacı Hristiyanlığı temsil etmiyor, 7 Temmuz bombalamalarını yapan bu dört şeytanî şahsiyet de İslam’ı temsil etmiyor. Kötü olan din değildir, yazık ki bazı bireyler kötü olabiliyor. Bunu aslında hepimiz yaşıyoruz. Buradayken bir Türk televizyonuna verdiğim son mülakatta, “İslamî terörle ilgili ne düşünüyorsun?” diye sorulunca, ben de “gayri İslami terörizm” mi demek istiyorsunuz diye karşılık verdim. Çünkü Müslüman olup birisini öldürdüğünüzde hâlâ nasıl size cennette bir yer ayrılabileceğini düşünebilirsiniz ki? Ne benim ne de sizin dininizin cennetinde… Fakat bir mücadele var. Konferansımızın konusu da bu zaten. Bu mücadele, pek çok açıdan İslam imajıyla ilgili; yani tamamen iletişimin konusu. Şunu söylemem lâzım, medya çok derin, köklü bir güce sahip ve bu güçle de birlikte tabii ki çok büyük bir sorumluluk taşıyor. Yazık ki, tekrar tekrar görüyoruz, fazla genelleme yapmadan bu büyük gücü kullanmaktan memnunlar ama o büyük sorumluluğu taşımaktan her zaman memnun değiller. Ama şunu söylemeliyim İngiltere’deyken medyamızdan çok gurur duyduğum zamanlar da olmuştur. Her şey güllük gülistanlık demiyorum. Hz. Muhammed (SAV) ile ilgili karikatür utancı yaşandığında İngiltere’de medya bu karikatürleri yayımlama hakkına sahipken yayımlamama sorumluluğunu gösterdi. Bu da gösteriyor ki medya tercih yapıp sorumlu davranabilir. Son oturumda gerçekten çok yetenekli kişiler var aramızda. Bunu, benim dostum oldukları için söylemiyorum tabii. Bu aslında işin en zor kısmı, çünkü birçok kişi aramızdan ayrıldı, birçok kişi de yemek sonrası rehavete kapıldı. Biraz etkileşim olur diye ümit ediyorum. Bir soru-cevap kısmımız olacak. Sunumları bitirdikten sonra etkileşim için yeterince vakit olacak. Bunu da, birisi beni durdurana kadar devam ettirmeyi düşünüyorum. İlk konuşmacı hem birinci, hem de ikinci konuşmacı olacak. Daha sonra Tariq ABBAS kardeşimiz gelip bir sunum yapacak. Isam Salim SHANTI iki konuşma yapacak, ama 15 dakikayla sınırlı kalacağına söz verdi. Kendisi çalışmalarını iletişim alanında yoğunlaştırmıştır. Çok önemli bir rolü var, İİT’nin Enformasyon Departmanı başında. ISAM’ın aklıselim sahibi, sağduyulu birisi olduğunu da biliyoruz. New York Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Amerika’yı bırakıp İngiltere’ye gelme akıllığını gösterdi ve orada Doktora derecesini aldı. Daha sonra İİT’ye, İslamofobi’yi yenme mücadelesinde yardımcı oldu. Bize İİT’nin İslamofobi ile mücadeledeki rolünü anlatacak. O zaman daha fazla konuşmadan sözü İsam SHANTI’ye bırakalım. 123 124 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM “İSLAMOFOBİ İLE MÜCADELEDE İİT’NİN KATKILARI” Dr. Isam Salim SHANTI Çok teşekkürler. Öncelikle son konuşmacı olmak konusunda sizinle hemfikir olmadığımı söylememe izin verin. Zira insanlar iki gündür İslamofobi gibi son derece karmaşık bir mesele üzerine konuşmalardan çokça bunalmış durumda. Bu konu İİT’de -sizi bilgilendirmek için söylüyorum- gerçekten pek çok düzeyde (siyasî, kültürel, medya ve toplum bağlamında) sürekli ele alınmakta. Merkezi Cidde’de bulunan İİT Genel Sekreterliğinin dünyada pek çok temsilciliği var. Örneğin Fas’ta, Rabat’ta mukim bir temsilciliğimiz var. Kültür, eğitim ve toplum meseleleriyle ilgili özel bir şubedir Rabat temsilciliğimiz. ISESCO, UNESCO’nun dengi bir kuruluştur. ISESCO yıllardır İslamofobi meselesiyle uğraşmaktadır. Bakın bugün hâlâ bu konuyu konuşuyoruz. Dolayısıyla umarım sizi bu konuyla daha fazla sıkmam. Sunumumu elimden geldiğince hızlıca tamamlamaya çalışacağım. Başlamadan önce şunu söylememe izin verin, meslektaşım Tariq ABBAS sizlere medya kampanyasıyla ilgili bir sunum yapacak ve dünkü sunumuyla ilgili bazı detaylardan bahsedecek. Onun için elimden geldiğince çabuk olmaya çalışacağım. Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Hükûmetine, konukseverliği ve cömertliğinden dolayı teşekkür etmek istiyorum. Ekselansları Sayın Bülent ARINÇ’ın şahsî onayı olmadan bu konferans yapılamazdı. Birkaç yıl önce İstanbul’a geldiğimde kendileriyle görüşmüştük. Meslektaşlarımla birlikte İstanbul’a geldiğimde kendilerine, İİT olarak, İslamofobiyi medya perspektifiyle tartışacağımız bir konferans yapma düşüncemizi ilettim. Daha sonra buna hukuksal boyut da eklemiştik. Kendilerine, İİT’nin 1969’dan beri ilk defa böyle bir konferans yapmaya çalıştığını ifade ettik. Üzerinden bir ay bile geçmemişti ki bunun onayını bize gönderdi. Bunun için Hükûmete, özellikle de Sayın Bülent ARINÇ’a teşekkür ediyorum. Tabii ki hem Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğüne hem de Sayın Murat KARAKAYA’nın şahsına, geçen yıldan beri bu konferansı düzenlemek için gösterdiği olağanüstü çabadan ötürü teşekkür etmek istiyorum. Sayın KARAKAYA’nın çalışma arkadaşlarına da çıkardıkları bu mükemmel iş sebebiyle teşekkür etmeliyim. İİT, İslamofobinin küresel dünyada gerçekten kaygı verici bir seyir izlediğine inanmaktadır. Burada “küresel” derken hem İslam hem de Batı dünyasını kapsayan bir olgudan bahsediyoruz. Bugün de bir meslektaşımız, İslamofobinin artık başka coğrafyalarda da, Asya’da, örneğin Çin’de, Avustralya’da ve dünyanın başka başka bölümlerinde, Tayland’da, Filipinler’de de kendini gösterdiğini söylediler ki biz bu meseleyle de ilgilenmeye çalışıyoruz. Tabii ki İslamofobinin özellikle Batıda yükselişi çok daha tehlikeli, çünkü çok daha farklı boyutlara sahip ve yoğun bir Müslüman nüfusu söz konusu orada: Müslümanlara karşı ayrımcılıkta ve hoşgörüsüzlükte endişe verici bir artış görülüyor. Dolayısıyla da takdir edersiniz ki, 57 İİT üyesi ülke üzerinde somut adımlar atmaları yönünde sürekli olarak artan bir kamuoyu baskısı söz konusu. İslamofobi bugün de İİT’nin en önemli gündem maddelerinden biridir. İİT İslamofobi Gözlemevi Beşinci Raporu’nda, İslamofobik olayların daha sık ve daha ciddi bir boyut kazandığı işaret edilmektedir. En büyük korkularımızı doğrularcasına daha sık yaşanmaya başlanan bu tür olaylar ve etkileri İİT’nin bunların ciddi yansımaları olacağı yönündeki uyarılarını da teyit eder niteliktedir. Uzun vadede sonuçlarıysa tüm bu yansımaları da aşacaktır. İslamofobinin yükselişi gerçekten de bu giderek birbirine bağlı ve bağımlı hale gelen dünya için meşum bir seyir içindedir. Şunu açıkça ortaya İKİNCİ GÜN V. OTURUM / koymak isterim ki İİT, yalnızca İslam’ın değil tüm dinlerin, hatta her bir dine ait kutsal değerlerin ve saygın figürlerin aşağılanmasına karşı ilkeli bir konum almış durumdadır. İslamofobinin yansımaları ve etkileri derken hem 57 İslam ülkesinin oluşturduğu Müslüman dünyadan hem de Batı’dan söz ediyoruz. Birkaç yıl öncesine gidecek olursak, önce yayımlanan karikatürler, ardından da Kur’an’ın yakılması üzerine Pakistan’da, Mısır’da, Lübnan’da pek çok Müslüman ülkede Müslümanlar sokaklara çıkıp bu eylemlere karşı gösteriler yaptılar. Ancak özellikle Müslüman dünyadaki hükûmetler bu gösterilerin yerel halk üzerindeki etkileri dolayısıyla müdahale etmek zorunda kaldı. Çünkü göstericiler öfke içinde mağazalara, taşıtlara saldırıp yakıp yıkıyorlardı. Bunun hükûmetlere etkisi büyük oldu. İşte bu nedenledir ki Müslüman hükûmetler, İİT hükûmetleri bu konuyu gerçekten çok önemsemektedir. Batı derken tabii ki Batı ülkelerinin hükûmetlerinden ve Batı toplumlarından söz ediyoruz. Avrupa’da ve ABD’de büyük bir Müslüman toplum yaşıyor ve yaşadıkları ülkelerde bugün bireysel eylemlerden –siyasetçilerden veya Batılı hükûmetlerin politikalarından değil- rahatsızlar. Ancak, bu saldırıları yapanlar da olumsuz bir İslam ve Müslüman algısına sahip bireyler. Burada problem, belirtmeliyiz ki, ne sebeple olursa olsun 2001 yılından beri özellikle Batı medyası, -dünyanın bir yerinde, bir Müslüman ülkesinde de olabilir- ne zaman bir terörist saldırı olsa hemen “Müslüman” teröristler diyor. Müslüman ile terörist arasındaki bağlantı nedir, ben bilmiyorum. O bir birey, o bir İngiltere, Suriye, Mısır veya ABD vatandaşı. O, terör eylemini yapan bir birey. Evet, cezalandırılmalıdır, cezası neyse çekmelidir; ama neden hemen “Müslüman terörist” diyorlar? Önümüzdeki yıllarda ele almamız gereken konulardan biridir bu da. İİT üyesi devletlerin liderleri, derhal bu konuda çözüme dönük bir eylem çağrısı yapmaktadır. İşte bu noktada sorumlu bir uluslararası örgüt olarak İİT, meseleyi uluslararası hukuk perspektifiyle incelemek üzere önde gelen hukukçular ve insan hakları savunucularından oluşan bir kurul kurdu ve söz konusu kurul, bu çerçevede 16/18 sayılı BM Kararını ve İstanbul Sürecini, bu angajmanın kanalları olarak kabul etti. Dolayısıyla şimdi bu angajman meselesine odaklanacağız; Müslüman hükûmetler ile Batılı hükûmetler arasındaki, Müslüman dünyanın sivil toplumları ile Batı dünyasının sivil toplumu arasındaki doğrudan angajmana… Çağdaş uluslararası ilişkilerdeki en hassas konulardan birinde uzlaşmayı sağlama konusundaki iradesini İİT, Mart 2011 tarih ve 16/18 sayılı BM İnsan Hakları Konseyi Kararı’na mutabakatla göstermiştir ki bu, olumlu bir gelişme olarak kabul edilmektedir. Karar, hoşgörüsüz, olumsuz klişeci, damgalayıcı, ayrımcı, şiddete, din ve inançlarından ötürü insanlara yönelik şiddete kışkırtan tutumlarla mücadeleye çağrı yapıyor. Bu bağlamda İİT, geçen yıl Brüksel’de, “Medyada İslam ve Müslümanların Yanlış Temsili: Bir Çözüm Arayışı” başlıklı bir çalıştay düzenlemişti. İlgili kararların uygulanması konusunda -bilginiz olsun diye söylüyorum: Gabon’da yapılan 9. İslam Ülkeleri Enformasyon Bakanları Toplantısı sırasında medya perspektifiyle İslamofobi çalışması yapmak ve bu meseleyle mücadele etmenin ve Batı’daki İslam imajını düzeltmenin yollarını tartışmak için bir çalıştay düzenleme kararı almıştık. Tüm bu kararlar veya Brüksel çalıştayından çıkan tavsiyelerin tamamı İİT Enformasyon Bakanları, daha sonra da Dışişleri Bakanları tarafından resmî olarak benimsendi. Dolayısıyla İİT Enformasyon Bakanları Toplantısı’nda alınan ilgili kararın bir uygulamasıydı bu çalıştay. Geniş yankı uyandırdı ve Batılı İslamî çevrelerde somut etkiler yarattı; zira Batı medyasında yükseliş seyrindeki İslamofobinin üzerine gidilmiş ve Batı medyasının yanlış temsil ve manipülasyonun yarattığı tesir ele alınmıştır. Batı medyasının bir bölümü basmakalıp bir İslam ve Müslüman imajı işlemeye çalışmaktadır. Yararlı tavsiyelerin alındığı bu çalıştayın sonucunda, Genel Sekreterlik tarafından “İslam ve Müslümanların Avrupa ve Kuzey Amerika’daki İmajını Düzeltme Mekanizmaları” başlıklı bir rapor hazırlandı. Bu rapor, 57 üye devletin geçen yıl Cidde’de İİT tarafından düzenlenen uz- 125 126 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM man düzeyinde bir toplantıda titizlikle incelendi. Genel Sekreterlik, Batı’daki çarpık İslam ve Müslüman imajını düzeltmek için bir kampanyanın yürütülme sürecini de takip etmektedir. Bu doğrultuda, Genel Sekreterlik temsilcisi, kampanyayı destekleme yol ve araçlarını araştırmak amacıyla İİT üyesi ülke hükûmetlerine ve sivil toplum kuruluşlarına ziyaretlerde bulunmuştur. İİT üye devletlerine ek olarak çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla da temasa geçilerek kampanyaya destekleri istenmiştir. Birkaç dakika sonra da meslektaşım Abbas Bey bu medya kampanyası üzerine konuşacak. İİT, önümüzdeki aylarda ilgili kararın uygulanması sürecinde bir medya ve halkla ilişkiler kampanyası başlatmak için ciddi bir çalışma içindedir. Enformasyon sektöründe İİT, resmi olarak Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlatılacak çok kritik önemdeki kampanyasına maddî ve lojistik destek toplama girişimlerini başlatmıştır. Umarım bu konferans hepimiz için faydalı olmuştur; zira çoğunuz ilk günkü ön-çalıştaya da katıldınız. İİT olarak çok faydalı tavsiye kararları aldık ki bunları Bakanlarımıza ileteceğiz. Bu tavsiyelerin ileride uygulamalara daha fazla yansımaları açısından resmî kararlara dönüşmesi için uğraş vereceğiz. Dolayısıyla bu tavsiyeler, meslektaşımın da benden sonra birkaç dakikada sizleri hakkında bilgilendireceği medya kampanyası eşliğinde inşallah Bakanlar tarafından ciddiye alınacaktır. Zaten iki ay içinde dışişleri bakanları düzeyinde bir toplantımız var. Orada da bu tavsiyelerin kabul edilmesini ve uygulamaya geçireceğimiz resmî bir karar statüsü kazanmasını sağlayacağız. Son olarak, sözü meslektaşıma bırakmadan önce, bu konferansın pratikte büyük önem taşıyan bir sonucunu daha aktarmak istiyorum: İİT Medya Forumu (OMF) adlı bir platform kurmaya karar verdik. İİT’ye bağlı bu birim çok yeni ve 57 ülkeden medya uzmanlarının, her yıl bir araya gelerek Müslüman medyalarını geliştirmenin ve Batı medyasıyla ilişki kurmanın yollarını tartışacağı bir uzman platformdur. İkinci olarak da, İİT’nin web sitesini (www.oic-oci.org) ziyaret ederseniz İİT’de sadece İslamofobi değil başka pek çok konuda da yaptıklarımız hakkında daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum ve medya kampanyası hakkında bilgi vermek üzere sözü meslektaşım Sayın Abbas’a bırakıyorum. Çok teşekkürler. AVRUPA ve KUZEY AMERİKA’DA İSLAM VE MÜSLÜMANLARIN İMAJINI DÜZELTME KAMPANYASI Tariq ABBAS Genel olarak Türkçe ve İngilizce konuşuluyor, kabul ederseniz ben de Arapça konuşmak istiyorum, o eksik. İslamofobi konusunda pek çok görüş dile getirildi. Bu sorun ile ilgili olarak karşılaştığımız sorular var. Peki, bundan sonra ne olacak? Bir sonraki aşama nedir? Bir hasta düşünün doktora geliyor, muayene oluyor, sonra doktor bütün hastalıklarını tek tek anlatıyor, mesela, “Şekerin, kolesterolün vs. var.” diye. Tabii bu durumda hasta ne yapabilecektir? Biz de İslamofobi konusunda neler yapabileceğimizi, hangi adımları atabileceğimizi tartışıyoruz. Tamamen ortadan kaldıramayacağımız İslamofobi sorununu hafifletebilmek adına İİT’yle birlikte uluslararası bir kampanya yürütmeyi düşünüyoruz. Bu olguyu sona erdirmek, hafifletmek ve diğer topluluklar arasındaki ilişkileri düzeltmek için önemli bir rol oynamaya çalışacağız. Amerika’da veya başka ülkelerde size bir fırsatlar tanıyorlar. Bu durumun daha kötüye gitmesini istemiyoruz, çünkü bunun kimseye faydası olmaz. 11 Eylül’de neler olduğunu biliyor- İKİNCİ GÜN V. OTURUM / sunuz. Dr. Isam ve başka bir meslektaşımız, Sayın İHSANOĞLU’nun çalışmalarıyla ilgili bilgi verdi. Her düzeyde onay aldık ve sonunda Brüksel’de Sayın İHSANOĞLU ile bir araya geldik. Avrupa’dan, Amerika’dan, Arap ülkelerinden 35 üst düzey medya uzmanıyla toplandık. Bu, özellikle sivil toplum kuruluşları için çalışan insanların katıldığı bir toplantı oldu. Çoğumuz medya mensubuyduk, ama medyanın toplantıyı izlemesine izin verilmedi. Medyanın toplantıyı izlemesini istemedik. Bu konuyu yüzyüze görüşmek istedik. Çalıştaylarda bazı tavsiye kararları aldık. Avrupa’da, Arap ülkelerinde ve ABD’de merkezi bulunan bazı şirketlerle işbirliği yapacağımızı düşündük. Çalıştaylarda ne İslam çağrısı yaptık ne de bir tebliğ yayımladık. Meseleleri tamamen toplumsal ve insanî açıdan ele almak istedik. Müslüman toplumlara bir yarar sağlayacak şekilde çalıştık. Burada Amerikalı arkadaşlarımız şunu söylüyorlardı: Eğer ABD’de İslamofobi varsa, o zaman Amerika’daki Müslüman doktorlar -yüzde 20’den bahsediyorlardı- korkmalıdır. Bin Ladin mi? Kim kime yakın? Batı’daki Müslümanların başarılı oldukları konulara odaklanmak istedik. Tabii Fransa’da, İngiltere’de ve Almanya’da durumun farklı olabileceğini söylemeye gerek yok. Geleneksel davranmayıp özellikle pratik konulara yoğunlaşalım ve insanları yanlış yönlendirmeyelim, diye düşündük. Ben burada genel tavsiyelerden bahsediyorum. Bu bağlamda hangi enstrümanlardan yararlanılacağı üzerinde duracağım. Batı toplumlarında Müslümanlar neler yapıyor? Gelenek ve göreneklerimizin örtüştüğü durumlar oluyor. Müslümanlarla Hristiyanları birbirine bağlayan kimi konular var ve biz bunlara odaklanacağız. Nereden gelirse gelsin aşırılığa tamamen karşıyız. Bu kampanyada ünlü isimlerden de yararlanmalıyız. Henüz bu ünlülerle temas kurulmadı. Ancak, bütün Batı toplumunda tanınan bazı sporcularla temasa geçildi. Buna gönüllü olduklarını ifade ettiler. Belki siz de biliyorsunuzdur, Batı’da birçok sivil toplum örgütümüz var, ancak bunların hepsi kendi başına çalışmaktadır. Dolayısıyla birbirini tamamlayıcı nitelikte ortak projeler yapmamız gerekiyor. Bu konu, enstrüman ve tasarımlara dayanan münferit bir kampanya olarak kalmamalı, öğrencilere, entelektüellere, sporculara ve diğer tanınmış insanlara hitap eden açık bir kampanya olmalıdır. Her bir kitleye özel programlar oluşturmalıyız. Kampanya her yıl bir grubu hedef almalı ve çalışmasını ona göre planlamalıdır. Kampanyaları kısa periyotlar halinde yürütmeliyiz. Gelecek planlamıyoruz. Hızlı hareket etmeye çalışıyor, uzun vadeli eylemler başlatıyor ve programımızı ona göre planlıyoruz. Kampanyamızı yürütmek için ilk etapta üç Avrupa ülkesi (İngiltere, Fransa, Almanya), Amerika’da da üç eyalet (Washington, New York, Chicago) belirledik. Sürecin sonunda buralarda neler yaptığımızı, ne tür zararlara uğradığımız ve neleri başardığımızı tahlil edeceğiz. Daha sonra alanımızı muhtemelen Uzak Doğu, Avustralya ve diğer bölgeleri içine alacak şekilde genişleteceğiz. Ancak dediğim gibi, bunu elde edeceğimiz sonuçlar doğrultusunda yapacağız. Özellikle ihtisaslaşmış kurumlarla, medya kuruluşlarıyla ve ilgili taraflarla bu çalışmaları yürüteceğiz. İki yıl boyunca onlarla çalışacağız. Her kampanya iki ile üç haftada bir tekrarlanacak. Mesela televizyon programları ve gazete yayımları yaptıktan sonra bunların detaylarına gireceğiz. Televizyonlarda ve gazetelerde boy göstereceğiz. TV programlarının ardından üç haftalık bir kampanya başlatacağız. Daha sonra detaylarını bilahare ele alacağımız konferans ve çalıştaylar düzenleyeceğiz. Birbiri ardına kampanyalar tamamlandığında tüm tablo ortaya çıkacaktır. Halkla ilişkiler şuna benzer: Su birikintisine bir taş attığınızda bir halka oluşur ve bir süre sonra kaybolur. Ancak, taşları arka arkaya atarsanız sürekli bir halkalar zinciri görürsünüz. Dolayısıyla bir dalga etkisi yaratarak bir devinime yol açacaktır. Bir toplum içinde de devini- 127 128 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM me bu şekilde tanıklık edersiniz. Avrupa’da ve Amerika’da İslamofobi ile ilgili çok kapsamlı kampanyalar yürüteceğiz. Bugüne dek kampanyaların bir bölümü gerçekten moral bozucuydu, ama büyük kısmı çok iyiydi. Bir kısmı çok kısa bir sürede son derece kısıtlı bir bütçeyle yürütüldü. Yeni kampanyalarımızı daha farklı şekilde yapmaya çalışacağız. Burada önemli olan, İslam’ın imajını güçlendirmek ve yanlış algıları ortadan kaldırmaktır. Tabii ki kararlarımız tavsiye niteliğindedir. İslamofobi ve özellikle İslam ile ilgili birtakım güzel ve olumlu mesajlar vermeye, yanlış bir şey varsa düzeltmeye çalışacağız. Peki, enstrümanlarımız neler olacak? Dediğimiz gibi, televizyon programları ve kısa reklamlar olacak. Bunlar ailelere ve toplumsal kitlelere yönelik kısa mesajlar şeklinde kurgulanacak. Bunları bütün bu ülkelerde çok etkin bir şekilde kullanacağız. Önemli iki veya üç radyo kanalından yararlanacağız. Çok saygın bir kampanya yürüteceğiz. Üçüncü olarak; gazete ve dergilerden istifade edeceğiz. Metroda, caddelerde, otobüslerde çalışmalar yapacağız. Özellikle Facebook, Twitter gibi sosyal medya ağlarını kullanacağız. Aynı zamanda fuarlar düzenleyeceğiz. Bazıları, sadece Avrupa’nın İslam için yaptıklarına dair fotoğraflar göndereceğimizi sanıyorlar, ama öyle değil. Olumlu mesajlar vereceğiz. İslam’ı güzel yansıtacak yayınlar yapacağız. On büyük üniversitede, konferanslarda insanlara sesleneceğiz. ABD’de ve Avrupa’da yaşayan Müslüman gençlerden yararlanmayı planladığımız için gençleri hedef alacağız. Üç tartışmalı konu seçip önde gelen televizyon kanallarında bunları tartışacağız. Özellikle İslam’a ve Müslümanlara hizmet edeceğiz. Tabii ki bedava olmayacak. Başarılı Müslüman sanatçılar ve sporculardan yararlanacağız. Altyapısını çok iyi hazırlayacağız. Her ülkeden insanları akşam yemeklerinde biraraya getireceğiz ve onlarla diyaloga geçeceğiz. Bazı özel günlerde özel mesajlarla “gül” dağıtacağız. Uluslararası düzeyde iki büyük futbol kulübü arasında futbol maçı düzenleyeceğiz. Sevgiden ve barıştan bahsedeceğiz. Özel bir logo tasarlayıp bu maçlarda tanıtım yapacağız. Özellikle Avrupa’daki sivil toplum kuruluşları arasında ortak bir ağ kurmaya çalışacağız. Onlar bizim için çok önemli. Hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan gruplardan yararlanacağız. Bir fon oluşturacağız ki bu çok önemli. Bu fonu bazı küçük ölçekli projeleri finanse etmek için kullanacağız. Mesela bir genç, Avustralyalı bir aileyi ölümden kurtardı. Medya bu konuya eğilmezken biz bu küçük fonu kullanarak olayı kamuoyuna duyuracağız. Şunu da bilin ki; 500 bin Dolarlık bir vakıf fonu sadece İslamofobi için ayrılacak. “100 Ziyaretçi” adlı yıllık program çerçevesinde, emekçiler, diplomatlar, öğrenciler ve üniversite hocaları arasından 100 kişi seçilecek ve dört-beş İslam ülkesini kapsayan bir gezi düzenlenecek. Gerçek İslam’ı tanıtacağız. Tabii ki her kesimin olumlu ve olumsuz yanları vardır. Bu program yıllık olacak ve sürekli yapılacak. İslamofobinin gözlemlenmesi için bir merkez oluşturulacak. Çeşitli İslam ve Batı kurumları arasında İslam dünyasından kuruluşlar ile Batılı kuruluşlar arasında “Medya Değişim Programı” organize edeceğiz. Mesela, üniversiteler arasında öğrenci değişimi yapılabilir. İlgili kuruluşlarla bir araya geleceğiz. Toplam 30 milyon Dolarlık bir fon oluşturulacak. Beni dinlediğiniz için teşekkürler. Shahid MALIK Çok teşekkürler Tariq. Görünen o ki süreyi biraz aşacağız. Ne Arapça ne Urduca, hiçbir dile çevrilemeyen konuşma on dakikalıktır ki en az 20 dakikada, hatta şansınız kötüyse 30 dakikada çevrilebilir. Ancak bu diğer konuşmacılarımız için bir mazeret olmamalıdır. Oldukça önemli katkılar yapacaklarını düşünüyorum; onlara çok da baskı yapmak istemiyorum. Ancak herkesin katılmasını isterim, zira çok faydalı ve dinlemeye değer olacağını düşünüyorum. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Bir sonraki konuşmacımız, çok sevgili arkadaşım Dalia. Kendisi, Müslüman kamuoyunun en saygın ve en güvenilir araştırmacılardandır ve kimlerine göre, araştırmasıyla, yerleşik klişe ve zanlara gerçekten de meydan okuyan pek çok çığır açıcı keşfe yol açmıştır. Dolayısıyla onun panelist olarak katıldığı her yerde onu dinlemek büyük zevktir benim için. Bugün çok önemli bir konudan bahsedecek; İslam ve Müslümanlar hakkındaki Amerikan kamuoyu üzerine konuşacak. “İSLAM VE MÜSLÜMANLAR KONUSUNDA AMERİKAN KAMUOYU” Dalia MOGAHED Öncelikle hakkımdaki bu nazik cümlelerinden dolayı sevgili arkadaşım SHADID’e ve de bu önemli toplantıyı düzenleyenlere teşekkür etmek istiyorum. Hepinize öğle yemeğinden sonra ve yoğun katılımlarından dolayı teşekkür ederim. Amerikan kamuoyundaki İslam ve Müslüman algısına dair ciddi olgulara geçmeden önce bir hikâye anlatmak istiyorum: Bu son derece kişisel bir deneyim, kendi deneyimim. Dün, 11 Eylül saldırılarının on ikinci yıl dönümüydü. Ailemle birlikte 11 Eylül 2001’saldırılarından hemen sonra başlayan bir dönüşümü doğrudan deneyimledim. ABD’nin İslam ve Müslüman algısıyla ilgili bilgiler vereceğim sunumum için zemin oluşturacağını düşündüğüm bu deneyimi paylaşmak istiyorum sizinle. Hepimizi sarsan o korkunç saldırıların olduğu gün eşimle beraber çantalarımızı arabamıza yükleyip evden ayrılmaya karar verdik. Sonra bunu ertesi güne erteledik. Sarsılıp dehşete düşmekle kalmamış korkmuştum da doğrusu. Müslüman olduğum da, eşimle ikimizin Orta Doğulu olduğumuz da belliydi ve toplumun geri kalanının bize karşı tepkisi konusunda çok kaygılıydık. Yeni evimize giderken yolda benzin almak için durduğumuzda arabamın içinde hızla öne eğildim. Yeni şehre geldiğimizde kendimizi yeni komşularımıza tanıtmamız gerekti elbette ve çok gergin günlerdi. Çok kafa karıştırıcı zamanlardı. O hafta Amerika’daki Müslüman kuruluşlar çok ciddi uyarılarda bulunuyordu: “Dikkat edin! Gruplar halinde toplanmayın. Etrafınızda ne olduğuna dikkat edin. Nefret suçları işleniyor, dikkatli olun. Dikkatli olun ve camilerden uzak durun!” şeklinde. O Cuma bir karar vermemiz gerekiyordu: Her zaman yaptığımız gibi Cuma günleri camiye gitmeye devam mı edecektik? Yoksa o hafta atlayacak mıydık? Bir yaşında bir çocuğumuz vardı ve yeni bir şehre taşınmıştık. O Cuma olası misilleme saldırılarına karşı ciddi uyarılar yapılıyordu. İsterseniz paranoya deyin ama birçoğumuz çok korktuk. Fakat sonunda o Cuma da camiye gitmeye karar verdik. Korkunun hareketlerimizi etkilemesine izin veremezdik. Bizi dışlamaya çalışanların kazanmasına göz yumamazdık. Bu saldırılar bizim de ülkemize yapılmıştı ve korku içinde yaşamak istemiyorduk. Dolayısıyla çocuğumuzla birlikte Cuma günü arabamıza atladık ve bizi ne beklediğini bilmeden inancımızın gereğini yerine getirmek için camiye gittik. Ve orada ABD’yle gurur duymamı sağlayan bir durumla karşılaştım. O günkü cemaatinin yarısı diğer farklı dinlerden kişilerdi ve camiye gelerek bize desteklerini gösterdi. Kızgın bir keşiş veya şiddet yerine destek ve dayanışma gördük o gün. Orada sadece Müslümanlar değil her inançtan insanların da gösterdiği bir cesaretten söz ediyorum, zira hepsi de 11 Eylül saldırılarından sonraki ilk Cuma olabileceklere ilişkin uyarıları duymuşlardı. Bunları anlatıyorum, çünkü ABD’de veya başka herhangi bir yerde İslamofobiyi tartıştığımızda önemini göreceksiniz. Müslüman bir Amerikalı olarak 11 Eylül’den sonraki o ilk Cuma günü bu yaşadığım gibi başka vatanseverlik örneklerine de tanıklık ettim. O halde buradan hareketle ABD’deki İslam ve 129 130 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM Müslüman algılamasına dair analizlerimi içeren araştırmamın bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. Önemli bilgiler vereceğim ve ardından da bunları araştırmamla destekleyeceğim. Bazı veriler belki size şaşırtıcı gelebilir, bazıları da daha önce duyduğunuz şeylerle çelişebilir. Örneğin, liderlerin mesajları, kamuoyunun Müslümanlara bakışını şekillendirmede kesinlikle çok önemlidir. Hatta daha ileri gidip şunu söylemek istiyorum ki; kamuoyunun Müslüman ve İslam algısı, aslında bu aşırı uç eylemlerden ziyade medyanın olayları nasıl anlattığıyla ilgili, onunla belirleniyor. Dolayısıyla bir miktar çelişki olabilir, bence bir parça da tartışma konusudur. Müslümanlar yanlış mı davranıyor? Acaba İslamofobi’ye neden olan bu mu? Yoksa medyadaki yanlış temsil mi? Araştırmam, bu anlamda buna nedenin, daha ziyade medya olduğuna işaret ediyor. Neden böyle söylediğimi de anlatacağım. Daha umut verici bir noktayı da belirtirsek; bir yandan ABD’de İslamofobi gibi bir olgunun varlığına ilişkin farkındalık da her geçen gün artıyor. Çok uzun süredir insanlar böyle bir olgunun var olduğuna bile inanmıyordu, ama bugün durum değişiyor. Gelecek belki şu andan çok daha iyi olabilir. Çünkü araştırmamda bir yandan şunu da göreceksiniz: Gençler genellikle İslam ile şiddet arasındaki bağlantıyı reddediyor. Şimdi araştırmaya geçelim ve liderler konusuna gelelim. Burada pek çok kişinin son derece beklenmedik bulduğu bir araştırma sonucu göreceksiniz… Öncelikle şu iki kamuoyu yoklamasının tarihlerine dikkatinizi çekmek istiyorum: İlki Mart 2001’de, yani 11 Eylül saldırıları öncesine ait ve buna göre, Amerikalıların yüzde 45’i, Müslüman Amerikalılar hakkında olumlu düşünüyorken yüzde 24’ü olumsuz görüş bildirmiş. Kasım 2001’de yapılan, yani 11 Eylül saldırıları sonrasına denk gelen araştırmada ise, Amerikan kamuoyunda, Müslüman Amerikalılarla ilgili olumlu görüş bildirenlerin oranında bir artış görüyoruz. Beklenenin, varsayımlarımızın tamamen tersi bir tablo. Oysa sürekli olarak, 11 Eylül saldırılarının Amerika’da İslam ve Müslümanlarla ilgili görüşü olumsuz etkilediğini duyuyorduk. Pek de öyle değil, en azından şimdilik. Peki, neden böyle? Bunu nasıl açıklayabiliriz? Evet, pek çok kusuru olan bir lider ama yine de Başkan BUSH, 11 Eylül’den sadece günler sonra İslam ve Müslümanlar açısından çok önemli ve güçlü mesajlar verebildi. Kararlılıkla çıkıp “İslam bir barış dinidir.” dedi. Hatta bu cümlesi yüzünden kendi çevresinden ağır eleştiriler aldı. -Bu fotoğraf, hemen 11 Eylül saldırıları sonrasında Washington’da ziyaret ettiği bir Amerikan İslam merkezinde yaptığı konuşmaya aittir ki Başkan OBAMA henüz böyle bir ziyarette bulunmadı-. Dolayısıyla Başkan’ın başlangıçta verdiği bu teminat sayesindedir ki o korkunç saldırılara rağmen Kasım 2001’de Müslüman Amerikalılar hakkındaki görüşlerde bir miktar olumlu değişme olmuştu, fakat sonra bu hızla tersine döndü. 2002 Ocak ayından 2002 Kasım ayına kadar, yani yalnızca 11 aylık bir zaman zarfında Amerikalıların, İslam ve Müslümanlarla ilgili düşünceleri ciddi oranda kötüleşti. Kasım 2002’ye geldiğimizde, İslam’a karşı olumsuz düşünenlerin sayısında dokuz puanlık bir artış oldu. Artık daha fazla insan, İslam’ın diğer dinlere saygıyı öğretmediğini düşünür ve İslam’ın hoşgörüsüz olduğuna inanır hale geldi. Bugün artık pek çokları gerçekten de tersinin doğru olmasını bekliyor olabilir. Mantıken, Müslümanların kötü davranışlarının, İslamofobiye yol açtığı doğru olsaydı o zaman tersinin olmasını beklerdik. Ocak ayında böyle olmasını bekliyorduk; insanlar henüz çok öfkeli ve şoktaydılar zira. Zaman içinde de, aslında neler olup bittiğine dair daha da bilgilenip sakinleştikçe daha az olumsuz düşünebilirlerdi. Ama tam tersi oldu. Olaylar medyada farklı bir şekilde işlenmişti. 2002 Kasım ayına ait olumsuz İslam algısını ortaya koyan rakamlara bakılırsa, ABD’deki beyaz Evanjelikler arasında daha yüksek olduğu görülecektir. Peki, bu iki tarih arasında ne olmuştu? Önde gelen Evanjelik liderleri tarafından bir dizi açıklama yapıldı: Billy GRAHAM, “İslam şeytanî şedit bir dindir” derken; Güney Vaftiz Kilisesi Başkanı da İslam Peygamberi için “Şeytan tarafından ele geçirilmiş bir sübyancı”; Pat ROBERTSON “Gözü dönmüş bir bağnaz”; Jerry FALWELL ise “terörist” tabirini kullanmıştı. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Fakat en önemlisi, Franklin GRAHAM’in –kendisi, Başkan BUSH’un birinci dönem açılış duasını yapan kişidir- “Hristiyanlığın aksine, İslam’ın temel öğretileri arasında başka inançlardan olanlara derin bir hoşgörüsüzlük vardır.” şeklindeki ifadesidir. Yukarıdaki beyanları bu denli önemli kılan ise, Başkan’dan herhangi bir tepki gelmemiş olmasıdır. Şimdi pek çok kişi, “Evet, bu tartışmaya girmek ona düşmez” diyebilir, ama ta başında çıkıp gayet güçlü bir dille insanların 11 Eylül olaylarını nasıl algılaması gerektiğine dair bir telkinde bulunmuştu ve dolayısıyla ondan en azından kendi destekçilerinin söylediklerine bir cevap vermesini beklerdik. Ama sessiz kalışı, pek çoklarınca doğrudan bu tür ifadelere izin verdi, diye anlaşıldı ve insanlar, yukarıda örneğini verdiğim beyanları kabul eder oldu. Sonuç olarak, kamuoyu, gerçekte yaşananların zamanlamasından ziyade bu açıklamaları ve medyanın tavrını çok yakından izliyordu. Şimdi size bir başka örnek vereceğim. Medya da önemlidir. ABD kamuoyunun İslam algısına daha uzun süre ayıracağız. Burada özellikle şu soru soruluyor: İnsanlar, İslam’ın diğer dinlere kıyasla şiddeti daha fazla teşvik ettiğine inanıyorlar mı inanmıyorlar mı? 2002 Mart ayında, yüzde 25’lik bir kısım, “Evet, gerçekten de İslam, inananları arasında şiddeti diğer dinlere kıyasla daha çok teşvik etmektedir.” demişti. Bu oran zamanla yüzde 44’e fırladı; Mac’ten PC’ye geçtik âdeta O ay, sanırım 2003’ün Haziran’ıydı, bu yükseliş oldu. Bu noktada önemli bir şey vardı ki o da, yeni bir terör saldırısı yaşanmamış olmasıdır. Bir yıllık zaman zarfında Irak’ın işgali dışından tek bir şiddet olayına tanık olunmadı. İşgal öncesindeyse Irak’ın işgali için destek toplamak adına bir medya kampanyası yürütülerek ortada herhangi bir şiddet vakası yokken İslam veya Müslüman karşıtlığı ya da İslam ile şiddet arasında bağlantı kuran bir anlayış doğdu. Dolayısıyla, bu özel medya kampanyası karşısında İslamofobi, Müslümanların kötü davranışlarının ürünüdür, iddiasını savunmak mümkün değildir. Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da şu ki; rakamlar Irak’ın işgalinden sonra çok fazla değişmemiş. 2011’de barışçıl bir devrim diye lanse edilse de Arap baharı hiçbir değişiklik yaratmadı. Şaşırtıcıdır ki Boston’daki bombalama olayının da bu anlamda bir etkisi olmadı. Bu kısmen doğrudur ama genel kamuoyunu yansıtması açısından. Bu rakamları daha da düşürdüğünüzde gerçekten çok ilginç bir tablo elde edersiniz ve böylece bu rakamların ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilirsiniz. Başkan OBAMA özellikle kimi eleştirmenlerce, İslam söz konusu oldu mu fazla yumuşak ve pozitif tavır almakla ya suçlandı ya da takdir edildi. Ünlü Kahire konuşmasında, “ABD Başkanı olarak, İslam’a dair negatif klişelerle savaşmayı, sorumluluğumun bir parçası olarak görüyorum.” dedi. Bu, bir ABD Başkanı tarafından kullanılan çok güçlü bir ifadeydi. Pek çok kişi, aslında politikalarının çok da Müslüman yanlısı bir tutum yansıtmadığını söyleyecektir. Ancak, kullandığı dilin, kendisinden önceki başkanlarla kıyaslandığında, çok daha kucaklayıcı olduğu konusunda anlaşabiliriz, sanırım. Peki, bunun bir etkisi olmuş mu diye bakalım. Yukarıda bahsettiğim araştırma gösteriyor ki, eğilimlerde 2003’ten beri çok fazla değişiklik olmamış. Peki, Obama’nın seçilmesi ve Amerika’daki Müslümanlara yönelik daha kucaklayıcı bir dil kullanması gerçekten de bir sonuç vermiş midir? İddia ediyorum ki “evet”, zira liderler hâlâ önemlidir. Şimdi size, siyasî aidiyetle bağlantılı rakamlar vermek istiyorum. Zira çok önemsiyorum. Demokratlar mavi, Cumhuriyetçiler kırmızıyla gösteriliyor. İlk olarak dikkat ediniz: 2002-2003 arasında, İslam’ın şiddetle bağlantılı olduğu veya diğer dinlere kıyasla şiddeti daha fazla teşvik ettiği yönündeki görüşte büyük bir artış görülmektedir. Yine, Irak Savaşı’na giden süreçte de aynı hızlı tırmanış söz konusu. Ancak sonrasında Cumhuriyetçilerde kayda değer ani yük- 131 132 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM selişler dikkati çekiyor. İlginç bir şekilde yükseliyorlar. İlki, 2008 Başkanlık seçimleri civarında; ikinci yükselişse ikinci Başkanlık seçimine yakın bir zamanda başladı. Ani yükselişler, özellikle Cumhuriyetçi Parti yanlısı kesimde, Irak Savaşı’na gidilen süreçte meydana gelmiş, sonra da iki seçim sürecinde de tekrar ediyor. Oysa 2007-2008 ve 2011-2012 arasında yeni bir terör saldırısı yok, ama öncelikle Cumhuriyetçilerin kullandığı Müslüman karşıtı söylem, ardından da başkanlık seçimlerinde yine Cumhuriyetçilerin, Demokratların adayı Barack Hussein OBAMA’ya karşı kullandığı söylem etkili. Demokratlar arasında çok ilginç ve biraz daha umut verici olan bir husus var: Başkan Obama’nın seçilmesi ile birlikte İslam’ın diğer dinlere kıyasla şiddeti daha fazla teşvik ettiği yönündeki algıda bir düşüş gözleniyor. Dolayısıyla belki de Başkan’ın çok daha kucaklayıcı olan söylemi kendisini destekleyenler üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Diğer yandan kendisine karşı olanlar arasında tersi bir etki yaratmış olabilir. Sonuç olarak, liderler ve medya kesinlikle çok önemli. En azından bu verilerin işaret ettiği üzere, kamuoyu, gerçekte yaşananlardan veya aşırı uç Müslümanların kötü davranışlarından çok liderlerden etkileniyor. Son araştırma, 2013 Mayıs ayına ait ve gerçekten de çok ilginç. Bu araştırmada ilk defa, Müslüman Amerikalıların Afro-Amerikalılar, Hispanik Amerikalılar, gayler, lezbiyenler, zenciler ve kadınlardan daha fazla ayrımcılığa uğradığı ortaya konulmuş. Beş on yıl öncesine kadar böyle bir araştırma sonucuna rastlayamazdık. Bu yepyeni bir durum; hatta Amerika’da başka pek çok meseleye odaklanılan şu günlerde Müslüman Amerikalıların sonunda, bir “yurttaş hakları meselesi” olarak görüldüğü tarihi bir an. Bunu önemsiyorum, çünkü Amerikalılar bir kez bir problem olduğunu kabul etmeye görsünler, özellikle de benimsedikleri eşitlik ilkesine aykırı bir durum olduğunu hissettikleri veya buna inandıkları zaman o problem insanların üzerinde çalışmak istedikleri bir alana dönüşüverir. Bu problemin en fazla farkında olanlar kimlermiş, diye bakınca ABD için umutlanmamak elde değil. Ve evet, onlar gençler. Hele de Demokrat Parti yanlısı iseler bu konudaki farkındalıkları muhtemelen daha fazla. Burada ilginç bir dikotomi-ikilik söz konusu, şöyle ki; bir yanda bunda başka bir şeyler olması beklentisi bir var bir yanda da şu önümüzdeki göstergelerin bize anlattıkları var. Buradaki koyu mavi çizgi, İslam’ı şiddet ile bağlantılandıranları temsil ediyor; açık mavi çizgiyse, Müslüman Amerikalıların çok fazla ayrımcılığa tabi tutulduğuna inananları temsil ediyor. Bu durumda, İslam’ın şiddetle bağlantılı olduğuna ne kadar çok inanıyorsanız -ki kimileri, bunun da kendi içinde bir ayrımcılık olduğunu iddia edebilir- Müslümanların herhangi bir ayrımcılığa tabi olduğuna da o denli az inanıyorsunuz, demektir. Cumhuriyetçiler arasında yüzde 69 ile çoğunluk, büyük çoğunluk, İslam’ın şiddeti diğer dinlere kıyasla çok daha fazla teşvik ettiğine inanırken yüzde 29’luk kesim de, Müslümanların ayrımcılığa uğradığına inanıyor. Demokratlarda ise durum tam tersi. Gençlere baktığımızda yüzde 52’lik kısım, Müslümanların bir ayrımcılığa maruz kaldığı ve sadece üçte birlik bir kesim, İslam’ın, şiddeti diğer dinlere kıyasla daha fazla teşvik ettiği görüşünde. Bu, 65 yaş üstü grubun çizdiği tablonun neredeyse tamamen tersi. Bu demektir ki, gelecekte bir iyileşme umudumuz var en azından. ABD’nin ulusal mitolojisinde tüm mensuplarını kucaklayacak şekilde sürekli ilerleme, ileri atılma ve gelişme anlayışı vardır. Dolayısıyla bu araştırma, gerçekten de bu yönde umut olduğunu düşündürüyor. Sonuç olarak, tekrar etmek gerekirse, son on yıldır gördüklerimize dayanarak şunu söyleyebiliriz: Medya ve liderler, kamuoyunun, Müslüman ve İslam algısını şekillendirmede gerçek olaylardan çok daha kritik önemdeler. ABD’de İslamofobi konusundaki farkındalık artıyor ve özellikle de Demokrat Parti yanlısı insanlar ve gençler arasında çok belirgin. Teşekkür ederim. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Shahid MALIK Şu ana kadar gerçekten de üç mükemmel sunum dinledik. Bizlere tahammül ettiğiniz için hepinize teşekkür ediyoruz. Zannediyorum birçok kişi medyadan takip etmiştir; umarım orada ilginç olan noktayı fark etmişsinizdir: Mısır’da beni hayal kırıklığına uğratan şeylerden biri, özellikle İngiltere medyasında Mısır devlet başkanının ne zaman adı geçse -ki bu, ABD medyası için daha fazla geçerlidir- Mısır’ın İslamcı Başkanı diye söz ediliyordu. Aklım almıyor, ne lanet olası bir gündemdir bu? Çünkü Bush iktidara geldiğinde kimse ondan “ABD’nin Evanjelik Başkanı” diye söz etmedi veya Netanyahu için, “İsrail’in Siyonist Başbakanı” diyen olmadı. Oysa o bir Siyonist’tir. Peki, Mursi hakkında neden bu şekilde konuşuluyor? Bu da yine İslamofobiyle mücadelenin bir parçası ve korkarım ki normalleştirilmiş durumda. Artık bir istisna değil. Ama kimsenin de bundan bir şikâyeti yok. Bu olağan. Bu ifadeler bu şekilde kullanılmamalı… Aksi halde adil olunamaz. Dünyanın pek çok yerinde oldukça iyi medyalar olduğunu da görüyoruz. Bir sonraki konuşmacımız, Avrupa Parlamentosu üyesi de olan Sajjad KARIM. Kendisi tanınmış ve saygın bir ırkçılık karşıtıdır. Avrupa Parlamentosunda ve başka platformlarda ileri atılmaktan asla çekinmez. Daha da önemlisi; o bir Lancaster’lıdır, benim gibi. Biliyorsunuzdur, yine de bilmeyenler için söyleyeyim, biz 1500 yılı civarında Güller Savaşı’nı kazandık ve krallar hep bizim topraklarımızdan çıkardı. Sajjad, ifade özgürlüğü ve hakaret bağlamında hakların dengelenmesi konusundan bahsedecek. Sajjad’ı muhtemelen on üç- on dört yaşlarımdan beri tanıyorum. Önemli bir insan olduğunu söylemeliyim. Büyük bir insan, iyi bir dost, ama yanlış bir siyasî partide o kadar. Sajjad söz sende. “HAKLARI DENGELEMEK: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VEYA TAHRİK” Sajjad KARIM Ben, canım ne isterse söyleme hakkımı mahfuz tutuyorum. Bugün salona girdiğimde beni karşılayan arkadaşım Shahid oldu ve “Sajjad hazır mısın?” dediğinde ben de “Evet, 45 dakikalık sunum hazırladım.” diye cevap verdim. “45 mi? Yok olmaz, Sajjad. Biz 4-5 dakikalık demiştik.” dedi. Ben de “Tamam, Brüksel’e dönmek istiyorum, oranın havasını çok ama çok özledim” dedim. Neyse, 15 dakika üzerinde anlaştık. Bakalım nasıl gidecek? Bence bu konferansa çok ihtiyaç vardı ve zamanlaması da gayet iyi. Hem Türk Hükûmetini, hem de organizatörleri bu girişimde bulundukları için kutluyorum. Türkiye’nin, ne kadar değerli ve kendisiyle ne kadar barışık olduğuna bir kez daha tanıklık ediyorum. Bugün Avrupa’daki her ülkede bu konular tartışılıyor ama hep böyle değil. Çok net hatırlıyorum da 2005 yılında 34 yaşında Avrupa Parlamentosu’na yeni seçilmiş bir parlamenterken, Avrupa’daki camilerin gizlice denetlenmesi yönündeki önerinin, Avrupa’da yaşayan Müslümanları ikinci sınıf vatandaşlar yerine koymak anlamına geleceğini söyleme cüretinde bulunarak kendi ülkemin İçişleri Bakanının hışmına uğramıştım. Hatta o dönem İngiltere’nin Avrupa Bakanı, bazı AB üyesi ülkelerde olağandışı uygulamaların kolaylaştırılma olasılığından söz ettiğimde kulak asmamıştı, ama sonra kendi özel soruşturmalarımız sonucunda savlarımın doğruluğunu teyit eder nitelikte bulgular elde ettik. Daha dün öğrendim ki, üst düzey bir CIA ajanının bu tür faaliyetleri sebebiyle hüküm giydiği halde İtalyanlar tarafından affedilmiş. Dolayısıy- 133 134 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM la birkaç ay önce Avrupa Parlamentosunda Komisyon Üyesi Reding (Vivien, çn.) söz alıp İslamofobinin var olduğunu ve ilgilenilmesi gerektiğini söyledi. Çok memnuniyet verici bir konuşmaydı, ama biraz geç kalındı. Bugün olup bitenlere baktığımda çok büyük endişe duyuyorum. Sadece Müslüman bir birey olarak değil bir Avrupalı olarak da aşırı kaygılıyım. Bu noktada belirtmeye gerek var mı bilmiyorum ama bu mesele özel bir dikkati gerektiriyor; sadece çeşitliliğe saygı ve karşılıklı anlayışı teşvik etmekle kalınmayıp Müslümanlara karşı olan da dâhil her tür ayrımcılıkla ve hoşgörüsüzlükle mücadele hususunda bu özel dikkati göstermek gerek. İslamofobinin yükselişi ile yabancılaştırma ve radikalleştirme sürecine ilişkin endişeler, AB’de, toplumsal kaynaşma ve bütünleşme politikalarını yeniden gözden geçirme ihtiyacına ilişin çok ciddî tartışmaları ateşlemiş durumda. 11 Eylül terör saldırılarından sonra Hollanda’da Theo Van GOGH’un öldürülmesinden Madrid ve İngiltere’deki bombalamalara ve Hz. Muhammed karikatürleri ile kısa film üzerinden kopan tartışmaya kadar yaşanan bir dizi olayla da, toplumlarımızı hasta eden öfke ve kinizmin düzeyi konusunda tehlike çanları çalmaya başladı. Müslüman toplulukların durumuna özel önem verilmektedir. Buradaki asıl soru şu olmalıdır: “Klişeci genellemeleri nasıl önleriz?”, “Korkuyu nasıl dindiririz?”, “Irk, etnik köken, din veya inançlar üzerinden dışlama ve ayrımcılıkla mücadele ederken Avrupa toplumlarında çeşitlilik içinde uyumu nasıl pekiştirebiliriz?”. Dahası, dinî meseleler, nefret savunuculuğu sorumlulukla ve yeterli mukabelede bulunma kapasitemizi zora sokuyor. Bu nedenledir ki özgürlüklerimize karşı sorumluluğumuz meselesini tartışmaya açmak istiyorum. Tabii burada, ifade ve konuşma özgürlüğünün sınırları konusunda çok farklı fikirler ortaya atılacaktır. Oldukça tartışmalı ama yaygın bir söz vardır, hepimiz duymuşuzdur: Bir özgürlüğün başladığı yerde diğeri son bulur. Peki, neden ben özgürlüğümü başkasının özgürlüğü için sınırlayayım ki? O halde, en iyisi, “saygı”yı konuşmak. Herkesin özgürlüğü karşılıklı saygı içinde emin olun yolunu bulabilir. Demek ki, burada asıl konuşmamız gereken, hakların dengelenmesidir. Belki, son birkaç yıldır ortaya atılan kötü argümanlardan bazılarını nasıl ayıklayabileceğimize, ifade özgürlüğü ile kışkırtıcılık arasındaki dengenin nasıl kurulacağına dair öneriler sunabiliriz. Bunu yapmayı arzu ederim, çünkü sizin de bildiğiniz gibi ifade özgürlüğünün bir temel hak olarak önemini teyit etme arzumuz ile aynı düzeyde bu özgürlüğün yine de hakaret etme veya şiddet uygulamaya izin vermediği yönündeki beyanlar arasında kalmış durumdayız. Medya ve hükûmetlerin rolü üzerine konuşurken basına istediğimiz kadar açıklama yapabiliriz ve İslamofobiyi tekrar tekrar ele almanın önemi ile gereğini tartışabiliriz. Ancak, doğrudan nefret kışkırtıcılığıyla ve de özellikle İslamofobik konuşmaların önünü almadıkça bunun da bir faydası olmayacaktır. Siyasî liderler ile topluluk liderlerinin -kurumlarla birlikte- tüm topluluklara saygıyı telkin eden açık bir mesaj vermek ve ikna edici yanıtlar sunmak gibi özel bir sorumlulukları vardır. Söz gelimi, AB üyesi devletleri, ayrımcılık karşıtı direktifleri uygulama ve bu yönde ellerinden geleni yaparak ayrımcılıkla ilgili ve eşitliği teşvik edici tedbirler almakla yükümlüdürler. Size, bu durumu çok güzel yansıtan bir örnek vermek istiyorum. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19’uncu maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10’uncu Maddesine göre, ifade özgürlüğü bir insan hakkıdır. Genellikle de siyasî liderler için özel bir önem taşıdığı kabul edilir. Ancak, bir Fransız politikacının İslamofobik sözleri de ifade özgürlüğü kapsamında mıdır? Cevap “Hayır”. Yakın tarihte Avrupa Parlamentosu, Müslümanlar ile Nazi işgali kıyaslaması yapan Marine Le PEN’in dokunulmazlığını kaldırarak aşırı sağcı liderin kimilerince “Müslüman karşıtı ifadeler” olarak gördüğü sözler dolayısıyla sorgulanmasının İKİNCİ GÜN V. OTURUM / önünü açmış oldu. Bu nefret konuşması mıydı? Nefret kışkırtıcılığı mıydı? Belli bir grup insana dinlerinden ötürü ayrımcılık mıydı? Hukuken sokaklarda ibadet eden Müslümanların görüntüsünü, II. Dünya Savaşı sırasındaki Nazi işgaline benzetmesine izin var mıdır? Bugün bir Fransız yargıcın kovuşturması gereken sorulardır bunlar. Son dönemde Viyana’da da benzer yorumlar yapanlar oldu. Avrupalıların nefret söylemine karşı hassasiyeti, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne kaynaklık eden bağlamla ilintilidir. II. Dünya Savaşı sonrasında yazılan Sözleşme, İttifak Güçleri’nin savaş sırasında işlenen en ağır insan hakları ihlallerinin, en başta da Holokostun, önlenmesini sağlama iradesini ifade eder. İnsan Hakları Sözleşmesi’ni hazırlayanlar, ifade özgürlüğünün, diğer hakları veya demokrasiyi ortadan kaldırmak için bir daha asla kullanılmamasını güvenceye almak istiyorlardı. Avrupa’nın her yerinde yargıçlar o tarihten beri, belli bir grup insanı hedef aldığı düşünülebilecek sözlere karşı özel bir hassasiyet taşırlar. Ancak, burada problem şu ki, nefret söylemi çok muğlâk bir ifadedir ve kesin bir tanımı olmadığı gibi nasıl yorumlanacağı veya sınırının ne olacağı konusunda belirlenmiş net kurallar yoktur. Buradan hareketle, ifade özgürlüğü ile nefret söylemi arasındaki ince çizgi giderek daha fazla üzerinde konuşulan bir husus haline gelmiştir. Bu özgürlük ile nefret kışkırtıcılığının önlenmesi arasında bir denge kurmak zordur. Gündemdeki bir örnekten yararlanacak olursak; Hz. Muhammed’in karikatürleri bir Fransız dergisinde basıldı. Bu karikatürler hakaret içeriyordu ve hassas bir dönemde olayları daha da alevlendirmek amacı taşıyordu. Bunları yayımlama kararı alan editörün tek amacı vardı: Tartışma yaratarak daha çok satmak! Ancak, Fransa’nın uzun vadeli çıkarlarını da uluslararası konumunu da zedeleyecek bir işti bu yaptığı. Uluslararası camianın, burada Müslümanların hassasiyetini anladığına dair açık bir mesaj vermesi çok yüreklendiriciydi. Müslümanlar bu yayından ötürü öfkelenmekte haklıydılar. Ardından “Müslümanların Masumiyeti” adlı kısa filmin kabul edilemez, saldırgan ve İslamofobik mesajı da, İslam dünyasından bazı ülkelerde bir kez daha şiddetli ve huzursuzluk yaratıcı tepkilere yol açtı. Yine de şunu akılda tutmalıyız ki; AB ve ABD’de medya veya internet hükûmetlerin kontrolünde değil ve bu durum birçok Müslüman toplumunun hoşuna gitmiyor. Müslümanların unutmaması gereken, uluslararası kamuoyunda çoğunluk bu filmin mesajının verdiği zararın farkında ve o mesajı reddediyor. Diyelim ki bu filme tepki olarak hiçbir ayaklanma olmadı, tek bir araba yakılmadı, tek bir elçilik basılmadı, tek bir insan fiziksel olarak zarar görmedi. Yine de bu rezil filmin yapımcıları yanlış bir şey yapmış olmayacaklar mıydı? Eğer öyleyse, kime göre ve neden? Bu sorular şimdi tartışmamızın merkezinde yer alıyor. Başkan OBAMA da, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bu konuya değinirken, doğrudan İslam ülkelerinin bazılarında bu çirkin ve iğrenç videoya karşı meydana gelen şiddetli tepkileri konu etti. Öte yandan, sanatsal ifade özgürlüğü de, -belli bir topluluk içinde veya dışında-, saldırgan olduğu ve hakaret içerdiği gerekçesiyle bu toplulukların mensupları veya koruyucularınca hedef alınabiliyor. En kötü ihtimalle, sanatsal ifade özgürlüğüne karşı hoşgörüsüzlük bir sanatçının ölümüne yol açabiliyor tıpkı Hollandalı Theo Van GOGH’un öldürülmesinde olduğu gibi. Bütün bunlardan şöyle bir soru çıkıyor ortaya: İnsanlar çeşitlilik içeren, çok-kültürlü bir toplumda din veya kültür adına hakaret ve aşağılamadan korunmak için gerektiğinde ifade özgürlüğü kısıtlanmalı mıdır? Bugün karşı karşıya kaldığımız zorluklar karşısında birçok hükûmet, mevcut yasaları güçlendirdi ve yeni cezaî tedbirler getirdi. Uygulamada, nefret kışkırtıcılığını önlemek adına, ancak 135 136 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM söz konusu ifade ile zarar riski arasında yakın bir bağlantı varsa ve bu risk de çok yakınsa ifade özgürlüğü kısıtlanabiliyor. Uluslararası hukuk bile ifade özgürlüğünün korunması ile din veya başka temellerde nefret savunuculuğunu önleme gereği arasında dikkatli bir denge kurulmasını öngörüyor. Bu, ülkelerin nefret grupları ve nefret söylemiyle çok farklı biçimlerde mücadele ettiği AB’de olduğundan daha net olan başka bir yer yoktur. Örneğin, Fransa ve Almanya’da, söz gelimi Yahudi Soykırımının inkârı veya dinî nefret kışkırtıcılığı gibi durumlarda nefret söylemine, kendi ülkemden, yani İngiltere’den çok daha yasaklayıcı bir yaklaşım söz konusudur. Amerikan yaklaşımıysa, nefret söylemini güvenceye alır ve şiddeti körükleyen, şiddete yol açacak söylemlere de izin verir. Bu çok sıkı bir standarttır aslında. Genel olarak en azından, en kötücül ırkçı söylem, şiddeti savunan, ırkçı hakaret ve küfürlerle dolu bir söylem bile şiddetin hemen peşinden gelebileceği kanıtlanamadıkça güvence altındadır. Bu çeşitli yaklaşımlardan hangisinin daha etkili olduğunu değerlendirmek zordur. Ancak, Kasım 2005’te Fransa’da yaşananlar, nefret söylemine karşı mevzuatın, gençlerin banliyölerde ayaklanmasını önlemede pek de işe yaramadığını gösterdi ve Fransız sisteminin eşitliği sağlamadaki başarısızlığını ortaya çıkardı. Benzer biçimde, ABD’deki durum gibi, bir nefret söylemi mevzuatı yok diye, o ülkede ayrımcılık veya ırkçılık ortadan kalkmıştır ya da ifade özgürlüğü tamamen güvenceye alınmıştır, denilemez. Öte yandan, nefret söylemi yeni bir olgu da değil. Yeni iletişim teknolojileri ve sosyal medyayla nefret söylemi, eskisinden kat kat daha kolay ve hızlı yayılabiliyor artık. İfade özgürlüğü kesin ve mutlak bir hak değildir, belli sorumlulukları gerektirir ve sorumluluk bilinciyle kullanılmalıdır. Hepimiz sıklıkla soyut ifadelerle, bu konuşma yanlış veya davranışlar bağlamında kimseyle şöyle veya böyle diye alay edilmemeli, şeklinde bir söylemin zararları üzerine konuşuruz. Ancak, burada atlanan nokta, pek çoğumuzun taşıdığı ilişkisel sorumluluk bilincidir. Nefret söyleminin mağdurları, çoğunlukla daha savunmasız, daima duyguları ve hakları dikkate alınması gereken gerçek insanlardır. Bu sorumluluklar, azınlıkları nefretin sürekli hedefine dönüştüren şu ekonomik krizler döneminde popülist akımlar için giderek daha fazla anlamlı hale gelmiş durumda. Aynı zamanda insanlar genellikle sınırlı moderasyon ve editoryal denetimin söz konusu olduğu eşi görülmedik kitle iletişim teknolojilerine erişim şansına sahipler. Hanımlar, Beyler, İslamofobi konusunda hukuki mukabele büyük önem taşıyor ve Avrupa Parlamentosu Avrupalı Muhafazakârlar Grubunun hukukî işler sözcüsü olarak söylemek isterim ki yasal mevzuat, nefret söylemine mukabele etmek için gerekli olan araçlardan yalnızca biri. Sonuç olarak başladığım noktaya dönmüş bulunuyorum. Söylemek istediğim her şeyi de söyledim. Gerçekten. Teşekkür ederim. Shahid MALIK Teşekkür ederiz Sajjad. Bir açıklık getirmek istiyorum: Eski Başkan MURSİ veya önceki Başkan MÜBAREK hakkında kimi yorumlar yaptım, ama belirteyim, ben Müslüman Kardeşler mensubu falan değilim. Demokrasiye inanan insanlardan biriyim. Dinlediğim her Amerikan Başkanı özgürlükten ve demokrasiden bahseder. BUSH da günde en az iki kez bu kelimeleri telaffuz etmiştir, keza OBAMA da aynısını yapıyor. Ancak biliyorsunuz ki, insanlar bir süre sonra sizin demokrasi ve özgürlük taahhütlerinizi sorgulamaya başlıyorlar. Çünkü Iraklılar seçime gittiği zaman tamam da Filistinliler kendi seçimlerini yapmaya kalkıştığında özgürlük ve demokrasi sizin istediğiniz demokrasi olmuyor. Mısırlılar kendi demokrasilerini işlettiklerinde sonuçtan hoşlanmıyorsunuz, zira istediğiniz demokrasi o değil. Demokrasiye ya inanıyorsunuzdur ya da inanmıyorsunuzdur. Yoksa bu demokrasi değildir. İki yüzlülüktür. Bence, Batı’da İKİNCİ GÜN V. OTURUM / bizi sıkıntıya sokan da budur. Biz değerlerle mi hareket ediyoruz yoksa çıkarlarla mı? Çıkar odaklılık kısa vadelidir ve kesinlikle ölüme mahkûmdur. Hedeflerimize değer odaklı hareket ederek varmalı ve değerlerimizle çıkarlarımızı birleştirmeliyiz. Son konuşmacımız İngiltere’den Tahir ABBAS. Kendisi solumda, en uçta oturuyor ama siyasî olarak da solda mı, bilmiyorum. İngiltere’de yıllardır yaptığı çalışmalardan da anlayabileceğimiz üzere çok saygın bir araştırmacı ve akademisyendir. İngiltere’nin en iyi ihracatı da diyebiliriz kendisi için. Bugün İstanbul’da, Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim görevlisidir. Daha fazla konuşmayayım. Tahir ABBAS söz sizin. İNGİLTERE’DE İSLAMOFOBİ İLE MÜCADELE: HÜKÛMETLER NE YAPMAMALI? Prof. Dr. Tahir ABBAS Başkan, Değerli Meslektaşlarım ve Konuklar. Bugün burada olma fırsatı verdiğiniz için de, bu çok önemli ve faydalı konferansın son gününde gösterdiğiniz sabır için de teşekkürler. Son oturumda son konuşmacı olacağım söylendiğinde başta bu panelde, dinleyiciler, arkadaşlar ve meslektaşlarım arasında da mevcut bilgi ve uzmanlığın ölçüsünü düşününce, zor olacaktı ama farklı ve yeni bir şey söylemenin bir yolunu aramaya koyuldum. Konuşmamın sonunda, belki de pek basit kaçacaktı ama, hükûmetlerin neler yapmaları gerektiğiyle ilgili fikri tersine çevirerek neler yapmamaları gerektiğine odaklanmak istedim. Fakat konuya girmeden önce, İslamofobiyle, yani yine aynı meseleyle ilgili bir şeyler anlatmak istiyorum: Ne anlama gelir? Fiiliyatta nasıl işler? Bu olguyu ne şekilde ele almak isteriz? İslamofobinin, hükûmet, medya, akademi ve sivil toplum gibi toplumun bir sürü aktörünün ilgisini çektiği artık çok aşikâr. Bununla birlikte, üzerine yazılan ciddi makaleler ve yürütülen tartışmalarla konuya bir hayli önem verildiği görülse de hükûmetlerin meseleye müdahil olma biçimleriyle ilgili önemli sıkıntılar söz konusu. Birçok bakımdan, kavramın uygulamada ne anlama geldiği, toplumlarda, hep değil ama genellikle Batı toplumlarında Müslüman gruplara yansımaları ve neyin sebep olduğu ile ilgili genellikle büyük ölçüde bir mutabakat var. Bugün, kökleri sömürgecilik ve oryantalizme uzanan ırkçılık, ayrımcılık ve önyargıyla ilgili meseleler var. Yanlış anlamayla birlikte yanlış tanıma bugün Batı’da çeşitli Müslüman gruplarını çok fazla rahatsız ediyor. Müslümanları yanlış anlamanın arkasındaki önemli etkenlerden biri medyadır. Sansasyonel manşetler bulmanın peşinde, Müslüman gruplarla ilgili, sürekli olarak mevcut önyargılardan beslenen ve bu süreçte söz konusu önyargıları daha da artırmak suretiyle yanlış bilgilendirme ve yanlış anlama döngüsünün tamamlandığı ayrıntılı tartışmalarla okuyucunun dikkatini çekmek adına yoğun bir rekabet söz konusudur. Medyanın pek çok kez Müslüman gruplarla ilgili kabul edilebilir gazeteciliğin sınırlarını zorladığı görülmektedir. Özellikle, yazılı basındaki Müslüman kavramına ilişkin ciddi endişeler var: kabul edilebilir mi değil mi, güvenilir mi güvenilmez mi, meşru mu veya gayrimeşru mu, kapsayıcı mı dışlayıcı mı, gerici mi ilerici mi? Medyayı daha dengeli bir görünüm almaya teşvik edecek her türlü çabaya karşın yine de hemen her gün olumsuz manşetler çıkıyor. Basında gerçek bir denge-fren sisteminin bulunmadığı veya bir basın şikâyet kuruluşunun olmadığı görülüyor. Müslüman yazarlar, önde gelen gazetelerde İslamî meselelerle ilgili yazdığında, internet trolleri, meselenin kendini değil, doğrudan yazarı 137 138 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM hedef alan ırkçı ve İslamofobik yorumlar yapmak için hiç vakit kaybetmiyor. Gazetelerse, bu tartışmalarda kullanılan kışkırtıcı dili yumuşatmak için neredeyse hiçbir şey yapmıyor. İngiltere’de izne çıkan bir İngiliz askerin Mayıs 2013’te Woolwich’te öldürülmesinden sonra gazeteler ve televizyonlar her zamanki gibi sansasyonel ve indirgemeci habercilikte ön saflarda yerlerini aldılar. Ama David CAMERON, Başbakanlık binasının önünde bir basın açıklaması yaparak bu acımasız cinayeti kınadı ama ülke genelinde en az yarım düzine caminin, kundaklanmasına, tehditkâr davranışlara ve nefret mesajlarına hedef olması konusunda tek bir söz edilmedi. Britanya’daki çoğu Müslümanın çifte standarttan bahsetmesi şaşırtıcı olmaz. Üstelik Müslümanlar arasında İslamofobinin konuşulması gerçekten de Müslüman olmayan çoğunluğa mensup çeşitli grupların algıladığı ve düşündüğü gibi bir İslamofobi yaratacaktır. Bu, ırk meselesine benzer; beyazların ırk konusunda konuşmamaları gibi bir durum. Peki, problemleri hafifletmeye dönük bir adım atıldığında ne oluyor? Bugün İngiliz siyasetinin muhtemelen en kıdemli Müslüman siyasî figürü Barones WARSI, -dostumuz Shadid MALIK de bir zamanlar Müslüman geçmişe sahip en kıdemli siyasî aktördü- İslamofobinin nasıl orta sınıf akşam yemeklerine konu olup Müslümanlara yönelik önyargıyı normalleştirdiğine dair bir konuşma yaptı. Ne var ki hem kendi partisinin hem de medyada bir kesimin sistematik saldırılarına maruz kaldı. Sonunda Barones’in şevki kırıldı ve Kabinede dışlandı. 7 Temmuz saldırılarından sonra ortaya çıktı ki ülke içinde üretilen terörizm sorunlarına çözüm bulmak için hükûmet bir şeyler yapmak zorundaydı. Bu durum, rahatlama ve güven yaratmak için toplulukları güçlendirme ihtiyacı da çeşitli hususlarda birtakım politikalar doğurdu, ama hepsi de terörizm odaklıydı. Böylelikle terörizmin yalnızca Müslümanlarla ilgili bir mesele olduğu fikriyle Müslümanlara yönelik genelleştirmeci ve marjinalleştirici bir ortam oluştu. Toplumda hemen herkes, sadece İslamî kimliğini bu yolla savunan bireylerce uygulanan değil farklı formlarda terörist eylemlerden etkilenmektedir. Yayılmaya çalışılan görüş, terörizmin sadece Müslüman sorunu olduğudur. Hükûmetlerin, İslamofobi çalışmalarında, belli bir düzeyde etkilenmemeyi bilip bir yandan da siyasî döngünün bir işlevi olan kısa vadeli çözümler üreterek kendi eylemleriyle bu problemi olduğundan büyük göstermeyecek şekilde daha duyarlı olmasını sağlayacak yöntemleri şekillendiren belirli meseleler var. Bu eğilim sadece İngiltere’de değil, Batı Almanya’nın bazı bölgelerinde, Fransa ve Almanya’yı da kapsayan Batı Avrupa’da da görülüyor. Son on yılda birçok Batı Avrupa hükûmetinin önemli ölçüde sağa kaydığı doğrudur. Bu sağcı siyasî çizgi, ana akım siyasetçilerin yanı sıra toplumun geniş kesimlerinde de çok fazla itibar kazandı. Bu, Müslüman grupların sorunlarını ağırlaştıran bir durum. Medya hakkında çok konuştuk. Sıklıkla İngiltere’nin habercilikte hem en iyi ve en kötü olduğu söylenir. Bir kere hükûmetlerin enformasyon, uzmanlık veya malumat sahibi olmamaları gibi bir durum yok ortada. Gayriresmî olarak dün ve bugün Whitehall’un merkezinde çalışan siyasî danışmanlar ve kamu görevlileriyle bağlantı içinde büyük çabalarla hükûmetin tepesine erişilmiş durumda. Bununla birlikte, hükûmetleri, İslamofobiyi şiddetlendiren koşulları yaratan bir sürü farklı çıkar grubunun aracılığında yönlendiren de işte bu kısa vadeli hesaplardır. İngiltere’de son derece bol kaynaklarla finanse edilen güvenlik, polis ve istihbarat hizmetlerini de kapsayan bir İslamofobi endüstrisi kavramı vardır ki, bu endüstriyi döndüren fon döngüsüne bakılırsa bir yandan Müslüman topluluğu kalkındırma çabaları neredeyse ekarte edilirken bu endüstriye ihtiyaç sürekli canlı tutulmaktadır. Bu endüstri aynı zamanda hükûmetin emriyle ayrıcalık ve statü kazanmak veya projelerine finansman sağlamak adına Müslüman sorunu fikrinde ısrar eden Müslüman aktörler de üretmektedir. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Dolayısıyla hükûmetlerin yapmaması gerekenler şu şekilde sıralanabilir: - Çeşitli etnik kökenlerden oluşmuş bir azınlık inanç grubunun sürekli maruz kaldığı yapısal ve kurumsal ayrımcılıkla mücadeleyi içermeyen birincil çıkarlar için çözüm üretmemeli; - Zavallı beyaz işçi sınıfının dışlanmışlığını istismar eden aşırı sağcı gruplar, göç olgusunun ve azınlık gruplarına devletin emriyle sunulan ayrıcalıkların söz konusu sınıfı daha da dışladığı fikrini kullanan grupların ekmeğine yağ sürmemeli; - Mevcut ve kapsamlı eşitlikleri de ayrımcılıkla mücadele yasalarını da, çok-kültürlülükle alay edip sürekli bunun yok olduğundan söz ederek itibarsızlaştırmamalıdır. Farklılıklar zenginliktir ve göçmenlik, entegrasyon sürecinin bir parçası olarak kısa vadede net refah maliyeti getirse de uzun vadede ekonomiye fayda sağlar. - Hükûmetler dış politikada kullanılan dilin etkisini göz ardı etmemelidir. Afganistan ve Irak yenilgisinden sonra, İngiltere kamuoyu çok daha bilgiliyken, siyasî sınıflar, özellikle de son hükûmet demode kalmış durumda ki, Suriye’ye olası bir saldırı için yapılan oylamadaki başarısızlığı da bunu gösterdi. - Toplumdaki tüm gruplarda bulunan aşırı uç hareketlerle mücadele edecek özgüvenden yoksun olmamalıdır. Hükûmetler, İslam ve İslamizm arasındaki geniş kesişimi de dikkate alarak bu iki kavramı birbirinden ayrı tutmak için çok daha fazla çalışmalıdır. - Son olarak, hükûmetler, Müslümanlarla oyun oynamamalıdır. Bu, İngiltere’de sıklıkla oldu, özellikle de 7 Temmuz saldırılarından sonra. Biritanya Müslümanlar Konseyi (MCB), son muhafazakâr İçişleri Bakanı tarafından 1996’da sömürgeci bir zihniyetle kuruldu. Müslümanlara, “Pek çok Müslüman var ve hepiniz çok farklısınız; fakat ben sizin liderlerinizle konuşmak istiyorum.” denilip apar topar MCB oluşturuldu ve ülke genelindeki çeşitli Müslüman örgütlerin başlıca temsil organı haline getirildi. Ancak, 2000’lerin ortalarında, muhtemelen etkisiz ve içe dönük, hükûmetin planlarını anlayabilecek kapasiteden yoksun olduğu hissedildi. Sonra da hızla Britanya Müslüman Forumu gibi başka örgütler oluşturuldu. İngiltere’deki Müslüman toplulukları temsil edecek örgütlerin yeni yüzü olarak tasarlanan bu kuruluşlar da hükûmet politikalarına karşı çıkmaya başlayınca gözden düştüler. Yine de 2000’lerin sonuna doğru bakanların görevi değişene kadar rol oynadılar. Bunlar sadece, İngiltere’de İslamofobi ile ilgili yapılabilen bazı gözlemler ve ülkedeki genel koşullar. İngiltere’de 1980’lerin sonlarında filizlenmeye başlayıp büyük bir dönüm noktası olarak “Rüşdi Olayı” ile ilk kez varlığı tanınan, son yirmi yıldır da belirgin biçimde ortaya çıkan bir probleme ilişkin hayli Anglosentrik bir analiz. Umarım, bu düşünceler bir miktar ilgi çekmiştir. Yorumlarınızı ve sorularınızı merakla bekliyorum. Teşekkürler. Shahid MALIK Tamam, öç alma sırası sizde. Umarım, sunumları ve konuşmaları ilginç, motive edici ve aydınlatıcı bulmuşsunuzdur. Ama artık soru sorma ve istediğiniz yorumu yapma şansınız var. Lütfen, önce kendinizi tanıtıp, bağlı olduğunuz kuruluş söyledikten sonra da söyleyeceklerinizi kısa ve öz tutarsanız müteşekkir oluruz. 139 140 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM Bashy QURAISHY EMISCO (Toplumsal Bütünlük İçin Avrupalı Müslüman İnisiyatifi) Genel Sekreteriyim, teşekkürler. Sayın Başkan konuşmamı kısa kesmeye çalışacağım. Benim sorum Tahir ABBAS’a olacak. Sevgili arkadaşım sunumunda dedi ki “Hükümetin İslam’la İslamizmi ayırması gerekir.”. Baktığımızda pek çok profesör, pek çok uzman, hatta Müslüman ülkelerin medyası bile İslamizm sözcüğünü kullanıyor. Belki de bu sözcüğü sizin konumunuzdakilerin hiç kullanmaması gerekiyor, çünkü bu aşağılayıcı bir sözcük ve radikalleri tanımlamak için kullanıldı. İslami değildi, Müslümanların yazılarında hiç geçmedi, İslami dünyada hiç kullanılmadı. Sizin de bildiğiniz gibi, bu, Fransa’daki entelektüeller tarafından 80’lerde uyduruldu. Sonra da Bush döneminde ABD’de yeni kurulan ırkçı lobiler tarafından kullanıldı. Son derece ırkçı lobiler yapıldı. Müslüman toplumlara baktığımızda bunu görüyoruz. Dolayısıyla, sizin gibi aydın bir kişi bunu nasıl söyleyebiliyor? Hatta Türkiye’deki gazeteler bile bunu kullanıyor. Diğer Müslüman arkadaşlarımız da bu sözcüğün kullanılmasına karşılar. Bu sözcük kesinlikle bize ait değil. Dr. Ivan URETA King’s College, Londra (Birleşik Krallık) King’s College İngiliz Müslüman Konseyi Temsilcisi, teşekkürler. Tahir ABBAS’ın sunumuyla ilgili bir yorumda bulunmak istiyorum. Anglosakson modelden ve yaklaşımdan bahsettiniz. Sözlerinize kesinlikle katıldığımı söylemek istiyorum. Araştırmama da dayanarak teyit edeceğim, çünkü medya, göç ve İslamofobi arasındaki bağlar üzerinde çalışıyorum ki bu Avrupa’da olan bir şeydir. İslamofobinin ardında ne var, genel eğilim nedir, İslamofobinin ortaya çıkmasında taşıyıcı etken nedir, bunlara bakmamız gerekiyor. Bu oturumlarda, örneğin, göç ve dolaşımın önemi üzerinde durmadık. Genel eğilim, siyasî girişimciler olarak hükûmetlere güvenliği sağlamaya dayalı politikalar üretmelerine izin veriyor ki bu her hükûmetin en önemli hedefi. Göç politikalarının nasıl uygulandığına bakılırsa ötekilerin nasıl lanse edildiği anlaşılabilir. Bu sadece bir yorumdu. Usman ALIYU Fatih Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisiyim. Ben de Sayın Dalia’ya sunuşuyla ilgili bir soru sormak istiyorum. ABD Başkanının kullandığı bir ifadeyi hatırlatmak istiyorum kendisine: İslam’a karşı negatif eylemlerle savaşmanın sorumluluğun bir parçası olduğunu, söylemişti. Fakat bence Başkan, bu ifadeyi siyasî bir söylem olarak kullandı. Ancak şimdiye dek ABD’nin özellikle Müslüman vatandaşları Başkan’a bu cümlesini hatırlatacak ne yaptı? İkinci sorum da Tahir ABBAS’a, hükûmetin, İslam ile İslamizm arasında bir karşılaştırma yaparak ikisini birbirinden ayırmaya çalıştığı şeklindeki cümlesi üzerinden sorumu yöneltmek istiyorum. Ayrıca, bir uluslararası konferansta İngiltere Başbakanı CAMERON’un da, İslam-İslamizm ayrımı yapmaya çalıştığını da hatırlıyorum. Dolayısıyla İngiltere’de, sizin hükûmetinizde bu konuda acaba herhangi bir uygulaması var mı? Teşekkürler. Shahid MALIK Sanırım oradan güzel sorular gelecek, kime yöneltildiyse o cevap verecektir. Pekâlâ, Tahir, “İslamcılık” ifadesiyle ilgili söyleyeceklerin varsa -ki belli ki pek çok kişinin bakış açısına ters bir ifade- bunun ardından da tartışma çerçevesinde göç ve dolaşım ile ilgili konuşmak isterseniz. Sonra da Dalia’ya sözü veririz. Ardından elbette başkaları da isterse fikirlerini söyleyebilir. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Prof. Dr. Tahir ABBAS Pekâlâ… Ben hükûmetler İslamizmi kullanmamalı dediğimde bunun kullanılan bir terim olduğu, bir analitik değeri olduğu, hakkında konuşulduğu, bu terimle düşünüldüğü gibi bir şey anlaşıldığı görülüyor. Oysa bunu söylerken amacımı açıklayayım: Genellikle bir karmaşa oluşuyor: İslamizm siyasî bir analiz, siyasî bir projedir; İslam ise bir inanç, bir din, bir ibadet sistemidir. Genel olarak medyanın ve hükûmetlerin yaydığı çeşitli siyasî mesajların beslediği toplumda böyle bir yanlış anlayış var. Bunun da ayıklanıp üzerinde çalışılması lazım. Evet, doğrudur; terimle ilgili bir sıkıntı var. Bu terim, bir politik Müslüman nedir, sorusunu tam anlamıyla yanıtlamadığı gibi olumsuz çağrışımlar içeriyor. Bir inanç pratiği olan İslam’dan ayrılması gerekiyor. Böyle pek çok terim var ve sosyolojide biz bu tartışmalı terimlerle uğraşırız. Bugün, göçün bir fonksiyonu olarak İslamofobi fikri Batı Avrupa deneyimine fazlasıyla uygun düşüyor, zira göç tarihleri, topluma uyum ve entegrasyon süreçleri, çok-kültürlülük ve entegrasyona ilişkin sorunlar daha da ön planda ve önemini de hep koruyor. Ancak şurası da çokça önemlidir ki, ABD’de göçün, etnik azınlığın mağduriyeti açısından aynı sonucu doğurmadığı bölgelerinde de İslamofobi çıkıyor karşımıza. Başarılı ve topluma son derece uyum sağlamış Müslümanlar da İslamofobi’ye maruz kalabiliyor. Dolayısıyla, bir İslamofobik topluma sahip olmayı kavramaya dönük daha geniş, kurumsal ve toplumsal bir deneyimleme söz konusudur. Göç kavramı bize, tarihe dayanarak Avrupalı Müslümanların öyküsünü anlatıyorsa da İslamofobi bundan daha geniş çağrışımlar içermekte ve göçmenlik olgusunu aşan bir anlama sahiptir. Shahid MALIK Tıpkı Tahir gibi düşünüyorum, zira benim de İslamizm terimiyle sorunum var. Ancak, herkesin kabul edebileceği bir terminoloji yaratmak çok zordur. Ama bir başkası da çıkıp, maalesef, tamamen negatif bir terminolojiyi destekleyebiliyor. Bu durumda da bence daha yaratıcı olmak, esas olarak mevcut terimlerle uğraşmak yerine çözümler bulmaya çalışmak olmalı işimiz. Dolayısıyla diyorum ki bu probleme bir çözüm bulmak önemli, işi bu terminolojiyi yaratan kişilere bırakmamalıyız. Bu tür kelimelerden ben de rahatsızım, asla aşırılıkçılık terimini kullanmam. Evet, İslam’da aşırılıkçılıktan söz ediyoruz, ancak bu biraz farklı. Ama evet, bu senaryo konusunda bir şeyler bulmak zorundayız. Dalia, söylediği sözle ilgili OBAMA’yı hepiniz yeterince vurguladınız. Kendisi Amerika Birleşik Devletleri’nin “ilk Müslüman Başkanı”* olarak böyle bir göreve sahip değil mi sizce? Müslümanlar için şu an olduğundan daha fazla çalışmamalı mı? Biliyorsunuz değil mi bu konuşmalar ABD’de de yayımlanacak? Dalia MOGAHED Şu an Youtube’da yayımlanıyor. Shahid MALİK Bana onun Müslüman olduğunu siz söylediniz. –––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––––– * Konuşmacının ifadesi 141 142 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM Dalia MOGAHED Kendisi sadece ilk Müslüman Başkan değil, aynı zamanda Amerika dışında doğmuş ilk Başkan. Shahid MALIK Pardon bunu unutmuşum. Dalia MOGAHED Evet, arkadaşlar Amerikalı Müslümanlar olarak Başkanın bu cümlesini yeterince sık hatırlıyor muyuz? Hayır. Kahire’deki konuşmasında da birtakım sözler vermişti. Sadece ayrımcılığa karşı ya da Müslüman karşıtlığıyla mücadele konusundaki sözlerini kendisine sürekli hatırlatmakla da kalmamalıyız. Bu sürekli kendisine hatırlatılabilir ama bence asıl önemli olan, Başkanın, görev süresince, kendisini destekleyenlerden pek çoğunu Müslümanlara karşı politikalarından ötürü uğrattığı hayal kırıklığı üzerine konuşmalıyız. Bence önemli olan, Başkanın daha kucaklayıcı bir dil kullanmasıdır. Sadece bir örnek vermek istiyorum: En azından başlangıçta 11 Eylül’ün olduğu yerde veya sıfır noktasında bir İslam merkezi veya çok-inançlı bir merkez inşa edilmesi gibi Müslüman haklarını desteklemek yönünde çok olumlu çıkışlar yapmıştı. Daha kapsayıcı olarak yorumlanabilecek başka şeyler de söylemişti o süreçte. Bu kucaklayıcı dilin etkisi şöyle oldu: Demokratlar şimdi, Başkan seçiminden sonra, sizin de malûmunuz, İslam’ı şiddetle eskisinden daha az bağlantılandırıyorlar ki bence bu Başkanın sayesindedir. Acaba yapabileceği her şeyi yapıyor mu? Hayır. Müslüman Amerikalılar ona bunu hatırlatmak için yeterince uğraşıyor mu? Kesinlikle hayır. Son tahlilde, Başkan OBAMA’nın Demokratların İslam’a bakışına olan etkisi olumlu olmuştur. Prof. Dr. John ESPOSITO İki kısa gözlememi paylaşmak istiyorum: Birincisi; bu daha kucaklayıcı yaklaşım Demokratlar geliştirmiştir. Zaman zaman Cumhuriyetçilere de engel oluşturmuştur. Park 51’i ziyareti buna bir örnektir. Terminoloji sorusuna gelince; İslamizm ve İslamist terimleriyle benim hep bir sorunum vardı, ama bu terimler kullanılıyor. Ben “İslamî hareket” demeyi tercih ediyorum. Bence İslam ile siyasî İslamî ve İslamî hareketi birbirinden ayırmak önemlidir, ancak daha da önemlisi söz konusu hareketlerin şiddet içerip içermediğine bakma gereğidir ki bu ayırım yeterince yapılmıyor. Nitekim önümüzde bir Mısır örneği var. Yakın geçmişte, Müslüman Kardeşler Hamas’la, El Kaide’yle bağlantılı bir hareket olarak görülüyordu. Yakın bir tarihte Kongre üyesi Michele BACHMANN darbeden sonra General SİSİ’yi tebrik etmeye gittiğinde Müslüman Kardeşler’den -bir ana akım İslamcı grup değil- bir tür radikal hareket olarak söz etti. İslamofobi tartışmasında, hatta İslamî siyasî hareketler üzerine sürdürülen tartışmalarda da çokça karşılaştığımız bu yaklaşım hem Avrupa hem de ABD’de varlığını sürdürüyor. Evet, şiddet uygulayan İslamcılar var ama şiddet uygulamayanlar da, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi görülüyor, yani şiddet uygulamasalar bile onlar hâlâ düşman. Bence bu ayırımı yapmak kritik önemde; Tunus için de öyle, Türkiye ve hatta dünyanın her yeri için de öyle olabilir. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Prof. Dr. Elizabeth Anne NORTON Pennsylvania Üniversitesi (ABD) Öncelikle, OBAMA’nın ilk Müslüman Başkan oluşuyla ilgili espriniz, İslamofobi ile ilgili hayli derinde bir şeye işaret ediyor: Bu, aslında OBAMA’ya yönelik bir İslamofobik saldırı. Belki de bir İngiliz alaycılığıyla, ikinci isminin Hussein oluşu dolayısıyla Müslüman atfı yapılıyor olabilir. Shahid MALIK Hayır, Amerikalılar için de aynı. Elizabeth Anne NORTON Ama burada beni asıl ilgilendiren İslamofobidir. Ancak, sanıyorum ki, ifade özgürlüğü ve İslamofobi ile ilgili dikkatimizi vermemiz gereken birtakım sorunlar var. Yani, geleneksel olarak bir kişinin konuşması engellediğinde ifade özgürlüğü ihlal edilmiş kabul edilir. İşte burası çok önemlidir. Ben daha “mutlak”çı bir ifade özgürlüğünden yanayım. Ama, beni burada asıl ilgilendiren husus, ifade özgürlüğünün eski tarzda kısıtlanması; insanları zorla konuşturmaya çalışmak veya bağlılık yemini ettirmek gibi. Zannediyorum dün Hatem AL-BAZIAN buna atıfta bulunmuştu. Batıda Müslümanlara sürekli, terörü kınamalısın; şunu yapmalısın; Hamas İsrail’i tanımalı ve benzeri taleplerde bulunulur. Bu dayatmacılık, bence, oldukça ciddi ve geleneksel olarak da tanınan ifade özgürlüğü ihlallerindendir. Bu açıdan da itiraz edilmelidir. Hiçbir şeyi arzunuz hilafına söylemeye mecbur edilmemelisiniz. Bu dayatmalar, sadece Müslümanlara değil, Müslümanların istediklerini söyleme, düşündüklerini söyleme haklarını savunan insanlara da yapılıyor. İfade özgürlüğünün bu şekilde ihlaline de, bana göre, çok şiddetli bir biçimde karşı çıkılmalıdır. Shahid MALIK Evet, bu son noktaya ben de çok katılıyorum, çünkü devamlı böyle bir baskı söz konusu. BBC Radyosunda bir programa katıldığımda şunu söylemiştim: “Arkadaşım David 11 Eylül saldırılarını bir kere kınadıysa, ben belki iki bin kere kınadım. Bu da mı yetmedi? Daha ne kadar kınamam gerekiyor?” Dalia, Obama’nın verdiği sözlerle ilgili ilginç bir şey söylemişti. Siz bunu Müslüman taraftarlığı olarak görüyorsunuz, ama ben öyle görmüyorum. Her düzgün, makul liderin bunu söylemesi şart zaten. Bu aslında Müslümanların beklentilerine de işaret ediyor. Mesela bir şey ortaya konuldu diye, bu konu gündeme getirildi diye de teşekkür ediyoruz. Biz sadece adalet ve eşit muamele istiyoruz. AbdoolKarim VAKIL King’s College, Londra. Ayrıca bu sorunun amaçları açısından belirtmek isterim ki İngiltere Müslüman Konseyi (MCB) üyesiyim. Ben, İslamofobi ile ilgili bir konferansta İslamofobinin çok ayrıntılı ve net bir şekilde ifade edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu, MCB konusundaki çok yaygın bir İslamî yorum olduğundan çok da önem arz etmezdi, ama Tahir ABBAS statüsündeki birinden gelince ondan bu sorunun yanıtını istemeliyim, diye düşündüm. Yanlış mı duydum acaba? MCB’nin, muhafazakâr hükûmet tarafından, liderinize yanıt vermek için apar topar kurulmuş neo-kolonyal bir örgüt olduğunu mu söylediniz? Gerçek şu ki, özellikle 143 144 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM de burada, bu kadar çok dinleyicinin karşısındayken MCB’nin, sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, İngiltere’de başlayıp çok uzun süren bir organik temsiliyet sürecinin ürünü olduğunu belirtmek isterim. 1989’da, İngiltere’de Müslümanlara yapılan saldırılara mukabele etmeye dönük girişimlerle ortaya çıkmıştır. MCB, 500 bağlı kuruluşuyla çok büyük bir yapıdır. İngiltere’nin her yerinden bir yıl boyunca bir istişare çalışması yürütmüş ve bu görüşmeler kayıtlara geçirilmiştir. İngiltere’de MCB’nin, hükûmet yapılarınca kurulduğunu veya ülkede yasal bir dayanağı olmadığını söyleyerek yasadışı olduğunu kabul edenlerin sayısının arttığı şu dönemde, özellikle de hükûmetlerin neler yapmaması gerektiği yolunda yaptığınız kışkırtıcı açıklamalarla tanınırken MBC’yi bu şekilde yasa dışı sayan bir ifadede bulunduğunuzu duymak beni şoke etti ve endişelendirdi. Bunu düzeltmek istedim. Başka bir konuda son bir şey söylemek istiyorum. Zannediyorum bazı şeyler tercümeye kurban gitti. Eminim ki konuşmacı, “Bu, Kur’anda yok” derken veya bunun 1880’lerde bir Fransız icadı olduğunu söylerken Bernard LEWIS tarzı bir oryantalist yaklaşımda bulunmak istemedi. Fransa’da İslamizm terimi, Muhammedizm terimi geçer akçe olmaktan çıktıktan sonra ortaya çıktı. Şimdi bizim İngilizce “Islamism” dediğimize Fransa’da “Islamisme/Integrism” deniliyor. Bu sizin söylediğiniz şey değil. Bence, İslamizm burada söylendiği gibi başka kullanımlar gibi analitik bir değer de taşıyor ve bir akademisyenseniz bunu kullanamazsınız, zira çok basit kaçar. Shadid MALIK Tamam. Sanırım bu noktaya değinildi. Devam edelim, başka soru yok herhalde. Bazı kronolojik farklılıklar var. AbdoolKarim VAKIL Yok, hayır, bence orada kesinlikle bir soru var. Shadid MALIK Evet, orada bir soru var galiba, öyle mi? Siz sanırım onun yanlış düşündüğünü söyleyecektiniz; ben de burada böyle bir tartışmaya girmek istemediğimi söylüyorum. Çünkü bence bir şeyleri ifade etti, siz de bir şeyler ifade ettiniz ve insanlar her ikinizi de dinledi ve muhtemelen bunu burada bırakacağız. Aksi halde geri gelmek isteyeceksiniz. Değindiğiniz ikinci noktaya gelince de, Bashy bunları dinledi ve tekrar o konuya dönmesine izin vermeyeceğim. Yasmin HUSSEIN Benim sorum, İİT temsilcisine olacak. Eğitim ve İİT’nin eğitim çalışmalarından söz ettiğiniz giriş konuşmanızla ilgili soracağım. Üç dört günde birçok şeyi tartıştık, ama burada özellikle eğitimin önemine vurgu yapmak istiyorum. Gençlerin, kendilerine ve başkalarına saygıyla ilgili fikirler, duyarlı fikirler geliştirmelerine yardımcı olarak Müslümanlara karşı ayrımcılık veya başka ayrımcılıklar sebebiyle yaşanan sorunlarla gerçekten mücadele edebileceğimizi düşünüyorum. Kısacası, şunu demek istiyorum ki, dünyanın birçok ülkesi BM Çocuk Hakları Sözleşmesini de İnsan Hakları Beyannamesi’ni de imzaladı. Bu belgeler esasında hükûmetlere, milli eğitim müfredatına insan hakları eğitimini dâhil etme yükümlülüğü getirmekte ki bu da bize, çeşitli- İKİNCİ GÜN V. OTURUM / liği, farklılığı, saygıyı, eşitliği ve ayrım yapmamayı öğretmenin bir yolunu sunuyor. Acaba İİT buna daha fazla enerji sarf edemez mi? Bu fırsattan yararlanarak bize, İİT’nin, ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve eşitliğin yaratılması adına neler yaptığıyla ilgili bize daha fazla bilgi verebilir misiniz? Bu yöndeki faaliyetlerin İslamofobi ile mücadeleye de yararı olacaktır. Tarafa BAGHAJATI Avusturya Müslümanlar İnisiyatifi temsilcisiyim. Üç hususta kısa kısa yorumda bulunacağım: İlk olarak doğrudan İslamofobi ile ilgili konuşacağım. Avrupa’daki Müslüman toplumunun siyasî katılımının zayıflığına değinmek istiyorum. Şimdiye kadar istatistiksel verilere göre, Avrupa vatandaşlığı olan Müslümanların yüzde 50’den fazlasının sandığa gitmediğini ve oy kullanmadığını görüyoruz. Buradan aynı zamanda Müslüman toplumuna daima seçimlere katılması için bir çağrı yapılmalı, diye düşünüyorum. İkinci olarak Almanca konuşulan bölgelerden söz edeceğim. İslamofobi buralarda giderek daha fazla Türk karşıtlığına bürünüyor, belki İngiltere’de Pakistan karşıtlığı veya Fransa’da Fas karşıtlığından söz edilebilir. Dün, Viyana’da Viyana önünde Türklere karşı kazanılan zaferin 330. Yıldönümünü kutlayan aşırı sağcı Özgürlük Partisinden orada yaşayan Türk toplumuna karşı çok aşağılayıcı bir saldırı geldi. Bugün, Türklerin daha suça eğilimli, daha az iş sahibi ve bildiğimiz birçok sosyal sorunla da bağlantılı olduklarını söylediler. Bence bu dikkate alınmalı, İslamofobinin bir başka yüzü, yönü olarak. Üçüncüsü; pek çok kişi İİT’ye teşekkür ediyor, anladığım kadarıyla da, Avrupa’daki Müslüman STK’ları ortaya çıkardığınız için. Sayın İHSANOĞLU ile pek çok bir araya gelip konuşmuşluğum vardır ve Avrupa’daki STK’larla de bir işbirliği başlatmanızın çok önemli olduğunu düşünüyorum ki onlar da bu hareketi memnuniyetle karşılayacaklar ve destekleyeceklerdir. Çok teşekkür ediyorum. Shamsi ALI Al-Hikmah, New York’tan. İmamım. Öncelikle, burada hemşiremiz Dalia’yı tekrar dinlemek çok güzeldi. Birkaç yıl önce kültür merkezimize gelip bir konuşma yapması için kendisini davet etmiştik. Başkan BUSH’un Washington’da İslam Merkezi’ne ziyaretinde yaptığı konuşmada, Müslümanlardan, İslam’ın bir barış dini, öğretisi olduğundan söz ettiğini hatırlattı. Bir gün önce de kendisini sıfır noktasına davet etme şansına erişmiş iki imamdan biriyim. Esasen bundan önce kendisiyle tanıştım ve mümkün olursa Sayın Başkana, ertesi gün, benim inancım ve cemaatimin bu olanlarla hiçbir bağlantısı olmadığını söylemesini rica eden de bendim. Bence İslam Merkezini ziyareti tam yerindeydi. Cumartesi günü idi ziyareti, fotoğrafını görüyorsunuz. Dolayısıyla bana bunu hatırlattığınız için teşekkür ediyorum. Uzun zaman oldu. Bu konferansı eğer olursa Amerika’da yapılacak bizden neden nefret ettiklerine ilişkin bir konferans ile karşılaştırmak isterdim. ABD’nin böyle bir konferans düzenlediğini düşünün. Bugün bunu söylüyorum, çünkü dün dediğim gibi terörle mücadele etmenin en etkili yolu özeleştiri yapmaktır. İİT’ye de bu konudaki girişiminiz için teşekkür ediyorum. Ancak, Amerika’da ve Avrupa’da kamuoyunun İslam’a ve Müslümanlara bakışını değiştirmenin en etkin yolu, oralardaki Müslüman toplumları güçlendirmektir. Bu en etkili yöntemdir. Reklam vermek yerine –ki bunun israf olduğunu söylemek istemiyorum ama- doğrudan toplumumuzu güçlendirmeliyiz. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kamuoyundaki anlayış ve görüşleri değiştirebilecek en etkili kişileriz, diye düşünüyorum. Burada akademik konuları ve daha pek çok konuyu tartışıyoruz. Ben halktan biriyim ve size sadece şunu hatırlatmak istiyorum: Biz Müslümanlar kendimizi değiştirmeyi isteyip değiştirmedikçe Batı’daki dostlarımızın fikrini değiştirmemiz son derece güçtür. 145 146 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM Muhammed BASIM – (Senegal) Bir yorumum, bir de herkese bir sorum olacak. İslamofobi kelimesi Avrupa’da, Amerika’da, birçok yerde ve bazı İslam ülkelerinde de yaygın olarak kullanılmakta. Acaba bazı İslam ülkelerinin hükûmetleri bununla ilgili bir sorumluluk hissetmiyorlar mı? Mısır’da olup bitenlere baktığımızda, çeşitli Müslüman gruplar Müslüman Kardeşler’e saldırıyor. Bu da bir İslamofobi değil midir? Müslüman Kardeşler bundan evvel bir terör örgütüyle bağlantılandırılmamıştı. Omar Muhammed ENNAKU - Dünya İslam Cemiyeti (Libya) Bu konferansın bu üç soruya da yanıt vereceğini umuyorum. Birincisi, dün ve bugün İslamofobinin tanımını tartıştık ama belli bir tanım üzerinde mutabakata varabilmiş değiliz. Şu soruyu yanıtlayabiliriz: “İslamofobi olarak kabul edilecek eylemler nelerdir?” Yani, İslamofobik diye değerlendirilecek fiilleri listeleyebilir ve de İslamofobi ile ifade özgürlüğü arasında gerçek bir çizgi çekebiliriz. İkinci soru da şudur: “İslamofobinin ardındaki gerekçeler nelerdir?” Bunu tartışmalıyız; bu, bazı Müslümanların, örneğin bugünlerde Mısır ve Suriye’de yaşananlar gibi bazı hükûmetlerin faaliyetlerini içerebilir. Diğer bir sebep İslam konusundaki cehalet, nefret suçları veya medya propagandası olabilir. Bu durumda, gerekçeleri anladığımızda üçüncü soruya geçebiliriz: “İslamofobiye karşı kullanacağımız araçlar nelerdir?” Medya, hukuk veya başka alanlarda başvurabileceğimiz yollar nelerdir?” Sonuç olarak burada bu noktaya yoğunlaşmayı ve bu sorulara cevap bulmayı umuyorum. Teşekkür ederim. Shahid MALIK Bu gerçekten iyi bir soru. Buradan devam edeceğim ve Isam üzgünüm ama, bugün bir hayli yorulman gerekecek, zira okların çoğu seni gösteriyor. Dalia, sunumunda gençlerden ve de özellikle onların algılarının ne kadar farklı olduğundan, daha ilerici olduklarından bahsetti. İlk soru da aslında çocuklar ve İİT’nin neler yapabileceği üzerineydi. Evet, buyurun. Dr. Isam Salim SHANTI Ancak soruda eğitim derken İslam Dünyasından mı Batı Dünyasından mı söz ettiği açık değildi. Shahid MALIK Herhangi bir yer. Dr. Isam Salim SHANTI Herhangi bir yer… Öncelikle, İİT’nin etki alanının İslam Dünyası’na ilişkin olduğunu söylemeliyim, yani dışarıda, eğitim sistemi konusunda, bir şey yapmamız mümkün değil. Ancak, eğer insanları medya aracılığıyla eğitmekten bahsediyorsa, örneğin, medya kampanyamız bu yüzden var ve bilgi yoluyla imajı düzelterek insanları İslam hakkında eğitmeyi amaçlıyor. Ama İslam Dünyası’na gelirsek, birkaç yıl önce İİT bünyesinde bir ‘Aile Çocuk Departmanı’ kurduk. Bu birimin temel görevi İslam Dünyası’nda aile meseleleridir. 2008 de yürürlüğe giren tüzüğü okumanızı isterim. Aile, çocuk, aile hakları, çocuk eğitimi ve ilgili mevzulara geniş yer verildi. Çok teşekkür ederim. İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Shahid MALIK Teşekkürler. Sırada sanırım sen varsın Sajjad. Bana kalırsa bu konuda senin konuşman oldukça uygun olur. Oy verme ve demokrasi hakkındaydı, bu konuda senin konuşman konusunda herkes hemfikir. Benimle ilgili yaptığın kıyaslamada bir yanlışlık var. Ben seçilmiş ilk bakanım. Benden öncekiler seçilmiş değillerdi. Ama seni bağışlıyorum. Sajjad KARIM Aslında, ben de üzülmeye başlıyordum. Söylediklerimle ya herkesin mutabık olduğu müthiş bir konsensüsü ifade ettim ya da ben konuşurken hepiniz uyuyordunuz. İkisinden biri. Sorunun cevabına geçmeden önce son bir yorum ekleyebilir miyim? Bugün bu konferanstan, Batı’nın tekeline dair kesin bir anlaşılma sağlayacak etkiyi bırakmadan ayrılmak istemiyorum. Müslüman bölge ve ülkelerine sıklıkla gerçekleştirdiğim ziyaretlerde, Batı’nın, bizim İslam ülkelerinde Müslümanlar olarak yaşayışımıza dair algılarının tamamen yanlış olduğunu gördüğümü söyleyebilirim. Hatta dünyanın bazı bölgelerindeki izlenim bizim tam bir zulüm altında yaşadığımız şeklinde. Ama öyle değiliz. Sanırım bu konuyla alakalı daha fazla ayrıntıya girmeme gerek yok. Siyasi katılım konusunda altı çizilen husus oldukça doğruydu. Eğer yaşadığımız ülkelerde seçim süreçlerinin bize sağladığı tüm avantajlardan faydalanmıyorsak, vatandaş olarak görevimizi yerine getirmiyoruz demektir. Ama çoğu zaman, Müslüman cemaatlerin ve çok çeşitli insan kitlesinin katılımından bahsediyorsak, elimizdeki tüm kanıtları tasdik eder şekilde, onların gerçek potansiyellerini gerçekleştirmeleri hususunda bir blokaj olduğunu görüyorum. Bunun karşılığında da ödediğimiz bir bedel var. İslamofobi’nin anti-ulusal safhasına doğru evrildiğine dair konuşmalar yapıldı. Burada beni ilgilendiren, son yıllarda birçok Avrupalı liderin İngiliz Müslümanları, Fransız Müslümanları, İspanyol Müslümanları gibi ifadeleri kullanmaya girişmesi ve Müslümanları ulusal kimlik duygusuyla ayırmaya çalışmasıydı. Ve bugün radikal grupları görüyorsunuz ve tabii ki, çok farklı bir tür mesaj veren, radikalizm odakları aşırı-sağ politikacıları. Katılım eksikliği yaşanan durumlarda neler olduğuna dair bir örnek vereyim: Benim ülkemde, Birleşik Krallık’ta, aşırı-sağ radikal partilerden birinin, BNP, lideri Avrupa Parlemento’suna, benim gibi, seçildi ve ben onu seçilmiş bir üye olarak kabul etmek ve bu şekilde davranmak zorundayım. Ama seçildiği seçim bölgesini biliyorsunuz, yalnızca 3.500 oy ile oraya geldi. Orada zahmet edip seçmen listesine kayıt olmayan en az 80.000 Müslüman vardı. Yani orada bulunmasının tek sebebi Müslümanların katılım sağlamamış olması. Shahid MALIK Teşekkürler. Bence bu çok önemli sorunu resmettiniz ama biraz da olumlu yorumları görmeliyiz. Başkan OBAMA’yı savunuyor gibi görünmek istemem –ki sen de onu eleştirmedin zaten- ama diyeceğim şu ki: hükümet meselelerinde, bazı kısıtlamalar anlaşılabilir. Ve siz çok nadiren yapmak istediklerinizin hepsini gerçekleştirebilirsiniz. Bana kalırsa Başkan OBAMA’ya dair sorun, kendisinden beklentilerin bu dünyada gerçek olamayacak kadar yüksek olmasıydı. Bu yüzden her zaman insanların yalnızca yüzde 10’unun beklentilerini karşılamakla cebelleşecekti. Bir soru vardı, sanırım Isam’la alakalı, yoksa Shamsi miydi? Sanırım üzerinde durduğu nokta, neden burada olduklarıyla alakalıydı. Ama aslında daha temel bir şey söylüyordu. Hatalıysam beni düzeltin. Üzerinde durduğunuz opsiyonlar belki daha fazla 147 148 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM yetki veren ve daha etkili diğer şeyleri yapmak kadar temel platformun alanında değildi. Tüm dürüstlüğümle söylüyorum, bunlardan birini dinlediğimde biraz böyle bir hisse kapıldım. Bana kalırsa asıl mesele İİT’nin, uğraştıkları şeyle alakalı olarak İİT üyesi olmayan ülkelerdeki insanlarda nasıl bir etki bıraktığıdır. Aksi halde, beklenen amaca hizmet etmeyecektir. Çünkü “ne yapılabilir?” konusunda farklı bir boyuttan, farklı bir perspektiften bakıyorsunuz. Yani, üzerinde durduğunuz meseleyi anlıyorum ve buna bir cevap verip vermeyeceğinizi merak ediyorum. Dr. Isam Salim SHANTI Halihazırda çok güzel noktalara temas ettiniz. Ben sadece soruyla alakalı konuşmak istiyorum zira nereye gitsem karşıma çıkan bir soru bu. Neden bu insanlar bizden nefret ediyor, özellikle de İslam dünyasına geldiklerinde? Bu bizim için oldukça kötü, böyle bir soru, çünkü bizden nefret edip etmediklerini bilmiyoruz. Ama aldıkları yanlış bilgilerin kurbanları olduklarını biliyoruz. Birleşik Devletler’de bir süre yaşadım, Avrupa’da da. Ve şunu gördüm ki Amerikalılar ve Avrupalılar beni tanıdıklarında, her seferinde, beni sevdi. Benim dinimi tartışmadı, sadece beni sevdiler. Gördüğünüz üzere, sorun İslam dünyasından geliyor. Bunu İİT’de de görebilirsiniz diğer uluslararası örgütlerde de. Evet, çünkü biz önceden, kendimizi ve dinimizi açıklamak için yeterli çaba sarf etmedik. Bin Laden New York’ta bir suç işlediğinde, İslam dünyası yeterli açıklama yapmadı: Bin Laden kimdir? Bin Laden’in geçmişi nedir? İslam dünyasını temsil ediyor mu? Evet, fiillerini kınadık. Onun bir terörist olduğunu söyledik. Bunu yaptık, resmi düzeyde ve halk düzeyinde yaptık. Ancak, Batılı ülkelere gitmedik. Amerika’ya gidip, “Bakın, bu adam bizi temsil etmiyor.” demedik. Tam olarak 2005’ten beri ne yapmaya çalışıyoruz ve neden 2005’ten beri? Çünkü o yıl, Kral Abdullah Mekke’de sıra dışı bir zirve için çağrıda bulundu. Ve orada varılan kararlardan biri İİT’nin dış dünya, yabancı medya ve durumun düzeltilmesi için gayri-Müslimlerin eğitimi üzerine çalışmaya başlamasıydı. Tabii ki bu bir süreçtir. Hiç kimse bunu bir gecede çözmemizi bekleyemez. Üzerinde çalışmamız gereken uzun bir süreç bu ama bir yerinden başlamamız gerekiyor. Yapmaya çalıştığımız da bu. Umarım çok yakında medya kampanyamıza başlayacağız. Sanırım bazı unsurları biraz değiştirmemiz gerekecek ama başlayacağız. Ancak, Müslüman cemaatlere de bir çağrımız var. New York’ta 82’den 94’e kadar yaşadım ve hiç kimse beni umursamadı. Hiç kimse beni bir toplantıya çağırmadı. Müslüman cemaatlerin bir görevi ve sorumlulukları var. Bir araya gelmeli ve İslam Dünyası’na şunu sormalılar: “Ne yapmamızı bekliyorlar?” Ve bu yüzden, yurtdışında yaşayan Müslümanlardan bilgi almak ve durumu doğru anladığımızdan emin olmamız gerekiyor. Çok teşekkür ederim. Shahid MALIK Yorumlarımızı mümkün olduğunca kısa ve öz tutabilir miyiz? “Neden bizden nefret ediyorlar?” sorusunun diğer bir yüzü daha olduğunu düşünüyorum. Ve bu soru Amerika için olabilir: “Neden dünya bizden nefret ediyor?” Amerika’nın soruya bakıp şöyle demesini istiyorum: “Neden bütün bu insanlar, bütün dünya çıldırdı mı? Yoksa yaptığımız bir şey, bizi sandığımız kadar popüler yapmıyor mu?” Ve görüyorum ki birçoğunuz Amerika’yla birçok ilgiye sahip. Bir saniye. Dalia, devam etmek ister misin? İKİNCİ GÜN V. OTURUM / Dalia MOGAHED Ben de birkaç mesele üzerine konuşmak istiyorum. Öncelikle, “zorlanmış ifade” meselesini oldukça beğendim. Bana kalırsa, insanların belirli şeyleri söylemeye zorlanmaları, ifade özgürlüğünün ihlal edilmesi meselesinde oldukça yeni bir yaklaşım. Ve bence bu ayrımcılığın başka bir boyutudur. Özellikle Müslümanlardan sürekli terör eylemlerini ve kendi dinlerinden insanların işledikleri şiddet suçlarını kınamaları bekleniliyor. Ve sadece Müslümanlardan, kendi dinlerine mensup insanların işlediği şiddet suçlarını kınamaları bekleniyor. Birleşik Devletler’de, son bir buçuk yılda açıklanamayan birçok şiddet eylemiyle karşılaştık. Bazıları ideolojik gerekçelerle işlenmişti, yani hepsi adi vakalar değildi. Bir Sih tapınağında korkunç bir saldırı yaşandı. Fail Müslümanları katlettiğini sanıyordu ancak aslında öldürdüğü Sihlerdi. Beyaz üstünlüğüne inanan bir İslamofobikti. Demek istediğim, onun ideolojik motivasyonu, tüm internet aktiviteleri; onu tanıyanlar, onun böyle şeyler peşinde olduğunu biliyordu. Yani ortada bir ideolojik motivasyon var. O bir tür, çok spesifik bir tür, ‘beyaz kimliği’ni savunuyordu ancak hiç kimse beyazlardan bu suçu kınamasını beklemedi. Onların zaten masum insanların öldürülmesini tasvip etmediği varsayıldı. Ancak aynı varsayım Müslümanları kapsamıyor. Yani, kendilerini uzak tutmak istediklerinde, aslında olan, bir suçluluk varsayımı. Ve bence bunu yeterince konuşmuyoruz. Müslümanlardan, diğerlerinden farklı olarak, terörizmi lanetlemeleri beklendiğinde, aslında bunun kökeninde bir tür ırkçılık, bir tür kolektif suçluluk varsayımı ve birinin bu işlerden uzak olduğunu ispatlayana kadar suçlu olduğu varsayımı yatıyor. Bu açıdan baktığımızda da, terörizmi lanetleme konusunda diğer herkesten farklı bir muameleyle karşılaştığımızı görüyoruz. Ayrıca “İslamofobi’den kurtulmak için, kendimizi değiştirmeliyiz” meselesine de değinmek istiyorum. Ben, bir Müslüman olarak söylüyorum, Müslümanlar kendilerini değiştirmek zorunda, mutlaka. İslam diye adlandırdığımız değerlerin çok ama çok uzağındayız. Ama bir topluluk olarak, genel anlamda dünya üzerindeki herhangi bir topluluktan daha mı kötüyüz? Cevabımın “hayır” olduğunu söylemeliyim. İslam Cemaati içerisinde kadına karşı şiddet var mı? Kesinlikle. Ama biz insan soyu olarak suçluyuz, Müslümanlar olarak değil. Dünyanın her yerinde kadına karşı şiddet var ve deneyimsel olarak baktığınızda, Müslümanlar diğer bir gruptan daha kötü değil. Müslümanlar, İslam adını kullanarak şiddete başvuranlar ya da Müslüman kimliği taşıyanlar şiddet suçları işliyorlar mı? Kesinlikle. Ve bunların hiçbiri olmamalı zira İslam bunları kesin bir biçimde yasaklamıştır. Ama Müslümanlar bunları diğerlerinden daha fazla mı yapıyor? Cevap “hayır”. Deneyimsel olarak, bu doğru değil. Birleşik Devletler’de, yerel terörist faaliyetlerin büyük çoğunluğu Müslümanlar tarafından işlenmiyor. Birleşik Devletler’deki terör faaliyetlerinin çoğunluğu sağ-kanattan, sağ ideolojiye sahip aşırılıkçılarca işleniyor. Yani İslamofobi’nin anlaşılabilir ve makul olduğu, Müslümanların kötü davranışlarından kaynaklandığına yönelik düşünceyi tamamen reddediyorum. Bu hiçbir hal ve şart altında meşrulaştırılamaz, sebebi basit: Bu Müslüman tavrı ile örtüşmüyor. Müslümanlar kötü davrandığı zaman ortaya çıkmıyor. İyi davranan Müslümanları da kimse ayrı tutmuyor. Medya kampanyaları, politik meselelerin motivasyonu, Irak Savaşı’nın bir sonucu ya da seçim rekabeti yüzünden kışkırtılabiliyor. Yani, İslamofobi’nin tek çözümünün, Müslümanların “azizler” olması olduğu düşüncesini reddediyorum. Müslümanlar da insandır. Kusurlarımız var, ilerlememiz gereken alanlar var ve muhtemelen sonsuza dek olacak. Başka bir topluluktan daha kötü olduğumuz ve bu yüzden İslamofobi’nin meşru olduğu ya da en azından Müslümanların kötü davranışları yüzünden anlaşılabilir olduğu düşüncesini reddediyorum. Hiç kimseden daha kötü ya da daha iyi değiliz. 149 150 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM Tr: AB Dış Politikası: Lütfen kriz zamanlarında perdeyi aşağıya indirin! En: EU Foreign Policy: Please bring the curtain down in crises! Treerd Royaards / (Netherlands/Hollanda) London School of Economics 2012 Shahid MALIK Her zamanki gibi, zaman bize karşı işliyor. Bazı güzel noktalar vardı ve bence onları da dikkate almalıyız. O yüzden alamadığım sorular için tüm katılımcılardan özür diliyorum. Ama sonuncusunda, sanırım tanımlar üzerine konuşuyordunuz. Affedersiniz, evet. Tamam, son soru, bununla başa çıkmamız, bunu tanımlamamız ve bunu yapacağımız araçları anlamamız hakkındaydı ve bence bu oldukça önemli bir nokta. Tekrar panele dönmeyelim, tartışmalardan gelen üç önemli nokta ile bitirmek istiyorum. Birincisi, bana kalırsa, liderlerin tepkileri hayati önemde. Bu Dalia’nın söylediği bir şeydi, diğerleri de bahsetti elbette. Tabii onun söylediği, George BUSH’un, bir hafta önce İngiliz Başbakanı’nın söylediğini söylemesi gibi değildi. Bu seferlik onu bir olumsuzlukla suçlayamazsınız, sonuçta devlet yönetiyordu. Ve diğer mesele, bence, sürekli karşımıza çıkan provokasyon ve reaksiyondur. Provokasyonları kontrol edemem, Müslümanlar provokasyonları kontrol edemez. Ama eminim ki reaksiyonları kontrol edebilirler. Ve reaksiyon İslami usuller içinde verildiği sürece sorun çıkmayacaktır. Gerçek şu: Eğer karikatürist, cidden bilmiyorum ama bir İslamofobik ise, bugün o bu gezegendeki en mutlu İslomofobik’tir. Neden? Çünkü tüm yaptığı bir karikatür çizmekti. Beş dakika sonra, İslam Dünyası ne yaptı? Kendini yaktı, kendini öldürdü, hepimizi hayrete düşüren çok fazla negatif medya aktivitesinde bulundu ve görülen o ki devam edecek. Burada, anlama ve tepki verme açısından İslam anlayışıyla ilgili bir şey göremiyorum. Belki de Sajjad’ın dediği gibi, bilirsiniz, birisi bir şeyi yakıyorsa, yakmak istiyor ve kimseye zarar vermi- İKİNCİ GÜN V. OTURUM / yorsa bırakın istediğini yapsın. Bradford’da hiç kimse Salman RÜŞDİ’nin kitabını yakmamış olsaydı, bugün bir tür liberteryan yazın hareketinin lideri olarak görülmeyecekti. Muhtemelen kimsenin hatırlamadığı sıradan biri olacaktı. Onu yaratanlar kitaplarını yakanlardı. Buradan hepimiz için çıkarılacak dersler var. John ESPOSITO’nun da üzerinde durduğu konuda, itidal bağlamında medya terminolojisi hakkında konuşmak istiyorum, zira bu konuda çok fazla fikir alış-verişi yaptık. Medyada, mutediller ve sonra radikaller hakkında konuşuyorlar. BBC’ye birçok vesileyle söyledim, onlar da dinledi, BBC aslında o kadar kötü değil, dedim ki: “Dinleyin, bu mantıksız, mutediller ve radikaller. Ana akım Müslümanlar var ve radikaller. Yalnızca mutediller ve radikaller hakkında konuştuğunuzda, ne söylemiş oluyorsunuz? Kuantum hakkında konuşmuyorsunuz, insanları tarif ediyorsunuz. İnsanlar şöyle düşünecek: “Tamam, yarısı mutedil diğer yarısı radikalmiş”. Değiller. % 99,8’i ana akım dâhildir. Ve diğer %0,2 var, belki de daha azı, radikaller. Öncelikle terminolojiyi düzeltmeliyiz.” Ve yeşilli hanımın başlattığı konuda ki oldukça önemli bir noktaya değindi, bir tür bağlantı noktası: 9/11’den sonra BBC News ve World News Tv’yi hatırlıyorum. Sunucu bana şöyle demişti: “Harika, bunları söyleyebiliyorsunuz.” Söylediğim şey, herkesin söyleyeceği türden bir şeydi. Kim bunu lanetlemez ki? Biliyorsunuz, “Bunu söylemeniz harika ama daha çok Müslüman’ın bunu söylemesi gerekmez mi?” Ona dedim ki: “Sorun arz eden tarafta değil talep eden tarafta. Siz insanlar benim gibilerini istemiyorsunuz ve diğerlerini, bir araya gelip mantıklı şeyler söyleyenleri. Siz, tek-kollu, tek-gözlü, çengel-kollu, bilirsiniz, tahrik eden ve tamamen İslam ruhuna aykırı şeyler söyleyenleri tercih edersiniz. Sizin istediğiniz budur. Çünkü o açık bir şekilde sizin karikatürlerde, medyada ve diğer yerlerde betimlediğiniz Müslüman imajına daha uygundur”. Bana kalırsa bütün trajedi burada yatıyor. Bu konularda konuşmak, kendini ifade etmek isteyen milyonlarca Müslüman var. Bu şansı bulamıyorlar. Ama İslamofobikler’e ve sağ-kanat medyaya, özellikle ABD’de, kimsenin bunları umursamadığını, kimsenin bunlarla ilgilenmediğini vesaire söyleme şansı veriliyor. Müthiş bir dinleyici kitlesiydiniz, Tanrı hepinizi kutsasın. Hepiniz çok sabırlıydınız. Umarım herkes birçok şey edinmiştir burada. Programın yalnız bir saat gerisindeyiz, benim için hiç fena değil. Ama efendim, gelmeniz ve kapanışı yapmanız için mikrofonu size bırakıyorum. Teşekkür ederim. 151 152 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM İKİNCİ GÜN V. OTURUM / 153 154 / İKİNCİ GÜN SONUÇ BİLDİRGESİ SONUÇ BİLDİRGESİ İKİNCİ GÜN SONUÇ BİLDİRGESİ / Gabon Cumhuriyeti’nin Libreville şehrinde 19-20 Nisan 2012 tarihlerinde düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı 9. Enformasyon Bakanları Toplantısında, barış ve kalkınma hizmetindeki medya bağlamında İslamofobi konusunda kapsamlı tartışmalar gerçekleşmiştir. Konferansın ardından T.C. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, İslam İşbirliği Teşkilatı’nca (İİT) yapılacak ilgili girişimlerde yer alma ve İİT ile işbirliği içinde İslamofobi, hukuk ve medya konulu uluslararası bir konferans düzenleme kararı almıştır. İslamofobi uzun bir geçmişe sahip olmasına rağmen son zamanlarda önemli bir siyasi araç ve söylem haline gelmiştir. İslamofobi en çok medyada kendini göstermektedir ve insan hakları bağlamında hukuki bir meseleye dönüşmektedir. İslamofobi, Müslümanlara yönelik nefret söylemi ve nefret suçlarıyla sonuçlanan hoşgörüsüzlük, dışlama ve ayrımcılığı da içerdiğinden bir insan hakları meselesi olarak düşünülmektedir. Bugün dünyadaki tüm Müslümanlar, İslamofobi’nin nefret suçu ve İslamofobik yaklaşımların insan hakları ihlali olarak tanınması çağrısında bulunmakta ve meselenin hukuki boyutuna vurgu yapmaktadır. Bu sebeple, İslamofobi’nin insan hakları ve evrensel hukuk ile olan mevcut ilişkisi, ayrıntılı bir şekilde ele alınması gereken önemli bir konudur. Medyanın Müslümanları ve İslam’ı ele alışı ve yansıtma şekli, İslamofobi’nin ve bunun yol açabileceği toplumsal sorunların yayılmasından doğrudan sorumludur. Görsel, basılı ve sosyal medyada kullanılan görüntü ve dilin tasvir ettiği Müslüman karşıtı temsiller, İslamofobi’nin toplumsal yansımalarını doğurmada etkin rol oynamaktadır. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun 16/18 no’lu kararı gibi dini ve etnik nefrete karşı uluslararası alanda kabul edilmiş ilke ve tavsiyelerin varlığına rağmen, hala düşünce ve ifade özgürlüğü ile inanç özgürlüğü arasında olduğu gibi gri alanlar mevcuttur. Bu alanlar, geçerli ancak zaman zaman birbiriyle çatışan endişeler yaratmaktadır. Bu sebeple, asıl mesele, İslamofobi ile daha güçlü bir şekilde mücadele etmek için, hukuk uzmanlarının “esnek hukuk” olarak tabir ettikleri, kanunun uygulanması ya da yeniden düzenlemesi ile sonuca varılıp varılmayacağıdır. Günümüzde İslamofobi, yeni ortaya çıkan ya da şahsına münhasır bir kavram değildir; zira tarihin, hikâyelerin, efsanelerin ve söylentilerin ölümsüz yapısı, Müslümanlara ve İslam’a yönelik mevcut kanıyı şekillendirmeye ve tahkik etmeye devam etmektedir. Bugün İslamofobi, doğru ya da yalan, gerçek ya da kurgu, sahici ya da hayali olmasına bakılmaksızın, Müslümanlar ya da İslam ile ilişkili her türlü düşünce, fiil ya da eylemle ilişkilendirilebilmektedir. Ayrıca, İslamofobi artık – tıpkı Müslümanlar ve İslam gibi– yeteri kadar anlaşılmadığından dolayı toplum tarafından marjinalize edilen bir olgu değildir. İslamofobi’ye ilişkin meseleleri anlamamızı engelleyen en önemli zorluklardan biri, “Medyada, kanunlarda ve politikalarda, bir taraftan yasal dayanakları olan eleştirilerin ve kaygıların, diğer taraftan da nefret dolu ya da mantıkdışı eleştirilerin ve kaygıların nasıl tespit edileceği ve tanımlanacağı” sorusudur. Bu temel soruya yanıt aramak için, saygıdeğer akademisyenler, diplomatlar, STK’lar ve medya uzmanların “Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi Konferansı”nda bir araya geldi ve İslamofobi’nin tanımının İslamofobi’nin yasal bir mesele olup olmadığı sorusu ile ilişkisi ve mevcut uluslararası ve ulusal mevzuatın İslamofobi, medya etiği, siyasi dil, söylem, kültür ve mekanizmalar ile mücadele etme noktasında yeterli olup olmadığı sorusu tartışıldı. Umarız ki, bu konferanstan doğan bilgi, iyi niyet ve kararlılık, yapıcı söylemlerle desteklenen daha iyi uygulama süreçleri ile gerekli adımların atılmasına vesile olur. 155 156 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM MESAJ İKİNCİ GÜN V. OTURUM / 157 Sayın Murat KARAKAYA, Değerli katılımcılar, hanımefendiler, beyefendiler; sizleri en kalbi duygularımla selamlıyor, Hukuk ve Medya Bağlamında Tarabya Uluslararası İslamofobi konferansına başarılar diliyorum. Bu vesile ile yurtdışından gelen kıymetli misafirlerimize de farklı medeniyetleri, farklı kültürleri, farklı kıtaları buluşturan İstanbul’umuza hoş geldiniz diyor, kendilerini ülkemizde ağırlamaktan dolayı memnuniyet duyduğumu ifade etmek istiyorum. Geçmişten günümüze insanlığın en önemli sorunlarının başında ırkçılık gibi, kültürleri, medeniyetleri karşı karşıya getiren, halklar arasında duvarların örülmesine neden olan anlayışlar gelmektedir. İnsanlığın önündeki en ciddi tehditlerden biri olan bu türden anlayışlar, maalesef bugün de büyük tehlike oluşturmaya devam etmektedir. Hiç şüphe yok ki, geçtiğimiz yüzyılda büyük insanlık suçlarına sahne olan savaşlar neticesinde çok kültürlülük yerini ayrımcılığa, önyargıya ve nefrete bırakmıştır. Bu hazin manzara günümüzde bilhassa din temelli ayrımcılık olarak kendisini göstermektedir. Hepimizin tecrübe ettiği gibi, 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından, dünya kamuoyunda ortak bir düşman algısı yaratılmış ve ortak düşmanın adı maalesef İslam olmuştur. İslam ve Müslümanlık kavramlarının Batı dünyasında olumsuz, kötüleyici, dışlayıcı, ötekileştirici çağrışımlara sebep olarak kullanıldığını, ayrımcılığın körüklendiğini görüyoruz. Popüler kültürlerinde, örneğin sinema filmlerinde, müzikte, bilişim dünyasında, dizilerde, medyada, fotoğraflarda, karikatürlerde, hatta kimi zaman bilimsel olması gereken yazı, makale ve yorumlarda son derece ince, bilinçaltına hitap eden kültürel karşıtlığın empoze edildiğini üzülerek izliyoruz. Toplumlara empoze edilen antipatilerin derin kaygıların ortaya çıkmasına, toplumların birbirine şüpheyle bakmasına, güven yerine endişenin hakim olduğu bir toplumsal yapının oluşmasına neden olduğunu müşahede ediyoruz. Bilinmelidir ki, ırkçılık ne kadar tehlikeliyse, antisemitizm ne kadar tehlikeliyse, ayrımcılık ne kadar tehlikeliyse, İslamofobi de en az o kadar tehlikelidir. Çünkü diğer ayrımcılık türleri gibi, İslamofobi de bir ırkçılık türüdür, bir insanlık suçudur. Akıl ve vicdan sahibi bütün insanlar ayrımcılık ve ırkçılığın her türüne yekvücut halde karşı durmalıdır. Hiçbir Semavi din terörü benimsemez, teröre cevaz vermez, teröre yol açmaz ve desteklemez. Arabın Aceme, Acemin Araba olmadığı gibi, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur, diyerek evrenselliğini koymuş, hoşgörü ve barış dini İslam’ın terörle anılır hale gelmesi ve Müslümanların terörist muamelesi görmesi derin bir endişe vermektedir. Bu sebeple, sorumluluk makamında olanların, özellikle devlet başkanlarının, medya yöneticilerini, sivil toplum örgütlerinin, sanatçıların, akademisyenlerin ve 158 / İKİNCİ GÜN V. OTURUM düşünürlerin gittikçe yükselen bu ciddi tehlike karşısında çok daha duyarlı davranmaları gerektiğine inanıyorum. İslam ülkeleri de, uluslararası basın ve medya organlarının dayattığı olumsuz imajın önüne geçmek için kendilerini ciddi sorumluluk altında hissetmeli ve bu vazifeyi ortak bir algı çerçevesinde ikame etmelidir. İslamofobi ile mücadelenin organize ve bilinçli bir şekilde ortak platformda yürütülmesi ve uygulanması adına bu konferansı gerekli ve önemli buluyor, başarılı geçmesini temenni ediyorum. Bu vesileyle, bu anlamlı organizasyonun gerçekleşmesi için emek sarf eden Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğümüze ve İslam İşbirliği Teşkilatına teşekkürlerimi sunuyor, konferansa iştirak eden değerli konuklarımızın hepsini bir kez daha en kalbi duygularımla selamlıyorum. Recep Tayyip ERDOĞAN Başbakan